Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 406

1

Christian Jacq
Işık Taşı Dizisi Cilt 2
Bilge Kadın
Fransızca aslından çeviren: Ali Cevat AKKOYUNLU
Orijinal adı: La Pierre de Lumiere / La Femme Sage
1.baskı / kasım 2000
2.baskı nisan 2001
Doğan Kitapçılık


Bu roman, Altın Evi'nin sırlarını bilen ve bunu eserlerine
yansıtmayı başaran Hakikat Meydanı'nın tüm zanaatkarlarına
ithaf olunur.

2
O
Birinci bölüm
Yoğun bir tehlike çevrede kol geziyordu.
Büyük Ramses'in altmış yedi yıl süren iktidarından sonra
ölümünden bu yana, Hakikat Meydanı endişe içindeydi. Başlıca
görevleri kral ve kraliçe mezarlarını yapmak ve süslemek olan
zanaatkarların Teb'in batı ucundaki gizemli ve dışa kapalı köyü,
korkuyla geleceğine bakıyordu.
Yeni firavun, altmış beşlik Merneptah, ünlü ölünün yetmiş
gün süren mumyalanmasından sonra, nasıl bir karar alacaktı?
Ramses'in oğlu sert, adil ve ciddi bir adam olarak tanınıyordu
tanınmasına da, entrikaları, "yaşayanların tahtı"na geçip İki
Ülke'yi, Yukarı ve Aşağı Mısır'ı ele geçirme planlarını önleye-
bilecek miydi?
Büyük Ramses, doğrudan krala ve onun başbakanına, yani
vezire bağlı zanaatkarlar loncasının ve Hakikat Meydanı'nın
cömert koruyucusu olmuştu yıllar boyu; Hakikat Meydanı'nın
bağımsız mahkemesi vardı, her gün iaşe alıyordu. Gündelik kay-
gılardan uzak, ülkenin manevî gelişimi için olmazsa olmaz çalış-
malara ayırıyordu tüm zamanını.
Girmesinin yasak olduğu köyün güvenliğinden sorumlu Şef
Sobek, uzun zamandır uykuya hasretti. Belinde kılıcı, elinde mız-
rağı, omzunda yayı, durmaksızın sorumluluğu altındaki bölgeyi
arşınlıyor, kurduğu güvenlik ağını gözden geçiriyordu.
Köyün büyük kapısının önüne yerleştirilen iki muhafız her
zamanki görevlerini eksiksiz yerine getiriyordu kuşkusuz; biri
sabahın dördünden, öğleden sonra dörde; öteki öğleden sonra
dörtten, sabah dörde. İkisi de iriyarı, ellerindeki sopaya hâkim
adamlardı, dışardakilerin Hakikat Meydanı zanaatkarları ile aile-
lerinin yaşadığı bölüme girmelerini önlüyorlardı. Bir de "beş

3
duvar" vardı köye giden yolun üzerinde ya da birbiri ardına sıra-
lanmış beş tabya.
Ne ki bütün bu önlemler Sobek için, sol gözünün altında ince
bir yara izi taşıyan irikıyım güçlü Nübyeli için, yeterli değildi;
adamlarına sürekli çevredeki tepelerden etrafı kolaçan etmelerini,
Ramesseum'a, Büyük Ramses'in milyon yıllık tapınağına giden
yolu, Krallar ve Kraliçeler vadilerine çıkan patikaları denetleme-
lerini söylemişti.
Eğer önlenemez bir karışıklık çıkarsa, baldırı çıplaklar,
zanaatkarların akıl almaz hazineler yarattıkları, hatta arpayı
altına çevirdikleri söylenen Hakikat Meydanı'na saldıracaklardı
mutlaka. Firavunun himayesinden yoksun kaldıklarına göre, aynı
gemideki insanlar gibi olduklarını düşündükleri köyde "sağ ekip"
ve "sol ekip" olarak ikiye ayrılmış otuz iki zanaatkarın oluştur-
duğu küçük topluluğun hali nice olacaktı? Belki Sobek son savu-
nucuları olacaktı zanaatkarların, kaçmamaya, sonuna dek
direnmeye kararlıydı.
Polis şefi "dışardakilerden olmakla birlikte, korumakla
görevli olduğu köy halkının büyük bir bölümüne karşı sevgi bes-
lemeye başlamıştı; zanaatkar olmamasına, gizemlerini bilmeme-
sine rağmen, maceralarında bir katkısı varmışçasına bir şeyler
hissediyor, zanaatkarların olmadığı bir dünya düşünemiyordu.
İşte bu nedenle loncanın içinde de bir katil olabileceği endi-
şesi taşıyordu? Bir zamanlar imzasız bir mektupta, bir polisi
öldürmekle suçlanan, daha sonra aklanan ketum Ustabaşı Suskun
Nefer'in hayatını tehdit eden bir katil? Şef Sobek ne polis memu-
runu öldüreni ne de imzasız mektubu yazanı bulabilmişti; ihbar-
cının Nefer'in hızlı yükselişini kıskanan bir meslektaşı olduğun-
dan kuşkulanıyordu. Bir de polis şefinin uğraşması gereken bir
başka iş daha vardı; Teb'in Batı Yakası Başyöneticisi Abri'nin
Hakikat Meydanı'nı yok edecek bir komploya karıştığını sanı-

4
yordu Sobek. Yazık! Büyük Ramses'in ölümü, bir daha düzelme-
yecek şekilde hayatı altüst etmek üzereydi.
Sağ ekibin şefi olarak Nefer'in görevi, Işık Meydanı'nda
dâhice düzenlemeler yapmak, planlan çizip işleri herkesin bece-
risine göre dağıtmaktı. Sol ekip şefi Kaha'nın ölümünden sonra,
Nefer'in sorumluluğu daha da artmıştı. Kaha'nın yerini manevî
oğlu Hay almıştı, Hay deneyimsizdi, ama loncanın gerçek yöne-
ticisi olduğuna inandığı Nefer'in hayranlarındandı. Merkezî
yönetimin temsilcisi olan Mezar Kâtibi Kenhir bile saygı gösteri-
yordu Nefer'e. Sembolik olarak 'Teb'in batısında milyonlarca yıllık
ulu ve soylu mezar" olarak anılan köyü gerektiği gibi yönetmekle
görevli yüksek yönetici Nefer'i karşı gelinmez bir otorite ve
kusursuz bir ustabaşı olarak görüyordu.
İyi de Suskun Nefer Hakikat Meydanı'na saldırmaya hazır-
lanan karanlık güçlere karşı savaşabilecek miydi? "İçerdeki"lerin
oluşturduğu ekibin komutanı Nefer, yaklaşan tehlikenin ciddiye-
tinin bilincinde miydi? Böylesi bir tehlikeyi göğüsleyecek gücü
var mıydı? Kendinden öncekilerin de uyguladığı kurallara göre
çalışırken, belki de dış dünyanın acımasızlığını, hırsını unutmuştu
Nefer. Taşıdığı büyü felaketi kovmaya yetebilir miydi?
Polis şefi duvardaki oyuğun önünde durdu. Oyuğun içinde
köyün koruyucu tanrıçası Maat'ın heykelciği duruyordu. Başının
üzerindeki yön bulmalarında kuşlara yardımcı olan tüyüyle lon-
canın amacını, zanaatkar yaratıcılığının olmazsa olmaz öğelerine,
doğruluğa ve ahenge ulaşma çabasını temsil ediyordu kırılgan
tanrıça. "Maat'ın heykelini yapmak, Tanrı'nın isteğini yerine
getirmektir" denmez miydi hem?
Sobek soluk almakta güçlük çekiyordu. Sıcak hava giderek
ağırlaşıyor, tehlike giderek yaklaşıyordu. Sakinleşebilmek için
Teb'deki dağların piramide benzer tepesine, batı zirvesine bak-
maya koyuldu. Efsaneye göre loncanın ilk taş ustaları kayayı bu

5
şekilde yontarak kuzey piramitlerinin güneyden yankılanmasını
sağlamak istemişlerdi.
Kutsal zirvenin, "sessizliği seven" olarak anılan ürkütücü dişi
yılanı barındırdığını, her gün biraz daha çoğalan engellerin,
kâfirlerin yılanın huzurunu bozmalarını daha da güçleştirdiğini
herkes gibi polis şefi de biliyordu. Firavunlar ebedî istirahatgâh-
larını yılana emanet etmiş, köylüler de dileklerinin gerçekleşme-
sini onun sağlayacağına inanmaya başlamıştı.
Dört yüz elli metrelik zirve, firavunların ka'nın evrene
yayılmış tükenmez enerjisini yansıtmak için yaptırdıkları tapı-
nakların ekseni üzerindeydi. Tapınaklar, çevresine yelpaze gibi
açıldıkları zirveye sonsuz bir saygı gösteriyor gibi dikiliyordu.
Sobek güneş batar, alacakaranlık çölü, tarlaları ve Nil'i kap-
larken zirveyi seyretmeyi seviyordu; geceye sonsuza dek direne-
cekmişçesine, sadece zirve ışık içinde kalıyordu o dakikalarda.
Nöbetçilerden biri kollarını salladı, öteki bağırdı.
Sobek zaman kaybetmeden korkunç bir kargaşanın hâkim
olduğu 1. Tabya'ya seğirtti. Polisler, korkan, sopa darbelerinden
korunmak için başlarını ellerinin arasına almış, eşekleriyle yük
taşıyan on on iki kişinin etrafını çevirmiş, ürken hayvanlar dört
bir yana dağılmıştı.
— Durun, diye bağırdı Sobek, bunlar yardımcı! Yaptıkları
yanlışın farkına varan polisler, sopalarını indirdi.
— Korktuk da ondan, Şef, dedi içlerinden biri. Gelip barikatı
zorlayacaklarını sandık.
Yardımcılar her günkü gibi, köy halkının ihtiyacı olan suyu,
balıkları, taze sebzeyi, yağı ve diğer yiyecekleri getirmişlerdi. En
dayanıklıları eşeklerini yakalamayı başardı, ötekiler inleyip
şikâyet etmeyi sürdürdü. Sobek olanları açıklamak, adamlarının
davranışını haklı göstermek için çok uzun bir rapor yazmak
zorunda kalacaktı.

6
— Yaralıları tedavi edin, dedi. Sonra da hayvanların yükünü
indirin. Konvoy köyün ana kapısı önüne geldiğinde kapı açıldı,
zanaatkarların kanları dışarı çıktı. Hem Hathor rahibesi hem de
evlerinin hanımıydı kadınlar, yiyecekleri sessizce aldılar.
Büyük Ramses'in ölümünden önceki günlerde eşekçiler
kapının önünde belirdiklerinde tartışır, birbirlerine takılır, neden-
siz gülüp, incir çekirdeğini doldurmayacak bir şeye kızar ya da
kızmış görünürler, etin, meyvenin, balığın iyisini almak için
gürültü çıkarırlardı. Büyük hükümdarın ölümünden sonra çocuk-
lar bile dilsizdi sanki, anaları da çocuklarının oyunlarına katıl-
maya hevesli görünmüyordu. Çömelip gündelik işleri kusursuzca
yerine getirmeye çalışıyorlar, ekmek için hamur yoğuruyor, bira
yapıyorlardı. Ailece yenecek yemeğin mutluluğunun habercisi bu
basit hareketleri daha ne kadar devam ettireceklerdi acaba?
Genç bir polis memuru koşarak Sobek'in yanına vardı.
— Efendim, efendim! Gelenler var!
— Başka yardımcılar mı?
— Hayır, ellerinde mızraklar, yaylar bulunan askerler!
A
İkinci bölüm
Teb'in Başhazinedarı Mehi, görkemli evinin kabul salonunda
bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Eşsiz bir maliyeci ve ben-
zersiz bir sayı sihirbazıydı, aynı zamanda bölgenin gizli efendi-
siydi ve cömertliğinden sonuna dek yararlanmasını bilen ordu-
ların değerli komutanıydı.
Yuvarlak yüzü, kafasına yapıştırılmış gibi duran simsiyah
saçları, kalın dudakları, yumuk yumuk el ve ayakları, geniş ve
güçlü göğsüyle kendinden ve ikna yeteneğinden emin, görünürde
ulaşılmaz bir amaca, Hakikat Meydanı'nın baş döndürücü zen-
ginliklerini ele geçirmeye tutkundu. Altın Evi'ndeki zanaatkar-
ların inanılmaz hazineler yarattığını biliyordu; Krallar Vadisi'nde
7
bir mezarın karanlıklarına daldıklarında, yollarını aydınlatmak
için yararlandıkları Işık Taşı'nı görmüştü.
Tanınmamak ve kaçabilmek için bir polis memurunu öldür-
mek zorunda kalmıştı. Ne var ki cinayeti Suskun Nefer'in başına
yıkmak için Sobek'e yazdığı imzasız mektup istediği sonuca ula-
şamamıştı: çünkü Hakikat Meydanı'nın gizemli "bilge kadını'nın
müdahalesinden sonra, mahkeme zanaatkarın aklanmasına karar
vermişti. Yine de bir zarar görmeden yükselmesini sürdürdü
komutan, yükselirken kayınpederini ortadan kaldırmak için titiz
bir plan hazırlamış, planı uygulamak için de bir akrep kadar
çekici, hırslı, paragöz ve acımasız karısı güzel Serketa'dan yardım
görmüştü.
Varlıklıydı, güçlüydü, lekesiz bir ünü vardı, ama yine de
dikkatle ve sabırla hazırlıyordu planlarını Mehi. Hakikat Meyda-
nı'nın Kabul Heyeti tarafından reddedilmesiyle uğradığı hakareti
hiç unutmadı; öç alma arzusu, geleneklerinin ve inançlarının
batağına sürüklenmiş yaşlı Mısır'ı çağdaşlaştırma tutkusuyla bir-
leşiyor, bu tutkusunu gerçekleştirip, dostu Dakter'in kişiliğinde
bütünleşen, her türlü yeniliğe açık, uyuşmuş toplumu ayağa kal-
dıracak bilimi hâkim kılmayı tasarlıyordu.
Büyük amacım gerçekleştirebilmesi için loncanın sırlarını
öğrenmesi şarttı. Hem zaten firavunlar, bu sırlara tek başlarına
sahip olabilmek için, kıskançça bir gayretle korumuyor muydu
loncayı? Mehi'nin baş rakibi Büyük Ramses olmuştu, hüküm-
dardan kurtulabilmek için arabasının dingilini eğeletmiş, ancak
çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Mehi, yaşlı firavunun doğa-
üstü bir talihi olduğunu kabul etmek zorunda kalmış ve gevezelik
edeceğinden kuşkulandığı suç ortağını ortadan kaldırmakla
yetinmişti. Geriye tek bir yol kalmıştı: Ramses'in ölümünü bek-
lerken köyün çevresine ağını örmek.

8
Sonunda Hakikat Meydanı'nın koruyucusundan kurtul-
muştu! Ramses'siz, başı kesik tavuklar gibiydi zanaatkarlar; yeni
kralın, kuzeyden gelme Merneptah'ın, loncaya selefi kadar hoş-
görülü davranıp davranmayacağı kuşkuluydu üstelik. Oysa Teb'in
başhazinedarı başkentten, Merneptah'ın taç giydiği Per Ramessu'-
dan bilgi alamıyordu bir türlü. Yeni kralın geleneğe bağlı olduğu,
yeni bir fikir üretemediği, Büyük Ramses'in adımlarını izlemeye
kararlı olduğu söyleniyordu; bakalım iktidar yeni kralın kişiliğini
değiştirebilecek miydi?
Entrikalar gelişmek, güzelleşmek zorundaydı! Entrikalardan
bazıları, kısa olacağına inandığı geçiş sürecine uyum sağlamaya,
uyum sağlarken de yeni bir dünyaya hazırlanmaya yönelikti.
Hakikat Meydanı'nın sırlarım eline geçirebilirse, en güçlüsünün
Mehi olacağı yeni bir dünyaya.
Bitmek tükenmek bilmez mumyalama süresi boyunca, bek-
lenmedik şeyler de olabilirdi. Örneğin, Merneptah'ın ani ölümü
ve taht kavgası. Mehi böyle bir şey olmasını istemiyordu, taht
kavgasına katılmaya hazır değildi henüz. Hükümdarın sahnenin
önünde görünmekle yetineceği, tüm ipleri sahne arkasında
Mehi'nin eline bırakacağı bir düzendi onun düşlediği. Teb bele-
diye başkanıyla başardığını, yönetimin en üst basamağında tek-
rarlamaması için bir neden var mıydı?
Köhnemiş ilkelere saplanıp kalmış, ülkenin önlenemez geliş-
mesini anlamaktan âciz, durağan bir Merneptah: böylesi silik bir
firavun, müttefiklerin en değerlisi olmaz mıydı?
Mehi zanaatkarların ruh halini, dirençlerini sınamak için,
Doğu Yakası Başyöneticisi Abri'yle kafa kafaya vermiş, köye bir
vergi müfettişi ile bir askerî birlik göndermeyi kararlaştırmışlardı.
Gönderdikleri birlik kapıyı zorlamayı başarırsa, Mehi de
aralıktan içeri sızacak, loncanın ayrıcalıklarını yok edecekti. İş
çok ciddiydi..

9
Şef Sobek, çoğunlukla genç askerlerle karşı karşıya oldu-
ğunu anladı. Hakikat Meydanı'nın sorumluluğunu üstlendiği
günden beri, ilk kez askerlerle karşılaşıyordu.
İki sıra halinde gelen askerler 1. Tabya'nın önünde dur-
muştu. İyi eğitilmiş, güçlü kuvvetli Nübyeli polislerin ellerinde
palalar ve sopalar vardı. Emirlerinin tartışılmaz olduğunu bildik-
leri Şef Sobek'in buyruklarını yerine getirmeye hazır görünüyor-
lardı. Sobek ilerledi.
— Başınızda kim var?
— Ben, dedi yaşlı bir asker. Tepesinden bakan iriyarı zenci-
den etkilendiği kesindi. Emirleri vergi müfettişinden alıyorum.
O ana kadar askerlerin ardında duran şişman bir adam, iler-
leyerek tiz bir sesle Sobek'e seslendi.
— Batı yakası başyöneticisinden köydeki hayvanların sayı-
mını yapma ve uygulanacak vergiyi hesaplama talimatı aldım.
Son yıllarda verilmiş hiçbir bildirime rastlamadığımdan, ceza yaz-
mak zorunda kalacağım kuşkusuz. Kamu görevi yaptığınıza göre
bana yardım edip talimatı yerine getirmemi sağlamanız gerekir.
Şef Sobek hiç de böyle bir saldırı beklemiyordu.
— Sizin istediğiniz... köye girmek mi?
— Başka bir yolu yok gibi.
— Aldığım emir kesin. Zanaatkar ya da zanaatkar ailesinden
olmayanlar, benim onayım olmadan köye giremez.
— Mantıklı olun. Ben yönetimi temsil ediyorum.
— Size hatırlattığım emir, sadece firavun ve vezire uygu-
lanmaz. Görebildiğim kadarıyla siz ne firavunsunuz ne de vezir.
— Vergi karşısında eğilmek zorundasınız! Gidip mezar kâti-
bine sorun, size yasayı hatırlatacaktır.
Sobek tereddüt etti. Müfettişin önerdiği pek de kötü bir fikir
değildi, anlaşılan Öfkeli Kenhir'i tanımıyordu.

10
— Tamam, ama askerleriniz yerlerinden kıpırdamasın! Tab-
yanın öte tarafına geçmeye kalkışırlarsa, adamlarım gözlerinin
yaşlarına bakmaz.
— Konuşma tarzınızı beğenmedim, Şef Sobek. Adamlarınızın
sayısı askerlerimden az, üstelik yasa da benden yana.
— Eğer böyle düşünüyorsanız, kimseyi çağırmam ve sorunu
kendi yöntemimle çözerim.
Sopalarını hazırlamaları için Nübyeli polislere emir vermek
gerekmedi. Karşılarındakilerden çok daha genç, çok daha atik
görünüyorlardı, bire karşı üç boğuşmaktan korkmayacakları
kesindi.
— Sinirlenmeyelim, dedi vergi müfettişi. Ben buraya yasayı
uygulamak için geldim. Siz de öyle.
— Bana verilen emirler kesin. Hiçbir ayrıcalık göstermeden
uygulamak zorundayım.
— Öyleyse mezar kâtibini getirin!
— Sakın ilerlemeye kalkışmayın!
Müfettiş ne cevap vereceğini bilemez bir durumda olduğu
yerde kaldı. Görevinin çok zor olduğunu söylemişlerdi ama böy-
lesi bir direnişle karşılaşacağını hesaplamamıştı. Üstelik o dev
zencinin görünüşü bile ürkütücüydü; kavga çıkarsa kafasına bir
sopa yemesi bile mümkündü. En iyisi kuvvete başvurmaktan
kaçınmak, mezar kâtibini oldubittiyle karşı karşıya bırakıp, fır-
sattan yararlanmaktı. Tabyaları aşarken fazla acele etmedi Sobek.
Nasıl olsa bu çapulcular adamlarının hakkından gelemezdi; ama
bunlardan sonra başkaları da gelecekti, daha kalabalık ve daha
güçlü birlikler.
Askerlerin müdahalesine Batı Yakası Başyöneticisi Abri'den
başka kim karar vermiş olabilirdi ki... Sobek Abri'yi bir kez daha
yolunun üzerinde buluyordu işte. Başyönetici Sobek'e rüşvet
vermeye çalışmış, başaramayınca başka yere atanmasıyla uğraş-

11
mış, sanki aklından bir türlü çıkmayan cinayeti aydınlatmaya
çalışan iş bozucu bir polis şefiymiş gibi, ondan kurtulmak iste-
mişti.
Ama Abri'nin Sobek'e karşı, daha doğrusu Hakikat Meyda-
nı'nına karşı doğrudan saldırıya geçmesi, işte bu ilk kez oluyordu.
Neden böyle bir saldırıya karar vermişti? Şu ya da bu şekilde
suçlu olup, onu suçlayacak olanlardan kurtulmak istemiyorsa,
neden?
Şu anda halledilmesi gereken en önemli sorun, vergi müfet-
tişiydi. Çatışmayı önlemek mümkün olmayabilirdi, çünkü Ken—
hir'e haber vermek yeterli değildi. Üstelik mezar kâtibinin
yerinden kalkmaya razı olacağı da kesin değildi.
n
Üçüncü bölüm
— Sakın, dedi mezar kâtibi, hizmetçisi Güçlü Niyut'a. Sakın o
lanet olası süpürgeni kütüphaneme sokma! Kütüphaneyi ben
temizlerim.
Genç kız omuzlarını silkmekle yetindi. Her sabah aynı vaaz.
Altmış iki yaşında, yalnız bir dağ keçisinden daha öfkeli olan
Kenhir'de, önemli görevlerde bulunan kâtiplere has bir hantallık
vardı, ama hareketli ve parlak gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu.
Büyük Ramses'in ölümünden beri pençeleştiği uykusuzluğu,
adamotu çayı sayesinde yenmişti. İçinde yaşadığı küçük top-
luluğun bu geçiş sürecinde büyük tehlikelerle karşı karşıya
olduğunu, yaşam biçimini onaylamayacak bir hükümdara dire-
nemeyeceğini çok iyi biliyordu, ama yine de sonsuza dek süre-
cekmiş gibi görevine dört elle sarılıyordu.
En önemli konulardan biri olan loncanın su ihtiyacı, iki
yoldan karşılanırdı: Hathor Tapınağı'nın altmış metre kuzeydo-
ğusundaki çok derin kuyudan ve durup dinlenmeden gelip giden
eşekçilerden. Kuyu, dik açıyla yontulmuş duvarları, kireçtaşından
12
tabanı, törenlere su taşıyanların aşağıya inebilecekleri görkemli
merdivenleriyle bir mimarî harikasıydı. Ne var ki gündelik ihti-
yaca, özellikle de köyün başlıca kaygısı olan temizliğe cevap
vermekten uzaktı. İşte bu nedenden dolayı mezar kâtibi, her
sabah sakaların gelişini sabırsızlıkla bekler olmuştu. Sakaların
ağır damacanalarındaki sular, pişirilmiş kırmızı topraktan yapı—
lan, üzerine açık sarı ya da koyu kırmızı kapaklar örtülen, değerli
sıvının taze kalması için sokaklarda gölgeye ve çıkıntıların altına
yerleştirilen dev testilere doldurulurdu. Testilerden bazılarının
üzerinde I. Amenofis'in, III. Tutmosis'in, Firavun Kraliçe Haçep-
sut'un adları kazınmıştı, bu adlarla hükümdarların Hakikat Mey-
danı halkının iyi yaşamasıyla ilgilendikleri kanıtlanıyordu.
Kural katıydı. Sakalar günde birkaç kez, biri köyün kuze-
yinde, diğeri güneyindeki iki sarnıca döküyorlardı getirdikleri
suyu. Köylüler ellerinde küplerle geliyor, aldıkları suyu evlerin-
deki testilere boşaltıp içmek, yıkanmak ya da yemek yapmak için
kullanıyordu. Kuruluşundan beri çölün ortasında yaşayan bu
küçük topluluk, hiç su sıkıntısı çekmemişti; tam tersine, boldu su.
Vezir tarafından atanıp, firavunca onaylanan mezar kâtibinin işi
başından aşkındı. Köyün refahı, iki ekip şefi arasındaki işbir-
liğinin devamı, çalışanların ücretlerinin ödenmesi, işe gelmeyen-
ler ile gelmeme nedenlerinin özenle kaydedildiği mezar defterinin
tutulması, iş için gerekli malzemenin sağlanarak dağıtılması ve
seleflerinin başlattığı Büyük Eser'in sürdürülmesi hep kâtibin
göreviydi. Bütün bu ürkütücü yoğunluk Kenhir'in en sevdiği
eğlencesine, yazı yazmasına engel olamıyordu.
Ölümünden önce seçkin "Maat yazıcısı" görevine atanan
ünlü Ramose'nin manevî oğlu olan Kenhir, miras olarak babalı-
ğının güzel evine, yazıhanesine, her şeyden de önemlisi nere-
deyse okunaksız yazısıyla kopya ettiği ünlü eserlerle dolu zengin
kütüphanesine sahip olmuştu. Destansı şiire düşkündü, Ramses'in

13
Hititlere karşı kazandığı, ışığın karanlıklara üstünlüğünü kanıt-
layan Kadeş Savaşı'ın yeniden kaleme almış, daha sonra da gör-
kemli XVIII. Sülale'nin tarihçesini yazmaya koyulmuştu. Emek-
liye ayrılır ayrılmaz, uzun ve güç araştırmalarının meyvesini top-
lamaya, "düşler anahtarı'na son biçimini vermeye hazırlanıyordu
Kenhir.
— Sizi görmek isteyen bir zanaatkar var, dedi Güçlü Niyut.
— Meşgul olduğumu görmüyor musun? Bu köyde hiç
sükûnet bulamayacak mıyım?
— Adamı kabul edecek misiniz, yoksa göndereyim mi?
— Gelsin, diye homurdandı Kenhir.
Sağ ekip heykeltıraşlarından Araştırmacı İpuy, zayıf ve asabi
bir adamdı, ama benzersiz bir beceriye sahipti. En inatçı kayaları
bile dize getirir, güç bir işle karşılaştığında yakınmadan çekici ve
keskiyi eline alırdı.
— Bir sorun mu var?
— Kötü bir düş, dedi İpuy. Size danışmak zorundayım.
— Anlat.
— Önce, Koç Tanrı Hnum bana görünüp, "Kollarım seni
koruyor, tapınaklar yapman için sana dağların bağrından doğma
taşları veriyorum" dedi. Çok korkunçtu...
— Sakın aldanma, harika bir şey bu. Hnum'un ruhunda,
insanları yaratan yaratıcı güç ile zanaatkarlara bu gücü ehlileş-
tirme becerisi veren enerji toplanıyor. Sonra?
— Sonra... İşte sonrasını anlatmak güç.
— Kaybedecek zamanım yok İpuy. Ya anlatırsın ya da
gidersin. Zanaatkar utanıyor gibiydi.
— Bir kadınla... kendi karımdan başka bir kadınla seviştiğimi
gördüm düşümde.

14
— Çok kötü! Tek bir yolu var: sabah, şafak sökerken kanal-
daki suya dal, böylelikle huzura kavuşursun. Söyle bakayım bana,
neden ekiple birlikte Krallar Vadisi'ne gitmedin de köyde kaldın?
— Babamın mezarına armağan götürdüm. Üstelik karım da
hasta.
Kenhir her ikisi de geçerli olan nedenleri mezar defterine
yazdı. İpuy, korkunç sonuçlar doğurabilecek "tembel" damgasını
hak etmiyordu kuşkusuz. Yine de anlattıklarının doğru olup
olmadığını denetleyecekti mezar kâtibi; zanaatkarlardan biri tey-
zesi öldüğü için işe gelmediğini söyleyip de teyzesinin çok önce
ölmüş olduğu anlaşıldığından beri, kimseye güvenemiyordu.
Yontucu Kenhir'in yazıhane olarak kullandığı sütunlu salondan
daha yeni çıkmıştı ki, ağır ağır hareket eden, dev kadar iri Maran-
goz Didya göründü.
— Ustabaşı atölyede yapılacak bir iş verdi bana, dedi. Görevi
verirken de size ücretlerin yarın sabah ödenmesi gerektiğini
hatırlatmamı istedi.
Ücretlerin ödenmesi... Yirmi sekiz günde bir, şaşmadan!
Mezar kâtibi ile iki ekip şefi beşer çuval sert buğday ile ikişer
çuval arpa alırken, her zanaatkarın payına dört çuval sert buğday
ve bir çuval arpa düşüyordu. Buna et, elbise ve sandalet de ekle-
nirdi. Her gün yağ, merhem ve koku dağıtımım da denetlerdi
mezar kâtibi, her köylü günde beş kilo ekmek ile çörek, üç yüz
gram balık, birkaç çeşit meyve ve sebze, süt ve bira alırdı.
Artanlar pazarda değiş tokuş etmeye yarardı.
— Bana görevimi hatırlatman gerekli mi, Didya?
— Zor dönemlerden geçiyoruz, çoğunluk her zamanki dağı-
tımın sürüp sürmeyeceğini merak ediyor.
— Eğer sürmeyecek olsa bunu size ilk bildiren ben olurdum!
Yarın, ücretler her zamanki gibi ödenecek, hem de bir avuç
buğday bile eksik kalmayacak! Rahatlayan marangoz çıkıp gitti.

15
Kenhir ne de olsa aynı endişeleri duyduğunu itiraf edemezdi.
Daha köyü hiç ziyaret etmemiş olan yeni firavun bazı baskılara
boyun eğerse, dağıtımı kesmek gerekecekti. Loncanın sahip
olduğu depolar, bir süre direnmelerini sağlardı tabiî, ama bir süre
sonra ne olacaktı?
Homurdanmaya onulmaz bir biçimde düşkün olan mezar
kâtibi çalışma koşullarından yakınıyor, Teb'de sürebileceği parlak
hayat aklına geliyor, ama köyü kendi hayatından da çok
seviyordu. Herkesten, her şeyden yakınmaya ara vermeden, selefi
ve babalığı gibi burada öleceğini ve iyi ve kötü yanlarıyla basit
birer insan olan zanaatkarların her gün tanrıların hizmetinde
olağanüstü bir eser yarattıkları Hakikat Meydanı'nın ona ait
olduğunu biliyordu.
Sıkıntı verici olan, bu zanaatkarları söylenmelerine meydan
vermeden bir arada tutmaktı; üstelik bu da Kenhir'in göreviydi!
— Temizlik bitti, dedi Güçlü Niyut. Yemeği hazırlayacağım.
— Salatalık istemez, hazmedemiyorum. Balığıma baharat
koyma sakın.
Evini işgal eden bu beladan uzun süre önce kurtulması
gerekirdi, ama öylesine kusursuz çalışıyor ve üstelik sert davra-
nışını o kadar büyük bir tahammülle karşılıyordu ki...
— Sizinle konuşmak isteyen biri daha var, dedi hizmetçi.
— Anlaşılan kurtuluş yok! Söyle ona daha sonra gelsin.
— Acil ve önemliymiş...
— Anlaşıldı...
Sağ ekibin çizimcisi Pişkin Somun Pay'ın karısı mezar fâti-
hinin karşısına dikildi. Şaşırmış görünüyordu.
"Çiftler arasında yeni bir tartışma" diye düşündü Kenhir.
"Herif karısını boynuzladı, kadın şikâyetçi, Köy Mahkemesi'ni
toplamak gerekecek."

16
— Kapı nöbetçisi güvenlik sorumlusundan bir haber iletti...
Korkunç bir şey!
— Sakin olun ve anlatın.
— Askerler, 1. Tabya'nın hemen önünde... Köyü işgal etmek
istiyorlar!
O
Dördüncü bölüm
Büyük kapı açıldı, mezar kâtibi dışarı çıkü. Şef Sobek kâtibe
doğru seğirtti.
— Ne oldu? diye sordu Kenhir Sobek'e
— Yanında askerle gelen bir vergi müfettişiyle başımız dertte.
Sizi 1. Tabya'nın orada bekliyorlar.
Güneşin altında yürüyüş, yazıhanesinin serinliğini patikanın
kumlarına bin kez tercih eden Kenhir'in sevdiği uğraşılardan
olmamıştı hiç. Yine de cesaretle yola koyuldu, kısa bir süre sonra,
bekletilmekten öfkelenmiş memurun yanına vardı.
— Mezar kâtibisiniz de ğil mi?
— Ne istiyorsunuz?
— Köy hiç hayvan vergisi ödememiş. Suçluları bulmak,
ödeyecekleri cezaları belirlemek için içeri girmem gerek.
— Hangi hayvanlardan bahsediyorsunuz? diye sordu Kenhir.
— İneklerden, koyunlardan, bir de... Mezar kâtibi kahkahayı
patlattı.
— Yasalarda gülünecek bir şey yok! diye azarladı onu vergi
müfettişi.
— Yasalarda yok, ya sizde? Böylesi bir bilgisizlikle verilen
görevleri yerine getirmeniz imkânsız. Vezire ayrıntılı bir mektup
yazıp işinizden uzaklaştırılmanızı isteyeceğim.
Vergi memuru şaşırmıştı.
— Anlamıyorum, ben...

17
— Dosyayı başından sonuna kadar ezberlemeden, tendi, de
başvurulmaz! Köyün içinde sadece ev hayvanı var, kedi köpek,
birkaç da küçük şebek. Öteki hayvanlar salgın hastalık korku-
suyla yasaklandı. Eşekleri, öküzleri, inekleri, koyunları, domuzları
görmek istiyorsanız, köyün dışına, zanaatkarlara ait topraklara
bakmanız gerekecek. Kısacası, bir hiç yüzünden bunca yol tep-
tirdiniz bana; bundan da hiç hoşlanmam.
Kenhir'in yüzündeki öfkeyi gören müfettiş, hızla geriye
çekilmekten, yanlışını olabildiğince çabuk unutturmaktan başka
yapacak bir şeyi olmadığını anladı. Mezar kâtibi gibi önemli
birinin şikâyette bulunması, meslek hayatının sonu olabilirdi.
— Böylesi asalaklardan ne zaman kurtulacağız? diye homur-
dandı Kenhir, vergi müfettişinin başını önüne eğip gidişini
izlerken.
Kazanılan zafere rağmen, Şef Sobek pek sevinçli görünmü-
yordu.
— Başka bir şey daha mı var? diye sordu Kenhir.
— Size anlatmadığım ürkütücü bir şey oldu...
— İyi öyleyse, şimdi anlat!
— Suç aletleri yazıhanemde.
İki görevli Sobek'in yazıhanesine yürüdü ve polis şefi Ken-
hir'e üzerleri olağanüstü resimlerle dolu kireçtaşlarını gösterdi.
Farenin birine çiçek götüren bir kedi, saçını şebeğe taratan
etek giymiş bir dişi sıçan, flüt çalan bir tilki, dans eden bir keçi,
kuyruğunun üzerine dikilmiş, mandolin çalan bir timsah, ip ve
merdivenle bir ağacın yüksek dalına tünemiş suaygırının yanına
ulaşmaya çalışan bir kırlangıç, eli kalkanlı bir köstebek sürüsün-
den kaçmak için savaş arabasına binmiş, yayını geren bir fare,
buğday yığınının tepesine oturmuş bir maymun.
İlgi çekici bir resimdi, ama Kenhir gülümsemedi bile, resim-
lerde lonca üyelerinden birkaçının belirgin çizgilerini tanımıştı!

18
Daha da kötüsü, yayını geren fare, düşmanlarıyla savaşan fira-
vundan başkası olamazdı. Maymuna gelince, hayvanın mezar
kâtibini andıran hatları, Kenhir'in gözünden kaçmamıştı!
— Bu iğrenç şeyleri kim getirdi?
— Ben yokken buraya bırakmışlar.
— Hemen yok et.
— Ya suçlu yeniden yaparsa...
— Yapamayacak, inan bana. Kenhir suçluyu tanıyordu.
Üslup, resmin keskin hatları, saygısızlığı... hepsi Cesur
Paneb'i işaret ediyordu.
Kuralları hiçe sayabilecek bir yapıda olduğunu bile bile genç
adamın loncaya kabul edilmesi için elinden geleni yapmıştı.
Hakikat Meydanı böylesi bir yeteneği arasına almamazlık ede-
mezdi, ama Cesur Paneb bu kez fazla ileri gitmişti.
Nübyeli polisin gözünde bir parılü vardı.
— Bu tatsız şakanın gülünecek tarafı yok Sobek! Elindeki—
ler, bu köyde uyulması gereken ciddiyete ve kurallara yapılmış
birer hakaret.
— Sizinle aynı fikirdeyim, bunların önüne geçeceğinizden de
eminirn. Ama bizi bekleyen daha önemli bir tehlike yok mu?
Biraz önceki vergi müfettişini gönderen, daha önce beni rüşvete
bulaştırmaya çalışan, beceremeyince de tayin ettirmeye kalkan
Batı Yakası Başyöneticisi Abri.
— Hâlâ onun Hakikat Meydanı'na karşı bir şeyler hazırladı-
ğından kuşkulanıyorsun, değil mi?
— Her zamankinden de çok. Kenhir'in yüzü karardı.
— Haksız olmanı o kadar çok isterdim ki... Ama hakkında
bilgi topladım, bu Abri her türlü entrikaya hazır, hırslı birine
benziyor. Şimdiki koşullarda soruşturmayı derinleştirmek imkân-
sız. Yeni firavunun ona hazırladığı geleceği kim bilebilir... İlerle-

19
yecek mi, şimdiki görevini kayıp mı edecek? Yoksa olduğu yerde
mi kalacak?
— Kurnazlığı işe yaramadı ama Abri'yi tanırım, kolay vaz-
geçeceklerden değildir, eminim bundan! Köyün güvenliğini tehdit
ettiği için, rütbesi ne olursa olsun müdahale etmek zorunda
kaldım.
— Biraz sabırlı ol, Sobek! Merneptah'ın ilk kararları, bundan
sonraki tutumumuzun ne olacağı hakkında yeterli bilgiyi vere-
cektir. Bu arada gözünü dört açmayı sürdür.
Köy halkını korkutmamak amacıyla düşüncelerini açıkla-
masa da, mezar kâtibi de en azından Şef Sobek kadar endişeliydi.
"Sarayda bir değişiklik olur, Abri benzeri entrikacılar daha da
güçlenirse, Hakikat Meydanı'nın birkaç haftalık ömrü kaldı
demektir" diye düşünüyordu.
Kenhir köyün büyük kapısına doğru yürürken, yardımcılar
atölye ve evlerinden çıktı, öfkeyle mezar kâtibinin çevresini sar-
dılar.
Demirci, kasap, kazancı, biracı, kunduracı, dokumacılar,
balıkçılar, oduncular ve bahçıvanlar heyecan içindeydi. Sözü şef-
leri, Çömlekçi Beken aldı.
— Burada adımız "taşıyanlar" olarak geçiyor ama, diye hatır-
lattı. Bizim de haklarımız var! Birinci hakkımız da başımızda bir
şeylerin dönüp dönmediğini bilmek.
— Şimdilik değişen bir şey yok.
— Biraz önce askerlerin saldırısına uğramadık mı?
— Gülünç bir yönetim hatası. Her şey halloldu.
— Köy kapanacak mı?
— Endişeleriniz yersiz.
— Bunu bizi rahatlatmak için söylüyorsunuz!

20
— Yaptığınız işin karşılığını her zamanki gibi alacaksınız,
hiçbir işe son verilmeyecek... Bunlardan daha iyi güvence olur
mu?
Kenhir'in sözleri yardımcıları sakinleştirdi.
— İşimizin başına dönelim, dedi çömlekçi.
Demircinin belli belirsiz homurtuları kalabalığın mırıltıları
arasında kayboldu, yardımcılar ayaklarını sürüyerek dağılırken
mezar kâtibi köye girdi ve Pişkin Somun Pay'in şaşkınlıktan ne
yapacağını kestiremez görünen karısıyla karşılaştı.
— Küçük kedim kayboldu! Onu komşumun çaldığından ve
evinde sakladığından eminim... Parlak tüyünden dolayı kedimi
kıskanıyordu, şimdi de çaldı işte! O kadının evini aramalı, sonra
da onu cezalandırmalısınız!
— Yapacak çok daha önemli işlerim var. Onun...
— Yoksa, Köy Mahkemesi'ne başvururum! Kenhir içini çekti.
— Peki, gidelim bakalım.
Daha şimdiden iki ev kadını arasındaki korkunç kapışmayı
duyar gibi oluyordu mezar kâtibi. Ne var ki böylesi sorunları
çözümlemek ve ailelerarası ahengi korumak da onun göreviydi.
Talihi yaver gitti, kaçak kedi bir dam üstünden sahibesinin ayak-
ları dibine atladı; Pişkin Somun Pay'ın karısı hayvancağızı kuca-
ğına aldı, bir taraftan öpmeye, diğer taraftan da usul usul azar-
lamaya koyuldu.
Kadının kararsızlığı karşısında şaşkına dönen Kenhir, tek bir
söz bile etmeden uzaklaştı. Şu lanetli günde başına daha neler
gelecekti kim bilir...
— Yemek hazır, dedi Güçlü Niyut, mezar kâtibi eve adım atar
atmaz. Tatlı olarak içi hurma dolu bir kek yiyeceksiniz.
— Umarım hurmalar yumuşaktır?
— Yiyince görürsünüz.

21
Şu baş belası, nasıl böylesine saygısız olabiliyordu? "Buna
son vermeliyim" diye düşündü Kenhir. Ne var ki kafasında çok
daha ciddi, çok daha acil sorunlar vardı.
Ustabaşı Suskun, bildirilen kurallara uyarak Büyük Ram-
ses'in ebedî istirahatgâhını zamanında tamamlayabilecek miydi?
Adamın olağanüstü yetenekleri olduğu kesindi, buraya kadar
tamam da, bu onun ilk büyük göreviydi, böylesi önemli bir işi
tamamlamak için gerekli dehaya sahip miydi bilinemezdi. Suskun
Nefer başarılı olamazsa, Hakikat Meydanı ölüm fermanım kendi
elleriyle imzalamış olacaktı.
A
Beşinci bölüm
Cesur Paneb mutluluktan çıldıracak gibiydi.
Kara gözlü, yirmi altı yaşındaki dev bundan on yıl önce,
çocukluk düşünü gerçekleştirmek, çizimci olmak üzere Hakikat
Meydanı loncasına kabul edilmişti. Yol uzun ve çetindi, ama
Paneb cesaretini hiç yitirmedi, içinde yanan ve kimsenin söndü-
remeyeceği ateş, onu hep yüreklendirmişti.
Şimdiyse cennetin adı, güneşin sıcaklığı altında eriyen
"dışardakilerin girmesi yasak olan ıssız vadi, Krallar Vadisi'ydi.
Burada piramit biçimindeki batı zirvesinin korumasında, yeni
imparatorluğun ünlü firavunlarının mumyaları dinleniyor, ruhları
her sabah ebedî istirahatgâhlarının sırrında yeniden canlanıyor-
du.
Hemen hemen tüm Mısırlılar için, Büyük Vadi'ye girebilmek
imkânsız bir düştü. Oysa o, Paneb, sabrettiği, dayandığı sayısız
engeli aşıp sağ ekibin üyesi olmayı başardığı için vadiye girebili-
yordu.
İri yapılı, ürkütücü vücutlu genç atleti görüp, o dev gibi
ellerin olağanüstü ince ve belirgin çizgiler taşıyan resimler çize-

22
bileceği kimin aklına gelirdi ki? Güç ve zarafet Paneb'de toplan-
mış gibiydi, ama henüz çıraktı öğrenmesi gereken çok şey vardı.
Bu düşünce, güç işler karşısında gerilememesiyle bilinen
Paneb'i heyecanlandırıyordu. Büyük Ramses'in mezarını bitirme
çalışmalarının başından beri, çizimci ve ressam meslektaşları ona
boya taşıtmış, fırçaları ve öteki malzemeyi getirip götürmesini
istemişlerdi. Duvarlarını yukarıdan aşağıya inen dev kayaların
oluşturduğu, sadece dirençli taşların hayatta kalabildiği yasak
vadinin içini görebildiği için taşıdıkları ona tüy gibi hafif geli-
yordu. Kusursuz mavi göğün altında kızıl yarlar açılıyor, güneş
öğle saatinde, içinde ölüm ve yaşam sırlarının fokurdadığı kutsal
kazanda tek bir gölgeye bile izin vermiyordu. İşte böyle kızgın
yazlara, rüzgârın bozmadığı duru renklere tutkundu Cesur Paneb.
Burada, bu sessiz ve sakin taş vadide kendini evindeymiş gibi
hissediyordu.
— Uyuyor musun Paneb?
Ona böylesine seslenen sağ ekibin şefi, Lonca Ustabaşısı
Suskun Nefer'den başkası değildi. Orta boylu, ince, kahverengi
saçlı, gri yeşil gözlü, geniş alınlı, ciddi yüzlü, sakin konuşan,
rahatlatıcı biriydi. Ustabaşılıkta hiç gözü olmamakla birlikte,
zanaatkarların tartışmasız önderi olması için on yıl yetmişti.
Paneb ve Nefer Hakikat Meydanı'na kabul edilmeden önce
tanışmışlar, biri diğerinin hayatını kurtarmış, o günden sonra da
Nefer Paneb'in gösterdiği cesareti unutamamıştı. Yontucuların
izinden giden Nefer hızla yükselmiş, Altın Evi' ne girmiş, orada
da Büyük Eser'in maddeye aktarıp canlandırmakla görevlendiril-
diği sırrını öğrenmişti.
— Küçükken, diye söze girişti Paneb. Kusursuz bir dünya
düşlüyordum, ama insanlarla karşılaşmam uzun sürmedi. İnsan-
larla karşılaştığında, nefes alacak zamanın kalmaz: her an
boğuşman gerekir. En ufak bir güçsüzlük göster, tepene binip

23
ezerler. Ama şimdi, şimdi böyle kusursuz bir dünyanın var oldu-
ğunu biliyorum: loncamızın firavunların ebedî istirahatgâhlarını
yontup süslediği bu vadi. İnsanın burada yeri yok, bizler gelip
geçiciyiz, bence iyi olan da bu. Burada sadece ateşin sessizliği var,
burayı tanımama fırsat verdiğin için teşekkür ediyorum.
— Bana teşekkür etmen gerekmez. Sen benim dostumsun,
ama ben de bu ekibin şefiyim, sana ayrıcalık tanıyamam. Senden
gelip burada çalışmanı istememin sebebi yeteneğinden başka bir
şey değil.
Şimdiye kadar taşıyıcı görevini üstlenmekle, içine girmesinin
yasak olduğu Büyük Ramses'in mezarının önünde nöbetçilik
yapmakla yetinmişti Paneb. Nefer'in sesinden, durumunun düze-
leceği kanısına vardı.
— Gün uzun ve yorucu olacak, diye konuştu beriki. Zama-
nımız daralıyor, son süsleri de Ramses'in vasiyetine uygun
yapmak zorundayız. Kurtarıcı Şed sana son derecede önemli yeni
bir görev verecek.
Kurtarıcı Şed... Ekibin usta ressamı, çizimcilerin şefi, aşağı-
lamanın, hor görmenin ta kendisi! Yıllar boyu Paneb'i görmez-
likten gelmiş, onun gözünde Paneb diye biri yaşamıyormuş gibi
davranmıştı. Ne var ki Cesur, Şed'in kral mezarlarını boyamak,
süslemelerini yapmak için biçilmiş kaftan ve benzersiz bir
yetenek olduğunu görerek gururunu gemledi.
— Çok endişeli görünüyorsun, Nefer.
— Bazılarına yetmiş günlük mumyalama süresi çok fazla
geliyor, oysa bizim için çok kısa.
— Anlamıyorum... Ramses'in mezarı uzun zaman önce biti-
rilmemiş miydi?
— Özünde evet. Ama duvarları canlandıracak son işaretleri
ve resimleri çizmek ve ışıktan vücudunun sonsuza dek oturacağı

24
evi tamamlamak için kralın ölümü beklenir. Hiçbir hataya izin
verilmez; ne acele edebilir ne de gecikebilir insan.
— Ustabaşı olarak ilk görevinde, talihin sana cömert dav-
randı! Sana Büyük Ramses'ten çok daha mütevazı bir firavun
verebilirdi... Ama hepimiz sana güveniyoruz.
— Burada söz konusu olanın Hakikat Meydanı'nın geleceği
olduğunun farkındayım. Yeni firavun babasının son evini
beğenmezse, bizi yok etmeyi kararlaştıracaktır.
— Merneptah hakkında neler söyleniyor?
— Biz söylentilere kulak vermeden işimizi tamamlamaya ça-
lışıyoruz. İşimizi doğru yaptıktan sonra neden endişelenelim ki?
Otuz altı yaşındaki Nefer olgun, sakin, karşı konulmaz
biriydi. Sesini yükseltmeye gerek bile duymadan, sadece ortada
görünmesiyle loncanın sorunsuz çalışmasını sağlıyor, zanaatkar-
ları yeteneklerini en iyi biçimde göstermeye itiyordu. Yapılan işin
kusursuzluğuna ve küçük toplumun ahengini pekiştirmeye yö-
nelik buyruklarını tartışmak kimsenin aklına bile gelmezdi. Kural
altında yaşamakta zorlanan Paneb bile dostunun yönetimini
hayranlıkla izliyor, onu Nefer'in emrinde çalışmaya gönderdikleri
için Hakikat Meydanı'na karşı şükran duyuyordu.
— Merneptah loncayı kaldırmaya karar verse ne hisse-
derdin?
— Geri dönülemeyecek bir yanlış yaptığını, hatta Mısır'ın
refahını tehlikeye atmakta olduğunu anlatırdım ona.
— Ya seni dinlemezse?
— Eğer beni dinlemezse, firavun değil, zorba demektir. O
takdirde uygarlığımızın geleceği uzun sürmez.
Üç çizimci, Kararlı Gau, Çakal Unes ve Pişkin Somun Pay,
Paneb'in ayaklan dibine parlak renkli boya topakları ile pişmiş
toprak ve bakırdan yapılmış küçük kaplar bıraktı.
— Bunları ne yapacağım?

25
— Kurtarıcı Şed anlatır sana. Güneş insanın kellesini delip,
geçiyor... Gölgede dursan daha iyi olmaz mı? dedi Krallar
Vadisi'nin sıcağına bir türlü alışamayan Pişkin Somun Pay.
— Üşütmek niyetinde değilim! diye şaka yaptı.
Üç çizimci ağır adımlarla Büyük Ramses'in mezarının giri-
şine yöneldi. Her zaman gülmeye, şaka yapmaya hazır Pişkin
Somun Pay bile saygılı duruyordu. Arkadaşları gibi o da yapacağı
ince işi düşünüyor olmalıydı.
— Ya sen, Paneb, sen ne hissederdin?
— Tatlı dil bir işe yaramazsa, silahımı alıp savaşırdım.
— Firavuna, ordusuna ve polisine karşı?
— Köyü yıkmak isteyen her kimse, ona karşı. Burası benim
vatanım, ruhum oldu. Oysa hiç de iyi karşılanmamışım. On yıl
kolay geçmedi.
Nefer gülümsedi.
— İnsanın karşısına çıkan hak ettiği ve aşabileceği engeller
değil mi? Sonunda direnme gücünün benzersiz olduğuna inandı-
racaksın beni.
— Saygısızlık etmek istemem ama, bazen benimle alay edi-
yormuşsun gibi geliyor.
— Alay etmek, ustabaşılığın ayrıcalığı değil mi? Kurtarıcı
Şed'in gelişi iki arkadaş arasındaki sürtüşmeyi kesti.
Saçları ve ince bıyığı özenle düzeltilmiş, zarif, açık gri gözlü,
kalkık burunlu, ince dudaklı bir adamdı Şed. Paneb'i alaylı göz-
lerle süzüp, ustabaşına döndü.
— Çizimcilerim işe koyuldu mu?
— Mezara az önce girdiler.
— Zaman yetmeyecek, diye endişeleniyorum...
— Süreyi aşmaya hakkımız yok, Şed. Paneb'i emrine bunun
için veriyorum ya. Ressam gözlerini göğe kaldırdı.
— Her şeyi öğretmem gerekecek bir çırak!

26
— İyi bir öğretmen ol, sonra da yanıma gel.
Nefer Büyük Ramses'in ebedî istirahatgâhına yönelirken,
Kurtarıcı Şed de eline kırmızı tuğlaya benzeyen bir şey aldı.
— Bunun ne olduğunu biliyor musun, Paneb?
— Boya... Bu biçimiyle kullanılamayacak kadar sert bir boya.
Ressam darbe yemiş gibiydi.
— Korktuğum başıma geldi... Gözlerin görmekten âciz.
O
Altıncı bölüm
Büyük bir çaba harcayarak sükûnetini korumayı başardı
Cesur Paneb. Eğer Kurtarıcı Şed hakaret etmek istiyorsa, buyur-
sun, etsindi bakalım!
— Boya, sadece bir malzeme değildir, dedi ressam iyun ya da
"renk" sözcüğü, aynı zamanda "varlık", "deri" ve "saç'la eşanlam-
lıdır. Renk sayesinde bir sır çözülür ve görünürde hareketsiz
madenden, sürekli hareket halinde bir yaratık olan insana kadar
tüm doğa canlanır. Toprağın kızılına, palmiyenin parlak yeşiline,
baharda tarlaların tatlı yeşiline, göğün mutlak mavisine, Nil'in baş
döndürücü mavisine ya da güneşin altın rengine gerçekten baktın
mı? O renkler, kimsenin farkına varmadığı sırlan öğretir. Oysa
Hakikat Meydanı'na renkleri sağlayan bizzat firavundur, çünkü
çizerlerin çizdiği şekillerin renklerle nasıl canlandıklarını ondan
başka kimse bilmez. Koruyucu ilahımız Şu'dur bizim, yaratılışa
harikalarını gösterme izni veren "ışıltılı hava". Mesleğim tarafsız
olmamı önlüyor, ama renkten daha önemli bir şey olabilir mi?
Paneb ayaklarının dibindeki ressam malzemesine başka bir
gözle bakmaya başladı. Kurtarıcı Şed daha önce onunla hiç böyle
konuşmamıştı.
— Boyamadan önce, renkleri yaratman gerekir. Bunun için
çok yetenekli olmalısın, oğlum! Başka zaman olsa, önümüzde
aylar, hatta yıllar olurdu. Ne var ki Büyük Ramses, mezarından
27
hayat fışkırmasını istedi, onun için inanılmaz miktarda canlı
renge ihtiyacımız var. Nasıl yapılacağını göstereceğim sana, ben
çalışırken durmaksızın renk yaratman gerekecek. Eğer becere-
mezsen, gecikmemizin, yani yıkılışımızın baş suçlusu olursun.
Malzemeyi topla, sonra beni izle.
— Nereye gidiyoruz?
— Özel atölyeme.
Kurtarıcı Şed, kayanın içindeki büyük girintiden yararlan-
mış, levhalarını, desteklerini ve kocaman kazanını yerleştirmişti.
Bakır keskiler ile kabaca yontulmuş iki çıkıntı arasına gerilmiş
beyaz bezin ardındaki raflarda en azından yüz kap, çeşitli boyda
taslar ve testiler vardı.
— Üç ayaklı iskemleye otur Paneb, kulaklarını da iyice aç.
Boyalarımızı toz halini alana kadar öğütmemiz gereken mineral-
lerden elde ederiz biz. Çıkan toza, içinde yüksek yapıştırıcı özel-
likleri olan tutkallı su ekleyeceksin. Boya yapımcısının bütün
hüneri burada. Ne sıcak ne de soğuk sudan etkilenmeyecek,
kayarım üzerindeki delikleri doldurup düzeltecek yumurta akı,
yani albümin kullanacaksın. Tutkal da değerli bir yapıştırıcıdır,
tıpkı şu zamk gibi. Kurtarıcı Şed bir yandan anlatıyor, bir yandan
da sözünü ettiği malzemeyi göstermek için raftaki kapların
kapaklarını açıyordu. Sanki yaptığı yemeğin tadına bakmak için
can atan bir aşçı gibi.
— Tutkalım kusursuz oldu! Kemik parçaları, kıkırdak, deri ve
etin kaslı parçalarını kaynattım, karışımı kalıba döküp soğuttum,
kalın bir merheme dönüştü. Kireç tozuyla karıştırdığım reçineyi
hor görme sakın... Ama asıl buna bak!
Ressam dikdörtgen biçimindeki toprak kabın kapağını açtı.
— Tutkalların birbirine yapışmasını sağlamak ve boyalı
yüzeyleri korumakta kullandığım balmumu. Acemi biri kırmızı
boyayı doğrudan alçının üzerine sürer tabiî, ama değerli bir

28
yapıştırıcı, gerçek zanaatkarın imzasıdır, unutma. Şimdi de sana
en güzelini, gözdemi göstereceğim: akasya zamkı.
Kurtarıcı Şed yavaş hareketlerle kaymaktaşından yapılmış
bir kaba uzandı, acele etmeden kapa ğını açtı.
— Akasya zamkı, resmin uzun ömürlü olmasını sağlar...
Zaman resmi etkileyemez, zamkı da bozamaz. Bu zamk sayesinde
resim ilk günkü gibi kalır, hava koşullarıyla sanki alay eder
gibidir. "Seped" ya da "akasya dikeni" sözcüğü, aynı zamanda da
"akıllı, kararlı" anlamına gelir; bu bitki güneşin hayat vermek için
yararlandığı ışıklı güçlerden sayılır. Belki bir gün, akasyaya rast-
larsın.
Bir an için ressamın ruhu uzaklaştı, sanki çok eski anılara
dalmış gibi kalakaldı Şed.
— Ne anlatıyordum... Ah, evet, yapıştırıcılar! Tamam, işin
özünü anladın... Şimdi renklere geçelim.
O kadar soğuk ve mesafeli duran birinin böylesine heyecanlı,
böylesine tutkulu olabileceğini nasıl tahmin edebilirdi Paneb?
Kurtarıcı Şed, gözleri pırıl pırıl, elleri kolları durmaksızın hareket
halindeki genç devin sevinçle girebilmesi için dünyasının kapıla-
rını açmaktan mutlu görünüyordu.
— Siyah renkten kolayı yok. Mutfaklarımızda kullanılan
büyük kapların kenarındaki en ince kurum ile lambalara yapışmış
is karasım toplarsın. Odunkömürü tozu da güzel bir siyah verir.
Elimde biraz Sina manganezi de kaldı; bu rengi kullanırken dik-
katli davran. Adı kem, "bitmiş, tamamlanmış, bütün" anlamına
gelir, bu da siyahın bütün renklerin toplamı olduğunu anlatır.
Osiris siyaha büründüğünde, tüm yeniden canlandırma güçlerini
kendinde toplamış demektir.
— Kemet ya da "toplam", Mısır'a verilen ad değil mi?
— Evet, kara toprağı, varoluş, diriliş ve doğum imkânları
veren siyah çamuru nedeniyle. Neşe, saflık ve sevinci simgeleyen

29
beyazı bölgenin kirecini öğüterek elde edeceksin. Kireçtaşı ile
odunkömürü ya da is karasını karıştırdığında gri olur. Kahverengi
için, siyahın üzerine bir kat kırmızı geçersin; ya da doğal demir
pasıyla alçıyı karıştırırsın. En güzel toprak rengine gelince, onu
Dakle Vahası'nda da bulursun, ama burada yeterince var.
— Ya kırmızı? diye sordu Paneb.
— Ah, kırmızı! Korkutucu olduğu kadar çekici kırmızı...
Çölün, şiddetin, hayati taşıyan kanın, gökteki ateşin, ruhları öte
dünyaya götüren kayığın yelkeninin kırmızısı, yıkıcı iblislerin
içeri girmesini önlemek için kapıların çevresine sürülen, Apofis'le
savaşan Seth'in gözünü aydınlatan kırmızı... En sevdiğin renk,
öyle değil mi? Kırmızıyı elde etmek için, burada bolca bulunan
doğal demir pasını temizleyecek ya da sarı toprağı kavuracaksın.
Sözünü ettiğim sarı toprak ya da kurumuş demir pası kolay
bulunur. Ya çölün batısında ya da taş biçiminde, dağlarda. Bazen
sarı zırnık da kullanırım, mineral halindeyken zehre dönüşmemiş
doğal arsenik sülfatını. Küçük Asya'dan ya da Kızıldeniz'deki
adacıklardan gelir, duvarları ilahların teni gibi altın parıltılarıyla
aydınlatan bu kırmızıdır.
Kurtarıcı Şed fırçasını Paneb'i şaşkın bırakan bir boyaya
batırdı, sonra da bir kireç parçasına kusursuz bir kelebek çizdi.
— Pembe, diye açıkladı sonra. Kırmızı toprak ile alçıtaşı
karışımından çıkar ve kadının zarafeti ile atın asaletini temsil
eder. Tatmin oldun mu?
— Hayır, dedi Paneb. Neden maviden ve yeşilden söz etmi-
yorsun?
— Belki de sandığım kadar ahmak değilsin... Bazıları hâlâ
göklerin gizemini ve hayatın gücünü anımsatan bu renkleri elde
etmek için belirli minerallerin öğütülmesinin yeterli olacağına
inanıyor. Ne var ki Hakikat Meydanı'na kabul edilmiş bir ressam,
bu şekilde çalışamaz.

30
Kurtarıcı Şed kazanın altındaki çalı çırpıyı tutuşturdu.
— Doğa bize bütün maddeleri sunuyor, ressamın becerisi de
bu maddeleri zamana yenilmeyecek renklere dönüştürmekten
geçiyor. Mavi ve yeşile gelince, bu durumda işler çok daha
güçleşir. Bütün hareketlerimi izle, belleğine kazı.
Şed bir kalıba biraz silisli kum, kireç tozu, bakırtaşı, bir
tutam göktaşı, sodyum karbonat ve bitki külü döktü.
— Elimdeki kalıbı çok yüksek ısıda, 850 ile 1 100 derece ara-
sında ısıtacağım. Ateşin sıcaklığını ayarlamak sana kalmış, ısıyla
oynayarak turkuvaz ile lacivert arasındaki bütün mavileri elde
edersin. Öğütme çok önemli, sakın unutma, parçalar ufaklıkça
renk açılır. Tozlaşmış ve katılaşmış malzemeyi ikinci kez ısıtacak
olursan, renk koyulaşır.
— Peki, ya yeşil?
— Mavi yapmak için kullandığın malzemenin aynısını kul-
lanacaksın, ama oranlar değişik. Karbonatı çoğalt, bakırtaşını
azalt. Mavi sana hiçliği, yeşil de ruhun doğurganlığını hatırlat-
malı. Renklendirilmiş toza gelince, topaklar halinde toplayacak-
sın, bazıları uzun, bazıları tabak gibi. Sonra da ben istedikçe
vereceksin. Simyacılığımızın ilk adımlarını anlattım sana Paneb.
Sanatımızı iyi anlarsan, öğrendiklerin doğruca loncamızın yüre-
ğine götürür seni.
Ocağın üzerine eğilmiş Şed, sanki kalıbın kendisiymiş gibi,
bütün değişiklikleri, bütün oluşumları hissediyordu. Bu arada
ressam, çırağına koyu maviden neredeyse saydam yeşile nasıl
geçileceğini de öğretti.
— Renk yapmaya hazır mısın Paneb?
— Başka seçeneğim var mı?
— Öğleden sonra kırmızıya, yarın sabah da maviye ihtiyacım
olacak. Hammadde konusunda sıkıntı çekmeyeceğimizi umuyo-

31
rum, ama yeni firavunun istediklerimizi sağlayacağı henüz kesin
değil. Malzeme olmazsa, resim de olmaz...
— İmkânsız!
— Buna ne sen ne de ben karar veriyoruz oğlum. Bana
kalırsa rüzgârın esmeye başladığı yön iyi değildi.
Paneb tutkal ve akasya zamkı dolu kaplan merak ve ilgiyle
ellemeye koyulmuştu.
— Davranışınız şaşırtıyor beni... Bugüne kadar yüzüme bile
bakmadınız, oysa şimdi bana sanatınızın sırlarını açıyorsunuz! Bu
ani değişikliğin nedeni nedir?
— Ustabaşı seni yetiştirme emri verdi, ben de itaat ediyorum.
Ama başarılı olman imkânsız.
A
Yedinci bölüm
Kalın kızıl kuyruklu çöl tilkisi kayaların arasındaki deliğin
dibine bitkince sığındı, peşindekilere izini kaybettirmeyi umu-
yordu.
Ne var ki, kararlı bir avcı grubunun başındaki Komutan
Mehi, birkaç saatten beri çölde izini sürdüğü küçük canavardan
çok daha acımasızdı.
Sinirleri kopacak kadar gergindi ve yeni firavunun niyetleri
konusunda güvenilir bilgi alamamaktan duyduğu öfkeyle öldür-
meye ihtiyacı vardı. Bıldırcın ve serçe öldürmek yetmiyordu artık.
İşte bu nedenle, Teb'in batısına ilerleyerek daha büyük bir av
bulmayı ummuştu.
Soluk soluğa kalmış tilki, saklandığı deliğin ağzına yaklaşan
eli yaylı adamı gördü. Mağaranın duvarları tırmanamayacağı
kadar dikti. Başını her yana çevirdiyse de, kaçacak bir yer bula-
madı.

32
Mehi heyecanla yayını doğrulttu. Düşman topraklarda
boşuna ter dökmemişti, en azından bir kez daha en güçlü oldu-
ğunu kanıtlamıştı.
Tilki saldırganın üzerine atılabilirdi atılmasına ama, kade-
rinin karşısına çıkmayı bilen yaratıkların cesaretiyle ölümün
gözlerinin içine bakmayı yeğledi. Böylesi korkusuz gözler, çoğu
avcıyı hayvanın soyluluğuna saygı göstermeye, oklarını indir-
meye itebilirdi. Oysa Mehi öldürmeye tutkundu, oku çölün yakıcı
havasını yararak, zavallı kurbanının böğrüne saplandı.
— Bir içki! diye bağırdı Mehi, görkemli evinin eşiğinden
girerken. Biri şu elimdekini alsın.
Bir hizmetkâr komutanın yere bıraktığı kanlı tilki leşini
alırken, bir diğeri de soğuk bira getirdi.
— Karım nerede?
— Havuzun yanında.
Serketa kameriyenin gölgesindeki yastıklara uzanmıştı. Saç-
ları sarıya boyanmış, biraz tombul, iri göğüslü, gözleri soluk mavi
bir kadındı; güneşten korunmak ve teninin köylü kızları gibi
koyulaşmasını önlemek için, üzerine ince ketenden bir tül almıştı.
Mehi kadının memelerini avuçladı.
— Canımı acıtıyorsun, sevgilim!
Pek sözü edilecek bir sevgili olmamasına rağmen, başlıca
özelliği sınırsız bir hırsı ve sahip olma tutkusu olan kocasının
kabalığından hoşlanmasıydı. Hesap ve yöneticilik yeteneğini so-
nuna kadar kullanıyor, zenginliğini artırmaya doyamıyordu Mehi.
En az kocası kadar hırslı ve acımasız olan Serketa, kocasının onu
ortadan kaldırmayı tasarlayabileceğim düşünmüş, hatta ondan
önce davranarak Mehi'den kurtulmayı düşlemişti çoğu kez. Ne
var ki ortak cinayetlerinin ve doymak bilmez iktidar hırslarının
birleştirdiği ayrılmaz suç ortakları olarak, bir arada yaşamak ikisi
için de en doğrusuydu.

33
— Av iyi geçti mi, tatlı sevgilim?
— İyi eğlendim. Başkentten bir haber?
— Maalesef, hiç haber yok, ama yine de anlatacak ilginç bir
şeyim var.
Mehi karısının yanına uzandı. Bir akrep kadar çekici, boy-
nuzlu engerek kadar büyüleyiciydi kadın.
— Muhbirimiz, loncasına ihanet eden o eşsiz adam, sadık
Tran - Bel aracılığıyla bir mektup ulaştırdı az önce.
Hakikat Meydanı haininin gizli gizli değerli mobilyalar
satarak zenginleşmesine yardım eden, pırıltısız ama saygılı bir
dolandırıcıydı Tran - Bel. Küçük kaçakçılığım sürdürebilmek için,
Mehi'nin ve hiçbir isteğine karşı duramadığı Serketa'nın sadık
hizmetkârı olmuştu şimdi.
— Beni fazla merakta bırakma Serketa, yoksa üzerine
çökerim... Kocasının dizini öptü.
— Neden olmasın, sevgilim? Ama önce şunu bir dinle: Usta-
başı Nefer'in başı deneyimsizliği nedeniyle büyük dertte. Büyük
Ramses'in mezarı hâlâ tamamlanamadı, verilen süre içinde
tamamlanamayacağı da kesin gibi.
— Harika... Kısacası lonca beceriksiz damgası yiyecek ve
başlarında bulunan da görevinden alınacak desene! Daha önce hiç
görülmemiş bir skandal... Dostumuz Abri resmî bir şikâyet
dilekçesi yazar ve Hakikat Meydanı'na malzeme gönderilmesi
durdurulur. Belki de köyün ölümünün arifesindeyiz Serketa!
Köyün sırlarını elimize sandığımızdan da kolay geçireceğiz.
Zanaatkarlar Nefer'i ustabaşı seçerek büyük hata yaptı.
Mehi'nin karısı keten tülünü attı, yine de gölgede kalmaya
dikkat etti. Gözleri kötü kötü parlamaya başlayan komutan, neler
yapabileceğini gösterecekti ona. Durumun ne denli acele oldu-
ğunu göz önünde bulunduran zanaatkarlar artık köye dönmüyor,

34
Büyük Ramses'in mezarının girişinde, yere attıkları hasırlatın
üzerinde, yıldızların altında uyuyordu.
Nefer kayada zayıf bir yer bulduğunu sandı, yontucuları,
yani Burun Fened'i, Halat Kasa'yı, Somurtkan Karo'yu ve Güçlü
Naht'ı kayayı incelemekle görevlendirdi. Yontucular endişelene-
cek bir şey bulamadı. Bu yüzden dördü de işe devam etmiş,
yitirilen zamanı kapamaya çalışmıştı.
Başheykeltıraş Aslan Userhat ve iki yardımcısı, Araştırmacı
İpuy ile Neşeli Renupe, taş ve tahtadan yapılan kral heykelleri ile
"karşılayıcılarda, kralın mezarına yerleştirilecek öte dünya işçile-
rinin heykelciklerine son biçimlerini vermeye koyuldular.
Marangoz Cömert Didya, Âlim Tuti'nin altın yapraklarla
kapladığı ölüm döşeklerinin iskeletini çatarken, üç çizimci,
Kararlı Gau, Çakal Unes ve Pişkin Somun Pay yeniden dirilenin
öte dünyanın eşiğinden geçmesi ve ölümsüzlüğün yollarında
istediği gibi dolaşması için gerekli hiyeroglifleri çiziyordu. Kur-
tarıcı Şed sanki önünde aylar varmışçasına her zamanki yavaşlı-
ğıyla çalışıyordu. Dehası öylesine patlayıcıydı ki, Nefer tören
gününün yaklaştığını söylemeye neredeyse utanıyordu.
Neyse ki Paneb umutları boşa çıkarmadı. Şed'in yaptığı ve en
ufak ayrıntısına kadar ezberlediği açıklamaları karşısında genç
devin gözleri kamaşmıştı, soluk almadan çalıştı. Eli ustanın
hareketlerini sadakatle taklit ediyordu, yine de bu yöntemin
kabul edilebilir, ama yetersiz sonuçlar verdiğini görmekte gecik-
medi. Kurtarıcı Şed'in öğrettiği temellere sadık kalarak, her aşa-
mada yeni yöntemler geliştirmiş, malzemeleri ezerken farklı
farklı havanlar kullanmış, arzu ettiği renkleri yakalamak için
yapıştırıcı oranlarıyla oynamaktan çekinmemişti. Ressamın da
dediği gibi, en iyi yapıştırıcı akasya zamkıydı.
İlk gün, kırmızı topaklarını gören Kurtarıcı Şed yüzünü
buruşturmuştu, ama yine de Paneb'in getirdiği renkleri kullan-

35
maktan çekinmemişti. Paneb sevinçten haykırmak istiyordu, ama
hiçbir şey olmamışçasına aldırmaz göründü. Sabır ve güçlükle
geçen bunca yıldan sonra renklerle oynuyor, renk yaratmayı
biliyor, Büyük Ramses'in ebedî istirahatgâhının duvarlarındaki
ilahlara can vermeye çalışan zanaatkarı tatmin etmeyi başarı-
yordu!
Çocukluk düşlerini çoktan aşmıştı Cesur; sınırsız zengin-
likler dünyasına girmiş, yarın kendi başına ressamlık yapmasına
izin verecek dilin ilk kelimelerini öğrenmişti.
Mavi ve yeşil renkler elde edeceği karışımın pişirilmesi sıra-
sında yanıldığını anladı Paneb. Kurtarıcı Şed'in belirttiği malze-
meyi ustanın söylediği oranlarda karıştırmış olmasına rağmen,
hiçbir şeye benzemeyen piç renkler elde etmişti. Isı değişiklikle-
rini kontrol edene dek sürdürdü çabalarını. Burada da kendi bil-
diği gibi hareket etti, elinin kendi yöntemini bulmasına izin verdi.
Elinin yöntemi Şed'in anlattıklarına pek benzemiyordu.
Sabaha karşı, açık mavi, mavi ve lacivert renkli topaklar
yaptığında, yarattığı boyayı denemek istedi Paneb. Ne var ki
evinin yıkanma odasından yeni çıkmışçasına zarif, tıraşlı ve
kokulu beliriverdi Kurtarıcı Şed.
— İstediğim maviler hazır mı? Paneb renk topaklan gösterdi.
— Bana pişmiş topraktan bir tabak ile bir maşrapa su getir.
Getirdi.
Ressam eline bir bıçak aldı, mavi topaktan kazıdığı parçaları
tabağa döktü, damla damla su dökerek eritti. Sonra, son derecede
ince bir fırça aldı, laciverde belli belirsiz daldırdı, bir kireçtaşının
üzerine firavunun tanrısal boyutunu betimleyen tacını çiziverdi.
Paneb loncaya giriş sınavına katıldığı günkü gibi gergindi.
Koşullar nedeniyle ressamın ona ikinci bir fırsat tanımayacağını
biliyordu. Üstelik Nefer bile Kurtarıcı Şed'in kararını onaylamak
zorunda kalacaktı.

36
Saniyeler bitmek tükenmek bilmeden geçti. Ressam tacın
üzerine ışık yansıtıyor, çeşitli açılardan inceliyordu.
— Ciddi bir hata var, dedi sonunda. Yaptığın mavi topak en
azından yirmi beş santim uzunluğunda, oysa kullanabilmem için
tam tamına on dokuz olmalı. Gerisiyle başa çıkabilirim sanı-
yorum.
n
Sekizinci bölüm
Dört kişiydiler, bir erkek, üç kadın, Cesur Paneb'in önüne
gelip durdular. Erkek olanı orta boyu, bıyığı ve yan bakışıyla
dikkat çekmeyecek biriydi. Adı İmuni'ydi, sol ekipte çalışıyordu.
Edebiyata merak sardığından beri büyük bir yazar olarak gör-
düğü Kenhir'e dalkavukluk etmekten geri kalmıyordu. Panep, bir
şeyler koparmaya çalışmasından nefret ettiği İmuni'yle birlikte
olmaktan hiç hoşlanmıyordu.
Öte yandan üç kadının değişik nedenlerle büyük değeri
vardı onun gözünde. Sarışın, narin, sessiz ama kararlı Uabet yasal
karısıydı; karısı olmaya o karar vermiş, Paneb de yakında ona bir
çocuk doğuracak olan bu ev kadınının inadı karşısında pes etmek
zorunda kalmıştı. Karnı belli belirsiz yuvarlaklaşmaya başlamışü,
mutlu ve rahat geçirdiği gebelik, güzelleştiriyordu Uabet'i. Kızıl
saçlı, uzun boylu, etine dolgun Firuze, Paneb'in metresiydi.
Onunla dizginlenmez aşk oyunlarına girişiyor, aralarında yıllardır
süren yakıcı tutku soğuyacak gibi görünmüyordu. Firuze evlen-
memeye yemin etmişti, etkili bir korunma yöntemi uyguluyor,
dedikodulara aldırmaksızın özgür bir hayat sürüyordu. Lekesiz
Uabet anlayışla karşılıyordu bu ilişkiyi, ama tek şartla: hiçbir
zaman Firuze'nin yanında gecelemeyecekti.
Güzel ve parıltılı üçüncü kadın Işık'tı, Suskun Neferle aynı
dönemde Hakikat Meydanı'na kabul edilen eşi. İnce, zarif, mavi
gözlü, yumuşak ve ahenkli sesiyle tüm köy halkının sevgisini
37
kazanmış, sırlarının başlıcalarını öğreten esrarlı bilge kadının
yardımcısı olmuştu.
Kısa peruklar takmış, askılı kırmızı elbiseler giymiş üç
Hathor rahibesinin elinde, akasya ağacından yapılmış kutular
vardı.
— Ustabaşı nerede? diye sordu İmuni her zamanki ballı
sesiyle.
— Büyük Ramses'in ebedî istirahatgâhında.
— Git bul onu.
— Her şeyden önce oraya girmem imkânsız; üstelik senden
emir alacak da değilim.
İmuni'nin soluk gözleri keyifle parladı.
— Yanlış Paneb! Kenhir beni kâtip yardımcılığına atadı. Bu
nedenle onun emirlerini zanaatkarlara aktarıyorum, herkes gibi
sen de bana itaat etmek zorundasın. Bu üç rahibe, kendi ellerimle
Nefer'e teslim etmem gereken malzemeyi getirdiler. Şimdi git, bul
onu.
— Sağır mısın? Sana mezara girmemin yasak olduğunu söy-
ledim. Bu durumda Nefer'in oradan çıkmasını bekleyeceksin. Tek
hâkim o, başkası değil. İmuni tedirgin, bıyığını sıvazladı.
— Senin yaptığın iş ne, Paneb?
— Hayret, bunun seni ilgilendirebileceğini düşünmemiştim.
— Kâtip yardımcısı her şeyden haberdar olmak zorundadır!
— Kutuları bana ver, ustabaşına götüreyim.
— Söz konusu bile olamaz!
İmuni meraklı bakışlarıyla Paneb'in tamamladığı boya topak-
larını taradı.
— Bu topaklar için hangi malzemeden, ne kadar kullandın?
— Burada yapacak çok işimiz var. Bana kalırsa gidip sana
verilen yazıhanede uyusan daha iyi olur.
İmuni'nin ince dudakları, pis bir sırıtmayla titredi.

38
— Bütün bu malzemenin gerektiği gibi kaydedildiğini san-
mıyorum... Bakalım burada bir yolsuzluk var mı? Belki de bu
değerli boyaları kendi çıkarın için kullanıyorsun?
Genç dev, İmuni'yi belinden yakalayıp kaldırdı.
— Tekrar et söylediğini, piç!
— Ben... ben her şeyi bütün ayrıntılarıyla kaydetmek
zorundayım...
— Biraz daha ötersen, karşı kayaya çarparım seni!
— Bırak şunu, diye buyurdu, gürültüyü duyup Ramses'in
mezarından çıkan Nefer. Paneb, emri veren ustabaşı olduğu için
İmuni'yi bıraktı. Adam yerdeki tozlarda yuvarlandı. Kâtip yar-
dımcısı düştüğü yerden öfkeyle kalktı.
— Paneb bana saldırdı!
Nefer bakışlarıyla üç Hathor rahibesini sorguladı. Hiçbiri
saldırı iddiasını desteklemedi, zaten gülmemek için zor tutuyor-
lardı kendilerini.
— Bu konu kapandı, dedi ustabaşı. Demek bana fitil getirdin,
İmuni? Aslında bu rahibelerin yaptığı bir şey, sen de eli boş,
onların yanında dolaşıyorsun.
— Hiç de değil! Yanımda kâtip avadanlığım var, her zamanki
gibi fitilleri sayacağım!
— Neden Kenhir burada değil?
— Gut ağrıları tutunca beni yardımcılığına seçti.
Işık, Lekesiz Uabet ve Firuze neredeyse dümdüz bir taşın
üzerine bıraktılar kutuları. Değerli fitilleri yapan onlardı.
Her kutuda yirmi tane sargılı keten fitil vardı. İmuni fitilleri
teker teker sayıp raporunu yazdı.
— Gidebilirsin, dedi Nefer kâtip yardımcısına.
— Ama... bu malzemenin nerede kullanılacağını bilmem
gerek!

39
— Kâtip yardımcısı olarak sadece yönetim işleriyle görev-
lisin. Köye dön İmuni, Paneb'den yardım istemek zorunda bırak-
ma beni.
Genç dev denileni yapmaya hazırdı. İmuni ustabaşına nef-
retle baktı ve oradan ayrılmanın daha iyi olacağına karar verdi.
Rahibelerin üçü de üç ayrı malzemeden yapılmış özel yağ
dolu birer kap getirmişti: kenevir ve susamyağlarından elde
edilen "sağlıklı", "kaymaklı" ve "ölümsüz".
— Ya ben? dedi Paneb, kalabilir miyim?
— Su dolu bir kaba ve bol miktarda tuza ihtiyacımız var, dedi
Işık.
Cesur istenenleri yerine getirmekte zorlanmadı. Ne de olsa
laboratuvarında malzeme eksikliği çekmiyordu.
Kabın içindeki su tuza doyana kadar tuz döken Firuze'ydi.
Rahibeler kaptaki bulamacın uygun kıvama geldiğine karar ver-
diklerinde, sırayla birer fitil alıp salamuraya batırdılar, sonra
güneşe, kurumaya bıraktılar.
Işık, kalan tuzlu suyu bir testiye boşalttı, Lekesiz Uabet de
aynı ölçüde susamyağı ekledi. Firuze sıvıların iyice karışması için
çalkaladı testiyi. Biraz bekledikten sonra yağlı karışımı süzdüler.
Rahibeler ustabaşının karşısına oturdu.
İşin en güç yanı şimdi başlıyordu. Fitillerin duman çıkarıp
mezardaki resimlere zarar vermelerini kesinlikle önlemek için
büyük bir beceri ve uzmanlıkla yağlanmaları gerekiyordu.
Paneb karısının böylesine önemli bir sırrı bildiğinden ha-
bersizdi, karışma hayranlığı biraz daha arttı, özellikle de oldukça
deneyimli arkadaşlarının yanında son derecede becerikli oldu-
ğunu gösterince.
Nefer, mezardaki işlerin başarısı rahibelerin elindeki fitillere
bağlıymışçasına, gözünü kırpmadan dikkatle izliyordu yapılan-
ları.

40
— Ateşin sırrını biliyorlar, dedi Paneb'e. Görevlerimden biri
de işlerini en ufak bir yanlışa meydan vermeden yaptıklarından
emin olmak. Hatalı tek bir fitil bile tüm yontucuların, çizimcilerin
ve ressamların işini düzeltilemeyecek biçimde bozabilir. Genelde
Hathor rahibeleri bu fitilleri köydeki atölyelerinde yapar, eğer
karanlık bir yerde çalışıyorsak, mezar kâtibinin denetiminde bize
verirler. Ne kadar acelemiz olduğunu düşününce, çalıştığımız
yerin iyi aydınlatılabilmesi için, malzemeyi mümkün olduğunca
çabuk hazırlamalarını istedim.
Paneb kadınların tek bir hareketini bile gözden kaçırmamaya
çalışıyor, esrar perdelerinin birbiri ardına yırtıldığı bu mucizeler
vadisinde önüne serilen yeni hazinelerin tadını çıkarıyordu.
— Kupa biçimindeki bir kandil için, üç fitil gerekir, diye
açıkladı Nefer. Her fitil yaklaşık dört saat yanar.
— Bir mezarda kaç fitil kullanılır?
— Her şey mezarın hacmine, derinliğine ve yapılacak işin
ayrıntılarına bağlı. Genelde, günde otuz fitil yeterlidir. Oysa
şimdi, çok daha fazlasını istiyorum. Ramses'in ebedî istirahatgâ-
hını dört yüz fitilli yüz elli kandil aydınlatacak.
"Yüz elli kandil!" diye düşündü Cesur. "Ne fener alayı!"
— O ışığı görmek ister misin? diye sordu ustabaşı.
O
Dokuzuncu bölüm
Paneb, sanki bitmesini istemediği bir düş görüyormuş gibi
uzunca bir süre sessiz kaldı. Sonra uyandı, ustabaşının sorduğu
soruyu yanlış anladığını sandı.
— Böyle bir kandilin nasıl yandığını görmek... Evet, isterim
tabiî.
— Yanlış anlattım galiba, diye düzeltti Nefer. Büyük Ram—
ses'in ebedî istirahatgâhına girmeye hazır mısın?
— Bir düş değildi demek...
41
Bir köylü çocuğu, sağ ekibin basit çırağı Cesur Paneb,
Mısır'ın en gizli yerlerinden birine girecekti!
— Tereddüt ediyorsun?
— Ben mi? Tereddüt mü? O harikayı görme isteğimin
merakla lekelenmediğine, hiçbir korku duymadığıma ama sanki
bu olay hayatımı bir kez daha altüst edecekmiş gibi, değişik bir
saygı, huşu gibi bir şey hissettiğime yemin edebilim.
— Haklısın Paneb, böylesi bir âlemden kimse etkilenmeden
çıkamaz.
— Bana bu iyiliği neden yapıyorsun?
— Sana hiçbir ayrıcalık tanımadığımı tekrar ediyorum. Yap-
tığın iş ustanın hoşuna gitti, bu da bütün ekibin çalıştığı bu yerin
kapılarının sana açılmasına neden oldu. Diğerleri gibi senin de
yapılan işleri görmek hakkın.
Suskun Nefer Büyük Ramses'in mezarına yöneldi, Paneb de
peşinden. Çizimci olmak istediği için, bu konuda hiçbir tavize
yanaşmadığı için, renksiz ve heyecansız bir hayat öğütleyenleri
dinlemeden çizdiği yoldan ayrılmadığı için Hakikat Meydanı'nın
kapılarının açıldığına tanık olmuştu; şimdi de firavunun yeniden
dirileceği yere girecekti.
Belden yukarısı çıplak, belden aşağısını baldırlarına kadar
inen ve göbeğinin üzerinde düğümlenen bir peştemalla örtmüş,
bilekleri sıra sıra bilezik dolu ustabaşı, kayaya oyulmuş büyük
kapının boyutlarını gözden geçirmek istercesine mezarın eşiğinde
durdu.
— İnsanların dünyasından ayrılıp, evreni hayatta tutan gizli
ışığın dünyasına gireceksin, dedi Nefer Paneb'e. Hiçbir şeyi ince-
leyip anlamaya çalışma, sadece bütün benliğinle bak, yüreğinle
gör ve ruhunla hisset.
Metinlerin "tanrısal ışığın ilk geçidi" olarak tanımladıkları
eşikten geçer geçmez gözleri kamaştı.

42
Düzenli aralıklarla yerleştirilmiş yüz elli kandil, Ramses'in
mezarını kıpır kıpır canlandıran yumuşak ve kesin bir ışık saçı-
yordu. Mezarın tümü hiyeroglifler ve kabartmalı şekillerle süs-
lenmiş, her şey Paneb'i hayranlıktan dilsiz bırakan muhteşem bir
dehayla boyanmıştı.
Kenhir'den aldığı eğitimin sayesinde, koridora yazılmış
firavun ruhunun diriliş dönemleriyle uyuşan güneşin evreleriyle
ilgili metinleri okuyabiliyordu. Ramses'in yüz yirmi metre uzun-
luğundaki ebedî istirahatgâhı, dümdüz bir çizgi halinde kayanın
yüreğine ilerliyor, o ana kadar hareketsiz olduğu sanılan mum-
yanın, yeniden hayata döndüğü geleneksel "ağız açma" töreninin
son noktası olan Maat odasına varıyordu. Sonra yol dik açıyla
dönüyor, firavunun ışıklı vücudunu bekleyen sekiz sütunlu lahit
odasına açılıyordu.
Firavunu Osiris'e bir armağan sunarken gösteren altınla
bezeli resimde son bir düzeltme yapan Kurtarıcı Şed'in dışında,
sağ ekibin tüm zanaatkarları bağdaş kurmuş, bu odada oturu-
yordu.
— Aramıza hoş geldin, Paneb, dedi Pişkin Somun Pay geniş
bir tebessümle. Şimdi artık gerçek bir ekip üyesi oldun.
Biraderler birbirlerine sarıldı, sonunda fırçasından ayrılmaya
razı olan Şed de katıldı aralarına.
— Sana hiç güvenmiyordum, diye itiraf etti. Muhtemelen
haksız da değildim, ama verdiğim görevi yapabileceğini göstere-
rek şaşırttın beni. Anlaşılan bu lonca beni şaşırtmaya devam
edecek... Yine de her şeyin bittiğini sanma sakın! Daha yolun
basındasın, çizimcilerin göstereceği gayretin, bilgindeki boşluk-
ları doldurabileceğini pek sanmıyorum.
Sonra ustabaşına döndü ressam.

43
— Benim işim bitti. Firavunun her isteği en küçük ayrıntısına
kadar yerine getirildi, duvarlara çizili ilahların yanında sonsuza
dek yaşayacak.
— Heykeltıraşlar ile yontucuların işi de bitti, dedi güçlü
göğsüyle çölün kralını andıran Aslan Userhat.
Marangoz Didya ile Kuyumcu Tuti de bitirmişti işlerini.
— Gösterdiğiniz gayret için hepinize şükran borçluyum, dedi
Nefer. Sizin sayenizde Hakikat Meydanı hiçbir suçlamayla karşı-
laşmayacak, Ramses de tasarladığı mezarda istirahat edecek.
— Hiçbir teşekkür kabul etmiyoruz, dedi Neşeli Renupe. Sen
burayı düzene koyup bizlere iş vererek kendi görevini yaptın,
senin talimatını yerine getirerek de biz kendi görevimizi.
Loncanın geleneğine uygun olarak sol kollarını vücutlarıyla
dik açı oluşturacak biçimde öne çıkardılar, sağ kollarını göğüsle-
rine dayadılar, duygularını gizlemekte güçlük çeken Nefer'in
adım üç kez çağırdılar.
— Loncamız bir gemi gibidir, diye sürdürdü Nefer sözlerini.
Bu sayede bizler de —içimizden her birinin yapması gereken
kesin ve belirli bir görevi var— bütünün uyumlu olmasını sağla-
yabiliyoruz. Bundan sonra karşılaşacağımız güçlükler ne olursa
olsun, yeminimize saygı duyduk, verdiğimiz sözü tuttuk.
— Bu mezar son eserimiz mi olacak? diye sordu Somurtkan
Karo, kısa ve güçlü kollarını kavuşturarak.
Endişe kalın kaşlarını ve kırık burnunu daha da ürkütücü
kılıyordu.
— Bilmiyorum. Bazıları bu mezarı zamanında bitiremeyece-
ğimizden emindi, bu nedenle tepkileri şiddetli olabilir.
— Yetkililer ne karar verirse versin birlikte olmalıyız, dedi
Güçlü Naht. Gençleri yetiştirip sırlarımızı aktarmalıyız.

44
— Böylesi ciddi bir itaatsizlik olur, ağır biçimde cezalandırılır,
dedi Kararlı Gau; Halat Kasa başıyla onayladı arkadaşını. Başımız
firavun, onun kararına karşı gelen, asi olur.
— Boş tartışmalara girmeyelim, dedi ustabaşı. Mezar kâtibi,
sol ekibin şefi ve ben, firavunun kararlarını öğrenir öğrenmez
köy halkını toplayacağız. Mumyalama döneminin bitmesine sade-
ce üç gün kaldı, bu mezar Ramses'in mumyasına yoldaşlık edecek
hazineleri kabule hazır. İşte size önemli olan tek gerçek. Yeni bir
emre kadar hepiniz dinlenebilirsiniz.
Paneb gözlerini geniş mezar odasının çevresindeki odacık-
lardan alamıyordu. Cenaze töreni sırasında, firavunun ruhunun
öte dünyaya geçmesini kolaylaştıracak değerli eşyalarla dolduru-
lacaktı bu odacıkları.
Şimdilik boş mezarın ortasında kendini yaratılışın başına,
ilahî düşüncenin yıldızları görünür kılmasından da önceki
döneme tanıklık eder gibi hissetti Paneb. Yontucunun yeniden
canlanma için en uygun biçime, Osiris'in mumyasına benzettiği
olağanüstü güzellikteki lahitten alamıyordu gözlerini. Lahtin
içine ve dışına, yeniden canlananın öte dünya görüntülerinden
rahatça geçebilmesi için bilmesi gereken Kapılar Kitabı'ndan
renkli hiyeroglif cümleler kazınmıştı. İlahların ölümsüz bedenini
betimleyen, sarıya boyalı bir taş yatak üzerine yerleştirilmişti
lahit. "Yasanın sesi" olarak tanınan firavun, böylelikle ilahların
ölümsüzlüğüne kavuşacak, zaferlerin en yücesini tadacaktı.
Zanaatkarların yarattığı eserin güzelliğine rağmen, Paneb'in
içinde rahatsız edici bir duygu vardı.
— Sanki hiç işlenmemiş bir kaya parçası gibi, hareketsizmiş
etkisi yapıyor, dedi Nefer'e.
— Taş getirilsin, kandiller söndürülsün, diye buyurdu usta-
başı.

45
Güçlü Naht ile Somurtkan Karo lahtin başucuna dörtköşe bir
taş yerleştirirken, ekibin geri kalanı mezarı karanlığa gömdü.
— Işık maddenin içinde gizlidir, diye açıkladı Nefer. Karga-
şayı yenmek için ışığa özgürlüğünü vermek de bizim işimiz.
Sanatımız biraz da bütün biçimlerin fışkırdığı ilk anı yeniden
yaratmak için zamanı ortadan kaldıran sihirbazlarınkine benzer.
Işığın anısını saklamak eserin işidir, eseri yaratan insanın değil.
Ustabaşı elini taşın üzerine koydu.
Birkaç dakika karanlık ve sessizlik hâkim oldu mezara. Sonra
taşın her yanından parlak bir ışık yayılarak diriliş odasını aydın-
lattı, duvarlarını altın rengine boğdu. Işınlar lahtin üzerinde top-
landı, kireçtaşının yüreğine gömülerek her bir parçacığı teker
teker ışıldattı.
— Bu lahtin gizli adı, "hayatin efendisi"dir diye açıkladı
ustabaşı. Ölümü sonsuza dek bu evin dışında tutacak yeni bir Işık
Taşı oldu artık.
Ekip dörtgen taşın mineral aydınlığında mezardan çıktı,
uzunca bir süre yıldızlı kubbenin altında durdu, sonra sessizce
Krallar Vadisi'ni terk etti.
A
Onuncu bölüm
Nefer ve Paneb köyün içine henüz girmişlerdi ki, kara bir
köpek önce ustabaşının, sonra da ressam çırağının boynuna atıldı.
Uzun ve güçlü kafası, kısa ve parlak tüyleri, uzun ve dik kuyruğu,
canlı kahverengi gözleriyle güzel bir hayvandı, Paneb'in yüzünü
uzun uzun yaladı, uyanıkken daldığı düşten uyandırdı onu.
Hiçbir şımarıklığa izin vermeyen Işık'ın bakıp doyurduğu
Kapkara, köyün maskotu olmuş, üstünlüğünü tüm ev hayvanla-
rına kabul ettirmişti. Hakikat Meydanı'nın kedi ve maymunları
bile, herkesin bölgesini koruduğunu bildiklerinden saygıyla izli-
yorlardı Kapkara'nın geçişini.
46
Paneb Kapkara'nın canlılığından, Kapkara da genç devin
gücünden hoşlanıyordu; ara sıra şeytanca bir yarışmaya girişirler,
köpek her seferinde kazanırdı. Üstelik Cesur, Kapkara'nın saatler
boyu oynayabileceği, yorulmayacak tek arkadaşıydı.
— İyi gördüm mü? diye sordu Paneb ustabaşına.
— Nereden bileyim?
— Lahtin içine giren ışık, dörtgen taştan fışkırdı. Kuşkusuz
sunağın tahta kapısını delip geçen, lonca salonunu aydınlatan ışık
da aynı taştan gelmişti... Kimse bana bir şey anlatmaya cesaret
edememişti ama, ışığı gözlerimle görmüştüm o zaman!
— Sana hiç aksini söyledim mi?
— "Suskun" adını sapma kadar hak ediyorsun doğrusu! Taşı
bir daha ne zaman görebileceğim?
— Orada bulunman gerektiğinde.
— O taşı kendi ellerinle mi yonttun?
— Bana sahip olmadığım güçler yükleme! O taş Altın Evi'nin
bilinmezliğinde. Ustabaşından ustabaşına aktarılan loncamızın
temel hazinelerinden biri.
— Demek dilin mühürlü. Bana da o taşa giden yolu bulmak
kalıyor.
— Kafan iyi çalışıyor demek.
Lekesiz Uabet kocasını karşılamaya koştu. Her zaman sakin
ve ölçülüydü, ama bu kez şaşkın görünüyordu.
— İmuni biraz önce evimize geldi, mezar kâtibinin seninle
derhal görüşmek istediğini söyledi.
— Neden görüşmek istiyormuş? diye sordu Paneb.
— İmuni açıklamak istemedi, ama çok ciddi olduğunu belli
etti.
— Herhalde bir yanlış anlamadır... Hemen gidip halledeyim
bari.

47
Paneb uzun adımlarla Kenhir'in evine yürüdü, Güçlü Niyut
kapının önünü süpürüyordu.
— Mezar kâtibinin beni beklediğini söylediler.
— Efendim sık sık senden söz ediyor, dedi hizmetçi.
— Umarım iyi şeyler söylüyordur.
Niyut gülümsedi, kenara çekilip yol verdi.
Kenhir alçak bir koltuğa oturmuş, dizlerinin üzerine açtığı
papirüsten büyük firavun III. Tutmosis'in Asya seferi macerala-
rını okuyordu. Tutmosis Mısır ordusunun çok az savaşa girdiğini,
zamanının çoğunu daha önce görülmedik bitkiler toplamaya
ayırdığını yazıyordu. Mısır laboratuvarlan getirilen bitkileri
büyük bir dikkatle incelemiş, daha sonra da tıpta kullanılacak
maddeler elde etmişti. Bilge kadının önerdiği tedavi sonucunda
oldukça azalan gut ağrılarına rağmen, edebiyat zevkini tatmin
için uygun bir zaman bulduğuna inanıyordu mezar kâtibi.
Ustabaşı, Ramses'in mezarının verilen süre içinde tamamla-
nacağını söylediğinden beri, mezar kâtibi gecelerini daha sakin
geçiriyor, gündelik sorunlara daha az sinirleniyordu.
— Beni görmek istiyormuşsunuz?
— Hah, sonunda geldin! Söyle bana Paneb, hangi çöl şeytanı
elini böylesine şaşırtıyor?
— Beni neyle suçluyorsunuz? Kenhir kucağındaki papirüsü
dürdü.
— Kralı ok atan bir sıçan gibi gösteren o utanç verici resim-
leri çizen sensin, değil mi? Lonca üyeleri ve benim hakkımda
çizdiklerinden söz etmiyorum bile! Paneb heyecanlanmışa ben-
zemiyordu.
— Evet, benim. O resimlere bakıp gülmediniz mi?
— Bu kez sınırı aştın oğlum!
— Nedenini hâlâ anlayamıyorum! Eğlenmeye hakkım yok
mu benim?

48
— Böyle değil!
— O resimleri kimseye göstermedim... Siz kimden
duydunuz?
— Sobek'ten, polis şefi. Biri resimleri yazıhanesine bırakmış.
Paneb bir süre düşündü.
— Resimleri ressam atölyesinde bırakmıştım, çöpe gidecek
kireç parçalarının arasında.
— Endişelenme, onlardan geriye hiçbir şey kalmadı! Ama asıl
önemlisi şu, bir daha böyle bir şey yapma sakın.
— Size söz veremem. Benim oyalanmak, dinlenmek için
bulduğum bir yol bu. Üstelik kimseye zarar vermiyorum!
— Böylesi saçmalıklan hoş görmem mümkün değil! Yaptık-
ların loncanın ciddiyetiyle bağdaşmıyor!
— Eğer kendimizle, kendi hatalarımızla alay edemeyeceksek,
bize verilen görevlere nasıl layık olacağız? Bilgeler bile insanların
güçsüzlükleriyle alay etmek için masallar yazdı!
— Belki, belki... Ama kusurlarını daha fazla örtbas edemem,
sonunda seni Köy Mahkemesi'nin karşısına çıkarmak zorunda
kalacağım.
— Beni resimlerim yüzünden mi yargılayacaksınız? Saçmalık
bu!
— İçimizden biri resimlerini gördü, gördüklerinin saygısızlık
olduğunu düşünüp hakkında şikâyet dilekçesi vermeyi kararlaş-
tırdı.
— Kim?
Kenhir rahatsızlığını ele verecek şekilde kıpırdandı.
— İmuni, yardımcım.
— O cüceye böylesi önemli bir görev vermek neden? Sol
ekibin yeteneksiz çizimcilerinden biri olarak kalsaydı daha iyi
olmaz mıydı?

49
— Birincisi işini iyi yapıyor, ikincisi bana istediğim gibi
yardım ediyor. Sevimli olup olmamasının hiç önemi yok. Kaldı ki
kararlarımı haklı göstermek zorunda değilim! Başının ciddi dert-
lere girmesine hazırlıklı ol!
Paneb yıkılmış gibiydi.
— Kusurlarının farkına varma zamanı geldi şimdi!
Yargıçların karşısında pişman olduğunu belli edip hoşgörülerine
sığınmaya bak.
Cesur, Kenhir'in evinden çıkarken başı önündeydi. Mezar
kâtibi genç devin önüne çıkan ilk fırsatta öfkeli bir boğa gibi sağa
sola saldırmadığını büyük bir memnunlukla gördü. Olgunlaştıkça
destansı gücünü dizginlemeyi öğrenecekti. Paneb, karısının
sabırsızlıkla beklediği evine döndü.
— Seni neyle suçluyorlar?
— Endişelenme, önemli bir şey değil.
— Oysa İmuni demişti ki...
— İmuni Batı Mahallesi'nde, sol ekibin başressarnımn
yanındaki küçük evde oturuyor, değil mi?
— Evet, ama...
— Bana güzel bir yemek hazırla; açlıktan ölüyorum, hemen
dönerim. Lekesiz Uabet kocasının koluna yapıştı.
— Yalvarırım, bir çılgınlık yapma!
— Bir yanlışlığı düzeltmem gerek.
Paneb kapıyı bir omuzda açıp girdiğinde, İmuni şikâyet
dilekçesini hazırlamakla meşguldü.
— Derhal evimi terk et! diye haykırdı kâtip yardımcısı.
Paneb adamı omuzlarından kavradı ve İmuni'nin fare yüzü gözü-
nün hizasına gelinceye kadar kaldırdı.
— Demek resimlerim yüzünden beni şikâyet etmek istiyor-
sun?
— Bu... bu benim görevim!

50
— Kim gösterdi sana o resimleri?
— Sana cevap vermek zorunda değilim.
— Sağ ekibin ressamlarının atölyesine girdin, çevreyi karış-
tırdın ve resimlerimi buldun. Öyle oldu değil mi?
— İşimi doğru bildiğim şekilde yapıyorum.
— Seni hırsızlıkla suçluyorum, İmuni. Seni Köy Mahkeme-
si'ne şikâyet edeceğim; göreceksin, suçlu bulacaklar seni.
Kâtip yardımcısı bembeyaz oldu.
— Cüret edemezsin, sen... cesaret...
— Resimlerimi unut, İmuni. Yoksa adın lekelenir, köyden
kovulursun.
Kâtip yardımcısının uzun süre düşünmesi gerekmedi. Ger-
çekten de Paneb başına ciddi işler açabilirdi.
— İyi, tamam... Konu kapandı. Paneb adamı kaba bir tavırla
yere bıraktı.
— Eğer bir daha yaparsan, resimlerimi yüzüne çizerim.
n
On birinci bölüm
Yorgunluk ve hastalık nedir bilmeyen Cesur Paneb'in dışın-
daki zanaatkarlar, Büyük Ramses'in mezarının tamamlanması gibi
yoğun bir iş döneminin sonunda, genellikle bilge kadını ve yar-
dımcısı Işık'ı görmeye giderlerdi. Işık söğüt kabuklarından, dalla-
rından ve yapraklarından elde edilen maddeler* [Aspirin'in içer-
diği maddeler.] sayesinde ağrı ve tutuklukları iyi ediyordu. Yine
de emin olmak amacıyla, daha ayrıntılı bir muayene yapıyor,
yürekten gelen çeşitli sesleri duymak, enerjinin vücuttaki kanal-
lardan gerektiği biçimde akıp akmadığını anlamak için gelenlerin
nabzını tutuyordu. Kuşkulandığı zaman da başlıca görevi yaşam
güçlerini bir arada tutmak olan kanı inceliyordu.
Belinde bir cerahatlenme başlangıcından yakınan Burun
Fened'e, acılarını hafifletmek için bakla kaynatıp suyunu içmesini
51
önerdi. Ne var ki, uzun burnunun daha da çirkinleştirdiği, gere-
ğinden şişman, iriyarı Kararlı Gau'nun durumu Işık'ı endişelen-
diriyordu. Ellerini hastanın ensesine, karnına ve bacaklarına
koyduğunda, rahatsızlanmasının ürkütücü sonuçlar doğurduğu
en temel organlardan karaciğerin ciddi biçimde zayıfladığını
anlamıştı. Bu nedenle nilüfer yapraklarından, incirden hünnap
ağacı tozundan, ardıç tohumlarından, tatlı biradan, sütten ve
sakız reçinesinden bir ilaç hazırladı, süzdü, bir gece boyunca
açıkta bırakarak çiyle kaplanmasına izin verdi. Yaptığı ilacı ve
safrakesesinin çalışmasını düzeltmek için hindiba içecek olan
Kararlı Gau'nun rahatsızlığı geçecekti.
İlaç daha ilk günden işe yaradı. Sağ ekibin bütün zanaatkar-
ları tümüyle iyileşmiş, bazıları gerçek bir sihirbaz olduğuna
yemin ettikleri Işık'ın adından başka bir şey anmaz olmuşlardı.
Işık gün boyu başvurduğu tıbbî papirüsleri tahta bir kutuya yer-
leştirirken, bilge kadın, rulo edilip kurumuş çamurla mühür-
lenmiş yeni bir papirüs uzattı yardımcısına.
— Sana öğretecek başka şeyim kalmadı, dedi hayranlık
uyandırıcı beyaz yeleli, yüzyıllık kadın. Ciddi rahatsızlıklarla
savaşabilmek için piramitler zamanından kalma bu eski metin
dışında bir şey yok. Hastalığın karanlık ve yıkıcı bir güç tarafın-
dan başlatıldığını, ilaçların hastalığı geçirmeye yetmeyeceğini
unutma sakın. Önemli olan bu zararlı gücü vücuttan çıkarıp yok
etmek; yoksa vücudun içinde yer değiştirir, hasta farkına varma-
dan kemirmeye girişir. Senin görevin Işık, sadece belirtilere baka-
mazsın enerjideki çarpıklıkları onulmaz zararlar vermeden önce
belirlemek. Eskiler der ki: zararlı bir güç, sol gözden girer, tedavi
etkiliyse, göbek deliğinden çıkar. Bağımsız bir nesne olmayan,
toprağa olduğu kadar göğe de bağlı yaşayan insan vücudu içinde
her an birbirleriyle çatışan güçler vardır.
Bilge kadın mührü söktü, papirüsü açtı.

52
— Benden öncekinin öğretilerini aldım, kendi gözlemlerimi
de, doğru olup olmadıklarını tekrar tekrar denetledikten sonra
ekledim. Kuramlardan sakın, sadece tek bir kaygın olsun: iyileş-
tirmek, bazen nasıl başardığını bilmesen de, iyileştirmek.
Papirüsün üzerindeki yazı zarif ve okunaklıydı.
— İnsan vücudu bir sır küpüdür, diye sürdürdü bilge kadın
sözünü. O vücutta, uyumun güçleri ile her an bozup yıkmaya
yönelik karşıtları arasında her gün savaş olur. Zararlı güçler, bin
bir çeşit yoldan bedene giren, vücudu hareketsiz kılıp ölüme
götürmek isteyen soluklardır. Yıkıcıların çoğu yiyeceklerden kay-
naklanır: bağırsaklarda çürürken, damarlara yayılmaya, cerahat
oluşturmaya, böylelikle organların yaşlanmasına zemin hazırla-
maya çalışırlar. Demek sağlığın ilk anahtarı boşaltım, içerdeki
engellerin atılması ve sindirimin gerektiği gibi işlemesi. Bunun
için oranları çok belli bir karışım hazırladım, ayrıntılarını papi-
rüste bulacaksın. İkinci anahtar, kanın, lenfin ve öteki yaşam
güçlerinin geçtiği kanal ve damarların korunması. Damarlardan
bazılarını derinin altında görebilirsin; hepsi birlikte, hayat
verilmiş bir kumaşın dokusuna benzer; önemli olan, damarların
esnek kalmasıdır. Damarlar sertleşmeye başlayınca sıvılar gerek-
tiği gibi akamaz. Üçüncü anahtara gelince, bu da "yürek" olarak
adlandırdığımız, insanın güç merkezi, bütün damarların çıkış yeri
olan organın iyi çalışmasıdır. Duyularını gün geçtikçe geliştirip
yüreğin söylediklerini anlamalısın. Bilge kadın bitkin bir halde
yerdeki hasıra uzandı.
— Yarın sabah, şafakta kalkacağız. İyi geceler Işık.
Gece ölür, yılanlar yuvalarına dönerken, bilge kadın ile Işık
zirveye doğru tırmanmaya koyuldu. Yüzyıllık kadın bastonunu
atmış, düzenli adımlarla ilerlemeye koyulmuştu.
Şafak, hafif bir yelle birlikte söktü ve kısa süre sonra milyon
yıllık tapınaklar karanlıktan kurtuldu. Sonra, Nil'in mavisi ile

53
tarlaların yeşili, dirilen güneşin ışınları altında parıl— damaya
koyuldu. Zirvenin ışıldadığı an, bilge kadın dua eder gibi ellerini
kaldırdı.
— Sessizlik tanrıçası, sen ki bütün yaşamım boyunca
rehberim oldun, sana doğru yükselen öğrencime yol göster. Gece
olduğu kadar gündüz de senin elinde dinlensin, seni çağırdığında
ona git, ona cömert davran, gücünün sonsuzluğunu göster.
Zirvede, piramidin içine oyulmuş, küçük bir mezar.
— Armağanı sun, dedi bilge kadın.
Işık saçına iliştirdiği nilüferi, gerdanlığını ve bileziklerini
yere bıraktı.
— Son vuruşmaya hazırlan. Sırlan bilen tanrıça ölümü ve
yaşamı denetler. Birden mağaradan Işık'ı şaşırtacak kadar büyük,
dişi bir kobra fırladı. Öfkeyle kabarmış boynu, saldıracağının
belirtisiydi.
— Raks et, Işık, bir tanrıça gibi raks et!
Suskun Nefer'in korkudan ölmek üzere olan karısı, yine de
sürüngenin hareketlerini taklit etmeyi başardı. Önce soldan sağa,
sonra sağdan sola, önden arkaya eğildi, kobrayla aynı hızda
hareket ederek, hayvanı şaşırttı.
— Saldırdığında, bana doğru eğil, ama gözlerini ondan
ayırma sakın.
Işık korkunun da ötesindeydi artık. Tanrıçanın güzelliği
karşısında hayran, yılanın niyetini tahmin etmeye başlamıştı.
Kobra birden genç kadının boynuna saldırdığında, Hathor rahi-
besi bilge kadının söylediklerini yaptı. Isırılmaktan kurtulmuştu,
ama elbisesi kobranın tükürdüğü zehirle lekelenmişti. Avını
kaçıran yılanın öfkesi on kat artmıştı şimdi.
— İki kez daha saldıracak, diye uyardı yaşlı kadın. Sürüngen
durmaksızın dalgalanıyor, Işık da onu taklit ediyordu. Hayvan iki

54
kez atıldı, her ikisinde de dişlerini genç kadının boynuna geçir-
meyi başaramadı.
— Şimdi, ustalığını kullan! Başından öp onu.
Sanki yorulmuşçasına, daha yavaş hareket ediyordu kobra.
Işık yaklaşınca, belli belirsiz geriledi.
Yüreğine kadar saplanan korkuya rağmen, bakışlarını sürün-
genin gözlerine dikti, dudaklarını kafasının tepesine değdirdi.
Şaşkın yılan, gerileyemedi.
— Acımasızlığından ürküyoruz, ama yumuşaklığını istiyoruz,
dedi bilge kadın. Sana saygı duyan, güvenine layık olur. Onun
aklını aç, senin adına tedavi edeceği yaratıkları iyileştirmesine
yardım et.
Yılan neredeyse hareketsizdi.
— Tanrıçanın gücünü topla, Işık. O güç yüreğine girsin.
Suskun Nefer'in karısı, neredeyse ehlileşmiş görünen canavarı
ikinci kez öptü.
— Birleşmeniz üçüncü ve son bir öpücükle mühürlensin.
Kadın ve kobra son bir kez yakın oldular birbirlerine.
— Hemen geri çekil! diye bağırdı bilge kadın.
Işık dikkatli olmasa, yılanın ani saldırısı karşısında tuzağa
düşecekti. Yine de kaçmayı başardı, üzerine son bir zehir damlası
düştü.
— Gizli ateş sana aktarıldı, dedi bilge kadın. Dişi kobra
usulca yuvasına aktı.
— Elbiseni çıkar ve zirvenin kayalarındaki çiyle arın.
Bilge kadın Işık'a, biraz önceki deneyden başarıyla çıkama-
dığı takdirde kefeni olacak beyaz bir elbise uzattı.
— Ben gidiyorum, yerimi sen alacaksın. Hayır, itiraz etme!
Uzun bir hayat sürdüm, çok uzun, artık bitmesinin zamanı geldi.
Bitkilerin gözyaşından ve tanrıların kanından doğduğunu, iyileş-
tirme gücüne sahip olduklarını hatırla. Her şey zamanlı, ama bu

55
dünya üzerinde bir dakika bile huzur olmaması için ellerinden
geleni yapmaya hazır gezginci ruhlar ile can alıcı şeytanlar da
var. Onlara karşı bilginle savaşacaksın. Tanrılar yüksek olan
kadar alçak olanı da yarattı, sana ışık bir solukla gelecek. Ona
inanman gerekmez, önemli olan onu tanımak, onu denemek.
— Neden daha fazla yaşamak istemiyorsun?
— Yüz onuncu yılım bitti. Aklım sapasağlam olsa da bedenim
yıprandı. Kanalları sertleşti, enerji gerektiği gibi akamıyor artık,
en iyi tedavi bile damarlarımın gençliğini geri getiremez.
Gitmeden önce sana son sırrımı da vermeliyim. Vücut önlenemez
bir biçimde yaşlanıp düşkünleşiyor, ama eğer yenilemeyi bilirsen
akü canlı ve dinç kalabilir. Elini zirvenin taşından geçir, orada
yıldızları doğuran çiyi hissedeceksin. Gök tanrıça her doğumdan
önce güneşin yüzünü o çiyle yıkar; firavun, tapınağın sırrında
Maat'a armağanını sunarken her sabah o çiyi içer. Bitkinlik
ruhunu sardığında zirveye tırman, sessizlik tanrıçasına saygını
sun ve taştaki çiyi iç. İşte o zaman, düşüncelerin hiç yaşlanma-
yacak.
— Size sormak istediğim o kadar çok soru var ki!
— Artık senin için, cevap verme zamanı geldi. Her gün gelip
sana soru soracaklar ve ağrılarını dindirmeni isteyecekler. Lon-
canın anası oluyorsun, köydeki herkes, çocuğun senin.
Genç kadın itiraz etmek, omuzlarına yüklenen ağır sorum-
luluktan kurtulmak istedi ama, sabahın güçlü ışığı gözlerini
kamaştırdı. Bilge kadın ayağa kalktı.
— İnelim, dedi. Sen önden yürü.
Işık, hangi hızla inmesi gerektiğini düşünerek dar patikaya
girdi. Her zamanki hızıyla mı yürüyecek, yoksa yaşlı kadını daha
fazla yormamak için yavaş inmesi mi gerekecekti?
Karasızdı, ilk sarp dönemeçten sonra durdu. Bilge kadın
kaybolmuştu.

56
Işık zirveye tırmandı, ona her şeyi vereni aradı, bulamadı.
Herhalde baygınlık geçirmişti bilge kadın, bir mağaraya düşmüş,
zirvenin sessizliğinde son soluğunu veriyordu.
Işık, bundan böyle yalnız yürüyeceği yolları açan insanla
birlikte geçirdiği saatleri düşünerek başını eğdi. Sonra yavaş
adımlarla köye indi, Hakikat Meydanı'nın yeni bilge kadını
olmadan önceki son anların huzurunu yaşamaya çalıştı.
O
On ikinci bölüm
Zanaatkar doğu yakasına çıkmak için sala binmiş, her
zamanki gibi kimseyle konuşmadan, belli belirsiz selam vermekle
yetinmişti. Sabahın bu erken saatinde, kıyıda kurulan büyük
pazara gidecek taze sebze dolu kasaların üzerlerine tünemiş köy-
lüler hâlâ uyukluyordu. Konuşma ve değiş tokuş keyfini tadacak-
ları için neşeli bir kalabalığın arasına karışan sağ ekip üyesi
zanaatkar, Tran - Bel'in deposunun yolunu tuttu.
Loncaya ve ettiği yemine ihanet ediyordu kuşkusuz, ama bir
sürü geçerli nedeni de yok muydu? Birincisi, Suskun Nefer'in
yerine sol ekibin başına onun getirilmesi gerekiyordu; ikincisi,
artık onun da zenginleşmesinin zamanı gelmişti; üçüncüsü ve en
önemlisi, tuzağa düşmüş, işbirliği yapmayı kabul etmekten başka
çıkar yolu kalmamıştı. Ne de olsa verdiği değerli bilgiler karşılı-
ğında para ödeyenlerle görüşmeleri sıklaştıkça, vicdanının sesi
hafifliyordu. Hakikat Meydanı ona çok şey öğretmişti tabiî, basit
bir işçiyken seçkin bir zanaatkar olmasına imkân vermişti; yine
de geleceğinden başka bir şey düşünmemeye kararlıydı, ihaneti
ortaya çıkmasın diye önlemlerini almayı da sürdürüyordu. Kur-
nazlık ve becerisinden emindi ve başarılı olacağından kuşku
duymuyordu.

57
Simsiyah saçlarını yuvarlak kafasına yapıştırmış, oldukça bol
bir gömlek giymiş ve peştemalına sarınmış Tran - Bel, zanaatkarı
deponun dibindeki yazıhanesinde karşıladı.
— İyi haberlerim var, dedi. Değerli eşyalarımızın satışı
umduğumuzdan da iyi gidiyor, senin payına da hatırı sayılır bir
kazanç düştüğü için mutluyum doğrusu! Sakın yeni bir şeyler
bulmayı unutma.
— Endişelenmeyin.
Birden, küçük dolandırıcının yüzü dondu.
— Ah... işte karşılaşmanı istediğim kişi. Yerimi ona bırakı-
yorum... İşiniz bittiğinde atölyeye, yanıma gel.
Alnım örten siyah peruğu ve özenle yapılmış makyajıyla,
gerçekten tanınmaz olmuştu Serketa. Dudaklarında muzaffer bir
tebessümle zanaatkara baktı.
— Yeni bir şey var mı?
— Büyük Ramses'in mezarı tören için hazır. Nefer'in yete-
neklerini göz ardı etmişiz, anlaşılan ekibi şaşılacak bir beceriyle
yönetti ve herkesin saygısını kazandı. Böyle devam ederse ünlü
bir ustabaşı olacak.
— Sen ustabaşı olaydın, daha da ünlenirdin...
— Bu doğru, ama deneyim eksikliğini kısa zamanda kapata-
caktır. İşi zamanında tamamlayarak Hakikat Meydanı'nın sözünü
tutmasını, firavunun gözünde gerekliliğini kanıtlamasını sağladı.
— İşleri yavaşlatmayı başaramadın!
— İmkânsızdı. Tüm ekip mezarın içindeydi, herkesin
yapılacak belirli bir görevi vardı, Nefer de her zaman, her yerde
işinin başındaydı.
— Merneptah'ın ona fazla değer vermeyeceğini ummaktan
başka yapacak bir şey kalmadı demek. Başka?
Zanaatkar tereddüt etti. Önemli bir karşılık almadan,
loncanın bütün sırlarını açığa vurmak doğru olmazdı.

58
Karşısındakinin saldırıya geçmeye hazırlanan bir engerek
gibi, önemli bir şeyler sakladığını hissetti Serketa.
— Benimle oyun oynama, sevgili müttefikim, kaderinin hâlâ
avucumda olduğunu da unutma sakın. Ne öğrendin?
— Karşılığında ne öneriyorsunuz?
— Eğer gerçek bir işbirliği gösterirsen, varlıklı bir adam olur,
büyük bir evde yaşarsın. Geniş toprakların, sütü bol ineklerin
olur. Hizmetçiler hayatim kolaylaştırır ve her gün şarabın en iyi-
sini içersin.
— Sadece vaat bunlar...
Serketa zanaatkara küçük bir papirüs gösterdi.
— Senin adına hazırlanmış bu tapunun da vaat olduğunu mu
düşünüyorsun yoksa? Zanaatkar papirüse uzandı, ama Serketa
elini çoktan çekmişti çoktan.
— Yavaş yavaş... Düşlediğin cennete sahip olmadan önce çok
çalışman gerek. Seni dinliyorum.
Hain daha fazla düşünmedi.
— Nefer Işık Taşı'na hükmetmeyi biliyor.
— Ne demek bu? dedi Serketa. Gözleri parlıyordu.
— Bütün bildiğim, Işık Taşı'nın Altın Evi'nden geldiği, hem
güçlü bir ışık yaydığı hem de dokunduğu her şeyi canlandırdığı.
Ama sadece özel bir eğitim almış olan ustabaşılar kullanabilir Işık
Taşı'nı.
Açıklamalar Serketa'yı heyecanlandırdı. Demek Mehi yanıl-
mamıştı: Hakikat Meydanı'nda inanılmaz hazineler olduğu doğ-
ruydu.
— Bu taş nerede saklı?
— Bilmiyorum.
— Öğrenmeye çalış!
— Çok zor olacak, hemen hemen imkânsız.
— Öyleyse, cenneti unut!

59
— Bir topluluk oluşturduğumuzu, belirli bir hayat kuralına
uyduğumuzu anlamanız gerek. Bu kuralı bozarsam, beni köyden
kovarlar, siz de bilgi alacak birini bulamazsınız.
Bütün kızgınlığına rağmen, Serketa zanaatkarın haklı oldu-
ğunu kabul etmek zorunda kaldı.
— Bu sırrı ben de bilmek isterdim, dedi zanaatkar. Sim çöz-
mem, öğrendiklerimden sizin de yararlanmanızı sağlamam için
çok sabırlı, çok dikkatli olmam gerekecek. Işık köyün içine girdi-
ğinde, pırıl pırıl, bembeyaz kanatlı bir kelaynak, üzerinde daireler
çizerek uçmaya başladı.
Küçük bir kız çocuğu zaman geçirmeden köy halkına haber
verdi, Kenhir de gut ağrılarını unutarak, becerebildiği kadar hızlı
koştu ve ustabaşının karısının önünde dikildi.
— Bilge kadın dağda kayboldu, değil mi?
— Hayat süresinin bittiğine inanıyordu.
— Geleneğe uygun hareket etti... Belgelere göre ondan
önceki de zirvede kaybolmayı tercih etmişti. Işık, sen bundan
böyle köyün yeni anasısın. Köyü korumanı, üzerine çökecek
bütün kötülükleri iyileştirmeni dilerim. Kelaynağı ilk gören
küçük kız, kucağında siyah-beyaz bir kediyle yaklaştı.
— Kedim hasta, dedi Işık'a. İyileştirebilir misin?
Işık elini can çekişen kedinin kafasına koydu. İçine tatlı bir
sıcaklık doluşan hayvanın mırıltıları giderek güçlendi, sonra
sinirlendi, pençelerini çıkardı. Küçük kız kucağından bıraktı
kedisini.
— Buraya gel, yaramaz! diye bağırarak peşinden seğirtti.
— Bilge kadın güçlerini sana aktarmış, dedi Kenhir. Bizim
için büyük talih! Evine taşınmak istiyor musun?
— Hayır, dedi Işık. O evi köyün en genç annesine bağışlayın.
Laboratuvarımı ve muayenehanemi kendi evimde kurarım.

60
— Öyleyse yandaki evi de kullanabilirsin. Bütçemizde böyle
bir giderin karşılığı var, hem daha geniş bir yere ihtiyaç duya-
caksın. "Bilge kadınlık" bu ada sahip olanın en iyi koşullar altında
yaşamasını haklı kılacak kadar önemli bir görev. Bu arada... gut
hâlâ çok acı veriyor. Yarın sabah ilk saatlerde muayene edebilir
misin beni?
— Cildinizin rengi iyi. Yarın görüşürüz.
Köy halkının hayranlık dolu, biraz da endişeli bakışları ara-
sında evine gitti. Artık herkes yeni bilge kadının göreve başladı-
ğını biliyordu. Nefer eşikte karısını bekliyordu.
Büyük bir sevgiyle kollarına aldı Işık'ı; genç kadın başını
kocasının omzuna yasladı.
— Son gücünü kullanarak bildiklerini bana aktardı, sonra da
terk etti bizi...
— Hayır Işık, sonsuza dek Hakikat Meydanı'na hâkim zir-
vede olacak. Sen de onun düşüncesini ve ışığını yaşatacaksın.
— Ya beceremezsem?
— O seni seçti, artık bu durumu değiştiremezsin.
Birbirlerine sarıldılar, on yıl önce, içlerinde kabul edilmeme
korkusuyla köye ilk geldikleri günü hatırladılar. Çıraklığın nere-
deyse tasasız günleri ne de çabuk geçmişti; ağır sorumlulukların
başkalarının omuzlarında olduğunu, ilerlemek için onların buy-
ruklarına itaat etmenin yeteceğini bilmek, ne rahattı! Ama bugün,
Nefer ustabaşı, Işık da bilge kadındı... Zevklerinin, tercihlerinin
bir önemi yoktu artık, önemli olan tek gerçek, loncanın refahı ve
işin ahengiydi. İyileştirme yetisini kaybetmemesi için, Işık'ın
çocuk doğurmaması gerektiğini de biliyorlardı üstelik. Yaşlan ne
olursa olsun, seveceği çocukları köyün erkekleri ile kadınlarıydı.
Korkunç bir fedakârlıktı bu, bu fedakârlığa dayanabilmek için
aralarındaki sevgiden başka güvenebilecekleri bir şey yoktu.

61
Köyün ana kapısında, alışılmadık bir kargaşa vardı. İnsanlar
birbirine girip kenetleniyor, itişip bağırışıyorlardı.
Yeni bir saldırıdan çekinen Nefer yaklaştı. Ustabaşını gören
köylüler açıldı, havasızlıktan boğulmak üzere olan Postacı Uputi
yerdeydi. Nefer ayağa kaldırdı postacıyı. Zavallı adam hâlâ solu-
ğunu düzeltmeye çalışıyordu.
— Haber... Haberlerim var... Firavunun mührünü taşıyan bir
mektup. Ustabaşı mührü söktü, Per Ramessu'daki başkentten
gelme kısa bir metin gördü. Tüm köy halkı Nefer'in çevresini
almıştı.
— Kraliyet gemisiyle yanındakiler birkaç gün önce baş-
kentten ayrılmış, dedi. Firavun Merneptah Büyük Ramses'in
cenaze törenini yönetmek için Teb'e geliyor, varlığıyla Hakikat
Meydanı'nı onurlandıracak.
A
On üçüncü bölüm
Köy daha önce hiç böyle bir hareketlilik yaşamamıştı. Yoğun
bir temizlik gerçekleştirmek için erkekler ve kadınlar ellerine
süpürgeler, fırçalar, bezler almış, Hakikat Meydanı'nın olabildi-
ğince görkemli görünmesi için çabalıyordu. Yardımcılar da katıl-
mıştı bu amansız çalışmaya, mezar kâtibi gündeliklerin yüksek
olmasına rağmen temizlikçiler getirtmiş, başta yemek yapmak
olmak üzere çeşitli işlerde görevlendirmişti. Hathor rahibeleriyse,
firavunu karşılamak için güzelleşmekle meşguldü.
Kapı muhafızı nereye yetişeceğini şaşırmış, görünürdeki
düzensizliğin kargaşasında umarsız kalmıştı. Çalışmaları yönetme
işi Firuze'ye verilmişti, genç kadın gevezelere göz açtırmıyordu.
Sol ekipten iki zanaatkar, dirseklerindeki ağrının süpürge
kullanmalarını engellediğinden yakınmış, ne var ki Işık'ın hazır-
ladığı merhem acılarını dindirince toplu angaryaya katılmak

62
zorunda kalmışlardı. Genellikle isteksiz görünen Kurtarıcı Şed
bile toplumsal heyecandan payını almış gibiydi.
Firuze Paneb'in evinin kapısına dayandığında, eşiğin kirli
olduğunu gördü. Lekesiz Uabet'in gebeliği ağır işlere katılmasını
engelliyordu engellemesine, ama buna rağmen evdeki bütün oda-
ları temizlemeye girişmiş, tek bir toz taneciği bile bırakmamıştı.
— Kocan nerede?
— Gördüğün gibi, üzerine düşeni tamamladı ve Nil kıyısına
yüzmeye gitti.
— Bu mevsimde çok tehlikeli bir şey bu yaptığı! Uabet
üzüntülüydü.
— Vazgeçirmek için elimden geleni yaptım... Ama Paneb'in
verdiği kararı uygulamasını kim engelleyebilir ki?
— Firavun öğleden sonra burada olacak... Hazırlanıp bay-
ramlıklarımızı giymenin zamanı geldi! Eğer Paneb zamanında
dönmezse çok kötü olur!
— Onu uyardım ama dinlemedi bile.
— Ustabaşına haber vermemi ister misin?
— Galiba yapacak başka şey yok. Nehrin suları yükselmeye
başlıyordu.
Nil kıyısındaki ölçümleri inceledikten sonra, uzmanların
görkemli, hatta benzersiz olacağını açıkladıkları bir yükselme
yaşanacaktı. Mısır'ın kocası, ekilebilir topraklarının doğurganlı-
ğının güvencesiydi, yeni firavun için daha iyi bir kehanet ola-
mazdı doğrusu.
Nehir kırmızıya dönüyordu, birkaç gün boyunca suları
içilmez olacaktı. Suların yüzeyinde güçlü akıntılar doğuyor, ada-
cıkların çevresinde anaforlar görülüyordu. Kabarmış sulara
dalmak, karşı kıyıya yüzüp geri dönmek için Paneb'in en sevdiği
mevsimdi bu. Çılgın akıntının kurduğu tuzaklardan daha oyala-
yıcı bir şey olabilir mi?

63
Paneb nehrin cilvelerinden korkmuyordu, çünkü o cilveleri
tahmin edebiliyordu. Akıntı boyunca süzülmeyi, tuzakların çev-
resinden dolaşmayı öğrenmişti. Ne var ki bu macera, hayatta
kalma ihtimali olmayan bir acemiye önerileceklerden değildi.
Kıyıya vardığında, iyi niyetli olmadıkları gözlerinden belli, yirmi
yaşlarında üç genç seslendi Paneb'e
— Kendini güçlü sanıyorsun, dedi, kızıl saçlı, iriyarı olanı.
— Sizden bir şey istemedim, çocuklar. Siz de beni görmemiş
gibi davranın.
— Senden daha iyi yüzerim... İddiaya girer misin?
— Zamanım yok.
— Tuhaf... Arkadaşlarımla iddiaya girmiştim oysa. Senin
ödlek olmadığını söylemiştim onlara.
— Benle girişmek istediğin iddia neymiş bakalım?
— Karşıya kimin daha hızlı gidip döneceği. Eğer kay-
bedersen, bize üç çuval arpa borçlanırsın, eğer kazanırsan, dayak
yemeden gitmene izin veririz.
— Adil bir iddiaya benziyor, dedi Paneb. Haydi öyleyse,
acelem var.
Ressam çırağının kusursuz balıklaması karşısında şaşkına
dönen kızıl saçlı, nehre atladı, aradaki mesafeyi kapamaya kararlı
görünüyordu. Bundan önce onlarca kez akıntıya üstün gelmişti,
bu nedenle yönteminin kusursuz olduğundan emindi. Rakibi
mutlaka yorgun düşecek, geçmesine izin verecekti.
Yanıldığını çabuk anladı. Paneb bir saniye büe aksamayan
bir düzenle çılgın kulaçlar* [Piramitlerin Metinlerindeki hiyeroglif
yazıların kanıtladığı gibi, Eski Mısırlılar daha sonra "crawl" olarak
adlandırılacak kulaç yöntemini kullanarak yüzüyorlardı.] atarak
ilerliyor, rakibini tehlikeye atılmaya zorluyordu. Kızıl saçlı,
yavaşlarsa yansı kaybedeceğinin bilincindeydi.

64
Ciğerlerini patlatmak pahasına da olsa Paneb'in peşinden
kopmamayı başardı. Paneb'in karşı kıyıya dokunduğunu gördü-
ğünde, onun birkaç dakika dinleneceğini umdu, ama dev adam bir
takla attı ve ters yönde yüzmeye devam etti. Vazgeçmek rezil
olmak demekti... Yorgunluğuna, kaslarındaki katılaşmaya rağmen
devam etti kızıl saçlı; rakibinin nehrin tuzaklarına yenik düşece-
ğini umuyordu şimdi. Kulaçları seyreldi, soluğu sıklaştı, aradaki
mesafe giderek açıldı. Gözünün ucuyla gördü ama, kanı dondu,
dehşet içinde kaldı. Bir timsah üzerine doğru geliyordu!
Kızıl saçlı geri döndü ama anafordan kaçamadı, birkaç sani-
yede gözden kayboldu. Timsah derine daldı, bu kadar kolay bir
avdan memnun olmalıydı. Paneb yorgunluk duymadan karşı
kıyıya vardı, arkasına baktı.
— Arkadaşınız nerede? diye sordu, nefretten gözleri karar-
mış gençlere.
— Boğuldu, dedi büyük olanı.
— Zavallı... Gücünün sınırlarını bilmiyormuş.
— Senin yüzünden öldü!
Cesur, sükûnetini korumaya çalıştı.
— Nil'in, boğulanları doğruca Osiris'in krallığına gönderdiği
söylenir... Arkadaşın için sevin, beni de rahat bırak.
İki genç yerden kocaman taşlar alıp Paneb'in üzerine
yürüdü.
— Kemiklerini kırıp, nehre atacağız seni... Bakalım o zaman
da hızlı yüzebilecek misin?
— Bana saldırırsanız kendimi korumak zorunda kalırım, o
zaman da başınız belaya girebilir.
— Kendini güçlü sanıyorsun, değil mi?
— Çekilin yolumdan!

65
Genç olanı elindeki taşı öylesine hızlı savurdu ki, neredeyse
tuzağa düşecekti Paneb. İçgüdüyle son anda başını kenara çekti
ama, taş şakağını sıyırdı. Elini şakağından sızan kana sürdü.
— Son uyarı, serseriler, hemen yolumdan çekilin!
Öteki de elindeki taşı fırlatmaya çalıştı, ama hareketleri çok
yavaştı. Paneb delikanlının suratına şiddetli bir yumruk vurdu.
Genç bayılıp yere yığıldı.
Arkadaşı Paneb'in üzerine atıldı ama önce göğsüne bir
dirsek, ardından da çenesine bir sağ kroşe yedi. Burnu kırıldı diz-
lerinin üzerine çöküp kendinden geçti.
— Dünya aptal dolu, diye üzüldü Paneb.
Nehrin kenarından, toprak yoldan iki kişi geliyordu.
"Eğer bunların arkadaşlarıysa, sükûnet kısa ömürlü olacak"
diye düşündü Cesur. Gelenler, yüzleri öfkeli, Güçlü Naht ile
Somurtkan Karo'ydu. Paneb daha önce ilkiyle dövüşmüş, ikinci-
siyle tartışmıştı.
— Bizi ustabaşı gönderdi, dedi Naht. Seni köye götürmemizi
söyledi.
— Geliyordum zaten, bu endişe neden?
— Firavun öğleden sonra gelecek, bütün ekiplerin eksiksiz
hazır olması gerek. Karo, kolları bacakları kırılmış gibi yerde
yatan çocukları gördü.
— Burada neler oldu?
— Bu iki serseri, arkadaşları boğulduğu için bana saldırdı.
Kendimi savunmak zorunda kaldım.
— Başın derde girebilir.
— Ne yani, kalkıp ağzımı burnumu kırmalarına izin mi
verecektim?
— Kendilerine geldiklerinde, seni şikâyet edeceklerdir.
— Benim lehime tanıklık eder misiniz?
— Kavga çıktığında burada değildik, diye itiraz etti Naht.

66
— Köye dönmemiz gerek, diye araya girdi Karo. Gerisini
sonra düşünürüz.
Bir haksızlığa kurban gitmek, Cesur'u çılgına çeviriyordu. Ne
var ki kurtulmak için hâlâ bir fırsatı vardı.
Gençlerden birini sağ omzuna, ötekini de sol omzuna yer-
leştirdi. Her ikisi de ağır olmasına ağırdı, ama genç dev yolun
sonuna kadar ses çıkarmamaya kararlıydı.
— Gidelim, bakalım, dedi iki zanaatkara. Yanlış anlama-
dıysam, kaybedecek zamanımız yok.
n
On dördüncü bölüm
Paneb iki genci 1. Tabya'nın muhafızlarının önünde yere
bıraktı. Biri inliyordu öteki hâlâ baygındı.
— Endişelenmeyin, dedi. Buralı değiller. Onlara göz kulak
olun, birazdan gelirim.
Hakikat Meydanı tam anlamıyla tertemiz, zarif ve çiçekliydi.
Beyaz evler tüm güçleriyle parıldıyordu. Köylüler de en parlak
renkli bayramlıklarını giymişti. Oynamak isteyen yumurcaklara
aldırmaksızın, doğruca ustabaşının evine koştu Paneb. Orada onu
karşılayan, özenle fırçalanmış tüyleri pırıl pırıl, Kapkara'ydı.
— Işık yardımına ihtiyacım var! Nefer göründü.
— Giyiniyorduk da... Firavun birazdan gelir.
— Biliyorum. Ama önemli bir şey var. Eğer bilge kadın
müdahale etmezse, başım derde girebilir.
— O önemli şey dediğin, yarına kadar beklese çok mu geç
kalırsın?
— Gerçekten bekleyemez... Işık'ın gelmesi iyi olur, yanına
malzeme de alsın. Tabiî ben taşıyacağım. Tedavi edilmesi gereken,
biraz örselenmiş iki kişi var da.
Birincisinin kaşının hizasında derin bir yarası vardı. Işık
yarayı inceledi ve kemiğin zarar görmediğini belirledi. Bir taraf-
67
tan kenarları birbirine bastırırken, yarayı dikti, üzerine iki
yapışkan şerit koydu* [Mumyaların ve tıbbî metinlerin incelen-
mesinden, bu buluşu Mısırlılara borçlu olduğumuzu öğreniyoruz.]
bal ve yağ karışımı bir pansuman yaptı. Yaranın cerahatlenme-
mesi için, kabuklar düşünceye kadar inek sütü ve arpa ununun
karışımıyla yapılacak bir merhem sürülmesi gerektiğini söyledi.
İkincisinin burnu kırılmış, dahası, çok da kan kaybetmişti.
Bilge kadın yumuşak bezler kullanarak yarayı temizledi, her bir
burun deliğini bala buladığı keten parçalarıyla tıkadı, üzerlerine
keten geçirilmiş mandallarla burnu sıkıştırdı. Kabuk bağlamanın
hızlandırılması için, neler yenmesi gerektiğini anlattı. İyi tedavi
görmüş olmaktan memnun gençler, daha fazla bir şey istemeden
gitti. Sağlıklarına kavuştuklarına göre, taş gibi yumrukları olan
genç devin yoluna çıkmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu artık.
— Sağ ol, Işık. Sen olmasaydın...
— Bir ana bazen sorun çıkaran çocuklarıyla uğraşmak zorun-
da kalabilir Paneb. Sen kendini unutturmamayı iyi biliyorsun.
— Bütün uyarılarıma rağmen ikisi de aptallık etti. Başkala-
rının salaklıklarından sorumlu tutulamam, değil mi?
— Gidip hazırlanalım. Firavunun gelişini kaçırmak istemez-
sin, değil mi? Yüz kapılı Teb kaynıyordu. Kraliyet filosu birazdan
iskeleye yanaşacaktı, seçkinler bu anı kaçırmamaya kararlıydı.
Bütün kent halkı, onurlarına büyük bir şölen düzenlenen firavun
ve eşini alkışlamak için kıyıya akın etmişti. Şölende sert biralar
içilecek, sarayın sunduğu yemekler yenecekti. Büyük Ramses gibi
bir hükümdarı kaybetmenin üzüntüsü, yerini Merneptah tara-
fından yönetilmenin sevincine bırakmıştı: Merneptah'ın Teb'e
gelmesi bile, iktidarın sürekliliği ve geleneklerin devamının belir-
tisi değil miydi?
Amon başrahibi tarafından kabul edildikten sonra, firavun
ve eşi güney başkentinin belediye başkanının saygı sunuşuna

68
tanıklık edecekti. Daha sonra Nil'i geçip bati yakasına çıkacaklar
ve yerel yöneticiler tarafından karşılanacaklardı. En sonunda da
Krallar Vadisi'ndeki Hakikat Meydanı'na gidip Ramses'in cenaze
törenini yöneteceklerdi.
Bu güzel program, tırnaklarını kemirme alışkanlığına kapıl-
mış Komutan Mehi'yi mutlu etmiyordu.
— Merneptah korktuğumuz gibi tutucu çıktı, dedi hangi
gerdanlığını takacağına bir türlü karar veremeyen karısına.
— Bu seni gerçekten şaşırtıyor mu, tatlı sevgilim?
— Aslında, gerçekten de daha iyisini ummuştum...
Firavun kendisini Amon başrahibinin temsil etmesini iste-
yebilirdi ne de olsa. Ama bizzat kendi geliyor, üstelik kraliçe ve
bütün saray erkânıyla birlikte! Kaldı ki bazı eski memurlarla
görüşmekle de yetinmiyor... Bir de o lanet olası köye gidip zana-
atkarları sakinleştirecek!
— Umutsuzluğa kapılma, şu buruşuk gömleğini de değiştir.
Üzerindeki yeterince gösterişli değil.
— Her şeyi hafife alıyorsun Serketa!
— Sızlanmak neye yarar ki? Hiçbir firavunun Ramses'in
şanına ulaşamayacağını herkes biliyor. Demek ki karşımızdaki
rakip çok daha güçsüz, belki de avucumuza alabileceğimiz birisi.
— Aklından bir şeyler mi geçiyor yoksa? Serketa bir kedi
gibi cilve yaptı.
— Olabilir...
— Anlat.
— Önce gömleğini değiştir. Erkeklerin hayran kaldığı,
kadınların âşık olduğu zarif ve varlıklı bir yönetici gibi görün-
meni istiyorum. Ama o kadınlardan biri yanına yaklaşmaya kal-
karsa, gözlerini oyarım onun, bilmiş ol!
Komutan Mehi canını yakıncaya kadar bileklerini sıktı karı-
sının. — Açıkla, dedim. Çabuk ol!

69
— Muhbirimizin sayesinde, Nefer'in loncanın tartışmasız
önderi olduğunu öğrendik. Öyleyse neden adını lekelemeyelim?
Eğer kralın eline zanaatkarların ustabaşısının görevine layık
olmadığını kanıtlayan belgeler geçerse, firavun iyi bir şef bula-
maz, bu da Hakikat Meydanı'nın sonu olur. Bakarsın Merneptah
Hakikat Meydanı'nı dağıtmayıp yönetimini yetenekli ellere teslim
eder.
— Örneğin, dostum Abri, batı yakasının başyöneticisi! Ser-
keta'nın gözleri ışıldadı.
— Onun hizmetlerinden sonuna kadar yararlanmanın
zamanı gelmedi mi?
— İyi ama inandırıcı bir dosya hazırlayacak zamanımız yok
ki...
— Hazırlandı bile, tatlı sevgilim benim. Birçok yazıyı taklit
ettim, Nefer'i beceriksizlikle, sivil yetkililere itaatsizlikle, aşırı
bağımsızlık eğilimiyle, özellikle de baskıcı iktidar hırsıyla suçla-
yan resmî görünüşlü belgeler hazırladım... Fırsatın üzerine atla-
yacak, ustabaşını alaşağı edecek bir iki zanaatkar çıkar elbet.
— İşte bu planı çok beğendim.
— Benimle gurur duymuyor musun, aşkım?
"Bir akrepten de daha tehlikeli" diye düşündü Mehi. "Onunla
ittifak yapmakla haklıymışım."
Yanakları pörsük, saçları terden yapış yapış, gözleri dalgın
Abri Teb komutanını ve başhazinedarını endişeli bir dikkatle din-
lemişti.
— Bu plan tehlikeli olduğu kadar da güç, Sevgili Mehi... Bana
kalırsa...
— Ne tehlikeli ne de güç! Firavun batı yakasına ayak basar
basmaz, bu dosyayı eline tutuşturacaksın. Senden gelen bir bel-
genin ciddiyetinden kimse kuşkulanmaz. Merneptah Hakikat
Meydanı'na gitmeden önce belgeleri inceleyecek zaman bulur,

70
Nefer'in bu işe layık olmadığını görür. Seni loncanın yöneticili-
ğine atar, düzeni yeniden sağlamakla görevlendirir. Zamanında
Ramses'i uyarıp bu zanaatkarların dayanılması güç ayrıcalıklar-
dan yararlandığını söylediğini hatırlatırsan, işin daha da kolay-
laşır.
— Beni ilk safta çarpışmaya zorluyorsunuz.
— Senin iyiliğin için Abri! Kral uyanıklığın için seni ödül-
lendirecektir.
— Gölgede kalmayı, ortalıkta görünmemeyi tercih ederdim.
— Eğer bu dosya, kim taralından verildiği bilinmeden fira-
vunun eline geçer de Merneptah bilgelerin dünde kalmış öğütle-
rini dinleyip imzasız ihbarlara yüz vermemeyi kararlaştırırsa
bütün çabamız boşa gider. Bu yüzden sadece senin gerçekleştire-
bileceğin resmî bir girişime gerek var.
— Yine de oldukça duyarlı bir konu...
— Kaybedecek hiçbir şeyin yok, ama dünyayı kazanabilirsin.
Biraz cesaret Abri, ondan sonra Hakikat Meydanı ayaklarımızın
önüne serilecek!
— Firavun Merneptah'ı tanımıyorum ki... Bakarsınız, beni
dinlemeye bile yanaşmaz.
— Bölgenin en yüksek memuru, bati yakasının başyönetici-
sini dinlememek mi? Sayıklıyorsun! Tam tersine, bu değerli
müdahalen için kutlayacaktır seni.
— Bence en doğrusu yeni hükümdarın tutumunu izlemek,
uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra harekete geçmek...
— Bu dosyayı Merneptah'a vereceksin Abri. Ben böyle karar
verdim. Resmî karşılama törenine hazırlan, yanlış adım atma-
maya bak. Yakında görüşürüz, sadık müttefik.
Abri dertsiz ve örnek bir yönetici olmayı istemez miydi
sanki? Mehi'yle tanıştığında, tek başına kurtulamayacağı bir çalı-
lıktan çıkabilmesi için kaderin imdadına yetiştiğini düşünmüştü;

71
en kötüsünü yapmaya hazır acımasız bir yırtıcının avucuna düş-
tüğünü anladığında çok geçti.
Komutan Mehi başından beri korkutmuştu Abri'yi. Onun
karşısındayken bütün her şeyi unutuyor, itaatten başka çıkar yol
bulamıyordu. Komutan gittikten sonra, gölgesi çevrede dolanı-
yordu sanki, bu nedenle Mehi'nin bıraktığı belgeleri incelemeye
koyuldu.
İftira büyük bir beceriyle serpiştirilmişti belgelere. Zehirli ve
kurnaz suçlamalar Nefer'i kesinlikle batıracaktı.
Batı yakasının başyöneticisi, yani Hakikat Meydanı'nın
koruyucusu olarak, bir ustabaşının mesleğini böylesine yıkmaya
hakkı var mıydı? Vicdanından yükselen soluk, sadece bir an
sürdü. Görevini yapmazsa, Mehi'nin tepkisinin acımasız olaca-
ğından emindi.
Abri'nin kurtarması gereken meslek hayatı, kendisininkiydi.
Dosyayı Merneptah'a sunmaya karar verdi.
O
On beşinci bölüm
Firavunun korteji köyün güvenliğini sağlamakla görevli
polislerin dikkatli bakışları arasında "beş duvar"ı geçti. Kuşkusuz,
firavunun güvenliğini özel muhafızları sağlıyordu ama, yine de
Şef Sobek adamlarından olabildiğince titiz olmalarını istemişti.
Çalışmalarım sürdürdükleri alanda, tek bir yardımcı dahi
eksik değildi. İlk sıradaki demirci ile çömlekçi, Büyük Ramses'in
vârisi olmak gibi ağır bir yükü omuzlayan yeni hükümdarı
yakından görme fırsatına erişti.
Oval yüzlü, büyük kulaklı, uzun burunlu, kalın dudaklı, zayıf
ve dik duran hükümdarın başında, düşmanlarını yok etmekle
görevli altın kobranın süslediği bir peruk vardı. Merneptah plili
bir peştemala sarınmış, belini de tokasında panter kafası bulunan
bir kemerle sıkmıştı. Bileklerinde altın bilezikler vardı. Altmış beş
72
yaşındaki kralın yanında, hükümdarın annesi, Büyük Ramses'in
ikinci karısıyla aynı adı taşıyan Güzel İşet. Firavuna verdiği iki
erkek evlattan biri, daha önce sadece bir firavunun, Ramses'in
babası I. Seti'nin almaya cesaret ettiği ürkütücü adı taşıyordu,
'Tanrı Seth'in adamı."
Olağanüstü ince dokunmuş keten elbisesinin içinde son
derecede zarif görünen altmış yaşındaki zinde kraliçe, sağ elinde
hayatın simgesi olan gamalı bir haç taşıyordu. Kraliyet çiftinin
ardından vezir, sivil ve dinî yönetimin ileri gelenleri yürüyordu.
Köyün ana kapısının önünde duran tıraş olmuş, kokular sürün-
müş muhafız, bir türlü mızrağını ve sopasını nasıl tutacağını
bilemiyordu.
Vezir firavuna bir tapınak yapmak için kullanılacak ölçü ve
oranları gösteren, altından yapılmış tuhaf bir önlük verdi. Luksor
rahibelerinin başı da kraliçenin ağır altın gerdanlığının ucuna,
Tanrıça Maat'ı temsil eden bir heykelcik taktı.
— Muhafız, dedi firavun. Karşında Hakikat Meydanı'nın
efendisi ve ahenk yasasının yeryüzü temsilcisi var. Köyün kapısı
açılsın.
Nöbetçi, anlaşılır ve kesin bir buyruk almaktan mutlu, deni-
leni yaptı, kapıyı açtı, ama hemen sonra kapayarak, korteji dışa-
rıda bıraktı.
Bir ucunda güneşten bir taç olan koç başlı ağır bir asa
taşıyan Suskun Nefer, firavun ve eşini görmek için toplanmış
köylülerin arasından çıktı. Nefer'in elindeki asa, Tanrı Amon'un
bu küçük topluluğun arasında bulunduğunu belirtiyordu. Dualar
ona yükselirdi, yakarışların önce ona yöneltilmesi gerekirdi.
Endişe yürekleri sıkıştırıyordu. Merneptah'ın ciddi, nere-
deyse düşmanca olan bakışları endişeyi daha da artırdı.

73
Seyircilerden neredeyse bir kafa daha uzun olan Paneb, yeni
hükümdarın kolay kolay kandırılamayacak birisi olduğunu
düşündü.
Nefer, kafasına güneş ışınlan gibi dağılan, geniş bir kurde-
leyle tutturulmuş bir peruk takmış, tören peştemalına sarınmış,
omzuna da çaprazlama bir kırmızı eşarp bağlamıştı. Hem sol ekip
önderi, hem de mezar kâtibi, karşılama konuşmasını Nefer'in
yapmasını istemişlerdi.
— Haşmetmeap, Büyük Ramses'in ebedî istirahatgâhı onun
ışıktan vücudunu kabule hazır, ben de Hakikat Meydanı'nı elle-
rinize bırakıyorum.
Konuşma bitmişti. O anın ciddiyetine rağmen kendini
gülümsemekten alamadı Paneb. "Suskun adım gerçekten hak
ediyor" diye düşündü, "ama bu kez haksız, bir firavun daha fazla
dalkavukluk bekler."
— Tanrılar göğü, toprağı, hayat soluğunu, ateşi, ilahları,
yaratılışın taçlanması değil de öğeleri olan insanlar ile hayvanları
yarattı, dedi firavun. Heykeltıraş o, kendini örnek aldı, heykeli
yapılmamış heykeltıraş, sonsuzlukta giden. En saf altın bile onun
parıltısıyla karşılaştırılamaz. Üzerinde yürünen her yer onun;
firavun onun tapınaklarındaki taşlan ölçer. Yere ipi geren, tapı-
nakların olmaları gereken yere dikilmesini sağlayan da odur. Bu
toprakların üzerinde yükselen duvarlardan hiçbiri onun gücün-
den arındırılamaz, çünkü sadece o gerçek gücü belirtir. İlahî
mimar dünyaları yaratarak kendini gösterdi ve eserinin sırrını
aktardı; burada, Hakikat Meydanı'nda, sadece Tanrı'nın yaptıkla-
rının gerçekleşmesi öğretiliyor. Doğru mu, Ustabaşı, lonca da
böyle yaşayıp, böyle mi düşünüyor?
— Firavunun adına, yemin ederim.
Kenhir ürperdi. Kralın söyledikleri, lonca konusundaki bil-
gisinin derinliğini gösteriyordu, ama aynı sözler Nefer'i tehlikeye

74
atılmak zorunda bırakıyordu. Eğer hükümdarın yapacağı kesin
bir suçlama varsa, ustabaşının yalan yemin ettiğini ileri sürebilir,
onu idamla cezalandırabilirdi.
— Söz konusu ister bir ülke isterse bir lonca olsun, adil bir
yönetim sadece armağan ve fedakârlıkla gerçekleşir, diye sür-
dürdü Merneptah sözünü. İnsan ne kadar varlıklıysa, o ölçüde
cömert olmalıdır. Tanrıların verimli kılması için İki Ülke'yi ver-
dikleri firavun, kullarından her birinin refahıyla ilgilenir. Sizlere,
Hakikat Meydanı'nın zanaatkârlan sizlere alet, yiyecek, giyecek
ve köyünüzde mutlu yaşayıp Maat'ın eserini tamamlamanız için
ne gerekiyorsa vereceğim. Taç giymemi kutlamak için, dokuz bin
balık, dokuz bin ekmek, sayısız et, yirmi büyük küp yağ ve yüz
büyük testi şarap verilecek.
Paneb neşeyle bağırmaya hazırdı, ama endişe herkesin çene-
sini kilitlemiş gibiydi. Köyün devam edeceğini gösteren harika
haberlere rağmen, hâlâ üzerlerinde ağır bir tehdidin dolaştığını
hissediyordu zanaatkarlar.
— Bu loncanın görevi, varlık nedeni, tanrıların tasarılarını
maddede canlandırmaktır, diye hatırlattı Merneptah. Bunu başar-
mak için yönetme ve yönlendirmeye ehil ustabaşılar gerek.
Mühürlü papirüsleri açarken, gerektiğinde sopa kullanmak da
onların görevi. Gerçek bir önder, her şeyden önce esere ve lonca-
sına hizmet etmeyi bilmeli, gemiyi yönetirken eli titremeden
dümeni tutabilmeli, taze ve sağlıklı suyla dolu bir kuyu gibi, işin-
de büyüklüğünü kanıtlamalı. Layık olmadığı bir iş için bir cahili
ya da aptalı görevlendirenin, yönetmeye hakkı olamaz. Bir zorba
gibi davranan ve kendine ayrıcalıklar tanıyan bir ustabaşı da aynı
cezaya çarptırılır.
Gerginlik birden artmıştı.
Herkes firavunun dile getirdiği şikâyetlerin Suskun Nefer'e
yönlendirilmiş suçlamalar olduğunu anlıyordu.

75
Firavun öfkesinin ateşiyle yok olmak tehlikesiyle karşı kar-
şıya olan kocasına aşkını tüm yoğunluğuyla aktarabilmek için,
gözlerini Nefer'e dikmişti Işık.
— Batı yakasının başyöneticisi senin hakkında son derecede
ciddi bir rapor verdi, Nefer. Raporu dikkatle okudum, kararım
kesin: hataların nedeniyle istifa etmen gerekir.
— Haşmetmeaplarının iradesi buysa... Ama önce neyle suç-
landığımı öğrenebilir miyim?
— Her şeyden önce loncanın varlığını kullanarak zengin-
leşmek. Kenhir birkaç adım atarak ortaya geldi.
— Haşmetmeap, mezar kâtibi ve Hakikat Meydanı'nın yöne-
timinden sorumlu kişi olarak, bu suçlamanın hiçbir temele
dayanmadığını kanıtlamak isterim. Nefer tüm kurallara uygun
olarak, vezirin onayıyla verilmiş evde oturuyor, o evin yanında da
karısının, köyün bilge kadının çalışması için gerekli laboratuvar
ve muayenehane var. Saygıdeğer Maat Kâtibi Ramose gibi, usta-
başı da yasadan yararlanabilir, tarlalar ve sürüler alabilirdi. Ne
var ki o, tüm zamanını işine ayırdı.
— Tamam işte, Mezar Kâtibi. Bana verilen belgelere göre
Nefer zanaatkarların ittifakıyla seçilmemiş, bir zorba gibi hareket
edip, zorbalığını oturtmak için kuvvete başvurmaktan da çekin-
memiş.
— Tümüyle yanlış, Haşmetmeap! diye haykırdı Paneb.
Burada bulanan herkes, hepimiz, yüreğimizden seçtik Nefer'i. Bu
karara üzülen tek bir kişi var, o da kendisidir!
— Bu sözler yeterli değil, dedi hükümdar. Herkes ustabaşının
davranışı hakkında ne düşündüğünü özgürce söylesin.
İlk sözü Kurtarıcı Şed aldı, yalan söylemeye cesaret edecek
olanları cezalandıracağına yemin eden Paneb'in ateşli açıklama-
larına katıldı. Ne var ki dev adamın tehdidini gerçekleştirmesi
gerekmedi, çünkü ne bir zanaatkar ne de bir Hathor rahibesi

76
Suskun Nefer aleyhinde tek bir söz söyledi. Hain bile kendini belli
etmekten, şimşekleri üzerine çekmekten korkmuş, ustabaşının
yüceliğini anlatmıştı. Son noktayı Kenhir koydu, loncanın doğru,
yetenekli, adil bir ustabaşı seçerek, en sağlam kararı verdiğini
açıkladı. Ne var ki kesin kararı verme hakkı, sadece firavuna aitti.
Kendi buyruğundaki yüksek memurlardan birini yalancı ilan
etmek göründüğü kadar kolay olabilir miydi?
— Babam Büyük Ramses Hakikat Meydanı'nı karalamaya
yönelik iftira ve saldırılara karşı uyarmıştı beni, dedi firavun.
Ustabaşının yok yere suçlanacağını, tüm loncanın lekeleneceğini
ve böylece yok edilmesi gerektiğine karar verileceğini tahmin
ediyordu. Bu nedenle ziyaretimden hemen önce bana sunulan bu
iftira dosyasını alınca şaşırmadım, ama sizleri, hepinizi dinlemek,
sizleri birbirinize yaklaştıran bağların sağlamlığından emin olmak
istedim, şimdi rahatladım. Yaklaş Nefer.
Firavun altın önlüğü Suskun'un beline bağladı.
— Seni Hakikat Meydanı üzerindeki iktidarımı temsil
etmekle görevlendiriyor ve öncelikli iki sorumluluk yüklüyorum:
Krallar Vadisi'nde ebedî istirahatgâhımı yapmak, batı yakasında
da milyon yıllık tapınağımı inşa etmek.
Firavun Merneptah Nefer'in boynuna kollarını doladığında,
o saniyeye kadar tuttukları solukları boşalttı zanaatkarlar ve
yüreklerden gelen neşeli haykırışlar yükseldi.
A
On altıncı bölüm
Öteki yüksek görevlilerle birlikte köyün dışında bekleyen
Batı Yakası Başyöneticisi Abri, alkışları duydu. İlk sesler firavu-
nun adını çağırıyordu, sonrakiler de Nefer'in.
Başyöneticinin daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu.
Anlaşılan girişimi kesin bir başarısızlıkla sonuçlanmış, ustabaşı
tüm iddiaları çürütmeyi bilmişti. Onu görevi başında bırakmakla,
77
Merneptah Abri'yi inkâr ediyor, Hakikat Meydanı'nın gücüne güç
katıyordu.
Başyönetici arabasına ulaşabilmek için bazılarının ayakla-
rına bastı.
— Rahatsız mısınız? diye sordu meslektaşlarından biri.
— Sıcaktan olacak... Biraz dinlenmeye ihtiyacım var.
— İsterseniz gölgeye uzanıp birkaç dakika dinlenin.
— Hayır, evime dönsem daha iyi olacak.
— Eğer yokluğunuzun farkına varırsa, firavun çok kızar.
Abri cevap vermedi, arabasına bindi, dizginleri tutan askere
hareket etmesini işaret etti. Yüksek memurların büyük bölümü
olanları izleyip şaşkınlıklarını belli etti. Başyöneticinin böylesine
tuhaf davranması için, çok önemli bir nedeni olması gerektiğini
düşündüler.
Abri'nin evi boştu. Karısı, kraliçenin bölgenin bütün yüksek
hanımlarını kabul edeceği Teb Sarayı'na davetliydi, çocuklar Nil
kıyısında düzenlenen büyük kutlamalara katılıyordu, hizmetçilere
de iki gün izin verilmişti.
Artık ayaklarının önünde derin bir uçurum vardı.
Mutlaka bir hayırsever çıkacak, Abri'nin bir zamanlar
Hakikat Meydanı'nı ortadan kaldırmak istediğini, görevine devam
etmesini de Ramses'in iyi niyetine ve cömertliğine borçlu oldu-
ğunu Merneptah'a hatırlatacaktı. Yeni firavun aynı hoşgörüyü
göstermeyecekti kuşkusuz, hele Abri'nin verdiği belgelere daya-
narak neredeyse büyük bir haksızlık yapmak üzere olduğunu
düşününce.
Gözden düşme, halkın gözü önünde aşağılanma, en hafi-
finden sürgün, en kötüsünden de idam... Göreceği işkenceleri
düşününce sıcağın etkisiyle uyuşmuş bütün vücudu ürperdi.
Biraz serinlemek istedi, evden çıkıp mavi ve beyaz nilüferlerle

78
kaplı küçük havuzun yanma, çiçekli kameriyenin gölgesine
sığındı.
Kararım orada verdi: uçuruma düşerken yalnız olmayacaktı.
Bu felaketi, entrika ve komplo ustası Komutan Mehi'ye borçluy-
du. Bu durumdan zarar görmeden kurtulamayacağına göre, her
şeyi anlatacaktı Abri. Böylelikle baş suçlunun da cezalandırılma-
sını sağlayacaktı. Çok doyurucu bir teselli değildi bu kuşkusuz,
ama dürüstlüğünü göstereceği başka bir fırsat çıkmayacaktı kar-
şısına.
— Abri... Yalnız mısın?
Sanki bir böcek sokmuşçasına sıçradı başyönetici, sonra
kadın sesinin geldiği defne ve gül ağaçlarına doğru döndü.
— Benim, Serteka... Birlikte görünmememiz gerek.
— Tabiî, tabiî... Endişelenmeyin, evde kimse yok. Serteka
göründü, tanınmaz bir haldeydi. Peruk, makyaj ve elbise bam-
başka bir kadın yapıvermişti onu.
— Mehi size yardım etmem için gönderdi beni.
— Ya...
— Durum ciddi, ama her şeyi düzeltmenin yolunu buldu bile.
— İmkânsız!
— Bu kadar kötümser olmayın canım. Elimde firavunun
öfkesini yatıştıracak bir belge var.
Abri kulaklarına inanamadı, yine de Serketa'nın uzattığı
papirüsü okudu. Okuduklarından dolayı ağzı açık kaldı. Batı
yakasının başyöneticisi bir türlü denetim altına alamadığı bu
kurumdan uzun zamandır nefret ettiği için Hakikat Meydanı'nı
lekelemeye, ustabaşına da kara çalmaya niyetlendiğini itiraf edi-
yordu. Vicdan azabına dayanamamış, intihardan başka çıkar yolu
olmadığına karar vermişti.
Hâlâ şaşkınlık içindeyken, birden başka bir gerçeği anladı.
Serketa papirüsü rulo yapıyordu.

79
— Bu yazı... benim yazım olduğuna yemin edebilirdim!
— Yazınızı taklit etmekte hiç zorlanmadım, birazdan da bu
üzüntü verici vasiyete mührünüzü basacağım.
— Ölmeye niyetim yok, intihan da hiç düşünmüyorum. Sizi,
kocanı ve seni ihbar edeceğim!
— İşte ben de bundan korkuyordum, Sevgili Abri, onun için
de zaman geçirmeden müdahale etmem gerektiğini düşündüm.
Serketa'nın gözüne soğuk bir öfke yerleşti, şiddetle başyö-
neticiyi itti, nilüferli havuza düşürdü.
Abri hiçbir zaman iyi bir yüzücü olamamıştı, tören giysileri
hareketlerini daha da güçleştirdi, yuttuğu sular soluğunu tıkadı,
hareketsiz kalana dek başını suyun altında tutan Serketa'ya dire-
nemedi.
Kadın derin bir soluk aldı, sonra başyöneticinin elinden
çıkma, hükümdarına karşı suç işledikten sonra kendi cezasını
kendi eliyle vermekten başka çıkar yolu kalmadığını belirten
belgeyi Abri'nin masasının üzerine bıraktı. Büyük Ramses'in
cenaze malzemesini taşıyabilmek için yüz asker, yakınlardaki
tapınaklardan gelme seksen bağış taşıyıcısı, kırk denizci, iki yüz
yüksek memur gerekmişti, bir de Hakikat Meydanı'nın iki ekibi
ile Hathor rahibeleri. Tören için rahip olarak görevlendirilen
zanaatkarlar yeni keten elbiselerini ve papirüsten yapılma sanda-
letlerini giymişti. Kurala uygun davranmışlar, cenaze töreninden
bir gece önce eşleriyle cinsel ilişkiye girmemişler ve sadece belirli
şeyler yemişlerdi.
İçlerinde en gururlusu, Araştırmacı İpuy'du kuşkusuz. Balık
tutma ya da çamaşır yıkama olan gündelik faaliyetlerin büyük
bölümünü bitirmiş, firavunun sağında yürüyecek yelpaze taşıyı-
cısı olarak seçilmişti. Yaldızlı bir "diriliş rahibi" elbisesi giymişti;
görevi mumyanın ağzını, gözlerini ve kulaklarını açmak, böyle-
likle ebedî istirahatgâhın sırrında, dirilişe ulaşmasını sağlamaktı.

80
Yaldızlı tahtadan koca bir yatağı yüklenmiş olan Paneb'se,
ölü firavunun öte dünyaya yolculuğunda yanına alacağı akıl
almaz hazinelere hayranlık ve şaşkınlıkla bakıyordu: altından
yapılmış tanrı heykelcikleri; değerli madenlerle, kokularla, mer-
hemlerle, kumaşlarla ve mumyalanmış yiyeceklerle dolu sandık-
lar; asalar, taçlar, kayıklar, aynalar, sunak masaları, yaylar, ayna-
lar, papirüs, parçalara ayrılmış savaş arabaları ve daha bir sürü
sanat harikası! Ramses'in, kral ruhunun değişimine tanıklık
edecek dünyası.
Bütün bu değerli eşya, yüz kadar kandilin aydınlattığı mezar
girişine bırakıldı. Bırakılanları Ramses'in son evinin çeşitli me-
kânlarına yerleştirmek Hakikat Meydanı zanaatkârlarının göre-
viydi; Büyük Ramses'in ebedî istirahatgâhına sadece onlar girebi-
liyordu.
Merneptah ustabaşının, sol ekip şefinin ve taş yontucuların
lahde yerleştirdikleri mumyanın diriltilmesi törenini başlattı-
ğında, mezarın içine derin bir sessizlik çöktü. Nefer Işığın
Oğlu'nun ölümden sonraki kaderini mühürleyecek taş kapağı
büyük bir dikkatle lahdin üstüne yerleştirdi. Merneptah, Nefer
dışında bütün zanaatkarların mezardan çıkmasını buyurdu. Sonra
kral lahdin öte tarafındaki sunağa yöneldi, her bir ayrıntısı büyük
bir dikkatle uygulanmış olmasına rağmen, eserin el değmemiş
kayada bittiğini gördü.
— İnsanların anlayabildiklerinin ötesinde bir bilinmez vardır,
dedi firavun. İçinden çıktığımız, doğru bir hayat sürmüşsek içine
döneceğimiz dölyatağı. Lahdi Işık Taşıyla mı canlandırdın, Usta-
başı?
— "Hayatın efendisi", Ramses'in varlığını yüzlerce yüzyıl
dokunulmamış olarak koruyacak bir Işık Taşı'na dönüştürdü.

81
Merneptah Ameni'yi, ölü firavunun sadık kâtibini düşündü.
Çok yaşlanmış olan kâtip, Karnak'a çekilerek Ramses'in, ölü fira-
vunun şanını daha da yayacak hayatını yazmaya koyulmuştu.
Firavun lahdin başucuna bir kandil bıraktı. Yumuşak bir
aydınlık yayan kandil, ruh kuşunun gecenin deneylerine atılıp
güneşe doğru kanat açmadan önce beslenebilmesi için gerekliydi.
Alev yükseldiğinde, lahdin başucunda bir hare göründü.
Nefer öteki kandilleri söndürdükçe, "hayatın efendisi'nin taşı
sönük kandillerin gücünü topluyor, böylelikle her geçen an
giderek güçlenen bir kaynağa dönüşüyordu.
İki adam mezardan çıkarken lahit, karanlıkların düşman
değil, doğurgan görünmeye başladığı odaya ışığını yayıyordu.
Ustabaşı, hiyeroglifler ile tören resimlerinin insan gözünden
uzakta canlandıkları, kendilerine özgü bir yaşam sürüp Ramses'in
görünmeden de olsa ülkesini yönetmesini, halkına yıldızların
yolunu göstermesini sağlayacakları ebedî mezarın kapısını ka-
padı.
Nefer son olarak da, bağlanıp kelleleri uçurulmuş düşmanlar
üzerinde dokuz çakallı mührü gömütün ana kapısına vurdu.
Anubis sayesinde hiçbir kötülük yaklaşamayacaktı mühürlü
kapıya.
— Senden, dürüstlüğünden ve yeteneklerinden hiç kuşku
duymadım, dedi hükümdar ustabaşına. Tüm lonca üyelerinin
altın önlüğü taşımaya layık olduğuna inanmaları için zorlu bir
deneyden geçirdim seni.
n
On yedinci bölüm
Şef Sobek öylesine öfkeliydi ki, söylemek istediklerini anla-
tacak kelime bulamıyordu.
— Kenhir, firavunun söylediklerini duydunuz değil mi?
Ustabaşımızın adına leke sürüp batırmak isteyen Abri'ymiş, batı
82
yakasının başyöneticisi! Bana kalırsa başka kanıta gerek kalmadı,
öyle değil mi? Bunca yıldır bize zarar vermek isteyen alçak
oymuş.
Mezar kâtibi yıkılmış görünüyordu.
— Böylesine önemli bir yüksek memur, nasıl olur da bu
kadar aşağılık bir işe kalkar? Hem de Hakikat Meydanı'nı koru-
makla görevliyken, burayı yıkmaya çalışmak!
— Resmî bir şikâyet dilekçesi hazırlayın.
— Firavunun yeterince öfkeli olduğunu görmedin mi? Abri
yalancılıkla, resmî belgeler üzerinde değişiklik yapmakla ve her-
halde firavunu kandırmaya çalışmakla suçlanacak. Görevinde
kalabilmesi imkânsız artık, üstelik ağır bir cezaya da çarptırılacak.
— Bu durumdan yararlanıp, beynimi kemiren bir bilmeceyi
de çözmek isterdim. Emrim altındaki polis memurunu o mu
öldürdü yoksa bir suç ortağı mı vardı? Soruşturmada taraf olabi-
lirsek ben de işe karışabilir, hatta suçunu itiraf ettirebilirdim, diye
düşünüyorum.
— Bunu söyleyeceğini biliyordum... Dilekçe hazır.
— Bir de bana Hakikat Meydanı adına, köy dışında soruş-
turma yetkisi vermeniz gerekecek.
— Başvuru vezirin önüne kondu bile.
Sobek, geçimsizliğine rağmen Kenhir'in neden mezar kâtip-
liğine getirildiğini anladı. Ekip şefleri için olduğu kadar, Kenhir
için de kutsal bir yerdi Hakikat Meydanı.
Firavunun orada bulunması nedeniyle, görev yerinden
ayrılıp Abri'yi sorguya çekemiyordu, ama bu arzuyla yanıp tutu-
şuyordu doğrusu. Şu anda yaralıydı haydut, bu haliyle onu
konuşturmak çocuk oyuncağı olacaktı.
— Umarım, Hakikat Meydanı'na zarar vermeye çalışan bir
çetenin başında değildir, dedi Kenhir.

83
— Ben bundan eminim, diye itiraz etti polis şefi. Yine de
üzerimizdeki tehditlerin sona erdiğine inanamıyorum.
Konuşma, heyecandan gergin görünen Postacı Uputi'nin
görünmesiyle kesildi.
— Korkunç bir haber. Abri evinde, ailesi ve hizmetçiler dışa-
rıdayken intihar etti !
— İntihar olduğu nereden belli? diye sordu Sobek.
— Abri bir mektup bırakarak intiharının nedenini açıklamış.
Firavuna yalan söylediğini itiraf ediyor ve ağır bir ceza almaktan,
muhtemelen de ölüme mahkûm edilmekten korktuğunu yazı-
yormuş. Gözden düşmeye dayanamamış, günahlarının bağışlan-
ması dileğiyle ölümü seçmiş.
Firavun ve eşi, Hakikat Meydanı'nda Büyük Ramses için
yapılmış küçük saraya yerleşmiş, hemen yandaki tapınakta sabah
ayinini kutluyordu. Aynı anda en küçüğünden en gösterişlisine
kadar Mısır'ın bütün tapınaklarında firavunun resmi canlanıyor,
aynı hareketler yapılıp, aynı sözler söyleniyordu. Ayinleri yöne-
tenler, sadece firavunun, Maat'ın yeryüzündeki varlığını korumak
için tanrılarca biçimlendirilmiş hükümdarın adına seslendiriyordu
duaları. Merneptah ile Nefer, köyün ana tapınağının yanındaki
yaşamevine gitti. Kenhir elinde "ışığın güçlerini", başka bir
deyişle Bilim Tanrısı Tot ile Bilgelik Tanrısı Osia'nın eserlerinden
ve tapınma yöntemlerinden oluşan lonca arşivini barındıran
kutsal kütüphanenin anahtarlarıyla orada onları bekliyordu. "O
eserler sayesinde" diye yazılmıştı. "Osiris dirilebiliyor, diriltme
bilimi de insandan insana aktarılabiliyordu."
Değerlilerin en değerlisi, loncanın kuruluş kararnamesi ile
lonca tapınağının yapım iznini içeren, biri dövülmüş altın, öteki
gümüş kaplı iki kitaptı. Bunların yanında Bayramlar ve Ayinler
Kitabı, Kutsal Kayığı Korama Kitabı, Armağanlar ve Tören Mal-
zemesi Envanteri, Yıldızlar Kitabı, Kem Gözü Etkisizleştirme

84
Kitabı, Işığa Çıkma Kitabı, Işıldayan Büyü Kitabı gibi olmazsa
olmaz eserler ve sunaklar ile mezarların süslemeleri hakkında
elkitapları vardı. Ne var ki hükümdarın görmek istediği bambaşka
bir belgeydi.
— Krallar Vadisi'nin ebedî istirahatgâhlarının planını göster
bana, diye buyurdu Kenhir'e.
Şimdiye kadar selefi Ramose'nin miras bıraktığı bu paha
biçilmez sırrın tek sahibi olan mezar kâtibi, firavuna ve ustaba-
şına söz konusu çizimleri gösterdi. Planların çizili olduğu papirüs,
sahte isim altında eski arşivlerin arasına yerleştirilmişti.
Kâtip papirüsü alçak bir masanın üzerine yaydı. Krallar ve
Kraliçeler vadilerindeki mezarların planlan ile mezarların vadi-
lerdeki yerleşimleri göründü. Bu planlar sayesinde ustabaşılar
daha önce dokunulmamış bir yer bulabiliyor ve eski mezarlara
zarar vermeden çalışabiliyordu.
— Benim milyon yıllık tapınağımı ekilmiş toprakların hemen
kenarına, III. Amennofis'in mezarının kuzeybatısı ve Rames-
seum'un güneyine yapacaksınız. Ebedî istirahatgâhım için nereyi
öneriyorsunuz?
Nefer üzerinde birçok işaretin bulunduğu plana bakarak,
uzun uzun düşündü.
— Hem kayaların sertliğine hem de bir ahenk oluşturmak
için öteki firavun mezarlarının yönüne bakmak lazım... Bunun
için size şurasını öneriyorum, babanız Büyük Ramses'in meza-
rının güneyini, ama çok daha yüksek bir yeri, dağın yamacını.
— Seçimin kusursuz, Ustabaşı. Büyük Eser'i dile getirmeye
çalışacağını, başarısız olma hakkının bulunmadığını sakın unut-
ma.
Müzik çalıp dinlemek Hakikat Meydanı halkının en sevdiği
eğlenceydi. Hemen hemen hepsi, farklı beceri ve yetenekle de
olsa flüt, taşınabilir arp, darbuka ya da kitara çalıyor, bir melo-

85
dinin nağmelerini duymadan çalışmayı aklından bile geçirmi-
yordu. Hele bayram ve kutlamalarda, asla.
Gerek Merneptah'ın taç giymesini gerek Nefer'in görevini
başarıyla sonuçlandırmasını görkemli bir biçimde kutlamak için
orkestralar bütün hünerlerini gösteriyor, koca köy giderek bir
konser salonuna benzemeye başlıyordu. Erkeklerin kadınlara
göre daha yeteneksiz oldukları açıktı; Hathor rahibeleri eğitimleri
sırasında kutsal müzikle haşır neşir olmuşlardı ne de olsa. En iyi
orkestra, üç kadından, çaldıkları nağmelerle hem büyüklerin hem
de küçüklerin yerlerinde durmalarına izin vermeyen bir
flütçüden, bir arpçıdan ve bir darbukacıdan oluşanıydı. Öfkeli
Kenhir bile zaman zaman dansa kalkmayı istiyor, sonra
memurluk ciddiyetini düşünerek vazgeçmek zorunda kalıyordu.
Duygulu bir nağme dikkatini çekince, küçük orkestrayı dinlemeyi
kesti Paneb. Omuzlarının üzerine dökülüp, yüzünün büyük
bölümünü saklayan uzun siyah saçlar, siyah ve yeşil boyalı gözler,
altın leopar başlarıyla birbirlerinden ayrılmış incilerden yapılmış
bir kemer, ayak bileklerinde yırtıcı kuş pençesi biçiminde
bilezikler, kısa ve şeffaf bir elbise; işte akşam yeli kadar tatlı ses
çıkaran liri çalan kadın buydu.
Birbirinden farklı uzunlukta, köşeli iki kolun tuttuğu aletin
bakır perçinlerle sabitlenmiş sekiz telini büyük bir beceriyle tın-
gırdatıyor, fazla çaba harcamadan pizzicatodan tremoloya geçi-
veriyor, pianissimoda da titreşimleri önlemek için lirini göğsüne
bastırıyordu.
Paneb yaklaştıkça müzisyen kadın şarkı söylemeyi kesme-
den geri geri gitti ve genç devi gölgeli bir köşeye çekti.
Sonunda durdu, Paneb dokunacak kadar yaklaştığında tanı-
yabildi onu.
— Firuze!
— Karına ne zaman sadık kalacaksın, Paneb?

86
— Ona hiçbir vaatte bulunmadım, o da benden hiçbir söz
istemedi.
— Neden çaldığımı anlıyor musun? Tutkuyla kadının boy-
nunu öptü.
— Beni tuzağa çekmek için. Basardın da!
— Tehlikeyi ve kötülüğü uzaklaştırmak için çalıyorum.
Firavunun müdahalesi tehlike ile kötülüğün köyden kovulmasına
yetmeyecek. Sen Paneb, sen de tehlike ile kötülükten korkma-
yacak, hiçbir önlem almadan karşılarına çıkacak kadar çılgınsın.
Ben de Hathor rahibelerinin zararlı dalgaları dağıtmak için
öğrendikleri müziği çalıp büyümle seni kuşatmak istiyorum.
— Beni hep şaşırtırsın zaten!
— Her şeyimi bildiğini mi sanıyorsun?
— Tabiî ki hayır! Yine de vücudunu bir lir gibi çalmayı bili-
yorum... Paneb kendinden beklenmeyecek bir nezaketle aleti yere
bıraktı.
— Seninle ilgili emin olduğum tek bir şey var.
— Neymiş o?
— Üzerindeki elbisenin hiçbir işe yaramadığı.
Paneb onu soymaya başladığında, kollarına alıp evine taşı-
dığında ve tutkuları aynı ahenkle çalmaya koyulduğunda Firuze
hiç direnmedi.
O
On sekizinci bölüm
— Hanımım kimseyi kabul etmiyor, dedi Abri'nin ikametgâ-
hının kapıcısı.
— Ben, Hakikat Meydanı'nın güvenliğinden sorumlu Şef
Sobek'im, buraya da resmî bir görevle geldim.
— Bu durumda... Bekleyin haber vereyim.
Mezar kâtibinin iznini aldıktan, firavunun güvenliğinin de
kusursuz biçimde sağlandığından emin olduktan sonra, Sobek dul
87
kadınla konuşmanın daha fazla geciktirilmemesi gerektiğini
düşünmüştü.
Uzun boylu esmer kadın Nübyeliyi bahçede, bir palmiyenin
gölgesinde kabul etti. Bütün canlılığını yitirmiş, bunalımın eşi-
ğinde görünüyordu.
— Polisler gelip ifademi aldılar bile, dedi kırık bir sesle.
Felaket sırasında evde değildim, onun için size anlatabileceğim
fazla bir şey yok. Tek bildiğim, köyün içinden alkış sesleri yük-
seldiğinde kocamın meslektaşlarının onun resmî kortejden ace-
leyle ayrıldığını gördükleri. Neden... Abri neden intihar etti?
— Loncanın ustabaşısının görevden alınması için çalıştı, ama
başarılı olamadı.
— Neden Hakikat Meydanı'na saldırmak istedi? Beni burada
yalnız, yetişme çağında bir kız çocuğuyla yapayalnız bıraktı. Bir
de utançla... Taşınması çok güç bir utançla... Böylesi bir cezayı
hak edecek ne yaptım ben?
— Size çok açık bir soru sormama izin verin: kocanızı her-
kesten iyi tanıyorsunuz, sizce intihar edebilecek birine benziyor
muydu?
Uzun boylu esmer kadın sarsılmış gibiydi.
— Bütün bu karışıklığın içinde bu soruyu sormayı hiç
düşünmemiştim... Oysa bunu sormakta bin kere haklısınız! Hayır,
Abri kendi hayatına son verecek biri değildi. Kendine âşıktı, hem
böyle bir cesaret gösteremezdi!
Birden gerçeğe döndü.
— Ama, öldü işte... Üstelik kararını açıklamak için bir
mektup bırakarak. Sobek konuyu değiştirmeyi yeğledi.
— Son günlerde... kocanız.... kuşkulu olarak adlandırabile-
ceğiniz kişilerle görüştü mü?
— Tabiî ki hayır! Teb'in tüm soylularıyla görüşürdü, görevi
de bunu gerektiriyordu zaten; belediye başkanı olsun, yüksek

88
memurlar, kâtipler olsun... İçlerinden en nefret ettiğim de şu
sonradan görme Komutan Mehi, ama onu da pek seyrek görü-
yordu. Aslında hepsinden nefret ediyorum, en fazla da Abri'den!
Tembelliği ve baştan savmacılığı yüzünden terfi edemedi. Oysa
Per Ramessu'ya tayin olup bizi saraya sokmalıydı. Ancak gözleri
Teb'den başka yer görmedi bir türlü...
— Firavuna vermeyi tasarladığı dosyadan söz etmiş miydi?
— Abri hiç işinden bahsetmezdi ki. Ne büyük utanç, ama ne
büyük bir utanç bu, böylesine ölmek...
Dul kadın hıçkırıklara boğulunca, Sobek çekilmek zorunda
kaldı. Bu kısa görüşmeden rahatsız olmuştu. Eğer Abri'nin inti-
harı ustalıkla hazırlanmış bir cinayetse, onu böylesi şeytanî bir
tuzağa düşüren becerikli katil kim olabilirdi? Ölen yönetici zayıf
kişilikli, etki altında kalabilen, haddini aşmayacak biriydi. Başa-
rısız olması durumunda çok şeyine mal olacak o dosyayı
hazırlayan da Abri miydi?
Sobek'in elinde somut kanıt yoktu, gelecek günler karanlık
olacaktı, Merneptah'ın desteği bile Hakikat Meydanı'nı felaketten
kurtaramazdı. İyi ama, Abri'nin ölümüyle birden kesintiye uğra-
yan izleri nasıl sürecekti?
Boynuzlan ileride, hemcinsinin üzerine saldıran boğanın
burnu kara, tüyleri de koyu renkti. Öteki yeterince çabuk döne-
memiş, karnından boynuzlanarak yere yıkılmıştı, kafasını ve arka
ayaklarını sallıyor, umutsuzluk ve güçsüzlüğünü gösteriyordu.
Trajedinin yerini komedi aldı. Beyaz ya da gri başlı, sivri
gagalı bir kaz sürüsü hep birlikte bir yöne uçarken, içlerindeki bir
disiplinsiz birden döndü, bütün bakışları üzerinde topladı.
Zarafete gelince, mavimsi boynuzlu, kara gözlü, gri pembe
vücutlu, neredeyse gerçekdışı incelikteki bilekleriyle bir ceylan
gölgesinde buldu kendini. Paneb'in birinci sınıf üç büyük kireç
parçası üzerine çizdiği ilk üç resim, böyleydi işte. Kurtarıcı Şed on

89
beş dakikadan fazla bir süreden beri resimleri teker teker
inceliyor, yine de çırağına düşüncesini belli edecek bir ifade ser-
gilemiyordu.
Birden, usta atölyenin kapısını açtı.
Asaletle oturmuş, gururla bakan siyah-beyaz bir kedi mey-
dan okur gibiydi.
— Bu hayvana iyi bak Paneb, şimdiye kadar bakmadığın
kadar dikkatle bak. Bu hayvanı bir mezar duvarına çizdiğinde,
basit bir kedi olmayacak artık. Çizdiğin kedinin yaşam nehrinin
sularını kurutmak isteyen ejderha Apofis'i doğramak için ışınla-
rını hançer gibi kullanan aydınlığa dönüşmesi gerek.
— Bunun anlamı... benim resim çizebildiğimi düşündüğünüz
mü?
— Buradan çıkalım, göğe bak. Maviliklerin önünde kırlan-
gıçlar uçuşuyordu.
— Kralların ruhu bu kuşta canlanabilir. Tapınağın damına
tünemiş bir kırlangıç çizdiğin zaman, ışığın zaferini betimleye-
ceksin. Ancak karelere bölme yöntemini kullanmadan iyi bir
şeyler çizmen imkânsız.
Paneb bati gömütündeki bir mezarda çalışan Kararlı Gau ile
Pişkin Somun Pay'ın yanına doğru yürüyen Kurtarıcı Şed'i izledi.
— Duvarın kaplamasını nasıl buldun Paneb? diye sordu Şed.
Paneb duvara dokundu, önce çamur ve kırpılmış samanla
iyice tesviye edildiğini, sonra da deliklerin kapanması için ince
bir kireç tabakasıyla kaplandığını gördü. İkişer milimetrelik iki
macun tabakası vardı, en üstteki tabaka boyayı taşıyacak kusur-
suzlukta görünüyordu.
— Bana göre uygun, dedi Paneb.
— Yanılıyorsun, dedi Şed. Gösterin ona, diye buyurdu Pay ile
Gau'ya.

90
Pişkin Somun Pay bir merdivene tırmandı. Kırmızı mürek-
kebe bandırılmış ince ipin bir ucu onun, öteki ucu da Gau'nun
elindeydi. İpi duvarın bir parmak ötesinde iyice gergin tuttular,
sonra Gau kendi elindeki ucu birden bıraktı, ip duvara kırbaç gibi
vurarak çok düz bir çizgi bıraktı. İki ressam bu yöntemi birkaç
kez tekrarladı, böylece duvarın üzerinde karelerden meydana
gelmiş bir kafes oluştu.
— Bu kafes resimden önce tamamlanmalı ki, her çizimde
ahenkli bir orantı sağlanabilsin, diye açıkladı Şed. Ayakta duran
biri için saçlardan boyuna kadar üç kare, boyundan dizlere kadar
on, dizlerden ayak tabanlarına kadar da altı, toplam on dokuz
kare. Oturan biri için, on beş kare.
Kararlı Gau Paneb'e çeşitli konular için kullanılacak değişik
oranlar anlattı, anlatırken de temel ilkenin göz ardı edilmemesi
gerektiğinde ısrar etti: küçük boylu çizimler için sık kafes, büyük
boyutlular için daha seyrek.
— Duvara uy ama, hesaplarla kafanı karıştırma, dedi Şed.
Sana oranları öğretecek olan elindir, çünkü sadece onun yaratıcı
özgürlüğü vardır. Bir gün gerçek bir ressam olduğunda bu kafes-
lere ihtiyacın kalmayacak. Bu arada duvarı bozmadan bir kadın
vücudu çizmeye çalış.
Değişik kalınlıklarda iki kat oluşturmak gerçekten de incelik
isteyen bir şeydi, ama Paneb istediği kadar oyalandı, nazik bir
deriyi temsil edecek kırmızı beyaz bir doku oluşturdu, hafif bir
elbise çizmek için birinci katin üzerine neredeyse şeffaf bir beyaz
sürdü. Sonra renklerin parlaklığını korumak için resminin üze-
rine akasya zamkıyla hazırlanmış ince bir cila çekti.
Pay ve Gau hayranlıktan dillerini yutmuştu, ama Kurtarıcı
Şed pek etkilenmişe benzemiyordu.
— Sol üst köşeye uçmak üzere olan bir şahin çiz, diye
buyurdu. Yapılacak iş gerçekten de güçtü; dev adamın ellerindeki

91
fırçalar, çok hassas aletler gibiydi. Renk başına bir fırça
kullanarak öylesine canlılık dolu bir yırtıcı yarattı ki, kuş alçak
tavanlı küçük odaya sığmayacak gibi görünüyordu.
— Çizmen gereken, doğa değil, diye açıkladı Şed. Gerçeğin
ötesini, gizli ve doğaüstü hayati göstermelisin. Mezar, köylülerin
yorulmaksızın kusursuz hareketler yaptıkları, hiçbir şeyin bayat-
layıp solmadığı, papirüsten yapılmış kırılgan kayıkların sakin
kanallarda tehlikesizce dolaştığı, mutlu çiftin hiç yaşlanmadığı
ebedî bir evdir... Canlandırmak zorunda olduğun, kişisel kaygıla-
rının karartmayacağı bir ışık evreni. Yaptığın her resim, hayat
sırrının bir yanını aydınlatsın. Yoksa, bir işe yaramaz.
Kurtarıcı Şed siyah mürekkep kullanarak, şahinin beğen-
mediği pençesini düzeltti. Yüreği alevlenmeye başlayan Paneb de,
hâlâ bir çırak olduğunu anlayıverdi birden. Ustanın gözü yırtıcı
kuşun havalanmasını önleyen ayrıntıyı kaçırmamıştı.
— Bu mezarda yapılacak çok iş var, dedi Şed. Yine de gerekli
becerilere sahip olduğundan kuşkuluyum.
Paneb'in kanı kaynadı.
— Öğrenecek hangi yöntem varsa öğreneceğim!
— Sorun bu değil ki.
— Peki ne yapmalıyım?
— Bu soruya cevap vermelisin: yardımcım olmayı kabul
ediyor musun?
A
On dokuzuncu bölüm
Firavun Teb'deki taç giyme törenleri sırasında, bundan
önceki iktidar süresince ülkelerine seçkin hizmetler yapanların
ödüllendirilmesi için vezirini görevlendirdi, bu fırsattan yararla-
narak tayin ve terfileri de açıklayacaktı. Mehi, henüz Mernep-
tah'ın maiyetindeki önemli insanlarla tanışmamış da olsa, gele-
ceği konusunda fazla endişeli değildi. Vezirin adamlarının,
92
komutana karşı sonsuz saygı gösteren yüksek rütbeli subaylar
arasında kendi hakkında bir soruşturma yürüttüğünü öğrenmişti;
bu soruşturmada sadece olumlu izlenimler edineceklerinden,
duydukları övgülerin sonunda daha yüksek rütbeye terfi edile-
ceğinden emindi. Teb'in başhaznedarı olarak yürüttüğü çalışmada
da en ufak bir şaibe yoktu. Onun sayesinde hem kent hem de
bölge zenginleşmişti. Teb kuvvetlerinin yaşlı başkomutanı kısa
bir süre önce emekliye ayrılmıştı, Mehi orduyu yakından tanıyan
bir kâtibe verilmesi gereken bu göreve kendinin atanacağını
umuyordu.
Yeni iktidarın gözüne girmekten başka bir düşünceleri
olmayan memur dünyasının sadece iki kaygısı vardı: Teb belediye
başkanının yerine başkası atanacak mıydı ve Abri'nin yerine batı
yakası başyöneticiliğine kim getirilecekti? Vezir altın kolyelerden
basit yüzüklere kadar sıralanan ödüllerin dağıtımıyla başladı işe.
Sonra Komutan Mehi'yi çağırdı ve karşısında saygıyla eğilen
adama seslendi.
— Mehi, Teb kuvvetlerinin başkomutanlığına atanmış bulu-
nuyorsunuz. Askerlerinizin refah ve sağlığından, malzemenin
korunmasından siz sorumlusunuz. Firavuna ayrıntılı raporlar
sunmak için, düzenli olarak Per Ramessu'ya gelmeniz gerekecek.
Başkente gidip güç odaklarına yaklaşmak... Mutluluktan
uçacak gibiydi. Üzerindeki sorumlulukları en iyi biçimde yerine
getireceğine dair yemin etti, alaylı tebessümlerle ona bakan
yüksek memurların arasındaki yerine döndü. Firavun orduların
başkomutanı, vezir de onun sağ kolu olduğuna göre, görkemli
"general" rütbesi, işin önemsizliğini gizliyor gibiydi. Mehi gücün
kaynağından ayrılıyor, iyi ücret alan tembel memurlara katılı-
yordu.
Sonra Teb belediye başkanlığı dosyası açıldı, dalkavukların
ağzı yürütmenin kararı karşısında açık kaldı. Hem belediye

93
başkam hem de tüm danışmanları yerlerinde bırakılıyor, üstelik
yeni başhazinedarlığa da tutucu eğilimleriyle ünlenmiş Tebli bir
kâtip getiriliyordu.
Mehi, Merneptah'ın siyasal becerisine hayran olmuştu.
Herkesin korktuğu büyük değişiklikten kaçınmış, Teb bölgesinin
sempatisini kazanarak bundan böyle karışıklık çıkması için hiçbir
neden bırakmamıştı. Başka bir anlatımla, kuzeyin getirdiği sorun-
larla öylesine meşguldü ki, güneyde yeni sorun yaratmayı göze
alamamıştı.
Geriye görev sahibinin üzücü kaybından sonra doldurulması
gereken batı yakası başyöneticiliği kalmıştı.
— General Mehi'yi çağırıyorum, dedi vezir sakin bir sesle.
Kalabalık şaşkınlık uğultusuyla dalgalandı. Mehi de bir an
tereddüt etti, kulaklarına güvenemedi. Ama üzerinde toplanan
bakışlar onu vezirin önünde durmaya zorladı. Vezir gerçekten de
Abri'nin görevini verince, yeni atanmış generalin kabul etmekten
başka yapacak bir şeyi kalmadı. Vezir sarayın bahçesindeki zak-
kumların gölgesinde, baş başa görüşme fırsatını çok görmedi
Meniye.
— Generalliğe atanmayı bekliyordunuz, ama batı yakası
başyöneticiliği görevini de alınca şaşırdınız, öyle değil mi?
— Her ikisi de ağır görevler, onun için birbirlerinden ayrı
olmaları gerektiğini düşünüyordum.
— Bugünkü olaylardan sonra, hem firavun hem ben tersini
düşünüyoruz. Abri Hakikat Meydanı'nın yeminli düşmanıydı,
iftiralar atıp, resmî belgelerde sahtekârlık yaparak hükümdarı
kandırmaya kalkıştı. Bu davranış kişisel bir çılgınlığın belirtisi mi,
yoksa nereye kadar uzandığını bilmediğimiz bir komplonun par-
çası mı? Bu soruya cevap vermek, en azından şimdilik imkânsız,
ama en kötüsüne hazırlıklı olmamız, gerekli önlemleri almamız
şart. Ramses iktidarının son yıllarında Teb birliklerini yeniden

94
düzene koymayı başardınız, gerek subaylar gerekse de askerler
bu nedenle size şükran duyuyor. Buradaki otoriteniz tartışılma-
yacak, Per Ramessu'dan gelecek talimat doğrultusunda bölgenin
güvenliğini sağlayacaksınız.
— Merakımı bağışlayın, ama Teb'de yaşanabilecek karışık-
lıklardan mı çekiniyorsunuz?
— Teb'de değil, ama Libyalılar ve Asyalılar muhtemel sal-
dırganlar olarak öne çıkıyor. Güneyin Nübyeli kabileleri de
savaşçı içgüdülerinin uyandığının farkında. Bu nedenle Teb, Abri
gibi karışıklık düşkünlerinin karşısında bir istikrar ve batış böl-
gesi olarak kalmalı. Bati yakasının zenginlikleri inanılmaz... Kral
mezarlarında ve milyon yıllık tapınaklarda ne hazineler gizli!
Eğer kötü niyetliler, rüşvetçi yöneticilerin yardımıyla bu hazine-
leri ele geçirmeye kalkar ve bunda başarılı olurlarsa Mısır'ın hali
nice olur. Teb'in batı yakasındaki zenginlikler üzerine titremek
size düşüyor Mehi, bunu başarmak için de emrinizde hem silahlı
kuvvetler hem de yerel yönetim olacak. Bizim gözümüzde bu en
temel görevlerden biri. Sizi büyük bir dikkatle izleyeceğimizi
unutmayın.
— Güveninize layık olmaya çalışacağım.
— Çalışmak yetmez. Batı yakasının, nereden gelirse gelsin,
tüm saldırılardan korunmasını istiyoruz. İyice anlatabildim mi?
— Bana güvenebilirsiniz.
— En ufak bir kuşkuda, en küçük bir tehlikede hemen baş-
kenti uyarın. Abri olayı bir daha tekrarlanmamak.
Vezir uzaklaşırken, Mehi bir an kaderin cilvelerinin elinde
olduğunu düşünüp, gülmemek için zor tuttu kendini. Hakikat
Meydanı'nın en büyük düşmanıydı ve orayı korumakla görev-
lendirilmişti!
Bir yandan geniş yetkiler alarak uzun bir çalışmanın meyve-
lerini topluyor, diğer taraftan da ele geçirmeyi istediği kaleye açık

95
açık saldıramayacağını anlayarak ellerinin ve ayaklarının bağ-
landığını hissediyordu. Yoksa büyük düşlerden vazgeçmek, hırs
ve arzuları kısıtlı bir Teb yöneticisi olmakla yetinmek mi gereke-
cekti?
Suç ortağı Serketa bağışlamazdı böylesi bir tevazuyu, elin-
deki imkânlarla yerel sorumluluklardan fazlasını isteyebilirdi.
Amaçlarına ulaşabilmek, Işık Taşı'na ve Hakikat Meydanı'nın
öteki sırlarına sahip olabilmek için basit bir yöntem değişikliği
yeterli olabilirdi. Yine de bu yöntem değişikliği dikkat edilmesi
gereken konuların başında olacaktı.
Kader neredeyse bir mucize yaratmış, yüzüne gülmeye baş-
lamıştı; yeni ortaya çıkan bazı engeller ilerlemesini yavaşlatacak
gibi görünse de, önündeki yol açıktı.
— Bir eniriniz var mı, Generalim? diye sordu bir asker. Mehi
onu nöbetçi kulübesinin önüne kadar getiren dalgınlıktan sıyrıldı.
— Hayır, hayır...
— Öyleyse Teb askerlerinin emrinizin altında hizmet
etmekten ne denli gururlandıklarını söylememe izin verin.
— Teşekkür ederim, Asker. Sizler sayesinde iyi işler yapmaya
devam edeceğiz. Aslında Mehi askerleri adam yerine bile koy-
muyordu, ama, iş hayatının başlangıcından beri onları pohpoh-
lamayı ve bekledikleri ayrıcalıkları tanıyarak onlardan istediği
gibi yararlanmayı öğrenmişti.
Bir sürü yüksek dereceli memur Mehi ile vezirin arasındaki
görüşmenin bitmesini beklemiş, yeni komutanı kutlamak ve bağ-
lılıklarını bildirmek için sıraya girmişti. General iltifatların zev-
kine varmak için oyalandı; dudakların yalancı olup olmaması
önemli değildi, tadına doyulmayacak güzel sözler çıkıyordu o
dudaklardan.

96
Geniş ve görkemli villasına döndüğünde, böylesine güçlü bir
efendiye hizmet etmekten mutlu hizmetçilerinin kutlamalarını
kabul etti Mehi.
En güzel armağansa, yatak odasına gitmeleri için işaret eden
Serketa'nın çapkın gözleriydi.
— Bütün bu protokolden sıkılmadın mı, tatlı sevgilim?
— Beni tahmin edemeyeceğin kadar eğlendiriyor! İnsanların
gerçek değerini anladıklarını görmek hoş bir şey.
Serketa minderlere uzandı, usulca göğsünü açtı.
— O Abri salağını ortadan kaldırmakta zorlandın mı, tatlım?
— Hiç zor olmadı, üstelik haklıymışım; bizi ele vermeye
hazırlanıyordu. Müttefik seçiminde son derecede dikkatli olma-
mız gerekecek... Ne de olsa iki atama da büyük düşlerimizi
ortadan kaldırmayacak, öyle değil mi?
— Tabiî ki kaldırmayacak... Ama dikkatli olmamız gerekti-
ğini söyledin. Gerçekten de atacağımız ilk yanlış adım sonumuz
olur.
Serketa bir kedi gibi gerinerek, kendini sundu.
— Macera heyecanlı olmaya başladı... Elimizde de birçok
silah var!
Mehi daha fazla dayanamadı, suç ortağına kabaca sarıldı.
Oysa kafasında tek bir düşünce vardı; hiçbir şey karşısında geri-
lememek koşuluyla, yolun sonundaki başarıya ulaşmak güç
değildi.
n
Yirminci bölüm
Işık, firavunun teşekküründen sonra lonca üyelerinin usta-
başını kutlamak için getirdiği armağanlar karşısında hayranlık
duymayacak da ne yapacaktı? Her şey büyük bir gizlilik içinde
hazırlanmış, kurnaz ruhlu, şiş göbekli Neşeli Renupe de Halat
Kasa, Güçlü Naht, Somurtkan Karo, Pişkin Somun Pay ve Cömert
97
Didya'nın taşıdıklarını evin hanımına sunmakla görevlendiril-
mişti.
İşe, dik arkalıklı, ayaklan silindirler üzerine basan aslan
pençesi biçiminde olan ve yüzyıllarca sağlam kalacağı kesin, hasır
kaplamasındaki güneşi çevreleyen çemberlerin, dörtgenlerin,
nilüferlerin ve narların mimarî düşüncenin sürekliliğini temsil
ettiği görkemli bir ustabaşı iskemlesiyle başladı. Yanında da
olmazsa olmaz bir başka parça vardı: uçlan ördek başı şeklinde,
katlanabilir bir sandalye ile bu eseri tamamlayan fildişi ve abanoz
kakmalı bir parça. Arkalığı sırt biçimine uydurulup hafifçe yatı-
rılmış bir başka iskemle de takoz ve yuvalarla tutturulmuş yirmi
sekiz parça tahtadan yapılmıştı; ayaklan gücü ve ışığı betimlemek
için aslan pençesi biçiminde yapılmış, oturak yeriyse şarabın
dirilen Osiris'in kanına benzetildiği üzüm ezme törenlerini anım-
satmak amacıyla güzel salkımlarla süslenmişti.
Deri oturaklı birçok tabure, tabanda genişleyen tek bir ayağa
oturtulmuş dikdörtgen sehpalar, yuvarlak tepsi biçiminde başucu
masalan, çamaşır, elbise ve alet yerleştirmek için sandıklar,
ekmek, meyve ve çörek sepetleri, palmiye sapından ya da sazdan
yapılmış, sağlamlıkları daha ilk bakışta belli, uzun, silindir şek-
linde ya da yumurta biçiminde sepetler... Gerçek bir resmi geçitti
Işık'ın karşısına dizilenler!
— Bu kadarı fazla, çok fazla, ben...
— Daha bitmedi, dedi Neşeli Renupe, Halat Kasa Lübnan
sedirinden küçük bir dolabı getirirken.
Küçük ayaklar üzerine yerleştirilmiş dolap, eski bir Yunan
tapınağım andırıyordu.
— Buraya peruklarını koyarsın, dedi Renupe, kapağı açar-
ken. Bak, içinde peruklarını koymak için raflar var. Kapatmak için
dış tarafta bir kırlangıç kuyruğu, iç tarafta da küçük bir dil var.
Kapağı çekmeye yarayan iki topuzun çevresine ucu mühürlü bir

98
sırım sararsın, böylece hizmetçinin merakına yenik düşmesine
engel olursun. Ah, bir de şu küçük şey var...
Pişkin Somun Pay masalardan birinin üzerine mermere
benzetilip boyanmış mukavva bir mücevher kutusu bıraktı.
Silindir biçiminde, konik kapaklı zarif kutu, çiçek açmış bir nilü-
ferle süslenmişti.
— Çılgınlık bu, yapamam...
— Bu da son armağanımız.
Sırtında yepyeni bir yatak, dudaklarında geniş bir tebes-
sümle Paneb girdi içeri.
— Işık, yatak odasına girmek için özel izin istiyorum. Yatak
öylesine güzeldi ki, su içinde beş çuval buğday
ederdi. Somyanın ayakucundan uykunun koruyucusu Bes'in
güleç yüzünün çizildiği başucuna kadar, bütün hünerlerini gös-
termişti zanaatkarlar.
— Burada neler oluyor? diye sordu kapının eşiğinde donup
kalan Nefer.
— Lonca evimizi saraya çevirmeye karar vermiş, dedi Işık
hayranlıkla. Bak... gırtlağımıza kadar armağana battık!
Karısı gibi ustabaşı da ne söyleyeceğini bilemedi.
— Böyle olacak işte, dedi Neşeli Renupe. Böyle olacak, başka
türlü değil. Önemli olan, geleneklere saygı göstermek. Eğer iyi bir
önderiniz varsa, onunla ilgilenmek zorundasınız, ki o da başkala-
rını düşünebilsin.
— Bir kadeh şaraba hayır demezsiniz umarım.
— İşte iyi bir seçim yaptığımızın bir başka kanıtı. Paneb
şarabı dağıttı.
— Merneptah bütün sabah gezdiği Krallar Vadisi'nde meza-
rının yerini seçti, dedi Nefer Işık'a. Firavun ve karısı bu akşam
seni görmek istiyor.
— Beni mi? Neden?

99
— Bilge kadına taç giydirmek için.
Işık böylesi bir tören için iyice hazırlanmayı tercih ederdi
kuşkusuz, ama zamanı yoktu. Yeni eşyayla tıka basa dolu evde
şaşıran hizmetçi, hanımına çok zaman kaybettirdi; sonra bronşit
başlangıcından yakınan bir kız çocuğu, diş ağrısı geçmek
bilmeyen bir yontucu ve saçlarının dökülmesinden yakman bir ev
kadını geldi. Bilge kadın bilip iyileştirebileceği acıları dindirdi. Ne
var ki saatler geçmiş, akşam olmuştu.
Işık ondan önce gelen, sessizlik tanrıçasıyla birleşip dağda
kaybolmadan önce ona bunca şeyi öğreteni düşündü. Yanında
olduğunu hissediyordu onun, yanında, dikkatli ve koruyucu.
Nefer yaşamevine gitmiş, bu akşam Merneptah'a sunmak
istediği planın ayrıntılarını hazırlamak için kral mezarlarının
konumlarını incelemiş, sonra da aceleyle eve dönmüştü. Çalış-
maya öylesine dalmıştı ki, ancak batan güneşin ışıklan önündeki
papirüsü parlattığında anlamıştı geç olduğunu.
— Bağışla beni, geciktim.
— Benim durumum daha da beter!
Yine de tören elbiselerini giymeden önce öpüşmek için bir
fırsat bulabildiler. Kraliyet çifti bilge kadım Büyük Ramses'in fca-
'sının tapınağında kabul etti. Merneptah, iktidarı altmış yedi yıl
süren babasına duyduğu saygıdan ötürü, uzun bir süre iktidarda
kalmadan önce Hakikat Meydanı'nın göbeğinde benzer bir
tapınak yaptırmak niyetinde değildi. Yaşı uzun süre tahtta kal-
masına engel olduğundan, muhteşem firavunun ölümden sonraki
kaderiyle özdeşleşmek için hem mütevazı hem de görkemli olan
bu yapıdan yararlanacaktı.
Hükümdarın solunda kralın büyük eşi Güzel İşet, sağında
Ustabaşı Suskun Nefer, duvarlar boyunca giden taş sıralarda,
uzun beyaz elbiseleriyle, Hathor rahibeleri vardı.

100
— Bilge kadını getirsinler, diye buyurdu Merneptah. Firuze,
kraliyet çiftinin önünde eğildi, sütunlu salondan çıkıp, iki rahibe
tarafından arındırılan Işık'ın yanına geldi. Işık'a ayak bileklerine
kadar inen pembe beyaz plili bir keten elbise giydirdi, altından
yapılmış kalın bir gerdanlık ile zarif bilezikler taktı, başına da
üzeri nilüferli bir kurdeleyle tutturulmuş bir peruk geçirdi.
Sonra Firuze Işık'ı firavun ile kraliçenin bulunduğu kutsal
odaya götürdü, ellerini göğsünün üzerine kavuşturup hükümda-
rın karşısında durmasını söyledi.
— Tanrıların annesine ve babasına, hayatın tüm biçimlerinin
geldiği rahme "kadın" denir, diye açıkladı Güzel İşet. O olmasa, ne
Mısır ne de bu lonca olurdu. Tanrılar sadece başlangıçtaki kadın
onu çekip durdurmayı başarırsa ete ve kemiğe bürünür. Benim
devletin başında, senin de Hakikat Meydanı'ndaki görevimiz bu
Işık. Hakikat Meydanı'nın başına bir şey gelirse, ülke tehlikeye
düşer. Bu topluluğun damarlarında akan hayatı sürdürmek ve
yaratıcı ateşi söndürmemek sana düşüyor.
Güzel İşet peruğun üzerine ince bir altın çember yerleş-
tirmek için ayağa kalktı.
— Senin varlığın sayesinde Bilge Kadın, güneş doğuyor ve
ölüm uzaklaşıyor. Kutlama törenlerinin yapılması, armağanların
sunulması için kelime ve sesleri düğümlemeyi bil. Vücutlarının
sarsılmaz bir bütün oluşturabilmesi için yaratıkları birbirlerine
bağlamasını bil.
Ustabaşından aldığı altın kırlangıç kuyruğunu Işık'ın göğ-
süne taktı.
— Loncanın anası ol, onu besle, onu iyileştir. Güçsüzlükle-
rimiz karşısında kolayca öfkelenen, bizlere hastalık ve kazalar
gönderen tanrılar arasındaki barış ve ahengi koru. Görünmez
olanın gönderdiği haberleri zamanında çözmeyi bil, hastalıkları

101
başında belirle, ilaçlarını hazırla, zehirleri ehlileştir, "bilen ve
tanıyan" ol.
Kraliçe tahtına dönerken, Işık sendeledi. Üzerine düşenlerin
sadece sayılması bile görevine şimdiye kadar düşünemediği bir
genişlik veriyordu. Korktu, her şeyden vazgeçip kraliyet çiftine
basit bir kadın olduğunu, böylesi bir sorumluluğu kaldıracak
güçte olmadığını söyleyecek kadar korktu.
O sırada gözleri Nefer'inkilerle karşılaştı. Nefer sadece bir
koca gibi değil, aynı zamanda Hakikat Meydanı'nın ustabaşısı
gibi bakıyordu. O bakışlarda öylesine büyük bir güven, öylesine
sıcak bir aşk ve hayranlık gördü ki, ona layık olduğunu göster-
mek istedi.
— Firavunun büyük karısının önerisi ve bu tapınaktaki
rahibelerin oybirliğiyle, dedi firavun. Seni Hakikat Meydanı'ndaki
Hathor Tapınağı'nın başrahibeliğine getiriyoruz.
O
Yirmi birinci bölüm
Merneptah ve Güzel İşet Hakikat Meydanı'ndaki küçük
sarayda mutlu günler geçiriyordu. Kraliyet çifti, başkentten, dal-
kavuklardan, bir şeyler istemeye gelenlerden uzak törenlere katı-
lıyor, atölye ziyaret ediyor, ustabaşını, bilge kadını, mezar kâtibini
sol ekip şefini masasında ağırlıyor, yapılan çalışmalardan, lonca
yaşamından söz ediyordu.
İş loncanın tarihine geldiğinde, dipsiz bir kuyu gibiydi
Kenhir, zanaatkarlardan söz edip de söz yılın belirli bölümlerinde
artan işe gelmeme oranlarına dayandığında, ilginç mazeretleri
teker teker sayıp firavunu bile güldürmüştü. Hathor müzisyenleri
firavun ile kraliçenin onuruna müzik çaldı, firavun uzmanların
yöntemleriyle özel olarak ilgilendi, Merneptah'ın milyon yıllık
tapınağının yapılacağı arsayı gezdiler, sonra Suskun Nefer, Güzel
İset'i Kraliçeler Vadisi'ne götürdü, ebedî istirahatgâhının firavu-
102
nunkiyle büyülü bir biçimde birleşecek mezarının yapılacağı
bölgeyi gösterdi.
Loncayı korumuş firavunların anısına düzenlenen şölende
eğlenirlerken, vezir düşünceli bir yüzle hükümdarın önünde
durdu.
— Sizinle baş başa görüşebilir miyim, Haşmetmeap?
— Söyleyeceğin her neyse yemeğin sonunu bekleyemez mi?
— Talimatınızı başkente iletebilmek için görüşünüze hemen
ihtiyacım var
Görüşme uzun sürdü. Merneptah döndüğünde yüzü düşün-
celiydi.
— Yarından tezi yok, Per Ramessu'ya dönüyorum, dedi.
— Mezarınız için hazırladığım ilk planı gösterme fırsatım
olacak mı, Haşmetmeap?
Firavun, Nefer ve Kenhir yaşamevindeki belgeyi inceledi.
Ustabaşı XIX. Sülale'nin, Seti ve Ramses hanedanının uygulamaya
koyduğu kurallara sadık kalmıştı.
— Bu plan hoşuma gitti, hiçbir değişiklik istemiyorum, dedi
hükümdar. Metin ve şekillerin seçimi, duvarlara yerleştirilmeleri
konusuna gelince, bana çok ayrıntılı planlar göndereceksin. Bir
şey daha var Ustabaşı; hata yok, sakın unutma! Her şey kusursuz
olmalı.
Nefer bir kral mezarının başka hiçbir anıta benzemediğini,
ateşiyle ölümsüzlüğü yaratacak bir simyager fırını gibi tasarlan-
ması gerektiğini biliyordu. Suskun, seleflerinin örneklerinden
esinlenip, kutsal bilimin tüm boyutlarından yararlandıktan sonra,
hiçbir ahenksizliğe izin vermeyecek bir parça bestelemek zorun-
daydı.
Böylesi bir görevin inanılmaz güçlüklerini düşününce,
Nefer'in başı döndü. Bu duygudan kurtulmak için, tanrıların söz-
lerinin saklandığı papirüsleri inceleyerek çalışmaya koyuldu.

103
İşi başından aşkın Mehi'nin tüm zamanı iki yazıhanesi ara-
sında geçiyordu: orduların doğu yakasındaki karargâhı ile batı
yakasındaki başyönetici yazıhanesi. Her iki yazıhanesinin de
elden geçirilmesini, boyanıp son derecede görkemli mobilyalarla
döşenmesini şart koşmuştu. İşlerin istediği kadar hızlı yürüme-
diğini görünce daha fazla adam çalıştırılmasını buyurmuştu. Bir
kıyıdan ötekine geçmek, görüşmeler, dosya incelemeleri, karar
verme zorunluluğu gibi güçlüklerden oluşan bu yeni hayat,
gücünü hiçbir an kaybetmeyecek gibi çalışan Mehi için biçilmiş
kaftandı. İşi ne kadar bölgesel görünürse görünsün, sorumluluk-
ları varlıklı olduğu kadar da ünlü bir çevreyi kapsıyor, özellikle de
Per Ramessu Sarayı'na kabul edileceği düşünüldüğünde, ülkenin
en önemli yöneticilerinden biri olabilmesinin yolunu açıyordu.
Gerçek bir devlet adamı kimliğine kavuşabilmek için başarılı
olmaktan başka yol bulunmadığını biliyordu. Bunun için de yap-
tıkları işlerden, kazandıkları paradan memnun o bilindik yüksek
görevliler gibi görünecekti. Hem yüreğindeki gerçek amacı kim
bilebilirdi ki? Yüksek rütbeli bir subay gelip selam durdu.
— General, acilen iskeleye gitmeniz gerekiyor.
— Bir olay mı var?
— Firavunun Teb'den ayrılmaya hazırlandığı söyleniyor.
Tüm güvenlik güçlerinin görevlendirilmesi gerekiyormuş.
— Şimdi hallederim.
Kraliyet filosu gerçekten de demir almak üzereydi. Mehi işsiz
güçsüzleri çevreden uzak tutmak için gereken önlemleri aldı.
Asık suratla tekneye binen firavunun önünde eğildi. Vezir
güvertede bekliyordu, kralla birlikte hemen bir kamaraya çekil-
diler.
Mehi olan biteni anlamak için Tebli memurlarla konuştu, ne
var ki kimse bir şey bilmiyor, böylesine acele alınmış bir gidiş
kararı karşısında endişesini saklamıyordu. Bastonuna dayanmış

104
konuşulanları dinleyen ihtiyarın söyledikleri mantıklı görünü-
yordu.
— Ya Merneptah'a muhalif bir grup başkentte iktidarı ele
geçirmeye çalışıyor ya da bir saldın hazırlığı var. Gerçek ne olursa
olsun Mısır'ın üzerindeki gök kararıyor.
Paneb Kararlı Gau'nun anlattıklarını ezberlemiş, küçük
karelerden yararlanma konusunda yanlış yapmamaya başlamıştı,
ama kati geometri kurallarının elini kurutmasına da izin vermi-
yordu.
Pişkin Somun Pay, Paneb'in Kurtarıcı Şed'in yardımcılığına
getirilmesine, ustanın çırağının gelişmesini adım adım izleyip
hiçbir kusuru kabul etmemesine ses çıkarmasa da, Çakal Unes
için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Şed'in üstünlüğünü
kabul etmekte, çalışması için zemin hazırlayan çizimcilere ne
denli üstün olduğunu görmekte bir sorunu yoktu Unes'in; ne
kadar yetenekli olursa olsun, genç Paneb'in buyruğuna girmeye-
cekti, hepsi bu.
Paneb'i Krallar Vadisi'ne götürüp Merneptah'ın mezarının
süslenmesinde görevlendirmeden önce, Kurtarıcı Şed yardımcı-
sının çok önemli bir aşamadan geçmesini istedi. Bu aşamada
başarısız olursa, hiçbir zaman gerçek bir ressam olamayacaktı. Bu
nedenle de üç yardımcısından Kenhir'in yatırılacağı geniş
mezarın duvarında bir köşe hazırlamalarını istemişti. Paneb'in
görevi bu duvar köşesinde Tanrı Ptah'a tütsülü bir armağan
sunan beyaz rahip elbisesi giymiş bir zanaatkar çizmekti. Paneb
elinde fırçaları ve boyalarıyla geldiğinde, duvarın hazır olmadı-
ğını gördü. Unes duvara dayanmış, elindeki soğanı ısırıyordu.
Yüzü adını aldığı çakalı her zamankinden daha çok andırıyordu.
— Ötekiler nerede?
— Kararlı Gau midesini üşütmüş, Pişkin Somun Pay da nez-
leye yakalanmış. Ben de yemek pişirirken salak gibi parmağımı

105
yaküm. Bazı günler böyledir işte, her şey ters gider. Senin için de
öyle, Şed birazdan gelip yaptığın resmi görmek isteyecek, oysa
sen başlamadın bile.
— Eve dönmen gerekirken burada bekleyip beni uyardığın
için teşekkür ederim.
— Haklısın, yaram cerahatlenebilir. Gidip elime baktırayım.
Paneb kaderine razı olup yenilgiyi kabul etmek yerine,
savaşmayı yeğledi. Macunu kontrol ettikten sonra kareleri çiz-
meye koyuldu, boyalarını hazırladı, sonra kurallara açıkça karşı
gelerek, hiçbir eskiz yapmadan çizmeye başladı. Artık zamanın
önemi de yoktu, Şed gelip öğrencisinin başarısızlığını görse bile,
hiç olmazsa gücü tükenene dek direnmiş olacaktı.
Öğlen oldu, sonra akşamüstü; Şed hâlâ görünmemişti! Paneb
eserini tamamlayacak, küçük düzeltmeler yapacak ve genel den-
geyi kontrol edecek zamanı buldu. Birden binlerce yanlışlık çarptı
gözüne.
— Kendinden memnun musun? diye sordu Şed kollarını
kavuşturarak.
— Hayır, bu sadece bir deneme.
— Resim yaparken, kendini hem karşıdan hem yandan hem
de dörtte üç açıdan görmelisin; yaşam gücünü silen yanıltıcı
perspektiflerden vazgeç, aydınlık karanlıkları kaldır, temel çizgi-
ler üzerinde durarak çeşitli bakış açılarını birbirine bağla: yüzü
yandan, gözü karşıdan, göğsü tüm genişliğiyle karşıdan, karın ve
kalçalar göbek deliğini göstererek dörtte üçten, kollar ile bacaklar
yandan... Olmayan bir boyutu dirilt, bize gizli gerçeği göster. Bir
şahin çizdiğinde, uçuşunun değişik anlarını tek bir resimde topla;
konu bir insansa, kişiliğinin tümü ortaya serilsin. Eserimizin
zamana bağlı olmadığını hiç unutma; bizim hayat verdiğimiz
ölümsüz anlardır. Biz hiçbir günün özel bir saatini çizmeyiz,
önemli olan gündür çünkü, ışığın meyvesi olan gün. Bu hare-

106
ketsiz hareketi yaşamak senin elinde, bu hareket elinin ekseni
olsun. İnsanlar arasındaki üstünlüğe saygılı ol. Firavun insan-
lardan daha büyük olacak; o, halkını barındıran büyük tapınaktır
çünkü. Bir toprak sahibi yanındaki köylülerden daha büyüktür,
çünkü hem daha çok sorumluluğu vardır hem de köylülerinin
refahını düşünmek zorundadır. Bu duvardaki gibi rahiplere
gelince, bakışlarını hafifçe göğe kaldırmış olmalıydı. Paneb Kur-
tarıcı Şed'in sözlerini içer gibi dinliyordu.
— Bu kadar kısa zamanda çizilmiş bu resme gelince, çok
daha kötülerini gördüm... Şimdi artık düzeltme yeteneğini gös-
termelisin. Aksi takdirde Kenhir'in yüzünün alacağı şekli düşün!
Paneb'in yüreğinde, ta çocukluğundan beri kaynayan ne
varsa özgür olacaktı artık, öyle ya ressam, Paneb'in gözlerini
bambaşka bir gerçeğe açmıştı, daha yoğun, daha güzel, görünür-
deki dünyadan daha yaşayan bir gerçeğe. Pişkin Somun Pay
mezarın kapısında göründü.
— Çabuk gel Paneb... Karının sancıları tuttu!
A
Yirmi ikinci bölüm
Bilge kadın Lekesiz Uabet'in çocuğunu evde doğurmasına
yardım etmeleri için altı Hathor rahibesi çağırmıştı. Hepsinin
yüzü ciddiydi, hepsi de bir çocuğun dünyaya gelmesinin zor bir
geçitten geçmek olduğunu biliyordu. Hiçbir zarara uğramasına
izin vermeden, o küçücük vücudu anneninkinden ayırmak gere-
kiyor, yaratıcı güçlerin doğum sırasında çocuğun ruhundan
ayrılmayacaklarını ummaktan başka bir şey gelmiyordu insan-
ların ellerinden.
Işık ateşe tütsü atmış, sonra da Tot'un yeni doğacak bebeğin
kaderini ve hayat süresini belirleyeceği büyülü metinlerle kaplı
iki taş yerleştirmişti. Yardımcılarıysa hamile kadının sancısını

107
azaltmış, bunun için kadının vajinasının içine süt, rezene, sakız
reçinesi, soğan ve taze tuzdan yapılmış bir merhem sürmüştü.
Son günlerde karnı gözle görülür biçimde şişen narin Uabet,
endişesini saklayamıyordu.
— Her şey yolunda mı?
— Rahatla, dedi Işık. Doğum çok yaklaştı, sancılanın hafif-
letmek için ilaç alman da gerekmeyecek. Çocuk doğru geliyor.
— Bebek dev gibiymiş gibi hissediyorum... İçimi parçalamaz,
değil mi?
— Hayır, hayır hiç korkma. İnce beline rağmen, leğen
kemiğin çocuk doğurmaya uygun.
Kasılmalar sıklaştı. Rahibeler Uabet'i soydu, sırtını düz tutup
çömelmesine yardım ettiler.
Işık'ın tahmin ettiği gibi, hiçbir güçlük çıkarmadan dünyaya
geldi bebek. İlk çığlığı öylesine güçlüydü ki, sanki köye kendi
haber vermek istiyor gibiydi.
— Girmeme neden izin vermiyorlar? diye diklendi Paneb.
— Çünkü doğum kadınlara ait bir törendir de ondan, dedi
Pişkin Somun Pay. Senin içeride bulunman hem bir işe yaramaz
hem de tehlikeli olur.
— Doğacak olan benim çocuğum!
— Bırak da bilge kadın ile yardımcıları işlerini yapsın.
— Bir çocuk nasıl yetiştirilir Pay?
— Erkek ya da kız fark etmez, bir çocuk iki büyük kusuru
olan eğri büğrü bir sopaya benzer: sağırlık ve nankörlük. Yapıl-
ması gereken, mümkün olduğunca çabuk, sırtındaki kulağı* [Bil-
gelerin kullandığı bu deyime göre, iyi eğitilmemiş bir çocuk, "sır-
tındaki kulak" sopayla, yani konuşmayla açılmadığı için, sağırdır.
Eğitmen çocuğa hayatı öğretirken, hem kelimeden hem de sopadan
yararlanır, eski Mısır'da her ikisi de medu olarak bilinir.] açmak,
ödevlerini anlatmak, anne ve babasına neler borçlu olduğunu,

108
başkalarına saygı göstermesi gerektiğini öğretmektir. İşte o
zaman, elindeki sopa doğrulup büyümeye başlar.
— Eğer çocuğum bana benzeyecekse, işim iş demektir. Kapı
açıldı, Işık'ın gözleri ışıl ısıldı.
— Bir oğlan... en az altı kiloluk harika bir oğlan!
Paneb karısının rahat bir yatakta, kucağında dev gibi bebe-
ğiyle dinlendiği yasemin kokulu odaya rüzgâr gibi daldı.
Çocuğun simsiyah saçlarına hayranlıkla baktı, iki ön dişine par-
mağını sürüp şaşırdı.
— Daha önce hiç böyle bir şey görmedim, dedi ebelerden
biri. Göbek bağı öylesine kalındı ki zor kestik.
Paneb keyiften uçacak gibiydi. Görüldüğü kadarıyla dev
yavrusuna benzeyen oğlu hastalıklı cücelerin sınıfından olmaya-
caktı.
— Benden memnun musun? diye sordu Uabet, yorgunluktan
güç duyulur bir sesle. Karısının alnını öptü.
— Elime alabilir miyim?
— Dikkat et!
— Kavgacı olacak, eminim bundan!
Anne çocuğun etini verir babaysa kemiklerini, çocuğun dölü
de kemiklerinde yuvalanır. Yeni doğmuş bebeğin ağırlığına
bakınca, oğlunun erkekliğinden emin olabileceğini anladı Paneb.
Işık loğusaya biraz bal ile bir dilim doğum pastası ya da
"Horus'un tatlı gözü" denilen pastadan sundu. Rahibelerden biri
papirüs dallarını döverek elde ettiği ince toza annenin sütünden
kattı, küçük bebek göğsü cömert bir sütannenin memesini
emmeden önce bu karışımı içecekti.
— Bütün her şey hazır mı? diye sordu Paneb.
Işık bebeğin boynuna ketenden yapılmış, yedi düğümlü ince
bir kolye bağladı. Düğümlere karanlık ruhlarla savaşmayı öğreten
minik bir papirüs, bir diş sarımsak ve bir soğan asılacaktı.

109
— Bir hırsız gibi gezen ölümden sadece ışık koruyacak bu
çocuğu, dedi. Hiçbir iblis karanlıklardan çıkıp bu bebeği alama-
yacak, gece boyunca onu korumak için kandil yakacak, güzü-
müzü ondan ayırmayacağız.
Paneb rahatladı, sonra aklına önemli bir konu geldi.
— Ne ad vereceğiz, Uabet?
Ad seçmek annenin hakkıydı. Anne çocuğun hayatının ilk
yıllarında kullanılacak bir ad seçip, asıl adını gizli tutabilirdi; gizli
ad ancak çocuk taşıdığı yetenekleri ortaya döktüğünde açıkla-
nırdı.
— Tek bir ad yeterli olur, dedi Lekesiz Uabet: oğlumuzun adı
Aperti* [Mısır dilinde "gücün, şiddetin ulusu" anlamında.] olacak,
"büyük güç sahibi".
Patırtı gecenin ortasında başladı. Önce sarhoş bir erkek sesi
duyuldu, sonra daha sarsak bir ikincisi yükseldi, bir üçüncüsü
katılmaya davrandı ve arkadaşlarının zaten bet sesle söyledikleri
türkünün içine etti. Üç sarhoş şaraba, kadınlara ve özgürlüğe olan
aşklarını öylesine güçlü bağırdılar ki, tüm köy halkı uyandı.
Çocuklar ağlamaya, köpekler havlamaya başladı.
Pişkin Somun Pay'ın karısının sabrı taştı, bütün bu gürül-
tüyü çıkaranların kim olduğunu öğrenmek, derslerini vermek için
dışarı çıktı.
Kadın Paneb'in koluna girmiş sendeleyerek yürüyen koca-
sını, Paneb'in öbür kolunda da Neşeli Renupe denen o yontucuyu
ayaklarının üzerinde durmakta zorlanır halde görünce, ne şaşırdı
ama.
Karısını görüp korkudan ne yapacağını bilemeyen Pay yere
yığıldı.
— Açıklayabilirim... Paneb'in oğlunun doğumunu kutluyor-
duk, ben de...
— Hemen eve gir, çabuk!

110
— Bizler özgür insanlarız, dedi Neşeli Renupe gururla. Hem
kutlamamız daha bitmedi!
Kadın yontucuyu tokatladı, Renupe'nin karşılık veremeye-
ceğinden emin halde kocasının ensesinden yakaladı, sürükleyerek
eve götürmeye başladı. Öylesine sert yapışmıştı ki adamın ense-
sine, Pay çığlık atmaktan alamadı kendini. Paneb bir kahkaha
patlattı, bir türkü tutturup yeni bir testi şarabı kafasına dikti,
Firuze'nin evinin önüne gelince çivilenmiş gibi durdu.
Aklına eğlenceli bir fikir gelmişti. Becerisini göstererek
köyün hayranlığını kazanacaktı.
Güzel Firuze sabahın erken saatinde kapısını açtığında
Paneb'in sokağın ortasında uyuyakalmadan önce çizdiği portre-
sine hayran hayran bakan köy halkıyla burun buruna geldi.
Firuze'yi çırılçıplak, lavta çalarken çizmişti. Üzerindeki tek giysi,
genç kadının hatlarının kusursuzluğunu daha da ortaya çıkar-
maktan başka bir şeye yaramayan inci kemerdi.
Her kafadan bir yorum çıktı, hiçbiri de övgü dolu değildi.
Güçlü Naht utanç verici eserin bir bölümünü silmeye başlamıştı
bile; Paneb'in fazla gözü pek bir yüreği, alev dolu bir ağzı olduğu
söyleniyordu.
— Böylesi bir duruma düşmek için nasıl bir günaha cüret
etti, haberiniz var mı? diye bağırdı bir rahibe. Ölülere ayrılmış
armağan masalarından şarap çaldı!
— Saçma yalanlardan vazgeçin, diye araya girdi Firuze.
Paneb'in içtiği şarapların hepsi benim mahzenimden çıktı.
Yaptığı resimden dolayı kızması gereken tek kişi varsa o da
benim. Ben de kızmadım. Çocuğunun doğumunu kutlamak suç
mu sayılıyor artık?
— Böyle kutlamak, evet, sayılıyor, diye bağırdı Pişkin Somun
Pay'ın karısı. Bugüne kadar huzur içinde yaşadı bu köy, bundan
sonra bu Paneb gürültücüsüne izin vermeyeceğiz!

111
— Sen hiç genç olmadın mı? diye sordu Firuze.
— Oldum ama hiç aklımı kaçıracak kadar sarhoş olmadım,
bununla da övünüyorum! Bu serseriye hoşgörülü davranmamak
gerek.
Kurtarıcı Şed göründü. Her zamanki gibi sinekkaydı tıraş
olmuş, kokular sürünmüştü.
— Yardımcım olduğunu, onu çok işlerin beklediğini unut-
mayın. Bana kalırsa en doğrusu bu olayı unutmak olacak.
Köylüler arasında ateşli bir tartışma çıktı. Karar kendiliğin-
den çıktı; kararı gür sesiyle Halat Kasa açıkladı:
— Ustabaşını çağıralım. Bu sorunu o halletsin. Sabahın erken
saatlerine kadar Merneptah'ın mezarının planı üzerinde çalışan
Suskun Nefer uyanmış, gürültüyü duyarak yaklaşmıştı zaten.
Çelişkili anlatılarla karşılanan ustabaşı, karar vermekte zor-
landı. Firuze'nin kısa ve ayrıntılı açıklaması olanları anlamasına
yardımcı oldu.
— Dağılın, dedi çevresindekilere. Beni Paneb'le yalnız bıra-
kın.
Pişkin Somun Pay'ın karısı Suskun'un yüzündeki öfkeyi
görünce, gürültücünün başının belaya gireceğini anladı.
Ustabaşı pişmiş topraktan tası testiye daldırıp doldurdu, çev-
resindeki gürültüye rağmen horlamayı kesmeyen Paneb'in yüzü-
nü yıkadı.
Cesur hemen toparlandı, ayağa fırlayıp kendini korumaya
hazırlandı.
— Kim buna cüret etti?
— Ustabaşın Paneb. İtaat ve saygı göstermen gereken adam.
n
Yirmi üçüncü bölüm
Paneb'in başı çatlayacak derecede ağrıyordu, sırtını Firuze'-
nin evinin duvarına yasladı.
112
— Neden resmini sildiler? diye söylendi.
— Evlerimizin cephesi beyaz kalmalı da ondan. Hatırlamaya
çalış: evlerin cephelerini sen boyamıştın. Duvar yazılarıyla kir-
lenmelerine izin vermezsin değil mi?
Paneb fırçasını havaya fırlattı.
— Göğü, yıldızları, tüm dünyayı fethetmek, resmime sığdır-
mak istiyorum. En gizli gerçeği göstermek, seven bir kadının
vücudu gibi sıcak titreşimlerle dolu resimler çizmek istiyorum!
Üstelik istediğim yere çizerim ben, evlerin duvarlarına bile!
— Hayır Paneb.
Genç devin titrek bakışları Suskun'un sert gözlerine dikildi.
— Ne demek hayır? Bana nasıl davranacağımı sen mi söyle-
yeceksin?
— Ben senin ustabaşınım ve bu kabahatin nedeniyle seni
loncadan bile atabilirim. Ustabaşına itaatsizlik çok ciddi bir
suçtur.
Tehdit, Cesur'u ayıltmaya yetti.
— Ciddi olamazsın...
— Son derecede ciddiyim. Mutlu ya da mutsuz, başımızdan
ne geçerse geçsin ahlaksızlar gibi davranmamak ve loncaya layık
olduğumuzu kanıtlamak zorundayız, işte bu yüzden yaptıklarını
kabul etmek mümkün değil.
— Kısacası, artık dostum değilsin...
— Kovan arıdan daha önemlidir Paneb. Dostça ilişkilerden,
kişisel tercihlerden de önemlidir. Beni ustabaşı gibi önlem almaya
iten sensin; ne kadar güç olursa olsun bu önlemleri almakta
tereddüt edemem.
Paneb yumruklarını sıktı.
— Çıplak çalgıcı resmi silindi, evin duvarı yeniden beyaza
boyanacak. Benden daha ne istiyorsun?

113
— Sarhoşluk, gürültü çıkarmak, kendine hâkim olamamak.
Büyük Eser için çalıştığını ne zaman anlayacaksın?
— Bırak da buna ben karar vereyim! Ben sadece Kurtarıcı
Şed'in yardımcısıyım.
— Yanılıyorsun Paneb. Bu köy halkından her biri, değişik
derecede de olsa aynı macerayı yaşıyor. Yeteneğin ne olursa
olsun, o yeteneği kendi başına kullanmana izin vermeyeceğim.
Suskun'un şaka yapmadığım anladı.
— Hiç olmazsa içimde nelerin kaynadığım bir bilsen! Ebedî
istirahatgâhlar, gık demeden onlarcasını boyarım!
— Umarım. Bu arada, ya verilen cezayı kabul edeceksin ya
da Hakikat Meydanı'ndan ayrılacaksın.
Paneb yargıcına sırtını döndü.
— Küçültücü bir ceza mı olacak?
— Beni yanlış tanımışsın, Ressam Yardımcısı. Cezanın bile
loncaya yararlı olması gerekir.
Mehi çabuk ve iyi çalışıyordu. Ordu ve yönetim bilgisinin
derinliği sayesinde mümkün olduğunca çok özel bilgi edinebil-
mek için etkili bir haberalma ağı kurmuş, gelişimleri takip ede-
bilmek için dikkatli bir şekilde güç odaklarım da izlemeye baş-
lamıştı.
General bir yandan çok sıkı bir disiplin istiyor, öte yandan
da çevresine topladığı duygusuz yardımcılarına, başarılı olmaları
halinde büyük ödüller vaat ediyordu. Söz vermek, sözünü tut-
mamak, sözün neden tutulmadığım anlatıp yeniden söz vermek.
İşte Meninin büyük ustalıkla uyguladığı, günden güne artan
küçük iftiralarla desteklediği amansız yöntem buydu. Bu yön-
temle yardımcılarını birbirine düşürüyor, başarısızlığın ya da
yanlış manevranın yükünü birinin omuzlarına yüklemek gerek-
tiğinde çok işe yarayacak bir güvensizlik ortamı doğuruyordu.
General, karşısındakileri büyük bir güven ve inandırıcılık gücüyle

114
yönetiyordu; yüksek yöneticilerin büyük çoğunluğunun tersine,
çok çalıştığından önüne gelen dosyalan gerçekten çok iyi biliyor,
eleştirilerden ürkmüyordu. Bazı yüksek rütbeli subaylar hâlâ teh-
likeli olabilecek bir namusluluk, hatta uyanıklık gösterebiliyordu,
zaman zaman da olsa. Mehi böylelerini gözden kaçırmıyor, bazen
eve, akşam yemeğine çağırarak sevgili ve akıllı karısının, Serke-
ta'nın görüşünü almak istiyordu. Öldürmekten öylesine büyük bir
keyif almıştı ki, gerektiğinde yeniden öldürmek konusunda hiçbir
tereddüt göstermeyecekti Serketa. Böylesine yetenekli bir mütte-
fikle, sorunlar daha doğmaya fırsat bulamadan hallediliyordu.
Kraliyet kortejine refakat eden birliğin komutam başkentten
dönüp Mehi'nin huzuruna çıktı.
— Yolculuk iyi geçti mi?
— Kusursuz geçti General. Bildirilmesi gereken hiçbir şey
olmadı. Ülke sakin, firavunun filosu nehir boyunca alkışlarla
karşılandı, Merneptah da Per Ramessu'ya sağ salim vardı.
— Kuzey'in büyük kentini nasıl buldun?
— Samimi olmam gerekirse General, Teb kadar görkemli
değil. Doğru, tapınaklar ile saraylar etkileyici görünüyor, ama Teb
gibi olmaları için zamana ihtiyaçları var sanki. Üstelik Karnak'ın
eşi benzeri yok.
— Siyasal durum hakkında bilgi toplamayı basardın mı?
— Oldukça karışık görünüyor. Kimse Merneptah'ın yönetici
yeteneklerinden kuşkulanmıyor, ama bazı hırslı insanlar kralın
yaşına bakıp da çoktan ondan sonrasının telaşına kapılmış bile.
— Büyük Ramses'in oğlu olduğunu, onun kadar uzun yaşa-
yabileceğini göz ardı mı ediyorlar yoksa?
— Ediyorlar gerçekten. İki ciddi rakip birbirlerine darbe
vurmaya başlamış bile: Merneptah'ın oğlu Seti ile babasının bile
söz geçiremediği Amenmes, Seti'nin hareketli oğlu.

115
— Her ikisi hakkında da olabildiğince çok bilgiye ihtiyacım
olacak, dedi Mehi.
— Per Ramessu'da çok güvenilir dostlarımız var, Teb'den
gitme subaylar...
— Firavunun acele dönüşünün ardında bir darbe girişimi mi
vardı?
— Per Ramessu'da asılsız bir söylenti yayılmış. Merneptah'ın
Teb'de öldüğü söylenmiş. Amenmes hemen ortaya çıkmış, baba-
sının tahta çıkamayacak kadar hasta ve korkak olduğunu iddia
etmiş. Resmî haberciler yalanlama üzerine yalanlama getirmiş,
ama söylenti yayılmaya devam etmiş ve sonunda firavunun ace-
leyle dönüp hayatta olduğunu herkese göstermesi gerekmiş. Her
şey eski düzenine dönmüş görünüyor, ama Merneptah'ın entrika-
ları boşa çıkarması, iktidarını perçinlemesi pek o kadar kolay
görünmüyor.
"İşte Teb bölgesinin sükûnetine neden bu kadar önem ver-
diğinin cevabı" diye düşündü Mehi. 'Teb ayaklansa, düzeni sağ-
layacak gücü olacak mıydı?"
— Bir ayrıntı daha var General; batı ve kuzeydoğu sınırın-
daki bütün garnizonlar alarmda.
Mehi oturduğu koltuktan sıçradı.
— Bu çok önemli bir haber! Neden daha önce söylemedin?
— Çünkü sonradan öğrendiğim kadarıyla sadece bir eğitim
harekâtıymış. Merneptah emirlerinin doğru iletilip uygulanaca-
ğından emin olmak istemiş. Emir komuta zincirinde hiç aksaklık
yok anlaşılan.
— Yine de... böyle bir manevra bir istila tehdidini saklamıyor
mu sence?
— Hayır, çünkü her şey sakin, ufukta en ufak bir çatışma bile
yok. Bu arada bazı yüksek rütbeliler, malzemenin eskidiğini,

116
asker sayısının azaltıldığını, yıllar süren barışın Mısır ordusuna
savaşmayı unutturduğunu iddia ediyor.
— İşte ben de bu yüzden Teb ordularında bir dizi reform
yaptım ya!
— Saldırı sırasında ülkeyi korumakla görevli seçkin birlikler
Per Ramessu'da bulunmalarına rağmen, yeterince eğitilmedikleri
söyleniyor. Yine de Mısır'ın karşısında gerçek bir tehlike yok,
Büyük Ramses'in başlattığı barış sürecek gibi görünüyor.
Mehi öyle düşünmüyordu. Ramses ölmüştü, onunla birlikte
adının çevresindeki büyü de. Kısa süre sonra Libyalıların, Suriye-
lilerin ve Asyalıların saldırı dürtüsü dirilecekti. Ramses'in boyun-
duruğu altında kalan bu savaşa susamış intikam duygusuyla dolu
kavimleri durdurmak, yaşlı Merneptah'ın harcı değildi kuşkusuz.
Kısacası barışın son demlerinden yararlanıp, Teb ordusunu
olabildiğince güçlendirmek Mehi'ye düşüyordu; son çare Teb
ordusu, o da ülkenin kurtarıcısı olabilirdi.
— Kraliçe hakkında neler anlatılıyor? diye sordu general.
— Kocasına sadık olduğu, onunla fikir ayrılığına düşmek için
hiçbir nedeni olmadığı. Çok sağlam bir evlilikleri var, Merneptah
sarayında gezen genç güzellere dönüp bakmamış bile. Her
zamanki sadeliğiyle işine yönelmiş, onuruna verilen şölenlere bile
çok ender katılıyor. Şimdi artık firavun olup sorumlulukları da
arttığına göre, kanallarda bir kayık sefasına bile ayıracak zaman
bulamayacağını tahmin edebiliriz.
"Yazık" diye düşündü Mehi; kişiliksiz ve kötü niyetli bir kra-
liçe ne de yarardı işine.
— Ya kraliçenin evi?
— Güzel İşet hizmetkârlarını demir yumrukla yönetiyor.
Aslında bu evi yıllardan beri o yönetiyordu, Ramses'in onayıyla
tabiî; kısacası, uzun zamandan beri hiç kötü koku yükselmedi

117
oradan. Merneptah'ın karısı kusursuz, kimsenin kandırmaya
cesaret edemeyeceği bir yönetici olarak tanınıyor.
Subayın raporu Mehi'nin gözünde birçok olumlu nokta içe-
riyordu, olayların gelişimine bakarak bu noktalardan yararlan-
mak gerekecekti, ama beklemek hiç de onun yeğlediği çözüm-
lerden olmamıştı. Yeni çatlaklar bulmak ya da eldeki çatlakları
daha da genişletmek ona düşüyordu, ama asıl önemlisi duyarlı bir
soruya doğru cevap vermekti. Hakikat Meydanı'na karşı nasıl bir
tutum benimsemeli?
O
Yirmi dördüncü bölüm
Şef Sobek işini seviyordu. İyi bir polisti. Her iyi polis gibi
tehlikeyi hisseden gelişmiş ve keskin sezgileri vardı. Bu kez çok
yakınında, Hakikat Meydanı'nın ta içinde duyuyordu tehlikeyi.
On yıllık inatçı bir soruşturmadan sonra bile, Nübyeli polisi
öldüren, cinayeti Suskun Nefer'in sırtına sarmak isteyen kişiyi
bulamamıştı. Aynı düşünce, bir tutku gibi geri geliyordu aklına.
Bu canavar köyde yaşıyordu hem de Nefer'in şefliğini yaptığı
ekibin üyesiydi. Ramses'in ölümünden ve Suskun'un ustabaşı
seçilmesinden sonra sonsuza dek sessiz kalmaya karar vermiş
olabilir miydi o katil? İşte buna inanamıyordu Sobek. Sabırlı ve
kararlı biriydi katil, kuşkusuz amacına giden yolda yürümeye
devam edecekti.
Nefer her zamankinden daha çok tehlikedeydi.
Hainin dışarıda da suç ortakları vardı mutlaka, tıpkı şu
intihar ettiği sanılan, ama konuşmaması için öldürüldüğü kesin
Abri gibi suç ortaklan. Abri, batı yakasının başyöneticisi, Hakikat
Meydanı'nın koruyucusu! Kötülüğün ne denli ciddi olduğunu
anlatmak için, bundan daha etkili bir cümle olabilir mi? Ölümü
önemli bir izi ortadan kaldırıyordu, ama yeminine ihanet eden

118
zanaatkarı bularak izi sürmeye kaldığı yerden devam edebilece-
ğini umuyordu.
Bu nedenle hiç kimseye açıklamayacağı bir karar almıştı
Nübyeli; elindeki tüm olanaklan kullanacak, sağ ekibin tüm
zanaatkarlarını teker teker izleyecekti. Eğer ekibin koynunda
beslenen bir yılan varsa, mutlaka kendini belli edecekti.
Başarılı olmak için son fırsatıydı bu Sobek'in, bu fırsatı
kaçırmamaya kararlıydı.
— Şef, diye uyardı adamlardan biri. Eşek geldi.
— Eşek mi? Ne eşeği?
— Şeyy... eşek istemişsiniz ya...
— Ah, tabiî, tabiî, hatırladım! Satıcıya parasını hafta içinde
ödeyeceğimi söyle.
Sobek dikkat çekecek hiçbir şey görmediklerini söyleyen
Nübyeli polislerin raporlarını dinledi. Krallar Vadisi iyi korunu-
yordu, hiçbir şüpheli vadiye yaklaşmaya çalışmamıştı. Durum
sakin de olsa, yine de doldurmak zorunda oldukları nöbet saatle-
rinden yakınıyordu polisler. Hem fazla mesai ücretleri de gülünç
denecek kadar azdı. Şef Sobek büyük bir öfkeye kapıldı.
— Kendinizi nerede sanıyorsunuz, aptallar sürüsü! Bir
buğday deposunun değil, Hakikat Meydanı'nın güvenliğinden
sorumlusunuz siz! Burada hizmet görmek bir onur, bu onurun
değerini anlamayan varsa hiç düşünmeden versin istifasını.
Homurtu kesildi, herkes nöbet yerine gitmek için uzaklaşırken,
Sobek yeni eşeğini incelemeye koyuldu.
— Ne kadar istedi satıcı?
— Bir kumaş, bir çift sandalet, bir çuval çavdar, bir çuval da
un, diye cevap verdi polis memuru.
— Benimle alay ediyor galiba! Bu zavallı hayvan hem hasta
hem de yaşlı, dağdaki patikalara tırmanamaz. Bunu alıp palmiye-

119
lerin arasına bıraksınlar da son günlerini huzur içinde geçirsin
garip.
Eşek satıcısı, Mehi'nin karşısında eğildi.
— Emirlerinizi yerine getirdim.
— Şef Sobek'e yaşlı bir hayvan gönderdin mi?
— Yürüyemeyecek kadar yaşlı bir eşek.
— Yüksek bir fiyat da istedin mi?
— Sağlıklı bir eşek fiyatı.
— Teslim belgesi imzalandı mı?
— Evet belgede sağlıklı bir hayvan olduğu yazılı ve teslim
edilen hayvanın sağlıklı olduğunu gören birçok tanığım var.
— Mükemmel... Demek Sobek ücreti ödemek zorunda
kalacak. Salon gidip başına ekşime, bırak biraz zaman geçsin.
Sana verecek iyi bir haberim var Satıcı, yönetim sana yüz eşek
siparişi veriyor. Hayvanların hem dayanıklı hem de fiyatları
makul. Bildiğin gibi en büyük kaygım, kamu giderlerini düşür-
mek. Paneb, ustabaşının ceza olarak verdiği angaryadan mümkün
olduğunca çabuk kurtulabilmek için gece gündüz çalışmıştı.
Sonunda yepyeni bir yöntem öğrendi, daha önce hiç yapmadığı
stel yontuculuğu ile yeni bir resim biçimi. Firuze'nin şarabının en
iyi cinsten olması, dev adamın baş ağrılarının çabuk geçmesini
sağlamıştı. Aperti ile anasının da sağlığı yerinde olduğundan,
bütün köyce kınandığına bir an bile üzülmedi Paneb. Atölyesine
sığınmış, böylelikle dedikoduları dinlemek zorunda kalmaktan
kurtulmuştu.
Suskun Nefer göründüğünde, ressam yardımcısı Osiris'in
kulağında yeşil renkle son bir düzeltme yapıyordu.
Yüzden fazla kulak yapmıştı: Hakikat Meydanı'nın kadın
loncasının kurucusu, ünlü Kraliçe Ahmes — Nefertari'ninkiler
gibi siyah kulaklar; inşaatçıların sevgilisi, kral oğlu I. Amenofis'-
inkiler gibi sarı kulaklar; yedi santim uzunluğunda, dört santim

120
eninde, iki santim kalınlığında kireç kulaklar; tapınaklara kona-
cak sütun üstlerine ya da mezar taşlarına kazınmış kulaklar...
— Senden sadece tapınak için on çift kulak istemiştim, dedi
ustabaşı.
— Hoşuma gitti... Bütün bu kulaklarla umarım tüm köyün
dualarını duyar tanrılar.
— Büyü iki yönde de etkili olmalıdır Paneb; bizim de onları
duymamız önemli, en başta da senin. Hakikat Meydanı hizmet-
kârlarından birinin "çağrıyı duyan" olduğunu unuttun mu?
Sadece kendini dinlemeyi sürdürürsen, köy ruhunun sesi karşı-
sında sağır kalırsın.
— "Dinlemek her şeyden iyi." Ama on yıldan beri başka bir
şey yapmıyorum ki!
— Her şeyden önce, abartıyorsun, ikincisi bir zanaatkârın bir
gün dinlemekten vazgeçeceğine mi inanıyorsun?
— Bana ahlak dersi vermekten vazgeç! Bu kulakları ben
kendim mi dağıtacağım?
— Kuşkun mu vardı?
Güçlü Naht araya girerek konuşmalarını böldü.
— Korkunç bir şey, dedi büyük bir güçlükle. Çok korkunç bir
şey.... Çocuk... çocuk yaşamadı!
Paneb bir ok gibi fırlayıp eve doğru koştu.
Neden böylesine acımasız bir darbe vuruyordu kader?
Sarhoş olmak, tanrıların gözünde ciddi bir günah sayılmazdı ki!
Evet yeteneğiyle gururlanıyordu, kafası da son günlerde iyice
şişmeye başlamıştı, ama bütün bunların sorumlusu o zavallı
yumurcak değildi ki.
Lekesiz Uabet ilk odada dinleniyordu.
— Paneb, şaşkın görünüyorsun!
— Nasıl oldu?
— Neden söz ediyorsun? Karısının omuzlarını sarstı.

121
— Anlat bana Uabet, öğrenmek istiyorum!
— İyi ama neyi öğrenmek istiyorsun?
— Oğlum... nasıl öldü?
— Ne söylüyorsun sen? Sütannesinin memesini emiyor!
Paneb odaya daldı. Aperti büyük bir açgözlülükle emiyor, soluk
almak için bile ara vermiyordu.
— Daha şimdiden şişmanladı, dedi sütanne. Gerçekten güzel
bir oğlunuz var. Lekesiz Uabet kocasına çıkıştı.
— Ölü bir çocuktan söz ediyordun...
— Naht gelip anlatmıştı.
Şaşkınlık içindeki köylüler olay yerinde toplanmıştı. Kendi
yaşındaki kız arkadaşının beğenisini kazanmak için balkon
tırabzanında cambazlık yapmak isteyen küçük çocuk dengesini
yitirmiş, kafaüstü sokağa çakılmıştı. Kader, başını taş basamak-
lara çarpmasını istemiş olmalıydı. Aceleyle çağrılan bilge kadın
ne yazık ki çocuğun öldüğünü belirtmekten başka bir işe yara-
madı. Kimse cesede dokunmaya cesaret edemedi. Hareketsiz
vücudu yerden kaldıran, sanki uyandırmaktan korkuyormuşça-
sına göğsüne bastıran Paneb oldu. Kalabalığın arasından bir adam
çıktı, yüzü acıdan çizik çizik bir adam.
— Bu benim oğlum, dedi Kuyumcu Tuti. Daha beş yaşın-
daydı.
— Almak mı istiyorsun?
— Hayır Paneb, buna cesaret edemem... Yardımın için
teşekkür ederim, tüm yüreğimle teşekkür ederim.
Çocuğun annesi bayılmış, bilge kadın yanına gelip kendine
gelmesi için uğraşmaya başlamıştı. Ustabaşı diriliş rahiplerine
özgü yıldızlı elbisesini kuşandı, zanaatkarların büyük bir bölü-
müne cenaze törenine katılmak üzere yıkanıp arınma buyruğu
verdi.

122
Hepsi de birbirinden üzgün köylüler doğu mezarlığına,
küçük yaşta ölen çocuklara ayrılmış özel bölüme yollandı. Cenin
ve ölü doğmuşlar amforalarda saklanıyordu, yuvarlak ya da
uzunca sepetler de alınan önlemlerle alay eder gibi yaklaşan
ölümün aldığı süt çocuklarını.
Cömert Didya, kuyumcunun oğlu için atölyesinde sakladığı,
firavunincirinden yapılmış düz kapaklı dört köşe bir sandık
getirdi.
Suskun Nefer küçük çocuğun gökteki annesinin dev vücu-
duna döndüğünü bildirir kısa bir cenaze duası okurken, Paneb
cesedi keten bir örtüye sarmış, öte dünyaya yapacağı yolculu-
ğunda yemesi için Firuze'nin ekmek, üzüm ve hurma koyduğu iki
kap yerleştirdiği sandığa yatırmıştı.
Küçük tabut çukura indirildi, toprak tanrısı onu orada kol-
larına aldı. Artık tabutu bir kayığa çevirecek ve evrenin sularında
dolaşmaya gönderecekti. Kurallara uygun olarak, Hakikat Mey-
danı'nın zanaatkarları rahiplik yapmıştı; dinî törenler için
dışarıdan yardım almaya ihtiyaçları da yoktu. Tüm köy yas tuta-
caktı ve hiçbiri cesetten ayrıldığı ana kadar sıcaklık ve enerjisiyle
onu yeniden dirilteceğini uman Paneb'in gözyaşlarını unutmaya-
caktı.
A
Yirmi beşinci bölüm
— Bu kez, Mehi, sabrım taştı. Beni burada daha fazla bek-
letmek için hiçbir nedeniniz olamaz!
Generale böylesine çıkışmaya cüret eden kısa boylu tom-
bulca adamın adı Dakter'di, bir Yunan matematikçisi ile İranlı bir
kimyagerin oğlu. Siyah ve saldırgan gözleri, kızıl kılları ve gere-
ğinden kısa bacaklarıyla bir şeye benzemiyor, insanların aklını
çelecekmiş gibi görünmüyordu. Batı yakasında, Hakikat Meyda-
nının hemen yakınında kurulu Teb Merkez Laboratuvarı'nın
123
başındaki Dakter'in kafasında çok büyük bir proje vardı: yaşlı
Mısır'ı bilim ve gelişme dünyasına sokmak, ayak bağı olan
gelenek ve batıl inançlardan kurtararak ülkenin muazzam imkân-
larını kullanmak. Ünlü ve sözü dinlenir bir bilim adamı olmak
için başkalarının düşüncelerini amansızca eleştiren Dakter, görüş-
lerini kabul ettirmek ve doğayı insanlığın hizmetine sunmak
arzusundaydı.
Başarılı olmak için, hâlâ iki temel malzemeye ihtiyacı vardı:
birinci sınıf bir siyasetçinin desteği ve Hakikat Meydanı'nın sır-
ları. Ona her türlü desteği verecek, istediğini sağlayabilecek tek
Mısırlı Mehi'ydi. Mehi, göz kamaştırıcı bir yükselişten sonra,
gördüğünü söylediği ve bir efsane olmadığını bildiği lonca hazi-
nelerine el koymak istiyordu.
Ne var ki bütün gücüne rağmen, adının görkemini yalanla-
yacak kadar önemsiz bir görevde pineklemesini istiyordu mütte-
fiki.
Mehi Dakter'e gülümseyerek baktı.
— Kendini unutulmuş hissediyorsun, öyle değil mi?
— Doğru!
— Yanıldın. Sadece başka önceliklerim vardı.
— Ama bilim...
— Bilim iktidardan bağımsız değildir, hiçbir zaman da olma-
yacaktır! Bak, Ramses'in ölümü ile bu ölümün sonuçları senin
isteklerinden çok daha önemli benim için.
— Bunu ben de biliyorum, ama artık batı yakasının başyö-
neticisi oldunuz... Sizi harekete geçmekten ne alıkoyabilir ki?
— Bir çeşit dâhisin Dakter, seninle birlikte çok önemli işler
başaracağız. Ne var ki Mısır'ı hiç tanımıyorsun. Evet, ben sadece
varlıklı ve güçlü Teb bölgesinin efendisi değil, aynı zamanda
Hakikat Meydanı'nın güvenliğinden sorumlu yöneticiyim. Ben-
den sadece firavun hesap sorabilir.

124
— Bunun anlamı... ellerimizin ve ayaklarımızın bağlı olduğu
mu?
— Tam tersine, sevgili Dakter! Ne var ki sırtlanlar kadar
kurnaz ve dikkatli olmamız gerek.
Kızgın bilim adamı atılmaya hazırlanan bir hayvan gibi
büzüldü.
— Demek o lanet olası loncanın sırları menzilimizin dışında
kalıyor.
— Sabırlı olduğunu kanıtlamış biri için çok çabuk umutsuz-
luğa kapılıyorsun!
— Gözlerim açık... Rütbeleriniz ve görevleriniz bizi hareket-
sizliğe mahkûm ediyor!
— Benim hiç vazgeçmediğimi, koşullardan yararlanmak
bakımından herkesten ötede olduğumu aklından hiç çıkarma.
Elimdeki güçler ayak bağı değil, tam tersine büyük bir ayrıcalık.
— İyi ama... ne yapmayı düşünüyorsunuz?
— Birincisi, rüşvet yemeyi kabul ettiremediğim rahatsız edici
birinden, Şef Sobek'ten kurtulmak. Yasal bir süreç sonunda
görevden alınacak, bu da Hakikat Meydanı'nı o geçilmez güvenlik
çemberinden yoksun bırakacak. İkincisi, mezar kâtibi ile ustaba-
şını taahhütlerini yerine getirmeye zorlamak. Düzenli aralıklarla
yinelenmesi gereken çok özel bir araştırmadan söz etmemiş
miydin bana?
— Evet. Yine de lonca zanaatkârlarının bu işle ne ilgisi
olduğunu anlayamıyorum.
— Ramses iktidarının sonu ile Merneptah iktidarının baş-
langıcı bir sürü geleneği altüst etti, ama geleneklerin yeniden
yaşatılması benim işim olacak. Merkez laboratuvarı yöneticisi
olarak, galenit ve bitüm sıkıntısı çekiyorsun, öyle değil mi?
Dakter'in asık yüzü aydınlandı.

125
— Yarın sabah masanızda ayrıntılı bir rapor ile acil istek lis-
tesi bulacaksınız!
— Seyahatlerden hoşlanır mısın, dostum?
— Seyahat beni korkutmaz.
— O zaman bu araştırmanın önderi sen olacaksın, Dakter.
Böylece onları denetler, hareketlerini izlersin.
Hakikat Meydanı zanaatkarları iki sınıfa ayrılırdı: 'Tanrıların
huzuruna gitmiş" olmamakla birlikte sonuna dek geliştirilmiş bir
yöntem uygulayanlar ile Altın Evi'nin sırlarına tanık olup, Kar-
nak'ın büyük rahipleri gibi ayin yönetebilen Suskun Nefer gibi-
leri.
Hem zanaatkar hem de törenci olan ustabaşı her gün tapı-
nağa giderek en temel görevini yerine getiriyor, ahşabı, taşı ve
öteki malzemeyi canlandıran tanrısal ışığın sırrını çözmeye çalı-
şıyordu.
Tapınağa girmeden önce yıkanıp arınırken, bir bilgede
aranan özellikleri düşündü Nefer: doğru ve haklı olanı yapmak,
tutarlı, sakin ve sessiz olmak, mutluluğa olduğu kadar felakete de
direnebilecek sağlam bir kişiliği olmak, karar vermek için uyanık
bir yürek ile yetenekli bir dile sahip olmak. Bütün bu erdemlere
sahip olmaktan uzak görünüyordu; oysa bu nitelikler görevlerini
sendelemeden yerine getirebilmesi bakımından vazgeçilmezdi.
Günden güne ilerlemek için, kendinden fazla loncayla ilgi-
lenmek dışında başka çıkar yolu yoktu Nefer'in. Sabah törenleri
ona güç katıyordu; hem de tam zamanında, bütün karmaşık
işlerle nasıl başa çıkacağım merak ettiği sırada gerçekleşiyordu
bu.
Nefer, firavunun verdiği altın önlükle Hakikat Meydanı'nın
evrenin sonsuz kuralı Maat ile yaratıcı tutku Hathor'a adanmış
ana tapınağa girdi. Sonunda birleşen iki yol, aynı tanrısal gücün
iki değişik yüzü.

126
Olanaklar okyanusundan ilk yükselen adacık, tapınak, tan-
rıların dünyaya bakan gözüydü. Sürekli gelişim içinde olan canlı
bir yaratıktı; kendinden, taşlara gizlenmiş ışıktan besleniyordu.
Burada her şey yankı, tanrısal müzik, ahenkli sayı ve orandı.
Burada, hiçbir kusurun lekeleyemediği yüceltilmiş yaşamda, rast-
lantı ve kadere yer yoktu. Her bölümüyle göğe benzeyen tapınak,
adı Maat, Hathor ya da sessizlik tanrıçası olsun, inşaatçıların ana-
sının eviydi ve çocuklarını burada doğuruyordu. Nefer, Maat'ın
armağanını sunduktan sonra Per Ramessu'daki büyük tapınakta
töreni yöneten firavunla aynı anda, bu bölgede kendine özgü bir
önemi olan kayık odasına gitti. Hem Hakikat Meydanı da iki
ekibin çalıştığı büyük bir gemiye benzetilmiyor muydu?
Macera arkadaşı Kuyumcu Tuti'nin yaslı gününde, oğlunu
loncanın büyük macerasıyla birleştirmek istemişti Nefer. Bu ne-
denle ölümsüz yıldızların kürekçiliğini yaptıkları kutsal kayığın
burnuna, üzerine güneş resmi çizdiği yeni bir kupa koydu. Yıldız-
lar çocuğun ruhunu yanlarında götürecekti. Ustabaşı tapınaktan
çıktığında, sabah güneşi bütün cömertliğiyle parlıyordu. Hathor
rahibeleri ataların mezarlarını çiçeklerle süslüyor, ev kadınları su
almaya gidiyor ve küçük çocukların felaketleri engelleyip, gele-
ceğe yön veren şen kahkahaları duyuluyordu.
Duvarın içine oyulmuş kapının iki yanında, Paneb'in yerleş-
tirdiği iki stel vardı. Onları görünce tebessüm etti Nefer, sonra
yontu atölyesine yollandı. Kapının kapalı olduğunu görünce çok
şaşırdı. Neşeli Renupe koşarak geldi.
— Sakın endişelenme! Her şey yolunda.
— Bu atölye neden açılmadı?
— Basit bir aksilik.
— Aslan Userhat hasta mı yoksa?
— O mu, hasta? Hayır, sanmıyorum.
— Sana anahtarı vermesi gerekmez miydi?

127
— Gerekirdi kuşkusuz ama... anahtarı kaybetmiş! Anahtarı
arıyor, gecikmesinin nedeni de bu. Anahtarı bulur bulmaz kapıyı
açacak, biz de çalışmaya başlayacağız.
— Kötü bir yalancısın Renupe. Neden bana gerçeği anlatmı-
yorsun? Yontucu her zamanki doğal neşesini göstermeye çalıştı.
— İnan bana, gerçekten de ciddi bir şey yok... Kısa zamanda
hallolacağına inandığım basit bir yanlış anlama, hepsi bu.
— Neden daha açık konuşmuyorsun?
— Userhat'ı tanırsın, idare edilmesi kolay değildir... Zaman
zaman etkileyici öfke nöbetlerine kapılır.
— Öfkesinin nedeni ne?
— Şey... Meslektaşımız Araştırmacı İpuy'la küçük bir anlaş-
mazlık, diyelim. Ama önemli bir şey değil, inan bana.
— Bu anlaşmazlık neden Userhat'ın atölyeyi açmasını engel-
lesin ki? Renupe ustabaşının gözlerine bakmaya cesaret edemedi.
— Şey... Userhat işe başlamayı reddediyor.
n
Yirmi altıncı bölüm
Aslan Userhat geniş ve rahat evinin girişindeki sunak masa-
sının üzerine çiçekler yerleştirerek atalara saygısını sunmuş,
elindeki fîravuninciri ağacından, iki kızının saatler boyu oynaya-
cağı kanatlan hareketli bir ördek yapmaya çalışıyordu.
— Ziyaretini bekliyordum, dedi ustabaşına.
— Ben de açıklama yapmanı bekliyorum.
Userhat elindeki yontma kalemi ile yarım kalmış ördeği
bıraktı, Suskun Nefer'e döndü. Zanaatkarın güçlü göğsü öfkeyle
titriyordu.
— Sağ ekibin başheykeltıraşıyım ama, sol ekipteki meslek-
taşlarım bile beni ustaları olarak görüyor. Doğru değil mi?
— Doğru.

128
— Öyleyse Araştırmacı İpuy'un bana karşı takındığı hakaret
dolu davranışı kabul edemem! O kendini beğenmiş, firavuna
gölge yapması için yelpaze tuttuğu günden beri her şeye hakkı
olduğunu sanıyor. Kararımı verdim, İpuy loncadan atılmadığı
sürece işe başlamayacağım, atölye de açılmayacak.
Ustabaşı da öfkelenebilir, Userhat'a davranışının loncaya
yakışmadığını, aslında Paneb'in yaptıklarından pek bir farkı
olmadığını hatırlatabilirdi. Ne var ki, tam da önemli işlere başla-
yacağı ve uyumlu bir ekibe ihtiyacı olduğu bugünlerde, böylesi
bir öfke ateşin üzerine körükle gitmek olurdu.
Bu nedenle, alçak iskemleye oturup cerahati temizlemeye
çalışmayı tercih etti Nefer.
— İpuy'u neyle suçluyorsun? Başheykeltıraş da oturdu.
— İyi bir domuzun fiyatını biliyor musun?
— Yaklaşık iki büyük sepet, dedi ustabaşı.
— Üç tane almak istiyordum, reddedilmeyecek bir fiyat
önerdim: bir lüks sepet! İşi tam bağlamak üzereyken satıcı daha
iyi bir alıcı çıktığını söyledi, üstelik bu alıcı ne öneriyormuş
biliyor musun? Bir yatak! Basit bir yatak ama, yatak işte... Üç
domuza oranla dudak uçuklatacak bir fiyat! Bu duruma neden
olan namussuz kim, biliyor musun? Meslektaşım, Araştırmacı
İpuy! O domuzları benim alacağımı biliyordu, beni küçük düşür-
mek için üçe beşe bakmayıp kendi aldı!
— Öyle olduğunu kabul edelim... Peki ama aranızdaki
çekişmenin nedeni ne?
— Çünkü Karnak depolarının yöneticisine teslim edeceğimiz
bir kireç heykelin fiyatında anlaşamıyoruz. Benim görüşüme göre
İpuy fahiş bir ücret istiyor, söylediklerimi dinlemiyor bile. Eğer
ben onun üstüysem, bana itaat etmek zorunda! Aksi takdirde
heykel falan yok.
— Haklısın.

129
Userhat'ın yüzü aydınlandı.
— Seni hep destekledim Nefer, desteklediğim için de hiç
pişmanlık duymadım! İpuy'un loncadan atılması için mahkemeyi
ne zaman toplayacaksın?
— Yapacak daha önemli bir işimiz var.
— Ya... Öyle mi? Neymiş?
— Domuz satıcısını uyarıp bu şekilde satış yapamayacağını
söylemek. Eğer ısrar ederse, kimse onun sattıklarını almayacak,
eğer sadece İpuy ısrar ederse, iflasa sürüklenecek.
— Tamam, tamam... Ya heykelin fiyatı?
— Daha önce de söyledim, haklısın; heykel meykel yok.
Sipariş iade edilecek, depo yöneticisine heykel falan teslim
etmeyeceksiniz. İpuy her şeyini kaybedecek, senin de onurun
zedelenmeyecek.
— Haklısın da, heykelden elde edeceğim kazanç ne olacak?
Belki de bir anlaşma yolu bulabilirdik.
— Sen mi? İpuy'la anlaşma yolu mu bulacaksın?
— Hayır, ben değil tabiî, ama... Arada sen varken... Belki
onunla konuşup haksız olduğunu anlatırsın, biz de heykeli bitirir
ve senin belirleyeceğin fiyattan satarız.
— Bu koşullarda İpuy'la barışmayı kabul ediyor musun?
Aslan Userhat ustabaşına bir kupa dolusu soğuk su sundu.
— Aslında, pek de kötü biri sayılmaz... Ama başheykeltıraş
benim.
— Gidip atölyeyi açsak? Userhat göğsünü şişirdi.
— Atölyeyi açmak benim görevim. Görevimi yerine getir-
mekten gurur duyarım... Bana bak Nefer, yoksa beni İpuy'dan
biraz daha kendini beğenmiş, biraz daha salak mı buluyorsun?
— Benim için önemli olan, tamamlamak zorunda olduğumuz
eser. Ne seni ne de ötekini yargılama meraklısıyım.

130
Neşeli Renupe, Suskun Nefer'in dikkatli bakışları altında
tahtayı biçerken, Araştırmacı İpuy da elinde keser, bir "destek"
direğini düzeltiyordu. Atölyenin bir köşesinde de bir ölüm maskı
ile bir lahit vardı.
Aslan Userhat yere diz çökmüş, avuçlarını bacaklarına
dayayıp gözünü göklere çevirmiş yüksek rütbeli bir memuru
temsil eden heykelin iskeletini çatmıştı. İlk cilayı uygulamak için,
kuvars tozundan hazırladığı macunu dikkatle sürüyordu.
Onu çalışırken izlemek hayranlık uyandırıcı bir duyguydu.
Heykeli okşar, canlanabilmesi için neler yapması gerektiğini sır
veriyormuşçasına kulağına fısıldardı, hareketleri öylesine şaşmaz
bir düzeni izlerdi ki, soluğuna ve eline mutlak hâkim olması
gerekirdi. Userhat İpuy'a bir testere uzattı.
— Sıra sende.
Bakışları çakıştı. Userhat'ın gözlerinde düşmanlıktan arınmış
bir katılık, İpuy'unkilerdeyse saygı ve dostluk vardı.
Araştırmacı, Userhat'ın heykelin boyutlarını belirlemek için
kireç üzerinde çizdiği kırmızı çizgileri buldu. İnanılmaz bir
kesinlik ve güvenle gereksiz taş parçalarını yok ederek, başhey-
keltıraşın arzuladığı biçimi ortaya çıkardı.
Dua eden adam şekli oluşmaya başladı. Neşeli Renupe ikinci
kat cilayı heyecanla sürdü, meslektaşlarının barışmasından mutlu
görünüyordu.
— Bitirdiğin zaman, bir keski alıp çakmaktaşından kulakları,
elleri ve gözleri yontacağım, dedi Userhat. İpuy da ellerinde çevi-
receği içi boş bakır bir boruyla bacakları birbirinden ayıracak,
sonra ben son cilayı atacağım, yüzün ve vücudun biçimini belir-
leyeceğinden, en önemli olanı bu cila. Güzel bir heykel olacak
inanın bana!
— Çabuk bitirin, dedi ustabaşı. Çünkü önümüzdeki aylarda
hiç iş sıkıntısı çekmeyeceksiniz. Kurucumuz I. Amenofls şöleni

131
için yeni ahşap heykellere, Firavun Merneptah için de yontulmuş
taşlara ihtiyacımız olacak.
Üç yontucu da böyle bir kararı bekliyor olmalıydı, ama bunu
ustabaşının ağzından duymak işe bambaşka bir boyut kazandırı-
yordu. Birden gerçekleştirilecek eserin boyutu ve güçlüğü karşı-
sında afalladılar.
— Bize çok miktarda yüksek nitelikli taş gerekecek, dedi
Aslan Userhat.
— Bugünden tezi yok, en önemli taşocaklarına haber gönde-
receğim, dedi Nefer. Aynı zamanda da yeni aletleriniz olacak, ne
malzeme gerekiyorsa alacaksınız.
— Tatil günlerimizden de mi kemireceğiz?
— Dürüst olmak gerekirse, kemirmek zorunda kalacağımızı
sanıyorum. Hakikat Meydanı'nın şanına layık olmalıyız, bana
kalırsa zaman kaybetmekten kaçınmamız lazım.
— Anlaşılan sıkılacak zamanımız olmayacak, dedi Neşeli,
kafasını kaşıyarak. Kralın resmî portresi ne zaman gelir?
— Geldi bile, dedi ustabaşı. Alçıdan yapılmış portre, yüz çiz-
gileri en az Büyük Ramses kadar soylu olan ciddi bir Merneptah
tasvir ediyordu.
— Elin hassasiyetini hâlâ kaybetmedi demek, dedi Userhat.
Gerçek heykeltıraş sensin.
— Bana her şeyi sen öğrettin... Dev heykeller, ayakta duran
Osiris heykelleri, oturan heykeller ve armağan sunan heykeller
için sizlere güveniyorum. Kurtarıcı Şed atölyeye girdi ve yapıl-
makta olan çalışmaları ilgiyle izledi.
— İşini bilen meslektaşlara sahip olmak güzel bir şey, dedi,
biraz aşağılama kokan bir sesle. Ustabaşını birkaç dakikalığına
sizden kaçırabilir miyim?

132
Bu, başressamın dilinde acil bir durum anlamına geliyordu.
Ne var ki Kenhir'in mezarına tırmanırken hiç acele etmiyordu
Şed.
— Cesur Paneb'in son eserini bir an önce sana göstermem
gerektiğini düşündüm de...
Eldekiler yetmezmiş gibi, yeni bir kaygı konusu daha... O
yorucu günün daha nelere gebe olabileceğini düşündü ustabaşı.
Kurtarıcı Şed, Paneb'in Tanrı Ptah'a armağan sunan bir rahip
çizdiği duvarın önünde durdu. Tüm resim, çizgilerin inceliğini,
renklerin güzelliğini ortaya çıkaran tatlı bir ışıkla aydınlanmıştı.
— Ama... Bu bir harika! dedi Nefer.
— Değil mi? Büyük bir ressam doğdu.
O
Yirmi yedinci bölüm
Güçlü Niyut'un süpürgesi, şiddetinden hiçbir şey yitirmi-
yordu. Birçok kez Kenhir'in çalışma odasını ele geçirmeye çalış-
mış, yaşlı kâtip bölgesini korumakta giderek daha fazla güçlük
çeker olmuştu. Küçük bela her geçen gün kendine daha fazla
güveniyor, emirleri tartışıp kafasına göre işler yapıyordu.
Ne var ki yemekleri hâlâ harikaydı, bu nedenle onsuz yapa-
mayacağını düşünüyordu mezar kâtibi.
— Postacı bu mektubu size getirdi, dedi Niyut, Batı Yakası
Başyöneticisi Mehi'nin mührünü taşıyan bir papirüs uzatırken.
Kenhir hemen açıp okudu.
Nazik bir üslupla ertesi gün görüşmeye gelmesini bildiri-
yordu papirüs.
— Evden çıkmak zorundayım, dedi kâtip hizmetçisine.
— Yemek neredeyse hazır olur.
— Çok sürmez.
Kenhir ustabaşını yontu atölyesinde, Aslan Userhaf'ın
önerdiği heykel örnekleri arasında seçim yaparken buldu.
133
— Mehi tarafından çağırıldım, diye anlattı.
— Bu görülmedik bir şey midir? diye sordu Nefer.
— Değil. Aslında görevinin gereklerine uyuyor. Benimle
görüş alışverişinde bulunmasında yasadışı bir şey yok, ama çağ-
rısına cevap vermek zorunda değilim.
— Mehi'nin davetine uymamanız, gereksiz bir gerilim yarat-
ma tehlikesi doğurmaz mı?
— Bundan endişeleniyorum. Öğrendiğim kadarıyla işini
büyük bir ciddiyet ve bilgiyle yapıyormuş. Üstelik yönetimden
gelecek baskılara karşı bizi koruyacak olan da o, bu nedenle
onunla iyi geçinmek yerinde olur diye düşünüyorum.
— Yine de onunla görüşmeye can atıyor gibi durmuyor-
sunuz.
— Haklısın, dedi Kenhir. Haklısın, ondan gelebilecek talep-
lerden ürküyorum. Yüksek görevlilerden çoğu gibi, loncamızın
neye yaradığını anlayamıyor, bu nedenle kuşkusuz ayrıcalık ola-
rak gördüğü hakları kısıtlamak isteyecektir. Böyle bir şey olursa,
konuşmamız kötü bir şekilde noktalanacak demektir. Bu Meni
üzerimizde hiçbir gücü olmadığını, bizden en ufak bir taviz bile
koparamayacağını kabul edeceklerden değil.
Mehi'nin görkemli villasının kapıcısı mezar kâtibi karşısında
saygıyla eğildi, sonra da kâhyaya acele gelmesi gerektiğini bil-
dirdi.
— Efendim sizi bekliyor, dedi kâhya eğilerek. Beni izlemek
zahmetine katlanırsanız...
Kâhya hizmetkârlar girişini sağında bırakarak, iki yanı
keçiboynuzu kaplı taş döşeli bir yola girdi. Yol biraz ilerde geniş-
liyor, ortasında bir havuzun bulunduğu büyük bir bahçeye açılı-
yordu.
Kenhir görkemli binaya girer girmez iki hizmetkâr tarafın-
dan karşılanarak, alçak bir sedire oturtuldu. Hizmetkârlar mezar

134
kâtibinin ellerini ve ayaklarını yıkadı, kokulu havlularla kuru-
layıp, yepyeni bir çift sandalet giydirdiler. Sonra kâhya mezar
kâtibini bitki ve çiçek resimleriyle süslü tavanı iki somaki sütun
tarafından taşınan geniş bir bekleme salonundan geçirdi, duvar-
ları av ve balıkçılık tasvirleriyle süslü, dört sütunlu büyük bir
odaya soktu.
— Efendim, konuğunuz.
Son moda plili bir gömlek giymiş, deri bir kemerle tuttu-
rulmuş uzun bir peştamala sarınmış olan Mehi, kaz tüyünden
kalemini bırakarak, konuğunu karşılamak için yaklaştı.
— Sevgili Kenhir, sizi yeniden görmek ne güzel! Yazıhanemin
pek de elverişli olmayan ortamı yerine burada, evimde görüşebi-
leceğimizi düşündüm ve size küçük bir sürpriz hazırladım...
Alçak bir masanın üzerindeki kırmızı testinin kulpuna bağ-
lanmış papirüsü okudu:
"Harge Vahası üzümlerinden beyaz şarap. Ramses, 5. yıl."
Uşak iki kupa doldurup çekildi.
— Büyük Ramses'in Kadeş'te Hititleri yendiği yıldan kalma
kusursuz bir hasat! Laf aramızda elimde topu topu üç testi kaldı...
Tadına bakalım mı, ne dersiniz? Kenhir, tüm eşyalar gibi son
derecede zevkle yapılmış aslan ayaklı bir koltuğa oturdu. Yeni
general zenginlikten hoşlanıyor, zenginliğini gözler önüne ser-
mekten çekinmiyordu. Sıcak ve nazik davranarak, konuklarını
rahat ettirmeyi de biliyordu doğrusu. Ne var ki, beyaz şarabın
olağanüstü tadının keyfini çıkaran Öfkeli Kenhir'i etkileyemezdi
böylesi davranışlar.
— Meyve ya da çörek ister misiniz?
— Bu şarapla baş başa kalmayı tercih ederim. Gerçekten de
olağanüstü bir içimi var.

135
— Bir dostu memnun etmek hayatta tadılacak en büyük
keyiftir! Talihimiz var ki böylesi şaraplar üretilen bir ülkede
yaşıyoruz. Bu arada, izin verin sağlığınızı sorayım.
— Artık genç bir adam sayılmam, ama vücut sağlam çıktı,
ciddi bir rahatsızlığım yok.
— Uzun yaşama arzumuza içelim!
İkinci kupa da en az birincisi kadar lezzetliydi.
"Eğer beni sarhoş etmek niyetindeyse" diye düşündü Kenhir,
"umudu kırılacak ne yazık. Ya da mahzeninin yansım gözden
çıkarması gerekecek. Gut korkusu da beni içmekten alıkoyama-
yacak."
— Herhalde firavunun bana iki ayn görev verdiğini biliyor-
sunuz. Biri, Teb ordularının generalliği, öteki de batı yakası baş-
yöneticiliği. Bir bakıma birbirlerine sıkı sıkıya bağlı da görü-
nebilir bu iki görev, çünkü sayısız hazinelere sahip bu bölgenin
güvenliğinden sorumluyum; bu görevi de eksiksiz yerine getir-
meye kararlıyım. Görevim bir açıdan sizi de ilgilendiriyor, çünkü
Hakikat Meydanı da emrim altındaki yönetim birimlerinden biri.
— Evet, batı yakasında bulunuyor, diye düzeltti Kenhir sert
bir sesle. Ama sadece firavuna bağlı.
— Haklısınız, sevgili dostum, kurulduğu günden beri geçerli
olan kural bu! Benim görevim Hakikat Meydanı'nı her türlü
saldın ya da kötü niyetten korumakla sınırlı; bunun için de bece-
rimi Sobek'le, köyün güvenliğinden sorumlu şefin imkânlarıyla
birleştiriyorum. Bilin ki selefleri gibi kral Merneptah da Hakikat
Meydanı'ndan büyük bir övgüyle söz ediyor, huzur ve dinginlik
içinde çalışmalarına çok önem veriyor.
— Mısır Mısır olduğu sürece, dedi Kenhir. Hep böyle olacak.
Mehi Harge Vahası üzümlerinden yapılmış beyaz şaraba olağa-
nüstü bir direnç gösteren yaşlı kâtibi fikrinden caydıramıyordu
bir türlü. Anlaşılan beklediğinden de çetin bir rakip olacaktı.

136
— Size çok özel bir soru sormak zorundayım, sevgili dost.
— Hakikat Meydanı çalışmalarıyla ilgili her konuda, kesin
olarak susmak durumundayım.
— Tabiî ki böyle bir soru sormak niyetinde değilim; benim
soracağım Abri'yle ilgili. İtiraf etmeliyim ki o korkunç ölümü
beni çok rahatsız ediyor. Loncanın sükûnetini sağlamakla görev-
liyken, yıkmaktan başka bir şey düşünmedi ve firavunu
kandırmak için yalancı bir rapor yazmaya kadar götürdü işi!
Böylesi bir suçtan sonra, kendi hayatına son vermekten başka yol
kalmamıştı belki, ama bu felaketten önemli bir ders çıkarıyorum
ben: belki de çevremizde sizlere zarar vermek isteyen bir grup
yüksek yönetici var.
Mehi'nin iddiası mezar kâtibini pek heyecanlandırmadı.
— Bu dediğiniz yeni bir şey değil, dedi. Bana kalırsa, mutlaka
söylediğiniz gibidir. Hakikat Meydanı'nın sırları ta başlangıçtan
beri çok iyi korunup saklandığından, düşler kuruluyor, bu düşlere
dayanılarak hırslar gelişiyor, insanlar harekete geçmek istiyor.
— Ama bu büyük bir tehlike olur!
— Böylesi bir tehlikeyi küçümsemediğinizi görmek mem-
nunluk verici Mehi. Sayenizde rahat uyuyabileceğiz.
— Doğru, gerçekten de bana güvenebilirsiniz; ben de sizin
yardımınıza güvenmek isterim.
— Bir kez daha tekrarlayayım, yönetimim hakkında sadece
firavuna ve onun temsilcisi olan vezire hesap veririm.
— Anlıyorum bunu, ben sadece loncayı yok etmeye yönelik
tehditlere karşı yapabileceğimiz işbirliğinden söz ediyorum. İşte
sorularımı da bu nedenle soruyorum. Abri'yle sık görüşür müy-
dünüz, ondan kuşkulandınız mı?
— Onunla pek seyrek görüşürdük, ama son görüşmemizde
bana rüşvet önermeye kalktı.
— Zavallı... Ne istiyordu peki?

137
— Abri güçsüz ve çıkarcıydı, sürekli vergileri yükseltmenin
ve baskıcı yönetimin erdemlerine inanıyordu. Özgürlük onun için
yabancı bir kavramdı, Hakikat Meydanı'nı ele geçirememeyi
kabul edemiyordu bir türlü. Gerisi hakkında bir şey söyleyeme-
yeceğim. Öte yandan Şef Sobek bir komplonun varlığına inanıyor,
daha dikkatli olmamız gerektiğini söylüyor. Ben de aynı görüş-
teyim.
— Çok daha rahatlatıcı sözler duyacağımı ummuştum...
Firavunun yüzünde gördüğüm endişenin nereden kaynaklandı-
ğım şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yine de talihliyiz, son geliş-
meler önemli bir değişikliğe neden oldu. Abri öldü, yerine ben
geldim. Loncaya saldırmak isteyen kim olursa olsun, karşısında
önce beni bulacak. Siz ve Şef Sobek'le birlikte, yıkılmaz bir duvar
oluruz.
— Tanrılar sizi duysun, Mehi.
— Ne kralın ne de Mısır'ın umudunu boşa çıkaramayız. En
ufak bir tehlikede, en küçük bir kuşkuda bana haber vermekten
çekinmeyin, hemen müdahale ederim. Kenhir bu söylenenleri
Abri'nin konuşmasına tercih ederdi kuşkusuz. Görüldüğü kada-
rıyla, yeni general işlerini ciddiye alıyordu, Hakikat Meydanı bu
yönetici değişikliğinden kârlı çıkmış gibiydi.
— Sizden bir şey isteyeceğim, Kenhir. Mezar kâtibi kasılıp
kaldı.
— Yok canım, rahat olun, kendim için bir şey isteyecek
değilim. En iyi biçimde üstesinden gelmek istediğim bir yönetim
sorunu var da.
— Sizi dinliyorum.
— Beni loncanın ustabaşısıyla tanıştırabilir misiniz?
A
Yirmi sekizinci bölüm
Mezar kâtibinin gözleri düşmanca bakıyordu.
138
— Bu dediğiniz kesinlikle imkânsız, ustabaşının kimliği gizli
kalmalıdır. Mehi uşağı çağırdı, aynı hasattan ikinci bir testi Harge
şarabı getirilmesini buyurdu.
— Bu söylediğiniz, en azından kural olarak doğru. Ama
firavunun Hakikat Meydanı'na yaptığı resmî ziyaret sırasında
köyün dışında bekleyen herkes alkışları, tezahüratı, Merneptah
ve... Nefer adlarını duydu. Nefer'in kraliyet çifti tarafından usta-
başılığa layık görüldüğünü, yönetimiyle görevlendirildiğiniz lon-
canın gerçek önderi olduğunu herkes biliyor. Sizi hemen rahatla-
tayım; köyün duvarlarını aşmayı başaran bu iki küçük sırdan
başka hiçbir bilgi sızmadı dışarıya.
— Ustabaşıyla tanışmayı neden istiyorsunuz?
— Bir yönetim sorununu çözmemde yardımcı olabileceğini
düşünüyorum.
— Ben bu konu için daha uygun değil miyim?
— Korkarım hayır, sevgili Kenhir, çünkü bu ciddi sorunun bir
de teknik yanı var, uygun kararı sadece Hakikat Meydanı'nın
ustabaşısı verebilir, diye düşünüyorum. Ne yazık ki, çok gizli bir
dosyadan söz ettiğim için size daha fazlasını söyleyemiyorum.
Belki Nefer size dosyadan bahsetmek ister, bu onun bileceği bir
şey.
— Biliyorsunuz, davetinizi kabul etmeyebilir.
— Biliyorum tabiî, bu nedenle beni desteklemenizi rica edi-
yorum. Eğer onun düşüncesini öğrenemezsem, çok güç durumda
kalacağımdan korkuyorum. Önerilecek çözümler konusunda en
küçük bir fikrim yok, oysa onun her şeyi bildiğini düşünüyorum.
Benim adıma ricacı olmayı kabul ediyor musunuz?
— Kabul ediyorum, ama size söz veremem. Karar onun,
— Size minnettarım Kenhir.
— Bu ikinci testinin birincisinden de güzel olduğunu sanı-
yorum.

139
— İyi ya işte, loncanın şanının yayılması onuruna bitirelim
testiyi! Mezar kâtibi gidince Serketa gelip kocasının dizleri dibine
oturdu.
— İlginç sohbetinizin tek kelimesini bile kaçırmadım.
— Kenhir hakkında ne düşünüyorsun, tatlı sevgilim?
— İnatçı, kuşkucu, rüşvete alıştırılması güç yaşlı bir iş karış-
tırıcı. O salak Abri onunla başa çıkamazmış zaten.
— Sence onu inandırabildim mi?
— İnandırdın ve endişelendirdin. Bu kadar beğendiği şarap-
tan son testiyi armağan etmeyi önermemekle de akıllılık ettin.
Ona rüşvet teklif edip etmeyeceğini anlamak için sana küçük bir
tuzak kurdu. Kenhir'in büyük sırlara ortak olduğunu sanmam,
ama loncayı tırnaklarıyla savunacağından eminim.
— Endişelendirdim mi?
— Hakikat Meydanı üzerinde resmen hiçbir yetkin olmasa
da, senin Abri kadar güçsüz olmadığını gördü. Ama gösterdiğin
kararlılık sanırım onu rahatlattı. Senin gibi bir koruyucuyu kim
istemez?
— Samimi ol, tatlı sevgilim. Bu yaşlı kâtipten kurtulmamız
gerektiğini düşünüyor musun?
— Sakın ha! Onu iyice tanımamız gerek, bu yüzden de
mümkün olduğunca uzun süre o görevde kalması için elinden
geleni yapmanı öneririm. Eğer onu ortadan kaldırırsam, ki hiç
kolay olmaz bu, yerine hemen biri atanır biz de anlaşması çok
daha zor olan biriyle karşı karşıya kalabiliriz. Kenhir'in zayıf nok-
taları olduğuna, bu noktalardan yararlanabileceğimize eminim.
Mehi karısının saçlarını kavradı.
— Beni ikna ettin. Farkına varmasa da, mezar kâtibi mütte-
fikimiz olacak.
Halat Kasa hastalanan öküzünü görmeye gitmişti, Burun
Fened kayınpederi için bir tabure, Somurtkan Karo ninesi için bir

140
çamaşır sandığı, Cömert Didya yeğenine küçük bir masa yapıyor,
sağ ekibin diğer zanaatkarları da dışarısı için çeşitli işlerle uğra-
şıyordu.
Ustabaşının mezarın hemen kıyısında, kuzey tepesinin
yamacındaki lonca salonunda topladığı zanaatkarların tümü, taş
sıralara oturmadan önce yıkanıp arınmıştı. Doğuda, kendinden
önceki sağ ekip şeflerinin kullandıkları sandalyeye oturdu Nefer.
Bakışları, zanaatkarların yürekleri ile ellerine hayat veren yaratıcı
güç kdya ayrıldığı için sonsuza dek insanlara yasaklanmış kol-
tukta bir an durakladı.
— Size bir önerim var, dedi ustabaşı. Hoşunuza gitmeyebilir
ama iki şeyi, Krallar Vadisi'nde Firavun Merneptah'ın ebedî isti-
rahatgâhının yapımı ile milyon yıllık tapınağının önemini hatır-
latmak istiyorum. Tüm güçlerimizi bu iki önemli işte yoğunlaştı-
racağımızı düşünürsek, dışarıya iş yapmaya bir süre ara verme-
nizi isteyeceğim.
Bu açıklamayı yoğun bir sessizlik izledi. Sessizliği ilk
Somurtkan Karo bozdu.
— Dışarıya iş yapmak, daha önce hiç tartışılmamış eski bir
gelenektir... Bu işlerle ücretimizi artırıyor, ailelerimizin refahını
sağlıyoruz.
— Bunun bilincindeyim, ama gücümüzü daha fazla dağıta-
mayacağımızı kabul etmek zorundasınız.
— Böylesine bir katılığın anlamı ne? diye sordu Halat Kasa.
Ek işlerimizi sürdürürken, öteki görevlerimizi de yavaş yavaş
yerine getiririz.
— Bu dediklerin iki nedenle imkânsız, diye itiraz etti usta-
başı. Her şeyden önce, daha fazla zaman kaybetmemeliyiz.
— Firavunun yaşı nedeniyle mi? diye sordu Güçlü Naht.

141
— Evet, o da var. Size doğruyu söylemenin bir sakıncası yok:
Merneptah'tan sonrasının kolay olmayacağı anlaşılıyor, karışık-
lıklar çıkabilir, çok az zamanımız kalmış gibi hareket etmeliyiz.
— Per Ramessu'da bulunan saraydaki gelişmeler hakkında
kesin bilgiler var mı elinde? diye sordu Kararlı Gau.
— Maalesef yok, yine de sizden söylediklerime güvenmenizi
istiyorum. Genelde acele etmekten hoşlanmam, mezarı ve tapı-
nağı tasarlayıp yaparken acele etmek zorunda kalmamayı ben de
isterdim, ama böyle bir imkânımız olacağından kuşkuluyum.
İkinci nedenime gelince, bu söyleyeceklerim görevimizin doğa-
sıyla ilgili; bizler Büyük Ramses'in mezarın da da çalıştık ama bu
mezarın bütün önemli işleri daha önce yapılmıştı. Merneptah'ın
mezarı, bundan önceki anıtlar gibi sonsuza kadar yaşayacak ve bu
hep birlikte yaratacağımız ilk kral mezarı olacak. Tapınağa
gelince, kralın ka'sını koruyacağından, kusursuz bir çalışma
gerektirecek. Üstlendiğimiz görev heyecan verici, ama hiç kolay
olmayacak; işte bu yüzden hepinizden olağanüstü bir gayret bek-
liyorum. Hakikat Meydanı'nın gerekliliğini bir kez daha kanıtla-
mak için, bizlere yeteneklerimizi aşan işler çıkarmak düşüyor.
— Söylentiye göre, izin sürelerimizin kısaltılması düşünülü-
yormuş, diye araya girdi Pişkin Somun Pay. Eğer bu doğruysa
kanlarımız çok sıkılacak.
— İhtiyaç kural doğurur, dedi ustabaşı.
— Dışardan gelen işleri kabul etmemenin üstüne bir de izin
günlerinden de fedakârlık edeceksek, hayat çekilmez olur, diye
sızlandı Çakal Unes.
— Mezar kâtibi önerimi kabul ederek, fazla mesai ücreti
almanızı onayladı.
— Daha az boş zaman, daha az eğlence, aileyle daha az ilgi-
lenmek, dışarıya daha az çıkmak demektir, diye yakınmayı sür-
dürdü Unes.

142
Öteki iki çizimci ile Neşeli Renupe ve Somurtkan Karo da
onayladılar Unes'i.
— Acınacak bir durum! diye patladı Paneb. Ustabaşı sizleri
heyecan verici bir maceraya, Mısır toprağında gerçekleştirilecek
en mükemmel esere katılmaya davet ediyor, sizlerse tembellikten
başka bir şey düşünmeden, kaybedeceğiniz parayı ileri sürüp sız-
lanıyorsunuz! Ne güzel bir ekip bu böyle... Gerçekten denize mi
açılmak istiyorsunuz, yoksa ılık rüzgârın altında sonsuza dek
limanda pineklemekten mi yanaşınız? Eğer gemi gerçekten böy-
lesine eski, böylesine yıpranmış ve ruhsuzsa, bırakın batsın. Daha
iyi olur! Sağ ekip üyelerinden çoğu bembeyaz olmuştu; yüzleri
kıpkırmızı olan Pişkin Somun Pay ile Neşeli Renupe dışında.
— Bizimle böyle konuşmaya haklan yok, dedi Aslan Userhat.
— Sizin de çalışmaktan çok saatleri sayan, hayattaki tek
amaçlan öğleden sonra şekerlemesini uzatmak olan devlet işçisi
gibi davranmaya hakkınız yok! Eğer böyle devam ederseniz,
Hakikat Meydanı yakında yok olur.
Kurtarıcı Şed söz istedi.
— Yardımcım diplomasi kurallarından habersiz, kendini ifade
biçimi de zenginlikten yoksun ama, aslına bakıldığında haksız
değil. Büyük Ramses'in uzun ve mutlu iktidarı sırasında, kolaya
kaçma isteğimizin de etkisiyle, yöntemlerimiz ve bilgimizle yeti-
nerek yaşadık. Bugün artık gündelik çalışmalara saplanıp kaldı-
ğımız için, kral mezarıyla milyon yıllık tapınak yapımı tehlikeli
ve korkutucu görevler gibi geliyor bizlere. Oysa hep birlikte
Büyük Eser'i gerçekleştirme fırsatıyla karşı karşıyayız. Böylesi bir
fırsat karşısında, bizi izleyen atalarımıza ve loncaya layık olma-
yan davranışlarda mı bulunacağız? Ustabaşı karar versin, biz
uyarız.
Ekip, ressamın önerisini oybirliğiyle kabul etti.
n
143
Yirmi dokuzuncu bölüm
Işık ve Nefer daha ilk günden, gün geçtikçe daha da gü—
zelleşen, işbirliği ve yumuşaklıkla daha da renklenen aynı tut-
kuyla sevmişlerdi birbirlerini. Zaman onların ilişkilerini hiçbir
şekilde yıpratmamıştı, beraberlikleri ebedî bir hal alıp, sağlam-
laşmıştı.
Işık çıplaktı ve bu durumda bile tüm köy halkının sevgisini
kazanmasına neden olan o soyluluktan hiçbir şey kaybetmemişti.
Ustabaşı bilge kadını, kocası karısını hayran hayran seyrediyordu.
— Endişelisin değil mi?
— Ekip önerimi kabul etti, ama diller samimi miydi acaba?
— Kusursuzluk insanlarda değil, eserlerdedir Nefer. Onlara
bir amaç verip, o amaca ulaşmalarını sağlarsan, kendi güçsüzlük-
lerini yenerler.
— Ya ben? Kendi güçsüzlüklerimi yenebilecek miyim? Bu
kadar sorumluluğa layık değilim ben, Işık... Yontmak bana yeti-
yordu... Ekip şefinin talimatını uygulamaktan başka yapacak şeyi
olmamak ne güzelmiş meğer!
— Seni kimin seçtiğini unuttun mu? Öfkeli bir at gibi şah-
lanmak bir işe yaramaz, kendimizi sorgulamak da öyle. Ne senin
ne de benim omuzlarımıza yüklenen sorumluluklara layık olma-
dığımızı en iyi bilen benim; oysa bu sorumlulukları yerine getir-
mek, her gün yeniden başlamak, tepeye tırmanmak zorundayız.
— Bunca sıkıntı, bunca irili ufaklı dert, şundan bundan kay-
naklanan, incir çekirdeğini doldurmayacak sorunlar... İşte beni
eserin büyüklüğünden çok, bunlar yıpratıyor!
— Benim durumum daha mı iyi sanıyorsun? Sonsuza dek
ışıldamaya hazır taş ve tahta olduğu gibi, insanlar da var; yalan
söylemeye, tembellik yapmaya, bencillik ve kendini beğenmiş-
likte birbirleriyle yarışmaya her an hazır olan insanlar da... Böy-
leydi ve bu hiçbir zaman değişmeyecek, ama Hakikat Meydanı bu

144
insanların hepsini bir araya getiren ve tek başlarına kesinlikle
varamayacakları hedeflere yönelten bir yer olacak.
Nefer karısını tutkuyla öptü.
— Bütün benliğimle emrindeyim, ama bir konuğumuz oldu-
ğunu sakın unutma, dedi bilge kadın.
Kenhir beyaz şarapta pişirilmiş nefis böbrekleri, yanındaki
sarmısaklı mercimek ile patlıcan çekirdeklerini büyük bir iştahla
yutuyordu.
— Oldukça basit bir yemek, dedi Işık. Ev işlerinde bana
yardım eden genç kız izne çıktı, bu yüzden güzel yemekler pişi-
recek zaman bulamıyorum.
— Her işte yeteneklisin Işık... Sayende gutum neredeyse
tümüyle kayboldu.
— Belki şarabı azaltıp, yerine su içmek daha mantıklı olur,
dedi bilge kadın.
— Benim yaşımdaki bir insan için, alışkanlıklarını değiş-
tirmek kötü sonuçlar doğurabilir.
— Güçlü Niyut'tan memnun musunuz?
— Terbiyesiz, saygısız, inatçı, tam bir bela ama çok da iyi
çalışıyor. Tozların peşini bırakmıyor, eşyalarımı fazla karıştırmı-
yor, eli de lezzetli. Aylığını artırmak zorunda kalacağım... Beni en
çok endişelendiren, onu kütüphanemde görmek! Ne zaman evden
uzaklaşsam, fırsatı değerlendirip kütüphanemi temizlemeye baş-
lıyor. Neyse, fırçaları yerine koyduğu ve papirüslerime dokun-
madığı sürece...
— Mehi'yle yaptığınız görüşme nasıl geçti? diye sordu Nefer.
— Beklediğimden iyi. Hareketli bir adam, üstüne aldığı
görevi tamamlamaya kararlı, çok da hırslı. Belki de bu nedenle
Hakikat Meydanı için kusursuz bir koruyucu olacak. Firavunun
ona verdiği görev bu, onun da başarısız olmaya niyeti yok. Kaldı

145
ki bana rüşvet vermeye de kalkmadı, en azından böyle bir imada
bile bulunmadı... Ne var ki ilginç bir istekte bulundu.
— Nasıl bir istek?
— Seni görmek istiyor Nefer.
— Ne amaçla?
— Mehi'ye bakılırsa, önündeki acil sorunu sadece ustabaşı
çözebilirmiş.
— Bu sizin işiniz değil mi Kenhir?
— Bu durumda değil, çünkü bu sorunun senin çözeceğin
teknik bir yanı varmış. Sırdan bahsettim bahsetmesine tabiî, ama
kraliyet ailesi tarafından resmen tanınman, adının yayılmasına
neden olmuş. Mehi'nin sıfatını bilmesinin hiçbir önemi yok, iste-
ğini kabul etmek zorunda da değilsin.
— Bizim için olumlu düşündüğüne göre, onu neden redde-
deyim?
— Ayn ı fikirdeyim.
— Onu 1. Tabya'da karşılayacağım. Eğer ona gerçekten yar-
dımım dokunabilecekse elimden geleni yaparım.
Sağ ekibe ihanet eden zanaatkar, Tran - Bel'in deposuna git-
meden önce bir sürü önlem aldı. Talihi yaver gidiyordu, meslek-
taşlarından çoğu ustabaşının büyük işler öncesi verdiği bir hafta-
lık olağanüstü izinden yararlanmış, çeşitli işlerle ilgilenir olmuş-
lardı. Bazıları tarlalarıyla, bazıları da sürüleriyle meşgul oluyor,
kimileri şu ya da öteki kıyıdaki akrabalarını ziyaret ediyor, beri-
kiler de çarşı pazar dolaşıyordu.
Sobek'in ısrarlı bakışı karşısında, polis şefinin giderek kuş-
kulanmaya başladığını düşündü hain. Sonra Nübyelinin elinde
somut kanıt olsa, onu sorguya çekmekte bir an bile tereddüt
etmeyeceğini düşündü. Ne var ki polis şefinin davranışı değiş-
mişti, sanki içerideki birinden kuşkulanıyordu.

146
Önlemlerini daha da keskinleştirmek zorundaydı, hele bir de
Sobek her çıkanın izlenmesine karar verdiyse. Böyle bir durumda,
peşindekini depoya sürükleyecek ve her şeyin ortaya çıkmasına
neden olacaktı. En doğrusu köyde kalıp hiçbir tehlikeye atılma-
mak olacaktı, ama onu varlıklı bir insan yapacak kadınla acilen
görüşmesi gerekiyordu.
Bu nedenle içinde Sobek için çalışan bir polisin de bulun-
duğu her zamanki sala binmedi, karşıya geçmek için bir balık-
çının kayığından yararlandı, ücret olarak yuvarlak bir somun
ödedi. Dönüşte başka bir kayık bulacaktı. Hiçbir kayık izleme-
mişti onları.
İskelenin uzağında, ıssız bir yere yanaştılar. Zanaatkar
hemen hemen bir saat boyunca çömelip bekledi.
Kimse yaklaşmadı bulunduğu yere.
Rahatladı, doğrulup yola tırmandı, sık sık arkasına dönerek
kente yöneldi. İzleyicisini şaşırtmak için iki defa çıkmaz sokak-
lara sapıp geri döndü, peşinde kimseyi göremedi. Onu izleyen biri
varsa bile atlatmış olmalıydı.
Uzun adımlarla depoya girdi, arka taraftaki yazıhanede
hesaplan denetleyen Tran - Bel'i buldu.
— Hah, sen misin. Seni gördüğüme memnun oldum. İşleri-
miz harika gidiyor.
— Burada olduğumu bildir.
— Hemen, hemen... Yeni iskemle modelleri geliştirdin mi?
— Evet ama biraz sabırlı olman gerekecek.
— Yazık, çok yazık... Müşteriler nasıl sabırsızlanıyor bir
bilsen!
— Güvenliğim her şeyden önce gelir. Kadına haber ver,
çabuk ol!
— Gidiyorum, gidiyorum...

147
Tran - Bel daha şimdiden taklit iskemleler yapmayı düşü-
nüyordu, ama taklitlerin kusurlu olmalarından korkuyordu.
Demek bir süre daha sonradan görmelerle yetinmesi gerekecekti.
— Bir ilerleme var mı? dedi tanınmayacak durumdaki Ser-
keta muhbirine.
— Ustabaşı kralın mezarını kazmak ve milyon yıllık tapına-
ğını yapmak için bütün güçleri bir araya toplamaya karar verdi.
— Bu bilgi hiçbir işe yaramaz. Işık Taşı'nın nereye saklandı-
ğını öğrendin mi?
— Şimdilik bu imkânsız.
— Beni düş kırıklığına uğratıyorsun.
— Elimde ciddi hiçbir bilgi yok, her yere burnumu sokup
yakalanma tehlikesine girmek istemiyorum.
— Köyün içinde istediğin yere girip çıkmakta özgür değil
misin?
— Bazı yerlerin kapısı kilitli, anahtarlar da sadece mezar
kâtibi ile ustabaşında var. İçeriye girmek için yapılacak her giri-
şim başarısız olur.
— Yine de bir çözüm yolu bulmak zorundasın!
— İçinde bulunduğun ekip yoğun bir çalışma dönemine
girecek, uzunca bir süre dışarıyla ilişki kuramayacağım.
Serketa'nın bakışları acımasızlaştı.
— Sakın o lanet olası köyüne kaçıp saklanmak istiyor olma-
yasın?
— Hiç anlamıyorsunuz! Başlayacak olan şantiyeler loncanın
geleceğini etkileyecek, ustabaşı bu konuda kimseye hoşgörülü
davranmaz. Bunun için fazla mesai ve teknik güçlüklerle karşı-
laştığımızda da tatil günlerimizden fedakârlık etmek zorunda
kalacağız. Bu kadar da değil; Şef Sobek'in kuşkulan giderek
artıyor.
— Ne konuda?

148
— Hakikat Meydanı'na karşı olanların içeride de adamları
olduğunu düşündüğünden eminim, belki o polisi öldürenin de
bizden biri olduğunu sanıyor. Korkulacak biridir, insanın peşine
adam takıp bir hata yapmasını kollayacaklardandır o. Buraya
gelirken aklıma gelen her önlemi aldım.
— Akıllıca davranmışsın ama gereğinden fazla kuşkulanmı-
yor musun?
— Sanmıyorum.
Serketa usulca zanaatkarın çevresinde döndü.
— Bana kötü haberler getiriyorsun. Ne yazık... Oysa benim
haberlerim mükemmeldi! Sen loncanda sürünürken, toprakların
genişliyor. Yeni bir inek, Nil kenarında bir arsa, bir tarla... Emek-
liye ayrıldığında varlıklı bir adam olacaksın. Ama önce iyi bir
muhbir olman gerekecek.
Zanaatkar kendini güzel bir evin serin salonunda, yumuşak
minderlere uzanmış halde varlığını tekrar tekrar sayarken düş-
lüyordu.
Oysa düş ile gerçeğin arasında çok yol vardı... İhanetinin
karşılığını alıp hayatının geri kalan bölümünü refah içinde geçi-
receğinden emin olmadan, öğrendiği sırları açıklamamaya da
kararlıydı.
— Fikrimi değiştirmedim, diye açıkladı. Ama şantiyelerdeki
işler yeterince ilerleyene kadar, sessiz kalmak zorundayım.
— İşbirliğimizin bozulamayacağını unutma! diye uyardı
Serketa. Bir dahaki görüşmemizde bana anlatacak çok şeyin ola-
cağından eminim.
O
Otuzuncu bölüm
Işık, aceleyle Aslan Userhaf'in göğsündeki şiddetli ağrılardan
yakınan karısının yanına gitmişti. Tepeden tırnağa muayeneden
geçirdikten sonra, kalp krizi ihtimali olmadığına karar verdi. Bir
149
tedavi önerdi, ama rahatsızlığın nedeninin hastanın sırtındaki
çarpıklık olabileceğini düşünerek bel kemiğine masaj yapıp
omurgaları yerlerine oturtmaya çalıştı.
Öğlene doğru eve döndüğünde, endişeyle kapının önünde
bekleyen Paneb'le karşılaştı.
— Neferle resim atölyesinin malzeme ihtiyacını konuşmak
istiyordum, ama kimse nerede olduğunu bilmiyor. Sabah töre-
ninden sonra tapınaktan çıkmış, daha sonra nereye gittiğini
kimse bilmiyor.
— Yontucuların yanına gidecekti.
— Oradan geliyorum, hiç uğramamış bile.
— Belki de Kurtarıcı Şed'le konuşuyordur?
— Hayır, oraya da baktım.
Işık ve Paneb komşulara sordu, ama bir sonuç alamadılar.
Çocuklar çelişkili bilgiler verdi, bazıları bunun hayal gücünün
sınırlarını ölçen yepyeni bir oyun olduğunu sanmıştı.
Kısa zamanda herkes haberdar oldu, gerçeği kabullenmek
zorunda kaldılar: ustabaşı kaybolmuştu.
Bir panik rüzgârının esmek üzere olduğunu anlayıp, daha
fazla bir şey duymamak için yüreğindeki sesi dinledi Işık.
Ruhunu Suskun Nefer'in görüntüsü kapladı, sanki elle tutu-
lacakmış gibi yakınındaydı kocası.
— Endişelenmeyin, dedi sakinleştirici bir sesle. Nereye gitti-
ğini biliyorum. Palmiye ve hurma ağaçlarının çoğu başları
güneşte, ayakları suda yaşamak istiyordu. Rüzgârlara karşı bitki-
den duvarlar oluşturuyor, yüz yaşına kadar yaşayıp güz aylarında
bal tadında meyve veriyorlardı. Bazıları zeytinliklerin ya da bağ-
ların ortasında toplanıyor, kimileri yollardan uzak korular oluş-
turuyordu, ama her biri bir cömertlik abidesiydi hâlâ; ağacın her
bir yanı işe yarıyordu çünkü. İnşaat ve mobilya yapımı için tah-

150
tasını, sandalet ve sepet üretimi için liflerini, sokakları gölgelen-
dirmek için yapraklarını vermiyor muydu bu ağaçlar...
İşte düşünceye dalmak için yalnız bir palmiyenin gölgesini,
çölün kıyısını seçmişti Nefer. Efsaneye göre, Bilgi Tanrısı Tot
bilgece sözlerini burada yazmış, loncanın kurucusu I. Amenofis
de bilgece sözleri gelip buradan almıştı. Hem ağaç da hayat
suyunu dünyayı yıkayan, dünyanın "ilk gün" bir adacık olarak
göründüğü enerji okyanusundan almıyor muydu?
İçini kemiren ateşi soğutmak için tanrılardan yardım iste-
mişti ustabaşı. Cesur Paneb alevlerle başa çıkabilse de, Nefer
böylesi bir beceri gösterememekten korkuyordu. O acı verici kor,
asitten de daha yakıcı bir soruya dönüşmüştü: loncayı başarıya
götürebilecek miydi?
Büyük Eser'i tamamlamak şimdilik erişilmeyecek bir amaç
gibi görünüyordu, onu rehber seçenlere yalan söylemek hakkına
da sahip değildi üstelik. "Gerçek suskun, bakımlı bir bahçede
günlerini tamamlayan, sık yapraklı ve tatlı meyveli bir ağaca
benzer." Bilgeler böyle diyordu. Oysa Nefer'in yüreği endişe ve
tasanın ayrıkotlarına dönüştüğü kıraç bir toprak gibiydi. İşte bu
yüzden gelip Tot'a yalvarmış, gereksiz sözlerden kurtarmasını,
gevezelere kapalı duran kuyusundan su vermesini istemişti.
Yakarışı cevapsız kalırsa, susuzluktan ölecek, lonca da kendine
yeni bir ustabaşı seçmek zorunda kalacaktı.
— Kaynağı bulabildin mi? diye sordu, yumuşak bir kadın
sesi.
— Işık! Burayı biliyor muydun?
— Burayı biliyordum, seni palmiyenin önünde dua ederken
görmüştüm.
— Tanrılar susuyor ve ben göreve devam edecek gücü
bulamıyorum.
— Daha iyi dinle Nefer, sende eksik olanı yarat.

151
Bilge kadın diz çöktü, elleriyle kumu kazdı. Yuvarlak ve
küçük bir kuyunun ağzı göründü. Kocası yardım etti ve ıslak
toprağa ulaştılar.
— Bir Tot palmiyesinin dibinde mutlaka gizli bir kaynak
vardır, dedi bilge kadın. Bu kuyunun üzerini aç, yıldızlardan
gelme suyunu iç. Su içini yakan ateşi söndürecek, içinde yaşayan
enerjiyi canlandıracak. Seni görevinden hiçbir şey alıkoyamaz
Ustabaşı, çünkü yolun tanrılar tarafından çizildi.
Birbirlerine sarıldılar, kendilerini palmiyenin gölgesinde
sessizlik ve düşünmeyle geçen bir öğleden sonranın duyulmamış
keyfine bıraktılar. Ve ustabaşı, bilge kadın olmasa zanaatkar lon-
casının Büyük Eser'i gerçekleştirmekten âciz, verimsiz bir insan
kalabalığı olarak kalacağını anladı. Güçlü bir rüzgâr nöbet yerini
süpürüyor, kaldırdığı tozları Nübyeli polislerin gözlerine döktü-
rüyordu. Yine de hızla yaklaşan savaş arabasını gördüler, şefleri
yayını gererken, polisler mızraklarını doğrulttu.
Savaş arabası birden durdu, atlar kişneyerek şahlandı. Ara-
badan geniş göğüslü, güçlü bir adam indi. Kendinden emin, sanki
ellerindeki silahlara aldırmıyormuş gibi nöbetçilere doğru
yürüdü.
— Ben General Mehi'yim, batı yakasının başyöneticisi.
Ustabaşına haber verip, buluşma yerine geldiğimi bildirin.
Nübyelilerden biri 5. Tabya'ya kadar koştu ve Sobek'i uyardı.
Polis şefi nöbetçiyi Nefer'e gönderdi, Nefer de Merneptah'ın
mezarının planını elinden bırakarak bu önemli konuğu karşıla-
maya gitti.
Ustabaşı, bu beklenmedik gezintiden memnun Kapkara'yla,
hiçbir hazırlık yapmadan görüşme yerine doğru yürüyordu. Başı
ve ayaklan çıplak, üzerindeki sade peştamalla herhangi bir işçiye
benziyor, bu haliyle de zarafetini göstermeye tutkun Mehi karşı-
sında bir tezat oluşturuyordu.

152
— Benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Nefer.
— Benden ne istiyorsunuz?
— Meraklı kulaklardan uzak konuşabileceğimiz güvenli bir
yer var mı?
— Beni izleyin.
Ustabaşı nöbet yerinden uzaklaştı, vadideki kurumuş dere
yatağında yüz metre kadar yürüdüler. Oldum olası çölden nefret
eden Mehi, güzel deri sandaletlerini eskitmemek için çok gayret
gösterdi. Her zaman oyunlar oynayan kara köpeğe gelince, endi-
şeyle izlediği generalin uzağında kalmaya çalışıyordu.
— Burada, olabildiğince rahatız, dedi Nefer ama bu taştan
başka size önerebileceğim bir sandalye yok.
— Onunla da yetinirim... Sizinle karşılaşmak öylesine büyük
bir ayrıcalık ki, koşulların hiçbir önemi kalmıyor.
— Zamanınızın en az benimki kadar değerli olduğunu bili-
yorum Mehi. Artık konuya gelseniz.
— Söz konusu olan, sizin yardımınız olmazsa çözemeyeceğim
gizli ve duyarlı bir dosya... Merkez laboratuvarının yöneticisi
Dakter, ihtiyaç duyduğu malzemeyi bir liste halinde gönderdi.
İçlerinden çoğunun bulunmasında bir güçlük yok. Ama stokları
eridiğinden acilen istediği galen ve bitüm için aynı şeyi söylemek
imkânsız. Ona kalırsa bu eksiklik, Büyük Ramses aramızdan
ayrılmasaydı gerçekleştirilecek bir gezi sırasında tamamlana-
cakmış.
— Böylesi bir malzemeye sahip olduğumuzu kabul etsek bile,
bunların sadece Hakikat Meydanı için kullanılabileceğini belirt-
mem gerek.
— Bu konuda sizinle aynı görüşü paylaşıyorum.
— Öyleyse konuşmamız sona ermiştir.

153
— Bu kadar aceleci olmayın! Herhalde bu gezilerde, maden-
cilerin bulduğu malzemenin niteliğinin belirlenmesi ve loncanın
payının ayrılması için Hakikat Meydanı'ndan bir zanaatkârın da
bulunduğunu biliyorsunuz kuşkusuz.
— Her şeyi öğrenmişsiniz.
— Ben sadece resmî raporlan okudum, şimdi de sorunun en
can alıcı yerine geldik. Dakter bu malzemelerin çıkarıldığı yerlere
askerler ve madencilerden oluşacak bir ekip götürmek için izin
istiyor, böyle bir izni reddetmek için bir nedenim yok. Ama böyle
bir aramanın başarılı olabilmesi için sizin belirleyeceğiniz bir
zanaatkarın araştırmaya katılması şart.
Ustabaşı cevap vermeden önce düşünmeye çalışırken Mehi
de onu izliyor, nasıl biri olduğunu tartıp değerlendirmeye çalışı-
yordu. Hiç kuşkusuz karşısındaki adam asillerin soyundandı.
Yüzünün ciddiyeti, bakışlarındaki derinlik, güçlü kişiliği, kararlı-
lığı, kelime seçimindeki titizliği... Lonca gerçekten de onun için
ürkütücü bir düşman seçmişti.
İşte Mehi sürdüreceği savaşın bilincine o sırada, o düşman
çölün ortasında, ilk kez karşılaştığı ustabaşının yanında vardı.
Kendine layık bir düşman karşısında zafere ulaşmak, onu arala-
rına kabul etmemeye cüret eden loncayı, güç de olsa sonunda
dize getirmek umudu, generalin damarlarındaki gücü on kat
artırıyordu sanki.
— Arama gezisini geciktirmek mümkün olamaz mı? diye
sordu Nefer.
— Dakter'e göre bu imkânsız. Ama ben yine de sizin kararı-
nıza uyacağım.
Ustabaşı Teb bölgesini bu malzemelerden mahrum bıraka-
mayacağının bilincindeydi. Kaldı ki yakında çok özel nedenlerle,
kendisi de ihtiyaç duyacaktı bu maddelere.

154
— Bir zanaatkar belirleyeceğim, dedi sonunda. Ötekiler beş
gün sonra harekete hazır olsun. Bir de çok sayıda güçlü eşeğe
ihtiyaç olacağını akıllarından çıkarmasınlar.
— Ayağımdaki dikeni çıkardınız!
— Maden alanlarındaki çalışmaların olabildiğince kısa sür-
mesini, göndereceğim zanaatkarın mümkün olduğunca çabuk
dönmesini istiyorum.
— Bu yönde emirler vereceğim. Size müteşekkirim... Bir
akşam yemeği davetimi kabul ederek beni onurlandırır iriliniz?
— Özür dilerim, ama uzun süre önce hayatımdan silip attım
böylesi davetleri.
Bir dağkeçisi kadar çevik, taştan taşa sıçrayıp sekerek köye
döndü Kapkara. Peşinde de Nefer.
Elinde bir yay bulunsa ve ne yaparsa yapsın cezasız kalaca-
ğını bilse, kuşkusuz tek bir okla sırtından vurup öldürürdü
Nefer'i. Ona göre, böylesi bir savaşçının karşısına çıkmaktansa
öldürmek daha hayırlı olurdu.
A
Otuz birinci bölüm
Öğleden sonra saat dörtte, sabahtan beri kapıda bekleyen
nöbetçi, yerini arkadaşına devretti. Yeni nöbetçi Hakikat Meyda-
nı'nın ana kapısının yanındaki kulübeye yerleşti.
Görevleri pek güç değildi, aldıkları maaşa odun yardımı da
ekleniyordu. Bir de zanaatkârlararası işlemlerde şahitlik yaptık-
larında ya da önemli bir işin bitiminde küçük bir bahşiş de alı-
yorlardı. Kısa boylu bir adam yaklaştı.
— Ben eşek satıcısıyım.
— Senin için sevindim dostum.
— Yardımcılar icra memurluğu yapabileceğini, ödenmemiş
senetlerin karşılığını talep edebileceğini söyledi.
— Hangi zanaatkardan şikâyetçisin?
155
— Zanaatkar değil.
— Öyleyse başka kapıya.
— Yine de bana yardım etmek zorundasın... Şef Sobek'ten
şikâyetçiyim.
— Şef Sobek'ten mi? Neden?
— Bana borcunu ödemedi de ondan.
— Söylediklerinden eminsin değil mi?
— Elimde gerekli kanıtlar var, şikâyetimi köy mahkemesine
iletmeni istiyorum.
— İyi ama Sobek bu köyün polis şefi!
— Birinin polis olduğunu nereden anlarsın biliyor musun?
Bir testi yağ ya da bir eşek olsun, borcunu hiç ödememesinden.
Hakikat Meydanı'nın sembolik adı "Gönye ve Dikaçı* [Mısır dilin-
de, kenbet.] Meclisi" olan mahkemesi, durum ciddiyse bayram
günleri de dahil her an toplanabilirdi. Genellikle sekiz üyeden,
sırayla bir ekip şefi, mezar kâtibi, güvenlik sorumlusu, bir nöbet-
çi, iki deneyimli zanaatkar ve iki kadından oluşurdu. Bu mah-
keme, hem özel hem de kamu davalarına bakar, miras kayıtlarıyla
alım satım kararlarını tutardı. Kesinlikle bağımsızdı, soruştur-
manın derinleştirilmesine karar verebilir, işlenen suç ne olursa
olsun cezalandırabilirdi. Önüne gelen davanın altından kalkama-
yacağı kadar karmaşık olduğuna karar verdiğindeyse, dosyayı
ülkenin en yüksek mahkemesine, vezirin mahkemesine iletebi-
lirdi.
Kenhir eşek satıcısının şikâyetini göz ardı edemedi, satıcıyı
köyün dışında karşıladı ve yardımcıların bulunduğu bölümde
yaptırdığı küçük yazıhaneye götürdü.
— Güvenlik sorumlusunu suçlamak çok ciddi bir şey, dedi
satıcıya. Şef Sobek namusu ve dürüstlüğüyle ünlüdür.

156
— Ün başka bir şey, gerçeklerse bambaşka. Benim elimde
Sobek'in hırsızlığının kanıtları var, bu nedenle cezalandırılmasını
istiyorum.
— Umarım atıldığın tehlikenin bilincindesindir... Eğer kanıt-
ların yetersizse, çok ağır bir cezaya çarptırılırsın.
— İnsan haklı olduğuna inanıyorsa yasalardan korkmaz.
— Yani, şikâyetinde ısrar ediyorsun? Satıcı evet dercesine
başını salladı. Mezar kâtibinin başkanlığında, ustabaşından, şikâ-
yeti ilk duyan nöbetçiden, bilge kadından, Lekesiz Uabet'ten,
Alim Tuti ile Aslan Userhat'tan oluşan mahkeme bir seferliğine
büyük kapının önünde toplandı. Genelde Hakikat Meydanı'nın
ana tapınağının avlusunda toplanılır, her ikisi de zanaatkar olan
şikâyetçi ile sanığı orada dinlenirdi.
Oysa şimdiki davanın her iki tarafı da dışarıdandı, her
ikisinin de hangi sebeple olursa olsun köyün içine girmesi yasak-
tı. Güvenlik birimi mezar kâtibinin emrinin altında olduğundan,
Şef Sobek'in yerel mahkeme karşısına çıkması gerekiyordu.
Mahkeme üyeleri duruşmaya çıkmak için görünüşlerini
değiştiren süslü ve geniş elbiseler giymiş, kafalarına da kocaman
peruklar takmıştı. Eğer şikâyetçi, bir zanaatkar göreceğini san-
mışsa yanıldığını çabuk anlayacaktı. Yasalar uyarınca, şikâyetçi
ve zanlı kendi görüşlerini anlatırdı ve süre sınırlaması yoktu. Her
biri birer iskemleye oturtulan polis şefi ile eşek satıcısı göz göze
gelmemeye çabalıyordu. Her ikisi de güvenle bakıyordu çevre-
sine.
— Taraf tutmak, tanrıların nefretini doğurur, diye söze girişti
Kenhir. Mahkeme ilk kez gördüğüne de yakından tanıdığına yak-
laştığı gibi yaklaşacaktır. Doğruyu yalandan ayırt ederken, güç-
lüye yaranmak için güçsüzün hakkını yemeyecektir. Güç durum-
daki zavallıya yardım eden gizli tanrılara yalvaralım; yalvaralım
ki mahkemeyi aydınlatıp, doğru kararı almamızı sağlasın.

157
Mezar kâtibi bakışlarını önce şikâyetçiye, sonra da zanlıya
dikti.
— Her ikinizden de, herkesçe açıkça anlaşılır, karmaşık açık-
lamalardan arınmış bir şekilde konuşmanızı istiyorum. Şikâyetini
anlat, Satıcı.
— Şef Sobek benden bir eşek istedi. Fiyatta anlaştık, eşek
teslim edildi. Oysa o üzerinde anlaştığımız ücreti, yani bir kumaş,
bir çift sandalet, bir çuval çavdar ve bir çuval un ödememekte
ısrar ediyor. Teslim belgesi kayda girdi, reddedilmesi mümkün
değil.
— Ne cevap vereceksin Sobek? dedi Kenhir.
— Bu satıcı hem yalancı hem de hırsız. Doğru, bana bir eşek
teslim etti, ama teslim ettiği yaşlı ve hasta bir hayvandı! Kısacası
ona bir şey ödemem gerekmiyor, aslında şikâyetçi olması gereken
benim.
— Yalan söylüyor, dedi satıcı. Teslim ettiğim eşek, hem genç
hem sağlıklı hem de güçlü bir hayvandı. Teslim belgesini hazır-
ladığım sırada yanımda olan tanıkların imzaladığı belgeler de
burada.
Satıcı mahkeme başkanına hayvanın nitelikleri ile fiyatının
okunaklı bir yazıyla belirtildiği bir levha uzattı. Levhanın altında,
yukarıdaki bilgilerin doğruluğunu onaylayan üç tanığın imzası
vardı.
— Benim de tanığım var, diye itiraz etti Sobek. O ihtiyar
hayvanı gören, emrim uyarınca eşeği hayatının son demlerini
huzur içinde geçirmesi için palmiye bahçesine salan polis
memuru.
— Yazılı bir belgen var mı?
— Tabiî ki yok! Neden böyle bir önlem alayım ki?
— Aslan Userhat, tanıklık etmesi için polis memurunu
getirsin, dedi mezar kâtibi.

158
Sobek'in yardımcısı mahkeme karşısına çıktı. Çok etkilen-
mişti, kelimeleri bulmakta zorlandı.
— Şef Sobek'e verilmek üzere teslim edilen, sonra da aldığın
emre göre bir şeyler yaptığın eşeği hatırlıyor musun?
— Tabiî, tabiî, evet... Dişi bir eşekti.
— Genç mi, yaşlı mı?
— Çok yaşlı... Güçlükle yürüyordu.
— Şef Sobek ne yapmanı istedi?
— Hiç memnun görünmüyordu, genç ve güçlü bir hayvan
sipariş ettiğini söyledi. Bu eşeği palmiye bahçesine bırakmamı
söyledi ve emrini yerine getirdim.
Mahkeme başkanı müdahale etmesini beklediği bilge kadına
döndü, ama genç kadın sessiz kalmayı sürdürdü. Kenhir devam
etti.
— Gerçeği kanıtlamak güç olmayacak. Gidip hemen eşeği
bulup buraya getir.
Şemsiyeler ve soğuk içecekler sayesinde, beklemek fazla
zahmetli olmadı. Eşek satıcısı, sonuçtan hiç endişelenmiyormuş-
çasına iyimser gözlerle bakıyordu çevresine. Onun kendine bu
kadar güvenmesi Sobek'i endişelendirmeye başladı, oysa biraz
önce aklanacağından, iftiracının da ağır cezaya çarptırılacağından
emindi. Mahkemeyle böylesine oyun oynayabilmesi için deli
olması gerekirdi! Polis memuru soluk soluğa gelerek, Kenhir'in
karşısına dikildi.
— Eşek nerede?
— Ben... ben eşeği aradım ama bulamadım.
— Sakın yanlış bahçeye gitmiş olmayasın?
— Hayır, çünkü en yakındakini seçmiştim! Ama hayvanı
bıraktığım yerde bulamadım! Satıcının gözleri parlıyordu.
— Şef Sobek ile yardımcısının sağlıklı bir eşeğin ücretini
ödememek için bu hikâyeyi uydurdukları, eşeği de sakladıkları

159
açık. Şef Sobek benim gibi basit bir tüccarın onu yasa önünde
şikâyet etmeye cesaret edemeyeceğimi, ceza almadan beni soya-
bileceğini düşünüyordu. Ama gerçek ortaya çıktı, ben de hem
zararımın karşılanmasını hem de bu namussuz polisin cezalandı-
rılıp görevinden alınmasını istiyorum.
— Kendini savunmak için ne söyleyeceksin? dedi Kenhir
Nübyeliye.
— Bu satıcı yalan söylüyor!
— Suçlamalarıma mahkeme üyeleri huzurunda hakareti de
ekliyorum, dedi eşek satıcısı.
— Ekleyeceğiniz bir şey var mı?
— Adalet yerini bulsun! diye bağırdı satıcı.
— Suçsuzum, bir komploya kurban ediliyorum! diye öfkeyle
itiraz etti Sobek. Bırakın bu haydudu sorguya çekeyim ve gerçeği
söyleyip söylemeyeceğini hep beraber görelim görürsünüz!
— Bu kadar yeter Şef Sobek! Polisler sizi kararımızı
beklemek üzere tabyalardan birine götürecek.
n
Otuz ikinci bölüm
Kendi yazıhanesine hapsedilmiş Sobek yıkılmış gibiydi. Şey-
tanca olduğu kadar basit bir tuzağa düşmüş, nasıl kurtulacağını
bilemiyordu. Yalan ve hırsızlıktan suçlu bulunursa, birkaç ay
hapse çarptırılacak, en kötüsü de işinden olacaktı. Daha önce
yaptığı görevleri göz önünde bulunduracak mahkeme, sert bir
ceza verecekti kuşkusuz; bir güvenlik sorumlusunun her türlü
kuşkudan uzak olması gerekmez miydi?
Oysa durumu hiç de parlak değildi, boynunun çevresine
takılan halka giderek daralıyor, soluğunu kesmeye başlıyordu!
Öfkesi durumu açık gözle incelemesini önleyememişti: Hakikat
Meydanı'nın sonunu isteyenler ile eşek satıcısı bu tuzağı hazır-
lamış, böylece Sobek ve Nübyelilerinden kesinlikle kurtulmak
160
istemişlerdi. Daha sonra yeni bir güvenlik sorumlusu ile yeni bir
polis gücü seçecekler, köy de farkında olmadan savunmasız
kalacaktı.
Cinayet işleyemezlerdi çünkü Sobek'in ani ölümü bir soruş-
turma başlatacak, bu cinayetin ardında bir komplo olduğu söy-
lentilerinin yayılmasına neden olacaktı. Böyle bir durumda mezar
kâtibi takviye isteyecek ve kutsal alanı dış dünyaya tamamen
kapayacaktı. En iyisi onu, namuslu ve işlerini güçleştiren polis
şefini karalayıp gözden düşürmekti.
— Mahkeme kararını açıklayacak, dedi adamlarından biri
üzüntüyle.
Akşam tatlı bir sükûnet içinde sona eriyordu. Görünürde
sade olmasına rağmen, bu kadar çok sevdiği yerdeki son dakika-
larının tadını çıkarabilmek için birkaç adım attı. Hakikat Meydanı
vatanı olmuştu onun, her an tetikte durarak korumayı başardığı
bir ahenk yuvası. Oysa şimdi, yaşlı bir eşek yüzünden başarısız-
lığa uğramak üzereydi...
Satıcı iskemlesine oturmuştu bile, dudaklarında bir tebessüm
vardı. Sobek bilge kadının yerinde olmadığını gördü.
— Hükmü ayakta dinlemeyi tercih ederim.
— Öyleyse dinle, dedi Kenhir. Nübyeli gözlerini kapadı.
Uzun süren sessizlik yere çarpan toynakların gürültüsüyle
bozuldu, sanki bir eşek usulca mahkemeye doğru yaklaşıyordu.
Sobek gözlerini açtı, döndü, yaşlı ve tüyleri dökük bir eşeği
başını okşayarak güden bilge kadını gördü.
— İşte... işte buydu! diye bağırdı Sobek. Yardımcıma sorun, o
da eşeği tanıyacaktır!
— Sorduk bile, dedi Işık.
— Nasıl buldunuz eşeği?
— Palmiye bahçesine gidip oradaki köylüleri sorguya çektim.
Aslında fazla umudum yoktu, çünkü bu yaşlı eşeğin ortadan kal-

161
dırılmış olmasından korkuyordum. Talihin varmış ki para kokusu
her şeyden güçlü çıktı. Satıcının suç ortağı, yeni bir alıcıya tuzak
kurabilmek için hayvanı saklamış.
Mezar kâtibi şikâyetçiye öfkeyle baktı.
— Verecek cevabın var mı?
— Bu yaşlı eşeğin Şef Sobek'e teslim edilen hayvan olduğu
nereden belli? Bu eşeği herhangi bir yerden getirmiş olamaz
mısınız?
— Hiç de değil, diye cevap verdi bilge kadın. Sana bunu
açıklayabilirdim, ama bu bilgiyi gizli tutmayı yeğlerim.
Satıcının sesindeki güven kaybolmaya başladı.
— Ne demek istiyorsunuz?
— Şef Sobek'e sattığınız eşeği tam olarak ne gün teslim
ettiniz?
— Tamı tamına on sekiz gün önce.
— Eşek vazgeçilemeyecek bir hayvandır, diye açıkladı bilge
kadın. Eşek olmasa, Mısır varlıklı bir ülke olamazdı. Ama eşek
bazen Seth'in heyecanını yüreğinde duyar; bu nedenle Hakikat
Meydanı topraklarına ayak basan her dişi eşek, büyüyle sakinleş-
tirilmek zorundadır. Her zaman âdet olduğu gibi, polis memuru
bir Hathor rahibesinden yardım istedi, sol ön kalçasının içine bir
hiyeroglif çizerek sakinleştirmesini rica etti. Ancak bu geleneğin
yerine getirilmesinden sonra götürdü eşeği palmiye bahçesine.
Hiyeroglif de mevsimlere ve bayramlara göre değişir. On sekiz
gün önce, tüm loncanın da tanıklık edeceği gibi, hiyeroglif bir saç
tutamıydı. Mahkeme eşeğin bacağındaki işareti inceleyebilir.
Aslan Userhat yaşlı eşeğin ayağını dikkatle kaldırdı, sonra da
kırmızı mürekkeple çizilmiş işareti satıcıya gösterdi.
— Seni uyarmıştım, dedi Kenhir. Köyün güvenlik sorumlusu
hakkında çok ciddi bir suçlamada bulundun, onu mahkûm

162
ettirmek için yalan üzerine yalan söyledin. Bütün bunları kabul
ediyor musun?
— Hayır, hayır... Bunların sorumlusu ben değilim...
— Hâlâ inkâr mı ediyorsun? Eşek satıcısı başını önüne eğdi.
— Hayır, beni bağışlayın. Ben sadece kolay yoldan para
kazanmak istiyordum.
— İlk olarak, mahkeme Şef Sobek'e beş eşek vermeni istiyor.
— Beş mi? Ama bu korkunç... Ben...
— Daha bitmedi. Beş yıl boyunca ona haftada iki gün iş
yapacaksın; eğer kaytaracak olursan cezan ikiye katlanacak.
Vezirin mahkemesine başvurmak istiyor musun?
— Hayır, hayır...
— Öyleyse, bu karara saygı duyacağına yemin et. Suçlu,
neredeyse duyulamayacak bir sesle yemin etti.
— Şimdi buradan git, yarından tezi yok beş eşeği getir. Eşek
satıcısı yıkılmış bir halde uzaklaştı.
— Onu tutuklamamız gerekirdi, dedi Sobek.
— Eğer suçlamak için yeterince nedenin varsa, hakkında
yeni bir dava açarız.
— Loncanın düşmanlarının beni buradan uzaklaştırmak için
komplo kurduklarını hâlâ anlayamadınız mı?
— Söylediklerinin ve bunların sonucunun öneminin farkında
mısın sen?
— Gözünüzü açın! Beni buradan uzaklaştırdıktan sonra,
güvenliğinizi sağlamak için yerime kimi getireceklerdi?
— Sakin ol Sobek. Güvenlik sorumlusunun vezir tarafından
atandığını unuttun mu yoksa?
— Onu da kandıramazlar mı?
— Bu duruşma seni çok yordu, ne söylediğini bilmiyorsun.
Şimdi git dinlen, durumu daha sonra gözden geçiririz.

163
Üzgün Nübyeli uzaklaşırken, daha fazla dayanamadı Kenhir,
dudaklarını kavuran soruyu bilge kadına sordu.
— Bu büyülü gelenekten söz edildiğini duymamıştım hiç...
— İsterseniz gidip Lekesiz Uabet'e sorun, dedi Işık gülümse-
yerek. Bu onun fikri. Önemli olan eşeği bulmak ve satıcının doğ-
ruyu söylemesini sağlamak değil iniydi?
— İyi düşünmüşsünüz... Sobek'in korkuları size inanılır
geliyor mu? Bilge kadın ustabaşının elini tuttu.
— Gök kapkara bulutlarla kaplanacak, yıldırım belki de bizi
vuracak... İyi ama Hakikat Meydanı'nın rahibeleri böyle kötü
yazgıları alt edecek güçte değiller mi?
Eşek satıcısı bir türlü uyuyamıyordu. Hiçbir güçlükle karşı-
laşmadan zafere ulaşmayı beklerken, hayatının en aşağılayıcı
gününü yaşamıştı.
Hâlâ Mehi'nin adamının gelip ücretini ödemesini bekliyordu,
ama alacağı, bugün kaybettiklerine, başına sarılan dertlere bakın-
ca devede kulak kalacaktı. Mahkemenin ağır kararı yüzünden
sadece iflas etmekle kalmayacak, kuşkusuz ünü de lekelenecekti.
Mehi satıcının zararını karşılamakla kalmayacak, onu
Sobek'in başlatacağı soruşturma karşısında da koruması gereke-
cekti kuşkusuz. Polis şefi öfkelenmişti bir kez, satıcının peşini
bırakmayacak, punduna getirip tutuklamayı başarırsa acımadan
sorguya çekecek, gerçeği itiraf ettirmeden de salmayacaktı. Tüm
bunları düşününce, vakit kaybetmeden generalin yanına gidip
koruması altına girmenin tek çıkar yol olduğuna karar verdi.
Ahırın hemen yanındaki kulübesinden çıkarken, bir köylü
kadınıyla çarpıştı.
— Burada ne arıyorsun?
— Ben Mehi'nin karısıyım.
— Ama... ama bir dilenci gibi giyinmişsiniz!
— Tanınmak istemiyorum.

164
— Mehi'nin habercisi siz misiniz?
— Bizim için çalıştın, anlaştığımız ödülü de alacaksın.
— Mahkeme Sobek'i cezalandırmadı! Yaşlı eşek bulundu,
yargıçlar komployu anladı... Beni korumanız gerek.
— Mehi'den söz ettin mi?
— Hayır, bunun sadece benim işim olduğuna inanıyorlar...
Ama eğer Sobek beni tutuklarsa, postumu kurtarmak için her şeyi
anlatırım!
— İşler oraya varmadı daha, diye rahatlattı Serketa satıcıyı.
Bu başarısızlık üzüntü veriyor tabiî, ama her çalışmanın bir kar-
şılığı olmalı. Onun için de vaat ettiğimizi getirdim.
— Sonra... sonra beni koruyacak mısınız?
— Gideceğin yerde Şef Sobek'ten çekinmen gerekmeyecek.
Eşek satıcısı sakinleşti, Serketa'nın çamaşır sandığının üzerine
bıraktığı iki gümüş külçeye baktı. Gerçek bir servet. Bütün tatsız-
lıklara rağmen generalin işbirliği önerisini kabul etmekle doğru
yapmıştı. Eşek satıcısı gözlerine gümüş ziyafeti çekerken, Serke-
ta'nın usulca arkasına dolandığını fark etmedi.
Kaba elbisesinin altından ince ve uzun bir iğne çıkardı ve
hızla adamın ensesine, iki omurun arasına sapladı. Serketa daha
önce hayvanların ve bir insan kellesi maketinin üzerinde dene-
mişti bu yöntemi, ilk gerçek girişiminde de başarılı oldu.
Eşek satıcısı dilini çıkardı, gırtlağından boğuk bir hırıltı
yükseldi, ellerini boşluğa tutunmak istiyormuşçasına uzattı, yere
düştüğünde ölmüştü. Serketa iğneyi çekti, yaradan bir damla kan
çıktı. Yarayı özenle sildi, cinayetten geriye hiçbir iz bırakmak
istemiyordu. Kurbanı birinci sınıf bir mumyalama işleminden
geçmeyeceği için ensesindeki minik delik kimsenin gözüne
çarpmayacaktı.

165
Sonra eşekleri çözdü, iplerden birini alıp satıcıyı ahırın
direklerinden birine astı. Herifin ölüsü dirisinden daha ağır
değildi.
Gecenin karanlığında kaybolmadan önce, iki gümüş külçeyi
almayı da unutmadı.
O
Otuz üçüncü bölüm
Mezar kâtibi loncanın salonlarından birinde toplanmış sağ
ekibe, zanaatkarların galen ve bitüm gibi güç bulunur malzemeye
ihtiyacı olduğunu söyledi. Ustabaşı da en azından bir zanaatkarın
aramaya katılması gerektiğini belirtti. Aldığı kesin talimatları
uygulayacak olan zanaatkar, Hakikat Meydanı'na gizli bir iş için
gerekli miktarda malzemeyle dönecekti.
Genellikle Alim Tuti katılırdı böylesi angaryalara, ama hâlâ
yaslı olması nedeniyle, bu görevi dayatamayacağını düşündü
ustabaşı. Bu nedenle hemen ertesi gün yola çıkmaya hazır bir
gönüllü istedi.
Yazıhanesine geri dönen Kenhir korktuğunun başına geldi-
ğini, Güçlü Niyut'un çalışma odasını da süpürdüğünü gördü.
Araya girip engel olamadı, güvenlik sorumlusundan gelen haber
Sobek'in onu acilen 5. Tabya'da beklediğini belirtiyordu. Böyle-
sine itilip kakılmaktan nefret ederdi, ama yine de sevgili papirüs-
lerini terk etmek zorunda kaldı.
Polis şefinin yüzü gerginliğini belli edecek ölçüde sararmıştı.
— Haberleri duydunuz mu Kenhir?
— Duymak için buradayım ya...
— Eşek satıcısı...
— Yoksa mahkemenin kararını hiçe sayıp, eşekleri getirme-
meye mi cüret etti?
— Biraz önce, kulübesinde ölü bulundu. Kendini asmış.
— Zavallı yalancı, iflas etmeye dayanamadı demek.
166
— Abri'ninkinden sonra ikinci intihar! diye haykırdı Nüb—
yeli.
— Batı yakası başyöneticisi ile sefil bir eşek satıcısını nasıl
kıyaslarsın? Satıcı senden, senin öç almak isteyeceğinden korktu.
— Bense konuşmaması için öldürüldüğünden eminim. Tıpkı
Abri gibi.
— Elinde kanıtın var mı? diye sordu Kenhir kızgınlıkla.
— Ne yazık ki yok.
— Ne tarafa baksan komplo görmen o kadar kötü değil
Sobek, çünkü bu meslekî bozulma her an tetikte olmanı sağlıyor.
Ama komplo saplantısının mantığını etkilemesine izin verme!
Şimdi söyle bakayım, eşeklere el koyabilecek misin?
— Biri çözmüş eşekleri, hayvanlar dağılıp kaçmış.
— Kendini öldürmeden önce eşeklerini özgür bırakmak
istemiş olamaz mı?
— Doğru, bu kadar basit de olabilir.
— Bu kadar basit Sobek! Hâlâ izin hakkını kullanmadın,
değil mi?
— Kullanmayacağımı bildirdim.
— Yanlış yapmışsın. Biraz dinlenmek çok iyi gelirdi.
— Benim için köyün güvenliği her şeyin önünde gelir. Beni
kendilerine hedef seçenler başaramadıklarına pişman olacak.
Mezar Kâtibi Kenhir'in yazacağı sayfa, olağandışı olduğu
kadar uzundu da. Halat Kasa, gözlerindeki bir rahatsızlık yüzün-
den gönüllü yazılamayacaktı; Burun Fened de annesi ile baba-
sının mezarlarına armağan götüreceği için; Somurtkan Karo
evinin kapısını onarıyordu; Güçlü Naht gelecek bayram için bira
mayalayacaktı; Aslan Userhat'ı küçük bir akrep sokmuştu; kalan-
ların da köyden ayrılıp maceraya atılmasını engelleyecek geçerli
nedenleri vardı. Hepsinin. Paneb dışında, hepsinin.
— Daha çocuğun yeni doğdu, diye hatırlattı Kenhir.

167
— Gözle görülürcesine büyüyor, Uabet de iyi bakıyor ona. iyi
de... tek gönüllü ben değilim ya?
— Ne yazık ki öyle. Gidip ustabaşını görelim. Suskun Nefer
rahatsızlığını gizleyemedi.
— Fedakârlığın için teşekkürler Paneb, ama ben seni
düşünmemiştim. .. Ne gidilecek yerleri ne de getirilecek malze-
meyi tanıyorsun.
— Kim tanıyor?
— En iyi tanıyan Kuyumcu Tuti ama hâlâ yasta...
— Bu loncanın üyesi mi, yoksa değil mi? Bize görev verildi-
ğinde, sevinç ve üzüntülerimizi unutmak zorundayız. Onun
üzüntüsünü hafifletmeye çalıştım, bugün ona ihtiyacımız var.
Anladığım kadarıyla, çölde bir gezinti yapmaktan söz etmiyoruz...
Getirilecek malzeme son derecede önemli, öyle değil mi?
— Laboratuvar ile batı yakası yönetimi aramaya çıkmayı
istememiş olsalardı bile, biz tek başımıza gitmek zorunda kala-
caktık. Altın Evi'nde, sana açıklayamayacağım önemli işler için
galen ve bitüm kullanılıyor.
— Gidip Tuti'yi ikna edeceğim. Birlikte olursak yolculuk
daha kolay geçer. Dakter artık yerinde duramıyordu. Sürekli
sakalının kıllarını çekiştiriyor, iki yüz eşekle yola çıkmaya hazır
yüz madenciyi, değerli taş ve mineral araştırmasında bilgili otuz
rehberi tekrar tekrar sayıyordu. Tehlikeye ve güçlüklere alışkındı
bu adamlar, kendi haritalarını çizmişler, "kum farelerinin", acı-
masız ve soyguncu göçerlerin muhtemel saldırılarına karşı
hazırlık yapmışlardı. Dakter yüksek güvenlik istemişti, bu yüzden
de kafileye yirmi asker katılmıştı.
Yol boyunca kuyular vardı ama, yiyecek ve su ihtiyacı sıkı
sıkıya hesaplanmıştı. Her bir eşeğin sağlığı dikkatle gözden geçi-
rilmiş, semer ve kolanlar yenilenmişti.
Bir tek Hakikat Meydanı'ndan gelecek zanaatkar eksikti.

168
— Bize daha ne kadar zaman kaybettirecek? diye homur-
dandı Dakter. Bütün günü onu bekleyerek tüketemeyiz ya!
— Köye gitmemi ister misiniz? diye sordu rehberlerden biri.
Gözler kıyıya yanaşmaya çalışan küçük bir tekneye çevrildi.
Dümendeki kararsız davranıyordu, tekne iki başarısız girişimden
sonra aborda olabildi.
Kayıktan birbirine benzemeyen iki adam indi; genç bir dev
ile yaşı belirsiz, neredeyse kırılıverecek gibi sıska biri.
— Siz de kimsiniz? diye sordu Dakter, adamların üzerine
atılmaya hazırlanıyormuşçasına.
— Belli olmuyor mu? dedi genç dev. Tekne kullanmayı
öğrenmeye çalışan acemi bir gemici... İlk yolculuğum olduğuna
bakılırsa pek de kötü sayılmam, öyle değil mi?
— Geldiğin yere dön evlat. Burası askeri bölge.
— Arama çalışmalarının başlangıç yeri değil mi? Dakter
şaşırdı.
— İyi bildin... Kim söyledi sana bunu?
— Hakikat Meydanı'nın ustabaşısı.
— Bir zanaatkar bekliyordum, iki değil!
— Benim adım Paneb, yoldaşımınki de Tuti.
— Rütbelerinizi ve uzmanlığınızı da bilmem gerek.
— Bu kadarıyla yetinmek zorundasınız.
— Kiminle konuştuğunu biliyor musun? Ben Dakter'im, Teb
Merkez Laboratuvarı'nın yöneticisi, bu aramanın da önderi! Bana
itaat etmek zorundasın, onun için sorduğuma cevap ver.
Arkadaşının askerleri teker teker süzdüğünü görüp, arala-
rına dalmaya hazırlandığını anlayan Tuti, Paneb'in böyle bir
kavgadan yenik çıkmayacağını bilmekle beraber, araya girmenin
zamanı geldiğini düşündü.
— Paneb, hayır... diye mırıldandı. Bir görevimiz olduğunu
unutma.

169
— Haklısın, kendime hâkim olmam gerek. Peki... Öyleyse
dönmekten başka çaremiz kalmadı.
Genç dev topukları üzerinde döndü, küçük tekneye doğru
yürümeye başladı. Dakter arkasından koşup Paneb'in bileğini
tuttu.
— Nereye gidiyorsun?
— Hemen elimi bırak, yoksa olacakların sorumluluğunu
kabul etmem.
Dakter Paneb'in tehdit dolu bakışları altında bileğini
bırakmak zorunda kaldı.
— Tuti ve ben köye dönüyoruz.
— Ama... benimle gelmeniz gerekmiyor muydu?
— Evet seninle, ama emrinde değil. Bizler özgür insanlarız,
ne yapmamız
Dakter sıkıntı içinde yumruklarım açıp kapatıyordu.
— Sana bu araştırmanın komutam olduğumu, disiplin olma-
dan da başarıya ulaşmamızın mümkün olmadığım hatırlatırım.
— O disiplini kendi emrindekilere uygula; bizler sadece
Hakikat Meydanı'nın emrindeyiz. Eğer bunu anlayamıyorsan,
başarısızlığın sorumlusu sensin demektir.
— Hiç olmazsa nereye gideceğimizi de mi söylemeyeceksin?
— Yakında öğrenirsin. Demek anlaştık. Tuti öne düşüp yolu
gösterecek.
— Otoritemi çiğniyorsun Paneb!
— Bunu da nereden çıkardın? Otoriten beni ilgilendirmiyor.
— Benimle böyle konuşulmasına alışık değilim. Sen istesen
de istemesen de, bu araştırma benim sorumluluğumda, senin
böyle davranmanı da hoş göremem.
— Öyleyse, bensiz git.
Dakter Tuti'ye döndü.
— Umarım, sen daha mantıklısındır.

170
— Ustabaşımızın kararı uyarınca, bu insanları madenlere
kadar götüreceğim ama, bir koşulla. Aldığım talimatı uygula-
yarak, dedi kuyumcu derin bir sükûnetle. Senin rütbelerin ve
sorumlulukların önemli değil, ya buna razı olursun ya da Teb'de
kalırsın.
Dakter yıkılacak gibiydi, bu loncayla mücadele etmenin
neden bu denli güç olduğunu şimdi anlıyordu.
— Boş tartışmalardan vazgeçelim de yola çıkalım artık, dedi
Paneb.
A
Otuz dördüncü bölüm
Kafile Teb'den Koptos'a kadar Nil üzerinde gitti, sonra
insanlar ile hayvanlar teknelerden inerek Kızıldeniz ve Sina
Yarımadası yolunu tutup, eski imparatorluk döneminden beri
işletilen turkuvaz ve bakır madenlerine doğru ilerlediler. Yöreyi
avucunun içi gibi tanıyan Tuti'nin şefliğinde, bir granit ocağına
giden yoldan ayrılarak Cebel el - Zeyt'e doğru döndüler.
Bölgeye hemen hemen hiç yağmur düşmemesine rağmen,
Kızıldeniz'den gelen bir nem vardı havada; şurada burada, özel-
likle de zirvesi bin metreyi aşkın görkemli sıradağların etekle-
rinde yeşillikler adacıklar gibi serpilmişti. Mısırlıların büyük bir
çoğunluğu, bilmedikleri tehlikeli yaratıklarla dolu çölden korkar,
ama herkes çölün cesetleri sonsuza dek sakladığını, bağrında akıl
almaz hazineler, altın, gümüş ve "dağların karnından doğma saf
taşlar" bulundurduğunu bilir. İnsan çölü bir uçtan diğerine geçe-
bilir, ama çölde yaşayamazdı, çöl dünyadaki öte dünyaydı çünkü.
Çölün kurduğu amansız tuzaklardan kaçmak için de deneyimli
rehberler gerekirdi.
Paneb, sıskalığına rağmen grubu hızla yürüten Tuti'nin
yanında gidiyordu.
— Bu yolculuk hoşuna gidiyormuş gibi görünüyorsun.
171
— Daha da ötesi! diye haykırdı Cesur. Ne doyumsuz manza-
ralar... Kum ateşi andırıyor, ayaklarımın altında yumuşacık.
Talihimiz varmış da çölün kenarına kurmuşlar köyümüzü; insan-
ları sarsıp uyuşukluklarını atmalarını sağlamak için çölün gücü
gerek.
— Şu Dakter hakkında ne düşünüyorsun?
— Benim için öyle biri yok. Ayrıcalıklarının sarhoş ettiği,
kendini beğenmiş, fazla şişman bir küçük memur işte.
— Sen yine de dikkatli ol. Karnak'ta çalışırken, bunun ben-
zerleriyle tanıştım ben. Çok daha tehlikesizdi onlar. Bizi sevme-
mesinin şaşırtıcı bir yanı yok, ama içimden bir ses durumun çok
daha ciddi olduğunu fısıldıyor.
Paneb Tuti'ye inanamıyormuşçasına baktı.
— Amon'un topraklarında mı yaşadın?
— Değerli tahtalarla, altın ve elektrumla çalışmayı öğrendim,
süsleme yapmayı, kapıları, heykelleri ve kayıkları altın kaplamayı
da. Kenhir beni çağırmış olmasaydı çok yükselecektim. Hakikat
Meydanı'nda bir kuyumcuya ihtiyaçları vardı: ben listede üçün-
cüydüm, ama Kabul Heyeti benden önceki iki kişiyi eledi.
— Neden Karnak'ta kalmadın?
— Loncanın kapısını çalmayı aklımdan bile geçiremezdim,
ama başka hiçbir yerde açıklanmayacak meslek sırlarına sahip
olduklarından da haberliydim. O sırlara ulaşmak imkânsız görü-
nüyordu gözüme. Fırsat geldiğinde de talihimi denemeye karar
verdim.
— Çağrıyı duymuş olmayasın?
— Ama altını parmaklarımın arasına aldığım ilk anda...
bunun çağrı olduğunu, beni diğer tüm kuyumculardan farklı kıl-
dığını bilmiyordum. Lonca benim deneyimli bir kuyumcu oldu-
ğuma karar verip sağ ekibe aldı. Ne inanılmaz bir gündü... Şimdi
de bu acıya dayanmak gerekiyor.

172
— Yeniden çocuğun olabilir.
— Hayır, oğlumun anısına dokunmak istemiyorum, güler
yüzlü neşeli çocukluğunu, gözlerini, korumayı beceremediğim o
mutluluğu... Beni o yastan kurtardığın, bu araştırmaya katılmaya
zorladığın için minnettarım. Tek başıma gelseydim ne yapacağımı
bilemezdim; seninle birlikte bu güç görevin üstesinden gelebile-
ceğimizi düşünüyorum.
— Dakter'den neden ürküyorsun?
— Çünkü, kullanımı katı kurallara bağlı, tehlikeli bir madde
aramaya gidiyoruz. Merkez laboratuvarı yöneticisi o kuralları
çiğneme eğiliminde olabilir.
— O kuralların uygulanmasından sorumlu değil miyiz?
— İşte o yüzden rahatsız ediyoruz ya onları. Başlangıçta bu
maceranın tehlikeli bir yanı yoktu. Dakter'i gördüğüm andan
beri, eskisi kadar emin değilim.
Paneb kahkahayla güldü.
— Keşke bizimle uğraşmaya karar verse!
— Biz sadece iki kişiyiz Paneb.
— Gördüklerimden çıkarabildiğim kadarıyla, madenciler ile
rehberler arasında epey dostun var.
— Aynı insanlarla birkaç kez yolculuk yapmanın ilişkiler
yarattığı doğru. İçlerinden çoğu bize cephe almayacaktır.
— Endişelenme, Dakter'in başarılı olması imkânsız.
Dakter gürbüz bir eşeğin sırtında yolculuk yapan tek kişiydi,
bu ayrıcalığına rağmen yayalardan çok daha fazla su içiyordu.
Yolculuğun bir gezi olmayacağını tahmin etmişti, ama bu ıssız
genişlikten bu denli nefret edeceğini hiç düşünmemişti.
Keyfi gerçekten kaçmıştı, genç devden kurtulmak için plan
üzerine plan hazırlamaya çalışıyordu. O adamın, yırtıcı bir hay-
vandan daha dikkatli ve çok daha tehlikeli olduğundan emindi.
Kuyumcunun kuşkulanmasına meydan vermeden, nasıl kaldıra-

173
caktı genç devi ortadan? Eğer Paneb'i ortadan kaldıramazsa,
Dakter loncanın en önemli sırlarından birini avucundan kaçırmış
olacaktı. Demek ürünün toplanmasını beklemek, daha akıllıca
olacaktı. Sonra, sonrasını zamanı geldiğinde düşünecekti. Önün-
deki madenciler yavaşladı.
— Durmak için emir vermedim!
— Yürümüyorlar ki.
Dakter öfkelendi, kervanın başına doğru ilerledi.
En önde, sırtını güneşe dönmüş, bir kayanın üzerine otur-
muştu Tuti. İnsanlar ile hayvanlar, küçük yudumlarla su içiyordu.
— Neler oluyor?
— Önceden hesaplanmamış bir mola, dedi kuyumcu. Fazla
uzun sürmez, biraz dinlenmek adamlara iyi gelir.
— Arkadaşın nerede?
— İki madenciyle birlikte, şuradaki tepeciğe gitti.
— Ne?.. Araştırmanın amacı bu değil ki!
— Git biraz uyu.
— Onları derhal geri çağır.
— Burada mola yerimize dönmelerini bekleyelim. Ne kadar
çok kızarsan, susuzluğun o kadar artar.
Dakter Tuti'nin uzattığı inciri almadan, kervanın arkasına
döndü. Madencilerden hiçbiri dostça davranmıyordu ona, kuyum-
cuyla ise eski maceralardan söz edip gülüşüyorlardı.
— Harika! diye haykırdı Paneb, tepecikten dönerken. Reh-
berlerin bulduklarına bir bak.
Tuti'nin gözlerinin önüne, akikler, kantaşları ve Süleyman-
taşları serdi. Süleymantaşlarından bazıları küçük tespih taneleri
gibi sıralanmıştı bile.
— Seninle alay etmemişler, dedi kuyumcu.

174
— Dostlarımız bu taşlan Dakter'e göstermeye ve bir kâtibe
kaydettirmeye gerek olmadığını söylüyor. Ne de olsa çakıl taşla-
rından farksız.
— Acemi gözüyle bakarsan doğru. Ama doldurulması
gereken o kadar çok papirüs var ki...
— Artık gitsek? Dakter sabırsızlanmaya başlamıştır. Asker-
lerden biri, koşarak iki zanaatkara yaklaştı.
— Tepede iki çöl faresi gördük... Bizi izliyorlardı. Kuşkusuz
öncü olarak gelmişlerdi.
— Bir saldırıya hazırlıklı olmamız mı gerekiyor? diye sordu
Paneb.
— Şart değil... Bu haydutlar çok korkaktır, genellikle koru-
masız kervanlara saldırırlar. Yine de gerekli önlemleri alacağız.
Yanlara okçular çıkaracağız, gece de sırayla nöbet tutulacak.
Kervan ağır adımlarla yola koyuldu; insanlar endişeyle çev-
reyi gözlüyor, her an tepelerin ardından silahlı bir kalabalığın
çıkmasını bekliyordu.
Saatler geçtikçe korkular azaldı, üstelik yol kenarındaki
kuyulardan hiçbirinin ağzı kapanmamış, suyu kirletilmemişti.
Erzak yeterli, kafiledekilerin keyfi yerindeydi. Başına güneş
geçmiş genç bir madenciyi sırtında taşıyan Paneb herkesin sev-
gisini kazandı, hızlı yürünmesini istediği için Tuti'ye kimse kız-
madı. Rehberler haritalarını gözden geçirdi ve kırbalara maden
örnekleri koyup üzerlerini özenle işaretlediler.
— Maden bölgesine yarın öğlene doğru varacağız, dedi Tuti.
Bu madene varmadan önceki son molamız. Bu akşam şölen var,
herkese kurutulmuş sığır eti ve kırmızı şarap verilecek.
Madenciler firavunun ve değerli madenlerin koruyucusu
Tanrıça Hathor'un onuruna türküler söylerken, Dakter iki zana-
atkarın yanına yaklaştı.

175
— Yolculuk boyunca tek bir kelime bile etmedik... Belki de
barış yapmanın zamanı gelmiştir, dedi bilgin.
— Neden olmasın? diye cevap verdi Tuti. Otur da bir şeyler
iç.
— İçki içmem, teşekkürler.
— İçki seni biraz yumuşatırdı oysa, dedi Paneb.
— Anlaşılan yarından tezi yok işe koyuluyoruz.
— Doğru, dedi kuyumcu.
— Nasıl yapacağınızı söylemenin zamanı gelmedi mi?
Buraya size yardım etmek, bilgimden yararlanmanız için geldim.
— Bundan kuşkumuz yok Dakter, ama bizim güvenliğimizle
yetinsen daha iyi olur.
— Bu söylediğin askerlerin işi! Beni ilgilendiren Teb'e götü-
receğimiz malzemenin nitelikleri ile miktarı.
— Uyku vakti geldi, dedi Tuti.
n
Otuz beşinci bölüm
Cebel el - Zeyt kervan yollarından uzak, küçük bir dağ top-
luluğuydu. Teb'in üç yüz kilometre uzağında, Süveyş Körfezi'nin
girişine hakim, çok ıssız olan bu bölge, sadece galen ihtiyacı
duyulduğunda hatırlanırdı. Dakter bazı madencilerin bölgedeki
galenin en az altın kadar değerli olduğunu söylediklerini duymuş,
ağzı sulanmıştı. Kuyumcu Tuti'nin birçok kez tanrıların unuttuğu
bu bölgeye gelmesinin nedenini daha iyi anlıyordu, ama loncanın
bu güç bulunur malzemeyi hangi amaçla kullandığını kestiremi-
yordu.
— Önce Tanrıça Hathor'a şükranlarımızı sunup, bizi koru-
ması için dua edelim, dedi Tuti.
Dakter yine zaman kaybedeceklerini düşünüp homurdandı,
ne var ki yerleşmiş gelenekleri söküp atmanın o kadar kolay
olmayacağını biliyordu. Kervan üyeleri, madencilerin Cebel el -
176
Zeyt'te kaldıklarında barındıkları kulübelerin arasındaki küçük
sunakların önüne dikilmiş sade sütunların önünde diz çöktüler.
Herkes tanrıçaya bir armağan sundu, biri bir muska, öteki pişmiş
topraktan yapılmış bir böcek, beriki bir kadın heykelciği, bir
diğeri bir parça keten... Çöl araştırmacılarının koruyucu tanrısı
Min ile zanaatkarların ilahı Ptah'a da şükranlarını sundu.
Tören bitince görevleri dağıttı Tuti. Rehberlerden beşini
ceylan avlamaya gönderdi, beş kişiyi balık tutup kabuk topla-
makla görevlendirdi, iki kişiden temizlik ekipleri oluşturmalarını
istedi. Öte yanda eşeklerin yükleri indiriliyor, askerler de maden
bölgesini korumak için gerekli önlemleri alıyordu.
Paneb'in görevi taşta kullanılacak aletleri, çoğu bazalttan
yapılmış kazma ve murçları dağıtmak, yolculuğun fazla yorma-
dığı yirmi kadar madenciyle sunak ve kulübelerden üç kilometre
kadar uzaktaki madene gitmekti.
Zanaatkarların çalışması karşısında hayretten hayrete düşen
Dakter'se, hiçbir hareketlerini kaçırmamak için ne yapması ge-
rektiğini bilemiyordu. Bir an gelecek görevlerini açıklamak zo-
runda kalacaklar, böylece düşlerine giren sırrın anahtarını vere-
ceklerdi Dakter'e.
— Haydi gidelim, dedi Tuti. Dönüşümüzde yemek hazır
olsun.
Dakter madenin yolunu tutan gruba katıldı. Ne Paneb ne de
Tuti bunun farkında değil gibiydi.
Hedefe yaklaştıkça çevredeki ilginç minerallerin giderek
arttığını gördü bilgin; bazıları mavimtırak gri, bazıları çok daha
koyu. Böylesini hiç görmemişti, ama bir bölümü yerin altında, bir
kısmı da açık madeni görünce daha da şaşırdı. Kuzey-güney doğ-
rultusunda uzanan galen damarları toprağın üzerinde belirlenmiş,
daha sonra otuz metreye kadar inen tüneller kazılmıştı. En zengin

177
damarlardan birinin kazı noktası yerin yüz metre altında, zayıf
bir madencinin sürünerek girebileceği bir galerinin ucundaydı.
Dakter büyük bir buluşun eşiğindeymiş gibi heyecanlıydı.
— Bu kayalar... galen mi?
— Galen, mavi-gri karışımı renkte bir kurşun sülfürüdür,
diye açıkladı Tuti. Renkleri koyu gri ile siyah arasında değişen
kayalar da bitüm. Tünele girmek ister misin?
— Tabiî isterim!
— Üstün kirlenecek ama... Şişmanlığına bakınca yeterince
geniş bir tünel bulmakta zorlanacağımızı anlıyorum.
Gözleri meraktan ışıl ışıl parlayan Dakter zanaatkarın
peşinden dünyanın öteki ucuna bile gitmeye hazırdı, ama galeriye
iniş kolay olmadı, hatta bir seferinde tehlikeli bir biçimde kayıp
düşmemesi için, Paneb onu yakasından tutmak zorunda kaldı.
Bir öncekiler iyi çalışmış, insanın ayakta durabileceği yük-
seklikte tüneller kazmıştı. Sürekli taze hava girmesini sağlamak
için tünel boyunca otuz santimetre çapında havalandırma baca-
ları açılmıştı. Madencilerden biri kazmasının ucuyla kayadan bir
parça kopardı, ufalayarak cürufu parçaladı, çamurun içindeki
galen külçeleri göründü.
— İşte Teb'e götüreceğimiz bu, diye açıkladı Tuti.
— Ne işe yarar?
— Bitüm siloların geçirmezliğinin sağlanmasında, bazı tek-
nelerin kalafatlanmasında kullanılır. Testi kapaklarının çevresin-
den sızdırmamaları için de bitümden yararlanılır. Bir de aletlerin
sapında. Lapanın içine katıldığında öksürüğe iyi gelir. Galene
gelince, hepsinden de önemli bir ürün elde etmemize yarar: kıy-
metlilerimizin gözlerini boyamakta kullandıkları malzeme. Karı-
larımız bu boyadan çok hoşlanır, sırf bu amaç için buraya gel-
meye değer. Bu denli saçma bir neden için bu kadar gizlilik...
Dakter büyük bir düş kırıklığına kapılmıştı. Yine de gerçeğe en

178
yakın olasılığı düşünmekten alamadı kendini; iki zanaatkar
onunla alay ediyor ve utanmadan yalan söylüyordu. Kuşkusunu
gizlemeye çalışarak, madencilerin çalışmasını izledi, girebileceği
tüm tünellerde istediği gibi dolaştı. Olağandışı bir şey varsa
yakalamak için yeni kazılmış bir tünele bile girdi.
İğrenç galen külçelerine bir kez bile bakmadan kuyumcu ile
yoldaşının hareketlerini izlemeye koyuldu, ama iki zanaatkar
görevleri paylaşıyor, sabah erkenden birbirlerinden ayrılıp, akşa-
mın geç saatlerinde yeniden bir araya geliyor, yemekten hemen
sonra da sağlam yol hasırlarının üzerine devrilip uyuyorlardı.
Dakter Tuti'yi gözetlerken, Paneb'in ne yaptığım kim bilecek?
Bilgin madencilerden ikisini kendi tarafına çekmeyi başarmıştı,
ama onlardan aldığı bilginin önemi yoktu.
Tuti'nin yönetimi altında galen çıkarılıyordu; Paneb'in ya-
nında çalışanlar külçeleri sayıyor, dönüş yolculuğuna hazırlık
yapıp sepetlere yerleştiriyor, aletleri temizleyip onarıyorlardı.
Hakikat Meydanı hizmetkârları her an, şantiye deneyimle-
rinden yararlanıyordu. Günün koşullarına göre işbölümü yapıyor,
bunu yaparken de işçilerin gücünü mümkün olduğunca az kul-
lanmaya çalışıyor, böylelikle onların sevgi ve güvenini kazanı-
yorlardı.
Sır güzellik ürünü ve kullanım alanı kısıtlı bir yapıştırıcıdan
ibaretse eğer, bu kadar çaba harcanması gülünçtü Dakter yanıl-
dığını kabule yanaşmıyordu bir türlü. Hakikat Meydanı böylesi
gündelik işlerle uğraşamayacak kadar önemli bir yerdi. İki zana-
atkarın bu araştırmaya ustabaşılarından aldıkları sıkı talimatlarla
katılıyor olmaları, bundan böyle yüzlerinin tanınacağını bile bile
köyden ayrılmaları, yaptıkları işi çok ciddiye aldıklarını göster-
miyor muydu? Bu nedenle yöntemini değiştirmeye karar verdi
Dakter. Gün boyunca uzun uzun dinlendi ve gece olunca zanaat-

179
karların kulübesini gözetlemek amacıyla uyumadı. İki zanaatka-
rın kendilerini ele vereceğinden emindi.
Bitmek tükenmek bilmez üç gece nöbetinden sonra, sabrının
karşılığını gördü. Bütün kamp horultuyla uyurken, Paneb ve Tuti
kulübelerinden çıktı ve madenin yolunu tuttu. Dakter de peşle-
rinden.
Nöbetçi kulübesinin çevresinden dolaşıp maden bölgesinin
dışında bir tepeciğe doğru yürüdüler.
Dakter durakladı. Ayağı takılabilir, kendini ele verebilirdi.
Genç devin karşısında direnemeyecek, kolay bir av olacaktı. Yine
de zanaatkarların neler çevirdiğini anlamak için başka bir fırsat
bulamayacağını düşündü. Talihliydi. Paneb ile Tuti ne yöne
gideceklerini bilemiyormuş gibi yavaşça ilerliyordu. Böyle dav-
ranmalarının amacı devriyeleri atlatmaktı. İkisi de varlıklarından
habersiz son devriyenin arkasından sürünerek geçti, tepeye tır-
manmaya başladı. Dakter de peşlerinden.
Birden görünmez bir düşmanla karşılaşmış gibi durup hare-
ketsiz kaldılar. Paneb kenara çekildi, yerden bir taş aldı. Kolunu
kaldırdığında Dakter genç devin yoldaşını öldüreceğini sandı.
Hazineye tek başına sahip olmak için arkadaşından kurtulmaya
mı karar vermişti yoksa?
Paneb elindeki taşı şiddetle yere vurdu ve iki adam yürü-
meye devam etti. Bilgin taşın vurulduğu yere geldiğinde kafası
parçalanmış bir kobra leşi gördü. Korkudan boğuluyor gibi oldu.
Aslında kimse geceleri çölde dolaşmaz, burayı sürüngenler ve
akreplerle paylaşmazdı.
Buna rağmen ayakları ileri gitti. Zanaatkarları izlemesinin
bir nedeni de tek başına kampı bulamamak korkusuydu. Artık
çevresine bakmaya cesaret edemiyor, her an ölümcül bir ıslık
duymayı bekleyerek gözlerini zanaatkarların sırtından ayırmı-
yordu.

180
Tepeye tırmanmak güç oldu. İki kez ıslak kayalarda kayıp
düşme tehlikesi atlattı Dakter.
İki adam tepeye varınca gözden kayboldu.
"Madenin girişi" diye düşündü bilgin. "Loncaya götürmek
için sakladıkları hazinenin bulunduğu galeriye girmiş olmalılar."
Yılanları, kaygan taşlan, düşman çölü unuttu ve sürünerek
tepeye tırmandı. Karınüstü yatıp bakarken, gördü onları.
Çevrede maden girişi falan yoktu, iki adamın durup gözlerini
diktiği krater ağzından başka hiçbir şey yoktu ortada. İyi de orada
böyle bakılacak ne vardı? Dakter gözlerini karanlığa dikti, ama
boşuna. Yoksa bu ikisi yollarını mı kaybetmişti?
Bilginin kanını donduran yılan ıslığı değildi, duyduğu, kanlı
bir iz bırakıp şakağını yalayan okun ıslığıydı.
Arkasını henüz dönmüştü ki, ellerinde hançerleriyle ahları
üç adam gördü.
— İmdat! diye bağırdı.
O
Otuz altıncı bölüm
Paneb sıçradı.
Kraterin kenarına gelince ay ışığının da yardımıyla saldır-
ganları gördü. Saçları sakalları birbirine karışmış üç çöl faresi,
soluk almadan bağıran Dakter'i yere yapıştırmıştı.
— Gücünüz yetiyorsa benimle uğraşın, alçaklar sürüsü!
Haydutlar ilk kurbanlarını bırakarak Paneb'in üzerine atıldı.
Yelpaze gibi yayılacaklarına, onlara meydan okuyan çılgının
üzerine hep birlikte atılma gafletini gösterdiler, ilk saldırıda han-
çerlerini o çılgının göğsüne saplayacaklarından hiç kuşkuları
yoktu.
Paneb son anda çöktü, ortadakini karın boşluğuna bir kafa
darbesi vurarak karşıladı, öteki ikisini de taşaklarından kavraya-
rak havalandırdı. Rakiplerine ayağa kalkma ve soluk alma fırsatı
181
tanımadan, çılgınca işe koyuldu. Bir taş alarak adamlardan birinin
kafatasını parçaladı, ikincinin boynunu kırdı, sonuncunun kelle-
sini kendi hançeriyle uçurdu.
— Bana kötülük yapma! diye yalvardı Dakter doğrulmaya
çalışırken.
— Burada ne arıyorsun?
— Ben onlarla birlikte gelmedim... Ben... ben yolumu kay-
bettim.
— Bizi izlediğini itiraf et.
Bilgin elini şakağına götürdü.
— Kan!.. Kan akıyor, yaralandım... Tehlikeli bir yara.
— Bize doğruyu söyle, yarana bakalım.
— Bana böyle davranmaya hakkınız yok! Eğer yaram hemen
sarılmazsa ölürüm.
— Bunu kampa götürelim, dedi Tuti Paneb'e. Eğer Dakter
şikâyet etmeye kalkarsa, başın büyük derde girebilir.
İstemeden de olsa Dakter'i belinden kavrayıp bir mısır çuvalı
gibi omzunda taşımak zorunda kaldı genç dev.
Bilgin çadırının gölgesinde dinleniyordu. Korkunç görünü-
yor olsa da yarası yüzeyseldi, Dakter'in hayatı tehlikede değildi.
Paneb tarafından öldürülen üç herife gelince, hepsinin de tehlikeli
haydutlar olduğu anlaşıldı; askerlerden biri bir sürü cinayetten
arandıklarını söyledi. Gecenin karanlığında kamplara saldırıyor,
öldürüyor, ırza geçip yağmalıyorlardı. Cesetleri çakallara bıra-
kıldı.
Olay insanların neşesini kaçırdı, madenciler Mısır'a dönmeye
can atıyordu. Tuti topu topu iki günlük çalışma kaldığını açıkla-
dığında herkes rahat bir nefes aldı.
— Kurnazlığın işe yaradı, dedi Paneb Tuti'ye. Dakter hazi-
neye gideceğimizi sanıp peşimize düştü. Artık bu böcekten kur-

182
tulduğumuza göre, samimi ol da söyle, gerçekten de hazine var
mı?
— Galen ve bitüm gerçekten de çok gerekli, sadece Dakter'e
söylediğim nedenlerden dolayı değil. Ustabaşına belirli bir miktar
götürmek zorundayım.
— Işık Taşı'yla mı ilgili?
— Olabilir... Daha fazlasını da ben bilmiyorum.
Ya yalan söylüyordu Tuti ya da sırra duyduğu saygı dudak-
larını mühürlemişti.
— Dakter'i götürdüğümüz krater bir aldatmacaydı, diye
devam etti kuyumcu sözüne. İsterse yüz kez gitsin, bir şey bula-
mayacak orada; ama sana göstermek istediğim bir yer daha var.
İki zanaatkar kampın dışına çıktı, bu kez izlenmediklerinden
emin olmak istiyorlardı. Paneb kayaların giderek daha da siyah-
laştığını gördü.
— Dikkatli yürü, dedi Tuti. Yer çok kaygana benziyor.
— Bu taşın yağlı olduğuna yemin edebilirim!
— Yağlı zaten. Taşyağı Dağı'nın aralıklarından sızan petrolün
üzerindeyiz. Bu kaynağa yakından bir bak.
Paneb suyun yüzeyinde, suyla karışmadan kalan bir tabaka
gördü.
— Bu tuhaf şey ne işe yarıyor?
— Öylesine tehlikeli bir gücü var ki, eskiler kullanmamızı
yasakladı. Bu petrol kolayca tutuşuyor, ama bir kusuru var, etrafı
kirletip kokutuyor. Mezarlarda, duvarları ve tavanları karartıyor.
İçinde taşıdığı yıkıcı güç nedeniyle sadece bazı mumyalama işle-
rinde törensel merhem olarak kullanılabiliyor. Bir de tüm tehli-
kelerinden arındırılacak şekilde işlendikten sonra, Hakikat Mey-
danı'nın gizemli taşının hazırlanmasında. Eğer Dakter gibi hırslı
insanlar petrolü kullanmayı öğrenip yaygınlaştırırsa, ülkemizin
başı felaketten kurtulmaz. İnsanlar çıldırabilir, hatta çöl fareleri

183
bile Mısır'ın ve çevresindeki ülkelerin üzerine saldırıp iktidarı ele
geçirmeye, zenginliklerini yağmalamaya ve insanlarını esir
etmeye çalışabilir. Firavun bilgece bir karar verdi, ürkütücü bir
zehir olan bu malzemenin "dışardakiler" tarafından kullanılmasını
yasakladı. Şimdi sen de bilenler kervanına katıldın Paneb.
Kafatasının ağrıdığından yakınan Dakter, dört askerin taşı-
dığı bir sedyeyle gidiyordu. Kafile dönüş yolunda olabildiğince az
mola vermek istiyor, arkadaşlarının öcünü almaya kararlı silahlı
çöl fareleriyle her an burun buruna gelecekleri tehlikeli bölge-
lerden kurtulmayı, Nil'i ve çevresindeki yeşillikleri düşünüyordu.
Bu ıssız düşman topraklarında, gücünün daha da arttığını
hissediyordu Paneb. Güneşin kavurduğu kumlar ile taşlarda
yaşayan ruhlar tüm yorgunluğunu alıp götürüyor, gücünü kat kat
artırıyordu. Çöle girmeye cesaret edip taşların ateşini ehlileştiren
ilk insanları düşündü. Simsiyah, verimli ve cömert toprağın çölün
gücüyle yaptığı evliliği kutlayan Mısır, her gün yenilenen bir
mucize değil miydi?
— Dakter bizimle konuşmak istiyor, dedi Tuti. İki zanaatkar
sedyenin yanına vardı.
— Hayatımı kurtardınız... Sizlere teşekkür etmek istiyordum.
Paneb olmasaydı o haydutlar beni öldürürdü.
— Bizi niye izliyordun? diye sordu Tuti.
— O madende bir hazine saklandığından, sizin de hazineyi
köye götürmekle görevlendirildiğinizden emindim. Niyetim o
defineye el koymak değildi tabiî, sadece merak ediyordum.
— Vardığımızda, Hakikat Meydanı'na gidecek sepetleri ara-
malarını söyle adamlarına; içlerinde bitümden başka bir şey
bulamayacaksın. İşte hazine dediğin de bu: işlenmesi güç, kolay
bulunmayan bir madde. Teknisyenlerin, kötü mevsimleri hesaba
katarak biriktirilen hububatın saklanacağı silolarda kullandıkları
malzeme. Daha önce de söylemiştim, bazı aletlerin saplarında

184
kullanılır, onların daha kolay tutulmasına yarar. Bir de tabiî fira-
vunun kanlarımıza ve kızlarımıza cömertçe verdiği boyanın
yapımı için yeterli miktarda galen alacağız.
— Ama... Böylesi önemsiz bir aramaya katılmanız...
— Bir kraliyet kararnamesi zorluyor bizi.
— Hiçbir şey anlayamıyorum. Tuti gülümsedi.
— Aslında çok basit. Senin temsil ettiğin yönetime çok kısıtlı
bir güven duyuyoruz. Bu yüzden hakkımız olan galen miktarını
içimizden birinin denetlemesini istiyoruz. Bir de — sen de gördün
— bir şantiye nasıl yönetilir, nasıl çalıştırılır iyi biliyoruz.
Bilgin ne diyeceğini bilemiyordu.
Tuti'nin öne sürdükleri tutarlı ve mantıklıydı, açıklanmadık
bir yer bırakmıyordu. Yine de içten içe kandırıldığı kanısındaydı
Dakter.
— Davranışımı bağışlayacak mısınız?
— Tabiî, dedi kuyumcu. Bizim köy hakkında o kadar saçma
şeyler anlatılıyor ki... Bütün işittiklerine inansan, yaratılışın sır-
rına sahip olduğumuza kalıbını basardın! Oysa gerçek oldukça
basit: bizler firavunun hizmetindeki bir loncanın üyeleriyiz, o
lonca hem bizim gururumuz hem de yaşama nedenimiz.
Dakter daha fazlasını duymak istemedi, bir yudum su içip
uykuya daldı. Tehlikeli bölgedeki son kampın ateşleri söndürüldü
ve Koptos yönündeki geniş yola girme hazırlıkları yapıldı. Birkaç
günden beri biraz daha iştahlanmıştı Tuti; yüzü, yolculuğun yor-
gunluğuna rağmen pek de eskisi gibi zayıf görünmüyordu.
— Bu yolculuktan çok yararlandım, dedi Paneb'e. Acı hiç
kaybolmayacak ama, o acıyı daha büyük bir güçle taşıyacağım.
Bunu da sana borçluyum, sanki gücünden bir bölümünü bana
vermişsin gibi. Sana canı gönülden teşekkür ediyorum.
— Kardeşler arasında teşekküre gerek yoktur. Mürettebattan
birinin başı derde girdiğinde, gemi tehlikeye düşmesin diye öte-

185
kiler yardıma koşmuyorlar mı? Ustabaşı sürekli olarak bunu
yineliyor, bana kalırsa bu sır da en az yaşamevi kadar önemli.
Bir asker alarm borusunu çaldı.
— Çöl fareleri! diye bağırdı dehşet içinde bir madenci.
— Sakin olun! dedi Paneb güçlü sesiyle. Askerler ile
rehberler sizi korumak için bir çember oluşturacak. Silahımız var,
kendimizi korumak için ne gerekiyorsa yapacağız.
Cesur'un kendine güveni endişeleri dağıttı, hiç şaşırmadan
savunma önlemlerini aldılar. Paneb düşmanı görmek için
savunma çemberinin dışına çıktı. Yüz kişi kadar vardı düşman,
elleri yaylı ve hançerli yüz kişi. Reisleri kara bir katıra binmişti.
Saçlı, sakallı, rengârenk elbiseli, boğuşmaya hazır yüz haydut.
Her iki taraftan da çok kişi ölecekti, çatışmanın sonu Mısır-
lılar için daha karanlık görünüyordu.
Paneb, her elinde birer taş, ilerledi.
Okçulardan biri yayını gerdi. Cesur, okun yaklaşmasını bek-
ledi, sonra da elindeki taşı fırlatıp havada ikiye böldü. İkinci taşı
da katırın üstündekine fırlattı.
Reisin bu kadar uzaktan vurulması imkânsızdı, bütün adam-
larıyla birlikte Mısırlıya bakıp kahkahalarla güldü.
Taş hızını kesmeden gökte yükseldi, çöl farelerinin reisinin
kafasına düşüp yere yıktı. Adamın yerden kalkmadığını gören-
lerden biri silahlarını alıp tabanları yağladı ve arkadaşları onu
izlemekte tereddüt etmedi. Paneb'in başarısı alkışlarla kutlandı.
A
Otuz yedinci bölüm
Dakter vücudunu çok yumuşak elli, genç bir Suriyeli kıza
ovduruyordu ki, Mehi kapıda belirdi.
— Ne zaman döndün?
— Dün akşam... kötü durumda.

186
General masajcıya çekilmesini işaret etti. Bilgin inleyerek
döndü, güçlükle doğrulup oturdu.
— O korkunç yolculukta çöl fareleri neredeyse öldürecek-
lerdi beni. Sıcaklık, çöl, çevrede cirit atan haydutlar... Bundan
böyle bu gibi araştırmalar için bana güvenmeyin! Bir dahaki sefe-
re yardımcılarımdan birini göndereceğim.
Dakter'in sağ şakağını kaplayan sargı, söylediklerini kanıt-
lıyordu.
— Hâlâ hayattasın, yaşadıklarını da çabucak unutursun...
Şimdi asıl konumuza gelelim, ne öğrendin?
— Hiç.
— Ne demek hiç? Benimle alay edilmesinden nefret ederim.
— Sizinle alay etmek benim için düşünülemeyecek bir şey.
Bana kalırsa, öğrenecek bir şey de yok. Cebel el - Zeyt, bitüm ve
galen çıkarılan bir maden sahasından başka bir şey değil, çıkarı-
lanların da nerelerde kullanıldığını öğrendim. Benden öncekilerle
aynı miktarları getirdim, sürme yapımcılarından iyi para kaza-
nacağız. Orada ne hazine var ne de bir sır, inanın bana!
— Öyleyse, Hakikat Meydanı neden her sefere bir adam
gönderiyor?
— Daha önce hiç düşünemediğimiz bir nedenden; alet sapla-
rında kullanılacak bir yapışkan elde etmek için. Bu adamlar bizim
sandığımız gibi değil, hepsi basit insanlar. Onların yanında bunca
gün geçirdikten sonra tek kaygılarının şantiyeyi iyi çalıştırmak ve
işçilerine iyi bakmak olduğuna yemin edebilirim.
Mehi bütün gücüyle tokatladı Dakter'i. Yarı yarıya baygın
bilginin kendine gelmesi uzun sürdü. Sol yanağı alevler içindeydi,
kafatası da zonkluyordu.
— Ne oluyor size General?
— Bir salak gibi düşünüp, bildiklerini de unutuyorsun! Seni
kandırdılar, zavallı dostum, seni uyuttular; ben de uyandırıyorum

187
seni! Öğrenmek zorunda olduğumuz sırlar Hakikat Meydanı'nda,
başka hiçbir yerde değil. Karşımızdakiler ne aptal ne de senin
sandığın gibi basit insanlar. Hepsi de kendilerini nasıl koruya-
caklarını iyi bilen, kurnaz adamlar. Seni kandıranlar, ustabaşının
emirlerine uydular, inan bana. O adam hiçbir şeyi rastlantıya
bırakmaz. Eşekler Hakikat Meydanı'nın ana kapısının önünde
durdu. Tuti Paneb'in birkaç yardımcısıyla birlikte sepetlerdeki
galen külçelerini teker teker saydı, mezar kâtibine vereceği
rapora kesin sayıyı yazması gerekiyordu. Sonra değerli yük, yol-
cuları uzun uzun kutlayan Güçlü Naht ve Somurtkan Karo'nun
sırtında köye taşındı.
— Kuyumcumuza göz kulak olacağını bildiğimiz için pek
endişelenmedik, dedi Karo Paneb'e. Yine de döndüğünüzü görmek
sevindirici.
— Köyde bir sorun yok ya?
— Emin ol sıkılacak zaman bulamadık! Ustabaşı alet temiz-
liği yaptırdı ve yontucular işe başladı bile.
Suskun Nefer zanaatkarları karşılamaya geldi, ikisiyle de
kucaklaştı.
— Her şey yolunda mıydı?
— Az çok, dedi Tuti. Çöl fareleri iki kez saldırdı, ama Paneb
tehlikeyi her seferinde savuşturdu. Bir de Dakter araştırmanın
amacım öğrenmeye kalktı... başaramadı.
— Emin misin?
— Kendine güvenmek, kusurdur kuşkusuz... O herif bizden
hoşlanmıyor, üstelik gereğinden kurnaz görünüyor bana. Ondan
çekinmemiz gerekecek.
— Gerekli olanı getirdin mi?
— Mükemmel bir ürün... Hem de fazlasıyla.
— Paneb'in haberi var mı?

188
— Petrolü gösterdim, tehlikelerini anlattım. Yanımızdayken
davranışının her bakımdan övgüye değer olduğunu söylemek
istiyorum.
Tuti karısının yanına gitti.
— Eğer yanlış anlamadıysam, çölle hâlâ müttefiksin, dedi
Nefer Paneb'e.
— Çöl ile ben birbirimize benziyor, birbirimizi anlıyoruz; çöl
olmasa köyümüz de olmazdı. Büyük şantiyelere ne zaman başlı-
yoruz?
— Yarından sonra.
— Daha iyi! Başlangıç ekibinde miyim?
— Pek istemiyordum, ama Tuti kararımı değiştirdi. Paneb
sevinçle zıpladı.
— Gidip karım ile çocuğuma sarılayım.
Genç dev koşmaya başladı, ama fazla uzaklaşamadı. Kısa
kırmızı elbisesi içindeki büyüleyici Firuze boynuna zarif bir inci
kolye takmış, evinin eşiğinde uzun saçlarını tarıyordu.
— Evini iyi yöneten bir kadın, bulunmaz bir hazinedir, diye
fısıldadı. Sana karma hayranlığını anlatmak, yorulmadan üste-
sinden geldiği işler için onu kutlamak düşer. Neden evimin
önünde duruyorsun?
— Girmeme izin vermeyecek misin?
— Tehlikenin farkında değil misin?
— Kavurucu çölün ortasında, kadınsız kalmış bir zavallıya
hiç acımıyor musun? Firuze kenara çekildi. Paneb usulca kadının
beline sarılıp havaya kaldırdı, evin girişindeki aşk yatağının üze-
rine bırakıverdi. Çekiciliğine ve güzelliğine direnemeyecekti,
üstelik direnmeye de hiç niyeti yoktu.
Kadın soyununca deri keselerden birinin bağcığını çözdü,
Kuyumcu Tuti'nin kestiği akikleri çıkardı ve sevgilisinin göbeği-
nin üzerine dizdi.

189
— Harika görünüyorlar, öyle değil mi?
— Sakın nazikleşiyor olmayasın Paneb?
— Hiç endişelenme!
Firuze'ye harikaları seyretme fırsatı vermedi, uzun zamandır
aşka susamış genç erkek susuzluğuyla öptü kadını. Firuze'nin de
direnmeye niyeti yoktu, sevgilisine duygulan çölün değerli taşla-
rından daha fazla uyandıracak harikalar sundu.
Lekesiz Uabet minderli bir iskemleye oturmuş dinleniyordu.
Hizmetçilerden biri ayaklarını ovarken, köyü mesken seçmiş
maymunlardan biri de mutfakta, bir incirin tadına bakıyordu.
Evden eve geziyordu hayvan, birkaç gün eğleniyor, onu tüm
oyuncaklarından çok seven çocuklan neşelendirdiği için gittiği
hiçbir yerden kovulmuyordu.
Genç kadının karşısındaki sütannenin memesine yapışmış
iriyarı bebek, durmak yorulmak bilmeksizin emiyordu.
— Böylesini hiç görmedim, dedi sütanne. Yakında damının
altında iki dev beslemek zorunda kalacaksın!
Sütanne keçiboynuzu kokulu sütünü çoğaltmak için dur-
madan incir suyu içip taze balık yiyordu. Daha şimdiden katı
yiyeceklerle beslenmeye başlayan Aperti'nin iştahı bir türlü
kesilmiyordu.
Bazen rahibelik görevlerini yerine getirmeye, evini çekip
çevirmeye ve çocuk yetiştirmeye yeterli gücü olup olmayacağını
merak ediyordu Uabet; sonra yumurcağın zamanının çoğunu
dışarıda geçireceğini, babanın da oğlunu güreşe ve benzeri eğlen-
celere götüreceğini düşünüp rahatlıyordu.
— Komşum Paneb'i ana kapının yanında gördüğünü iddia
ediyor, dedi Uabet. Gerçekten dönüp dönmediğini biliyor musun,
Sütanne?
Sütanne rahatsız oldu, Uabet'in gözlerine bakmaktan ka-
çındı.

190
— Bu sabah oradan geçmedim, dedi.
— Demek Firuze'yi görmeye gitti, dedi Uabet. Hem böylesi
daha iyi. Akşam buraya geldiğinde, içini kavuran yangın sönmüş
olur.
Maymun mutfaktan dışarı fırlayarak evin kapısından gir-
mekte olan Paneb'in omzuna sıçradı.
Hayvan, dev adamın omzunda minicik görünüyordu.
— Umarım herkes iyidir... Gel beni selamla, oğlum! Sütanne
Aperti'yi babasına uzattı; Paneb oğlunu usulca kollarında sallar-
ken, beriki çekingen bir parmakla dev adamın saçlarını yoklu-
yordu.
— Ne güzel çocuk! diye haykırdı Paneb. Bütün marifet sende
Uabet. Dur bakayım... bakışında bir tuhaflık var senin.
— Doğru, çok yorgunum.
Genç dev oğlunu sütannenin kollarına bıraktı, sonra karı-
sının kucağına deri bir kese koydu.
— Nedir bu?
— Hele bir aç.
Uabet bağcığı çözüp, kesenin içine baktı.
— Süleymantaşı, kırmızı akikler!
— Kadınlardan çoğunu kıskançlıktan solduracak gerdanlıklar
yapacağına inanıyorum.
— Senden daha masraflı bir şey istiyorum, sütanne için taze
balık gerekiyor. Oğlunun pisboğazlığı yüzünden daha fazla bes-
lenmesi gerekiyor, payına düşen de yetersiz.
— Şimdi hallederim.
Paneb karısının alnını öperken, aralık kapıdan Kâtip Yar-
dımcısı İmuni göründü.
— Aile toplantınızı böldüğüm için üzgünüm... Mezar kâtibi
acilen Paneb'le görüşmek istiyor.
n
191
Otuz sekizinci bölüm
Paneb karşısındaki herifi seve seve Doğabilirdi, ama Ken—
hir'in emirlerini dinlemezlik edemezdi, hele görüşmeyi düşünüp
meraklandığında hiç. O yüzden, onu ailesinden uzaklaştırdığı için
üzülür görünmesinden nefret ettiği İmuni'nin peşine düştü.
— Seni uyarıyorum, Paneb, mezar kâtibi son derecede
gergin.
— Demek bir değişiklik yok.
— Eğer senin yüzündense, yerinde olmak istemezdim.
— Endişelenme İmuni.
Büyük adımlarla yürüyerek kâtip yardımcısını koşmak
zorunda bıraktı. Güçlü Niyut Kenhir'in güzel evini süpürüyordu.
— Seni bekliyor, dedi Paneb'e.
İmuni de içeri girmeye yeltendi, ama Niyut süpürgesiyle
engelledi onu.
— Hayır, "Sadece Paneb, başkası yok" dedi mezar kâtibi.
Öfkelenen İmuni dönüp giderken, Cesur, ustabaşı ile bilge kadının
bulunduğu çalışma odasına girdi. Mezar kâtibi, bu kez gerçekten
çok düşünceli görünüyordu.
— Size büyük bir felaketten bahsetmeden önce, açıklayacak-
larımı kimseye tekrarlamayacağınıza dair söz vermenizi istiyo-
rum.
Nefer, Işık ve Paneb söz verdi.
— En değerli aletlerimiz, bir anahtarının bende, birinin de
ustabaşında bulunduğu güvenli bir odada saklanıyor, diye anlattı
Kenhir. Hırsızlıkları önlemek için, III. Amenofis döneminde bir
marangozun geliştirdiği kilit sistemini kullandık.
— Hırsızlıklar mı? diye şaşırdı Paneb. Burada, köyde,
hırsızlık?
— İnsan her yerde insandır, bunun kanıtını biraz önce
gördüm; birisi aletleri sakladığımız odaya girmeye çalışmış.

192
— İnanılır gibi değil...
— Maalesef! Çalışmış. Hırsız mezar mührünü bastığım kil
parçasını kırmış, sonra da ilk ahşap direği kesmeye çalışmış. O
sırada ikinci kilidi harekete geçirdiğini anlayıp, üçüncüsünün de
olabileceğini düşünmüş. Yakalanmaktan korkarak vazgeçmiş.
Ama bıraktığı izler çok belirgin.
— Bunları söyleyen mezar kâtibi olmasa, duyduklarımın tek
kelimesine inanmazdım, dedi ustabaşı. Artık gerçekle yüz yüze-
yiz; aramızda namussuz bir zanaatkar var. Ya da en azından lon-
canın ortak malını çalacak kadar hırslı biri.
— Bu çok ağır bir suç, dedi Kenhir. Şef Sobek'e haber ver-
memiz gerekmez mi?
— Bu iş sadece bizi ilgilendiriyor! diye itiraz etti Paneb. Bir
dış müdahale olmadan, kendi aramızda halledelim.
— Yalnız üçünüze güveniyorum, dedi mezar kâtibi. Ustabaşı
ile bilge kadın loncanın annesi ile babasıdır; sana gelince Paneb,
hırsızlık girişimi sırasında köyde bile değildin.
— Tuti de yoktu...
— Doğru ama hırsızın suç ortağı olabilir.
— Ya ben?
— Bir hırsıza asla yardım etmezdin.
— Belki de bu konuyu fazla büyütmemek gerekir, dedi Nefer.
Bir suç girişiminde bulunulduğu kuşku götürmez, ama suçlunun
buna bir daha cesaret edemeyeceğine inanıyorum.
— Fazla iyimser değil misin? diye sordu Kenhir.
— Yarın, sol ekibin şefiyle görüştükten sonra, tüm sağ ekibi
toplayıp iki büyük şantiyedeki işleri dağıtacağım. Üzerimize
aldığımız eserin büyüklüğünün herkesin ruhunu yücelteceğine
inanmak istiyorum.
"Göğe dokunabilmek için, Nefer gibi insanlar gerek" diye
düşündü Kenhir. "Ayakların yere basması için de, benim gibiler."

193
— Bilge kadın ne düşünüyor? diye sordu.
— Büyük Eser'e güvenmek ve insanlara karşı gözü açık
durmak.
Paneb önce bir gölette oluşturulan, balıkçıların lonca için
tatlı su levreği, kefal, alabalık ve mırmır yetiştirdiği livara gitti.
Zanaatkarlar bu yöntemle istedikleri kadar taze balık yiyebile-
ceklerinden kuşku duymuyorlardı. Her mevsim tazeliklerini
koruyan söğütler ile firavunincirlerinin çevrelediği Hakikat
Meydanı livan, batı yakası yöneticiliğince ciddiyetle denetleni-
yordu. Göletin hemen yanında balıkçıların tuz deposu vardı.
Güzel balıkları boydan boya yarıyorlar, içlerini boşaltıp güneşte
kuruttuktan sonra tuzluyorlardı. Tavalık ve küçük balıklar sepet-
lere yerleştirilirken, büyükleri iki hamal tarafından taşınan sırık-
lara asılıyordu.
Paneb, keskin bıçağıyla dev gibi bir tatlı su levreğine giriş-
meye hazırlanan balıkçıya yöneldi. Balıkçının arkadaşı da
yumurta ve tuzlu ketalden nefis bir yemek hazırlıyordu.
— Selam dostum. Ben Lekesiz Uabet'in kocası Paneb'im.
Oğlumun sütannesi için bana bir sepet taze balık ile bir testi
dolusu salamura gerek.
— Kim olursan ol sana balık yok. Bize verilen emir kesin.
Balık köy livarına teslim edilecek ve her gelen balık kâtip yar-
dımcısına bildirilecek. Zanaatkara doğrudan balık vermek yasak.
— Sütanne için de mi yasak?
— Herkese yasak.
Paneb balıkçı ile yardımcılarını korkutup kaçırabileceğini
düşündü, ama köy için elinden geleni yapan bu sakin topluluğu
karıştırmamayı tercih etti.
— Nehre kadar git, diye konuştu balıkçı. Oradaki balıkçılar
daha anlayışlı çıkabilir.

194
Firavunincirinin gölgesindeki ihtiyar balıkçı ağlarını ona-
rırken, arkadaşları da tatlan nefis balıklan yakalamak için çeşitli
yöntemler deniyordu. Bazıları ağzı birbirine bağlanmış iki çapraz
direkle açılan torba ağ kullanıyordu; aletin kullanılması oldukça
basitti, ama balıkla dolduğunda sudan çıkarılması için çok güçlü
kollar gerektiriyordu.
— Baksana Dede, burada balık satılıyor mu?
— Hayır, adamlarım Büyük Ramses Tapınağı'nın rahipleri
için çalışıyor.
— Hakikat Meydanı için çalışanları nerede bulabilirim?
— Kanalda, kuzeye doğru yüz metre sonra.
Biri kıyıda, biri kayıkta iki ekibe ayrılmış altı adam, balık
dolu kanalın ortasına bir ağ germiş ve iki ucundan tutmuştu.
— Sıkı tutun, tembeller! diye bağırdı sakallı ve göbekli olan
patronları.
— Eğlendiğimizi mi sanıyorsun? dedi ondan da çirkin olanı.
— Haydi, topluyoruz.
Kefaller, levrekler; güzel bir voliydi.
— Ağı boşaltın, hâlâ oynayan balıkları öldürün, sonra da
söğüdün gölgesine bıraktığım sepetlere doldurun. Oyalanmayın!
Genç dev yaklaştı.
— Adım Paneb, taze balık almak istiyordum. Patron uzun
uzun süzdü Paneb'i.
— Benim adım da Nia... Ne ödemeyi düşünüyorsun?
— Her zamankini: bir sepet dolusu tatlı su levreğine bir
nazarlık.
— Tamam... Nazarlık yanında mı?
— İşte.
Paneb'in çölden getirdiği bir akik parçasına, bolluk işareti
olarak tanınan açmış bir papirüs sapı kazınmıştı. Nia avucundaki
nazarlığı tarttı, sonra elini kapadı.

195
— Harika, gerçekten harika... Verdiğin nazarlık bir sepet tatlı
su levreği eder.
— İyi ya, sen de ver.
— İsterdim ama mümkün değil. Sen de böyle kabul et işte
evlat... Balıklarımı her önüme gelene satamam ki. Ama verilen
verilmiş demektir. Yanımda çalışanların hepsi de tanık; bana
nazarlık falan vermedin. Onun için tabanları yağlasan daha iyi
olur.
Beş balıkçı patronlarının arkasında toplandı.
— Hakikat Meydanı zanaatkarına böyle davranıyorsunuz
demek. Nia bir kahkaha patlattı.
— Yallah dedim sana... Yoksa bir daha balık sözü bile etmek
istemeyeceksin. Paneb'in yumruğu Nia'nın göbeğine öyle hızlı
gömüldü ki, şişko arkaya savruldu, adamlarının üzerine düşüp
onlarla birlikte devrildi. Ayağa kalkmayı başaran ilk ikisi genç
devin yumruklarını yiyip oldukları yere çöktü, geriye kalanlar
kaçmayı yeğledi.
Paneb balıkçı patronun başına boş bir balık sepeti geçirip
kıçını tekmeledi.
— Taze balıklarımı alıp, nazarlığı bırakıyorum Nia. Dilerim o
nazarlık sana daha namuslu davranmayı öğretir.
O
Otuz dokuzuncu bölüm
Sağ ekip zanaatkarları, Paneb ve Tuti'nin yolculukları sıra-
sında lokali elden geçirip yenilemişti. Genç dev geleneksel arınma
töreninden sonra binaya girdiğinde, yere yarı yarıya gömülü iki
amforayı, duvarlar ile ve tavanın yeni serpme sıvasını gördü ve
hafif tütsü kokusunu içine çekti. Ustabaşı ataları andı, her
zamanki koltuğuna oturdu ve kardeşlerinin de oturmalarını
istedi.

196
— Paneb ve Tuti Cebel el - Zeyt'ten tanrısal taşın yapılması
için vazgeçilmez malzemeleri getirdi, diye açıkladı. Kısacası dün
Evi'nin gizli eseri sürdürülüp tamamlanabilecek, ışığı olumuzu
aydınlatmaya devam edecek. Firavun Merneptah'ın ebedî istira-
hatgâhının kazılması ve milyon yıllık tapınağının yapımına baş-
lanmasının zamanı geldi. Sol ekip şefinin de onayıyla onlar elle-
rindeki işleri bitirirken, ben ilk işleri sizlere vermeyi karar-
laştırdım.
Her zanaatkar birkaç saniye boyunca soluğunu tutmuştu.
İşte büyük an nihayet gelip çatmıştı!
— Mezarın kesin yeri belirlendi mi? diye sordu Çakal Unes.
— Firavun önerimizi kabul etti.
— Olağanüstü işlerde olağanüstü aletler kullanılmalı, diye
bağırdı Kararlı Gau çatlak sesiyle. Gerçekten ihtiyacımız olan her
malzemeye kavuşacak mıyız?
— Mezar kâtibi söz verdi, dedi ustabaşı.
— Şantiyede ailelerimizden uzak günler geçirmeye mi hazır-
lanalım?
— Evet, gücümüzü idareli kullanarak en kısa zamanda işbaşı
yapabilmemiz için dağdaki geçitte kalmamız gerekecek.
— Orası köy kadar sevimli bir yer değil.
— Yapacak bir şeyim yok Pay, eserimiz her şeyden önce gelir.
— Bana kalırsa, daha şantiyenin ilk gününden itibaren orada
olmam gerekmeyecek, dedi Kurtarıcı Şed, biraz küçümsemeyle.
— İlk günden itibaren bütün sağ ekip şantiyede toplanacak,
böylelikle yeteneklerimiz birleşip büyülü bir güce dönüşecek.
Başarılı olmak için böylesi bir güce ihtiyacımız var.
— Krallar Vadisi'ndeki şantiye ne kadar sürecek? diye sordu
Neşeli Renupe.
— Bilmiyorum. Söz konusu olan büyük bir mezar, Büyük
Ramses'inki kadar büyük bir mezar.

197
— Gözlerimin önünde yıllar boyu sürecek bir çalışma uza-
nıyor, diye homurdandı Somurtkan Karo. En ufak bir kusur bile
kabul edilmeyecek, öyle değil mi? Nefer gülümsedi.
— Bana güvenebilirsin.
— Başkentten haber var mı? diye meraklandı Cömert Didya.
— Yeni bir şey yok, dedi ustabaşı. Yine de Merneptah bir
kararname yayımlayıp Hakikat Meydanı'nın görevleri ile sorum-
luluklarını teyit etti.
— Demek önümüzde sonsuzluk var, diye özetledi Aslan
Userhat.
— Sanki önümüzde sonsuzluk varmış gibi çalışacağız, ama
her anımızın son dakikamız olduğunu da aklımızdan çıkarmaya-
cağız. Her birimizin içinde olan en mükemmel yetenekler bile
yeterli olmayacaktır: bu anıtı yaparken gizeme ihanet etmeden
sun açıklamamız gerekecek.
Paneb, Firuze'nin evinden çıkarken, Kurtarıcı Şed'le burun
buruna geldi.
— Yoksa hâlâ âşık mısın?
— Firuze köyün en güzel kadını değil mi?
— O güzelliğin sana ilham kaynağı olmasını dilerim... Ama
bunun Krallar Vadisi'nde geçireceğin günler için iyi bir hazırlık
yöntemi olduğuna emin misin?
— Dürüst olmak gerekirse bunu hiç düşünmemiştim Şed!
— İşte bu yüzden hâlâ tehlikeden habersiz bir acemi çay-
laksın ya!
— Ustam olduğunuza göre, ne öneriyorsunuz?
— Benimle atölyeye gel.
İki adam yavaş adımlarla köyün anacaddesine girdi. Kurta-
rıcı Şed her zamankinden çok daha ciddi, çok daha az alaycı
görünüyor, sanki hayatının önemli bir dönemecine hazırlanı-
yordu.

198
— Nil'in yakınında küçük bir kulübeye, bir tarlacığa, yağ
testilerini istiflemek için bir sundurmaya, bir hububat deposuna
ve bir ağıl birkaç hayvana sahip olduğumu belki biliyorsun.
Büyük bir servet değil belki, ama rahatça yaşayacak, kendi boya-
larımı alacak kadar bir gelir sağlıyor işte. Eğer kabul edersen her
şeyimi sana bırakmak istiyorum.
— Söz konusu bile olamaz.
— Düşünmeden reddetmenin nedeni ne?
— Öğrettikleriniz yeter bana. Gerisini kendim kazanmak
sterim.
— Önerim sana zaman kazandırabilirdi.
— Zaman ürkütmüyor beni... Yıpranmaktan çok, güçleniyo-
rum zamanla. Üstelik armağanlardan nefret ederim.
— Herhalde sana rüşvet vermeye çalıştığımı düşünmüyor-
sun, değil mi?
— Cevabım hayır, hepsi bu. Servetinizi ailenize bırakın, bu
onuyu da kapatalım. Şed atölyenin kapısını itti.
Fırçalar öylesine özenle temizlenmişti ki, sanki yepyeni gibi
görünüyor, daha önce hiç görülmemiş bir aydınlık çıkarıyorlardı.
İp gibi dizilmiş taslaklar duvarlara dayanmıştı.
— Kusursuz bir yöntem edin Paneb, ama yöntemin bilgiye şit
olacağını sanma sakın. Hayatta bilgi sahibi bir insan olmaktan
daha önemli ne var? Bilgi sana biçim ve renklerin büyüsünün
kapılarını açar, mesleğin kutsal yanını gösterir, tek gerçek sevinç
kaynağın olur ve doğru olmayı öğretir. Maat'ı yaşamak, cehalet-
ten bilginliğe geçmek, en önemlisi de yüreği yürekten tanımaktır.
Şed bir kırmızı boya topağını eritti, fırçasını boyaya daldırdı,
yumuşak bir hareketle bir şahin gözü çizdi.
— Ne görüyorsun Paneb?
— Bir yırtıcının gözü.

199
— Gerçekten görmeyi beceriyor musun, Ressam Yardımcısı?
Sanatımızın kısır taklitçilere değil, görmeyi bilenlere de ihtiyaç
duyduğunu ne zaman öğreneceksin? Göz her yerde, tapınakların
duvarlarında, lahitlerde, sütunlarda, kayıklarda... Öte tarafın gözü
bizi izlemekten bir saniye bile vazgeçmiyor, senin de ressam
olarak görevin, bu bakışı paylaşmak. Ama isteyerek. İstiyor
musun?
— Deneyin beni.
— Öğreneceklerin yüreğini gururla doldurmasın, bir ulunun
olduğu kadar bir hizmetçinin de öğüdünü dinle, çünkü kimse
sanatın sınırlarına varamaz. Küçücük bir çiy damlasının bile tar-
laları zenginleştirdiğini unutma. Gerçekten de öğrenmek istiyor
musun Paneb; bir dizi yepyeni dünya tanıyacağını, hiçbir şeyin
bir daha eskisi gibi olmayacağını bile bile, öğrenmek istiyor
musun?
— Kimse beni korkaklıkla suçlayamayacak.
— Öyleyse bunu al ve bir daha yanından ayırma.
Kurtarıcı Şed boynundaki muskayı çıkarıp Paneb'in boynuna
taktı. Sembolik olarak dünyanın tüm ölçülerinin gösterildiği,
setatitten yapılma bir göz.
— Gözbebeği, mercek, gözyaşı kanalı, kornea... Bu gözün her
bölümü, birimin bölümlerine eşittir. Bütün bölümleri toplarsan
63/64 elde edersin. Geriye kalan 1/64 de, eğer bugün gerçek bir
görebilen olursan, ressam elinin sana göstereceğidir. Çünkü
görmek yaratmaktır.
Paneb hayranlık içinde elindeki muskaya bakıyor, bundan
böyle onu koruyacak olan minicik şeyden gözlerini ayıramıyordu.
— Ben...
— Hiçbir şey söyleme ve hazırlan.
Kurtarıcı Şed atölyeden çıktı. Öğrencisine gözlerinin gör-
memeye başladığını nasıl söyleyebilirdi ki?

200
Ustabaşı, peşinde sağ ekibin zanaatkarları, altın önlüğünü
kuşanmış, başına tören peruğunu geçirmiş ve elinde ağır bir tahta
anahtar tutan mezar kâtibinin karşısına gelip durmuştu.
— Odanın kapısını açmayı ve firavunun aletlerini bize
emanet etmeyi kabul ediyor musun?
— Önce parolayı söyle.
— Eserin aşkı.
Kenhir anahtarla birinci kilit düzeneğini açtı ve anahtarı
tersine çevirerek ikincisini etkisizleştirdi. Sonra kapıyı ardına
kadar açıp içerideki aletleri gösterdi; alışılmış boyutta, bakırdan
yapılmış beş yüz kalem, otuz büyük yontucu kalemi, yine
bakırdan Sina'dan gelme otuz çapa ile yirmi beş keser. Nefer
mezar kâtibine törensel soruyu sormadan önce, teker teker ince-
ledi aletleri.
— Bu hazinenin içinde tanrısal maden de var mı?
— Ustabaşı sonsuzluk eserini yaratacak aletleri seçsin. Nefer
tanrısal madenden yapılmış bir gönye ile bir düzeç aldı ve zana-
atkarların görmeleri için havaya kaldırdı.
Kenhir'in gözleri önünde alet dağıtımına başlandı, herkes
uzatılan aleti heyecan ve saygıyla alıyordu.
Birden, Çakal Unes elindeki kalemi yere attı.
— Bu alet kullanılamaz... Bakın, boydan boya yarılmış!
— Benimki de öyle, dedi Marangoz Didya dehşetle.
— Nazara geldik! diye haykırdı Pişkin Somun Pay. Mezarı
yapmaya başlamak yararsız, korkunç bir başarısızlığa neden olur
çünkü!
Ne ustabaşının ne de mezar kâtibinin verebileceği hiçbir
cevap yoktu. Böylesine sıkı korunan bir odadaki aletleri bozup
hırpalamak, ancak kem gözün harcıydı.
— Gidip bilge kadını çağırın, dedi Kenhir sonunda. Bu fela-
keti sadece o kovabilir.

201
A
Kırkıncı bölüm
Askılı ve dar kırmızı elbiselerini giymiş Hathor rahibeleri
köyün ana tapınağının önünde toplanmıştı. İçlerinden bazıları
tanrıçaya ilahiler okurken, bazıları güneşe benzer bir darbuka
çalıyor, yedisinin oluşturduğu çemberin ortasında da Işık, bilge
kadın duruyordu.
Sonra, rahibelerin teker teker uzaklaşması sırasında, uzun ve
yoğun bir sessizlik oldu, lonca üyelerinin kanlarından en yaşlısı
tapınağın eşiğinde gözüktü.
— Işık hayatı yarattığında, diye girişti söze. Gözleri nilüferin
içinde açılan güneşe dönüştü. Gözün suyu toprağa düştüğünde,
değişip çok güzel bir kadın oldu ve 'Tanrıların Altını" adını aldı.
O, kadın güneş, dünyayı aydınlatıyor; sen bilge kadın, onun
kızısın. Şimdi soruyorum, bir erkeğin işini yaparak zanaatkarların
ustabaşı, loncanın en saygıdeğeri olacak ve kem gözü yenmek
için hayatını tehlikeye atacak cesaretin var mı?
— Hakikat Meydanı bana hayat verdi, hayatımı Hakikat
Meydanı'na veriyorum.
— Sen ki mezar kentinin yaşayanısın, bu tapınağa girip
kaderinin yüzüne bak. Tören peruğuna takılmış bir nilüferle
tereddüt etmeden yürüdü Işık. Granitten bir kaidenin üzerinde,
Tanrı Tot'u temsil eden bir maymun heykeli vardı; sol elinde de
içinde bir papirüs olan bir mahfaza. Kırmızı gözlerini diktiği genç
kadın bakışlarını kaçırmadı ve tanrıların iletmek istediği bilgileri
almaya çalıştı. Taştan el belgeyi Işık'a vermek ister gibi hareket
etti sanki, bilge kadın yere kapandıktan sonra uzandı, papirüsü
aldı.
— Benimle gel, dedi ürkütecek kadar sakin bir kadın sesi.
Eşiğimden geç. Tot'un maymununun ötesinde, ikinci bir taş kaide
vardı. Başında aynı madenden yapılmış bir güneş taşıyan altın
202
şahin heykelini, ayağının altında da boynu firavunların alnını
süsleyen madalyon gibi şişik kobrayı seçebilmesi için, Işık'ın göz-
lerinin loşluğa alışması gerekti.
Işık, kobranın bakışından atılmaya hazırlandığını anladı,
yine de çekilmedi. Tepedeki deneyimini hatırladı, gözlerini sürün-
geninkilerden ayırmadı, sallanışlarını taklit edecekti. Ama cana-
var hareketsizdi. Merakla yaklaştı.
Kobra taşa öylesi bir yetenekle oyulmuştu ki, canlıya benzi-
yordu. Yine de büyük bir dikkatle başına dokundu Işık.
— Altın madalyonu al, dedi aynı sakin ses. Al ve göğsünün
üzerine koy. Onunla karanlıktakileri göreceksin.
Işık tatlı bir sıcaklık çıkaran madalyonu aldı. Karanlık oda
aydınlandı, karşısında korkunç maskeler takmış yedi bıçak aticisi
gördü. Maskelere takılmış papirüsler her birinin adını belirti-
yordu: Ters Yüz, Yakıcı, İftiracı, Havlayıcı, Keskin Surat, Naracı ve
Solucan Yutucu.
Hep birlikte uygun adım ilerliyorlar, bilge kadının çevresini
sarıyorlardı. Onlara elindeki silahlarla karşı koydu: güneş ve
papirüsle. Yedi iblis gerileyip kayboldu ve yerlerini yüzünde
Anubis'in maskesini taşıyan bir törenciye bıraktılar.
— Benimle tanrısal suyun üzerinde yürü, diye önerdi mas-
keli.
Işık adamın peşine takıldı, hayatın ilk biçimlerinin görül-
meye başlandığı geniş suları andıran gümüş bir zemin üzerinde
ilerledi.
Anubis bilge kadının ayaklarını yıkadı, sonra ona dirilişin
beyaz elbisesini giydirdi; elbise öylesine sıkıydı ki, Işık güçlükle
hareket edebiliyordu. Bilge kadını karanlık bir kapının eşiğine
götürdü.

203
— Bu yerde yaşayanların arasında görülen ruhun değişimi
gerçekleşir. Şimdi sana soruyorum; kem gözü kovmakta kullana-
cağın enerjiye dayanabilecek misin?
— Sınavı kabul ediyorum.
— Seni uyarıyorum; o enerji seni yok edebilir. Eskiler o
enerjiyi yakalayıp tapınaklarda tutmayı başardı, ama öylesine bir
gücü hapsedebilecek çok az ölümlü bedeni vardır. Dayanıp
dayanamayacağını bilemeyiz.
— Loncaya yardım edecek gücü ondan alacağıma göre, izin
ver karşısına çıkayım.
— O odaya gir, Bilge Kadın. Tanrıça yardımcın olsun. Güç-
lükle ilerleyen Işık yedi sözcüğüyle dünyayı yaratan Neith'in
heykelinin karşısına geldi. Ustabaşının karısıyla aynı boydaydı,
ama gözleri canlıydı sanki. Yıldız gibi parıldayarak bir metre
kadar önünde duran yabancıya dikilmiş gibiydiler. Heykelin elleri
avuçları göğe dönük bir şekilde bilge kadına uzanmıştı.
Birden, ellerden fışkıran, yüreğine yönelen iki ışık demeti
gördü Işık. Genç kadını sendeleten, dalgalanan iki ışık demeti.
Enerji benliğini oluşturan kanallarda dolaşmaya başladı, ama
öylesine yoğun ve yakıcıydı ki, daha fazla dayanamayacaktı.
Ne var ki sınavı durdurmak tanrıçanın işiydi ve bilge kadın
bu sınavdan kaçamazdı. Sonuçta kem gözü uzaklaştırabilmek için
onun gücünü kuşanmak gerekmeyecek miydi?
Kenhir Suskun Nefer'den hiçbir şey gizlememişti.
Er ya da geç, yaşam gücünün tanrıçanınkiyle aynı türden
olup olmadığını anlamak için Neith'in karşısına çıkacaktı bilge
kadın. Ne var ki genelde, uzun tefekkür dönemleriyle bu karşı-
laşmaya hazırlanılır, aceleyle heykelin karşısına çıkarılmazdı.
— Biri alet odasına girmeye çalıştı, dedi Kenhir Nefer'e.
Çalıştı ama başaramadı. Aletlerin bozulmasında kabahatli olan

204
gerçekten de kem gözdü. Eğer etkisi dağılmazsa firavunun meza-
rını kazamazsın.
— Neden saraydan bir büyücüye başvurmuyoruz?
— Kim başarıya bilge kadından daha yakın olabilir ki? Lon-
canın anası olarak, loncayı kurtarmak için gücünün son damla-
sına kadar boğuşacaktır o.
— Bundan kimsenin kuşkusu yok Kenhir, ama unutma, bana
danışmadan ateşin ortasına gönderdiğiniz kadın benim karım,
hayatımın en değerli varlığı.
— Bunu kabul ediyorum, ama görevimdi. Koşullar gerektir-
diğinde, mezar kâtibi bireyleri unutup sadece loncayı düşünür.
Bizim, hepimizin tek kaygısı firavunun ebedî istirahatgâhını inşa
etmek; kem göz zanaatkarların elini bağladığı sürece Hakikat
Meydanı kısır kalacak.
Mezar kâtibi Nefer'in gözünde gerçek anlamını kazandı. O
basit bir köy yöneticisi değildi artık, iki ekibin şefi, temel taah-
hütlerinin bekçisiydi.
— Kararınız beni endişelendirmiş olsaydı da, sizi engellemek
aklımın ucundan bile geçmezdi.
— Bunda da haklı olurdun, Ustabaşı. Aksini yapsaydın, Işık
da onaylamazdı seni, biliyorsun.
Nefer karısının çok az insanın kaldırabileceği bir güce maruz
kaldığı tapınağın kapısına baktı. Onu, gülüşü tatlı, bakışı rahatla-
tıcı, sevgisi sonsuz o kadını yeniden görebilecek miydi?
Firuze ve Lekesiz Uabet beline kırmızı kuşak bağlanmış
beyaz elbisesini daha bol bir elbiseyle değiştirmiş Işık'ı kolların-
dan tutarak tapınaktan çıktı. Gözleri yarı kapalıydı, iki rahibenin
yardımı olmasa ayakta duramayacak gibiydi. Nefer karısının
yanına koşmak istedi, Kenhir ustabaşını durdurdu.
— Biraz bekle... Işığı sindirmesi gerek.

205
Bilge kadın, yeni bir gerçeğe doğan bir canlı gibi gözlerini
açtı. Birkaç saniye güneşe baktı, dengesini buldu, iki rahibe kol-
larını bırakıp açıldı, Işık Nefer'i gördü, ustabaşı bu kez daha fazla
dayanamadı, koşup karısını kollarının arasına aldı.
— Öleceğim sandım, dedi kadın. Tanrıçanın gücü öyle
yoğundu ki. Yine de beni karanlıklardan kurtardı.
— Gel dinlen.
— Daha sonra... Alet odasına gidelim.
— Bitkinsin!
— Bana verileni gecikmeden iade etmeliyim. Zanaatkarlar
önlerinden geçen bilge kadına umut dolu gözlerle bakıyor, sakin
olduğunu görünce, az da olsa rahatlıyorlardı.
Aletler odanın önünde yere saçılmıştı. Kem gözün yıkıcı
öfkesini davet edip daha fazla yıpranmalarına meydan vermemek
için kimse dokunmaya cesaret edememişti onlara.
Işık, odayı arındırıp tüm yıkıcı güçleri uzaklaştırmak için
kapıyı kapatıp tütsü yaktırdı, sonra aletleri teker teker eline aldı,
en küçük kusuru olanları bile elinde uzun uzun tuttu. Çatlaklar
kapandı, bakır yepyeniymişçesine parlamaya başladı.
— Kem göz söndü, dedi sonunda. Bundan böyle loncanın
çalışmasını engelleyemeyecek.
Zanaatkarların alkışlı bağırışları karşısında, hayranlık ile
aşkın hangisinin daha üstün olduğuna karar veremeyen ustaba-
şının kollarına sığındı.
n
Kırk birinci bölüm
— İşte suçlu, dedi Kenhir Suskun Nefer'e.
Ustabaşı küçük dikdörtgen bakır parçasını inceledi, levhayı
kaplayan küf, madene kazılmış işaretleri örtmüştü.

206
— Bu metinleri iyi biliyorum, dedi mezar kâtibi küfü tırna-
ğıyla kazıyarak. Karabüyü kitabından alınmış, hırslı birinin ele
geçiremediğini yok etmeye yarar.
— Nerede buldun bu lanetli levhayı?
— Duvarın arasına sıkıştırılmış. Oysa her köşeyi sıkı sıkıya
gözden geçirmiştim. Bilge kadının yaydığı güç levhayı görünür
hale getirince, büyünün hiçbir etkisi kalmadı.
— Demek içimizden birinin ruhu böylesi bir günah işleyebi-
lecek kadar lekeli... Ya tekrar denemeye kalkarsa?
— Bence bunu düşünüyordur, ama artık pek kolay olma-
yacak. Bilge kadın ve Hathor rahibeleri Hakikat Meydanı'nın tüm
yapılarını kapsayacak bir güvenlik ağı kuracak, adamımızın bu
ağı aşabileceğini sanmıyorum.
— Ben de öyle... Böylesi bir saldın ancak dışarıdan gelebilir.
— Öyle olduğunu umalım Nefer, ama bana kalırsa gerçek çok
daha acı. Firavunun mezarını yapmanın tehlikeli bir macera ola-
cağının bilincinde misin?
— Yoksa eşimden daha az cesaretli olduğumu mu düşünü-
yorsunuz?
— Mezar kâtibi ustabaşının güvenliğinden sorumludur ve
gereken önlemlerin alınmasını ister.
— Paneb'in varlığı, sizin için yeterli mi?
— En azından... Daha fazlasını tercih ederdim.
— Düşünmem gereken yapmak, kendimi korumak değil.
Eğer hakkında en küçük bir kuşku olsaydı, Kenhir ve Sobek
çoktan harekete geçerdi. Bu nedenle hain hiç tasalanmadı; usta-
başının emirlerine harfiyen uyacak, arkadaşlarıyla arasındaki
dostluk bağlarını pekiştirecek ve ekipte çalışmaya devam ede-
cekti.
Oysa zanaatkarların içine korku yaymak ve şantiyenin
açılmasını geciktirmek için o bakır levhayı alet odasının duvarı-

207
nın iki taşı arasına sıkıştırırken büyük sıkıntı çekmişti. Suçüstü
yakalanmaktan çekinmiş, bu yüzden de "kem göze" gereken özeni
gösterememişti, başarısızlığının nedeni de buydu zaten. Saldırıyı
uzaklaştırmak için mezar kâtibi ile bilge kadın güçlerini birleş-
tirmişti; hain maskesinin düşeceğinden korkarak bir daha böylesi
bir tehlikeye atılmamayı düşündü.
Krallar Vadisi'nde bir ebedî istirahatgâh yapımı sadece sır-
tına fazla iş yüklemekle kalmayacak, aynı zamanda köyün dışında
onu bekleyen serveti de geciktirecekti. Bir de, mezarın başarıyla
tamamlanması durumunda Nefer'in kazanacağı ün vardı.
Başlangıçta sadece kendini ve zenginliğini düşünüyordu
hain, bu arada loncayla mücadele etmek zorunda kalmayacağını
umuyordu. İhaneti geliştikçe, çatışmanın kaçınılmaz olduğunu
gördü. Hakikat Meydanı'nın onu suçlayarak karşısına dikilmesine
izin veremezdi, bu nedenle loncayı yıkmak isteyenlere şu ya da
bu şekilde yardım etmek zorunda kalacaktı.
Sağ ekibin zanaatkarları, kanları ile çocuklarını öpüp veda-
laştıktan sonra, bellerine geniş kumaş kuşaklar sardı ve üzerine
de peştemallarını geçirdiler. Geçidi aşarak Krallar Vadisi'ne gide-
cekler, köye dönmeden önce de dokuz gece o geçitte kalacaklardı.
Başta Suskun Nefer ve ustabaşı, Sin – Necem'in* [Deyrü'l -
Medine'deki 1 no'lu mezar.] mezarı önünde saygıyla eğildiler,
sonra gömütlüğü bir uçtan diğerine geçip batı tepesinin zirvesine
çıkan dar ve taşlı patikaya sardılar. Dik bir uçurumun kenarından
geçmeleri, adımlarını atarken son derecede dikkatli davranmala-
rını gerektiriyordu. Kenhir için oldukça güç bir işti bu, ama elinde
ne de olsa sağlam bir asa vardı, dağa bakıp homurdanmakla bir-
likte, adım atmayı sürdürüyordu.
Sollarında kalan batıdaki, piramit biçimindeki zirve, tüm
haşmetiyle hakimdi manzaraya; sağlarında, yani doğuda da soylu

208
mezarları, milyon yıllık tapınakları ve Nil'e kadar yayılan tarlala-
rıyla görkemli bir manzara vardı.
Nefer Merneptah'ın mezarıyla daha da güzelleştirmeyi um-
duğu tanrısal manzarayı uzun uzun içine çekti. Paneb'in de göz-
leri kamaşmıştı; ona bunca harikayla dolu büyüleyici yaşamı
bağışlayan tanrılara şükranlarını yeterince belirtebilecek miydi?
Ustabaşı patikada yürümeye koyulduğunda Güçlü Naht
uzanıp koluna yapıştı.
— Dikkatli ol, yoksa bayır aşağı yuvarlanırsın! Burası
oldukça tehlikeli, daha önce de çok kaza oldu. Bırak da önden
gideyim.
— Endişelenme, dikkatli olurum.
Naht üzgün göründü, ama yine de sıradaki yerini aldı. Kafile
dinlenme yeri olarak kullanılan, köy ile Krallar Vadisi arasındaki
geçide doğru ilerledi. Orada, harçla tutturulmuş kireç bloklardan
yapılmış yetmiş sekiz kulübe ile yara yaslanmış elliye yakın
küçük dua odası vardı.
Mezar kâtibi zanaatkarları "talih doğuran Amorfa adanmış
sunağın önüne getirdi ve çalışmaların başarıyla sonuçlanması için
sessiz yakarışlar yapıldı. Hakikat Meydanı zanaatkârlarının tan-
rılara saygılarını sundukları dikitlerle dolu bu tuhaf yere şaşkınlık
ve hayranlıkla bakıyordu Paneb. Anlaşıldığı kadarıyla sadece
dinlenmek için gelinen bir yer değildi geçit, daha çok tefekkür ve
buraya hâkim olan görünmez güçlerle ilişki kurmak için yarar-
lanılıyordu bu geçitten.
— Rüzgâr daha güçlü esiyor, Amon'un sesi de daha anlaşılır
çıkıyor, dedi Kenhir Paneb'e. Eğer onunla karşılaşmamıza izin
vermeseydi yolumuzu bulamazdık. Artık yerleşelim.
Damı yassı taşlardan ve ağaç dallarından yapılmış her
kulübe iki odadan oluşuyordu. Birinci odada, içine U biçiminde,
bazen sahibinin adını taşıyan bir iskemlenin oyulduğu taş bir sıra;

209
penceresiz olan ikincide ise gelenin hasırını sereceği taş bir
kerevet vardı. Mezar kâtibi en geniş ve en rahat kulübede kalı-
yordu; fazla odayı yazıhane olarak kullanacaktı. Köyün doğu-
sundaki kulübe, hem güneşten hem de rüzgârdan iyi koru-
nuyordu.
— Biri kulübemi süpürme iyiliğini gösterir mi? diye sordu
Kenhir.
— Emrinizdeyim, diye cevap verdi Paneb.
Pişkin Somun Pay, Güçlü Naht, Halat Kasa ve Çakal Unes
getirdikleri iki günlük erzaklarını kulübelerine yerleştirdiler.
Yarından tezi yok, polisin gözetimi altındaki yardımcılar geri
kalanım getirecekler, çalışma sürelerinin sonuna kadar da her
gün getirmeyi sürdüreceklerdi.
Somurtkan Karo ile Kararlı Gau su testilerini dağıtırken,
Cömert Didya ve Âlim Tuti ekmekleri, soğanları, kuru balık ile
inciri ortak masa olarak kullanılacak büyük ve yassı taşın üzerine
yayıyordu. Geçitte ateş yakmak, yemek pişirmek yasaktı. Köy-
dekilerden çok daha katı olan yaşam koşulları bir evin rahatını,
bir ocağın sıcaklığım özletmek, değerini öğretmek ister gibiydi
sanki. Hiçbir iş yapmayan Kurtarıcı Şed'di sadece. Kulübesinin
eşiğine çökmüş, üzeri yiyeceklerle dolu bir sunak masası çizikti-
riyordu. Ustabaşı yaklaştı.
— Ne düşündüğünü biliyorum, dedi ressam. Ama yanılı-
yorsun. İkimizden birinin bu küçültücü işleri bir kenara bırakıp
aklım özgür bırakmasının zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.
— Söylediklerini kabul ettiğimi varsayarsak, o adamı benim
seçmem daha doğru olmaz mıydı?
— Ekibin en iyi gözlemcisi ben değil miyim? Resim yaparken
gözetliyorum.
— Bir tehlikenin bizi tehdit ettiğini mi düşünüyorsun?

210
— Bu dağ, insanın varlığından hiç hoşlanmıyor... Onun için
tetikte olmak en iyisi.
Paneb mezar kâtibinin kulübesini süpürmüş, kendine ayrılan
kulübeyi temizlemeye girişmişti.
— Burada insan çok iyi uyur herhalde! dedi ustabaşına.
— Oysa ben ilk gecemi göğe bakarak geçireceğim. Ne ina-
nılmaz bir yer... Burada bizden öncekilerin varlığını duyuyorsun,
eserlerini yaratmadan önce buralarda tefekküre daldılar ve dağın
zirvesinin sessizliği ve görkemiyle beslendiler. Bu köyden hiç
ayrılmamak isterdim.
— Bu bir ara dünya Paneb, kimse burada sonsuza dek yaşa-
yamaz.
— Sofraya buyurun! diye bağırdı Pişkin Somun Pay. Zana-
atkarlar masanın çevresini alıp yemeye koyuldu, ama Paneb
dışında hiçbirinin iştahı yok gibiydi. Herkes kendisini bekleyen
ağır işin bilincindeydi; Krallar Vadisi'nde çalışmak başka hiçbir
işe benzemezdi çünkü. Burada insanlara yer yoktu, vadiye gire-
bilmek, daha da ötesi öte dünyanın güçlerinin öfkesini uyandır-
madan kayayı delebilmek için Hakikat Meydanı'nda öğrenilmiş
bütün büyülere ihtiyaç vardı. Her zanaatkâr başarısızlığın kendi
meslek hayatının sonu olacağı, köyün varlığını da tehlikeye ata-
cağının bilincindeydi.
— Neden böyle cenazeye gelmiş gibi oturuyorsunuz? diye
söylendi Paneb. Size layık olmayan bir ölümle ölmeyi bekler
gibisiniz!
— Sen girişeceğimiz sınavları biliyora benzemiyorsun, diye
cevap verdi Kararlı Gau.
— Ne sınavı? Hep birlikteyiz, yüreklerimiz aynı vuruyor,
parmağımızın ucuyla sonsuzluğa dokunabileceğimiz bir macera
yaşamaya hazırlanıyoruz! Daha başka ne ister insan?

211
— Yardımcım gülme fırsatını hiç kaçırmaz, dedi Kurtarıcı
Şed. Endişelerinizin boş olduğunu söylerken pek de haksız değil.
— Oysa sen, sen hiçbir şeyden korkmazsın! diye diklendi
Halat Kasa.
— Belki içinizde en endişelisi benim, ama bunu göstermek
neye yarar?
— Sizi hâlâ anlayamıyorum, diye sürdürdü Paneb sözlerini.
Korku, tasa, endişe... Böylesi duygulara nasıl izin verirsiniz?
Bilinmez, en az aşk kadar güçlüdür, onun için insanın tüm
gücüyle uğraşması gerekir.
— Boş boş gevezelik edeceğinize, gidip biraz dinlenin, diye
aya girdi Kenhir. Dört saat sonra, Krallar Vadisi'ne hareket ede-
ceğiz.
O
Kırk ikinci bölüm
Geçide tırmanmak ne denli güç olduysa, Krallar Vadisi'ne
iniş de o kadar kolay oldu. Ustabaşı önde yürüyordu, peşinden de
"hata yapanların giremeyeceği büyük otlağı" görmek sevincinden
çıldırmak üzere olan Paneb. Suskun Nefer'in endişelerinden biri
de buydu zaten: eğer hain ekibin içindeyse kutsal otlağa bir
günahkâr sokuyor olacaktı. Oysa ne bir kanıt vardı elinde ne de
suçluyu ortaya çıkarmak için güvenilir bir yöntem, omzundaki bu
yükle yürümek zorundaydı.
— Işığın şiddetiyle taşlardan alev fışkırıyor... Bunu bir tek
ben mi görüyorum? diye sordu Paneb ustabaşına.
— Hepimiz duyuyoruz bunu, değişik ölçülerde duyuyoruz;
yaratılacak esere layık olamazsak, bu ateşin bizi yok edeceğini de
biliyoruz. Batı zirvesi bizi korusun.
— Yoksa sen de mi diğerleri gibi endişeleniyorsun?
— Sakin ol Paneb, yapacak çok işim var.
— Seni korkutan yapılacak işin çokluğu değil, öyle değil mi?
212
— Tam tersine, işin çokluğu beni mutlu ediyor... Ama ara-
mızda bir hain saklanıyor, üstelik tek amacı da bizim başarısız
olmamız.
— Buna gerçekten inanıyor musun?
— Bu olasılığı hiçbir zaman göz ardı edemem.
— Eğer öyle bir canavar varsa, basit ama etkili bir yol kulla-
nacaktır; seni hedef seçecektir. Ekip kaptan olmadan başı kesik
tavuklara benzer. Ama beni unuttu o yılan. Ben hayattayken
kimse senin kılına dokunamaz.
— Oysa ben demek istiyordum ki...
— Sana Suskun dediklerini unutma.
Krallar Vadisi'nin girişi kayalara oyulmuş dar bir yarıktan
ibaretti ve ekibi karşılamak için önceden gelen Sobek ile adamları
tarafından korunuyordu. Nübyeli mezar kâtibi ile ustabaşını
selamladı, zanaatkarlara teker teker baktı.
— Dikkati çekecek bir şey var mı? diye sordu Kenhir.
— Hiçbir şey yok. Adamlarımın tümü görevlerinin başında,
hiçbir yabancı buraya yaklaşamaz.
— Atölye ve şantiyeyi korumak için adamlarından en iyi
ikisine ihtiyacım var.
— Penbu ve Tuşa. Geçmişleri pırıl pınl, şaibesiz; kimse onları
gafil avlayamaz.
İki Nübyeli gelip mezar kâtibinin önünde durdu; dürüst
bakışları, sağlıklı bir görünüşleri vardı.
— Haydi artık, dedi ustabaşı.
Zanaatkarlar bir bir "büyük otlak"ı dünyanın geri kalanından
ayıran geçide girdi. Burada ışığın ve taşların hâkimiyeti mutlaktı,
burada geçici olan yerini sonsuza bırakıyordu. Dimdik inen
yarlar, masmavi göğün beslediği bir öte taraf sessizliği yaratı-
yordu.

213
— Sen, Penbu, dedi mezar kâtibi Malzeme deposunu bekle-
yeceksin. Anahtarı sadece bende ve ustabaşında, alet dağıtımını
da bizler yapacağız. Aletlerden tek bir tanesi bile eksilirse,
sorumlusu sensin.
Kenhir deponun kapısını açtı, kazmaların, yontucu kalende-
rinin, boya topaklarının ve kandil fitillerinin sayısını kontrol etti.
Vadideki son gününde depoda bıraktıklarıyla fark yoktu. Her
zamanki özeniyle, bir kez daha saydı, kazmalar ile kalemlerin iyi
durumda olup olmadığını denetledi. Sağ ekibin getirdikleri de
eklenince eldeki malzeme işe başlamak için yeterli olacaktı.
Aletler sessizlik içinde dağıtıldı, Kenhir tahta bir levhanın üzerine
hangi zanaatkârın akşam iade etmek üzere hangi aleti aldığını
yazdı. Hırsızlık mümkün değildi, bozulan aletler onarılmak üzere
köye götürülecekti.
— Sen, Tuşa, dedi mezar kâtibi Nübyeliye. Ayrıldığımız
andan dönüşümüze kadar şantiyeyi koruyacaksın. Eğer biri
imkânsızı başarıp tüm engellerden geçer ve Şef Sobek tarafından
alınan güvenlik önlemlerini atlatırsa, kim olursa olsun, uyarmaya
bile gerek görmeden kafasına vur onun. Söylediğimi tekrar edi-
yorum; kim olursa olsun.
Malzeme deposunun yanına, polislerin en cılız sesi bile
duymalarını sağlayacak yedi kulakla süslenmiş bir sütun dikmişti
Başheykeltıraş Aslan Userhat. Sağ ekip, Suskun Nefer'in şefli-
ğinde, Büyük Ramses'in mezarının batısına, Firavun Merneptah'ın
ebedî istirahatgâhının kazılacağı yere yöneldi. Burun Fened ile
Araştırmacı İpuy, kayaya uzun uzun baktı.
— Kolay olmayacak, dedi İpuy sonunda. Biraz daha uzakta
delemez miyiz?
— Firavunun ve benim kararım kesin, dedi Nefer.
— Öyleyse elimizden geleni yapacağız... Yine de kararlılık
kadar güce de ihtiyacımız olacak. Burada kaya oldukça cilveli,

214
bize tuzaklar kuracaktır. Burun Fened elini kayanın üzerindeki bir
çıkıntıya koydu.
— İlk kazma buraya vurulacak ve oluşan titreşim kayanın
direncini azaltacak; böylece kırılma çizgilerini daha kolay izleriz.
Mezar kâtibi ustabaşına Krallar Vadisi'nin kuruluşundan bu
yana törenin başlangıcını betimleyen altın ve gümüş kazmayı
uzattı. Nefer kazmayı kaldırdı, Burun Fened'in belirttiği noktanın
birkaç milim ötesine sapladı. Sonra gümüş bir murç kullanarak
yarığı genişletti.
Kayadan değişik bir ses, hem acıklı hem de umut dolu bir
ürkü yükseldi sanki. Fened gülümsedi. Burnu bu kez de yanılt-
mamıştı onu. Güçlü Naht, sert taş kazmasıyla gerçek saldırıyı
başlattı, meslektaşları arasında sadece Paneb onun gücüyle boy
ölçüşebiliyordu. Naht öfkelendi, kazmayı daha güçlü indirdi,
Cesur onu taklitte zorlanmadı. Yarışma oldukça uzun sürdü, ilk
yorulan Naht'tı.
— Siz ikiniz, dinlenin, diye buyurdu ustabaşı. Ötekiler küçük
kazmaları alsın. Ağırlıkları bir ile üç kilo arasında değişen bu
aletler, darbenin şiddetini emerek metalin kırılmasını önleyen,
bakırla kaplı bronzdan yapılmıştı.
Çalışma günleri birbirini takip etti; yontucular kayadan
küçük parçalar koparmak için uzun saplı ağır fırçalar kullanı-
yordu. Yavaş yavaş, daha koyu çakmaktaşı tabakalarını birbirin-
den ayıran beyaz kireç katmanları görünmeye başladı, gördükleri
Nefer'in hoşuna gitti: kayanın niteliklerinden, yontu ve resim için
kusursuz bir malzeme olduğu anlaşılıyordu.
Kenhir, mezarın girişinin hemen soluna bir girinti kazdırıp,
üzerine de kolayca okunabilecek bir levha astırmıştı: "Kâtip
Kenhir'in koltuğu." Buradaki gölgede oturacak, böylece işlerin
gelişmesini izleyebilecekti.

215
— Kurtarıcı Şed'in dışında tüm ekip üyeleri gerçek bir
çalışma aşkı gösteriyor. Anıtsal giriş şekillendi, bence yakında
inişle ilgilenmeye başlayacaksın.
— Kayayı zedelememek için her türlü aceleyi yasakladım,
dedi Nefer. Belki zaman kaybedeceğiz, ama böylece düzeltileme-
yecek kusurları önlemiş oluruz. Şed de hareketsiz değil; mezarın
müstakbel süslemesini hazırlıyor, bunun için bir sürü deneme
yaptı bile.
— O zaten hep böyle yapmıştır... Duvarın karşısına geçtiği
anda en ufak bir tereddüt bile göstermez. Yine de çok ilginç bir
adam!
— Şed görevini eksiksiz yerine getirmiyor mu?
— Tabiî, tabiî... Yine de kendine özgü biri, davranışını onay-
ladığımı söyleyemem.
— Onu suçlayabilmek için somut bir şey var mı elinizde?
— Daha çok belli belirsiz bir izlenim, diyelim... Belki de sana
bundan söz etmemem gerekirdi.
— Tam tersine, benden hiçbir şey saklamayın. Öğrenecek-
lerim yüreğimi dağlayacak da olsa bilmemekten daha iyidir.
— Anlaştık Nefer... Ama çok acı verecek düş kırıklıklarına
uğramaya hazır ol. İnsanlar, hatta Hakikat Meydanı'nda yaşayan-
lar bile, her zaman kusursuz değildir.
— Eğer eseri tamamlarsak, bunun nasıl bir önemi olabilir ki?
— Ya tamamlanamazsa?
— Demek başaramayacağımı düşünüyorsunuz.
— Dürüst olmak gerekirse, bilmiyorum... Ne var ki kötü
düşler gördüm, onlardan da bu şantiyede çarpıcı bir şeyler ola-
cağını çıkarıyorum, senin yeteneklerin ne olursa olsun çarpıcı
olaylar. Kem göz saldırısı da endişelerimi haklı çıkardı.
— Bilge kadın kem gözü yok edemedi mi?
— Buna inanmak isterdim doğrusu.

216
— Kuşkucu, dikkatli ve kötümser olmaya devam edin Kenhir.
Böyle davranırsanız, sizden daha iyi bir müttefik bulamam.
Mezar kâtibi taş koltuğuna yerleşmeye çalışırken anlaşılmaz
bir şeyler homurdandı. Gözlerini dört açtığı için hiçbir alet kay-
bolmamış ve hiçbir şey için gereğinden fazla zaman harcanma-
mıştı.
Tek umudu Suskun Nefer'di. Gerçek bir önderin pençesiyle
birleşen sabrına ve kararlılığına hayran olmamak elde miydi?
Kayanın delinmesi, Nefer'in belirlediği hızla ilerliyordu,
sanki bütün hayati ona bağlıymış gibi yarığın her yeni aşamasını
dikkatle inceliyordu ustabaşı. Zanaatkarlar Nefer'in sükûnetini iyi
değerlendiriyor, hiçbir kusura göz yummayacağını bildiklerinden
ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Bir kelimeyle,
bir el hareketiyle bir güçlüğü aşıyor ya da bir çekişmeyi engelli-
yordu Nefer. Yontucular ustabaşının bu cilveli kayanın huyunu
öğrendiğini, soluklarını dinleyip, hiç aşağılamadan emirlerini din-
lettiğine inanıyordu.
Beş metreden fazla kazılmıştı. Somurtkan Karo ile Güçlü
Naht kazma sallama sırasına girerken, Paneb ile Çakal Unes ufa-
lanan parçaları toplamaya, deri çuvallara doldurmaya girişti.
Sonra çuvalları sırtlanacaklar ya da iplerle çekecekleri kütükler
üzerinde ilerleyen kızaklara yükleyeceklerdi. Naht heyecanına
öylesine kapıldı ki, kazmasının ucu Somurtkan'ın şakağını sıyırdı.
— Beni öldürebilirdin, salak!
Somurtkan öfkeyle kazmasını kaldırdı, Naht'a vurmaya
hazırlanıyordu. Onarılamayanı yapmaması için bacaklarına daldı
Paneb, Nefer de Naht'ı kayaya yapıştırmıştı.
A
Kırk üçüncü bölüm
Görünüşü her zamankinden iyi koyu renk saçları, çekici ve
dolgun göğüsleri, tüm hatlarını meydana çıkaran incecik keten
217
salıyla eve yeni dönen kocasını baştan çıkarmaya çalışıyordu
Serketa.
— Beni bu akşam nasıl buluyorsun?
Mehi muhasebe papirüslerini bir kenara fırlattı.
— Gerçek bir dişisin sen, dedi karısının memelerini yoğu-
rurken.
— Günün iyi geçti mi, tatlı sevgilim?
— Harika!
— Güç sana öyle yakışıyor ki...
Her zamanki gibi keten şalı yırttı, azgın bir teke gibi dav-
randı. Böyle seviyordu kocasını, böyle kaba ve doymak bilmez.
Hayat şiddetten ibaretti onun için, her zaman en güçlü olması
gerekliydi; kurdukları sıkı ittifak sayesinde kimseden çekinme-
yebilirlerdi.
— Hakikat Meydanı hakkında ciddi ve güvenilir bilgilere
sahip değiliz, diye yakındı Serketa.
— Sadece Krallar Vadisi'nde Merneptah'ın mezarını kazmaya
başladıklarını biliyoruz.
— Ne işimize yarar ki? Sırlarından hiçbirini elimize geçire-
medikten sonra.
— Sabırlı ol, dişi aslanım benim... Resmî görevimin hiçbir
yanlış manevrayı kaldıramayacağım sen de biliyorsun. Konuşa-
caklarından hâlâ eminim, ama mezar kâtibi ile ustabaşının konuş-
ması için kesinlikle bana güvenmeleri şart.
— Aklında bir şeyler var, değil mi?
— Çok kurnaz bir şeyler, göreceksin.
Paneb, kucağında oğlu, omzunda maymunla hareketlerini
zarafet ve ahenk kaynağı Firuze'ye göre ayarlayan Hathor rahi-
belerinin dansını izliyordu. İyi bir ruh olarak görülen, istediği eve
girip çıkmasına izin verilen, her istediği yiyeceğin önüne kon-
duğu maymun, en çok çocuklarla oynamaktan hoşlanıyordu.

218
Bebeği yakından görebilmek, kötü niyetli bir parmakla kafasına
dokunabilmek için bu tüneği seçen de oydu. Aperti gülümseyerek
ve neşeli çığlıklar atarak karşılık verince oyun arkadaşı dokunuş-
larını tekrarlıyor, ancak babanın müdahalesine neden olmamak
için sınırı aşmamaya özen gösteriyordu. Boynunda Kurtarıcı
Şed'in verdiği muskayla, aynı anda birçok değişik açıdan bakı-
yormuşçasına, gerçeği çok daha ayrıntılı, çok daha geniş görü-
yormuş gibi geliyordu Paneb'e. Bu yüzden de yedi rahibenin köyü
ve zanaatkarların çalışmalarını korumak için yaptıkları büyülü
dansı izlerken, çok daha fazla keyifleniyordu.
"İçerdeki kadınların sırları'nı lonca üyelerinden başka kim-
seye açık etmeyen yedi dansöz, önden yırtmaçlı kısa peştemallar
giymiş, peruklarının iki uzun örgüsünün ucuna da güneşi temsil
eden birer seramik küre asmıştı. Ucunda ayna bulunan el şeklin-
deki bir sopayı sallayan Firuze aniden döndü, dansözlerle yüz
yüze geldi. İçlerinden biri sol bacağını uzattı ve başka bir
rahibenin iki eliyle tuttuğu aynada kendini seyretti. Firuze
güneşin ışınlarını toplayarak çevreye saçması için kendi elindeki
aynayı göğe çevirdi.
— Kendimizi seyretmeyelim, diye bağırdı güzel rahibe.
Aynalarımızı ışığa çevirelim. Böylece kötülüklerden korunuruz.
Işık küçük Aperti'yi uzun uzun inceledikten sonra bebeği
babasına uzattı.
— Oğlunun sağlığı kusursuz Paneb.
— Emin misin?
— En ufak bir hastalık belirtisi yok ve en az senin kadar
güçlü. Köydeki çocuklar arasında ona benzeyeni yok.
— İyi işte! Ayakta durmaya başlar başlamaz dövüşün temel
kurallarını öğreteceğim ona.

219
Işık bu eğitim yöntemi konusundaki düşüncelerini açıklama
fırsatı bulamadı, çünkü endişeli yüzüyle Çakal Unes girmişti
muayenehaneye.
— Sırtımın üst yanı ağrıyor, diye anlattı. Kazma kaldıra kal-
dıra, galiba adalemi incittim.
Bilge kadın sağ elini acı veren bölgeye koydu.
— Omurlarından biri belkemiğinle uyumlu değil, dedi. Seni
biraz çekiştireceğim. Bilge kadının söylediklerini dinleyen Unes,
ellerini ensesinde kenetledi. Işık kollarını hastasının kollarının
altından geçirdi, hem kendine doğru çekip hem de kaldıraç gibi
kaldırarak onu rahatlatacak sesi çıkardı.
— Boynumda bir sıcaklık hissediyorum, dedi Unes.
— Harika.
— Bu yöntem ilgimi çekti, dedi Paneb. Bana da öğretir
misin?
— Doğrusunu söylemek gerekirse bir yardımcı bulmayı
düşünüyordum, çünkü meslektaşların bana göre çok iri! Benden
önceki bilge kadın bana bütün doğru hareketleri öğretti, ama
onları uygulayacak gücüm yok. Eğer sırt ağrılarını iyileştiren
tedavi yöntemlerini öğrenmek istiyorsan bize bir kobay gereke-
cek. Unes kaçmaya davrandı, ama Paneb omzundan yakaladı onu.
— Başka yerlerinin de ağrıdığından, gönüllü olmak istedi-
ğinden eminim.
— Hayır, hayır, çok iyiyim!
— Bir insan toplumun iyiliği için kendini feda etmeli. Yoksa
bana güvenmiyor musun?
— Ne söyleyeyim...
— İşbirliğin için teşekkürler Unes, dedi Işık, reddedileme-
yecek kadar yumuşak bir ses ve güzel bir tebessümle.

220
Bilge kadın yanlış hareketler sonucu oluşan belkemiği
rahatsızlıklarının nasıl tedavi edileceğini, boyunda, sırtta ya da
belde olsun, ağrıların nasıl geçirileceğini gösterdi Paneb'e.
Bel fıtığı ya da boyun tutulmasını geçirecek etkili hareketleri
öğretti, her bir omurun bir organa benzediğini, bu nedenle kalp
düzensizliğinden mide ekşimesine kadar birçok derde yol açabi-
leceğini anlattı.
Olağanüstü bir yetenek sergileyen Paneb, Işık'ın anlattıkla-
rını kolaylıkla öğrendi, hatta uzun zamandan beri kalça ağrıları
çeken Unes'i tedavi etmeyi bile başardı.
— Tanrılar aşkına! diye haykırdı ilk hastası. Bana gençliğimi
geri verdin! Şantiyedeyken çok işimize yarayacaksın. Tamam,
artık eve dönüyorum.
Her zamankinden daha neşeli olan Unes'in gidişinden sonra,
Paneb'e başka meslek sırlarını da açıkladı Işık.
— Kusursuz olman için birkaç kez daha denemen gerekecek.
İzin günlerinde, hastaları tedavi ettireceğim böylece ben olmadı-
ğımda öğrendiklerini uygulamana izin veririm.
— Sana yardım edebildiğim için öylesine mutluyum ki!
— Gücün göklerin bir lütfü Paneb, ama gücünü uygulamaya
kalkma. Yoksa insanlar güçlerini sana karşı kullanır.
Işık muayenehanesini kapamak üzereydi ki Kurtarıcı Şed
gölgelerin arasından çıktı.
— Bana birkaç dakikam ayırabilir misin?
— Tabii.
Ressam, sanki görünmekten korkuyormuşçasına hızla mua-
yenehaneye süzülüverdi.
— Neyin var Şed?
— Önemli değil... Gözlerimden şikâyetçiyim biraz, gözka-
paklarım da sancıyor. Muayeneden sonra ressama ezilmiş akasya

221
yapraklarından, talaştan, galenden ve kaz yağından yapılmış bir
merhem verdi bilge kadın.
— Akşam olunca bu merhemi gözkapaklarına sürer, üzerine
de bir sargı bezi yerleştirirsin, dedi. Öte yandan iki gözüne de içi
boşaltılmış bir akbaba tüyüyle her gün, günde üç kere, üçer damla
sarısabır ve bakır sülfat karışımı damlatacaksın. Gözündeki
kaşıntıyı alacak, ama başka bir mucize bekleme... Çünkü bana her
şeyi anlatmadın.
Şed Işık'a sanki onu ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu. Bir
kraliçe havası vardı onda.
— Bilge kadın bana yalan söyleme imkânı veriyor mu?
— Sorunun cevabım bilmiyor musun?
— Kandillerin söndürülmüş olmasını isterdim. Işık muaye-
nehaneyi karanlığa gömdü.
— İşte bütün hayat da böyle, dedi Şed bezgin bir sesle.
Görülmeyenden doğuyor, ışıkla besleniyor, granitlerden en serti
ya da duyguların en yumuşağı olan ve bütün biçimlerin eridiği
karanlıklara dönüyor. Yardımcım Paneb henüz bunun farkında
değil. O hâlâ gücünün sonsuz olduğunu, hangi kavgaya girerse
girsin galip geleceğini sanıyor. Yanılıyor tabiî, ama bilmek ne
işine yarardı ki? En iyisi iradesi ile yumruklarının, bir işe yara-
mayacağı güne kadar önüne çıkan engelleri birer birer yıkması.
İşte o zaman, bir şey yapmadan hareket ettiğini, ölümün sevgili-
lerin en sıcağı olduğunu öğrenecek. O güne kadar yeni yollar
açmalı, hiç kimsenin çizmediği gibi çizmeli ve insanın yaratıcı
olduğuna inanmalı! Ona yardım etmek gerek Işık, iblislerin ona
hükmetmesine izin vermemek gerek, çünkü Hakikat Meydanının
Paneb'e ihtiyacı olacak!
— Eskisi gibi göremiyorsun, değil mi?

222
— Sen anamız oldun, içimizden biri umudunu yitirse de her
birimizi sevmek zorundasın. Ya da bana yeni bir umut
verebilirsin...
— Sana yalan söylemeye hakkım yok; bu bildiğim, ama
tedavi edemediğim bir hastalık. Gelişimi yavaş olacak, daha da
yavaşlatmayı başarabilirim belki, ama daha fazlasını yapamam.
— Hangi tanrı bir ressama böylesi bir ceza verecek kadar
acımasız olabilir? Anlaşılan, batı zirvesine gereken saygıyı gös-
termedim, ama artık pişman olmak için çok geç. Sakın kimsenin
bundan haberi olmasın. Benim adım Kurtarıcı Şed, kurtarılmak
istemiyorum.
— Teb ve Memfis'teki göz uzmanlarına başvurmalısın.
— Neye yarar... Onlarda senin büyün yok ki. Beni sakat
bırakmadığı sürece kaderime razı olacağım, beni büyük bir
gizlilik içinde kabul ettiğin sürece tedavini uygulayacağım. Kimse
bir şey bilmemeli.
— Hiçbir şey saklayamayacağım tek bir kişi var.
— Kocan, ustabaşımız... Suskun... ona güveniyorum.
— Şu anda, seni nasıl kurtaracağımı bilmiyorum, Şed. Ama
henüz yenilgiyi kabul etmedim.
n
Kırk dördüncü bölüm
Güçlü Niyut'un yemek pişirme becerisi, özellikle de tavuk
kızartması, yepyeni bir canlılık veriyordu Kenhir'e. Güçlü Niyut
evin işleriyle ilgilenmeye başlayalı beri, mezar defterini tutacak,
Krallar Vadisindeki çalışmaları izleyecek ve edebiyat çalışmalarını
sürdürecek gücü buluyordu kendinde. Büyük Ramses'in doğaüstü
gücünü işlediği Kadeş Savaşı'ndan sonra batı yakasında tapınak
yaptırmış kralların listesini çıkarmaya, bir yandan da XVIII.
Sülale'nin tarihçesinde son düzeltmeleri yapmaya koyulmuştu.
Şiiri, bilgiyi ve sembolleri birbirlerine karıştırarak, oğlu olmak
223
bahtına eriştiği olağanüstü uygarlığın çeşitli boyutlarını canlan-
dırmaya çalışıyordu.
— Bir ziyaretçiniz var, dedi genç hizmetçi.
— Yok, hayır, şimdi değil! Yazı yazdığımı görmüyor musun?
— Yani Suskun Nefer'i geri mi çevireyim?
— Tabiî ki hayır. Gelsin.
Her zaman sakinliğiyle tanınan ustabaşı gergin görünü-
yordu.
— Yontucu kalemi yapmamız için gerekli bakırı getiren eşek
kervanı geldi, dedi.
— Harika bir haber! Yarın bekliyorduk oysa.
— Eşekler geldi, ama bakır yok.
— İmkânsız!
— Gelin de kendi gözlerinizle görün.
Mezar kâtibi çalışmasını yarıda bıraktı ve Suskun Nefer'le
birlikte köyün ana kapısına gittiler.
Yolculuk hasırının üzerine oturmuş olan eşekçibaşı, yapacak
hiçbir şeyi olmayan Obed'le konuşuyordu.
— Bize getirmen gereken bakın ne yaptın? diye sordu
Kenhir.
— Koptos polisi kervanı denetledi, yükünün uygun olmadı-
ğına karar verdi. Buraya gelme emri aldığımdan, geldim işte.
Başımın derde girmesini istemiyorum... Görev belgemi imzalayın
da Teb'e geri döneyim.
— Uygun değilmiş... Peki ama neden uygun değilmiş?
— Ben hiçbir şey bilmiyorum! İmzalayacak mısınız? Kenhir
istenen imzayı attı, kervan sala yetişmek için yardımcıların böl-
gesinden ayrıldı.
— Ya ben, ben ne yapacağım? diye sordu ellerini beline
dayamış demirci. Elimde malzeme olmazsa, parmaklarımı çeviri-
rim, daha iyi!

224
— Bileyeceğin kazmalar ile murçlar var, dedi Nefer. Yontu-
cular malzemeyi getirir.
Mezar kâtibi ile ustabaşı uzaklaştı.
— Eğer gerekli bakır iki aydan daha kısa sürede burada
olmazsa, yeterli sayıda hassas aletimiz kalmayacağı için inşaata
ara vermek zorunda kalırız, dedi Suskun.
— Böylesi bir şey başımıza ilk kez gelmiyor, diye hatırlattı
Kenhir. Ama bu kez en olmayacak zamanı buldu. Tek bir çözüm
yolu görebiliyorum: Mehi'ye haber vermek.
Batı yakası yönetim binası gerçek bir karınca yuvasına ben-
ziyordu. Ellerinde acil haberlerle kâtipler giriyor, diğerleri yöne-
timin talimatını memurlara iletmek için koşarak çıkıyor, kimileri
şikâyetçi vergi mükelleflerini ya da kadastroya itiraz eden köylü-
leri kabul ediyor veya taşınan mallardan alınan örnekleri inceli-
yordu.
Eli sopalı bir polis Kenhir'e seslendi.
— Sen kimsin?
— Mezar kâtibi. Hemen başyöneticiyle görüşmem gerek.
Böylesi bir ayrıcalık isteyen kendini bilmezler yok değildi hani,
polis de böylelerini onları kabul etmeden önce epey bekleten bir
kâtibe gönderiyordu. Ama bu kez karşısındaki her türlü saygıyı
hak ediyor gibiydi.
— Beni izleyin, lütfen.
Polis Kenhir'i başyöneticinin seçkin konuklarını kabul ettiği
merkez binaya götürdü. Özel sekreter mezar kâtibinin geldiği
konusunda uyarıldı, zaman geçirmeden amirine haber verdi, baş-
yönetici konuğunu karşılamaya çıktı.
— Sevgili Kenhir, sizi yeniden gördüğüm için çok mutluyum!
Yoksa hizmetime ihtiyacınız mı var?
— Galiba.
— Öyleyse rica ederim içeri girin.

225
Değerli ağaçlardan yapılmış eşyalar, bir sürü kandil, papirüs
ve ahşap levhalar için raflar, su ve bira testileri... Mehi'nin yazı-
hanesi rahat olduğu kadar görkemliydi de.
— Lütfen oturun.
— Acelem var, o yüzden doğruca konuya girmek istiyorum.
— Önemli bir sorun mu?
— Hakikat Meydanına getirilmesi gereken bir parti bakıra,
Koptos'ta el konmuş.
— Hangi sebeple? diye sordu Mehi şaşkınlıkla.
— Uygunsuzluk.
— Başka ayrıntı bilmiyor musunuz?
— Maalesef hayır. O bakır bazı aletlerin yapımında kullanılıp
işlerin devamına yarayacağı için, lonca açısından son derecede
önemli.
— Anlıyorum, anlıyorum... Ama bu olaydan haberdar edil-
mem gerekirdi!
— Haberiniz yok mu yani?
— Eğer haberim olsaydı, Sevgili Kenhir, zaman geçirmeden
bu hatayı engellerdim! Yardımcılarımdan birinin ağır bir hata
işlediğini sanıyorum. Bana birkaç dakika verebilir misiniz? Bu işi
aydınlatmak istiyorum.
Mehi'nin gözlerindeki öfkeden, başyöneticinin habersiz
yakalanmaktan hiç hoşlanmadığını anlamıştı Kenhir.
Mehi elinde bir papirüsle paldır küldür döndüğünde, avlu-
daki gölgeler uzamaya başlamıştı.
— Bakır partisiyle ilgili bir anlaşmazlıktan söz eden bir belge
yollanmış bana, ama Koptos bölgesi sorumlusu, acil olmayanların
arasına koymuş. O memurun işine son verildiğini söylememe
gerek yok sanırım. Bir taşra dairesine gidip mesleğini yeniden
öğrenecek, birkaç yıl boyunca terfi etmemesi için gözümü üze-
rinden ayırmayacağım. Size özürlerimi sunuyorum Kenhir,

226
yanımda çalışanlar ne kadar kusurlu olursa olsun, bütün sorum-
luluğun bende olduğunu kabul ediyorum.
— O partinin neden uygunsuz bulunduğunu öğrendiniz mi?
— Aptalca bir yönetim hatası... Maden işletmesinin patronu
nakliye bildirgesini yanlış doldurmuş, Koptos polisi de bir
kaçakçılıkla karşı karşıya olduğunu sanıp, aylarca sürebilecek bir
soruşturma açmış.
— Aylarca mı! Felaket olur bu... Ne yapabilirsiniz?
— İyi seçilmiş kelimelerle ağır bir şikâyet mektubu yazıp
Koptos polisinden bakırı hemen Teb'e göndermelerini istemek.
— Böyle bir girişim sonuç verir mi? Mehi'nin yüzü asıldı.
— Belki, ama emin değilim... En önemlisi, bu, soruşturmanın
devam etmesini önlemeyecektir.
— Başka bir parti bakır bulunamaz mı?
— İmkânsız. Size ayrılan bu partiydi, başka bir mal değil.
Kotalar oldukça katı bir biçimde belirleniyor, bu durumu değişti-
remem.
— Burada söz konusu olan Hakikat Meydanı, diye hatırlattı
Kenhir. Özel bir izin alınamaz mı?
— İş bende bitseydi çoktan yapmıştık bunu! Ama karar,
karmaşıklığını iyi bildiğiniz yönetime bağlı.
— Demek kötü haberi ustabaşına vermekten başka yapaca-
ğım bir şey kalmadı, dedi Kenhir.
— Belki bir çözüm yolu daha vardır, dedi Mehi.
— Hangisi?
— Benim bizzat Koptos'a gitmem. Orada yöneticileri bulur,
görüşümüzü açıklarım. Başarı kesin değil, ama inanın bana onlara
anlatmak için elimden geleni yaparım. Mehi çelişki nedeninin
yazılı olduğu papirüsü yeniden yuvarladı, askerî adımlarla kapıya
yöneldi.
— Hemen yola çıkıyorum, dedi. Umarım, elim boş dönmem.

227
— Ne sonuç alırsanız alın Mehi, lonca size müteşekkir kala-
caktır.
— Görevim onları korumak değil mi? Sohbetimizi kısa kes-
tiğim için bağışlayın beni, ama kaybedecek bir dakikam bile yok.
Koşar adım avluya inen Mehi, savaş arabasının sürücüsüne
seslendi, dizginleri eline aldı, özenle hazırladığı planının böyle
başarılı gelişmesinden mutlu, yola koyuldu. Neden olduğu sorunu
çözmekte hiçbir güçlük çekmeyecek, üstelik zanaatkarların da
kurtarıcısı olarak görülecekti.
Anlaşılan Kenhir hiçbir şeyden kuşkulanmamıştı. Mehi ina-
nılmaz bir ustalıkla oynamıştı rolünü ve mezar kâtibini tuzağa
düşürmüştü. Ustabaşına da generali Hakikat Meydanı'nın en iyi
koruyucusu olarak anlatacak, loncanın imdadına koşmak için
yazıhanesinden ayrılmakta tereddüt etmediğini söyleyecekti. Vaz-
geçilmez bakırı taşıyan kervanın başında Teb'e döndüğünde de,
bir kahraman gibi karşılanacaktı Mehi.
O
Kırk beşinci bölüm
Ustabaşı ellerindeki aletleri kullanarak Merneptah'ın meza-
rını kazmaya devam etmeye kararlıydı. Durumu ekipteki arka-
daşlarına da anlatmıştı ama, Paneb'in girişimi olmasa Kararlı Gau
ile Burun Fened'in umutsuzluğu çalışmaları önemli ölçüde yavaş-
latacaktı kuşkusuz. Neyse ki eski hızıyla devam etti kazı çalış-
ması. Yedi hafta sonra umutlar tükenmişti. İki gün dinlenmek
üzere geçitten köye doğru inerlerken, ekipteki herkes Krallar
Vadisi'ni bir daha görüp görmeyeceğini düşünüyordu.
— Eskimiş aletlerle iyi iş çıkarmak mümkün değil, diye sız-
landı Somurtkan Karo.
— Endişelenme, ustabaşı buna izin vermeyecek, dedi Güçlü
Naht. Başka bir deyişle çalışmalara ara verilecek.

228
— Bu hoşuma gitmiyor, dedi Burun Fened. Er ya da geç işe
yeniden başlarız, ama şimdiki hızımıza erişmemiz güç görünüyor.
Böylesi bir olay iyiye alamet değil... Havada olumsuz bir büyü
var.
— Eğer bakır elimize geçmezse, bunun ardında daha ciddi bir
neden olmalı, dedi Kararlı Gau usulca. Bakır yoksa alet yok, alet
yoksa iş de yok... Ya yöneticiler köyü kapatmaya karar verdi-
lerse?
— Endişelenmeyin, dedi Paneb. Her şey yoluna girecek.
— Nasıl böyle emin olabiliyorsun? diye sordu Pişkin Somun
Pay.
— Başka türlüsü imkânsız da ondan. Firavun köye geldi,
sadece tek bir söz söyledi.
— Çok safsın, dedi Halat Kasa. Eğer sarayında karışıklık
çıkarsa, Merneptah sadece iktidarını korumayı düşünür, bizleri
unutur.
— Sen de firavunun kendine ebedî bir ev ısmarladığını unu-
tuyorsun. Tartışma yol boyunca sürdü.
Köye yaklaşırken, onları ilk Paneb gördü.
— Bakın, eşekler!
— Kendini kandırma, diye araya girdi Cömert Didya. Belki
de sadece basit bir yiyecek kervanıdır.
— Akşamın bu saatinde şaşardım doğrusu! Genç dev yokuşu
koşarak indi, sırtında ağır bir sandık taşıyan Demirci Obed'i
deviriyordu neredeyse.
— Bakır mı?
— Yüzlerce kalem yapacak kadar var, inan bana! Vakit
geçirmeden başlıyorum işe. General Mehi tevazuyla arkada, de-
mirci yardımcılarının yükünü indirdiği son eşeğin de gerisinde
duruyordu. Mezar kâtibi ile ustabaşı yanına geldi.

229
— Değerli yardımlarınız için teşekkürler, dedi Kenhir. Bakır
tam zamanında geldi.
— Size güzel bir haberim var: bu bakır beklediğinizden çok
daha fazla. Önünüzde büyük şantiyeler olduğunu, Hakikat Mey-
danı'nın hiçbir zaman malzeme sıkıntısı çekmemesi gerektiğini
belirttim. Koptos'taki yetkililer ağırdan almaya çalıştılar, ama Per
Ramessu'ya kadar uzanıp davranışları konusunda ayrıntılı bir
rapor hazırlamakla korkuttum onları. Karşımdakiler şaka yap-
madığımı anladı, sonra da çok daha anlayışlı davranmaya başla-
dılar. Verilen zararın tazmin edilmesi gerektiğini belirttim, işte
sonucu. Teşekkürleriniz beni duygulandırıyor, ama hepsi
gereksiz. Ben sadece görevimi yaptım.
— Vezire mektup yazıp bizim için yaptığınız girişimlerden
söz edeceğim, dedi Kenhir. Firavun da öğrenecektir yaptıklarınızı.
Kral mezarının tamamlanması için son derecede değerli bir katkı
yaptığınızı bilin yeter.
— Bu bana verilen onurların en parlağı olacak, dedi Mehi.
Bununla övünecek kadar güçsüz olacağım kuşkusuz. Teslim
belgesini incelemek ister misiniz?
— İyi olur.
Mehi belgeyi Kenhir'e uzatırken, tek bir kelime etmeden
uzaklaştı Suskun Nefer. "Kötüye işaret" diye düşündü general. "Bu
ustabaşı kâtipten de kuşkulu anlaşılan, ne düşündüğünü anlamak
da çok güç. Onu kayıtsız şartsız bir müttefik olduğuma inandır-
mak için çok çalışmam gerekecek."
— Postacı Uputi kralın mührünü taşıyan bir haber getirdi,
dedi Güçlü Niyut Kenhir'e.
— Daha önce de söyleyebilirdin bunu!
— Daha yeni geldiniz, dedi genç kız. Mezar kâtibinden etki-
lenmiyora benziyordu. Kenhir mührü sökerken homurdanıyordu.
Belgeyi okudukça, hayret ile şaşkınlık arasında gidip geliyordu.

230
— Nefer'e gidiyorum, dedi
— Yemek hazırdı oysa, diye yakındı Niyut.
— Dönüşüme kadar yemekleri sıcak tut. Hizmetçinin omuz
silkmesini görmezden geldi Kenhir.
Yorgunluğuna rağmen adımlarını açtı, asasını da aynı hızla
kullandı.
Nefer'in evine geldiğinde, berikinin banyodan çıktığını
gördü. Uzun bir muayene sırasından bitkin düşen Işık da birinci
odadaki yatağa serilip kalmıştı.
— Rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama acil bir şey vardı:
kraldan bir mesaj!
— Oturun, dedi Nefer. Size içecek bir şeyler vereyim.
— Haklısın, gırtlağım kupkuru... Ama böyle bir emri kim
tahmin edebilirdi ki? Merneptah mezarındaki çalışmalar ne denli
ilerlemiş olursa olsun, milyon yıllık tapınağının yapımına hemen
başlanmasını buyuruyor, ama ne o ne de eşi işin başlangıcını
kutsamak için başkentten aynlamayacaklarmış.
— Öyleyse bu buyruğu nasıl yerine getireceğiz? diye sordu
bilge kadın.
— Dinî bir görev üstlendiğine göre, ustabaşı firavunu temsil
edecek. Hathor rahibelerinin başı bilge kadın da kraliçenin adına
hareket edecek.
— İyi okudunuz mu? diye sordu Nefer.
— Metinde anlaşılmayacak bir yer yok.
— Gerekli tören malzemesi var mı elimizde?
— En eski belgemiz. Kralın acelesi, tapınağın açıldıktan
sonra üreteceği güce ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Anlaşılan
Ramses'in mirasını korumak için acımasız bir savaş vermesi
gerekiyor.
— Zaman kaybetmeden sol ekibin önderine haber verelim,
dedi Nefer. Sonra da gerekli önlemleri alalım.

231
Paneb yeni çıkan dişinin uyutmadığı oğlunu sallıyordu.
Sütanne daha önce hiç böylesine hızlı bir gelişme, böylesine
kararlı bir kişilik görmemişti; Aperti'yi sakinleştirmeyi sadece
babası başarıyordu.
— Garip bir şeyler oluyor, dedi Lekesiz Uabet, Hathor Tapı-
nağından döndüğünde. Bilge kadın hepimizi topladı, senin arka-
daşların da küçük gruplar halinde tartışıyor.
— Aperti sakinleşir sakinleşmez gidip bir bakarım. Kocasını
Firuze'yle paylaşmak zorunda olsa da mutluydu
Uabet. Paneb burada, evinde buluyordu rahatı. Firuze ona
sırrını sadece kendinin bildiği bir duygu esrikliği veriyordu ve
Uabet bununla mücadele etmekten çok önceleri vazgeçmişti.
Paneb nerede sürterse sürtsün, sonunda Uabet'in her zaman zarif
ve huzurlu tutmayı başardığı bu sıcak yuvaya dönecekti. Böylesi
bir fedakârlığa hazır çok az kadın vardır kuşkusuz, ama Aperti
gibi olağanüstü bir çocuk doğurtan o adamı seviyordu Uabet.
Paneb'in yaşı ilerledikçe daha sakin ve daha mantıklı olmasını da
beklemiyordu; gürültüsüz ve sakin sevgisiyle Paneb'in içindeki
ateşin kocasını yakmasını engellemek Uabet'in görevi değil
miydi?
— Çok tuhaf bakışların var, dedi kocası.
— Size bakıyordum, sana ve oğluna...
— Güzel bir çocuk doğurdun Uabet, ama kolay kolay uyu-
muyor!
— Yoksa senden güçlüsüne mi çattın?
— Bunu daha sonra göreceğiz. Ah... sonunda başardım
galiba.
Yumurcak uyumuştu. Paneb, evden çıkmadan önce usulca
anasının kollarına bıraktı çocuğu.
Yolda giderken, Pişkin Somun Pay seslendi.

232
— Şekerlememden uyandırdılar, dedi. Anlaşılan başımız
dertteymiş, öyle mi?
— Hiçbir fikrim yok.
— Şu bakır konusu da kapandıktan sonra rahatlayacağımızı
umuyordum.
Sağ ekip zanaatkârlarının çoğu Nefer'in evinin önünde top-
lanmıştı; Güçlü Naht mutsuzluğunu gizlemeye gerek bile duy-
muyordu.
— Söylenenler doğruysa, bir sürü soylu mezarı kazmamız
gerekecekmiş! Tatilimizi ne zaman yapacağız? Kral mezarı zaten
yetiyor. Neden sol ekibi de çağırmazlar ki?
— Sana bunları kim söyledi? diye sordu Halat Kasa. Naht
düşündü.
— Şey... Bilmiyorum... bir söylenti.
— Bense bambaşka bir söylenti duydum, dedi Çakal Unes.
Firavun yeni bir Amon tapınağı yaptırmak için içimizden bazıla-
rını başkente çağırıyormuş.
— İşte bu imkânsız! diye kestirip attı Aslan Userhat. Ben
Teb'de doğdum, Teb'de öleceğim.
— Ben de senin gibi düşünüyorum, diye onayladı Cömert
Didya. Kimse beni köyden ayrılmaya zorlayamaz.
— Ustabaşının söyleyeceklerini beklesek... diye önerdi
Paneb. Sözlerinin haklılığı zanaatkarları şaşırttı.
— Nerede olduğunu bilen yok, diye açıkladı Neşeli Renupe.
Bu da işlerin yolunda olmadığını göstermiyor mu?
— Sol ekip şefinin evindeymiş, dedi Somurtkan Karo. Bize
kötü haberi vermeden önce ne söyleyeceklerini kararlaştırıyorlar.
— İyi öyleyse, biz de oraya gideriz! dedi Paneb.
Küçük topluluğun fazla uzağa gitmesi gerekmedi, yarı yolda
Suskun Neferle karşılaştılar çünkü.

233
— Her şeyi bilmek istiyoruz, dedi Halat Kasa, sinirli sinirli.
Krallar Vadisi'ndeki inşaata ara verip bizleri başka yerlere mi
göndermek istiyorlar?
— Bilgeler söylentilere kulak verilmemesi gerektiğini öğüt-
lemez mi?
— Öyleyse, gerçek ne?
— Firavun zaman kaybetmeden milyon yıllık tapınağına
başlamamızı buyuruyor. Bu nedenle de iki ekip inşaat sahasında
bir araya gelip şantiyenin başlangıcını kutlayacak. Sonra da
mezardaki işimize döneceğiz.
— Bu acele neden? diye sordu Tuti. Yoksa sarayda karışıklık
mı var?
— Her firavun gibi, Merneptah'ın da bu tapınağın yaratacağı
enerjiye ihtiyacı var, tapınağı yapmak da bize düşer.
— Firavun Teb'e gelecek mi?
— Ben ve bilge kadın kraliyet çiftini temsille görevlendiril-
dik.
A
Kırk altıncı bölüm
Loncaya ihanet eden zanaatkarın emin olduğu bir şey vardı.
Milyon yıllık tapınak kadar önemli bir şantiyenin açılışında, Işık
Taşı'nı kullanmak gerekirdi. Ustabaşı Işık Taşı'nı sakladığı yerden
çıkarmak zorunda kalacaktı, işte o zaman bu fırsattan yararlan-
ması gerekecek nerede korunduğunu öğrenmeye çalışacaktı.
Düşünce ne kadar çekici görünürse görünsün uygulaması
çok güç olacaktı. Işık Taşı büyük olasılıkla gece çıkarılacak,
muhtemelen güneşin doğmasından, zanaatkarların uyanmasından
önce yapılacaktı bu iş. Hainin karısına belli etmeden, asıl önem-
lisi de Suskun Nefer'e yakalanmadan evden çıkması gerekecekti.
Birinci sorunu halletmek için, karısının akşam yemeklerinde
içtiği sıcak sütün içine kılıçotu esaslı güçlü bir uyku ilacı katmayı
234
düşünmüştü hain ama ne kadar koyması gerektiğini bilmediğin-
den başarısız olmaktan korktu. Her şeyi tartıp hesapladıktan
sonra niyetini karısına da açmaya karar verdi.
— Bana güveniyor musun?
— Bu da nereden çıktı?
— Çünkü zengin olmaya karar verdim.
— İyi ya... Peki nasıl?
— Meslektaşlarım gibi değil, onlar çok azla yetiniyor. Sana
daha fazlasını anlatamam, sen de yaptıklarımla ilgili tek bir soru
bile sorma bana. Günlerimizi yeteneklerimi kabule yanaşmayan
bu köyde tüketmeyeceğiz. Sabrın sonu selamet olmadığına göre,
ben de başka yollardan gitmeye karar verdim.
— Gereğinden fazla tehlikeye atılmıyor musun?
— Ne kadar dikkatli olduğumu bilirsin. Bir gün, çok güzel bir
evde oturmaya başlayacağız. Hizmetkârlarımız, topraklarımız,
sürülerimiz olacak, yemek pişirip evi temizlemen gerekmeyecek.
— Oysa ben zenginlikle ilgilenmediğini, gözünün mesleğin-
den başka bir şey görmediğini sanırdım.
— Bütün köyün de böyle düşünmeye devam etmesi gere-
kiyor. Kadın uzun uzun düşündü.
Hain gözlerini karısından ayırmıyordu. Karısı en küçük bir
çekingenlik bile gösterse, o anda ciddi ve kabul edilemez bir teh-
like yaratmış olacaktı.
— Senin böyle davranacağını düşümde görsem inanmazdım,
dedi kadın sonunda. Ama anlıyorum seni. Dahası destekliyorum
da. Ben de zengin olmak istiyorum. Karısı ne çok güzel ne de çok
akıllıydı, ama tıpkı kendisi gibi uzun süre bastırılmış bir dürtüye,
zenginliğin ışıltısına yenilmişti o da. Hain sadece gelecek hak-
kındaki düşlerinden, şimdiye kadar kazandıklarından bahsetmiş,
kimin adına çalıştığını atlamıştı. Karısı ne kadar az şey bilirse o

235
kadar iyiydi; şimdilik susacağından, onu rahat bırakacağından da
emindi.
Talihi yardım ediyordu sanki, gece çok karanlıktı. Kocaman
bir su küpünün ardına saklanan hain, gözlerini ustabaşının evinin
kapısına dikmiş, bekliyordu. Eğer düşündükleri doğruysa, Nefer
Işık Taşı'nı almaya yalnız gidecek, sonra taşı köyün ana kapısı
önüne getirip zanaatkarları uyandıracaktı.
Eğer çok dikkatli olmasaydı, hiçbir ses çıkarmadan evden
süzülen ustabaşının çıkışını kaçırabilirdi.
Duvarları sıyırırcasına giden ustabaşı, lonca merkezine
doğru yürüyordu. İki kez durup arkasını kolaçan etti ve hain
bunların birinde yakalanma tehlikesi atlattı.
Nefer yoluna devam etti.
Toplantı odası... burayı çok düşünmüştü hain; zanaatkarlar
toplandığında, taşın salonun ortasında bulunması gerekiyordu.
Bazen hafif bir ışık saçtığını da görmüştü taşın. Ne var ki Işık
Taşı'nın uluorta bir yerde saklanacağı olasılığını elinin tersiyle
itmişti; demek yanılmıştı.
Nefer elindeki tahta anahtarla merkezin kapısını açtı, içeride
de uzunca bir süre kaldı. Çıktığında koltuğunun altında, kalın bir
bezle örtülü ağır bir şey vardı.
Derin bir tatmin duygusu sardı hainin içini. Artık biliyordu.
Çılgın bir düşünce yerleşti beynine: şimdi ustabaşını öldürse,
taşı alıp bu paha biçilmez hazineyle kaçsa?
Yazık, elinde ne silah ne de bir alet vardı; üstelik doğu da
aydınlanmaya başlamıştı, gece hızla gerileyecekti şimdi. Nefer'i
tek bir yumrukta bayıltıp boğamazsa, ustabaşının yardım çağıra-
cağı kesindi. Çok tehlikeli.
Taşı ne yapacağını görmek için ustabaşını izlemeyi sürdürdü
hain. Belki de zanaatkarları toplamadan önce taşı toplantı oda-

236
sından daha az sapa bir yere gizleyecekti. Oysa Nefer uzun adım-
larla ana kapıya doğru yürümeye koyulmuştu bile.
Kapıda mezar kâtibi ile bilge kadın onu bekliyordu. Ayakla-
rının dibinde de satıldığı toprak rengi beze rağmen ışıldayan,
dikdörtgen bir şey. Taş... Taşı Kenhir getirmişti demek!
Ustabaşı taşıdığı yükü indirdi: tahta bir sandık. Sandıktan
çıkardığı madenî levhaları uzun uzun inceledi, sonra yerlerine
yerleştirdi.
Yanlış izi sürmüştü hain, ama başka fırsatlar bulacağından
emindi.
— Seni izleyen oldu mu? diye sordu Kenhir Nefer'e.
— Olabilir. Emin değilim.
— Bense alet odasına kem gözü bırakanın, Işık Taşı'nın sak-
landığı yeri bulmaya çalışacağından eminim.
— Diyelim ki başardı, ne işine yarayacak bu bilgi? Taşla bir-
likte kaçamaz ki.
— Çalışacaktır, diye homurdandı Kenhir. Önlemleri artır-
mamız doğru olur. Eğer seni izlediyse yanlış adamın peşine takıl-
dığını anlamıştır; çok kuşkulanmaya başladığımızı, önlemleri
artırdığımızı görmüştür mutlaka.
— İşte dikkatli davranması, kim olduğunu belirlememize
fırsat yaratmaması için bir neden daha. Bu köyde bir "gölge
yutucusu"nun, bir katilin saklandığını kabul ediyorum, ama aynı
zamanda hareketsizliğe mahkûm olduğuna da inanıyorum.
— Gereğinden de iyimsersin, dedi Kenhir.
— Bilge kadının yaydığı ışığı unutmuş olamazsınız! İçerden
ya da dışarıdan gelsin, her türlü tehlikeye karşı koruyacaktır bizi.
Şafağın sessizliği birbiri ardına patlayan yumruk sesleriyle
bozuldu. Paneb köyün içinde koşarak dolaşıyor, hâlâ uyuyanları
uyandırmak için kapıları yumrukluyordu.

237
— Hemen hareket ediyoruz, diye haykırıyordu genç dev. Geç
kalanları bizzat ben gelip alacağım.
Sıcak çöreklerden, taze sütten, peynirden ve kaz ciğeri
ezmesinden oluşan etkileyici bir kahvaltıyı mideye indirdikten
sonra, karısı ile oğlunu öpüp vedalaşmıştı Paneb. Keyfi yerin-
deydi, keyifsiz olanlara kendininkinden bir nebze vereceğini söy-
leyerek dolaşıyordu ortalıkta.
Uyandırma turuna henüz başlamışken, tabanları yağlayıp
kaçan birini fark etti. Sabah olmadan evine dönmeye çalışan çap-
kın bir koca mı, yoksa kötülüklerini yaymak için köyde dolaşan
biri mi?
Ustabaşı ile bilge kadın, bir akşam yemeği sırasında üzücü
haberi vermişti. Köyde bir hain vardı, köye zarar vermeye kararlı
bir hain.
Düş kırıklığına uğramış, şaşırmış, ne söyleyeceğini bileme-
mişti Paneb, ama gözlerini dört açmaya da karar vermişti.
Hakikat Meydanı'ndaki gibi seçkin bir topluluğun içinde olsa bile,
insan insandı, bazıları en kutsal ödevlerini bile unutabiliyordu. Bu
bilinç bile Paneb'in heyecanını azaltmadı, Işık Taşı parıldadıkça,
hiçbir hain eserin tamamlanmasını önleyemeyecekti. İşte şimdi,
önünde parlıyordu Işık Taşı.
— Eğer köyde hâlâ uyanmamış biri varsa, söz veriyorum
bundan böyle bir yudum şarap içmeyeceğim!
— Daha dikkatli olmalısın Paneb, diye öğüt verdi bilge kadın.
Hastalarımdan birine ağır bir uyku ilacı içirmiş olabileceğimi
düşün bir...
— Verdiğim söz geçersiz olurdu, çünkü koşullardan haber-
sizdim!
— Kararların oldukça ilginç, dedi Kenhir.
— Onu gördüm galiba, dedi genç dev, ani bir ciddiyetle
— Hainden mi söz ediyorsun? diye sordu Nefer.

238
— Evet, sanırım oydu. Ustabaşının soluğu daraldı.
— Kim olduğunu gördün mü?
— Hayır, hayal meyal birini gördüm. Düşündükçe o oldu-
ğuna daha çok inanasım geliyor.
Işık Paneb'in dikkat etmediklerini görebilmek için düşünce-
lerini okumaya çalıştı, ama o düşüncelerde hayaletten iz yoktu.
— Demek ustabaşı gerçekten izlendi, dedi Kenhir.
— Bu son derecede tehlikeli! diye itiraz etti Paneb. Neden
Neferi korumam için bana haber vermediniz?
— Çünkü yem olmamana karar vermiştik de ondan, dedi
beriki.
— Çılgınlık bu! Bu koşullarda, seni nasıl koruyabilirim ki?
— Tehlikede olan ben değilim. O zavallının tek düşüncesi
hazinelerimizi çalmak, belki de çalışmamızı engellemek.
— Ah senin şu iyimserliğin! diye hayıflandı Kenhir. Zanaat-
karlar toplanmaya başlamıştı. Her zamanki soğukluğuyla, sol
ekip üyelerinden şantiye açılış töreni için gerekli malzemeyi
taşımalarını istemişti şefleri Hay, kafile düzene girdi, ustabaşı
başa geçti. Sıcak bir gün olacaktı. On kadar büyük kırba yük-
lenmiş Paneb çok yavaş ilerlediklerinden yakınırken, göbekleri-
nin yavaşlattığı Pişkin Somun Pay ile Neşeli Renupe hızdan
memnun görünüyorlardı.
— Gece çok kısa sürdü, diye yakındı Renupe.
— Yoksa bir şey mi kutladın? diye sordu Paneb.
— Karımla birlikte biraz içtik, biraz yedik... Başım ağrıyor ve
bizi bekleyen birçok iş var. Sende bu güç varken, farkında
olmaman doğal.
— Yorulmak, iyileştirir seni.
— Anlaşılan Işık Taşı'nı kullanacağız, diye konuyu değiştirdi
Renupe.
— Galiba.

239
— Nerede saklandığını hiç merak etmedin mi?
— Hiç.
— Meraklı değilsin Paneb.
— Ya sen?
— Aslında ben de değilim. Bütün bunlar sadece ustabaşını
ilgilendirir.
n
Kırk yedinci bölüm
Dakter, Mehi'nin tüm hakaretlerine rağmen, kin tutmamıştı.
komutanın düşüncelerinde haklı olduğundan emindi. Oysa o
sürekli tetikte olan bir araştırmacıydı, ama Hakikat Meydanı'ndan
gelme iki zanaatkârın onu kandırmalarına engel olamamıştı!
Gururu çok derinden yaralanmıştı, kendini kandıran o
kurumu yıkıp yok etmek için, en aşağılıkları da dahil, elindeki
tüm imkânları kullanacaktı. Ne var ki önce Hakikat Meydanı'nın
sırları ile yöntemlerini ele geçirmek gerekiyordu. Oysa o sırlar ile
yöntemler öylesine iyi korunuyordu ki, tüm inadı ve resmî baş-
vurularına rağmen, hep bir sessizlik duvarına toslamıştı Dakter.
Galen ve bitüm bir başlangıç olamaz mıydı? Paneb ve Tuti'nin
getirdiği malzeme sadece kayık kalafatlamaya, alet sapı ya da
sürme yapmaya yaramayacaktı, Dakter bunlardan emindi. Gele-
neksel kullanımlara gelince, onların kaybolmakta oldukları
kesindi.
Yürürlükteki kurallar uyarınca, Dakter Cebel el - Zeyt'ten
gelen, taşıyıcısı ve geçici emanetçisi olduğu malzemenin tümünü
tapınaklara teslim etmek zorundaydı; ama dikkat çekmemek için,
miktarlarla biraz oynayıp raporunu değiştirerek, birkaç topak
bitümü kendine saklamış. Sakladığı topaklar üzerinde de sayısız
deney ve araştırma gerçekleştirmişti.

240
Deneylerinin başarısız olan ilk sonuçlan cesaretini kıramadı,
inatla sürdürdü araştırmalarım, sonunda da zaman geçirmeden
General Mehi'ye bildirmek istediği çok önemli bir şey elde etti.
— Ne zaman döner? dedi Dakter generalin özel sekreterine.
— Akşama doğru, Teb'in ana kışlasının denetimini bitirdi-
ğinde.
— Burada bekleyebilir miyim?
— Nasıl isterseniz.
Dakter yazılı hiçbir şey getirmemişti yanında. Sadece o ve
Mehi bilmeliydi buluşunu, hiçbir kanıt bırakmamak gerekirdi.
Generalin savaş arabası avluda durduğunda, karanlık çökü-
yordu. Dakter atılıp generali karşıladı.
— Sizinle hemen konuşmam gerek!
— Yazdıracak mektuplarım var, yarın gel.
— Anlatacaklarımı duyduğunuzda, işinizi böldüğüm için
teşekkür edeceksiniz. General meraklandı, Dakter'i yazıhanesine
çıkardı, kapıyı kendi eliyle kapadı.
— Anlat bakalım.
— Bu sabah, laboratuvarımda bir yangın çıktı. Önemli zarar
var, ama can kaybı yok.
— Yangının nedeni?
— Bizzat ben.
— Ne demek oluyor şimdi bu Dakter?
— Bitümün sırrını çözdüm demek oluyor! Çevresine ışık ve
sıcaklık yayan yanıcı bir madde olduğu.
— Temiz bir ışık mı, yoksa is mi bırakıyor?
— Kirletiyor, doğru, ama...
— Mezar ve tapınaklardaki resimlerin bu maddeyle kirlen-
diğini düşünebiliyor musun?
— Tabiî ki hayır, ama zanaatkarlar bir kullanma yöntemi
bulmuşlar işte!

241
Mehi Işık Taşı'nı düşündü, ama galen ve bitüm ancak
önemsiz öğeleri olabilirdi taşın.
— Taşyağı çok işimize yarayacak, diye sürdürdü Dakter
sözünü. Kaleler de dahil, istediğimiz binayı yakmamıza, düşmanın
yüreğine korku salmamıza izin verecek.
— Aklından çıkar bu düşünceyi. Bilgin kasıldı.
— Sizi temin ederim ki...
— Firavun Cebel el - Zeyt madenlerinin kapatılmasını buyur-
du. Maden bölgesi sürekli korunacak, sarayın özel izni olmadan
kimse yanına bile yaklaşmayacak.
— Bu buyruğun ardında Hakikat Meydanı olduğundan
eminim!
— Hiç kuşkusuz Dakter. Zanaatkarlar senin araştırmalarını
sınırlandırmayacağını görüp, mezar kâtibinden veziri uyarmasını
istediler. Böylece bu tehlikeli yağın kullanımı yasaklandı.
— Girişimde bulunup firavundan kararını değiştirmesini
isteyelim.
— Böylesine aptal bir girişimde bulunmak için sakın bana
güvenme. Merneptah'ı karşımıza almanın, emre itaatsizlikle, asi-
likle suçlanmanın zamanı değil şimdi.
— Elimizdeki petrolle General, yepyeni bir silaha sahip ola-
caktık!
— Petrole sahip olmak için iktidarı ele geçirmek zorundayız.
Ancak o zaman ülkenin tüm doğal kaynaklarını istediğimiz gibi
kullanabiliriz.
— Yine de Hakikat Meydanı'nın sırlarından birini çözdüm!
— Sadece dokundun... Anlaşılan Işık Taşı'nı yapmak için
ustabaşının az miktarda bitüme ihtiyacı var, ama kuşkusuz kul-
landığı birçok malzemeden sadece biri bitüm. Buluşundan yar-
dımcılarına söz ettin mi?
Sakallı adam hakarete uğramış gibiydi.

242
— Bir tek siz biliyorsunuz. Not bile almadım.
— İşte bu güzel Dakter, aklın seni çok ilerilere götürecek.
Son derecede resmî yoldan, Teb güçlerinin silahlarının iyileştir-
mesi için çalışmalar yapmak emri vereceğim sana. Daha iyi
kılıçlar, daha etkili mızraklar, daha sivri oklara ihtiyacım var.
Gerektiği kadar bakırın olacak, istersen demir de. İlginç sonuçlara
varırsan kimseye bir şey açıklama, bana haber ver.
Yanında ustabaşı ile bilge kadın, Alim Tuti göğü inceliyordu.
Geceler boyu bakmış, sonunda Seth'in korumasındaki Merkür'ün,
Zümrüdüanka'nın doğumuyla ilişkili Venüs'ün, İki Ülke'yi aydın-
latmak, bilinmeyenin kapılarını açmakla görevli kızıl Jüpiter'in ve
göğün boğası Satürn'ün yerlerini belirlemişti. Astronomi ve ast-
roloji kitaplarına başvurup ölümsüz yıldızları, otuz altı dilime
bölünen Zodyak'ı oluşturan, ufukta bir görünüp bir kaybolan
yıldızları öğrenmişti Tuti. Her on günde bir yeni dekan kaybo-
luyor, gökteki canlandırma atölyesinde onarılıp yeniden görünür
oluyordu.
— Saat uygun, dedi Tuti.
Göğün incelenmesi tamamlandığında, Merneptah'ın tapınağı
gökteki ahenkle kusursuz bir uyum içinde olacak, bittiğinde de
göğün bütün bölümlerini yansıtacaktı.
Ustabaşı üstü örtülü Işık Taşı'nı tapınağın merkezine yerleş-
tirmiş, sonra da çalışmaların bitiminde bir mahzene gömülecek
olan deri parçasına çizilmiş planı sol ekibe vermişti.
Açıların kesinlikle dik olup olmadığını denetledi Nefer.
Düğümlerle on iki eşit parçaya bölünmüş ipini aldı, yere bir dik
açı çizdi, sonra da Baba Osiris, Anne İsis ve Çocuk Horus üçlü-
sünü temsil edecek üçgeni oluşturdu.
Çapayı kullanarak, tapınağın temel enerji okyanusu Nun'la
ilişkisini sağlayacak olan temel çizgiyi çekti ustabaşı, sonra da
taşıyıcı taşları doğuracak ana tuğlanın kalıbını yaptı.

243
Paneb bu törensel hareketleri uzaktan izliyordu. Sanki teh-
like şantiyede bir araya gelmiş iki ekibin çevresinde kol gezi-
yormuş gibi, pek rahat değildi. Şed'in muskası sayesinde tetikteki
bir yırtıcı gibi karanlığı delip her şeyi görebileceğine inanıyordu
genç dev.
Tıpkı zamanın yıpratıcı etkisine aldırmayacak önemli bir
olaya tanık olduklarının bilincindeki zanaatkarların ruhunu kap-
layan sükûnet gibi, olaysız geçti tören.
Nefer ile Işık, ellerinde birer tokmak, temel çizgi boyunca
çakılmış, arasında da tapınağın ölçülerini gösteren bir ip gerilmiş
kazıkların karşısına gelip durdu. Firavunun ve büyük eşinin tem-
silcileri olarak, kazıklan toprağa daha fazla saplamak için sert
birer darbe vurdular.
O andan itibaren, Işık Taşı'nda gizlenen tanrısal ateş, tapı-
nağı yaratmaya başlayacaktı.
— Bu ev ne kadar güzel! dedi Nefer. Bir benzeri yok, tüm
biçimleri doğrulukla tamamlandı, planı da keyif içinde yaratıldı.
Doğumunun arifesinde kutlama vardı, bitişi de neşeli olacak.
Süresi göğünkine eşit olsun.
— Eser parlasın ve tüm ülkede ısısın, dedi Işık. Işığı mutluluk
getirsin, tapınak evrenin hayatını belirtmek için sonsuza dek
gelişsin.
Ustabaşı temele değerli maden levhaları ve küçültülmüş
araçlar koydu: bir gönye, bir tesviye aleti, üzerine Merneptah'ın
tapınağının tüm orantılarının kazılı olduğu bir uzunluk ölçüsü ve
destek. Bir kapak, artık görünmez olan hazinenin üzerini örttü.
Nefer elindeki buhurdanlığı sallayarak inşaat alanını temiz-
leyip arındırdı, tapınağın ağzını bir asayla açtı, duyarlı düğüm
noktalarına dokundu ve geleneksel deyimle, "evi sahibine teslim
etti" ve dirilmeyi kabul eden yaratıcı ilkeye bıraktı.

244
Paneb gözünü bir tepeciğe dikmişti. Tepeciğin ardında
birinin töreni gözetlediğinden emindi, ama kuşkulu bir hareket
görmedi. Tören sona eriyordu, her iki ekibin zanaatkarları din-
ginlik içinde köye dönmeye başlamıştı. Genç dev arkasına baktı.
Kimse izlemiyordu onları. Dakter düş kırıklığına uğramıştı.
Fenike'den ithal ettiği ve kendi kullanımına ayırdığı büyü-
tücü cama rağmen, ilgisini çekecek bir şey görememişti. Törenin
çeşitli aşamalarını izlemek için çok uygun bir yer seçmişti, ama
tören dedikleri, bilimsel önemi olmayan bir dizi geleneksel hare-
ketten öteye geçmemişti.
Kimse sürekli örtülü kalan Işık Taşı'na dokunmamıştı. Tören
biter bitmez ustabaşı Işık Taşı'nı tapınağın merkezindeki taşın,
sabah ayinlerinin kutlanmasına bir an önce başlanabilmesi için
her bölümden önce yapılacak yaşamsal merkezin arkasına yer-
leştirmişti.
"Protokol, sadece işe yaramaz bir protokol" diye düşündü
Dakter. "Gerçek sırlar köyün içinde saklı."
O
Kırk sekizinci bölüm
Üzerinde milyon yıllık tapınağın kurulacağı alanın kutsan-
ması gibi önemli bir olayın ardından büyük bir şölen düzenlen-
mesi, kutsamanın da tanrılar onuruna yapılan kutlamalar takvi-
mine eklenmesi şarttı. Ustabaşının da önerisiyle, mezar kâtibi bu
hafta boyunca her iki ekibe de bir haftalık tatil verdi, Hakikat
Meydanı'nın çalışmalarından memnun olan vezirin gönderdiği et,
sebze ve çörek yenecek, şarap içilecekti.
Hain, bu dinlenme haftasından yararlanıp ortadan kaybo-
lamazdı, çünkü hazırlanmakta olan, hiç kimsenin kaçırmak iste-
meyeceği bir aile kutlamasıydı. Evler çiçeklerle süsleniyor,
yemekler pişiriliyor, açık havada sofralar kuruluyor, testiler taze
şarapla dolduruluyor, kutlamalara katılacakları bilinen ataların
245
mezarlarına armağan bırakmak unutulmuyordu. Kadınların, ço-
cukların, erkeklerin kahkahaları eserin devam ettiğinin en sağlam
kanıtı değil miydi? Kapkara bile kedilerle barış imzalamıştı. Gırt-
lağına kadar sığır eti ve taze sebzeden sonra, o yakalanmaz yara-
tıkların peşine düşmeye hiç mi hiç niyetli değildi. Yeşil maymuna
gelince, Paneb'in yumruk ve küçük sopalarla yapılan kavgaların
temel inceliklerini öğretmek üzere evine topladığı küçük çocuk-
ların eğlencesi olmaya devam ediyordu.
— Daha tehlikeli rakipler bulamadın mı? diye alay etti Güçlü
Naht.
— Yine kavga mı istiyorsun?
— Güreşin olmadığı bir şölen, şölen değildir... Herkes en
güçlü iki adamın biz olduğunu biliyor. Öyleyse bu gece doğrudan
finali yapalım mı, nalbant dükkânının yanında?
— Beni ilgilendirmiyor.
— Ben orada olacağım. Tabiî, tereddüt etmekte haklısın...
Demek sonunda benimle boy ölçüşemeyeceğini anladın? Korku
iyi bir nasihattir, bazı durumlarda da alçaklık tek çıkar yol.
Paneb'in çevresinde çocuklar olmasa, kuşkusuz bu denli ileri
gidemezdi Naht.
— Sen yine de dikkatli ol, dedi Cesur. Bu yumurcaklardan
biri bir yerini acıtabilir. Yaralı bir rakiple boğuşmak istemem.
Firuze, ilk kez bir arada oluyorlarmışçasına sevişen Paneb'in
saçlarını okşadı.
— Bu ne kuvvet! Acaba bir gün sakinleşecek misin?
— Sen bu kadar güzel olmaktan vazgeçecek misin?
— Tabiî... Yıllar beni unutmayacak ki.
Paneb yatağın üzerinde çıplak yatan, şimdiye kadar olmadığı
kadar çekici kadına baktı.
— Yanılıyorsun Firuze, Sende zamanın yıpratamayacağı özel
bir güzellik var.

246
— Yanılan sensin, o mucize sadece bilge kadım koruyor.
— İçgüdüm beni hiç yanıltmadı... Tutkularımızın hep bu
kadar yoğun olacağını hissediyorum.
Sevgilisinin tattığı zevk kadar keyif alan güzel kadın,
Paneb'in söylediklerine inanmak isterdi elbet. Çoğu kez aşırı ve
çekilmez olurdu Paneb, ama öylesine cömert, yaşamaya öylesine
âşıktı ki, onun ateşiyle yanmak bile keyiflendiriciydi.
— Naht'la dövüşüp iyi bir ders vereceğim. Belki ondan sonra
beni rahat bırakır. Firuze Paneb'i okşamayı kesti.
— Dövüşmekten vazgeçmelisin.
— Neden?
— Korkuyorum.
— Sen de benim gibisin, Firuze, hiçbir şeyden korkmazsın!
— Önerimi kabul et.
— Eğer Naht'ın karşısına çıkmazsam, tüm ekip beni bir
korkak olarak görecek ve orada yerim kalmayacak. Sen üzülme,
Güçlü'nün beni yenmesi imkânsız.
Gecenin sıcağında, şölen tüm hızıyla sürüyordu. Paneb'in
örülmüş sazlarla yapılmış bir koltuğa oturtulmuş ve kayışlarla
bağlı oğlu, gözünü bir an bile kırpmıyordu. Lekesiz Uabet, yeni
bir çığlık gösterisine meydan vermemek için, oğlunu uykuya
yatırmaya çalışmaktan vazgeçmişti.
— Gökbilimci olduğunu bilmiyordum, dedi Paneb, Harge
şarabından fazla kaçırdığı her halinden belli olan Tuti'ye.
— Doğrusunu söylemek gerekirse, gökte yaşayanları izle-
meyi ve "aralarında ne yanlış ne de hatanın yaşayamadığı" yıl-
dızları incelemeyi bilge kadın öğretti bana. Töreni tam zamanında
başlatmak ve on günde bir yeni zaman diliminin önemini usta-
başına bildirmek için saatler bölümüne verildim. Doğruluğunu
yitirmemek için, Hakikat Meydanı göğün hareketleriyle sürekli
ilişki içinde olmalı. Ölümsüz yıldızların görünmez bir merkez

247
çevresinde döndüklerini, bütünün de dünyanın ekseninin devi-
nimleri yüzünden hareket ettiğini biliyor musun? Yıldızlar ile
gezegenlerin hareketlerini bilmek, Tanrıça Nut'un sonsuz bede-
ninde nasıl yer değiştirdiklerini anlamak, mimarın evreni her an
nasıl tasarladığını görmek değil midir?
Paneb omuzlarında bir bakışın ağırlığını duydu. Döndü,
çevresindeki eğlenceye aldırmadan Hathor Tapınağı'na yönelen
Işık'tan başka kimseyi görmedi.
— Burada kal, dedi Tuti. Şölen henüz bitmedi.
Genç dev kalktı, bilge kadının peşinden gitti. İçinde daya-
nılmaz bir çağrı duyuyordu, sanki şimdiye kadar sımsıkı kapalı
olan bir kapı açılacakmış gibi. Bir duvara dayanmış, dudaklarında
usulca bir tebessümle duran Kurtarıcı Şed'i görmedi.
Işık tapınağın eşiğinden atladı, üstü açık avluyu geçti, fitil-
lerinden duman çıkmayan kandillerin aydınlattığı birinci salona
girdi, tırmanmayı kolaylaştıran alçak basamaklı dar merdivene
yöneldi.
Paneb tapınağın damında, dolunayı seyrederken buldu onu.
— Akıllı olan evren, dedi bilge kadın. Bizi yaratıp düşünen de
o. Hayat bu sınırsız boşluktan doğuyor, bizler o yıldızların
çocuklarıyız. Gecenin güneşine dikkatle bak, Seth'in bin parçaya
bölemediği Horus'un gözüne bak. Ayın öleceğini sanırız ama,
karanlıkları aydınlatmak için yeniden doğar o. Dolun olduğunda
tüm bölgeleriyle Mısır'ı göğün bedeninde canlandırır, ay Osiris'in
ölüler arasından sağ dönmesine izin veren kusursuz gözdür. Sen,
Ressam, o gözü sakinleştir, yolumuzu aydınlatacak bakışlara dön-
dürmek için eserlerinle yeniden hayat ver. Her yıl üç kez, kayıp
gözü bulur Tot, onu toplar ve yerine koyar;* [Birinci mevsimin 2.
ayının 21.; ikinci mevsimin 1. ayının 5. ve 29. günleri.] şimdi de biz
tam üçüncü seferdeyiz. Bundan böyle, Şed'in sana verdiği muska

248
seni gökte kazılı resimlere bağlayacak, elinin görmesini sağla-
yacak.
Paneb tapınağın damında yalnızdı; köyden yükselen şölen
gürültüsünü duymuyor, dolunayın ışığında yıkanıyordu. Işık'ın
öğüdüne uymuş, muskasını gecenin güneşine sunmuştu.
Paneb, Tot'un dolunayının ressam gözlerini açtığı şu sırada,
artık harika bir dünya düşlemiyor, bu dünyayı gerçekleştirebile-
ceğini biliyordu. Öğrenilen yöntemlere asıl olan eklenmişti; elle-
rinin çizmeyi becereceği bir iç görüntü. Bu yeni değişimin sorum-
luları bilge kadın ve Kurtarıcı Şed'di.
O alaycı adam, yardımcısına hâlâ eksikliğini duyduğu güç
işaretini, bilge kadının anlamını açıkladığı basit muskayı ver-
mekle benzersiz bir cömertlik göstermişti.
Öteki, loncanın ruhanî anası da, Paneb'e yeniden doğuşu
armağan etmişti. Ağır adımlarla evine dönerken fırçalarından fır-
layacak yüzlerce biçimi düşündü; Şed'i bulmak, onunla konuşmak
istiyordu. Kuşkusuz bir firavun mezarının duvarlarına hayat
verme fırsatını bağışlayacaktı ustası.
— Konuştuklarımızı unutmadın değil mi Paneb? Güçlü
Naht'ın sesi saldırgan olduğu kadar da sarhoştu.
— Git yat, sarhoşsun sen.
— İçkiye karşı senden daha dayanıklıyım, sümüklü! Omuz-
larını yere çivileyeceğime bir iskemlesine iddiaya girdim.
Lekesiz Uabet Aperti'yi kollarında sallarken ayaklarını daya-
yacağı bir iskemle istemişti. Yine de Firuze'nin uyarısını hatırladı
Paneb.
— Şölenin içine etmeyelim Naht. Seni yaralamak istemiyo-
rum.
— Alçağı tekisin sen... Resim yapa yapa kasların yumuşamış.
Ben yontucuyum, bir dişi değil!

249
— Bence sen benden özür dileyecek aşağılık birisin. Ressa-
mın sözleri salya sümük bir kahkahayla karşılandı.
— Peki Naht. Bu anlaşmazlığı hemen şimdi çözelim.
Nalbant dükkânının yanında öteki yontucular bekliyordu;
Halat Kasa, Burun Fened ve Somurtkan Karo. Hepsinin de elinde
kupalar.
— Sonunda gelebildiniz! diye bağırdı Kasa. Biz üçümüz,
dövüşün hakemleriyiz... Temiz bir dövüş olacak ha, kalleşlik yok!
Üç zanaatkarın da gözkapakları kapanacak gibiydi, Naht'ın
hiçbir uyanda bulunmadan giriştiği ilk saldırı üçünü de uyan-
dırdı.
Paneb yana sıçrayarak rakibinin birleştirdiği yumrukların-
dan kurtuldu.
— Kaçıyorsun dişi, benden korkuyorsun! Gel, yaklaş cesa-
retin varsa.
Naht'ın kaslı vücudu etkileyiciydi etkileyici olmasına da,
esnek değildi. Paneb adamın bacaklarına dalıp kaldırarak denge-
sini bozmak istedi. Ne var ki elleri rakibinin vücudunda kayınca,
kendini yerde buldu.
Hızla ayağa kalkıp kurtulmaya çalışmasına rağmen, kabur-
galarına güçlü bir tekme yedi; tekmenin yanında da kahkahalar.
— Beni yakalayamaman için vücudumu yağladım... Yenilmez
oldum artık, çok acı çekeceksin!
Eğer Paneb'in gözündeki öfkeyi görebilmiş olsaydı, dövüşe
son verirdi Naht. Göğsüne çarpan koç başının nasıl bu kadar
güçlü olduğunu anlamadı. Yontucu kendini yerde, sırtüstü yatar-
ken buldu, kollarını kaldırmaya çalıştı, ama Paneb omuzlarını
yere çivilemişti bile.
— İskemle yarın evimde olsun, diye bağırdı genç dev izleyi-
cilere. Yoksa Naht'ın evini tuğlalarını tek tek sökerek yıkarım.
A
250
Kırk dokuzuncu bölüm
Cömert Didya Paneb'in evinin kapısını çaldı. Kapıyı kolla-
rında oğluyla Lekesiz Uabet açtı.
— İskemleyi getirdim, dedi marangoz.
— Ama... ben senden bir şey istemedim ki!
— Yontucular bu iskemlenin acil olarak buraya getirilmesini
söyledi. Onun için hazır olan bu iskemleyi seçtim. Sağlamdır,
bana güvenebilirsin!
— Paneb hâlâ uyuyor, gidip uyandırayım onu.
Genç dev koca koca duvarları güneşe ve aya tapan Firuze
resimleriyle donattığı harika düşünden uyanmak zorunda kaldı.
Gerçeğe dönerken sol böğründe hafif bir acı duydu. O Naht
hayvanı bir kaburgasını kırmıştı.
— Didya seni görmeye gelmiş, dedi Uabet tatlı sesiyle.
— Tatil günü neden rahatsız ediyormuş beni?
— Bir iskemle yüzünden.
Kafası hâlâ dalgın olan Paneb olayı hatırladı, neşeli bir kah-
kaha atıp karısıyla oğluna sarıldı.
— Senin için bir armağan Uabet!
— Doğru, bir iskemle istiyordum, ama bu kadar acele değildi.
— Fırsatları kaçırmamak gerek. Ben açım! İskemleyi kutla-
mak için Didya'yı yemeğe alıkoyalım mı?
Sokaktan bir tartışmanın sesleri yükseldi. Paneb fırladı,
Didya'yla çekişen İmuni'yi gördü. Küçücük, sıska kâtip yar-
dımcısı, marangozun iri gövdesinden ürkmüyor gibiydi.
— Canımı sıkıyorsun İmuni. Yazıhanene dön, meslektaşımı
da rahat bırak. Kâtip öfkeyle Paneb'e döndü.
— Bu köyde yasalar var, ne sen ne de bir başkası yasalara
karşı gelemez.
— Bakalım şimdi neler çıkaracaksın?
İmuni ayağını muzaffer bir komutan gibi iskemleye dayadı.

251
— Bu eşya, dedi. Bunu da mı ben çıkarıyorum?
— O benim, senin ilgilenmen gerekmez.
— Tam tersine! Bu iskemlenin bir cenazeye ait olup olmadı-
ğını, marangoz ile senin karanlık bir kaçakçılığa soyunup soyun-
madığınızı bilmem gerek.
Paneb kollarını kavuşturdu, meraklı bakışlarını İmuni'ye
dikti.
— Saçmalıklarını herkese anlatmanda şaşılacak bir şey yok,
ama tam da teslimat sırasında burada bulunman dikkatimi çekti...
Sakın biri sana bilgi vermiş olmasın?
— Önemi yok. Didya iskemlenin çalıntı olmadığını hemen
kanıtlasın, yoksa ikinizi de şikâyet ederim!
— Duş yapmadan keyfim yerine gelmez dedi Paneb. Bu
sabah da duş alacak zaman bulamadım. Sana kim haber verdi
İmuni?
Dev adamın sesindeki değişiklikten, ateşle daha fazla oyna-
masının tehlikeli olacağını anladı kâtip yardımcısı.
— Naht dedi... Didya'yı iskemleyi vermesi için zorladığını,
seni hırsızlık ve şantajdan mahkûm ettirebileceğimi söyledi.
— Seni tanıdığım kadarıyla, suçlamanın hazır olduğunu
sanmakla yanılmıyorum, değil mi?
İmuni gözlerini içinde bir papirüsün bulunduğu deri keseye
indirdi.
— Bana kalırsa gerçek ortada.
— Bana kalırsa da, dedi Paneb ürkütücü bir sükûnetle.
— Öyleyse, itiraf mı ediyorsun?
— Yalanlar yazmana izin vermemek gerek, İmuni. Eğer bu
yolda devam edersen gerçekten zarar vermeye başlayacaksın.
Sana doğru yolu bulman için yardım etmem gerek.
Paneb kâtibin elinden avadanlıklarını koparırcasına aldı,
keseyi ve papirüsü yırttı, fırçayı, mürekkep topaklarını ve su

252
kabını parçaladı. Malzemesiyle aynı kaderi paylaşacağından
korkan İmuni, tabanları yağladı. Paneb eline iskemleyi aldı.
— Uabet çok sevinecek, dedi Didya'ya. Gel de birlikte kah-
valtı edelim.
— Gırtlağım alev alev yanıyor, dedi Araştırmacı İpuy. Her
zamankinden daha gergindi. Karım boğazımın şiştiğini, zayıfla-
dığımı söylüyor. Galiba ateşim yükseliyor, kutlamalardan sonra
vadiye dönüp çalışacak durumda olamamaktan çekmiyorum.
Işık değişik noktalara basarak İpuy'un nabzını ölçtü. Araş-
tırmacı en ufak ağrıda bilge kadına başvurup ek dinlenme isteyen,
sürekli yakınanlardan olmamıştı hiç.
— Yüreğinin sözleri karışık, dedi sonunda. Daha önce gel-
meliydin.
— Önemli bir şey mi?
— Ağzını aç, kafanı da arkaya yatır. Beklediğini gördü.
— Tanıdığım ve iyileştirebileceğim bir hastalık, diye açıkladı.
Ama uzun bir süre şikâyet etmeden acı çekmişsin. Böylesi kah-
ramanlığın hiçbir değeri yok İpuy. Boğazındaki iltihap biçim
değiştirebilir ve tedavi edilemez bir ura dönüşebilirdi.
Bilge kadın selefinin bıraktığı iltihaplı hastalıklar kitabındaki
orantıları izleyerek sarımsaktan, bezelyeden, kimyondan, deniz
tuzundan, ince undan, nezleotu çekirdeklerinden, baldan, yağdan
ve hurma şarabından oluşan bir karışım hazırladı.
— Bu ilacı yuvarlak topaklar halinde yutacaksın, dedi İpuy'a.
Bir hafta boyunca, günde yirmi topak. Cerahat hızla kaybolacak
ve rahatlayacaksın. Sonra hastalığın tümüyle iyileşene kadar
yapacaklarını söylerim sana.
İmdat sesleri muayeneyi çabucak sona erdirdi. Kâtip İmuni
köy halkını ayaklandırmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

253
Suskun Nefer sessizliği sağlamayı ve zanaatkarların şaşkın
bakışları altında titreyen İmuni'nin suçlamalarını dinlemeyi
başardı.
— Malzememi parçaladı... Deli o!
— Kimden söz ediyorsun?
— Paneb'den! Polisi çağırıp tutuklatmak gerek, yoksa bütün
köyü yıkacak. Yataktan çıkamayan Naht'ın dışındaki yontucular
gülmemek için zor tutuyorlardı kendilerini. İmuni tuzağa düşmüş,
Paneb de beklentilerinin ötesinde tepki göstermişti.
— Git Paneb'i getir, dedi ustabaşı Âlim Tuti'ye.
Tuti az sonra sıcak bakla doldurulmuş bir çöreği yutmaya
çalışan Paneb ve Didya'yla birlikte döndü.
— Koruyun beni! diye haykırdı İmuni yontucuların arkasına
saklanarak.
— Kâtip yardımcısının malzemesini kırdın mı? diye sordu
Nefer Paneb'e.
— Ben sadece yalanlarını sildim, hatta loncaya iyilik ettiğimi
sanıyorum. Eğer ben İmuni'ye hak ettiği dersi vermeseydim,
sonunda kendini çok önemli biri gibi görmeye başlayacaktı.
Yerinde kalıp mezar kâtibinin emirlerini yerine getirsin, her şey
yolunda gider.
İmuni öfkeden kıpkırmızıydı, saldırıya geçti.
— Paneb hem hırsız hem şantajcı, üstüne üstlük suçlama
belgemdeki kanıtları yok etti !
— İşte şimdi ileri gittin diye kükredi Paneb! Ustabaşı arala-
rına girdi.
— Şiddet yok, Paneb! Verecek cevabın var mı?
— Bu sürüngene cevap vermemi mi istiyorsun?
— Önemli olan, gerçek.
— Gerçeği ben anlatayım, dedi Didya. Yontucular benden
hemen Paneb'e bir iskemle teslim etmemi istedi, ben de dışarıda

254
satmak için yaptıklarımdan birini götürdüm. Bu işte ne hırsızlık
var ne de şantaj, ama merak ettiğim bir şey var, paramı kim
verecek?
— Güçlü Naht, dedi Paneb, tüm olup biteni açıklayarak.
— Yine de çok karmaşık, dedi Çakal Unes. Mahkemeyi top-
lamak gerekmez mi?
— Tanrı Amon'un sopası yeter, diye karar verdi ustabaşı.
Çünkü bu olay sanıldığından da açık.
Paneb kulaklarına inanamadı.
— Tanığım var, İmuni beni haksız yere suçluyor, yontucular
da Naht'ın yenilmesinin öcünü almaya çalışıyor... Buna rağmen
beni yargılamayı mı düşünüyorsun?
— Kâtip yardımcısının malzemesini parçalayarak suç işledin,
dedi Nefer. Hakikat Meydanı bize yapmayı öğretiyor, yıkmayı
değil. Koşullar ne olursa olsun bunu asla unutma.
Elinde bir ucu ustaca yontulmuş, tepesinde parlak kırmızı bir
güneş taşıyan koç başı biçiminde ağır bir asayla, sol ekibin öte
dünyanın kapı nöbetçisi kadar asık suratlı önderi dikildi genç
devin karşısına. Bilge kadın da oradaydı.
— Paneb, yalan söylemediğinde ısrar ederek tanrısal gözlere
bakacak cesareti bulacak mısın?
— Sana güveniyorum.
Dev adam siyah akik gözleri canlıya benzeyen yaldızlı
kafaya dikti gözlerini. Köy halkı isteklerini bildirmek ya da dua
etmek için Amon'un koçuna başvururdu, dostunun sessiz toplu-
luk önünde yargılanması için de koç başının içindeki gizli güce
güveniyordu ustabaşı.
Paneb kısa sürede, köyün doğuşu sırasında heykeli yapan
büyücünün, koç başına insanın iradesini kıracak bir güç verdiğini
anladı.

255
O acımasız bakışın içindeki görünmez alevlerden kaçınmak
için, gözlerini indirmek ve bağışlaması için tanrılara yalvarmak
geçti içinden. Ne var ki içindeki gerçeğin gücü başını dik tutma-
sını, kutsal koç başı karşısında eğilmemesini sağladı.
Güneşin çemberi birden gücünü yitirdi, ağır sopa uzaklaştı.
— Paneb loncaya karşı ağır bir suç işlemedi, dedi bilge kadın,
tanrıların öfkesini de çekmiyor.
— Yine de İmuni'nin malzemesini tazmin etmesini istiyorum,
dedi ustabaşı. Genç dev sessiz kaldı.
Yontucularının arkasına sığınmış kâtip yardımcısı Nefer ile
Paneb'in dostluğunun sonsuza dek sürmeyeceğini düşündü.
n
Ellinci bölüm
Mezar kâtibi, çalışma odasına iki ekip önderi ile bilge kadını
çağırmıştı. Dinlenme süresi bitiyordu, kararlar almak gerekecekti.
— Sol ekip ustabaşının hazırladığı, kralın da onayladığı çizim
doğrultusunda, milyon yıllık tapınağın yapımına başlayacak. Bir
itirazın var mı, Hay?
— Hiçbir itirazım yok.
— Şantiye kapalı olacak ve polis tarafından korunacak. En
ufak bir olayda Şef Sobek'i uyar.
Sol ekibin önderi, başıyla onayladı.
— Sizlerle görüşmek istediğim diğer iki nokta, çok daha
duyarlı: Krallar Vadisi'ndeki çalışmaları yeniden başlatmak ve
bulduğumuzu Sobek'e de anlatmak konusunda ne düşünüyorsu-
nuz?
— Kral mezarını kazmak çok önemli, diye kestirip attı Nefer.
Tehlikesi ne olursa olsun ben devam edeceğim.
— Öyleyse aramızda bir hain olduğunu Sobek'e söyleyelim.
— Ben buna karşıyım, dedi sertçe sol ekip önderi. Bunlar
bizim sorunlarımız, bizden başka kimseyi ilgilendirmez.
256
— Tepkini anlıyorum, dedi Işık. Ama Sobek düşmanımız
değil. Köyü seviyor, huzur istiyor, yardımına da ihtiyacımız var.
— Bizim için, ne utanç! Böylesi, loncanın bütünlüğünü
bozmaz mı?
— Bütünlüğü bozmaya çalışan, yeminini çiğneyen o sefil. Bu
utancı dikkatsizliğimize borçluyuz.
— Bir koşulum var, dedi Hay. Sobek öğrendiklerini bir sır
olarak saklasın.
5. Tabya'nın tek rahat koltuğuna kurulmuş Kenhir'in karşı-
sındaki hasıra oturmuş Sobek gergindi.
— Anlattıklarınız beni şaşırtmadı, dedi sonunda mezar kâti-
bine. On yıldan beri adamlarımdan birinin katilini arıyorum, o
katilin köyde saklandığına da eminim. Bundan daha iyi bir
sığmak olabilir miydi? O gölge yutucusu şimdi de size zarar
vermeye loncanın içini oymaya çalışıyor. Gerçeği kabul edin,
Kenhir. Uzun zaman önce hazırlanmış bir komployla karşı karşı-
yayız. Hakikat Meydanı'nda soruşturma yapma yetkisine sahip
olmadığıma göre bu görev size düşüyor... O gölge yutucusu daha
önce de cinayet işledi, güvenliğinin ve kimliğinin tehlikeye düş-
tüğünü anlarsa yeni bir cinayet işlemekten çekinmeyecektir.
— Ya sen, sen ne yapmayı düşünüyorsun?
— Adamımızın dışarıdaki suç ortaklarıyla temas etmesi
gerekecek, sonunda da bir hata yapması kaçınılmaz.
— Şimdiye kadar olmadı bu dediğin.
— Biliyorum, Kenhir, biliyorum... Yakalanmaz olduğuna
yemin edilebilir, uykularımı kaçıran da bu ya. Ama tek umudum
bu.
— Kimseye bir şey anlatmayacağına yemin etmen gerek.
— Üstlerim için rapor yazmak zorundayım, bir de...
— Senin üstlerin firavun, vezir ve benim. Seni ben korurum,
Sobek. Eğer gerekirse, firavuna bile açıklarım olanları. Ama başka

257
polislerin köyde ne olup bittiğini öğrenmeleri söz konusu bile
olamaz. Biz sadece sana güveniyoruz. Nübyeli duygulanmıştı.
— Firavun adına, susacağıma yemin ederim. Yaklaşanlar
vardı.
Merneptah'ın mezarını korumakla görevli polis memuru
Tuşa emindi; yaklaşan biri vardı. Çıplak ayaklar kumun üzerinde
neredeyse hiç ses çıkarmıyordu, ama tehlikenin farkına varacak
kadar hassastı Nübyelinin kulakları. Tuşa hançerini kılıfından
çıkardı, saldırgana öldürücü darbeyi vurmak için kayaya yapıştı.
Şantiyeye ilk gelen Paneb, nöbetçiyi göremeyince şaşırdı.
Sobek'in adamlarının ne denli ciddi olduklarını bildiğinden,
tek bir sonuç vardı kafasında; Tuşa ortadan kaldırılmıştı.
Eğer saldırgan hâlâ çevredeyse, kaçmasına izin vermeyecekti
Paneb. Öteki Paneb'in yaklaştığını duymuşsa, mezarın girişinin
yakınında, duvara yapışmış halde bekliyor olmalıydı.
Oradaydı öteki, hissediyordu. Korkusunu ve öldürme arzu-
sunu da hissediyordu. Paneb mezarın kapısından içeri atıldı, yere
düşüp yuvarlanmaya başladı. Şaşkın Nübyeli hançerini boşluğa
salladı. Genç dev hem bacaklarına bir çelme takmış, hem de bile-
ğine silahını düşürtecek kadar şiddetli vurmuştu.
— Ama... sen polissin?
— Sen de ekiptensin!
— İşini iyi yapıyorsun, dostum!
— Eğer sen meslek değiştirmeyi düşünüyorsan, Sobek seni
hemen işe alır.
— İşte buna şaşarım.
Ustabaşı ile diğer zanaatkarlar mezarın ağzına vardı. Nübyeli
ve Paneb de yerden kalktı.
— Neler oldu? diye sordu Nefer.
— Güvenlik önlemlerini sınamak için bir tatbikat, dedi
Paneb. Tuşa sayesinde, mezar güvende.

258
Kenhir kayaya kazılmış gölge koltuğuna yerleşti ve malzeme
dağıtımını denetledi. Sağ ekip üyeleri ustabaşının gözetimi altın-
da kazmaya devam edecekti. İnce bakır kalemler alan Kurtarıcı
Şed ile Paneb'in dışında.
— Bizim için hassas çalışma şimdi başlıyor, diye açıkladı Şed.
Açılan bölümde, olabildiğince düz bir duvar hazırlayacağız.
Kusursuz bir destek olmasa, resim neye benzerdi?
Paneb boynundaki muskaya dokundu.
— Değiştin, dedi Kurtarıcı. Hep aynı öfke, ama çok daha
fazla güç.
— Gözlerimi açtın, Şed. Sana nasıl teşekkür edeceğim?
— Benden daha iyi bir ressam olarak. Ötekiler emirlerimi
yerine getirecek; sendense daha fazlasını bekleyeceğim.
— Sana önereceğim yüzlerce eskiz var.
— Bir kral mezarının gerektirdiği betimlemeye bağlı kalarak
daha yaratıcı olman için, herhalde hiçbirini kabul etmeyeceğim.
Betimlemeye sadık kalırsan sanatımızın sırlarından hiçbiri senin
için erişilmez olmayacak.
Geçitte geçirdikleri gece boyunca yıldızlar ile ayı izlemişti
Paneb. Enerji dolu göz muskası tüm yorgunluğunu siliyordu,
eline kısa saplı bir keser aldı ve heyecanla kayanın üzerindeki son
çıkıntılara girişti, taşın yüzünü cilalamak için çakıl taşlan kulla-
nacaktı daha sonra. Kireç uzmanıydı o, ince alçı ve şeffaf tutkal
karışımı bir destek katı sürerdi. Sonra, sonra her resmin yerini
alması, görüntünün bütünlüğüyle ahenk içinde yaşaması için
duvarı kafeslere bölmek, ressamların işiydi.
Yontucular anıtsal kapının üzerindeki taşı tamamlamak üze-
reydi. Taşta, firavunun ruhunun dirilişi anlamında, İsis ve
Neftis'in koruyuculuğunda güneşin yeniden canlanmasını temsil
eden göz alıcı renklerde bir böcek ile bir koç görünüyordu. Kur-

259
tarıcı Şed yardımcısına duvarları süsleyecek temaları açıklarken,
mezar yavaş yavaş tamamlanıyordu.
Serketa kırmızı saçaklı yeşil elbisesini çıkardı, hesaplı bir
yavaşlıkla bir başkasını, göğüslerini açıkta bırakan sarıyı giydi.
— Güzel miyim, tatlı aşkım?
— Harika, dedi Mehi. Zorlu bir gün geçirmiş, içten gelen
rüşvetçilik dürtüsü sayesinde yeni insanlar bağlamıştı kendine.
Gerek Teb'in batı yakasında gerekse doğu yakasında çalışkanlı-
ğını ve kusursuz yöneticiliğini örnek gösteren ateşli taraftarlar
kazanıyordu. Sevgili eşi de şölenler sırasında bölgenin ileri
gelenlerini tavlıyor, varlıklı ve güçlü çifte hayran yöneticileri
Mehi'nin yanına çekiyordu.
Böylece, güney yakasının etkili insanlarından hiçbirini dışa-
rıda bırakmayacak ağını sabırla örüyordu Mehi. Tüm ülkeye
girişmeden önce, daha uygun bir deneme alanı bulunabilir miydi?
Mehi'ye bir ziyaretçisinin geldiğini bildirecek uşak ne yapa-
cağını bilemiyordu. İmrendirici hareketlerle yeniden soyunmaya
başlayan Serketa'yı görmemek için önüne eğmişti başını.
— Başkentten gelen bir subay sizinle görüşmek istiyor.
— Kabul salonuna al, içecek bir şeyler sun. Serketa kocasına
süründü.
— Perdenin arkasına saklanıp, konuşmanızı dinleyebilir
miyim?
— İyi olur.
— Bu askerden de kurtulmamız gerekmez mi?
— Belki. Ama daha çok erken.
Yeni bir cinayet olasılığı Serketa'yı öylesine tahrik etti ki,
heyecanını Mehi'ye belli etmekten alamadı kendini. Kabul salo-
nundaki subay biraz daha sabredecekti.
— Ne haberler? diye sordu general.

260
— Merneptah ülkeyi çelik pençeyle yönetiyor, diye cevap
verdi subay. Bir taraftan da sağlığının çok iyi olmadığı söylenti-
leri dolaşıyor.
— Yerini alacaklar içinde kimin yolu daha açık görünüyor?
— Oğlu Sethi, ama daha önemli haberler de var; kışlalardaki
hareketlilik gün geçtikçe artıyor. Firavun, Per Ramessu ve Memfis
silahçılarından önemli sayıda kılıç, mızrak ve kalkan istemiş.
— Manevra mı varmış?
— En akla yakın geleni bu. Suriye ve Filistin'de yapılacak bir
güç gösterisi, ayaklanma heveslerini söndürür. Kabile reisleri
Merneptah'ın Ramses'ten çok daha güçsüz olduğunu sanıp ciddi
ayaklanmalar çıkartabilir.
— İnandırıcı belirtiler gördün mü?
— Söylediğimin ötesinde bir şey bilmiyorum, General. Bana
kalırsa durumu daha iyi değerlendirebilmek için Per Ramessu'ya
gitmelisiniz. Teb'de tek başına kalmak size göre değil, özellikle de
ününüzün yayılıp firavuna yakın görevlilerin sizinle tanışmak
için can attığı bir sırada.
Subay haklı olmasına haklıydı da, böylesi bir yolculuğa
çıkabilmek için çok geçerli bir neden gerekiyordu. Bu nedeni de
Hakikat Meydanı sunacaktı Mehi'ye.
O
Elli birinci bölüm
Zanaatkarlar sekiz günlük yorucu bir çalışmadan sonra,
yeniden Krallar Vadisi'ndeki işlerinin başına dönmeden önce kırk
sekiz saatlik tatillerinden yararlanıyordu.
Sükûnetleri bağırıp küfreden, ellerine geçen tabak çanağı
birbirlerinin kafasına fırlatan bir çift tarafından bozuldu apansız.
— Sanki Fened'in evinden geliyor, dedi Lekesiz Uabet, oğlu-
nu havaya fırlatıp son anda tekrar yakalayan, Aperti'nin neşeli
kahkaha ve çığlıklarıyla eğlenen kocasına.
261
— Karısıyla ufak bir tartışma... Söylenenlere bakılırsa hiç de
cana yakın biri değilmiş.
— Daha çok yumruklaşmaya benziyor. Gidip araya girmen
gerekmez mi?
Paneb Fened'i severdi, oğlunu Uabet'in kucağına bıraktı,
sokağa çıkıp yontucunun kapısı açık evinin önüne vardı.
Kaymaktaşından yapılmış güzel bir tabak, genç devin kafa-
sını sıyırıp geçti.
— Sakin olun! diye bağırdı.
Fened küçük beyaz evden koşarcasına fırladı, kapıda
Paneb'le çarpıştı.
— Kaçalım! dedi soluk soluğa. Karım çıldırdı!
Havada uçuşanları görünce, Paneb arkasına bakmadan kaçan
Fened'in peşine takıldı.
Menzil dışına varınca, duraklayıp soluklandılar.
— Yardımların için teşekkür ederim, ama çıldırmış bir kadına
karşı bir dev ordusu bile az gelir. Bu kez fazla ileri gitti... Boşana-
cağım.
— Biraz düşün... Onu neyle suçlayacaksın?
— Hiçbir konuda anlaşamıyoruz, boşanmak daha hayırlı
olacak.
— Bu ciddi bir karar Fened, belki hâlâ barışabilirsiniz.
— Beni hiç anlamıyor, ben de onu.
Kararlı adımlarla Kenhir'in kabul odasına girdi Fened, mezar
kâtibini mezar günlüğünü yazarken buldu.
— Boşanmak istiyorum.
Mezar kâtibi başını işinden kaldırmadı.
— Evinden taşınmak gerekeceğini, mallarından en az üçte
birini karma bırakmak zorunda kalacağını, onun da bu kadarıyla
yetinmek istemeyeceğini biliyor musun?
— Bu benim için ölüm kalım meselesi haline geldi.

262
— Bu kadar ciddiyse, yardımcım gerekli belgeleri hazırlar.
Kenhir papirüsleri dosyalamakla meşgul İmuni'yi çağırdı.
Kâtip yardımcısı Fened'i şaşırtacak ölçüde duyarlı ve anla-
yışlıydı; yontucu onun sayesinde boşanma işlemlerine belirli bir
iyimserlikle yanaştı. Son bir arabuluculuk girişiminde bulunmak,
iki tarafı dinlemek ve malları paylaştırmak köy mahkemesinin
göreviydi. Bütün bunlar yapılıncaya kadar, Fened İmuni'nin
yanında kalacaktı.
Paneb karısıyla oğlunun yanına döndüğünde oldukça
düşünceliydi.
— Ciddi bir şey değildir umarım, dedi Uabet.
— Fened boşanıyor.
— Ama... ama bu korkunç bir şey!
— Yüzüne baksan, böyle bir karar aldığına inanamazsın.
Tuhaf... Sanki şaka yapıyormuş gibi geldi bana.
— Zanaatkarlar müstakbel kanlarına onları nelerin bekledi-
ğini anlattıkları, kadınlar da burada nasıl bir hayat yaşayacakla-
rını bildikleri için, burada öteki köylere oranla daha az boşanma
görülür. İyi de Fened niye böyle bir kandırmacaya gerek duyuyor
olabilir ki?
— İnsanları karısıyla anlaşamadığına inandırmak için.
— Ne amaçla?
— Hiçbir fikrim yok.
— Beni meraklandırıyorsun, Paneb. Karısıyla konuşup ger-
çeği öğrenmeye çalışacağım.
Paneb mutfak için su getirmiş, kandilleri yakmaya girişmişti
ki, akşamın alacakaranlığında Aslan Userhat ile Araştırmacı İpuy
çaldı kapısını.
— Ustabaşı seni istiyor.
Krallar Vadisi'ndeki işe dönmeden önceki son geceydi, Uabet
de nefis yemekler hazırlamıştı.

263
— Bu bir emir mi?
— Kabul edip etmemek sana kalmış, dedi Userhat. Aldığı
cevap Paneb'i meraklandırdı, dönüp karısına baktığında Uabet'in
gülümsediğini gördü.
— Yemeği daha sonra yeriz, dedi karısı, konuklarıyla suç
ortaklığı yapıyormuş gibi garip bir sesle.
— Nefer ne istiyor? Userhat omuzlarını silkti.
— Bilmiyoruz. Evet, cevabın ne?
— Gidelim bakalım.
— İyi şanslar, diye mırıldandı Uabet.
Üç zanaatkar kapısında Güçlü Naht'ın nöbet tuttuğu büyük
tapınağa yöneldi. Eğer istenen, ekibin gözleri önünde yapılacak
bir hesaplaşmaysa Paneb buna çoktan hazırdı.
— Yanımızda iki yoldan da geçmek isteyen bir zanaatkar var,
dedi Userhat. Bırak da geçelim.
Naht kenara çekildi, üçlü içi su dolu bir teknenin yerleşti-
rildiği üstü açık avluya çıktı.
— Elbiselerini çıkar, dedi İpuy. Sonra da arınmak için bu
suya dal.
Bütün vücuduyla suyun içine batan Paneb, tapınağın birinci
salonuna götürüldü. Alacakaranlıkta duvar boyunca uzanan taş
sıralara oturmuş sağ mürettebat ekip zanaatkarlarını gördü. Bir-
den, bir ateş parladı.
— Bu engeli aşıp ateş çemberine girmeye cesaretin var mı?
diye sordu Userhat. Paneb atılmak üzereyken, İpuy tuttu.
— Üzerine bir göz çizili şu küreği al. Bu alevler onu yakamaz,
atalarımız da su ve ateş yollarından geçmek için bu küreği kul-
landı. Küreği bir kalkan gibi önünde tutan Paneb, alev per-
desinden geçti. Zanaatkarlar ayağa kalkıp Paneb'in çevresinde bir
halka oluşturdu. Tapınağın zeminine, biri mavi diğeri siyah, iki

264
dolambaçlı yol çizilmişti. Aralarında da içinden alevler çıkan bir
havuz.
— İki güç yol, Osiris'in kutsal vazosuna çıkar, diye açıkladı
ustabaşı. Su yolu mavidir, toprak yolu da siyah. Aralarında,
güneşin ve bilgenin ruhunun yeniden canlandıkları ateş gölü. Bu
iki yol birbirine karşıdır; onları sadece kelam ve amacın içgüdü-
süyle geçebilirsin. Bilginin sırrını öğrenmek istiyor musun?
— Tüm yüreğimle.
— Değişimlerin ipi çözülsün, Maat'ın yolunu izlesin. Userhat
küreği aldı, Kararlı Gau ile Çakal Unes iki yolun üzerine birer ip
döşedi.
— Peşimden gel Paneb, dedi Suskun Nefer.
İki adam kapılan kapanmış üç odacıkla son bulan karanlık
bir salona girdi.
— Kilidi çekeceğim, dedi Nefer. Gördüğünü bir daha hiç
unutamayacaksın, bakışların da değişecek. Hâlâ vaktin var, ateşin
sesini duyduktan sonra çekilebilirsin.
— Kilidi çek.
Ustabaşı orta odanın kapısını açtı.
— Ateş bilgi vazosunu sessizliğin ve karanlığın ortasında
korur. O vazonun içinde Osiris'in ak kanı var, yabancıların hiçbir
zaman ulaşamayacaktan ak kanı. Bu sun gören yaratıkların hiç-
biri ikinci ölümle ölmeyecek, çünkü çürümesini engelleyecek
bilgiler taşıyor olacak.
Nefer, Paneb'in içinden saldırgan alevler çıktığını sandığı
vazoya yaklaştı, sonra da ona bir Maat heykelciği sundu.
— Bizler Hakikat Meydanı'nın oğullarıyız ve sana karanlık-
ları dağıtabilecek tek tanrı olan doğruluk tanrıçasını sunuyoruz.
Paneb'in ruhu göğe yükselsin, gökkubbeyi aşsın, yıldızlarla dost
olsun.
Oda aydınlandı.

265
Kapının girişinde ışığı öğlen güneşi kadar güçlü bir güneş
gördü Paneb.
— Hakikat Meydanı'nın hizmetkârının yollarını aydınlat,
diye yalvardı ustabaşı. Artık engellenmeden karanlıkların içinde
gidip gelebilsin.
Nefer vazoyu örten mührü kırdı, taşı gizleyen bezi kaldırdı.
Taşın parıltısı gözlerini yummak zorunda bıraktı Paneb'i, sonra
kolunu yüzüne örtüp, yeniden açtı gözlerini.
— Bu taş, baş eğdirilemeyecek, diz çöktürülemeyecek olan-
dır, diye açıkladı ustabaşı. Öte tarafa yolculuk için inan yüreğinin
yerini alacak olan böcek o taşa kazılmıştır, ama kendinden hiçbir
şey yitirmez, çünkü ışık sonsuza dek kendi biçiminde kalır.
Göğün bizim madenimiz, ocağımız oluğunu, eserimizin malze-
mesini gökten aldığımızı bil.
Nefer vazoyu taşa doğru eğdi. Vazonun ağzından inanılma-
yacak kadar güzel altın bir alev çıktı. Paneb'e döndüğünde usta-
başının elinde olağanüstü sert, yeşil bir taştan yontulmuş bir
böcek vardı.
— Zaten göze sahiptin, işte bu da yüreğin.
A
Elli ikinci bölüm
Kurtarıcı Şed ile ressamları özenle oyulmuş birinci koridora
yerleşmiş, duvarlara yapılacak firavun ve tanrı resimleriyle, tek
tek çizecekleri hiyeroglif metinlerini izliyorlardı. İşe gizemli
metinlerinin tanrısal ışığın birçok biçimini betimleyeceği
Güneş'in ilahileri'yle başlayacaklardı.
— Şef, başımız büyük dertte, dedi Somurtkan Karo endişeli
bir sesle. Mezarın dışında, heykeltıraşlarla konuşmakta olan
Nefer, yontucuların yanına geldi hemen.
— Şuna bir bakın, diye yakındı Karo. Koskoca bir çakmaktaşı
kütlesi! Eğer senin planına göre dümdüz bir çizgi boyunca kaz-
266
maya devam edeceksek, kütleyi koparabilmek için çevresinde
derin bir oyuk yapmamız gerekecek, bu da zamanımızı alacak.
Ustabaşı çakmaktaşını inceledi.
— Harika bir taş.
— Seninle aynı fikirdeyim, diye onayladı Burun Fened. Tüm
vadide bundan daha güzelini bulabileceğimizi sanmam.
— Yerinde bırakıp dümdüz devam edeceğiz, dedi Nefer. Bu
kaya mezara ait, mezarı koruyacak.
Sağ ekip iki günlük izne başlamak için köye yaklaştığında,
havlamalar ve öfkeli seslerle karşılandı. Nefer anacadde ile yan
sokaklarda koşuşturup duran kadınlar gördü.
Bir an için Hakikat Meydanı'nın saldırıya uğrayıp işgal
edildiğini sandı, ama dikkatli bakınca silahlı bir erkek göremedi.
Güzel Firuze koşarak gelip zanaatkarları karşıladı.
— Çabuk gelin... O kadar çok maymun var ki, başa çıkamı-
yoruz! Mutfakları yağmalayıp tabak çanakla oyun oynuyorlar!
Av yarım saat kadar sürdü ve yirmi kadar dişi maymunun
yakalanmasıyla sonuçlandı. Ürken, küçük korku çığlıkları atan
hayvancıklar Güçlü Naht'ın evinin önüne getirildi. Kapkara'nın
emrindeki köpekler ile zanaatkarların ellerindeki sopaların kar-
şısında sinmişler, birbirlerine sokulmuşlardı.
— Öldürelim bu hayvanları, dedi Halat Kasa. Yoksa, yeniden
başlayacaklar! Kalın baldırlarının üzerine çökmüş, dört köşe
suratlı, öfke dolu kahverengi gözlü dev yontucu, vahşi bir hay-
vanı dehşetten öldürebilecek kadar ürkütücü görünüyordu.
Küçük yeşil maymun, bağışlamasını istermiş gibi, omzuna
sıçradı. Kasa'nın eli hayvanın boğazını sıktı, maymunun gözle-
rinde korku okunuyordu.
— Ona kötülük etme! diye haykırdı Paneb. İyi bir ruhumuz
olduğunu bilmiyor musun?

267
— Köye karışıklık çıkarmak için, hemcinslerini davet eden
iyi ruh! Çocuklarımıza bir zarar vermeden önce kurtulalım şu
maymunlardan.
Bilge kadın araya girdi.
— Bu hayvancıkların incir toplamaya meraklı olduklarını
görmüyor musunuz? Onlan sakinleştirmek o kadar kolay ki! Şu
flütü al Firuze, bir şeyler çal. Maymunlar ağaçlara tırmanıp
kopardıkları incirleri sepete koyarken çalınan müziğin daha ilk
nağmelerini duyar duymaz sakinleşti ve insanlara yumuşak göz-
lerle bakmaya başladı.
Halat Kasa başını omuzlarının arasına gömüp evinin yolunu
tuttu. Küçük yeşil maymun Paneb'in omzuna sığındı.
— Bu çılgınlığın nedeni ne? diye sordu, yeni oyun alanını
göstermek için bütün dişileri çağıran küçük yaramaza.
Suçlu büzülüp ufaldı.
— Bir daha yapma, diye uyardı Paneb hayvanı. Burada karı-
şıklıktan hiç hoşlanmayız.
Işık dişi maymunları sahiplerine götürmek üzere dört kadın
görevlendirdi. Kumaş şeritleri tasma vazifesi gördü ve küçük
kafile neşeyle yola düzüldü.
— Bütün karışıklık sona erdi mi artık? diye sordu Kenhir
yardımcısına.
— Hayvanlar götürüldü, dedi İmuni.
— Her şeyle ben uğraşamam ya! Böyle devam edersek
sonumuz anarşi olur.
— Her şey yoluna girdi, inanın bana... General Mehi'den
mektup geldiğini, generalin hem sizinle hem de ustabaşıyla
görüşmek istediğini söyleyebilir miyim?
— Ne zaman huzura kavuşacağım bakalım?
— Bir de...
— Bir de ne?

268
— Güçlü Niyut yazıhanenizi temizlemekte inat ediyor. Daha
fazla yapacak bir şeyi olmadığını anlayan mezar
kâtibi, birlikte batı yakası başyöneticisine gitmek üzere
Suskun Nefer'in yanına vardı.
Mehi, güneş ışınlarının Kenhir ve Nefer'in alındıkları kabul
salonuna girmemesi için panjurları kapadı.
— Bugün sıcak dayanılmaz umarım sizi çok rahatsız etmi-
yordur.
— Bu görüşmenin nedeni ne? dedi Kenhir.
— Çalışmalarım hakkında firavuna bir rapor sunmak için Per
Ramessu'ya gideceğim. Raporun ilk sırasında Hakikat Meydanı'-
nın korunması olduğuna göre, yönetimimin size karşı davranış-
larından memnun olup olmadığınızı öğrenmek istedim.
— Memnunuz, dedi Kenhir. Herhalde bizden yazılı bir
tanıklık istiyorsunuz?
— Eğer fazla zahmet olmayacaksa... Aynı zamanda firavuna
şantiyeler hakkında da bilgi vermek de isterim.
— Böylesi haberler göndermek bizim, ama sadece bizim
işimiz.
— Farkındayım bunun, ama ulağınız olarak göremez misiniz
beni?
Kenhir gözucuyla ustabaşına baktı, berikinin bir itirazı
olmadığını gördü.
— Ne zaman hareket ediyorsunuz Mehi?
— Raporunuzu alır almaz.
— Öbür gün elinizde olacak.
Mezar kâtibi Mehi'ye gönderilecek raporu büyük kandilin
ışığında tamamlamak üzereydi.
— Bugün koruyucumuza karşı her zamankinden daha kuş-
kulu görünüyorsun, dedi Merneptah'ın milyon yıllık tapınağının
çizimlerini incelemekte olan Nefer'e.

269
— Hâlâ dikkatli olmaya çalışıyorum.
— Batı yakası başyöneticisi ve Teb ordusu generalinin hırs
dolu olduğu kesin, ama bakır konusunda bize çok ciddi yardımı
dokundu.
— Kabul ediyorum.
— Mehi'nin ne istediğini anladım sanıyorum. Firavuna yalan
olmak, saray halkına karışmak, hatta kralın danışmanlarından
biri olabilmek. Bizi sürekli yağlamaktan vazgeçmese de, bence
Hakikat Meydanı'yla hiç ilgilenmiyor ve ülkenin geleceğinin
belirlendiği başkentten başka bir şey düşünmüyor.
— Olabilir ama yine de eline şantiyelerimiz hakkında ayrın-
tılı bir rapor vermek doğru mu? Her zamanki yöntem, özel bir
ulakla bizzat firavuna iletmekti raporu.
— Mehi'nin merakına yenilip mührü kırmasından ve papi-
rüsü okumasından çekmiyorsun, değil mi?
— Evet.
— İhtiyar Kenhir'i hiç tanımamışsın! Merkezî yönetimin
tuzaklarla dolu olduğunu, insanların ilerlemek için birbirlerine
çelme takıp devirmekte uzmanlaştıklarını biliyorum. Mehi'yle iyi
ilişkilerimizi sürdürmek için önerisini kabul ettim, ama eğer
yazdığımı okumak gafletine düşerse fena afallar. Ayrıntılı rapora
gelince, çakmaktaşı kütlesini aştığımız ve milyon yıllık tapınağın
sunağım tamamladığımız zaman her zamanki yoldan gönderile-
cek.
Kaptan ve çok deneyimli gemicileri sözlerini tutarsa,
Mehi'nin bindiği ve güçlü bir akıntının ittiği rahat tekne on
günde varacaktı başkente.
Serketa tavanı açılıp kapanabilen görkemli kabininde üzüm
yiyor, meyve tadındaki hafif Says beyaz şarabı yudumluyordu. Bu
yolculuk çok hoşuna gidecekti kuşkusuz. Ulaşılamaz dişi, yakı-

270
nındaki gemicileri tahrik etmek için de yan çıplak güvertede
görünmekten geri kalmayacaktı.
Bu küçük oyun kocasını da neşelendiriyor, karısına her
zamanki şiddetli kabalığıyla sahip olmasına neden oluyor, Serke-
ta'nın zevkten attığı çığlıkların mürettebatın kulaklarına gitme-
sinden keyifleniyordu.
— Suskun Nefer hâlâ benden fazla hoşlanmıyor, üstelik adını
gerçekten hak ediyor, dedi yüzünü boyamaya başlayan karısına.
— Bu da bir yöntem, dedi Serketa. Mezar kâtibi seninle
konuşurken, ustabaşı daha iyi değerlendirebilmek için seni
izliyor. Önemli olan firavuna iletilmesi gereken önemli bir belgeyi
sana vermiş olmaları.
Mehi dürülüp mühürlenmiş papirüsü elinde tartıyordu.
— İçindekileri okumalısın, tatlı sevgilim. Babam bana
mühürleri kusursuz taklit etmeyi öylesine iyi öğretti ki, kimse
farkına bile varamaz. Elindeki belgeyi okumanın, yazılanlardan
yararlanmanın hiçbir tehlikesi yok.
General tereddüt ediyordu.
— Hiç nazlanmadan verdiler üstelik...
— Onlara sarsılmaz dostluğunu göstermemiş miydin?
— Bana güvenemiyorlar, hissediyorum bunu! Üstelik zana-
atkar bunlar, malzeme ne olursa olsun biçim vermekte ustalaşmış
insanlar. Bana bir tuzak hazırladıklarını, bu mührü kırmakla ne
kadar meraklı olduğunu kanıtlayacağımı bir düşün... Bir daha
bana kesinlikle güvenmezler.
Serketa kocasının dizlerine oturdu, sonra papirüsü elleyip
yokladı.
— Böylesi bir tuzak hazırlayacak kadar kurnaz olduklarına
gerçekten inanıyor musun? Ne heyecan verici! Haklısın, tatlı
sevgilim, bu belgeye dokunmamak gerek. Kral papirüsü okudu-

271
ğunda, doğru karar verip vermediğimizi anlarız. Bu arada, key-
fimize bakalım biz!
Serketa Mehi'yi yatağın üzerine itti, ata biner gibi oturdu
üzerine.
n
Elli üçüncü bölüm
Meni ve Serketa Per Ramessu'da, Büyük Ramses'in deltada
kurduğu "turkuaz kentte" düş kırıklığına uğramadılar. Suriye ve
Filistin'deki karışık bölgelerin yakınındaki başkentte, kargaşa baş
gösterdiğinde hızla müdahale edebilecek güçlü garnizonlar vardı.
Merhum firavun, ülkenin kuzeydoğu kanadının yüzyıllardan beri
Mısır'ın hazinelerini ele geçirmenin düşünü gören Asya halkla-
rına uygun bir istila yolu açtığının farkına varmıştı.
Güneş evlerin cephelerini süsleyen cilalı mavi kiremitleri
parlatıyor, zeytin, nar, incir ve elma ağaçlarının boy gösterdiği
bahçelerin ortasında dikilen firavunun sarayı da görenleri büyü-
lüyordu. "Per Ramessu'da yaşamak ne keyif' diyordu yaygın bir
halk türküsü. "Küçükler orada büyük görünür, akasya ve firavu-
nincirleri gölgelerini yayar, rüzgâr yumuşacıktır, kuşlar da göl-
cüklerin çevresinde oynar."
Nil'in iki kolunun, "Ra'nın suları" ile "Avaris'in sularının
yıkadığı başkentte Amon'a, Seth'e, "yeşertici" Buto'ya ve Suriye
tanrıçası Astarte'ye adanmış dört tapınak ve askerlerin yerleşti-
rildiği dört kışla vardı. Nehir yoluyla getirilen malların korun-
duğu geniş depoların dışında, çevrede yönetimin görkemli yapı-
ları görünüyordu.
Yüksek rütbeli bir subay, Teb'in batı yakası başyöneticisini
firavunun sürekli olarak savaşmak zorunda olduğu karanlıklarla
ve düşmanlarla üzeri süslenmiş görkemli bir merdivenle çıkılan
kraliyet kabul salonuna götürdü.

272
Mehi çiçekli bahçeler ve içinde parlak renkli balıkların yüz-
düğü, üzerinden kuşların uçtuğu göl resimlerine hayranlıkla baktı
bir an sonra da gözlerini Mısır'ın efendisine çevirdi.
Başı çıplak, yüzü derin çizgilerle kaplı Merneptah, çevresine
güç ve ciddiyet saçıyordu.
— İzin verin taç giymenizin birinci yılını kutlayıp size ikti-
darda uzun yıllar dileyeyim Haşmetmeap.
— Buna tanrılar karar verecek, Mehi. Beni ziyarete gelerek
niyetimi tahmin etmiş oldun. Ben de Per Ramessu'ya gelmeni ve
Teb'deki durumu anlatmanı isteyecektim.
— Teb'deki durum harika, Haşmetmeap. Refah sürüyor, kul-
larınız size sadakatle hizmet ediyorlar.
— Ordu?
— Orduya verdiğim özel önemi biliyorsunuz, Haşmetmeap.
Askerler iyi eğitiliyor, malzemelerinin durumu da çok iyi. Subay-
ların hepsi yetenekli, bölgenin güvenliği emin ellerde.
— Nakliye filosu?
— Emir verilir verilmez demir almaya hazır.
— Astlarına güveniyor musun?
— Benim gibi onlar da ülkemizin büyüklüğüne ve savunma-
sına sadık iyi birer meslek adamı.
— Teb'e döner dönmez talimleri daha da sıklaştıracaksın.
Piyade ve arabalar acil durumlarda müdahaleye hazır olacak.
— Bundan bir çatışmanın yaklaşmakta olduğu anlamını mı
çıkarmam gerek, Haşmetmeap?
— Sınırlarımızda karışıklık çıkarsa, bastırmak zorundayız.
— Mezar kâtibinin mesajını size iletebilir miyim, Haşmet-
meap? Merneptah şaşırmış göründü.
— Bu alışılmadık bir yöntem.
Mehi'nin uzattığı papirüsü aldı, mührü kırdı, açarak oku-
maya koyuldu.

273
— Kenhir Hakikat Meydanı'na yaptıkların için sana teşekkür
ediyor, bu belgeye el sürmeden bana verdiğin için mutlak sada-
katinden emin olduğunu belirtiyor. Belgeyi kim olursa olsun, biri
açmış olsaydı, yazıcısının kullandığı özel mürekkep yüzünden
hiyeroglifler havayla temas ettiklerinde yeşile dönüşecekti.
Merkez kışlasında rütbedaşlarınla görüş, öbür gün de savaş
divanımda hazır bulun.
General hükümdarının karşısında eğildi, sırtı buz gibi terden
sırılsıklam, arkasını dönüp salondan çıktı.
Şölen parlak, yemekler nefisti. Güçlü çenesi sayesinde biri
savaş arabalarından, öteki piyadeden iki generalin dostluğunu
kazandı Mehi. Serketa'ya gelince, cilveleriyle silahhanenin
müdürünü tavlamış, çocukça isteklerini yerine getirmesini sağ-
lamıştı.
Karı-koca ilk kez Per Ramessu'nun yüksek sosyetesiyle yan
yana gelmelerine, başkentin asker ve sivil yöneticileriyle tanış-
malarına imkân veren bu görkemli davetin zevkini çıkarmaya
çalışıyordu.
Şölenin sonunda hizmetkârların getirdiği kireçtaşı tasların
içindeki kokulu sularda ellerini yıkadı konuklar, sonra da nefis
kokuların geceyi daha da yumuşattığı bahçelerde gezinmeye
koyuldular.
Yirmi yaşlarında, yakışıklı ve gururlu genç bir adam karı-ko-
caya yaklaştı.
— Adım Amenmes, dedi. Siz de General Mehi'siniz, değil mi?
— Hizmetinizdeyim... Size eşim Serketa'yı tanıtayım.
— Bana hizmet etmeniz gerekmez, dostum! Ben sadece sev-
gili firavunumuzun veliahdı Seti'nin oğluyum. Bana Teb'de harika
şeyler yaptığınızı anlattılar; ben Teb'de doğdum, yüreğim hâlâ
orada.
— Elimden geleni yapıyorum.

274
— Ordularınız dostlarınızın söylediği gibi, gerçekten de
güneyin en iyi silahlanmış, en güçlü askerlerinden mi kurulu?
— Bir eksikleri olmaması için çalışıyorum.
— Teb'e dönebilmeyi öyle çok isterdim ki... Burada hava
gereğinden fazla ciddi, ağır. Sınırlarımızın güvenliği, cephane,
kışlalar... ne sıkıcı!
— Bir çatışmadan mı çekmiyorsunuz? diye sordu Serketa en
masum haliyle.
— Subaylar durmaksızın başkent ile kuzeydoğunun güven-
liğinden sorumlu garnizonlar arasında gidip geliyor. Babama
bütün bu hareketliliğin nedenini ne kadar sorarsam sorayım, beni
bir işsiz güçsüz, devlet işleriyle ilgilenmeyecek bir genç olarak
gördüğünden hiçbir cevap alamıyorum.
— Babanızın yanıldığından eminim, diye fısıldadı Serketa.
— Tabiî yanılıyor! Onu tanımıyorsunuz siz... Seti adını
boşuna almadı! Karanlık bir yüzü var, istedikleri hemen yerine
getirilmezse çok öfkeleniyor. Per Ramessu'da boğulacak gibi olu-
yorum!
— Atlardan hoşlanır mısınız? diye sordu Mehi.
— En büyük zevkim, dörtnala dolaşmaktır.
— Öyleyse izin verin sizi Teb'e davet edeyim, orada hızına
erişilmez bir aygır göstereyim.
— Ne kadar harika bir fikir Mehi! Sonunda, gelecek ilginç
olmaya başladı... Gelin sizi bazı dostlarla tanıştırayım.
General ve karısı genç Amenmes'in arkadaşlarıyla, çoğu
Büyük Ramses'e sadakatle hizmet etmiş yüksek memurlar ile
soyluların çocuklarıyla tanıştı. Serketa çekiciliğini gösterdi, Mehi
de ne denli yetenekli olduğunu anlatmak için yöneticiliğinden söz
etti.
Şölen sona erdiğinde yeni tanıştığı dostlara hayran kalmıştı
Amenmes.

275
Mehi ve karısı Per Ramessu'yu ziyarete gelen bölge yöneti-
cilerine ayrılmış geniş bir dairede kalıyordu. Serketa yatağın
üzerine uzandı.
— Bitkinim, ama inanılmaz bir gündü! Firavunu gördük,
başkentin yüksek sosyetesine bile girdik!
— Hemen sevince kapılmayalım, seçkinlerin ikiyüzlülüğü
karşında tedbirli olalım... Üstelik daha gün bitmedi.
Serketa meraklanmıştı.
— Aklında ne var?
— Bir konuk bekliyorum.
Mehi'nin muhbiri olan ve Per Ramessu'da görevli yüksek
rütbeli bir subay kapıyı vurdu.
— Seni izleyen oldu mu?
— Çok dikkatli davrandım, dönerken de bahçeden geçe-
ceğim.
— Gerçekten de savaş tehlikesi var mı?
— Söylemesi mümkün değil. Evet, başkentteki birlikler
alarmda, sınırlardaki garnizonlar da takviye edildi, ama iktidarın
ilk yıllarında yapılan geleneksel gövde gösterisi de olabilir. Mer-
neptah belki de muhtemel asilere Ramses kadar acımasız olaca-
ğını, Suriye ve Filistin'de hiçbir kargaşaya göz yummayacağını
göstermek istiyor olabilir. Bana kalırsa, öyle tehlikeli bir durum
yok; eğer durum ciddileşirse, hiç olmazsa hazırlıksız yakalanma-
yacağız.
— Yani, Merneptah iktidarını sağlamlaştırıyor...
— Hem de karşı konulmaz bir biçimde. Onu güçsüz sananlar,
yanıldıklarını çabuk anladı.
— Ne de olsa altmış altı yaşında, diye hatırlattı Serketa.
Saray ondan sonra tahta kimin geçeceğiyle ilgili söylentilerle
çalkalanıyor olmalı.

276
— Oğlu Seti yi resmen halefi seçerek bu söylentilere bir son
vermek istedi Merneptah. Seti kırk altı yaşında, olgun, tecrübeli,
yönetmeyi bilen bir adam, ama sertliğiyle tanınıyor.
— Sözü edilecek bir muhalefet falan?
— Merneptah'a karşı... hepsi temizlendi. Seti'ye karşı... işte
burada durum farklı... aynı zamanda da beklenmedik bir şey.
Başlıca rakibi öz oğlu Amenmes. Babasından nefret ediyor.
— Neden?
— Amenmes'in annesinin ölümünden sonra, Seti çok güzel,
güzel olduğu kadar da akıllı bir kadınla, Tausert'le evlendi. Oğlu
da ihanet olarak gördüğü bu hareketi asla bağışlamadı. Üstelik
hiçbir işe yaramaz, şımarık zengin çocuğu olarak görülmekten de
nefret ediyor.
— Amenmes Merneptah'ın ölümünden sonra babasına karşı
koymaya kadar vardırır mı işi?
— Bunu yapacak biri gibi görünmüyor, ama iki adamın ara-
sında çatışmanın önlenemez olduğunu söyleyenler de var. Seti'nin
sandığının tersine, Amenmes eli kolu bağlı oturmuyor. Ağırlığını
koymaya, iktidardan payını istemeye iten kararlı gençlerle dol-
durdu çevresini.
Muhbir, Mehi'ye Per Ramessu'daki kışlaların ayrıntılarını
anlatıp çekildi.
— Bu Amenmes etki altına alınabilir birine benziyor, dedi
Serketa.
— Ben de öyle düşünüyorum, ama çok dikkatli olmalıyız.
Devletin zirvesine bu kadar yaklaşmışken, bir yanlış adım her
şeyin sonu olur. Teb'e dönmeden önce Seti'ye bir nezaket ziyareti
yapacağız. Düellonun sonucu ne olursa olsun kazanmak için, hem
babasına hem de oğluna yatıralım paramızı.
O
Elli dördüncü bölüm
277
Kedibalığı dev gibiydi, tehditkârdı. Ondan kurtulmak için
derine dalarsa boğulacağını biliyordu Kenhir. Yapacak tek bir şey
vardı, canavarın üzerine saldırmak ve onu parçalamak için dişle-
rini etine geçirmek. İlk lokmasını yutmak üzereyken, uyandı
Mezar kâtibi, gördüğü kâbustan da kurtuldu.
"Gün kötü başlıyor" diye düşündü; "düşünde kedibalığı
yemek, bir memurun gelip canımı sıkacağı anlamına gelir." Daha
da kötü olabilirdi kâbus: Kenhir'in kopyaladığı eski bir Düşler
Anahtarı'na göre, düşünde memur olduğunu görmek, ölümün
yaklaştığına delaletti.
Ensesi ağrılı, dili yapış yapış, bir akşam önce yazdığı papi-
rüsü koyduğu alçak masanın yanına güçlükle yürüdü mezar
kâtibi. Her zamanki ciddiyetiyle, her bir kelimenin olması
gereken yerde olup olmadığını görmek için bir kez daha baştan
sona okudu elindeki belgeyi. Papirüste firavuna Hakikat Meyda-
nı'nın iki ekibinin de tapınak ve mezar inşaatında ara vermeden
çalıştığı, ustabaşı sayesinde bütün güçlüklerin aşıldığı bildirili-
yordu.
Güçlü Niyut elinde taze süt ve sıcak çöreklerle göründü.
— Bu sabah çok geç kaldınız.
— Yiyecek başka şey yok mu?
— Sizin yaşınızda, fazla kilo almamalı insan. Postacı yarım
saatten beri sizi bekliyor.
— Düşlerim beni hiç yanıltmaz, diye homurdandı Kenhir.
İçeri al onu. Elinde Tot'un asası, Uputi göründü.
— Firavuna vereceğin mektup hazır, dedi Kenhir. Tabiî sen
kötü haberler getirdin, her zamanki gibi.
— Gerçekten de pek iyi haberlerim yok; Per Ramessu'da
askerlere alarm verilmiş.
— Savaş mı?

278
— Bunu söylemek için çok erken... Suriyeliler ile Filistinliler
karışıklık çıkarmaktan hiç vazgeçmedi, Merneptah da en az
Ramses kadar sert olduğunu onlara göstermek zorunda.
— Kuzeye yalnız gitmeyeceksin, umarım.
— Elimdeki mektup krala yazıldığına göre, yanımda koru-
malar olacak. Endişelenme, mektup gitmesi gereken yere gidecek.
Paneb'in yaptığı topaçlar, elleri kolları hareketli tahta
askerler, minik timsah ve suaygırları Aperti'yi çok eğlendiriyor-
du. Yumurcak timsahın ağzını açıp kapamaya bayılıyordu, daha
şimdiden hayvanlardan birkaçını kırmıştı.
— Sana küçük bir tekne vereceğim, dedi oğluna. O tekneye
gözün gibi bakacaksın. Eğer uslu olursan, paçavradan bir top
yapar, oynarız.
Paneb savaş arabasını çeken koşumlu bir ata binmiş binici
yapmak da istiyordu, ama önce oğlunun böyle bir oyuncağı hak
etmesi gerekiyordu.
— Kırmak, hep ciddi bir kusurdur, dedi dev adam sözlerini
anlarcasına gözlerini dikmiş dinleyen yumurcağa. Ellerinle hari-
kalar yaratabilirsin.
Ellerinde taze sebze dolu sepetler, Lekesiz Uabet baba oğulu
duygu dolu gözlerle izliyordu. Onun için dünyada daha büyük bir
mutluluk olamazdı.
— Fened'in karısıyla uzun uzun konuştum, diye açıkladı. O
da kocasına hiç dayanamıyor, boşanma konusunda o da kararlı.
— Köyden ayrılacak mı?
— Hayır, kalacak. Maalesef bu ayrılıktan çok daha üzücü
haberler var. Sanki anasının endişesini anlıyormuş gibi, babasının
sağ başparmağını minik avucunda sıkmaya çalıştı yumurcak.
— Postacıya kalırsa, diye sürdürdü Uabet sözlerini. Başkent-
teki seçme birlikleri alarm durumuna geçirmişler.

279
Büyük Ramses'in Hititlere karşı verdiği Kadeş Savaşı'nın
anılan, hâlâ herkesin kafasında taptazeydi. O güçlü devletle
imzalanmış barış anlaşması delinmemişti ama, Mısır'ın topraklan
ile zenginliklerine göz dikmiş başka saldırgan kavimler yok
muydu?
Paneb daha fazla bilgi alabilmek için doğruca ustabaşının
evinin yolunu tuttu. Elinde, tepesinde yabancı Tanrıça Kadeş'i
çırılçıplak, başında bir ay, sol elinde bir yılanla bir aslanın üze-
rinde ayağa kalkmış gösteren bir sütun taşıyan Aslan Userhat'la
karşılaştı. Bu tuhaf tanrıça insanı rahatsız ediyordu.
— Bilge kadın bu sütunu köyün ana kapısının karşısına
dikmemi istedi, diye açıkladı. Heykel bizi dışarıdan gelen şiddete
karşı koruyacakmış.
— Kuzeyde bir çatışmadan söz etti mi?
— Hayır ama yine de önlemlerini almayı yeğliyor. Bana
sorarsan iyi kokular almıyorum.
Işık Paneb'i karşıladı.
— Ben de seni arıyordum, dedi.
— Yoksa savaş mı çıktı?
— Haberim yok, ama köyü büyüden yararlanarak korumak
gerek. Talihimiz varmış, yılın yedinci ayına giriyoruz, I. Amenofis
Bayramı da yaklaştı.
Hakikat Meydanı'nın kurucusu, loncanın saygıdeğer koru-
yucusu, portresi boyalı duvarlarda, sunak masalarında, sütun ve
kirişlerde görünen I. Amenofis.* [I. Amennofis, XVIII. Sülale'nin
ikinci firavunu (İÖ yklş. 1551- 1524)] Anısına düzenlenen şenlikler
sırasında, tarikatının rahipleri, yani bizzat zanaatkarlar, onu elleri
kalçalarının üzerinde, belinde geleneksel peştamal, otururken
gösteren heykelini taşırlardı.
— Benden ne istiyorsun, Işık?

280
— Maat'ın tanrısal ışığın babası Ra'nın yanında durduğu gibi
Amenofis'in yanından ayrılmayan anası Ahmes Nefertari'nin
heykelini siyaha boyayacaksın. Neşeli Renupe birkaç haftadır
üzerinde çalıştığı sedirden heykeli tamamlamak üzere, ona son
rengini vermek de sana düşecek. Paneb rahatsız olmuştu.
— Kraliçeyi neden siyaha boyayacağız?
— Çünkü o loncanın ruhanî anası, kara ve verimli toprak*
Mısır anlamına gelen kemet sözcüğü, Nil'in kabarmasıyla kıyıya
vuran kara ve verimli balçığı anımsatmak için kem (siyah)
kökünden türetilmiştir.] gibi bütün yaratıcı imkânların taşıyıcısı.
Bize karanlıkların içinde rehberlik eden, hayatın kaynaklarının
ışığının parladığı gece göğünün büyüklüğünü gösteren de o.
Başında görkemli bir peruka, üzerinde uzun bir keten elbise,
dudaklarında hafif bir tebessüm olan kara kraliçenin elinde,
ucunda bir nilüfer olan esnek bir asa bulunuyordu.
Canlı gibiydi heykel, Paneb de hayranlık uyandırıcı parlak
koyu mavi bir renk vermeyi başarmıştı kraliçeye.
— Ünün giderek yayılıyor, dedi Kurtarıcı Şed. Meslektaşların
sonunda yetenekli olduğunu kabullenecek.
Kafile yola koyuldu. Yontucular, heykeltıraşlar ellerinde I.
Amenofis ile kara kraliçenin heykellerini taşıyor, çocuklar neşeli
çığlıklar atarak çevrelerinde koşuşturuyordu. Kapkara tedbirli
davranarak bir kenara çekilmişti, yeşil maymun da öyle.
Heykeller büyük tapınağın girişinin karşısına yerleştirildi,
köy halkı çiçek ve meyve sundu I. Amenofis ile Ahmes
Nefertari'ye.
— Ataların döneminde, dedi bilge kadın. Bolluk ve doğruluk
hakimdi dünyaya, diken batmaz, yılan sokmaz, timsah çenelerini
kurbanının üzerine kapamazdı. Duvarlar sağlamdı, yıkılmıyordu.
Kurucumuz ve anamız bize baştanrıların döneminde olduğu gibi
olma gücü versin, altın çağın soluğunu üflesinler üzerimize.

281
Hain de meslektaşlarıyla birlikte kutlamalara katılmış, içini
kemiren endişelere rağmen eğleniyor görünmeye çalışıyordu.
Eğer Mısır savaşa girerse, Hakikat Meydanı'nın kaderi nice
olurdu... Yetkililer kuşkusuz Hakikat Meydanı'nın ve Krallar
Vadisi'nin çevresinde geçit vermez bir güvenlik çemberi oluştu-
racak, hainin dışarısıyla ilişkisini keseceklerdi. Sonunda zengin-
liğin keyfini çıkaracağı günler uzaklaşıyor gibiydi. Koruyucuları
da savaşın karmaşasında kaybolursa, hayatını değiştirmek, var-
lıklı bir insan olmak için harcadığı bunca çaba boşa gitmiş
sayılmayacak mıydı?
Belki de bu kadar kötümser olmanın zamanı değildi. General
Mehi her soruna çare bulan biriydi, bu güç durumdan da yarar-
lanmasını bilirdi belki de.
Umudunu kaybetmekle hata yapıyordu hain. Ustabaşının
sakladığı sırları açığa çıkarmak için karanlıkta çalışmayı sür-
dürmeliydi; gerçeğe ne kadar yaklaşırsa o denli güçlü olacağını
biliyordu.
Suskun Nefer terasından köyü seyrediyordu. Köy halkı
endişelerini unutmuş, kurucu koruyucusunun ve kara kraliçenin
bayramını coşkuyla kutluyordu. Pişkin Somun Pay'ın söylediği
türküler hemen ağızdan ağıza yayılıyor, Kapkara ile öteki köpek-
lerin gözlerini dikip izledikleri mutfaklardan çıkan ağız sulandı-
rıcı yemeklerin ardı arkası kesilmiyordu. Lekesiz Uabet'in çörek-
leri alkışlarla karşılandı, Paneb de kupalara insanları sarhoş eden,
Çakal Unes ile Halat Kasa'ya Hathor rahibelerinin yüzlerini
kızartacak öyküler anlattıran kırmızı bir şarap dolduruyordu. Işık
sevgiyle sarıldı kocasına.
— Mutlu görünüyorlar, diye mırıldandı. Yine de köyde kötü-
lüğün kol gezdiğini aklımdan çıkaramıyorum bir türlü. Düşünce-
lerini okuyarak haini belirleyebilir misin?

282
— Maalesef hayır, çünkü yılların çalışmasıyla oluşturduğu
kalın bir zırhın ardına saklanıyor.
Nefer karısının saçlarını okşadı.
— Güçlüklerin karşısına çıkabilmeyi, bana verilen görevleri
yapabilmeyi sadece senin sevgine borçluyum. Sen olmasaydın,
karanlık yollarda yönünü kaybetmiş zavallı bir yolcudan başka
bir şey olamazdım.
— Ya sen, sen olmasaydın, benden önceki bilge kadınların
mirasını üstlenebileceğimi mi sanıyorsun?
— Tüm köylüler senin çocuğun, Işık. Koşullar ne olursa
olsun, annelerinden onları tedavi ve teselli etmesini bekliyorlar.
Üstelik senin bu büyük ailen çok da inatçı... Ama yaptıkları iş
öylesine önemli ki, kusurlarından çok, üstünlüklerini görmek
gerek hepsinin.
— Bütün hayatımızı o aileye adadık, dedi Işık.
— Yine de içimizden biri yeminine ihanet etti.
— O yemini gerçekten de yürekten mi yapmıştı? Dudak-
lardan çıkan yemin, bir kandırmacadan başka şey olmayabilir,
hem yemin eden için, hem de karşısındakiler için. Hakikat Mey-
danı her şeyini önüne serdi onun, ama o sadece yalanı arıyormuş.
— Başarısız olur ya da ortadan kaybolursam, Hakikat Mey-
danı'nın alevinin sönmesine izin verme. Aşkımız için, Işık, devam
edeceğine söz ver bana. Kocasını öylesine tutkulu öptü ki, Nefer
bile yıldızlı gecenin korumasında, endişelerini unuttu.
A
Elli beşinci bölüm
— Milyon yıllık tapınağı planına uygun olarak yapabilmem
için birinci sınıf taşa ihtiyacım var, dedi sol ekip önderi Hay,
ustabaşına. İşin bu aşamasında Tanrıça Hathor'un tapınağın
merkezi ile kullandığımız malzemeleri aydınlatması şart.
— İsteğin yasal, dedi Nefer. Üstelik biraz da acil görünüyor.
283
— Ne öneriyorsun? diye sordu, saçlarını bu konuda yaygın
ün sahibi Neşeli Renupe'ye kestiren Kenhir.
— Siz gözünüzü Krallar Vadisi'ndeki şantiyeden ayırmayın,
Hay tapınakla ilgilensin, ben de Cebel Silsile'deki taşocağına
gideyim.
— Yolculuğunda güvenliğini sağlamak için askerlere ve
yönetimin onayına ihtiyacımız olacak.
— General Mehi'ye haber iletin.
Mezar kâtibi içini çekti. Edebî eseriyle ilgilenmek yerine, işte
yine batı yakası başyöneticisinin yazıhanesine gitmek için yorul-
mak zorunda kalıyordu.
— Aynı zamanda da İki Kor'u ziyaret etmek niyetindeyim,
dedi Nefer.
— Daha kolay ulaşılacak Hathor tapınakları var oysa.
— Bu tapınaktaki enerji, özellikle çok güçlü. Bunu siz de
biliyorsunuz, Kenhir.
— Belki, belki... Başka bir deyişle, bilge kadını da götürü —
yorsun...
— Yokluğumuzda köye göz kulak olursunuz nasıl olsa.
Kenhir tartışmaya girmek bile istemedi. Nefer sesini yük-
seltmezdi hiç, ama neredeyse kendinden bile daha inatçıydı. Hele
iş eserle ilgiliyse, bir parmak bile gerilemesi mümkün değildi.
— Hiç sorun değil, dedi Mehi, çok dostça. Kaç asker
istersiniz, Sevgili Kenhir?
— Bölge sakin... On asker yeterli olur.
— Ben size kırk asker vereceğim, ustabaşının güvenliği her
şeyden daha önemli. Ne tarafa gidilecek?
— Cebel Silsile'deki taşocağına.
— Dediklerine göre ülkenin en iyisi.
— Doğru. Askerlere blok halinde taş taşınacağını söylemeyi
unutmayın.

284
— Not ettim bile. Bu arada, krala göndermek nezaketinde
bulunduğunuz ve benden layık olmadığım kadar iyi sözlerle bah-
settiğiniz mektup için teşekkür ederim. Merneptah mektubunuzu
benim karşımda bizzat okudu, itiraf etmeliyim ki çok gururlan-
dım. Size hırslı olduğumu, hem yönetimde hem de orduda çok
yükselmek istediğimi söylememin bir sakıncası yok. Sadece
kendim için değil, ülkeme hizmet etmek için. Yaptığım işi sevi-
yorum, insanlara yardım etmek istiyorum; işte başarımın anah-
tarları. Beni kendimi beğenmişlikle suçlayacaklar çıkacaktır kuş-
kusuz, ama önemli olan tek şey sonuçtur.
Mehi'nin açık sözlülüğü mezar kâtibini hem şaşırttı hem de
inancını pekiştirdi. Teb yalanda Mehi'ye küçük gelecekti. Bir
yandan güvende duydu kendini; general arzuladığı zirvelere
varmak için şaibesiz bir sicile sahip olmak zorundaydı. Kısacası,
Hakikat Meydanı'nın iyiliğine dört elle sarılacaktı.
— Çalışmalardaki gelişmelerden memnun olup olmadığınızı
açıklamak hakkına sahip misiniz?
— Cebel Silsile'deki taşlar firavun Merneptah'ın milyon yıllık
tapınağı için gerekli. Yani duvarlar yükselmeye başlayacak ve
Hakikat Meydanı'nın zanaatkarları işlerine hiç tökezlemeden
devam edecekler.
— Bunu duyduğuma sevindim.
— Ortalık söylentiden geçilmiyor... Siz başkentten yeni
döndünüz, savaş dedikodularının ne kadarı gerçek?
— Bunu bilmeyi ben de isterdim, Kenhir! Sınırlardaki birlik-
lerimiz daha da güçlendirildi, ama bu mutlaka çatışma çıkacağı
anlamına gelmez. Tam tersine, bana kalırsa bütün bu önlemler,
çatışma ihtimalini uzaklaştırmak için almıyor. Öte yandan kralın
loncanıza çok değer verdiğini, bu yüzden Hakikat Meydanı'nın
işine hiçbir endişe duymadan devam edebileceğini söylemek
isterim.

285
Mehi bütün bu rahatlatıcı sözleri ederken, bir yandan da
üzerine hiç kuşku çekmeden o lanet olası ustabaşından kurtul-
manın planlarını yapıyordu. Suskun Nefer Teb'in yüz elli kilo-
metre güneyinde, Cebel Silsile'deki büyük taşocağına kraliyet
ailesi adına eliyle iki sütun diktiğinde Merneptah'ın iktidarının
ikinci yılının sıcak mevsimi sona ermek üzereydi. Bu noktada,
Nil'i çevreleyen yarlar birbirlerine yaklaşmakta, suyun akışı hız-
lanmaktaydı; Paneb sunakların bolluğunun, bulundukları yerin
kutsallığını gösterdiği bu kıyıya ustalıkla yanaşan kaptanın
manevrasını hayran hayran seyretmişti. Askerler herkesten önce
inmiş, boyutlarıyla genç devi şaşkınlığa uğratan ocak girişinin iki
yanına dizilmişlerdi.
— Haydi bakalım, iş basma, diye bağırdı Güçlü Naht. Buraya
oyun oynamaya gelmedik.
Nefer ve Burun Fened, daha olgun* [Eski Mısırlılar için taşlar
doğar, büyür ve olgunlaşırdı.] görünen taş yataklarına yöneldi,
sonra talimatlarım Naht ve Paneb aracılığıyla işçilere ilettiler.
Kayalıkta yirmişer santimetre derinliğinde oyuklar açıldı, müs-
takbel blokların çevresi boşaltıldı. Sonra açılan yarıklara madenî
takozlar yerleştirildi, bloklar yuvalarından çıkarıldı.
— Kusursuz, dedi Nefer, sonra da blokların üzerine işaretler
koydu.
Paneb blokları ağaçtan kızaklara yerleştiren işçilere yardım
etti. Taşlar gemiye yüklenmek üzere taşocağından çıkarılırken,
zanaatkarlara seslendi bilge kadın.
— Dünya en eski biçimiyle okyanusken, Tanrı kendini ya-
rattı ve dağlatın karınlarında madenler oluşturdu. Şimdi gün ışı-
ğına çıkarılan taşlar tanrılara iade edilsin ve onları barındıracak
tapınakların yapımında kullanılsın. Taşocağı doğurdu, çocukla-
rına özen gösterelim, tapınakta yaşayan taşlar olarak sonsuza dek
genç kalmalarını sağlayalım.

286
İşçilerle Hakikat Meydanı zanaatkarları arasında fazla bir
şey konuşulmamıştı o ana dek. Her zaman kuşkulu olan Paneb
kızakların koşumları ile frenlerini denetlemiş, olağandışı bir
durumla karşılaşmamıştı.
Son çalışma günü de bitince, ocağın girişinde bir ateş yakıldı,
Nefer de böyle bir ikram beklemeyen işçilere bir et ziyafeti çekti.
Akşamın karanlığına rağmen, sanki taş duvarlar gündüz
biriktirdikleri sıcağı gece kusuyormuş gibi, boğucuydu hava.
Şikâyet etmeyen, sadece Paneb'di.
— Sen hangi malzemeden yapıldın? diye sordu işçilerden
biri. Fırında doğduğuna yemin edebilirim!
— Sen ve arkadaşların gibi dilim ve kıçım buz tutmadı-
ğından, talihliyim ben. Bütün işçiler ayağa kalktı, Paneb yeme-
ğine devam ediyordu.
— Aptallık istemez, arkadaşlar. Yıkılmaz olduğumu anlama-
dınız mı hâlâ? İşçilerden biri bir kahkaha patlattı, arkadaşları da
peşinden.
— Baksana dostum, bana kalırsa bir eksiğiniz var. Kızak
çeken Nübyeli nerede? Şölen hızım almışken, ustabaşı eline bir
dilim ekmek alıp taşocağının kalbine yürüdü.
Paneb, elinde meşale, yalnız bırakmadı Nefer'i.
— Sütunların beslenmesi için bir armağan sunmam gerek.
Dimdik taş duvarların arasından ilerlerken, sinirleri gerildi
Paneb'in.
— Bir tehlike hissediyorum.
— Herhalde yılanlar... Meşalen uzaklaştırır onları.
— Geri dönelim.
— Armağanlar olmazsa, sütunlar canlanamaz.
Kayalık yarın tepesine yerleşmiş Nübyeli okçunun tasarla-
dığı gibi gidiyordu her şey. Yanında yılanları uzaklaştırmak için
meşale taşıyan arkadaşıyla ustabaşı armağanım sunmuştu.

287
Okçu istese de bundan daha iyi bir suç ortağı bulamazdı
elindeki meşaleyle Paneb hedefi aydınlatıyordu çünkü.
İki adam bir an durakladılar. Eğer geri dönerlerse iyi nişan
alamayacağını düşündü okçu.
Sonra ilerlemeyi sürdürdü zanaatkar okçu da yayım gerdi.
Birkaç adım daha, bu kadar yakından ustabaşının kafasını...
Emin olmak için, boynundaki muskaya dokundu Paneb.
Gözünde bir görüntü belirdi; duvardan fırlayan, ustabaşını
yakan bir alev. Meşalenin aleviyle birleşip bütünleşen bir alev.
Dev adam ustabaşını taş duvara doğru ittiği an, Nübyelinin
oku havayı yardı. Nefer'in saçlarım yaladı ve kayaya çarpıp par-
çalandı.
Paneb ayağa fırladı, duvara doğru koştu, tırmanamayacağını
anlayınca öfkelendi. Nübyeli tabanları yağlamış, tüm gücüyle
kıyıya, cinayeti ısmarlayan kadının yanına koşuyordu.
Bir ılgın ağacının dibinde, onu götürmek için bekleyen
süratli teknedeki gemicilerin gözlerinden ırak, bekliyordu kadın.
— Başarabildin mi?
— Hayır, dedi adam, bir parmak ötesinden gitti. Hemen git-
memiz gerek, beni her yerde arayacaklardır.
— Haklısın... Önden geç.
Serketa hançerini okçunun boynuna, iki omurun arasına
sapladı. Adam kollarım göğsüne çekti, dili sarktı, yıkılmadan önce
gülünç biçimde sarsıldı. Mehi'nin karısı hançerini çekti, ılgın
ağacının gövdesine sürüp özenle temizledi, beceriksizin cesedine
tükürdü.
Sonra da sakin adımlarla onu Teb'e götürecek tekneye yürü-
dü.
n
Elli altıncı bölüm

288
Elindeki meşaleyle, aramakla gecenin büyük bölümünü
geçirdiği okçunun cesedini aydınlattı Paneb.
— Ölmüş, dedi Işık, katil sırtı dönükken hançerlemiş.
— Yani, katil işverenine güvenmenin bedelini hayatıyla
ödemiş. Paneb fazla umudu olmasa da kıyıya kadar yürüdü.
— Ayak izleri var, dedi Nefer'e; katil çok önce hareket eden
bir tekneyle kaçmış.
— Yine hayatımı kurtardın.
— Tuzak iyi hazırlanmıştı, Nefer... Önlemlerimizi artırmamız
gerek.
— Neden benimle uğraşıyorlar?
— Çünkü giderek ayak bağı oluyorsun onlara, dedi Paneb.
Seni ortadan kaldırmak isteyen kişi veya kişiler, senin ölmenle
Hakikat Meydanı'nın da sonunun geleceğine inanıyor.
— Ne aptallık... Benim yerime yeni bir ustabaşı seçilecek
oysa.
— Kuşkusuz, ama bakalım senin kadar güçlü olacak mı?
Bildiğim bir gerçek varsa, o da loncamızda kimsenin vazgeçile-
bilir olmadığıdır, özellikle de ustabaşının. Biri gemimizi yönetme
biçiminden hoşlanmıyor anlaşılan, geminin batması için de senin
ölmen gerektiğine inanıyor. Cinayet işleyecek kadar acımasız ve
kararlı biri.
Nefer ve karısı Paneb'in heyecanlı açıklamalarını merakla
dinlemişti.
— Cesedi Teb'e götürmek gerekecek, dedi.
— Neden burada gömmüyoruz onu?
— Çünkü bu okçu Nübyeliydi. En kötüsüne hazırlıklı olma-
mız gerek. Kaptan şaşırmıştı.
— Ben sizi korumak emri aldım, onun için...
— Teb'e dönün ve Nübyelinin cesedini General Mehi'ye
verin.

289
— Peki ama... siz ne zaman Teb'e dönmeyi düşünüyorsunuz?
— Yakında. İyi yolculuklar Kaptan.
Naht ve Fened'i taş blokların tekneye taşınmasını denetle-
mekle görevlendiren ustabaşı, bir balıkçı teknesi kiralayan Paneb
ile Işık'ın yanına vardı. Paneb tüm gücüyle asıldı küreklere, İki
Kor'a, doğu yakasında, sıradağlardan öne çıkan etkileyici bir
kayanın dibine kurulmuş küçük sığınağa varana dek akıntılarla
oynadı.
Tepesinde şahinlerin döndüğü tapınak sessizdi. Paneb uzun
zamandan beri kutsal zeminine insan ayağının değmemiş olaca-
ğını düşündü.
— Taşın ışığım ilk kez gördüğün zamanı hatırlıyor musun?
diye sordu bilge kadın.
— Hem de nasıl! Loncanın toplantı salonunda, herkes beni
aptal yerine koymaya çalışmıştı.
— Bu sunakta, Işık Taşı'nın doğması için uygun bir yer
hazırladı Tanrıça Hathor. Ustabaşı Işık Taşı'yla çalışmayı da bura-
da öğrendi. Bir ebedî istirahatgâhın duvarlarını boyamaya baş-
lamadan önce, en değerli hazinemizin önemini daha iyi anlama-
lısın.
Paneb iki sütunlu küçük bir avlu geçip sunağın tek kanatlı
kapısının önüne varan bilge kadını izledi. Duvarlarda Osiris'in ve
Hathor'a çalgılar sunan firavunun resimleri vardı. Derinliği beş,
genişliği de üç metrelik odanın dibindeki tuhaf tanrıça heyke-
linden tatlı bir ışık çıkıyordu.
— Hathor tanrıların altım, tanrıçaların da gümüşüdür, diye
açıkladı bilge kadın. Bu heykel de aydınlığın gösterdiği tüm
madenlerden yapıldı. Heykelin ayağına dokun Paneb, elinin ışıl-
dadığını göreceksin. Zamanı geldiğinde, belki de Altın Evi'nde
yapılan çalışmayı tamamlamaya çağrılacak.

290
— Gel benimle diye ısrar etti Paneb. Şef Sobek kaskatı
kesildi.
— Barışmış olabiliriz, ama bu bana emir verme hakkını
vermez.
— Ustabaşı seni görmek istiyor.
— Nerede?
— General Mehi'nin yanında, bilge kadınla birlikte.
— Neler oluyor Paneb?
— Benimle gelmeyi ret mi ediyorsun?
— Eğer bir hiç yüzünden rahatımı kaçırıyorsan, bozuşuruz!
— Seni şimdiye kadar hiç kandırdım mı? Nefer, Işık ve
Mehi'nin yüzleri asıktı.
— Benden ne istiyorsunuz? dedi Sobek, her zamankinden
daha az güvenli bir sesle.
— Bizi izle, dedi Mehi.
Hep birlikte, merkezî yönetimin revirine gittiler. Taş bir
sıranın üzerinde, Nefer'i öldürmek isteyen okçunun cesedi vardı.
— Bu adamı tanıyor musun? diye sordu general.
— Hayır.
— Senin adamlarından biri olmadığından emin misin?
— Tabiî eminim!
— Bize tüm gerçeği anlattığından da emin misin, Sobek?
— Bu sorunun ardında ne gizli?
— Bu katil gibi, sen de Nübyelisin...
— Yoksa beni suç ortaklığıyla suçlamaya cüret mi ediyorsu-
nuz? Anlayasınız diye söyleyeyim, dostluğumu kazanmak için
Nübyeli olmak yetmez. Yanımda çalışan polisler benim kabilem-
den ve onlara güveniyorum. Bu adamı da daha önce hiç gör-
medim.
— Umarım doğru söylüyorsundur.
— Bu sözlerinizden görevimden alındığımı mı anlamalıyım?

291
— Hayır, diye araya girdi ustabaşı. Bu sorgulama kesin
olarak gerekliydi, cevapların da bizim için yeterli. Köyün güven-
lik sorumlusu olarak kalacaksın.
— Eğer hakkımda en küçük bir kuşku varsa, istifa etmeyi
yeğlerim.
— Kuşku falan yok, dedi Işık.
Sobek bilge kadının karşısında eğilip, çekildi.
— Bu Nübyeli okçunun cesedi çok rahatsız edici, dedi Mehi.
Hiç hoşuma gitmemekle birlikte Sobek'in emrindeki bütün Nüb-
yeli polisler hakkında ayrıntılı bir soruşturma açmak zorundayım.
Bu konudan kimsenin haberi olmayacak, sonuçlar elime ulaşır
ulaşmaz size bildiririm.
Bilge kadının güzelliği, içten gelme soyluluğu Mehi'yi etki-
liyordu. Neferle oluşturdukları çifti görünce hayranlıktan çok
kıskançlık duymaya başladı, bir de yolunun üzerine dikilen bu
ahengi yıkma isteği.
Hakikat Meydanı'nın sırlarının ulaşılmaz olması, bu ikisinin
yüzündendi. Yine de iki insanın arasında basit bir aşkın çok öte-
sinde güçlü bağlar olduğunu hissetti general. O bağları koparmak
kolay olmayacaktı, böylesi bir ayrıcalığa sahip düşmanlarının
güçlü bir direnç göstereceğini göz ardı etmemeliydi.
— İşçiler hakkında da soruşturma açtıracağım, diye sürdürdü
sözlerini. O Nübyelinin niyetinden habersiz miydiler, yoksa onlar
da mı komplonun parçası?
— Okçunun gerçek kimliğini öğrenmek gerekirdi, dedi Pa-
neb.
— Tabiî... Bana güvenebilirsiniz.
— Bu generale dayanamıyorum, dedi Paneb, sinirle. Kendini
beğenmişliği yakında boğacak onu.
— Önemli olan, bize selefi gibi düşman olmaması, dedi Nefer.
Sen ne düşünüyorsun, Işık?

292
— Benim duygularım da Paneb'inkilerden çok farklı değil.
— Kenhir'e göre, diye anlattı Nefer Mehi'yi harekete geçiren
başlıca dürtü hırs, başkentte parlak bir görevden başka bir şey
düşünmüyor.
— Ne kadar erken olursa, o kadar iyi, dedi Paneb. Kurtulmuş
oluruz!
— Ondan sonra gelecek yönetici çok daha kötü olabilir! Bu
hiç olmazsa kralın hoşuna gidip yükselebilmek için köyümüzle
ilgilenmesi gerektiğinin farkında.
— Ondan olabildiğince uzak durmayı bilelim, yeter, dedi Işık.
Üçlü köye giden yolda hızlı adımlarla yürüyordu. Sobek'i 1.
Tabya'da bekler buldular, aklı karmakarışıktı.
— Ömrümde böyle bir hakarete uğramadım, dedi ustabaşına.
Eğer içinizde en ufak bir kuşku kırıntısı varsa, lütfen samimi
olun, hemen giderim buradan.
— Öyle bir kırıntı yok, dedi bilge kadın; sana sonuna kadar
güvendiğimizi tekrar ediyorum.
Işık'ın ışıltılı bakışı Sobek'in endişelerini dağıttı.
— Bu sabah çok karışıklık var, dedi. Yirmi kadar "kentli
kadın" yüksek bir ücret karşılığında tane öğütmeye geldi.
Işık ve Nefer birbirlerine baktılar. İkisi de şaşkındı.
— Vezirin bir teftişi?
— Haberim yok, dedi Sobek.
Yardımcıların bölümü heyecanla yıkanıyor, temizlik yapıyor,
yerleştiriliyordu. Aynı şey en güzel günlerindeki gibi pırıldayan
köy için de geçerliydi.
— Sonunda gelebildiniz demek! diye haykırdı, ana sokak
bastonuna dayanarak gelen Kenhir. Taşocağından dönemeye
karar verdiğinizi düşünüyordum neredeyse.
— Başımızdan bir iki olay geçti de, diye yakındı Nefer.

293
— İyi ya işte, unut o dertleri! Taş bloklar sol ekibe ne zaman
teslim edilecek?
— Boşaltma devam ediyor. Bütün bu patırtının sebebi ne?
— Firavun Merneptah geleceğini bildirdi. Çalışmaların nasıl
ilerlediğini gözleriyle görmek istiyor.
O
Elli yedinci bölüm
— Dikkat! diye haykırdı Paneb, kızak çok hızlı kayıyor!
Güçlü Naht frene bastı ve üzeri altı ton taş yüklü ağır kızak
yavaşlamaya başladı.
Bu ağırlığı, Neşeli Renupe ile Pişkin Somun Pay'ın sürekli
olarak suladıkları balçık kaplı bir rampadan sadece altı kişi çeki-
yordu.
— Çok fazla su döküyorsunuz, salak herifler!
— Bize mesleğimizi öğretmeye kalkmayacaksın ya! diye dik-
lendi Pay.
— Böyle devam ederseniz, kızak devrilecek.
— Şimdiye kadar hiç devrildi mi?
— İyi ya işte, şimdi de devrilmesin diye söylüyorum.
Öfkelenmelerine karşın, yine de Paneb'in uyarılarını kulak
ardı edemedi Pay ile Renupe, çalışma Cebel Silsile taşlarını
özlemle bekleyen sol ekip önderinin endişeli bakışları altında,
kaldığı yerden devam etti.
— Bir dakika! diye araya girdi Halat Kasa; hoşuma gitmeyen
bir şey var. Malzeme nakliyesi uzmanı kızağın altına eğildi.
— Aklıma gelmedi değil hani... Bu halatı hangi salak bağ-
ladı? Halatı kızağın önüne, olabildiğince aşağıya bağlamalı ki
çekiş en uygun açıyla yapılabilsin. En az yüz kez söyledim bun-
ları, üstelik anlaşılmayacak kadar da güç değil istediğim!
Kasa, halatların bağlantı yerlerini değiştirdi, altı adam aynı
anda hareket etmelerini kolaylaştıran türküler söyleyerek yeni-
294
den işe koyuldu. Bu işlerin yapıldığı günün sabahı iki ekip
Firavun Merneptah'ı oturmuş, iki avucunu peştemalına dayamış,
ciddi yüzünde zarif bir tebessümle gösteren yedi metre yüksekli-
ğinde ve yüz tondan çok daha ağır heykelini yerine dikmişti.
Sürekli sulanan balçıklı bir rampadan kaydırmaya dayanan aynı
yöntemle ve heykelin dizlerine tırmanıp tempo tutan Paneb'in
yardımıyla yürütmüşlerdi dev kütleyi.
Paneb koca heykelin üzerine ikinci kez tırmanıp, onu sar-
malayan ipleri kesip, heykel tüm görkemiyle gözler önüne seril-
diğinde, güneş çoktan ufukta alçalmaya başlamıştı.
Avazı çıktığı kadar bağırarak türkü söylerken, birden çevre-
sindeki sessizliğin bıçakla kesilecek kadar kalın olduğunu fark
etti.
Dudaklarında ölmek üzere bir nağmeyle arkasını döndü-
ğünde, meslektaşlarının taş kesildiğini ve gözlerini heykelinin
önünde dikilmiş, mavi peruklu Firavun Merneptah'a diktiklerini
gördü. Kralın çevresinde de, saçlarını kazıtmış ve beyaz elbiselere
bürünmüş, "saf rahipler" vardı.
Paneb için yere atlamak ve firavunun şimşeklerini üzerine
çekmemeyi umarak uzaklaşmaktan başka yapacak şey kalma-
mıştı.
— Yanıma gel, dedi firavun tam tersine.
Paneb ne yapacağını bilemez haldeydi, neyse ki bacakları
vücudunu taşıdı.
— Armağanlar yeryüzüne indiğinde tanrıların yüreği sevinç
dolar, insanların da yüzleri aydınlanır, dedi hükümdar. Armağan-
ları güzel ve temiz olarak sunmak, her gün yinelenmesi gereken
ışıltılı bir eylemdir. Sadece armağanlar krallığın doğaüstü gücünü
temsil eden bu devi canlandırabilir.
Paneb rahiplerden birinin elinden bir demet nilüfer alıp
firavuna sundu, firavun da nilüferleri dev heykelin ayakları

295
dibine bıraktı. Sonra aynı şekilde bir somun ekmek, bir sepet
meyve, bir kap tütsü ve bir testi şarap sundu heykele.
— Taşın damarlarında saklı güç harekete geçsin, dedi Mer-
neptah.
Rahip ve zanaatkarlar firavunu dev resmiyle, insanın öte
tarafıyla baş başa bırakmak için çekildiler. Heykelin yanından son
ayrılan Paneb'di, ülkenin efendisi ile taş sureti arasında yaşanan
gizemli kutsamanın etkisindeydi hâlâ. Merneptah Amon Tapına-
ğı'na heykeller armağan etti, Karnak'tan Luksor'a giden bir kor-
teji yönetti, ama zamanının çoğunu Krallar Vadisi'nde, Suskun
Neferle birlikte mezarının yapılma çalışmalarını inceleyerek
geçirdi.
Teb'de bunca süre kalması, savaş tehlikesinin uzaklaştığının
belirtisi değil miydi? Batı yakasına dönüp, Hakikat Meydanı lon-
casına bağlılığını ikinci kez göstererek zanaatkarlar konusunda
çıkarılmak istenen tüm söylentileri kesmek istemişti.
Firavun, loncanın önderi olduğunu, zanaatkarların çalışma-
larına ne denli önem verdiğini göstermek için köyde bir şölene
bile katılmıştı.
Hain ise Hakikat Meydanı'nın başına konan talih kuşu kar-
şısında şaşkınlık ve umutsuzluğa düşmekle birlikte, kutlamalara
katılıyor, ne kadar mutlu olduğunu meslektaşlarına gösteriyor,
ustabaşı ile bilge kadını övmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Bu karanlık görüntüde iki olumlu nokta vardı: büyük bir
beceriyle duygularını gizlemeyi başarıyor ve karısı anlaşmalarına
sadık kalmayı sürdürüyordu. İyi bir ev kadını olarak durumundan
yakınmadan gündelik işleri yapıyor, sabırla varlıklı bir kadın
olacağı günü bekliyordu.
Kralın gidişinden sonra, mezar kâtibi zanaatkarlara bugün-
lük tatil verdi. İşte sonunda köyden çıkmak, suç ortaklarıyla
görüşmek için Doğu Yakası'na geçme imkânını bulacaktı!

296
Hain sabahın ilk ışıklarıyla birlikte köyün kapısından çıktı,
Ramesseum boyunca giden yola girdi. Sağa, Nil'e giden anayola
sapmadan az önce bir ılgın ağacının gölgesine çömelmiş Nübye-
liyi gördü.
Yüzünü görmek ve Sobek'in adamlarından biri olup olmadı-
ğını anlamak için yanına sokulamazdı. Rahatsız oldu ve daha
fazla tehlikeye atılmamaya karar verdi. Biraz ilerideki küçük
pazara kadar yürüdü, bakla alıp geri geldi. Köye girerken, büyük
testiden su dolduran Lekesiz Uabet 'le karşılaştı.
— Kente gitmeyecek miydin? diye sordu Uabet.
— Orada ne yapacağım ki... Evde dinlenmeyi tercih ederim.
— Yönetimin yeni kararlarından sonra, hakkın yok diyemem.
— Ne demek istiyorsun?
— Kenhir bundan önce, işe gelmeme nedenlerini mezar def-
terine yazmakla yetinirdi; şimdilerde insanların nereye gidip
nereden geldiğini de kaydediyor! Anlaşılan kaybedecek zamanı
varmış, ama güvenliğimizle yakından ilgileniyor... Bir de tabiî
kâtipleri değiştirmek imkânsız, onlar yazı yazmak için doğmuş.
— Dediğin gibi, Uabet. İyi bir gün geçirmeni dilerim. Demek
Sobek'in adamları mezar kâtibiyle sıkı işbirliği içinde çalışıyordu?
Beynini kemiren endişe verici bir soru daha vardı: Kenhir ne
zamandan beri not tutuyordu?
— Adamlarım ellerinden geldiğince hızlı çalışıp epeyce yol
aldı, dedi General Mehi, yazıhanesinin rahatlatıcı serinliğinde.
Soruşturmanın sonuçlarını açıklamak için sizleri buraya çağır-
mamın nedeni de bu.
Mezar kâtibi ile ustabaşı kulak kesildi.
— Cebel Silsile işçileriyle ilgili hiçbir işbirliği ya da suç
ortaklığı belirlenemedi. İçlerinden hiçbiri, güçlü vücudu nede-
niyle birkaç günlüğüne işe alınan Nübyeliyi tanımıyor. Adam

297
cinayet anına kadar dikkat çekici bir davranışta bulunmamış
zaten.
— Kim olduğunu belirleyebildiniz mi?
— Talihimiz varmış... Taşocağının hemen yakınında bir
Nübye köyü var, adamlarımın soruşturması inkâr edilemez ger-
çeği ortaya çıkardı. Köy halkından biri itiraf etti. Adamımız
kanun kaçağıymış, bir balıkçıya darp ve gasp suçuyla atıldığı
Elefantin Cezaevi'nden kaçmış. Birkaç hafta boyunca köyde sak-
landıktan sonra iş aramaya koyulmuş.
— Karanlık planlarından söz etmiş mi hiç?
— Hayır, ama hep aynı yöntemle çalışmış; ilginç bir yer
bulmak, dostlar edinmek ve aralarından en zenginini soymak.
Zaten bazıları ölümle suçlanan bir sürü soygunla ilişkisi oldu-
ğundan kuşkulanılıyor.
— Başka? diye sordu Kenhir.
— Unuttuğum bir ayrıntı kalmadı sanıyorum.
— Demek katil Hakikat Meydanı'nın ustabaşını ustabaşı
olduğu için değil, en ilginç kurban olarak gördüğü için seçti?
— Bu da bir ihtimal, ama elimizde hangi açıklamanın gerçek
olduğunu gösterecek bir bilgi yok.
Mehi, konuklarına bu noktada hazıra konmaya çalışma-
yarak, onları etkilemek amacında olmadığını göstermek istiyordu.
Nefer'in bir şeyler söyleyeceğini umdu general, ama beriki ses-
sizliğini koruyordu.
— Sobek'in adamlarını da soruşturdunuz mu? dedi Kenhir.
— Oldukça çok bilgi topladık, bu nedenle de size sevinece-
ğiniz bir haber verebilirim sanıyorum. Onları herhangi bir konu-
da suçlayacak en ufak bir kanıt yok. Meslek hayatları lekesiz, o
bakımdan endişeniz olmasın.
— Bizzat Sobek hakkında da aynı övgülerde bulunabilir
misiniz?

298
— Şef Sobek'e yöneltebileceğim bir eleştiri olamaz. Hakkın-
daki dosya doğruluğu ve çalışması hakkında övgülerle dolu.
Firavun bile zanaatkarların korunması için aldığı önlemlerden
bahsedip, Sobek'ten ne denli memnun olduğunu söyledi. Bana
kalırsa Sobek'in suç oluşturabilecek bir davranışa girdiğini
düşünmek bile imkânsız.
Mehi böylesi kesin bir ifade kullanırken, söylediklerinin
karşısında oturanların kuşkularını zerre kadar dağıtmayacağını,
öte yandan da onlara ne kadar tarafsız olabildiğini göstereceğini
düşünüyordu.
— Bütün bunlardan nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz? dedi
Kenhir.
— Bir haydut öldü, suç ortağı tarafından öldürüldü, kuşkusuz
başka bir Nübyeli tarafından. Kaçmayı başaran, bir ihbar olmazsa
kimliğini belirleyemeyeceğimiz başka bir Nübyeli. Bunun bir
rastlantı olduğunu umalım, ama tehlike hiç geçmemiş gibi
önlemler alalım. Sobek sorumluluğu altındaki bölgede tetikte
olur, ben batı yakasıyla ilgilenirken, sizler köyün içinde gözleri-
nizi dört açın.
— Firavunun ziyareti bizi rahatlattı, dedi Mezar kâtibi.
— Haklısınız, savaş dedikoduları dindi ve barış yerleşti. Taş
bloklarını nakletmek için askerlerime ihtiyacınız olacak mı?
— Yakında yeni bir sefer yapılacak, çünkü sol ekip önderi
beklenenden de hızlı çalışıyor. Firavun Merneptah milyon yıllık
tapınağının sağlayacağı güce yakında kavuşacak.
A
Elli sekizinci bölüm
Sağ ekibin tüm zanaatkarları geçitteki kulübelerinde, köy ile
Merneptah'ın ebedî istirahatgâhının yapımının sürdüğü Krallar
Vadisi arasındaki dinlenme yerlerinde uyuyordu.

299
Mehtaplı gecede sadece ustabaşı uyanıktı. Her akşam
uykuya dalmadan önce yaptığı gibi, yine tek tek zanaatkarlarını,
kaygılarını, gün boyu izlediği ekibin verimliğini ve birliğini
korumak için çözümlemek zorunda olduğu sorunları düşündü.
Onların arasında, işini ve kardeşlerini seviyor gibi görünen,
dudakları kadar yalancı bir yüreğe sahip ve loncayı içinden
kemirmek isteyecek kadar alçak bir yaratık vardı. Nefer bu yükü
taşımakta gittikçe zorlanıyordu. Onun dünyası zanaatkarlar ara-
sındaki kardeşlik ile Işık Taşı'ydı; nasıl önleyeceğini kestiremediği
ikiyüzlülük ve alttan alta yayılan kötülük değil. Rakibinin mas-
keyle dolaştığı bu boğuşmada günden güne gücünden biraz daha
kaybediyor, böyle güç koşullarda görevini sonuna dek götürebi-
leceğinden her geçen gün biraz daha fazla kuşkulanıyordu.
Uzun uzun baktığı zirveden hafif ve kokulu bir meltem esti.
Ustabaşının içindeki kıpırtı dindi, bu göreve getirildiği gün Kâtip
Ramose'nin sözlerini hatırladı: "Gizli Tanrı rüzgârla gelir; gece
onun varlığıyla dolarken görünmez o tanrı. Yukarıda olan, aşa-
ğıda olan gibidir, bunları yapan Tanrı'dır. Suskun'un koruyucusu
Amon'un elinde olmak ne mutluluk, sevdiklerine hayat soluğu
veren Amon'un avucunda olmak ne kıvanç."
Bir körü iyileştirebilecek tek hekim Amon'un gerçek biçi-
mini ne Tanrı ne de insan biliyordu; zaten insan onu gördüğünde
hayranlıktan ölmüyor muydu? Görünmez olsa da, teknelerin
yelkenlerini şişirerek belli ediyordu kendini. Hiç doğmamıştı, bu
yüzden de ölmeyecekti hiç.
O anda çağrısına cevap veren, ihtiyacını duyduğu gücün
kaynağı Amon'la ilişkisini sağlayarak yükünü hafifleten batı zir-
vesinin büyülü kuvvetini hissetti Nefer.
— Sen de benim gibi, uyuyamıyorsun, diye fısıldadı Paneb.
Geceyi geçitte geçirmek, armağanların en yücesi... Burada hayat,
diğer yerlerden çok daha güçlü.

300
Nefer sessizliğini sürdürdü. Paneb tanıdığını sandığı bu
adamın, sadece dostu ve üstü değil, zamanın ötesinden gelme,
elini ve ruhunu yakıcı bir ateş gibi delip geçen bir görevi sırtlamış
olağandışı biri olduğunu hissetti. Evet, ustabaşı sükûnet ve ken-
dine hâkim olma gibi niteliklere sahipti, ama o da yılmaz tüken-
mez Cesur'du.
Paneb Nefer'in sessizliğini paylaştı, onun gibi gecenin
yelinde Amon'un soluğunu duydu.
— Sen gerçekten hastasın, dedi Işık. Somurtkan Karo titri-
yordu.
— Geçitteki kulübemde üşüttüm... Bazılarının geceyi orada
geçirmekten hoşlandığını düşünüyorum da! Kış gelip de rüzgâr
esmeye başladığında insanın kemikleri buz tutuyor. Yatağa çakılıp
kalacağım. Gelecek çalışma dönemini kaçırmaktan korkuyorum.
— Sanmam.
Bilge kadının elinde hastalığı durdurmak için geniş ilaç ola-
nakları vardı. Bira maşrapalarının dibindeki tortu ile soğan suyu
karın ağrıları ve soğuk algınlığına karşı hazırlanan ve Karo'yu
rahatlatacak çoğu ilacın karışımında önemli bir yer tutuyordu,
ama bu kez hububat depolamakta kullanılan bilimsel bir yön-
temle elde edilen doğal bir antibiyotikten* [Daha ilk dönemlerden
itibaren Eski Mısır'da antibiyotik kullanımı için bkz. J. O. Mills,
Beyond Nutrition: Antibiotics produced through grain storage
practices, their recognition and implications for the Egyptian
Predynastic, Studies Hoffman, 1992, s. 27-36.] yararlanacaktı. Silo-
ların dibine biriken ve iyileştirici etkisi olan bir maddeyle dolu
tabaka özenle toplanıyor, hastalara veriliyordu.
— Güçlü bünyene bakınca, iyimser olmakta haklıyım diye
düşünüyorum.
— Ya iki gün sonra ateşim hâlâ düşmemiş olursa?
— O zaman seni bir daha muayene ederim.

301
Karo evine döndü, Işık da bir gece önce Naht'ın böbrek ağrı-
larından yakman karısında kullandığı güney kurbağalarının
derisinden elde edilen, ağrı kesici ve iltihap önleyici özelliklere
sahip sıvıyı koyduğu şişeleri etiketledi. Sık sık, hatta muayene
sırasında bile Kurtarıcı Şed'i düşünüyordu. Gözle ilgili çalışmaları
tekrar baştan okumuş, yeni karışımlar hazırlamaya koyulmuştu,
ama bunlardan fazla umudu yoktu.
Başrahibe Hathor Tapınağı'nda kutlanan ayinler sırasında,
kadın toplumunun büyüsünü ressama yöneltmeye çalışıyordu,
çünkü insanların bilgisi körlüğe karşı savaşmaya yeterli değildi.
Paneb'in yetenekleri ve öteki ressamların becerilerine rağmen,
sağ ekibin Kurtarıcı Şed'e ihtiyacı vardı, o olmazsa Merneptah'ın
mezarındaki süslemeler bir şeye benzemeyecekti.
— Bir haftalık tatil mi?.. Ne söylediğinin farkında mısın sen?
diye haykırdı Kenhir.
— Bana vermeniz gerekenden de az, dedi Güçlü Niyut. Daha
fazlasını da isteyebilirim, ama sizi güç durumda bırakmak iste-
miyorum.
— Ya ev işleri, yemekler...
— Evinizi tertemiz bırakıyorum, ben yokken de soğuk bir
şeyler yersiniz, sorun kalmaz. İki üç kez öğle yemeğine davet
ettirin kendinizi, akşamları da az yiyin olur biter. Aşırılıklar
yapmanızı engellemek için yanınızda olamayacağım, döndü-
ğümde sizi hasta bulmak istemem.
— Hemen gitmeyeceksin, değil mi?
— Gelecek hafta.
Mezar yazıcısı birden evinin çok boş olduğunu hissetti. Bu
lanet olası hizmetçiye dayanmak imkânsızdı, ama eksikliğini
duyuyordu işte; işe yaradığını kabul etmek zorundaydı tabiî
yazıhanesinin altını üstüne getirdiği zamanların dışında.

302
Hizmetçiyi aklından kovarak Düşler Anahtarı için birkaç
sayfa daha yazmaya davrandı; ne var ki daha papirüse tek bir
çizgi çizmeye bile fırsat bulamadan yardımcısı daldı.
— Ne var, İmuni?
— Paneb yine boya topağı istedi benden!
— Bunda ne var?
— Bir ressamın bir günde kullanabileceği topak sayısını
kesin olarak hesapladım, Paneb'in istediği bunun çok üstünde!
Öteki zanaatkarlar da onun gibi davranmaya başlarsa, bu köyü
yönetmek imkansızlaşacak!
— Şüphesiz, şüphesiz...
— Bu kadarla da bitmiyor, diye devam etti İmuni. Paneb
kurallara uymamakla kalmayıp, beni tehdit etmeye devam ediyor!
— Sen ne cevap verdin?
— Oradan uzaklaşmayı yeğledim... Ona bir ihtar yazısı gön-
dermelisiniz!
— Bu işi halledeceğim, dedi Kenhir.
— Artık istediği kadar boya topağı kullanamayacağını söy-
leyeyim mi ona?
— Bu işi halledeceğim dedim ya!
İmuni bir kuralın akılla uygulanması gerektiğini hiçbir
zaman anlayamayacaktı, Kenhir de bunu ona anlatamayacağının
farkındaydı.
Yaptıklarına ek olarak, Kurtarıcı Şed'den de öğrendikleri gibi
bol miktarda boya topağına ihtiyacı vardı Paneb'in. Üstelik gere-
ğinden fazla tükettiği fırçalar ile öteki malzeme de ayrı bir
sorundu. Genç dev kendi yöntemine hiç hoşgörülü davranmıyor,
asıl resmi çizmeden önce deneme üzerine deneme yapmaktan
yorulmuyordu. Sonuç öylesine parlak oluyordu ki, Kurtarıcı
Şed'in bile bir iki düzeltmeden başka yapacak şeyi kalmıyordu. Bu

303
koşullarda, Paneb'in kullandığı malzemenin ne önemi olabilirdi
ki! İyi de gel bunu İmuni'ye anlat anlatabilirsen.
Terasında serinleyen hain, yere vurduğu bastonuna uygun
yürümeye çalışan mezar kâtibini gördü.
— Böyle nereye gidiyor? diye sordu karısına.
— Dün akşamki gibi ustabaşının evinde yemeğe davetli her-
halde. Güçlü Niyut izne gideli beri vur patlasın çal oynasın. İnsan
bir kez hizmet edilmeye alışmaya görsün, yalnızken başının
çaresine bakamıyor.
— Hizmetçi ne zaman dönecekmiş?
— Hafta sonunda.
— Hava kararır kararmaz çıkacağım.
— Nereye gideceksin?
— Bizi tehdit edebilecek bir tehlikeyi ortadan kaldırmaya.
Eğer biri gelirse, kendimi iyi hissetmediğimi, çoktan uyuduğumu
söylersin.
Hain gergindi, çıplak ayakla duvarların dibinden ilerliyor,
kimseyle karşılaşmamayı umuyordu. Birisiyle karşılaşsa, bu gece
gezintisini açıklamak için baş ağrısı mazeretine sığınacaktı.
Talihi yaver gitti, kimseyle karşılaşmadan Kenhir'in kapısına
vardı. Ana kapı kapalıysa, fazla ısrar etmemekte kararlıydı. Ne
var ki kapı gıcırtı çıkarmadan açıldı, bir saniye sonra mezar kâti-
binin evine süzülmüştü bile. Ne kadar zamanı vardı acaba? Işık
iyi bir aşçıydı, Kenhir de saygılı bir konuktu... Yine de acele
etmeliydi. Yakalanırsa hırsızlıkla suçlanır, köyden kovulur ve
hapse atılırdı; kısacası bütün düşlerin sonu olurdu bu. Geriye bir
tek Kenhir'in mezar günlüğü olarak kullanılan papirüsü nereye
yerleştirdiğini bulmak kalıyordu. Kesinlikle yapılması gereken bir
işi vardı. Uykuya dalmadan önce, gündelik işlerin sıkıntısını
unutturacak bir klasik okumaktan hoşlanıyordu mezar kâtibi.
Nefis bir akşam yemeğinden sonra keyfi yerine gelmiş, biraz daha

304
çalıştıktan, sonra mezar günlüğünü incelemeye ve son on ay
içinde sık sık batı yakasına giden zanaatkarların listesini çıkar-
maya başlamaya karar vermişti.
Önce yanıldığını sandı ama gerçeği kabul etmek zorundaydı
işte; üzerine notlarını yazdığı papirüs kaybolmuştu.
n
Elli dokuzuncu bölüm
Merneptah iktidarının dördüncü yılı sınırlarda hiçbir çatışma
çıkmadan biterken, mezarının kazılması ile süslenmesi işi oldukça
ilerlemişti. Şimdiye kadar, kozmik okyanusun yani İvun'un ener-
jisinin, firavunun lahdinin son evine indirilirken yayılacağı
kuyuyla son bulan koridorun birinci bölümünü oluşturan ilk üç
'Tanrı geçidi"; düşmanları ve kötü güçleri kovmak için yapılan
sütunlu salon; dirilenin ruhunun göğün en yükseğine çıkacağı
yeni bir koridor; ruhu sonsuza dek doğrulukta tutacak Maat
salonu ve Merneptah'ın mumyasının yatacağı altın salona açılan
son koridorun başlangıcı bitirilmişti.
Çizimciler Güneş İlahilerinden alınmış hiyeroglifler, firavu-
nun öte tarafın nöbetçileri karşısına korkusuzca çıkmasını ve
doğrulara açık cennete kolayca girmesini sağlayacak Kapılar
Kitabı ve Gizli Odanın Kitabı'ndan alınma metinleri çizmeye baş-
lamışlardı bile.
Osiris'e yağ ve tütsü, Ptah'a şarap sunan Merneptah, hüküm-
dara hayat veren Ra ve Anubis, kanatlı Tanrıça Maat; firavun ile
tanrılar arasında sayısız konuşmalar. İşte arkadaşları kayanın
karnına dalarken, Kurtarıcı Şed ile Cesur Paneb'in çizdiği
resimler.
Fitilleri islenmeyen birçok kandil sayesinde aydınlatma
kusursuzdu. İki ressam renkleri mezarın dışında hazırlayıp reka-
bete girişiyor, değişik kalınlıkta katlar sürüyor, ince farklılıklar
yaratıyor, özellikle de Şed'in yardımcısına öğrettiği sırların uygu-
305
lanmasıyla elde edilen bir kat vernik, kırmızılar ile mavileri daha
parlak gösteriyordu.
Paneb'in gücü öylesine bulaşıcıydı ki, onun yanında
çalışırken bitkinlik duymuyordu Kurtarıcı; hatta gece boyunca
tanrıların bineceği altın kayığı çizerken, gözleri daha iyi görü-
yormuş gibi geliyordu ona.
— Artık fazla ileriye gitti! diye haykırdı Çakal Unes. Şed'in
gelip müdahale etmesini istiyorum!
Şed çizimciye ve güneş kayığının burnunda duran mavi
perukalı altın peştemallı görkemli insan resminin önünde durmuş
iki meslektaşına, Pişkin Somun Pay ile Kararlı Gau'a yaklaştı.
Başın üzerinde adı yazılıydı, Osia, yolu tek bilen "yaratıcı dürtü".
— Resimde neyi beğenmedin? diye sordu Şed.
— Kafesleri ben çizdim, dedi Unes, Paneb'in uymadığı kesin
talimatlara göre çizdim!
— Doğru, diye onayladı Gau. Pay, rahatsızlığı belli, susu-
yordu.
— Bütününe bak, dedi Kurtarıcı. Kayığa, Osia'ya ve palamarı
tutan tanrısal varlıklara.
Unes kaşlarını çattı.
— Göremiyorum...
— İşte ressam olmamanın nedeni de bu. Teknik verilere sadık
kalarak duvara kaü bir kalıp çizdin, Paneb de kalıplardan biraz
taşarak canlandırdı onları. Çalışma kayboldu, yerine güzellik
doğdu.
— Yani Paneb istediğini yapabilir! diye diklendi Unes.
— Tam tersine. İşlerimiz yavaş ilerliyorsa, onun yüzünden,
çünkü kareleri öylesine dikkatle inceliyor ki, sonunda kafes eline
geçiveriyor. Katı bir sınırı yumuşatıp daha önce olmayanı
fışkırtan eldir bazen.
— Yine de, diye itiraz etti Gau, kabul edilemez şeyler yapıyor.

306
— Yanılıyorsun, yokluğunda resmin ölmeye mahkûm olacağı
oranları biçimlendiriyor. Yolunu yitirmesine izin verir miydim
sanıyorsun? Üstelik de bir kral mezarında? Daha iyi bakın, sonra
da bu resimde neyi beğenmediğinizi söyleyin bana.
Üç çizimci boşuna eleştirilecek bir yer aradı.
— Bundan sonraki kafesi hazırlayalım, dedi Pay.
— Kenhir bu sabah nasıl? diye sordu Işık, Güçlü Niyut'a.
— Çok daha iyi. Sonunda iştahına kavuştu, olur olmaz şeyler
için homurdanmaya da başladı. Bana kalırsa tedaviniz tamamıyla
iyileştirdi onu.
Mezar kâtibi asık yüzle çıktı odasından.
— İşler gecikti. Ah, Işık... Tanrılar size sevgiyle davransın. O
güçlendirici haplarınızı daha ne kadar yutacağım?
— Gücünüze kavuştuğunuza göre hemen bırakabilirsiniz.
— Papirüsün çalınmasından sonra, öleceğimi sandım...
Evimde, yazıhanemde hırsızlık! Böyle bir alçaklığı kim yapmış
olabilir?
Korkunç hırsızlığın anlaşılmasından sonra haftalar boyu
süren, İmuni'yi gündelik işleri üstlenmek zorunda bırakan derin
bir bunalıma düşmüştü mezar kâtibi. O uzun haftalar boyunca
bilge kadın sürekli ziyaret etmiş, hem biyoenerji hem de ilaç kul-
lanarak sağlığını yeniden kazandırmaya uğraşmıştı.
— Kendimi Krallar Vadisi'ne gidebilecek kadar güçlü hisse-
diyorum, dedi Kenhir.
— Bunun kararını siz veremezsiniz, diye itiraz etti Güçlü
Niyut. Bırakın da Krallar Vadisi'ne ne zaman gidebileceğinizi
bilge kadın düşünsün.
Işık gülümsedi.
— İşte bu ilaç benimkileri tamamlayacak ve zanaatkarlar sizi
aralarında görmekten mutlu olacak.
Mezar kâtibi şaşkınlık içindeydi.

307
— Bir şaheser yaratmışsın, dedi Nefer'e. Bu mezar en az
Büyük Ramses'inki kadar güzel.
— İşin güç yanı asıl şimdi başlıyor, diye uyardı onu ustabaşı.
Lahit odası tamamlanmadığı sürece endişelerim sona ermeyecek.
Kenhir ebedî istirahatgâhın koridorlarında gidip geliyor,
canlı renklerin ahenginde hangi ayrıntıyı seyredeceğine karar
veremiyordu.
— Çizimciler ile ressamlar kendilerini aşmış... Ölüm buraya
asla hâkim olamayacak.
— Bütün ekip bu esere ruhunu kattı.
Mezarın dışında, kurutulmuş balıktan, salata, soğan ve
ekmekten oluşan yemeği paylaştılar. Öğlen yemeğinde, sadece
çok hafif bir biraya izin vardı. Kenhir kayaya oyulmuş koltuğun-
daki yerini almıştı, yüzündeki dalgınlığa rağmen herkes geri gel-
diği için memnundu. Dinlenme bitince, mezara döndüler.
— O çalman papirüs hiç aklımdan çıkmıyor, dedi mezar
kâtibi ustabaşına. Bildiğim bütün giriş çıkışları yazmıştım oraya,
niyetim tek tek zanaatkarların köyden çıkma sıklığını belirle-
mekti. Peşinde olduğumuz adam bunun farkına varmış ki, belgeyi
yok etmeye karar verdi.
— Yazdıklarınız aklınızda değil mi?
— Hafızamı papirüslere yazdıklarımla yormamaya çalışırım.
Notlarım olmadan sağlıklı sonuçlar çıkarmam imkânsız.
— Adamımız artık daha dikkatli davranacaktır... Kuşkusuz
Sobek'in yeni güvenlik önlemleri aldığını da gördü.
— Durumu çok güçleşti şimdi. Eğer köyden ayrılmamaya
özen gösterirse, köy dışındaki suç ortaklarıyla nasıl temas
edecek?
— Sobek haklı. Er ya da geç yanlış bir adım atacaktır. Bizim
gözümüzü dört açıp tetikte olmamız gerek.
— Işık Taşı'nı bir daha ne zaman kullanmayı düşünüyorsun?

308
— Lahit odası kazılıp tavanı kubbeleştirildiğinde, dedi Nefer.
Çizimciler ile ressamların gelişinden önce, duvarların güçle dol-
masını istiyorum.
— Doğrusunu söylemek gerekirse Paneb ile Şed'in resimle-
rini birbirlerinden ayırt etmek gün geçtikçe zorlaşıyor... Boynuz
kulağa yetişiyor. Bu mezarın renkleri Ramses'in ebedî istirahat-
gâhındakilerden bile daha canlı.
— Şed'e kalırsa, Paneb kırmızılarla oynayarak yeni renkler
yaratmış. Üstelik bu daha sadece başlangıçmış.
— Kurtarıcı öğrencisini kıskanıyor olmasın?
— Tam tersine, Kenhir. Öğrencisinin gelişmesini görmek ona
gençlik ve heyecan kazandırdı. Kurtarıcı büyük eserlerin
adamıdır, gündelik iş kadar nefret ettiği bir şey yoktur. Uzun süre
kendine layık bir halef bulamamaktan yakınıp umutsuzluğa
düşmüştü.
— Ve Paneb geldi... İşte Hakikat Meydanı'nın bir mucizesi
daha! Kendini beğenmişliğin elini ya da yüreğini bozmasına izin
verme.
— Bu hepimizi bekleyen bir tehlike. Paneb öylesine çok güç-
lükle karşılaştı ki, her seferinde kendini aşması gerekti. Onu aşan
bir eser için kendinle ve kendine karşı mücadele ettiği sürece,
içindeki ateş yaratıcı olacaktır. Yardımcısının sınırlarını her gün
biraz daha fazla zorlaması konusunda da Şed'e güvenebiliriz
sanırım.
Ustabaşı mezarın eşiğinden geçiyordu ki, çözüm kafasında
parladı.
— Posta!
— Ne diyorsun? diye sordu Kenhir.
— Hain dışarıyla yazışarak bağlantı kuruyor!
Postacı Uputi mezar kâtibinin önerisini duyunca, dehşete
düştü.

309
— Postanın sırrını koruyacağıma yemin ettim. Eğer yemi-
nime karşı gelirsem, Tot'un asası haklı olarak kafama vuracak,
işimi de kaybedeceğim. Şimdiye kadar çok kişi rüşvet vermeye
çalıştı bana, ama hiçbiri başaramadı.
— Kutlarım seni, Uputi, ama benim niyetim sana rüşvet
vermek değil!
— Yine de zanaatkarların mektuplarında yazılanları ve kim-
lere gönderildiğini bilmek istiyorsunuz! Cevabım hayır, Kenhir,
kesin ve sert bir hayır.
— Tutumunu anlıyorum, ama doğruluğumun en az seninki
kadar katı olduğundan ve loncanın yüksek çıkan için senden
böyle bir şey istediğimden emin ol.
— Sözünüzden kuşkulanmak aklımdan bile geçmez, ama size
verdiğim cevap, mesleğe girerken ettiğim yemine tamamen
uygun.
Mezar kâtibi, bir cinayet soruşturması olsaydı, Uputi'nin
taşıdığı mektupların içeriklerini öğrenmeye yetkili olacaktı kuş-
kusuz, ne var ki loncanın onurunu korumak ve her iki ekibin de
işleri başlarından aşkınken sorunların gün ışığına çıkmasını
önlemek zorundaydı.
— Hiç olmazsa bana bir bilgi ver Uputi, bu son üç ay
boyunca, sana en fazla mektup veren zanaatkar kim?
— Bunu neden öğrenmek istiyorsunuz?
— Mezar günlüğüne yazmak, bundan önceki yıllarla karşı-
laştırmak ve vezirin benden isteyeceğinden kuşkum olmadığı
günlük yazışma raporunu hazırlamak için.
Saygıyla söylenmiş yalan Uputi'nin direncini yıktı.
— Madem öyle diyorsunuz... En çok yazan Pişkin Somun
Pay. Ama bundan fazlasını öğrenemeyeceksiniz.
O
Altmışıncı bölüm
310
— Bir dilim et almayacak mısın, Pay? diye şaşkınlıkla sordu
karısı.
— Hayır, bu gece olmaz.
— İşkembe de mi?
— Biraz ağırlığım var.
— Neredeyse hiçbir şey yemedin, oysa ben evlilik yıldönü-
mümüz için bir şölen hazırlamıştım sana!
— Böylesi daha iyi, emin ol!
— Sen, senin kafanda bir şeyler var!
Çizimcinin vücuduna, kan damlayan yanaklarına, şiş göbe-
ğine bakarak iyi beslenmediğini söylemek imkânsızdı.
— Çıkıp biraz dolaşacağım.
— Geç kalma, yoksa çocukları uyandırırsın.
— Merak etme.
Yemeklerin kokusuna daha fazla dayanabilmek imkânsızdı,
en iyisi biraz hava alıp unutmaya çalışmaktı. Midesi topuklarına
sarkmış çizimci köyün anacaddesine daldı.
— Ne rastlantı ama, dedi Paneb. Ben de seni görmeye geli-
yordum!
— Beni mi... Neden ama?
— Ustabaşı ve mezar kâtibi seninle konuşmak istiyor.
— Hemen mi?
— Hemen.
— Yatmak üzereydim...
— Evden yeni çıkıyordun, öyle değil mi?
— Hayır, yani evet, ama dönüyordum...
— Beni seni çağırmam için gönderdiler, ben de seni götürü-
yorum, tamam mı?
— Peki peki, tamam.
Genç devin sözde yumuşaklığı, öfkesinden de tehlikeliydi.
Pay sözünü dinleyip onunla gitmenin daha iyi olacağım düşündü,

311
içi endişeyle dolu olarak Nefer ile Işık'ın evine girdi, bilge kadının
kusursuz bakışlarının her zamankinden daha sorgulayıcı, daha az
dostça olduklarım gördü.
— Yüzün sapsarı, dedi Işık. Hazımsızlık mı?
— Hayır, hayır, iyiyim... Çok iyiyim.
Kenhir ayakta durmuş, ellerini bastonuna dayamıştı. Neza-
ket cümleleriyle zaman kaybetmek istemedi.
— Bu son günlerde çok yazıyorsun.
— Olabilir... Ama bu benden başkasını ilgilendirmez.
— Hakikat Meydanı'nı ilgilendirebilir. Kime yazıyordun?
— Bunu sormaya hakkınız yok.
— Tam tersine, sorarız! Eğer cevap vermemekte direnirsen,
mahkemeyi toplarım. Pay dehşet içindeydi.
— İyi ama... haksızlık bu!
— Eğer kendinle barışıksan, bize cevap verirsin diye araya
girdi Nefer. Reddetmekle Hakikat Meydanı hizmetkânna yakış-
mayacak davranışlar içinde olduğunu kanıtlamıyor musun?
Pay başını önüne eğdi.
— Her şeyi biliyorsunuz, değil mi? Ağır bir sessizlik cevap-
ladı sorusunu.
— Her şey bir yıl önce başladı, yaklaşık bir yıl önce, doğu
yakasında, balık pazarının yanında oturan annemin sekseninci
yıldönümünü kutlarken başladı. O gün hem işkembeyi hem de et
kızartmasını fazla kaçırmıştım, o da Kagemni İçin Dersler kita-
bındaki ünlü cümleyi yüzüme söyledi: "Oburluk aşağılık bir
şeydir, parmakla gösterilmesi gerekir. Susuzluğu gidermek için
bir maşrapa su, yüreği güçlendirmek için bir tutam sebze yeter-
lidir. Yemek bittiğinde kaini hâlâ hırsla dolu olana yazık!" Sonra
da rejim yapıp zayıflamadığım sürece benimle görüşmeyeceğini
söyledi. Yirmiden fazla mektup yazıp insanüstü çabalarımdan söz

312
ettim, ama yirmi kilo verip zayıf görünmemi istiyor! Bu akşam da
bir şeyler kemirmeye çalıştım... Açlıktan öleceğim herhalde!
— Pay aklandı, dedi Nefer.
— Ya çok iyi numara yapıyorsa? dedi Kenhir. Maskesinin
düşeceğini düşünerek, öylesine korkunç bir bahane uydurdu ki,
kimsenin kuşkulanmayacağından emin olduğu bir şeyler anlattı.
— Dediğinizi yapmış olması için, sizi tanımaması gerekir,
dedi Işık gülümseyerek.
— Ben, dedi Paneb, Pay'ın doğruyu söylediğinden eminini,
ama yine de anlattıklarını yerinde öğrenmek istiyorum. Yarın
sabah gidip annesini görürüm, böylece hepimizin içi rahat eder.
— Pay'ın annesi mi? Solda, üçüncü sokakta oturuyor. Paneb
tezgâhım kuran balıkçıyı selamladı, gösterilen yönde yürüdü,
ama üçüncü sokağı geçip koşmaya başladı. Arkasında, adım ses-
leri.
Sala bindiği andan beri izleniyordu, belki de daha önceden.
Demek Pişkin Somun Pay yalan söylemişti. Açıklamaları bir
yalanlar örgüsüydü, birinin söylediklerinin doğruluğunu araştı-
racağından kuşkulanmış ve dışarıdaki suç ortağından meraklıyı
ortadan kaldırmasını istemişti.
Paneb keyiften uçacak gibiydi. Peşindekinin anlatacak çok
şeyi olmalıydı. Duvarın köşesine saklandı, her yöne bakıp
araştıran bir Nübyeli gördü.
— Beni mi arıyordun, dostum?
Nübyelinin yumruğu hızla fırladı. Paneb koluyla darbeyi
savuşturdu, sağ ayağı rakibinin karnım buldu, Nübyeli birkaç
adım geriledi ama ayakta durmayı başardı.
— Dövüşmeyi biliyorsun, üstelik dayanıklısın da, dedi genç
dev hayranlıkla. Galiba sana çok sert vurmak zorunda kalacağım,
tabiî patronunun adını hemen söylemek istemiyorsan.

313
Adam göğüs kaslarım şişirdi ve kafası önünde Paneb'in üze-
rine atıldı. Zanaatkar en son anda kenara çekildi, birleştirdiği
yumruklarını rakibinin ensesine patlatarak, koşusunu duvarda
bitirmesine yardım etti. Yüzü gözü kan içinde kalan Nübyeli,
sendeleyerek de olsa doğrulmayı başardı.
— Amma da sertmişsin! Nübyeli güçlükle soluk alıyordu.
— Eğer beni öldürürsen... elimizden kurtulamazsın. So—
bek'in adamlarının elinden kimse kurtulamaz.
Gözleri bulanıklaştı, bayılıp düştü.
Evlerdeki kadınlar dikkatli gözlerle sokağı taradılar.
— Bana su getirin! diye bağırdı dev.
Nübyelinin kendine gelmesi için, koca bir testi gerekti.
— Gerçekten de polis misin? Zavallı adam korkuyla irkildi.
— Yine vuracak mısın?
— Doğruyu söylersen, hayır. Neden izledin beni?
— Bu benim görevim... Doğu yakasına geçen zanaatkarların
nereye gittiklerini öğrenmek zorundayım.
— Ben de görevliyim!
— Şef Sobek hiçbir şey söylemedi bana.
Kimse Sobek'i uyarmayı düşünmemişti ki... Paneb ayağa
kalkmasına ve tedavi için bir merhem hazırlayacak bir tıbbî bit-
kiler dükkânına kadar yürümesine yardım etti Nübyelinin.
— Rapor yazmak zorundayım, dedi polis. Sobek'e ne
diyeceğim?
— Mezar kâtibine gitmesini söyle. Kenhir ona durumu açık-
layacaktır.
— Pay'ın annesisiniz, değil mi?
Ufak tefek, yüzü kırışıklarla dolu kadın pek sevimli görün-
müyordu.
— Benden ne istiyorsunuz?
— Oğlunuzun dostuyum.

314
— Zayıfladı mı?
— Biraz, ama...
— Bana mektup göndermekten vazgeçip, dediğimi yapsın! O
obur herif ailemizin yüz karası. İnsanın gözünü rahatsız
etmeyecek hale gelmeden asla karşıma çıkmasın.
— Emin olun, çok ciddi gayret gösteriyor ve...
— Gayret göstermek yeterli olmaz. Başarması gerek. Payın
anası kapıyı Paneb'in yüzüne çarptı.
General Mehi yayını gerdi, hedefin ortasını nişanlayıp oku
bıraktı. Ok havada vızlayıp kalın tahtaya saplandı.
— İyi atıştı, dedi Dakter beğeniyle.
Mehi oku çıkardı, temreninin hâlâ bozulmamış olduğunu
gördü.
— Güzel sonuç, Dakter. Elde ettiğin alaşım, olağanüstü daya-
nıklı çıktı. Tebli okçular böylesi oklarla, benzersiz silahlarla
donanmış olacak. Ya kılıçlar?
— İyi gidiyor.
— Oysa, umutsuz ve keyifsiz görünüyordun.
— Üst düzey teknisyenlik görevi bana göre değil. Yükselme
düşlerimiz şimdi bana öyle uzak görünüyor ki!
— Yanılıyorsun, Dakter.
— Merneptah iktidarını paylaşmadan hüküm sürüyor, siz
Hakikat Meydanı'nı korumak zorundasınız, sırlarından hiçbirine
ulaşamadık! O köyün duvarları gerçekten de aşılmazmış meğer.
— Vazgeçtiğimi mi sanıyorsun?
— Sizin parlak bir meslek hayatı izlediğinizi, benimkinin de
bu laboratuvarda biteceğini sanıyorum sadece.
— Zafer bizim olacak, çünkü düşmanın gücünü biliyoruz,
dedi Mehi kararlılıkla. Düşman düşündüğümüzden çok daha
ürkütücü. Ustabaşı ile bilge kadın, bir tapınağı, oluşturan iki taş
gibi loncaya kusursuz bir uyum veriyor, bu birlikteliği yıkmak

315
kolay olmayacak. Şimdiye kadar kazandığımız küçük zaferler
yeterli değil, bunu ben de kabul ediyorum, bu arada dersler
çıkarmamız gereken önemli yenilgiler de tattık. Bu derslerden en
önemlisi, Nefer'i başlıca desteklerinden mahrum bırakmak. İçeri-
deki müttefikimiz sayesinde mezar kâtibinin sağlığının iyi olma-
dığını biliyoruz. Yaşı göz önünde bulundurulunca yolumuzun
üzerinde daha uzun süre duramayacağı anlaşılıyor. Oysa Nefer'in
çok rahatsız edici bir bekçi köpeği var, orduya yazılmayı kabul
etmeyen genç Paneb. Yazık ona.
A
Altmış birinci bölüm
Kadının da paylaştığı el değmemiş bir tutkuyla seviştikten
sonra, Firuze'nin kızıl saçlarını okşuyordu Paneb. Muzaffer çıp-
laklığıyla daha da güzelleşen kadınsa, sanki ilk kez görüyormuş-
çasına seyrediyordu sevgilisini.
— Aşk oyunlarını ancak Tanrıça Hathor'dan öğrenmiş olabi-
lirsin, Firuze. Böyle devam edeceksen, seni izleyebilir miyim?
— Yoksa tevazu göstermeye mi karar verdin?
— Beni sına.
Her ikisi de birbirinden yorulmaz, hiçbirinin galip ya da
mağlup çıkmakla ilgilenmediği yepyeni bir boğuşmaya daldılar.
Birbirlerini şaşırtmaktan mutlu oluyor, her birleştiklerinde de
arzularının tadına yeniden varıyorlardı.
— Uabet'le mutlu musun?
— Aslında benimle mutlu olmaya karar veren o... Onu red-
detme acımasızlığını neden göstereyim ki? Sonra, bir de oğlum
var! O yumurcağı gerçek bir savaşçı yapacağım, kimse ona kafa
tutamayacak.
— Uabet'in de çocuğu değil mi o? Belki başka düşünceleri
vardır karının?

316
— Aperti söz konusuysa imkânsız! Daha şimdiden dövüş-
meye can atıyor. Paneb Firuze'nin üzerine uzandı.
— Konuşmak zorunda mıyız? Birazdan akşam olacak, sen de
beni kovacaksın.
— Özgür bir kadın olmasaydım, yine de sever miydin beni?
Her biri diğerinden nazik ressam parmaklan, tüm yuvarlak-
lıklarını izleyerek cevapladı Firuze'nin sorusunu. Birden, geri
çekildi kadın.
— Biri kapımı vuruyor.
— Paneb burada mı? diye sordu Kararlı Gau.
— Bu telaş niye?
— Korkarım başı büyük dertte... Unes'in kulak misafiri
olduğu bir konuşmaya göre, yontucular onu şikâyet etmeye
hazırlanıyormuş. Şu anda Mezar kâtibiyle görüşüyorlar.
Paneb göründü, öfkeliydi.
— Neler anlatıyorsun?
— Daha fazlasını bilmiyorum, ama iki çizimciyle birlikte
arkandan bir komplo hazırlandığını ve sana kötü bir darbe
vurulmak istendiğini sanıyoruz.
— Gidip Kenhir'le konuşacağım.
Güçlü Naht ile Halat Kasa'nın Paneb'e dikilmiş gözlerinde
düşmanlık okunuyordu. Somurtkan Karo sırtını dönmüş, Burun
Fened de suçlayıcı bir işaret parmağı uzatmıştı Paneb'e doğru.
— Hırsız sensin, itiraf edersen çok daha iyi olur!
— Hakaretlerini hemen yut, yoksa...
— Bu iş ciddiye benziyor, diye araya girdi Kenhir. Paneb
mezar kâtibine döndü.
— Kayayı delmeye yarayan büyük kazma kayboldu.
— Onu çalan da Paneb! diye bağırdı Fened. Böyle bir suçu
başka kim işleyebilir ki? Alet odasına kazmayı o götürdü.
— Doğru, dedi dev adam.

317
— Orada olmamasını nasıl açıklıyorsun? diye sordu Mezar
kâtibi.
— Açıklamam gereken bir şey yok ki! Kazmayı öteki aletlerle
birlikte alet odasının kapısının önüne bıraktım. Aletleri odaya
yerleştirenler yontuculardı, ben değil.
— Suçlamayı tersine çevirmeye çalışma, diye itiraz etti Naht.
Hepimiz kazmanın en son senin ellinde göründüğünü biliyoruz.
— Bir alet saklamak ciddi bir suçtur, dedi Kenhir. Kazmayı
kendi işlerinde kullandıysan, şimdi söylemen iyi olur.
— Yalan!
— Paneb'den şikâyetçiyiz, dedi Halat Kasa, hemen bir soruş-
turma açılmasını istiyoruz.
— Ne demek bu?
— Ustabaşı ve iki tanıkla birlikte evini aramak zorunda
olduğum, dedi mezar kâtibi.
— Evimi aramak mı? Asla! Halat Kasa alaycıydı.
— Tam da suçlu tepkisi değil mi bu?
— Eğer masumsan, böyle bir aramaya neden karşı çıkıyorsun
dedi Güçlü Naht?
— Hiçbir şeyle suçlanamayacağımı hepiniz biliyorsunuz!
— Öyleyse, suçsuzluğunu hep birlikte kanıtlayalım. Paneb
alev gibi gözlerini yontuculara çevirdi.
— Eve dönüp sizi bekliyorum.
— Söz konusu bile olamaz! dedi Halat Kasa kararlılıkla. Gidip
kazmayı yok edeceksin! Sen burada kalacaksın, Kenhir iki tanık
belirleyecek, gidip tanıkları getireceğiz ve soruşturma komisyonu
tamamlanıp evine gidecek.
Mezar kâtibi, ustabaşı, Pişkin Somun Pay'ın karısı ve Alim
Tuti Paneb'in evinin eşiğinden geçtiklerinde, tüm köy genç deve
yöneltilen ağır suçlamadan haberdardı.

318
Suç ortaklarıyla şifreli yazışma yapan hain, önerilen planı
gerçekleştirmişti; Paneb'i geçiştirilemeyecek bir suçtan mahkûm
ettirmek, böylelikle loncadan kovulmasını sağlamak. Hain, Ken-
hir'in hastalığından, yardımcısının da bir anlık dalgınlığından
yararlanarak kazmayı çalmış, sonra da Paneb'in evine giderek
bahçede mutfağını genişletmek için açtığı alanın, dışarıdan da
ulaşılabilir bir yerine gömmüştü.
Başlangıçta ölçülü sözlerle çıkartılan söylenti, karısının bir
arkadaşı tarafından şişirilip yayılınca, istenen amaç gerçekleş-
mişti işte. Kucağında oğlu, şaşkın gözlerini kocaman açtı Lekesiz
Uabet.
— Ne istiyorsunuz?
— Kocan hırsızlıkla suçlanıyor, dedi Kenhir. Evi tepeden tır-
nağa aramak zorundayız.
— Bu... bu imkânsız! Kabul etmiyorum!
— Mantıklı ol, Uabet. Yasalarımız böyle, yasayı zorla ya da
güzellikle uygulamak zorundayız.
Paneb karısının omuzlarını tuttu.
— Gidip dışarıda oturalım, bırakalım ne isterlerse yapsınlar.
Bana kötülük etmek isteyen başardığını sanıyor, ama kim oldu-
ğunu bulup kemiklerini kıracağım onun. Arama bitmeyecek gibi
göründü. Paneb Aperti'ye çeşitli yumruk sıkma biçimlerini gös-
teriyor, yumruğuyla koca avucuna vurmayı öğretiyordu. Yumur-
cak kahkahalar atıyor, vurdukça daha fazla vurmak istiyordu.
Evden önce geniş bir keten parçasıyla alnındaki terleri silen
Kenhir çıktı.
— Hiçbir şey bulamadık, Paneb. Her türlü suçlamadan arın-
dın. Paneb her zamankinden daha görkemli kütlesini göstererek
doğruldu.
— Değişen bir şey yok, dedi, ne siz ne de ötekiler benim
sözüme inanmadıktan sonra.

319
— Eğer özür dilenmesini istiyorsan, dilenecektir.
— Özürler yetmez.
— Daha ne istiyorsun?
— Bu köyde yapacak bir şeyim kalmadı, Kenhir. Adımı sağ
ekibin listesinden silebilirsin artık.
— Gitmek istemiyorum, dedi Lekesiz Uabet. Burada doğdum,
burada öleceğim.
— Sen istersen kal. Bana gelince, ben kararımı çoktan
verdim.
— Suçlu olduğun için mi? Genç kadının sesi sertleşmişti.
— Ne demek oluyor bu, Uabet?
— Kazmayı çaldın mı?
— Sen de beni suçluyorsun!
— Çaldın mı, çalmadın mı?
— Oğlumun başı üzerine yemin ederim ki, masumum!
— Oğluna teşekkür et o zaman, seni o kurtardı.
— Anlat.
— Ben izin verince, evin büyütmek istediğin yerinde oyna-
maya başladı. Yanına gittiğimde, toprağı kazıyıp tahta bir sap
çıkardığını gördüm.
— Büyük kazmanın sapı...
— Gelip sana haber vermeyi düşündüm, ama sen Firuze'yle
eğleniyordun. O zaman gidip ustabaşını uyarmaya karar verdim.
— Nefer! Ne dedi?
— Kazmayı götürdü.
Paneb doğruca Suskun'un evine koştu, ustabaşıyı gönye
biçiminde bir muska yaparken buldu.
— Kazmayı nereye sakladın, Nefer?
— Hangi kazmayı?
— Bana zarar vermek için evime saklanan kazmayı!

320
— Belleğim zayıf... Üstelik yanlış hatırlamıyorsam bu kötü
öyküyle ilgin olmadığı da anlaşıldı.
— Beni kurtardığına göre, suçsuz olduğuma inanıyorsun.
— Kusursuz değilsin, Paneb, ama hırsız da değilsin. Dahası,
içinde bulunduğumuz güçlüklerin de farkındasın ve beni koru-
makla görevlendirildin. Karşımızdakiler seni ortadan kaldırmakla
güçlü bir dayanağımı yok edeceklerinin bilincindeydi.
— Kenhir ve yontucular onurumu lekeledi, suçlu olduğuma
inandıkları da açık. Tüm köy halkı benim bir hırsız olduğuma
inanıyor, artık bana bu gözle bakacaklar. Biliyorum, bu loncada
artık yerim yok benim.
— Hakareti unut, gururunun esiri olma.
— Girişimin yararsız oldu, Nefer. Kötülük yapıldı, bir daha
kapanamayacak bir yara açıldı.
— Mağlubiyeti kabullenmiş gibi konuşuyorsun. İki erkek
uzun uzun birbirlerinin gözlerine baktı.
— Beni sonu felaketle bitecek bir yargılamadan kurtardığın
için teşekkürler, Ustabaşı. Ama benden nefret eden, benim de
küçümsediğini insanlarla yan yana yaşamak istemiyorum artık.
— Her şeyi yitireceksin, Paneb, hayatın da yeniden o eğri
büğrü sopaya benzeyecek.
— Hiç olmazsa o eğri büğrü sopa yolumun üzerine çıkanların
kafasını patlatmama yarayacak! Bu köye zincirlendiğin ve değer-
sizlerle birlikte çalışmak zorunda olduğun için acıyorum sana...
Ben özgürlüğümü yeniden kazanıyorum.
n
Altmış ikinci bölüm
— Benimle geliyor musun, Firuze?
— Hayır, Paneb.
— Düşünde bile göremeyeceğin masalsı bir hayat yaşatırdım
sana!
321
— Beni ilgilendirmiyor.
— Bu köyde haksızlık ve kıskançlıktan başka bir şey yok.
Burada küflenirsen, pişman olursun.
— Sen öfkenin ve yaralı gururunun tutsağısın.
— Hayır, sen de başlama!
Dev adam kızıl saçlı kadını kollarına aldı.
— Seni götürüyorum, Firuze.
— Benim özgür bir kadın olduğumu, hiçbir erkek iradesinin
benimkine hükmedemeyeceğini unuttun mu?
— İyi de, bu loncadan ne bekliyorsun?
— Her gün, burada, gerçekten yeni bir gün oluyor. Üstelik
Hathor rahibesi olarak tanrıçaya bağlılık yemini ettim.
Paneb sevgilisinden uzaklaştı.
— Beni yeminime ihanetle mi suçluyorsun?
— Sana kalmış.
— Seni özleyeceğim Firuze.
— Paneb'i kalması için kandırmayı başaramadım, dedi Nefer
karısına. Hakaret çok derindi, kardeşlerine güvenini yitirdi.
— Sana olan güvenini de mi?
— Suçsuzluğuna inandığımı, onu içine yuvarlamak istedik-
leri tuzaktan benim kurtardığımı biliyor, ama bu haksızlık karşı-
sındaki isyanı her şeyden güçlü.
— Ona ihtiyacın var, değil mi?
— Olağanüstü bir ressam oldu. Öte yandan Şed'in Mernep-
tah'ın mezarını bitirecek güce sahip olduğunu sanmıyorum.
Paneb Hakikat Meydanı'ndan ayrılmakta özgür, senden başka
onu başladığı eseri tamamlaması gerektiği konusunda ikna
edecek kimse kalmadı.
— "Ben batıya gittiğimde" demişti bana rehberlik eden bilge
kadın, "zirve tanrıçası, sessizliği seven tanrıça rehberin ve bakışın
olsun." Bu akşam, gidip danışacağım ona.

322
Kırmızı gözlü dev kobra zirvedeki deliğinden çıktı, önünde
eğilen bilge kadının karşısında dikildi.
Gece güneşinin gümüşümsü ışığının altında, usulca sağdan
sola, soldan sağa sallanıyordu sürüngen; sallanırken de gözlerini
başına yaldızlı bir kurdele sarmış Işık'tan ayırmıyordu. Yılan sal-
dırıya geçerse kurtulması mümkün değildi Işık'ın.
Korkunun da ötesinde, bilge kadının bakışı ile sessizlik tan-
rıçasına vücudunda can veren dişi yılanın gözleri arasında bir
diyalog gelişiyordu.
Işık Paneb'den, Merneptah'ın ebedî istirahatgâhından söz
etti, loncanın ahengini korumak için yol göstermesini istedi.
Birer birer, sanki siyah bir tülün ardında kalıyormuşçasına
söndü yıldızlar. Gece sona ererken, bir su damlası düştü Işık'ın
saçlarına.
Bilge kadın tanrıçanın cevabının dehşet verici, ama Paneb'e
layık olacağını anladı.
Lekesiz Uabet gözyaşlarını tutamıyordu.
— Gitmeyeceksin, değil mi, Paneb?
— İstiyorsan benimle gel, ama kararımdan dönmeyeceğim.
Dev adam yolculuk hasırını sarıyordu.
— Oğlun... Bırakırken pişmanlık duymayacak mısın?
— Onu iyi yetiştirirsin, babası gibi yolunu çizmekte zorlan-
mayacağından eminim.
— Resimlerin, tamamladığın dev çalışma... Bütün bunların
değeri yok mu?
— Israr etme Uabet.
— Gururunu kırdıkları için bir katırdan da inatçı olduğunu
neden kabul etmek istemiyorsun? Yontucularla iyi geçinmiyor
olsan da, bunun ne önemi var? Ustabaşı en yakın dostun, bir de
hatırlatmak gerekirse, bu köyde seni çok seven en az iki kadın, bir
de çocuk var!

323
Paneb hasırını içine bir somun ekmek, bir kırba su, bir çift
sandalet ve yeni peştemalını sığdırdığı sırt çantasına astı, hıçkı-
rıklarla sarsılan Uabet'e bakmadan ve uyuyan oğlunu öpmeden
evden çıktı.
Gün doğuyordu. Her evde, atalara saygı göstermeye hazır-
lanıyordu insanlar. Ötekilerine benzeyen bir şafak değildi bu.
Firavun Merneptah'ın iktidarının dördüncü yılının sıcak
mevsiminin birinci ayının yirmi yedinci gününde, doğuyu kap-
layan kalın bulutlar güneşin görünmesini engelliyordu. Hava
ağırdı, neredeyse soluk alınamayacak kadar ağır; bir de kemikleri
sızlatacak kadar gergindi.
Bir şimşek göğü yırttı, Obed'in örsüne yıldırım düştü. Sıçra-
yarak uyanan Obed köyün çevresinde geceleyen bir avuç yar-
dımcıyı imdada çağırdı ve kargaşayı başlattı.
Hakikat Meydanı'nın tepesine inen, şimdiye kadar görül-
memiş şiddette bir tufandı. Yağmur öylesine yoğun, öylesine
güçlüydü ki, vücuduna binlerce iğne saplanıyormuş gibi geldi
Paneb'e.
Teb'in batı yakasında dev gibi bir fırtına oluşuyordu. Birbi-
rinin peşi sıra patlayan şimşekler tehdit dolu bulutları yarıyor,
yağmur daha da artıyordu. Köyün anacaddesinde görülmemiş
hızla bir sel doğdu. Paneb'in hemen yanında, bir duvar yıkıldı.
Birçok kadın evlerinden çıktı, şaşkın gözlerle gittikçe kaba-
ran sulara bakmaya koyuldu.
— Evlerinizin terasına çıkın! diye bağırdı Paneb. Çocuklar
çığlıklar atmaya başladı. Pişkin Somun Pay'ın evinin önünde,
yumurcağın biri diz boyu suda dengesini kaybedip bağırdı. Paneb
çocuğu ayağından yakalayıp koşarak gelen Naht'a verdi. İki adam
bir an nefretle bakıştı.
— Çocuğu evine götür, sokakta başka çocuk kalmamasına
çalış, dedi Paneb. Bir de haberi hemen yayın. Herkes teraslara.

324
Su öylesine hızla yükseliyordu ki, kısa sürede zemin katları
kaplayacak, büyük zarar verecekti. Yardımcıların bölümünde,
kurutulmuş çamurdan yapılma duvarlar dağılıyordu. Paneb'in
yüzü soldu.
Yağmurun şiddetine bakılırsa, çok daha ciddi ve korkunç bir
felaket kapıdaydı. Hemen ustabaşının evine koştu.
— Zaman kaybetmeden Krallar Vadisi'ne gitmeliyiz, dedi.
Merneptah'ın mezarı tehlikede.
İki adam kargaşa içindeki köyden geçip koşarak geçide tır-
mandılar. Çakıl taşlarının birbirine çarparak yuvarlandığı yollan
bu kadar iyi bilmeseler, yağmur perdesini aşamayacaklar, gök
gürültüsünün kulakları sağır ettiği dağda yollarını kaybedecek-
lerdi kuşkusuz.
Ama ne Nefer ne de Paneb'in korkacak, ayaklarını kesen
çakıltaşlarından sakınacak zamanları yoktu. Kafalarını kırmak
pahasına da olsa bayırdan aşağı koştular ve sonunda Krallar
Vadisi'nin girişine dayandılar.
Gırtlağına kadar sırılsıklam olmuş ama görevinin başından
ayrılmamış kahraman polis karşıladı onları.
— Bizimle gel, Penbu, çabuk!
Üçü birlikte Merneptah'ın mezarına koştu, ikinci polisi
girişin önüne bir set çekmek için taş toplarken buldular. Zayıf
baraj dağdan koparcasına yuvarlanıp akan çamur ve taşlara ne
kadar dayanacaktı?
— Bir işe yaramayacak, dedi Tuşa. Sele kapılmadan kaçıp
kurtulalım buradan! Sular Merneptah'ın mezarına dolacak, onarı-
lamaz zararlar verecekti.
— Gidin, dedi Paneb. Ben burada kalıyorum.
İki Nübyeli birkaç dakika tereddüt etti, sonra hızı kesilmeyen
korkunç yağmurun tuzağından kaçtılar.
— Git Nefer. Soluk soluğasın.

325
— Bir kaptan batma tehlikesi geçiren gemisini terk edebilir
mi? Çene çalacağımıza, bir şeyler yapalım!
Yapılacak tek şey suları durduracak kadar güçlü kaya parça-
larından sağlam bir duvar yapmaktı.
Nefer bitkinliğine kulak asmadı, ayağının kaymasına, zaman
zaman gözlerini kör eden yağmura aldırmadı. Genç dev kayaları
yerlerinden kaldırıyor, soluk almadan mezarı kurtaracak bir
duvar örmeye çalışıyordu.
Paneb ara sıra göğe bakıp isyanını haykırıyordu haykırma-
sına, ama yağmur hiç yavaşlamadı, ustabaşı ona ayak uydur-
makta zorlandı. Gücünün son kırıntılarını da kullanarak genç
arkadaşına yardım etmeyi başardı Nefer. Bileklerine kadar çamu-
ra batmış bir halde koca taşlar çıkarıyor, üst üste dizmesi için
Paneb'e veriyordu. Görülmemiş şiddette bir şimşek bulutları
yırttı. Yıldırım zirveye değdi.
— Işık! diye haykırdı Nefer.
— Yukarıda mı?
— Sessizlik tanrıçasına danışmak istemişti; sen beni çağırdı-
ğında eve dönmemişti daha.
Yağmur birden duruldu, göğün bir köşesinde bir mavilik
göründü.
— Merneptah'ın mezarı zarar görmedi, dedi saçının tepesine
kadar çamur içindeki Paneb.
— Işık...
Genç dev, ustabaşını son dalgaları duvarda eriyen çamurdan
çıkardı.
— Yıldırıma yakalanıp yakalanmadığını öğrenmek için zir-
veye tırmanmamız gerekecek, dedi Nefer.
— Sen adım atacak halde değilsin. Burada dinlen, ben gider
bakarım. Güneş çıktı, iki adam yüzlerini tıkayan son yağmur
damlalarını içtiler.

326
— Bak, Nefer, işte orada!
Başı altınla çevrili bilge kadın zirveden iniyordu; elinde de
en sert taşı bile delebilecek büyük kazma.
O
Altmış üçüncü bölüm
Bilge kadın tüm köylülerin önünde, elindeki kazmayı havaya
kaldırdı.
— İşte Paneb'in çaldığını sandığınız kazma! Firavun'un
mezarını ve evlerimizi yıkmak için fırtınayı gönderen Seth'in
öfkesini hafifletmek üzere zirveye götürdüm kazmayı. Yıldırım
kazmaya vurdu, korkutucu ışığıyla üzerine şekiller çizdi.
Âlim Tuti yaklaştı, kazmanın üzerinde, göğün ateşinin çiz-
diği uzun burnu ve iki büyük kulağıyla, Seth'in hayvanını gördü.
— Paneb firavunun ebedî istirahatgâhını kurtardı, dedi Nefer.
Onun cesareti olmasaydı ortak eserimiz yok olacak, Hakikat
Meydanı da görevini ihmalle suçlanacaktı. Göğün oğlu ve fırtı-
nanın efendisi Seth'in adını taşıyan bu kazma, sonsuza dek
Paneb'in olsun.
— Bu olağanüstü kararı mezar defterine kaydetmek gereke-
cek, diye araya girdi İmuni. Yoksa Paneb'in başı yönetimle derde
girebilir.
Güçlü Naht kâtip yardımcısını pilli gömleğinin yakasından
yakaladı.
— Bir de çeneni tutmayı öğrenebilseydin, bacaksız!
— Onunla aynı düşüncedeyim, diye onayladı Paneb. Bugün
olanlar kaydedilsinki kimse kazmanın bana ait olduğuna itiraz
edemesin.
Bir kahkaha patlattı genç dev, sonra da kazmayı pırıl pırıl
mavi göğe doğru kaldırdı.
— Bundan gidişini ertelediğin anlamını mı çıkaracağım? diye
sordu ustabaşı.
327
— Gitmekten söz eden kim?
— Beni davet ettiniz, General Mehi, ben de geldim! dedi genç
Prens Amenmes, büyük bir özgüvenle.
— Bu hem Teb hem de benim için büyük bir onur.
— Bana vaat ettiğiniz aygıra binmek için sabırsızlanıyorum.
— At enirinizde.
— Bana çöldeki en güzel geziyi yaptırmak için yazıhane-
nizden çıkmayı kabul ediyor musunuz?
— Hiç tereddütsüz.
Uzun zamandır vaat edilen armağanına sonunda kavuşan bir
çocuk kadar heyecanlı olan Amenmes, generalin özel seyisinin
getirdiği kusursuz siyah savaş atının sırtına atladı. General biraz
daha sakin, ama çok dayanıklı bir binek seçmişti, iki binici de
atlarını mahmuzladı, kurumuş bir dere yatağına varabilmek için
bineklerinin başlarım batıya çevirdiler.
Amenmes çılgınca bir koşudan sonra atını durdurduğunda
mutluluktan sarhoş gibiydi.
— Ne etkileyici bir bölge! Burayı deltaya bin kez tercih
ederim... Burada yaşadığınız için çok talihlisiniz, General.
İki adam atlarından inip bir tümseğe oturdu, yol kırbalarıyla
yanlarında taşıdıkları serin suları yudumladılar.
— Sizin ziyaretiniz, Prens Amenmes, kralımızın barışı iyice
perçinlediğini gösteriyor.
— Yanılıyorsunuz General... Tam tersine. Firavun bazı Asya
prensliklerinin işgalci tutkularından endişelenen Hititlere büyük
miktarda hububat gönderdi. Kuzeyden gelecek saldırılara karşı
yükselecek ilk surlar olabilmeleri için Mısır müttefiklerini doyur-
mak zorunda.
— Bu yöntem her zamankilerden farklı mı?
— Az çok, ama benim gözümde Libya'daki hareketlilik hep-
sinden daha da önemli.

328
— Libyalılar Mısır'a karşı bir tehlike oluşturamayacak kadar
güçsüz ve bölünmüş değil mi?
— Çoğu insan öyle düşünüyor... Babamın dışında. Seti'nin
bölgeye gönderdiği muhbirler, Libya kabilelerinin kendilerini
yönetebilecek güçte olduğunu bildiriyor. Bir de birleşmeyi bece-
rebilirlerse, işte o zaman tehlikeli olurlar.
— Firavunun bundan haberi var mı? Amenmes rahatsızca
kıpırdandı.
— Kısmen...
— O da babanız kadar endişeli mi?
— Hem evet hem de hayır... O Libya'dan çok Asya'dan çeki-
niyor.
— Size şaşırtıcı bir proje göstereceğim, Prens Amenmes.
Mehi cebinden bir temren çıkardı, Amenmes temreni uzun uzun
inceledi.
— İnanılmaz bir sertliği var!
— Tahmin ettiğinizden de öte. Bu silah batı yakasının bir
laboratuvarında geliştirildi, kısa bir süre sonra da Teb ordularını
donatacak... sonra da başka yenilikler gelecek.
— Etkileyici... çok etkileyici.
— Bu küçük harikayı öğrenen ilk kişisiniz.
— Yani firavundan da önce mi demek istiyorsunuz? Mehi
sessiz kaldı.
— Size göre, General, bu buluşu bilen tek kişi olmayı sür-
dürmem gerekir mi?
— Belki tahta çıktığınızda bu bilgi işinize yarar. Amenmes
birden gözlerinin önünde açılan geniş ufukları gördü.
— Olağanüstü koşullarda desteklerini istesem, Teb kuvvetleri
bana sadık kalmayı sürdürür mi?
— Ben sizin şef niteliklerine sahip olduğunuzdan kesinlikle
eminim Prens, bu niteliklerinizi Mısır'ın hizmetine vermeniz

329
gerektiğini düşünüyorum. Amenmes şaşırmıştı. Mehi, şimdiye
kadar kendine bile açıklıkla itiraf etmediği gerçek niyetlerinin
farkına varmasına yardımcı olmuştu. Merneptah yaşlanmıştı, Seti
saray halkının kabul edemeyeceği kadar sert ve acımasızdı...
Oysa o, Amenmes, hem genç hem çekici hem de cana yalandı.
— Size Teb'i tanıtacağım, dedi Mehi. Bu arada, seçkin birlik-
lerimin talimlerini izleyebileceğiniz merkez kışlayı ziyaret etmeyi
de unutmayalım.
Paneb adaçayıyla kokulandırılmış az pişmiş süt domuzu
kızartmasını büyük bir iştahla mideye indirdi, üzerine de gör-
kemli şölenlere layık bir testi kırmızı şarap gönderdi.
— Bu nefis yemek için, teşekkürler, dedi Işık ve Nefer'e. Bir
aptal gibi davrandım. Hâlâ gururumu yenebileceğimden, haksız-
lık karşısında buna benzer bir tepki göstermeyeceğimden emin
değilim.
— Seninle ilgili olarak çok önemli bir karar aldık, dedi usta-
başı.
— Bir ceza mı?
— Ceza olarak değerlendirmeyeceğini umuyorum... Yine de
seni mahkeme önüne çağırmak zorundayız.
Genç devin yüzü karardı.
— En azından kendimi savunmaya, neden gitmeye karar
verdiğimi açıklamaya fırsatım olacak mı?
— Gerek kalmayacak. Bir evet ya da hayır cevabı vermen
yetecek.
— Yontucular beni haksız yere suçladı, onlar...
— Konumuz bu değil.
— Ya ne?
— Köyde sık sık uygulanan bir geleneğe göre, Işık ve ben
seni evlat edinmek istiyoruz. Resmen oğlumuz olduğunda koru-
mamızdan yararlanacaksın; biri sana saldırırsa, bize saldırmış

330
sayılacak. Üstelik mirasçımız da olacaksın... Yine de zengin ola-
cağını sanma!
— Seçim sana ait, dedi bilge kadın, iblislerin en inatçısını bile
dize getirecek ışıltıda bir tebessümle.
Paneb şarabını bir dikişte bitirdi.
— Cevabımdan bir anlık da olsa bir şüphe duydunuz mu?
General Mehi hem öfkeli hem de endişeliydi.
Öfkeliydi, çünkü Paneb'den kurtulmak için hazırlanan
komplo başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Muhbirinden aldığı şifreli
mektuba göre, genç dev bununla da kalmamış, ustabaşı ile bilge
kadın tarafından evlat edinilmişti. Bundan böyle, onların oğluna
açıktan saldırmak imkânsızdı, Paneb gerçek bir suç işlemedikçe,
böyle bir saldırıyı düşünmek bile kolay değildi; hem Paneb artık
çok daha dikkatli, çok daha özenli olmayacak mıydı? Oysa bu
haber Serketa'yı fazla etkilemedi; hiç bir şey onu güç bir savaş
kadar heyecanlandıramazdı, kendine layık bir rakiple karşılaşa-
cağı için de keyfi yerindeydi.
Mehi endişeliydi, çünkü bati yakası rıhtımında Seti'yi, birkaç
hafta önce Teb'e gelip ziyaretinden çok memnun kalan ülkeye
hükmedebileceğine inanarak dönen Amenmes'in babası Seti'yi
karşılayacaktı az sonra. İçkinin su gibi aktığı bir şölenin sonunda
Serketa genç prense aşk oyunlarında son derece becerikli genç bir
dansöz sunmuş, o günden beri de genç Amenmes'in gözü Mehi ve
karısından başka kimseyi görmez olmuştu.
Seti'nin beklenmedik gelişi, tehlikenin habercisi olabilirdi.
General onunla karşılaşmak için bizzat Per Ramessu'ya gitmeyi,
böylelikle hamle üstünlüğünü kendi elinde tutmayı tercih ederdi,
Seti'nin seyahatine de bir anlam veremiyordu bir türlü. Oysa genç
Amenmes'e dilini tutmasını, amaçlarından hiçbirini kimseye
açıklamamasını ve dostluklarını açıklamayarak gerektiğinde ya-
ralanılacak durumda tutmasını öğütlemişti.

331
Hayatının en olgun dönemindeki Seti güçlü, uyumlu, ciddi
yüzlü ve adımlarını sağlam atan bir erkekti.
Mehi karşısında büyük bir saygıyla eğildi.
— Per Ramessu'daki çok kısa konuşmamızdan sonra, sizi
yeniden gördüğüm için mutluyum, General. Bana seçkin birlikle-
riniz hakkında o kadar çok şey anlattılar ki, gelip kendi gözle-
rimle görmek istedim. Biraz kuşku, herhalde... Hem bazı bilgeler
kuşkunun yapıcı olduğunu söylemez mi? Zaman kaybetmeyelim,
hem benimki hem de sizinki yeterince kısıtlı zaten. Bana kışlala-
rınızı gösterin.
— Bundan genel seferberlik ilan etmem gerektiği anlamını
mı çıkarmam isteniyor?
— Hiç de değil General! Firavun Merneptah'ın şaşmaz pen-
çesi sayesinde muhtemel düşmanlarımızın hepsi de hareketsiz
kalmayı yeğliyor, durum olabildiğince sakin. Yine de Teb garni-
zonlarına büyük önem veriyorum, öyle ya, geleceği kim tahmin
edebilir? Herkesin emin olabileceği tek bir gerçek var: yaşlılık.
Sevgili babam herkes gibi yılların ağırlığını her geçen gün biraz
daha fazla belli ediyor. Bir gün gelecek, yerini almam gerekecek,
o gün gelince de bütün yöneticilerin ve subayların desteğinden
emin olmak istiyorum. Ne demek istediğimi iyi anlatabildim mi,
General?
— Teb size sadıktır, efendim, öyle de kalacaktır.
— Oğlum Amenmes burada iyi eğlendi mi?
— Bana kalırsa bölgeyi çok beğendi; en çok da ona armağan
etmekten onur duyduğum, başkente de götürdüğü aygırı.
— Amenmes hem iyi bir binici hem de eğlenceden hoşlanan
bir hayalcidir. Eğer duracağı yeri bilirse, her türlü sıkıntıdan
uzak, rahat bir hayatı olur. Bu da onun için, kaderlerin en iyisi
değil midir?
A
332
Altmış dördüncü bölüm
Mezar kâtibinin başkanlığında toplanan Hakikat Meydanı
mahkemesi, Paneb'in Bilge Kadın Işık ile sağ ekip önderi ve
Hakikat Meydanı Ustabaşısı Nefer tarafından evlat edinildiğini
mezar defterine kaydetme kararı aldı. Bundan sonra yazılacak
tüm resmî belgelerde adı Işık ve Nefer'in oğlu Paneb olarak
geçecek, onların mirasçısı olarak bilinecek, ölümlerinden sonra
da ka'larının hizmetkârı olacaktı Böylesi sevinçli bir haberin köy
çapında bir şölen ve birkaç günlük ek bir tatille kutlanacağı
muhakkaktı; Merneptah'ın gerek mezarında gerek tapınağında
yoğun ve yorucu bir iş dönemini arkalarında bırakanlara, tatil ilaç
gibi geldi. Başta Burun Fened olmak üzere yontucular başları
önde gelip Paneb'in önünde durdular.
— Bizler, kolay kolay gelip de özür dileyeceklerden değiliz...
Ne var ki bir halt işledik, hatamızı fark ettiğimizi bilmeni
istiyoruz. Neyse, belki de artık barışmanın zamanıdır. Ne de olsa
en önemlisi bir ekip olmak, bugün de ekibe kabul edildin sen.
— Söylev verme konusunda gerçekten de ustaymışsın, dedi
Paneb, kollarını Fened'in boynuna dolarken.
— Bundan yıllarca önce verdiğim sözü hatırlıyor musun?
dedi ustabaşı evlatlığına.
— Verdiğin sözlerin hepsini tuttun, umduğumdan da fazla-
sını tuttun.
— Bu dediğimi henüz yerine getiremedim. Doğrusunu söy-
lemek gerekirse seni neyin beklediğini tam olarak anlayabilmen
için, hazır olmanı bekledim.
Birden hatırladı Paneb.
— Sen... Gize Piramitleri'ni görmekten... Memfis'e gitmekten
mi söz ediyorsun?
— Belleğin güçlüymüş hani.
— İyi ama... mezar, resimlerim...

333
— Lahit odasının kazılması sürüyor; geriye duvarları hazır-
layıp kareleri çizmek kalıyor sadece. Sen yokken Kurtarıcı Şed
ekibi yönetir.
Paneb babalığına öylesine güçlü sarıldı ki, neredeyse soluk-
suz bırakacaktı adamı.
— Ben dönene kadar, bilge kadınlıktan başka ustabaşılık
görevini de üstleneceksin dedi Nefer karışma. Sana böyle bir
sorumluluk yüklediğim için kendimi bağışlayamıyorum, ama
artık Paneb'e piramitlerin mesajını anlama fırsatı vermenin zama-
nı geldi. Ne mezarda ne de tapınakta önemli bir güçlükle karşıla-
şılacağını sanmam.
— Kuzey söylendiği kadar sakin mi? diye endişesini dile
getirdi Işık.
— Seti'nin son ziyareti, yakında bir çaüşma olacağı
ihtimalinin düşünülmediğini kanıtlıyor. Hem üstelik, bir sorun
çıksa da bu Memfis'i ilgilendirmez ki.
— Sen yine de dikkatli ol...
— Yanımda oğlumuz varken beni hangi tehlike ürkütebilir
ki? Sadece sen ve Kenhir nereye gittiğimizi ve ne kadar kalaca-
ğımızı biliyor olacaksınız. Mezar kâtibi, yardımcıların önderi adı-
na bir tekne kiraladı, biz de yarın, şafaktan önce hareket edeceğiz.
— Tuhaf... bazen yolculuğunuzu tatlı bir günbatımı gibi
görüyorum, bazen de beklenmedik bir fırtına gibi. Körü körüne
tehlikeye atılmayacağına söz ver bana, Nefer.
Ustabaşı karısını sevgiyle öptü.
Paneb deltanın en nefis şaraplarından birini yudumlarmış-
çasına çevresine bakıyor, kuzey rüzgârının az da olsa ılıklaştırdığı
sıcağa bayılıyordu. Teknenin burnundan bir an bile ayrılmamıştı;
sanki her ayrıntısını belleğine kazıdığı yeni bir dünyayı eline
alıyormuş gibi geliyordu ona.

334
Tepeciklerin üzerlerinde, kabaran Nil'in sularının uzağına
yapılmış beyaz evlerden oluşan sevimli köyler, palmiye bahçeleri,
küçük sunaklar ve etkileyici tapınakların yayıldığı sakin bir
manzara, bütün bunların arasında da önemli nehir iskeleleri
görüyordu.
Ne var ki bütün bu harikalar, Paneb'in şafakta karşılaştığı,
doğudan gelen ışıkla aydınlanmış mucizenin yanında, solda sıfır
kalırdı: firavun yüzlü ve aslan vücutlu dev bir sfenksin koruduğu,
Hufu, Haef - Ra ve Menkau – Ra* [Grekçe adıyla Keops olarak
tanınan, adı "(Tanrı) Beni Korusun" anlamına gelen Hufu; Kefren,
ya da "Ra Zaferle Doğruluyor"; "Ra'nın Yaratıcı Gücü Dengeli" ya
da Grekçe Mikerinos olarak tanınan Menkau - Ra.] piramitlerinin
yükseldiği Gize Platosu.
Böylesine bir güzellik, bunca ululuk karşısında dili tutulan
genç dev, doğan güneşin altında pırıl pırıl parlayan anıtlardan
uzun zaman ayıramadı gözlerini.
— Eski krallığın uluları, böylelikle hayatın kaynaklarını di-
riltmiş oldu, dedi Nefer. Birlik, temel okyanustan çıkan üç yüce-
liğe dönüştü.
— Hakikat Meydanı hizmetkârlarının mezarlarının tepesinde
küçük bir piramit bulunmasının nedeni de bu mu?
— Çok mütevazı bir biçimde de olsa, bu sembol bizi altın
çağındaki atalarımızla birleştirir. Piramit, ölümün olmadığı öte
taraftan gelen donmuş bir ışındır. Nefer Paneb'i dev piramitlerin
tasarlandığı plan atölyesine götürdü; kurucu hükümdarlara
sadakatle hizmet etmiş uluların mezarlarını onarmakla görevli taş
ustaları burada çalışıyordu.
Kel kafalı, tıknaz atölye yöneticisi karşıladı gelenleri.
— Kimsiniz?
— Benim adım Suskun Nefer, bu da evlatlığım Cesur Paneb.
Atölye yöneticisi bir adım geriledi.

335
— Sakın sen... Hakikat Meydanı'nın ustabaşı olmayasın?
Nefer mührünü gösterdi.
— Ülkedeki tüm taş yontucuları senin adını bilir... Seni
burada konuk etmek, bizim için büyük mutluluk!
— Paneb'e piramitlerin kutlu geometrisini göstermeni isti-
yorum. Köyde de yapabilirdik bunu tabiî, ama bu bilgiyi bizzat
anıtların karşısında almasını yeğledim.
Ders hemen başladı.
Paneb, 3'ün Osiris, 4'ün İsis ve 5'in Horus olduğu 3/4/5
üçgeninin gerçeğini öğrendi; taşın yüreğinde altın oranla hare-
kete geçen tanrısal üçlü ya da bir yapının bütünlüğü ve doğal
biçimlerdeki ahenk ilkesinin anahtarı yaşıyordu. Simetrinin yeri
olmadığı mimari dinamikler dengesini öğrendi, bir piramit göv-
desinin hacmi gibi karmaşık hesapları yapmayı başardı.
Büyük bir heyecanla derslerini iyi anladığını Nefer'e gös-
termeye koyuldu Paneb.
— Teoride boğumlamaya çalış, oldu ustabaşının öğüdü. Sade-
ce maddenin gerçeğine ve elinin tecrübesine güven; küçücük bir
sütun olsun, dev bir tapınak olsun, bütün anıtları benzersiz ve
canlı bir yaratık olarak gör.
— İyi de her şeyden önce ressamım ben!
— Buraya ufkunu genişletmek için geldik, Paneb. Hakikat
Meydanı'nın zanaatkarları her şeyi bilmek zorundadır, loncanın
iyiliği için hangi göreve çağırılacağını kimse tahmin edemez
çünkü.
Baba ve oğul her akşam güneşin Gize Piramitleri üzerinden
batışını izledi, Paneb unutulmaz saatler yaşadı orada.
Firavun Merneptah sabah ayinini yönettiği Anion Tapına-
ğından çıkarken, yakın koruma görevlisi yaklaştı yanına.
— Sarayda Suriye'den gelen bir ulak var Haşmetmeap ve
sizinle olabildiğince çabuk görüşmek istiyor.

336
Kral ulağı kabul salonuna aldırdı.
— Durum çok ciddi, Haşmetmeap. Dev gibi bir birlik kuzey-
doğu sınırımızı aşarak Mısır'a saldırmaya hazırlanıyor.
— Kimlerden oluşuyor şu birlik?
— Bölgedeki casuslarımıza göre, Akalardan, Anadolulular-
dan, Etrüsklerden, Likyalılardan, İsraillilerden, Giritlilerden. Bun-
lara bir de Libyalılar ile Bedeviler de eklenecek. Bizi işgale, yolla-
rının üzerine ne çıkarsa yakıp yıkmaya hazır binlerce asker.
— Neden bana daha önce haber verilmedi?
— İletişim zorlukları... Bir de o bölgelerde görevli memur-
ların gördüklerine inanmamaları. Diplomatlarımız Büyük Ram-
ses'in anısının böylesi bir birliğin oluşmasına izin vermeyecek
kadar güçlü olduğunu düşünüyordu.
Merneptah zaman geçirmeden Savaş Konseyi'ni topladı,
Suriye'den gelen haberci konsey üyelerine düşmanın durumu ve
silahları konusunda bildiği tüm ayrıntıları anlattı.
— Ne öneriyorsunuz? dedi Firavun.
— Sonuç verecek tek bir strateji var, dedi generallerin en
yaşlısı. Birliklerimizi sınıra yığarak düşmanın geçmesini önlemek.
Meslektaşları yaşlı generali başlarını sallayarak onayladı.
— Eğer böyle davranırsak, dedi Merneptah, karşımızdakiler
kendilerini bizim korumamızda sanan birçok köyü yağmalar,
birçok sivili de öldürür.
— Bunlar savaşın cilveleri, Haşmetmeap.
— Bir şey yapmamak yolunu seçerek, General, yenilgiyi
kabul etmiş oluruz! Başka bir strateji uygulayacağız: düşman
ilerlerken ona saldırmak; Filistin'e saldırmak.
— Bu son derecede gözü pek bir manevra olurdu, Haşmet-
meap, hem...
— Ben kararımı verdim, General, darbenin hızlı ve güçlü
olması için tüm birliklerimizi savaşa süreceğiz.

337
Merneptah'ın yaveri, başka bir ulağın da acilen görüşmek
istediğini bildirdi firavuna. Kuzeydoğu sınırının askerî güvenlik
sorumlusu Savaş Konseyi önünde konuşmaya çağrıldı.
— Son derecede endişeliyim, Haşmetmeap! Libya kabileleri
bir federasyon kurdu. Hiç kuşku yok amaçlan bize saldırmak!
Deltanın hem doğusu hem de batısı tehdit altında, Mısır'ın
kuzeyi zararsız kurtulamayacağı bir kapana kısılmış. Binlerce
yıllık bir uygarlık yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı...
— Senin görüşüne göre Libyalıların saldırıya geçmek için ne
kadar zamana ihtiyaçları var?
— Yaklaşık bir ay... Tabiî eğer amaçları, casuslarımızın da
kuşkulandığı gibi, Memfis'se.
Savaş Konseyi'nin üyeleri ürperdi.
— Kenti korumak için Teb birliklerini takviye olarak
çağıralım, diye önerdi içlerinden biri.
— Söz konusu bile olamaz, diye kestirip attı firavun. Eğer
Nübyeliler de kargaşadan yararlanıp ayaklanmaya kalkarsa, Teb
savunmasız kalır.
— Ama, Haşmetmeap...
— Kararım değişmedi. Koalisyonu yıkmamız, sonra da hızla
Filistin'den dönüp Memlis'i Libya saldırısından kurtarmamız için
bir ayımız var. Mısır'ın devamı bu bir aya bağlı.
n
Altmış beşinci bölüm
Paneb'e geometri kurallarını öğrettikten sonra, yontucular
onu Nefer'le birlikte eski kenti, Mısır'ın ilk başkentini ziyaret
etmeye davet etti. Ustabaşının manevî oğlu duvarlan beyaz eski
kaleyi, Ptah, Hathor ve Neith tapınaklarını, kral sarayları ile
zanaatkarlar mahallesini ziyaret etti; akşama doğru da birasının
soğukluğuyla ünlü bir tavernaya girdiler.

338
Neşeli topluluk gülünç öykü konusunda da yoksul sayıl-
mazdı; Paneb bildiği hikâyeleri anlatmaya henüz başlamıştı ki,
peşinde on kadar askerle beraber bir subay girdi tavernaya.
— Susun! diye bağırdı. Herkes dikkatle beni dinlesin. Endi-
şeli gözler subaya döndü.
— Her an bir Libya saldırısı beklediğimiz için, Memfıs kışla-
larındaki birlikler alarma geçirildi. Durumun ciddiyetini göz
önüne aldığımızda, kenti korumak için olabildiğince çok gönül-
lüye ihtiyacımız olacağını gördük; eğer kent düşmanın eline
düşerse bütün halk kılıçtan geçirilecek. Gereken cesareti göste-
receğinizi umuyorum.
Nefer de diğerleri gibi kalkmaya davrandı, ama Paneb elini
babalığının omzuna bastırarak, kalkmasına engel oldu.
— Sen değil, Baba. Sen Hakikat Meydanı'nın ustabaşısı— sın,
bu yüzden hayatını tehlikeye atamazsın.
— Ya sen? Sen de ressamsın ve...
— Ben savaşta ölürsem, Kurtarıcı Şed işimi tamamlayabilir.
Memfisli yontuculardan biri, arkadaşları adına konuştu.
— Paneb haklı, dedi. Subay da kabul edecektir bu açıklamayı.
Herkes kralın Hakikat Meydanı'na verdiği önemin farkında.
Senin yerin orası, Nefer.
— Ama Paneb benim ekibimin üyesi ve...
— İyi ya işte, diye araya girdi Paneb. Loncanın onurunu
kurtarmak da benim görevim olsun. Hiç endişelenme, Libyalılar
burada sıkılmaya bile vakit bulamayacak.
Savaşın en önemli anında, düşman ittifakının şefleri kimin
kimden daha üstün olduğunu tartışır, şimdiden avuçlarında gör-
dükleri inanılmaz hazineleri aralarında bölüşmeye çalışırken,
Merneptah birliklerinin tümünü savaşa sürerek, hızlı ve güçlü bir
darbe vurdu.

339
Mısır birinci ordusu doğudan, ikinci ordu güneyden, üçüncü
ordu da batıdan saldırdı. Dördüncü ordu yedek bekletildi, zafere
çok az kalmışken takviye olarak sürüldü. Zaten şaşkın olan,
üstüne üstlük çelişkili emirler alan müttefikler, fazla olgun bir nar
gibi parçalanıp dağıldı. Mısırlılar kaçaklardan bazılarının sığındığı
Gezer ve Askalon kentlerini kuşattı; kimileriyse kaçmayı başardı,
Memfis'in güneyinde, Fayyum'da toplanmış Libya birliklerine
katıldı. Kral ordusuna soluk alacak zaman bile tanımadı. Suriye ve
Filistin'deki son direniş yuvalan da yok edildi, bölge yeniden
denetim altına alındı; sonra da cebrî yürüyüşle Memfis'e geçildi.
Beyaz duvarlı kalenin girişinde oğlu Seti bekliyordu hüküm-
darı.
— Memfis her türlü saldırıya direnecektir, Haşmetmeap.
— Burada oturup beklemeyelim, dedi firavun. Bize ilk zafe-
rimizi sağlayan stratejimizi uygulamaya devam edelim.
— Memfis'i savunmasız mı bırakacağız?
— Bu gece, Tanrı Ptah düşümde bana göründü, tüm kor-
kumu, endişemi yok eden bir kılıç verdi. Öncüler Libyalıların
kesin yerini bildirsin, onlar saldırıya geçmeden gidip ezelim
düşmanı.
Son bir toplantıdan sonra nihayet karar alabilmişlerdi, on
bin Libyalı savaşçının başında Memfis'i alacak olan, Merye kabi-
lesinin önderiydi. Mısır'ın kuzeydoğusundaki koalisyonun yerle
bir olması da sarsamamıştı Merye'nin kararlılığını. Savaş çetin
geçmiş, Mısır askeri hem kayıp vermiş hem de yıpranmıştı,
üstelik Memfis de savunmasızdı. Memfis savunmacıları örgülü
saçlarına iki büyük tüy takılmış, sakallı ve dövmeli binlerce
savaşçının korkunç çığlıklarını duyduklarında korkudan ne yapa-
caklarını bilemeyecek, uzun süre direnemeyeceklerdi.
Memfis'i aldıktan sonra da Heliopolis'i yağmalayacaktı
Merye; böylece düşmanın tüm direncini kıracağına inanıyordu.

340
Sonra öteki zaferler de gelecek, tüm delta ele geçirilecek ve
güneye, Nübye'ye dönülecekti.
Koalisyonun yıkılması Libya önderini çok şaşırtmamıştı;
koalisyonun amacı Mısır'ı gücünü kırmak, ordularını Memfis'in
uzağına çekerek Libya saldırısına imkân hazırlamak değil miydi
zaten?
Yüzyıllar boyu süren hakaretlerin öcünü alacaktı Merye.
Libya tarihte ilk kez Mısır'ı yenecek, hazinelerine el koyacaktı.
Mızrağını kalbine gömerek Merneptah'ı kendi elleriyle öldürecek,
aile üyelerinden hiçbirine de acımayacaktı: Mısır hanedanı tarihe
gömülecekti! Mısır'ın yeni kralı Merye olacaktı bundan böyle.
Genellikle her mayıs sonundaki gibi, kavurucu bir sıcak
hüküm sürüyordu üçüncü mevsimin üçüncü ayının üçüncü
gününde. Bilekleri zincirlerle dolu Merye çiçeklerle süslü göz alıcı
bir elbise giymiş, kılıcının kayışını çapraz asmıştı göğsüne.
Kemerinde de bir hançer ile kısa bir pala vardı. Berberi sakalını
sivri kesip gür saçlarını da üçe ayırmış, ortadakini örüp sararak
üstüne iki devekuşu tüyü dikmişti.
Zaten taşmakta olan cesaretlerini daha da artıran mükellef
bir öğle yemeği yemişti Libya askerleri; artık sadece hareket
emrini bekliyorlardı. Merye çadırından çıkarken, dörtnala ordu-
gâha gelen bir süvari atından atladı, önderinin önünde dikildi.
— Mısırlılar... burada!
— İzcileri mi?
— Hayır, bir ordu, dev gibi bir ordu. Başlarında da bir fira-
vun!
— İmkânsız! Filistin'den bu kadar çabuk dönmesi imkânsız!
— Kuşatıldık!
İlk oklar fazla kurban almadıysa da Libya ordugâhına korku
salmaya yetti. Merye dört bir yana dağılan adamlarını toplamakta
güçlük çekiyordu. Okçuların yoğun ve kesintisiz atışlarının

341
korumasında, ilk piyadeler derme çatma engelleri aşıp ordugâha
girmişlerdi bile.
— Kanala, çabuk!
Ordugâhı savunmaya kalkmak, intihar olurdu. Teknelere
ulaşmak ve kaçmak gerekecekti.
Göğe yükselen alevler, Merye'yi olduğu yerde durdurdu.
Firavun her yandan saldırmış, tekneleri de ateşe vermişti. Libya-
lıların önderinin çevresindeki askerler durmadan ilerleyen, hızla
yaklaşan düşman karşısında eriyip düştü. Savaş altıncı saatine
girmiş, çarpışmanın sonu yaklaşmıştı. İlk şaşkınlığı atlatan Lib-
yalılar toparlanmış, düşmanın aman vermeyeceğini düşünerek
kendilerini korumaya girişmişlerdi. Merye son gücünü toplayarak
bir karşı saldırıya geçmek, kuşatmayı yararak kurtulmak ama-
cındaydı.
Çılgınlar gibi eğlenen Paneb rıhtımların üzerinde fareler gibi
kaçışan Libyalıları görmüş, elli kadarının peşinden koşup yaka-
lamıştı. Kılıç ve hançerler düşmanını bir yumrukta bayıltmadan
önce kolunu kıran genç devi korkutmaya yetmiyordu. Piyadenin
şaşkın gözleri önünde, şurada burada tutsaklardan tümsekler
yapmaya girişmişti Paneb.
Libya ordugâhı alevler içindeydi, duman yeniklerin kaçma-
sını kolaylaştırıyordu. Paneb o yönde kaçmak gafletinde bulu-
nanlardan on kadarının ayaklarını kaşla göz arasında yerden
kesti.
İçlerinden göz alıcı elbise ve değerli sandaletler giymiş iri-
yarı olanını gözüne kestirdi. Yürüyemeyecek kadar ürkmüş bir
atin koşulu olduğu savaş arabasına binmeye çalışıyordu. Hayvan
kişneyerek şaha kalktı, Libyalı arabaya binmekten vazgeçti.
— Hey, sen! diye haykırdı Paneb. Teslim ol, yoksa kemikle-
rini kırarım! Merye mızrağını savurdu, ama kolu titredi, kargı
genç devin omzunu sıyırıp geçti. Paneb öfkelendi, neredeyse onu

342
yaralayacak olan vahşinin üzerine atıldı. Libyalılardan biri önde-
rinin kaçışına yardıma kalkıştıysa da, Paneb bir dirsekte burnunu
patlattı adamın. Merye ürkmüş, daha iyi koşabilmek için değerli
sandaletlerini çıkarmıştı. Ardındaki Libyalı kanıyla ıslanan yerde
iki devekuşu tüyünü ezdi, bir sıçrayışta Merye'ye yetişti.
Zafer henüz kazanılmıştı, ama firavuna ayrıntılı bir rapor
vermek ve gereken hesaplan yapmak için bir kâtip ordusu göreve
başlamıştı bile. Başkâtip adamlarının Mısır'ın geleceğini kurtar-
dıkları savaş alanına bakan firavunun karşısına çıktı.
— Daha sonra yapacağımız denetlemelerde bir farklılık çık-
mazsa, Haşmetmeap, işte düşmandan ele geçirilenlerin ilk listesi:
44 at, 11 594 öküz, eşek ve koç, 9 268 kılıç, 128 660 ok, 6 860 yay, 3
174 bronz kap, 531 altın ve gümüş mücevher ve 34 parça kumaş. 9
376 Libyalı öldürüldü, 800'ü tutsak edildi, diğerleri kaçmayı
başardı.
— Tutsaklara birini daha ekleyin, şeflerini! diye güçlü bir ses
duyuldu. Paneb tir tir titreyen Merye'yi önüne katmış, ite kaka
getiriyordu.
Beriki bağışlanmak için Merneptah'ın ayaklarına kapandı.
— Seni tanıyorum, dedi kral genç deve. Sen Hakikat Meydanı
zanaatkarlarından değil misin?
— Ben Suskun Nefer ile Bilge Kadın Işık'ın oğlu Paneb'im,
Haşmetmeap, diye cevap verdi ressam eğilerek.
— Burada ne anyorsun?
— Nefer bana piramitleri ve Memfis'i göstermek istemişti...
Tanrıların bağışlayıcılığı bu savaşa katılmama ve kaçmaya çalışan
bu alçağı yakalamama izin verdi.
Paneb'in başarısı hızla tüm ülkeye yayılacak, Hakikat Mey-
danı'nın firavunun askerlerinin yanında çarpışmaktan çekinme-
diği her yerde duyulacaktı.

343
— Sana önemli bir görev veriyorum, Paneb. Bir kâtip sana
üzerinde Libyalılara karşı, ışığın karanlıklara karşı zaferinin
öyküsünün yazılı olduğu bir papirüs verecek. Buradan Karnak'a
gideceksin, papirüsteki öyküyü Amon Tapınağı'nın yedinci sütun
avlusunun doğu duvarının üzerine kazıyacaksın. Yüreklerimizi
yönlendirdiği ve kollarımızı güçlendirdiği için ona şükranlarımızı
sunalım. Sessiz bir dua, İki Ülke'nin korunmuş bir barışı yudum-
ladığı sıcak mayıs akşamının mavi göğüne yükseldi.
O
Altmış altıncı bölüm
Elefantin valisinin mektubu çok ciddiydi. Güvenilir kaynak-
lardan alman haberlere göre Nübye'de bir ayaklanma hazırlığı
yapılıyordu. Birçok kabile Mısır'ı güneyden işgal etmeye başla-
yarak, kuzeydeki saldırganlarla birleşmek için fırsat kolluyordu.
İşte o zaman pazarlığa oturmanın, parçalanmış devin leşini pay-
laşmanın zamanı gelecekti onlara göre.
Mehi, belki de Teb birliklerine deltada ihtiyaç duyacak fira-
vunun emri olmadan harekete geçemiyordu; bu nedenle garni-
zonlarına alarm emri verip, kesin talimat almak üzere Per
Ramessu'ya bir adamını göndermekle yetindi. Prens Amenmes'in
gelişi bütün endişeleri dağıttı.
— Tam bir zafer, General! Libyalılar ve müttefikleri yok
edildi! Firavunun stratejisi harikalar yarattı. Düşman saldırmadan
önce düşmanın üzerine atılmak! Haberler Mehi'nin endişesini
gideremedi.
— Sanki hoşunuza gitmedi gibi, General... Merneptah'ın
zaferi sizi sevindirmedi mi?
— Tabiî sevindirdi, hem de yüreğimin derinliklerine kadar,
ama ufukta yeni bir tehlike var: Nübye'de ayaklanma.
— Firavun böyle bir gelişmeyi tahmin etmişti, ben de zaten
size firavunun emirlerini iletmek için geldim. Teb'de mümkün
344
olduğunca az asker bırakarak, hemen saldırıya geçmek. Komutayı
paylaşacağız.
Eğer Merneptah Prens Amenmes'ten başka birini gönder-
memişse, cesur ama düzensiz Nübyelilerin hakkından gelmek için
Mehi'ye ve güçlü Teb ordusuna güvendiği anlamı çıkardı bundan.
Böylesi bir macera generali heyecanlandırıyordu; üstelik Dakter'-
in geliştirdiği yöntemlerle üretilen yeni temrenler ile kısa palaları
da denemiş olacaklardı.
— Adamlarım harekete hazır, Prens.
— Bu benim ilk zaferim olacak, General.
Yardımcılar, kulaktan kulağa yayılarak inanılmaz boyutlara
varan maceralarını duydukları Paneb'i alkışlarla karşıladı. Sonra
da Hakikat Meydanı'nın iki ekibinin üyeleri karşıladı dev ressamı.
— Duyduğuma göre yüz Libyalı öldürmüşsün? diye sordu
Güçlü Naht.
— Kimseyi öldürmedim, bazılarını tutsak ettim, aralarında
şefleri de vardı.
— Firavunu gördün mü? diye sordu Pişkin Somun Pay.
— Beni zaferinin öyküsünü Karnak'ta bir duvarın üzerine
kazımakla görevlendirdi. Zanaatkarlar ustabaşına yol açmak için
kenara çekildi.
— Beni Teb'e giden bir tekneye zorla bindirdiler, dedi Nefer.
Oysa ben Memfis'te kalmak istiyordum.
— Meslektaşların kusursuz bir karar vermiş, dedi Paneb.
Sana söz verdiğim gibi, korkulacak bir duruma düşmedim hiç.
Üstelik firavun benim aracılığımla loncayı ödüllendirmeye karar
verdi.
— Bize nefis yiyecekler ile seçkin şaraplar mı gönderiyor?
dedi Neşeli Renupe.
— O dediklerin yarın burada olacak. Bir de bir kısmından
aletler yapacağımız değerli madenler gönderiyor.

345
— Ya öteki kısmından? diye merak etti Burun Fened.
— Aramızda bölüşeceğiz.
— Öyleyse, dedi Cömert Didya. Zengin olacağız demektir!
— Ben, diye kestirip attı Somurtkan Karo. Kendime bir süt
ineği alacağım.
Her biri yüksek sesle varlıklı zanaatkar tasarısını anlatırken,
Paneb kocasının maceralarından gururlanmış Lekesiz Uabet'in
getirdiği oğluna sarıldı.
— Bir ara çok korktum, dedi Uabet, ama geri döneceğinden
emindim.
— Senin gibi ufacık bir kadın bile yenerdi o Libyalıları!
Kaçmaktan başka bir şey bilmiyorlar, tek korkutucu yanları, döv-
meleri. Aperti'ye şeflerinin iki tüyünü getirdim; o tüylere bakarak
hiçbir zaman kaçmamak gerektiğini hatırlar.
— Bir kahraman oldun artık, dedi Kurtarıcı Şed, sesinde az
da olsa bir alaycılıkla.
— Libyalıyı yere çalmadan önce ne düşünüyordum, biliyor
musun, kral mezarında yapılması gereken resimleri.
— Sen yokken, hiç ilerleyemedim.
— İpuy ve Renupe Karnak hiyerogliflerini kazmada yardım
ederler bana, sonra da zaman kaybetmeden Krallar Vadisine
dönerim. Kafamdaki renkleri bir görebilseydin...
Paneb Kurtarıcı Şed'in gözlerinde öğrencisini görmekten
kaynaklanan bir rahatlama belirdiğini sandı. Yanılıyordu kuşku-
suz.
Kutlamalar bütün gece sürdü; bazı aşırılıklarına rağmen
herkes Paneb'in loncanın vazgeçilmezlerinden biri olduğunu
anladı. En kararlı rakipleri bile Paneb'in kahramanlıklarıyla onları
zengin ettiğini kabul etmek zorunda kaldı. Yatak odasına ilk giren
Nefer oldu. Yorgundu, yatağa uzanmak üzereydi, ama Işık'ın
sesiyle olduğu yere mıhlanıp kaldı.

346
— İlerleme, lütfen ilerleme!
Işık bir kandil yaktı, kandili yukarı kaldırdı.
Fitilin ışığında, yastığın üzerinde saldırmaya hazır, dev bir
akrep gördüler. Ustabaşı yatağa uzanmış olaydı, iğneyi ensesine
yiyecek ve kurtulamayacaktı.
— Usulca gerile, dedi bilge kadın.
— Gidip bir sopa getireyim.
— Onunla savaşmaya kalkma... İçinde kötü bir enerji var.
Benim duyduğum da, işte o enerjiydi.
Bilge kadın ilerledi, akrep de öyle.
— Hareketsiz kal, ağzını kapatıyorum! dedi Tanrıça İsis
tarafından söylenmiş eski bir nakaratı tekrarlayarak. İçindeki
zehir donsun, yoksa Horus'un elini keserim, Seth'in gözünü kör
ederim. Sakin ol, öfkeli Seth'in zanaatkarların efendisi
Ptah'nın önünde durduğu gibi sakin ol! Zehrini kendine
çevir, geldiğin karanlıklara dön!
Canavar kendine döndü ve sanki küçülmeye başladı. Birden
bilge kadım da şaşırtacak bir şiddetle kendini soktu ve İşık'ın
gözlerinin önünde öldü. Bilge kadın akrep leşini yaktı.
— Biri bu canavarı odamıza soktu, dedi sonunda. Sokmadan
önce de dağda akrep tarafından sokulmaktan kurtulmak isteyen
tüm zanaatkarların bildiği bir büyüyü yaptı. Akrebi daha da
büyütmek, daha saldırgan olmasını sağlamak için kelimeleri ters
çevirdi.
— Yine şu gölge yutucusu... Zarar vermesini ne zaman
engelleyeceğiz?
— Artık vazgeçemeyecek kadar ileri gitti. Bundan böyle,
İsis'in düğümünü temsil eden bir muska taşıyacaksın üstünde;
muskanın içine de seni koruyacak büyülerin yazılı olduğu mini-
cik bir papirüs sıkıştıracağım.

347
Uygun rüzgâr, Mısır donanmasının güneye gidişini hızlan-
dırıyordu. Mehi gemilere sanki uzun ve çetin savaşlara hazırla-
nıyormuşçasına, önemli miktarda erzak yükletmişti. Prens
Amenmes bile cephane gemisinde istiflenmiş okların, yayların,
mızrak ve kılıçların sayısı karşısında şaşırmıştı.
— Epey ilerledik, dedi general Amenmes'e. Temrenler de
artık en azından oklarınki kadar sağlam ve sert, bir zırhı delecek
güçte. Kılıçların keskinliğini gördüğünüzde şaşıracaksınız.
— Bu kadar çok yeni silah... Olağanüstü bir şey bu!
— Nübyelileri dize getirmemize yarayacak bu silahlar... Bu
silahların, hiç olmazsa belirli bir süre için, sadece Teb birliklerinin
kullanımında kalması gerektiğini düşünmüyor musunuz?
— Bu çok bilgece bir düşünce, General.
Amenmes ona son derecede önemli bir askeri sırrı açan
Mehi'nin davranışına giderek daha çok hayranlık duyuyordu.
Merneptah'ın tahtı boşalır boşalmaz, Seti ile oğlu arasında
amansız bir savaş çıkacaktı; oysa Amenmes babasının bilmediği
için daha da önem kazanan bir üstünlüğe sahipti şimdi. Mehi
hangi tarafta olacağını seçmişti, gençliğin ve hırsın yanında yer
alacaktı, Amenmes tahta çıktığında bu seçimi kuşkusuz unutma-
yacaktı.
— Manzara harika ama ürkütücü, dedi prens. Bu palmiye
ağaçlarının arasına okçular saklanmış olabilir.
— Önden atlı izciler çıkardım. Bazıları Nil boyunca giden
yolu, bazıları da çöl yolunu araştırıyor. Düşmanı görür görmez
geri dönüp bize haber verecekler.
— Adamlarınız kendilerine çok güveniyor...
— Onlar sadece en ufak bir tehlikede atılmaya hazır iyi eği-
tilmiş askerler. Bu da yıllardan beri uyuyan garnizonları yeniden
harekete geçirmek için uyguladığım reformların sonucu.

348
Amenmes generale hayrandı. Sarayında sadece onunki gibi
sağlam kişilikli insanlara yer verecekti. Uzakta, bir toz bulutu. Bir
izci.
Atlının verdiği ayrıntılı rapor sayesinde Teb birlikleri Nübye
kampına baskın düzenledi. Yeni silahlan da ürkütücü olduklarını
kanıtladı; oklar ile mızraklar Nübye kalkanlarını kolayca delmiş,
kılıçlar da düşman silahlarını kırıp parçalamıştı.
Tüm cesaretlerine rağmen, uzun süre direnemedi siyah tenli
savaşçılar, kısa süre sonra tüm ısrarlara rağmen teslim olmayan,
kendini korumaya yeminli bir avuç Nübyeli kaldı ayakta.
Mehi okçularına çekilmelerini buyurdu, bu hareket karşı-
sında Nübyeliler hayatlarının bağışlanacağını düşündü.
Oysa general sadece yeni okların menzilini merak etmişti.
Gördüğünden memnun oldu, çünkü normalde zarar veremeyecek
kadar uzaktan çekilen yaylar hiçbir Nübyeliyi hayatta bırakmadı.
Katliamı öğrenen ikinci asi kabile silahlarını bıraktı, şefleri
gelip bağışlanmaları için Mehi'ye yalvardı. Mehi kararı Prens
Amenmes'e bırakınca beriki asilere karşı güçsüzlük göstermemek
gerektiğini söyledi, isyankârların ömür boyu altın madenlerinde
çalıştırılmasını buyurdu.
— Prens, dedi general büyük bir saygıyla. Krala Nübye
ayaklanmasını bastırdığınızı, Mısır'ın güneyden gelecek yeni bir
tehlikeden korkması için hiçbir neden kalmadığını yazabilirsiniz.
Adamlarım ve ben Per Ramessu'da olduğu kadar Teb'de de parlak
şölenlerle karşılanacak bu başarınız için sizi kutluyoruz.
Müstakbel firavunun ilk zaferi... Amenmes kişiliğini açık bir
kitap gibi okumayı başaran generalin sözlerini büyük bir zevkle
dinledi.
A
Altmış yedinci bölüm

349
Paneb ustabaşının peşinden, is yapmayan kandillerle aydın-
latılmış Merneptah'ın mezarına giden dümdüz koridorlara girdi.
İki adam, biri doğuda, öteki de batıda iki sıra sütunun taşı-
dığı kubbeli büyük salonun eşiğinde durdu. Kuzeyde de güneyde
de krallık hazinesinden parçaların yer alacağı dört küçük oda
oyulmuştu. Doğu ve batı duvarlarına oyulmuş on altı girintiye de,
günden güne, geceden geceye, diriliş esrarının insanların gözle-
rinden uzak gerçekleştiği lahit salonunu koruyacak heykelcikler
dikilecekti.
Geniş odanın ötesinde, en küçüğü, ekseni oluşturan kayaya
saplanan üç küçük odacık vardı.
— Yontucuların işi tamamlandı, dedi Nefer. Son odanın dışın-
da bu duvarları canlandırmak çizimciler ile ressamların görevi.
— Mezar tamamlanmayacak mı?
— Vadidekilerin tümü gibi, sadece görüntüde. Ebedî bir eve
son kez bakmak insana düşmez; bu sadece görünmez ile kaya
ananın ayrıcalığı.
Süslenecek yüzey oldukça genişti, Paneb içinden henüz dilsiz
olan bu duvarları canlandırma arzusu taştığını hissetti.
— Ressamlara ne kadar süre vereceksin?
— Şed'in seçtiği sembolik biçimlerin uygulanması özellikle
güç olacak, ama buranın boyutlarıyla çok uyumlu görünecek. Biz
burada gökte sayılırız, burada zaman tutulmaz; önemli olan,
eserin kusursuzluğu.
Altı yaşındaydı, ama bir yetişkin kadar iriydi Aperti. Çıl-
gınca bir iştahı vardı. Başlarına geçtiği oyun arkadaşlarının diren-
cini kırmak için babasından öğrendiği yumruk oyunlarına baş-
vurmaktan da çekinmiyordu.
Oysa oğlunun eğitimi konusunda kesin kararlara varan
Paneb için Aperti'nin bu ilk başarıları yeterli değildi. Hakikat
Meydanı'nın diğer çocukları gibi, okuma yazma öğrendikten

350
sonra istediği mesleği yapmak için köyden ayrılmakta özgür ola-
caktı; kimileri Karnak'taki kâtip okulunda öğrenimlerine devam
ederken, bazıları toprak kâhyası oluyor ya da zanaatkar olarak
kente yerleşiyordu. Dışarıya çıkmak isteyen kızlar da genellikle
seçkin eğitim görmüş bir kadınla evleneceğine memnun, iyi
kocalar buluyordu. Kızlardan çalışma hayatına atılanlar da vardı.
Paneb Aperti'nin okuldaki başarısı konusunda son derecede
katıydı; bazen beceremediği alıştırmaları yeniden yaptırdığı da
oluyordu oğluna. Bununla beraber çanak boyamayı, sandalet
yapmayı, mutfakta annesine yardım etmeyi, ihtiyacı olan her-
hangi bir zanaatkarın imdadına koşmayı da öğretiyordu. Küçük
Aperti'yi sırtında ağır bir su testisi taşırken gören Lekesiz Uabet,
müdahale zamanının geldiğine karar verdi.
— Oğlundan, yapabileceğinden fazlasını istediğini düşün-
müyor musun, Paneb?
— Gençken, insanın gücünü fazla idareli kullanmaması
gerek. Bu bacaksızda satabileceği kadar çok güç var, kuvveti
birinin işine yararsa hayatı daha çabuk öğrenir. Yumuşak eller ile
yorgun ayaklar insanı beceriksiz kılar.
— Aperti daha altı yaşında!
— Şimdiden altı oldu bile... Talihi varmış, Kararlı Gau ve
Pişkin Somun Pay ona hesap öğretmeyi kabul etti. Aperti'nin aklı
çoğu zaman havada olduğundan, parmaklarına vurulacak birkaç
sopa iyi gelecek, sırtındaki gözü de açacaktır. Mutfaktan çıkan
yumurcak, yumruğunu babasının baldırına gömdü.
— Çok yumuşak, oğlum! Senin idman yapmaya ihtiyacın var.
Gel de biraz yumruklaşalım.
Merneptah'ın mezarındaki ölüm odasının duvarları ile tavan-
ları olağanüstü karmaşık süsleri kabule hazırdı. Kurtarıcı Şed,
boyutlarıyla genç ressam Paneb'i bile şaşırtan bu projeyi gerçek-
leştirmek için tüm becerisini konuşturmuştu. Genç ressam belki

351
de yeteneklerini bile aşabilecek bu göreve hazırlanabilmek için,
geceyi tarlalar boyunca uzayıp giden bir kanalın kıyısında, tek
başına geçirmeye karar vermişti. Güneş batıyordu, çiftçiler sürü-
lerini tarlalardan getiriyor, flüt sesleri batan güneşin sıcağına
karışıyordu.
Sulardan çıktığında, masalların bahsettiği tehlikeli tanrıça
sandı Paneb onu, erkekleri baştan çıkarıp yollarını şaşırtan, tür-
küler söyleyip kollarında ölüme götüren kötü tanrıça.
Sonra, sonra çıplak vücudunu örten uzun kızıl saçlarından
tanıdı onu. Firuze'nin salınışları öylesine tahrik ediciydi ki, ona
doğru atıldı Paneb. Tam dokunacağı sırada, sevgilisi elinden kur-
tulup kanala daldı.
Erkeğinden daha yavaş yüzüyordu kuşkusuz. Ne var ki çok
daha çevik, çok daha esnekti hareketleri. Birkaç kez Paneb onu
yakaladığını sandı, ama hemen elinden sıyrılıp kaçtı. Sonra yaka-
lanmayı kabul etti, birlikte, birbirlerine sarılmış ve arzudan çıldı-
racak gibi suyun yüzeyine çıktılar. Yüzleri batan güneşin son
ışınlarında yıkanırken tutkuyla sevişip, kıyıya uzandılar.
— Sularda tehlikeli yaratıkların yaşadığını, onları kovmak
için bütün büyüleri bilmek zorunda olduğunu unuttun mu,
Paneb?
— Hangi büyüleri duymak istiyorsun?
— Küçük ailesinin sıcaklığında uyuyamayan ressamınkini.
Bir firavunun diriliş odasını süsleme ayrıcalığına kavuşmuş çok
az insan vardır. Enerjini bayağı faaliyetlerde harcayarak böylesine
inanılmaz bir fırsatı heba ettiğini düşünmüyor musun? Karısını
sevecek, ailesine iyi babalık edecek sürüyle insan var. Oysa sen,
sonsuzluk sembollerini Krallar Vadisi'nin yüreğinde yaşatmak
için Şed tarafından seçildin.
Paneb gözlerini yumdu.

352
— Sana, beni bekleyenlerden korktuğumu söylesem, inanır
mısın? Ustabaşının gösterdiği o salon ile Şed'in eskizleri hiç
aklımdan çıkmıyor... Düşümü gerçekleştirdim, çizmeyi ve boya-
mayı öğrendim, ama bu mezar benden daha fazlasını istiyor. Belki
de canlı çıkamayacağım oradan... İşte bu yüzden, öğrendiklerimi
oğluma anlatmaya çalışıyorum. Anladın mı?
Cevap alamayınca, gözlerini açtı. Firuze yoktu.
Bir an iki su arasında yaşayan ürkütücü ruhun kurbanı olup
olmadığını düşündü; ama Firuze'nin ne yaptıkları, ne de sözleri
onu boşluğa çekmek için yapılıp söylenenlerden değildi.
General Mehi Per Ramessu Sarayı'nın büyük kabul salo-
nunda, Nübye'de uyguladığı barış girişimlerini ve yönetimi altın-
daki Teb bölgesinin malî durumunun iyiliğini anlatmak için
Firavun Merneptah'ın huzuruna çıkmıştı. Anlatılanları dalgınca
dinleyen firavun hiçbir yorumda bulunmadı ve Mehi'nin raporu
biter bitmez de kalkıp dairesine çekildi.
Umudu kırılan ve endişelenen Mehi ağır adımlarla saraydan
çıkarken Seti'yle karşılaştı.
— Canınız sıkılıyor gibi görünüyorsunuz General! Oysa Per
Ramessu'da sadece iyiliğinizden bahsediliyor.
— Dürüst olmak gerekirse raporumun firavunu tatmin etme-
diği izlenimine kapıldım.
— Raporunuzu eleştirdi mi?
— Tek bir söz bile söylemedi.
— Öyleyse endişelenmeyin! Babamın diplomasiyle arası hoş
değildir. Memnun olamadığında dili kılıcı kadar keskin olur.
Seti sesini alçalttı.
— Aramızda kalsın, firavun bu günlerde biraz rahatsız. Ka-
bullerini en aza indirdi, sizi görmesi bile size verdiği değeri
kanıtlıyor. Bu ayrıcalığa kavuşamayan birçok yönetici var.

353
— Hükümdarımızın sağlığının her geçen gün daha iyiye
gideceğini umarım...
— Hekimlerimiz çok yetenekli, babamın bünyesi de çok
sağlam, ama hepimizin kaderi tanrıların ellerinin arasında değil
midir? Anlatın bana General, söylenenlere bakılırsa askerleriniz
Nübye'de herkesi hayran bırakmış.
— Cesaretleri gerçekten de örnek olacak gibiydi.
— Oğlum Amenmes gerçekten onlara layık davranabildi mi?
— Büyük bir istekle savaşa girdi, onunla gurur duyabilirsiniz.
— Bana büyük bir iyilik yapmak ister miydiniz, General?
— Eğer mütevazı yeteneklerim buna izin verirse...
— Gençliği ve tecrübesizliğinin Amenmes'e yanlış tepkiler
verdirmesinden çekiniyorum. Bu yüzden gelecek belirginleşin-
ceye kadar, onun başkentten uzaklaşması gerektiğini düşünüyo-
rum... Sizin niteliklerinizde bir erkeğin oğlumun olgunlaşmasına,
sorumluluklarının bilincine varmasında yardımcı olabileceğini
düşünüyorum. Amenmes Teb'de hoş vakit geçirecektir, bundan
eminini. Böylesine güzel bir kentte Tanrı Amon'un koruması
altında yaşamak... bunu kim istemez ki?
— Demek, sürgüne gönderiliyorum! diye bağırdı Prens
Amenmes.
— Babanızın sizi cezalandırmak için Teb'e gönderdiğini
sanmıyorum, en azından böyle bir şey hissetmedim, dedi Mehi.
— Beni aptal yerine koyuyor, birbiri peşi sıra önemli geliş-
melerin yaşanacağı saraydan uzaklaştırmak istiyor beni! Kralın
rahatsız olduğunu, hekimlerin sağlığı konusunda umutsuz oldu-
ğunu bilmiyorsunuz kuşkusuz. Seti ve hırslı karısı daha şimdiden
tacı başlarında görüyor olmalı!
— Belki de öyle, ama neden umutsuzluğa kapılıyorsunuz?
Eğer babanız böyle bir karar aldıysa, sizi tehlikeli bir rakip olarak
görüyor demektir. Doğru, Teb başkentten uzakta, ama Tanrı

354
Amon'un kenti Büyük Mısır'ın tümüne hâkim, Firavun ne Kar-
nak'ın tanrısal efendisinin korumasından, ne de buranın zengin-
liklerinden vazgeçemez. Ülkenin dengesi kuzey ile güneyin bir-
leşmesine dayanmıyor mu?
— Teb'in bana bağlı kalacağını, babama karşı ayaklanmayı
bile göze alacağını mı söylemek istiyorsunuz?
— Merneptah hayattayken, onun emirlerine kesinlikle uya-
cağım. Amenmes gülümsedi.
— Teb'e göğsüm sevinçle dolu olarak geleceğim, General.
Sizin gibi bir müttefikim varken, gelecek hiç de sandığım kadar
karanlık değil. Üstelik Per Ramessu'da davamı destekleyecek
kadar taraftarım da olacak.
Mehi baba ile oğul arasında yaşanacak taht savaşından
kimin galip çıkacağını merak ediyordu. Mantık Seti'yi gösteri-
yordu, ama genç Amenmes'in hırsı gün geçtikçe daha da artı-
yordu. Bu çatışmada kim kazanırsa kazansın, generalin görevi
kaybetmemek olacaktı.
n
Altmış sekizinci bölüm
Kurtarıcı Şed, Merneptah'ı mavi ve altın şeritli çok eski
perukayla gösteren portreyi tamamlamıştı. Sonra da hükümdarın
karşısına dikilmiş altın renkli kobranın son düzeltmelerini de
yaptı. Gözleri bitkin, Paneb'in ışığın dirilişinin üç aşamasını
betimleyen üç biçiminin yer aldığı ana resmin son ayrıntılarını
çizdiği mezar odasına indi. Dirilişi çıplak ve kırmızı bir çocuk,
siyah bir böcek ve Merneptah'ın adını aydınlatan kızıl bir çember
betimliyordu. Daha yukarıda da, çizilmesi en güç olan resim
vardı. Hem ilk güneşin yaratıcılık gücünü hem de dinlen fira-
vunun ruhunun uçuş yeteneğini temsil eden dev kanatlı bir koç.
— En ufak ayrıntıya kadar çizmişsin, Paneb. Bu arada da
çizgiyi sadeleştirip renklerin parlamasını sağlamışsın.
355
İltifat genç devi şaşırttı.
— Düzeltilmesi gereken bir şey var mı?
— Tek bir tane bile yok. Ustabaşının planını gördüğümde,
korkuya kapıldığımı artık itiraf edebilirim. Ramses'inkinden de
büyük bir mezar, çok daha önemli hacimler, tek bir eksen ve
şimdiye kadar yapmadığımız bir oyma ve resim programı... Nefer
selefini taklit etmekle yetineceklerden değildi, bundan böyle
örnek olarak kullanılacak yeni bir ebedî istirahatgâh biçimi
yarattı. Ben bir taraftan mesleğimizin gözle görülmez inceliklerini
sana öğretirken, diğer yandan resim çizme yöntemini değiştirmek
zorunda kaldim. Sen bu mezarla birlikte doğdun, Paneb, elin
burada oluştu, artık bana ihtiyacın yok.
— Yanılıyorsun Şed, bakışın olmasa yolumu yitiririm.
— Bilinmezde yürümesi gerektiğinde Paneb'in ihtiyacı olan
tek şeyin biraz güven olduğunu sadece ben biliyorum... Ama
tereddüt etmedin; bana öğretilen her şeyi sana işte bu yüzden
gösterdim. Sen artık benim öğrencim değilsin, Paneb, eşitimsin.
— Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, diye yakındı İmuni,
ama bazı göz yumulmaz alışkanlıklara dikkatinizi çekmek
istiyorum.
— Seni dinliyorum, dedi Kenhir, bir yandan da III. Amenofis
döneminde yapılmış ya da onarılmış tapınaklar hakkındaki
makalesine devam ediyordu.
— Kararlı Gau loncaya ayrılmış stoktan, payına düşenden
çok daha fazla papirüs alıyor.
— Hayır İmuni, sol ekip önderine ayrıntılı eskizler çizmesi
için ben verdim o papirüsleri.
— Bunu mezar defterine açıkça yazmak gerekecek. Kenhir
yardımcısına şaşkınlıkla baktı.
— Bana mesleğimi mi öğreteceksin? İmuni kızardı.
— Hayır, tabiî ki hayır...

356
— Bitti mi?
— Aynı zamanda Aslan Userhat'ın bir blok kaymaktaşı aldı-
ğını, nerede kullanacağını tesellüm makbuzuna yazmadığını da
söylemek zorundayım.
— Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü o taş kral tabutunun
yapımında kullanılacak.
— Bana kimse bir şey söylemedi...
— Bunda da şaşılacak bir şey yok. Yanılmıyorsam, sen ne
mezar kâtibisin ne de başyontucu, öyle değil mi?
İmuni yutkundu yine de suçlamalarını sürdürdü.
— Paneb'in davranışına gelince, asıl kabul edilemez olanı, o!
Kullandığı boya topaklarının adedini söylemeye yanaşmıyor,
gereğinden fazla fitil kullanıyor, inanılmaz sayıda fırça harcıyor!
Eğer öteki zanaatkarlar da kuralları onun gibi çiğnerse ortalık
karışır.
— Sırayla ele alalım öyleyse, dedi Kenhir. Şantiyede karı-
şıklık var mı?
— Hayır, hayır henüz yok...
— Mezar defterine —bir gün bile olsa— Paneb'in işine gel-
memezlik ettiğini yazılabilir mi?
— Evet, bu doğru, ama...
— Eserin memnun edici bir biçimde ilerlediğini, bu harika
haberleri iletmek için firavuna resmî bir mektup göndermeye
hazırlanmam gerektiğini sen de kabul ediyor musun?
— Evet, ama...
— Önemli olanı önemsizden ayırmayı becerebilseydin daha
az sıkılırdın.
— Yine de Paneb'i cezalandırmak gerek!
— Endişelenme, dediğini yapacağım.
— Vereceğiniz cezayı öğrenebilir miyim?

357
— Ona sözlü bir uyanda bulunup, çalışma yöntemini hiç
değiştirmemesini söyleyeceğim.
Işık muayenelerini bitirmiş, araştırmalarına dönmüştü.
Şimdiye kadar sadece Kurtarıcı Şed'in gözlerindeki bozulmayı
yavaşlatmış, ancak körlüğü önleyecek ilacı bulamamıştı.
Nefer karısının laboratuvarına girdiğinde, onu göze zarar
verecek hastalık nedenlerini yenecek, piramitler döneminden
kalma reçetelerin yazılı olduğu eski papirüsleri incelerken buldu.
— Çok çalışıyorsun Işık, kendini harap ediyorsun. Kocası
sevgiyle sarılırken, gülümsedi Işık.
— Kurtarıcı Şed'in gözlerini kurtarmak için elimden geleni
yapmam gerekmez mi?
— Yenilgiyi hiç kabullenmiyorsun... Yeni bir iz buldun, değil
mi?
— Gözleri yavaşça ölüyor, çünkü gözlerine giren tehlikeli
asalaklar yavaş yavaş kanı ve sıvıları bozuyor. Gözü tehdit eden
karanlığı kovmak için, günlükten, reçineden, yağdan, ilikten ve
pelesenk ağacı suyundan bir merhem yaptım. Sonucundan fazla
tatmin olmadım, neden olmadığımı da anladım galiba. Bütün bu
merhemi harekete geçirecek ve göze zarar vermeden hastalığı
yok edecek bir madde eksik.
— Nasıl bir madde?
— Eskilerin "bilgelik" olarak adlandırdıkları bir mineral.
— Başka bir deyişle, Işık Taşı.
— Evet, gerçekten de bu sonuca vardım. Bir sürü başka
mineral denedim, ama hiçbiri ilacı düzeltmeye yaramadı.
— Sence Işık Taşı'ndan bir parça almalı ve Şed'in gözünü iyi-
leştirmek için merhemine katmalıyız, öyle değil mi?
— Ne diyeceğini şimdiden biliyorum: lahde hayat vermesi
için, kimsenin taşa dokunmaması lazım, asıl öncelik vermemiz
gereken firavunun ebedî istirahatgâhı.

358
— Haklısın Işık, bir de bir kenara itemeyeceğimiz başka bir
şey var. Ya Şed loncaya ihanet eden hain, Şed'se?
— Hayır Nefer, o değil.
— Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?
— Davranışları kuşku yaratıyor, bunu ben de kabul
ediyorum, üstelik ekip üyelerinden çoğunu aşağılıyor, ama hâlâ
onu kurtarmak istiyorum.
— Bu, bilge kadının bir isteği mi?
— Karar vermek ustabaşına kalmış.
Bilge kadın, Suskun Nefer'in de huzurunda, Kenhir'e tıbbî
bulguları anlattı.
— Sağlam koruma altında Merneptah'ın mezarına taşımadan
önce Işık Taşı'nın yerini değiştirmek hiç hoşuma gitmiyor, dedi
Kenhir homurdanarak. Hele bugünkü koşullarda, son derecede
tehlikeli olur bu. Mezarın tamamlanmasını bekleyemez miyiz?
— O zamana kadar, Şed kör olur, dedi Işık. Oysa bugün,
gözünü kurtarmak için hâlâ bir umut var.
— Bir umut... kesin bir şey değil.
— Sizin onayınıza ihtiyacımız var, dedi Nefer.
— Eserin başarısı daha öncelikli değil mi?
— Şed mezarın ana sahnelerinde son düzeltmeleri yapacak
olağanüstü bir ressam, Paneb'i eşiti olarak görse de eğitimini
henüz tamamlamadı. Eğer Şed iyileşirse, eser ve lonca onu deha-
sından yararlanabilecek.
— İşte size bir ustabaşı mantığı!
— Bu mantık, mezar kâtibi için de uygun değil mi?
— Nasıl yapmayı düşünüyorsunuz?
— Taşın saklandığı yeri düşünürsek, gün doğup taşın rengi
değişirken bakır bir kalemle bir parça alırım, dedi bilge kadın. O
saatlerde zanaatkarlar aileleriyle birlikte atalarına şükranlarını
sunduklarından kimse ne yaptığınım farkına varmaz.

359
— Bu arada bir şaşırtmaca da yapabiliriz, diye araya girdi
Nefer. Eğer o gölge yutucu gerçekten de Işık Taşı'nın peşindeyse,
bakarsınız onu ele verecek yanlış bir adım atar.
Nefer, lonca salonunda toplanmış sağ ekip zanaatkarlarına,
Merneptah'ın mezarındaki işlerin tamamlanmak üzere olduğunu
bildirdi. Çizimci ve ressamlar eserlerinin son ayrıntılarıyla ilgile-
niyor, yontucular da lahit ve heykellerle uğraşıyordu. Tuti'ye
gelince, o da öteki tarafta kralın ruhuna eşlik edecek mücevher-
leri hazırlamakla meşguldü.
Köyün atölyesinde yapılmış heykellerin canlanmasının sade-
ce Işık Taşı'yla mümkün olacağını herkes biliyordu. Bu nedenle
heykeller Krallar Vadisi'ne taşınmadan bir gece önce atölyenin
kapatılmış olduğunu, önünde de Paneb'in nöbet tuttuğunu gör-
mek kimseyi şaşırtmadı.
Ertesi gün zorlu geçeceğinden herkes erkenden yattı.
Hain taşın getirildiğinden emin olduğu atölyeye bir göz
atmadan önce tüm köyün uykuya dalmasını bekledi. Genç devi
kandırmak imkânsızdı, ama o değerli hazineye olabildiğince yak-
laşma tutkusuyla yanıyordu.
Paneb'i kapının önünde görmeyince müthiş şaşırdı! Kırılacak
tek bir ahşap kilit... Sonra... sonra Işık Taşı onundu artık.
Elleri heyecandan terlemişti, neredeyse elini kolunu salla-
yarak ilerliyordu, birden korkuyla olduğu yerde kaldı, dondu. Ya
bir tuzaksa?
Elbette bu bir tuzaktı! Üstelik hazine, bir köşede saklanmış
avını bekleyen Paneb'in koruduğu atölyede de değildi kuşkusuz.
Hain adım adım, geri geri uzaklaştı oradan, bir yırtıcı kadar
sessizdi.
O
Altmış dokuzuncu bölüm

360
Aslan Userhat Tanrıça Hathor'u temsil eden altınla kaplan-
mış şistten heykele göğsünü kabartarak baktı. Vücudu sonsuza
dek genç ve zarif olacak, tanrısal tebessümü de mezarın gecesini
sonsuza kadar aydınlatacaktı.
— Sol topuğunu biraz daha parlat, dedi Neşeli Renupe'ye.
Beriki üzerine deri sarılmış bir taşı olarak Userhat'ın dedi-
ğini yapmaya koyuldu, başheykeltıraş gözleri kırmızı akik, parlak
kireç ve kaymaktaşı kakmalı tahta heykelcikleri teker teker ince-
lemeye başlamıştı bile. Osiris, İsis ve öteki tanrılar Merneptah'ın
hazinelerini koruyacak ve her gün dirilişine katılacaklardı.
Araştırmacı İpuy koşarak atölyeye daldı.
— Umarım her şey hazırdır! Yarın, heykellerin nakliyesini
izleyecek yetkilileri gönderiyorlar.
— Aslan Userhat şimdiye kadar ustabaşının yüzünü kara
çıkardı mı? Etrafta dönenip duracağına yardım et de bitirelim
şunları.
— Ben asıl lahitler için korkuyorum...
— Oysa yontuculara verdiğim talimat açıktı!
— Karo'nun bronşiti tuttu, Fened de ayağını yaraladı.
— Gidip bilge kadına görünsünler, sonra da işbaşı yapsınlar!
— Göründüler zaten, ama yine de gecikmelerinden korku-
yorum.
— Sen heykellerle ilgilen, ben bir gidip bakayım. Firavun
lahitlerinin yontulacağı öteki atölyede, Suskun
Nefer Güçlü Naht'a, Somurtkan Karo'ya, Burun Fened'e ve
Halat Kasa'ya yardım ediyordu.
Şaheseri görünce başheykeltıraşın içi rahatladı.
— Sadece birkaç ayrıntı kalmış, dedi.
— Kaldırmak ve mezara indirmek sorun çıkarabilir, diye
yakındı ustabaşı.

361
— Bu benim uzmanlığım! diye haykırdı Kasa. Her halatla
bizzat kendim ilgileneceğim. İnanın bana, en ufak bir sorun çık-
mayacak.
— Çizimciler ile ressamlar nerede? diye endişeyle sordu
Userhat.
— Bu akşam işleri bitmiş olacak, diye cevap verdi Nefer. Her
zanaatkar aynı şeyi düşünüyordu. Tanrılar şimdiye
kadar onlardan yana olmuştu. Son aşamada da yanlarında
olmayı sürdürecekler iniydi?
Kurtarıcı Şed, her bir gözüne bilge kadının hazırlayıp verdiği
yeni damlayı damlatırken hafif bir yanına duymuş, ama ağrı
çabucak kaybolmuştu, gözle görülür
bir düzelme yoktu hastalığında. Bir gün önce renkler birbir-
lerine karışmaya, gözleri giderek daha az görmeye başlamıştı.
Aydınlık mezarın içinde parlak renklere bakıyordu. Paneb
Şed'in beklentilerini de aşmış, mesleğinde koşarak ilerliyor,
sadece onun becerebileceği bir yoğunlukla canlandırıyor, hareket
veriyordu renklere.
Birden, bir firavun tacının ayrıntısını daha net gördüğünü
sandı. Firavunun şahininkine benzeyen gözünün çevresini, şaşır-
tıcı bir berraklıkta gördü. Renkler daha da parlaktı şimdi, sanki
biri yeni kandil yakmışçasına.
Şed sendeledi, yine de duvara ya da bir sütuna dayanmaya
cesaret edemedi. Onu düşmekten kurtaran Paneb'in kolu oldu.
— İyi değil misin?
— Hayır, hayır, tam tersine...
— Gidip bilge kadına görünsen? Şed samimiyetle gülümsedi.
— Ne güzel bir fikir, Paneb, ne kusursuz bir fikir! Köye dön-
düğümüzde, gidip göreceğim ilk insan o olacak.
Kenhir taşa oyulmuş koltuğunda olan biteni izliyordu. Sağ
ekip zanaatkarlarından tümü oradaydı işte. Işık iki günlük tatil

362
sırasında hastalar ile sakatlan iyileştirmiş, hepsinin işe dönebile-
ceğini belirtmişti. Ustabaşı mezar kâtibine su getirdi.
— İyi ki bu loncada beni düşünen biri var! Ötekilere kalsa
susuzluktan ölürdüm. Hiçbir şeyin kaybolmaması, kimsenin bizi
suçlamaması için her şeyi sayıp denetlemenin eğlenceli bir şey
olduğunu sanıyorlarsa... Neyse, herkesin kendine göre bir derdi
var. Eğer öte tarafın mahkemesi şu sıralarda bizi izleyip nelere
katlandığımızı görüyorsa, korkacak hiçbir şey yok demektir.
— Tuzağımız işe yaramadı, diye yakındı Nefer.
— Benim de aklımdan hiç çıkmıyor, diğer taraftan başarısız-
lığımızın beni rahatlatan bir yanı var.
— Bu, gölge yutucusunun kurnaz olduğu kadar dikkatli
olduğunu göstermez mi?
— Belki, ama bana kalırsa bize zarar veremeyeceğini görüp
çekindi. Ustabaşı düş kurmaya koyuldu. Ekip üyelerinden biri
kötü yola sapmış, Maat'ın sesini ve çağrısını unutmuştu. Bu yan-
lışlıktan geri dönmek imkânsız mıydı, yoksa kardeşleriyle konuş-
tukça yaptıklarının sadece felaketle sonuçlanacağını görüp haya-
tının en mutlu anlarını yaşadığı köye yeniden sadık kalmaya mı
karar vermişti?
— Biz gözümüzü dört açmaya devam edelim, dedi Kenhir,
Özellikle de işin sonuna yaklaştığımız şu sıralar.
— Heykellerin naklini izlemeye gelecek yüksek görevlileri
tanıyor musunuz?
— Bir alay iddialı, kendilerinin ne kadar önemli oldukların-
dan başka bir şey düşünemeyen, vezire Hakikat Meydanı zana-
atkârlarının aslında hiçbir özel yeteneğe sahip olmadıklarını
belirtir bir rapor sunmaya can atan kâtip müsveddeleri.
— Bu dedikleriniz hiç de iç açıcı değil. Kenhir'in bakışı çok
daha endişesizdi.

363
— İçinde olanın en iyisini verdin mi Nefer, eserin firavun ve
senin kabul ettiğiniz plana uygun olarak gerçekleştiğine inanıyor
musun?
— Her iki sorunuzun cevabı da evet.
— O halde rahat uyu.
— Bu hareketim sana saygısızlık olarak görünebilir, onun
için daha baştan beni bağışlamanı diliyorum, dedi Kurtarıcı Şed
bilge kadına. Yine de hazır kocan burada yokken seni iki yana-
ğından öpebilir miyim?
Hasta ve tabip yoğun bir heyecanı paylaşıyor, hatta gözyaşı
bile döküyorlardı.
— Hayatının sonuna kadar, sabah akşam her göze ikişer
damla damlatmaya devam edeceksin, diye hatırlattı Işık.
— Yeniden eskisi gibi görebilmenin karşılığında ne kolay bir
görev! Onlarsız yaşayamayacağım renkler dünyasından ayrıl-
maya hazırlandığım o süre boyunca çok şey öğrendim gerçekten
ölmeye hazırım.
— Bünyen çok iyi durumda, dedi bilge kadın. Bana kalırsa
uzun yıllar yaşamaya adaysın sen.
Kurtarıcı Şed rahatsız görünüyordu.
— İnsanlara fazla değer vermiyorum, Işık. Çünkü göğün,
gecenin ve gündüzün ışığının, hayvanların, bitkilerin ve tanrıla-
rın seslerini duyurduğu tüm yaratıkların karşısında insan pek
yavan görünüyor gözüme... Hatta zaman zaman büyük mimarın
beni ve benzerlerimi yaratırken yanlış bir fırça darbesi atıp atma-
dığını bile merak ediyorum. Ama beni insanın hayranlık duyula-
bilecek bir yaratık olduğuna inandıracak birine rastladım. Suskun
Nefer'e asla söyleyemem... Ama sorgusuz sualsiz hayran olduğum
bilge kadın, sırrımı koruyacaktır. Taşkın kusursuz olmuştu, ne
fazla güçlü ne çok alçak. Mısır halkı bu yılda çeşitli ve bol yiye-
ceğe sahip olacaktı. Batı yakasının başyöneticisi olarak, işi başın-

364
dan aşkındı Mehi'nin, setlerin ve su tutucu havuzların durumuyla
saat saat ilgilenmek zorundaydı. Hiçbir üzücü olay yaşanmamıştı,
general haklı olarak kusursuz yönetimiyle gururlanabilirdi.
Serketa minderlere yaslanmış, müttefiklerine düzenli aralık-
larla köyün durumu hakkında haberler gönderen zanaatkarın
şifreli mektubunu okuyordu.
— Ustabaşı yine başardı, dedi kocasına. Kralın mezarı
tamamlanmak üzere.
— Merneptah ve vezir, hazine görevlilerinden heykel ve
lahitlerin taşınmasını izlemelerini istedi, dedi Mehi.
— Işık Taşı'ndan hâlâ ses seda yok! diye öfkelendi generalin
eşi. Muhbirimiz çok beceriksiz çıktı.
— Ben senin kadar kötümser değilim... Son derecede dikkatli
davranmak zorunda olduğunu, üstelik bize çok değerli bilgiler
ilettiğini unutma. Onun sayesinde köyü ve loncayı olabildiğince
iyi tanıyoruz.
— Hazine görevlileri zanaatkarlara sorun çıkaracak mı?
— Bunun için Suskun Nefer'in çok büyük hataları işlemiş
olması gerekir, ki böyle bir şey beklemiyorum.
— Onları biraz tahrik edemez misin?
— Durum çok gergin... Per Ramessu'daki dostlarıma göre,
Merneptah'ın sağlığı giderek bozuluyor, oğlu Seti de sarayın
tümünü kendi tarafına çekebilmiş değil. Bazıları onu fazla katı,
akıldan yoksun, yönetimde beceriksiz buluyor. Prens Amenmes'in
taraftarları güçleniyor ve o da talih yıldızına daha çok inanmaya
başladı. Görevim hangi taraftan olduğumu belli etmemek ve her
zamankinden daha önemli görülen Hakikat Meydanı'nın koru-
yuculuğunu sürdürmek.
— O Amenmes hiç kral olabilecekmiş gibi görünmüyor, dedi
Serketa.

365
— Kuşkusuz haklısın, tatlı sevgilim, ama bu da yararlan-
mamız gereken bir şey değil mi? Ramses gibi, hatta Merneptah
gibi bir hükümdar bizim iktidara yürümemizi engellerdi. Amen-
mes'le ufuk çok daha açık görünmüyor mu?
— Ben yine de o sinirli ve sert şımarığa fazla güvenmeyelim,
derim. Üstelik Seti'yi de sakın yabana atma; hâlâ güçlü ve taraf-
tarları kalabalık.
— Neden her iki tarafı da güçsüz düşürecek ve bundan bizim
muzaffer olarak çıkmamızı sağlayacak bir iç savaş düşlemeydim?
Serketa işaret parmağını obur dudaklarının üzerinde usulca
gezdirdi.
— Aslında Hakikat Meydanı'ndaki müttefikimizden, ustaba-
şını güçsüzleştirecek bir hizmet istemeliyiz.
Generalin karısı düşüncelerini açıkladı. General, fazla
güvenmemekle birlikte, karısının önerisini kabul etti.
A
Yetmişinci bölüm
Firavun tarafından görevlendirilmiş resmî heyet, Merneptah
iktidarının yedinci yılında, suyun yükseldiği mevsimini üçüncü
ayının on birinci gününde Hakikat Meydanı'nın ana kapışma
vardığında mezar kâtibi tarafından karşılandı. Heyetin başında,
hayattaki tek zevki muhasebe olan hazine müdürü vardı. Teb'de
doğmuştu, ama kentten pek ender çıkardı. Bu da çölde ilk yolcu-
luğuydu ve angaryanın kısa sürmesinden başka bir şey düşün-
müyordu. Kenhir'e tepeden bakarak sordu:
— Her şey hazır mı?
— Nasıl bir cevap bekliyorsunuz ki?
Aldığı cevaptan şaşıran hazine müdürü meslektaşlarına
döndü.

366
— Adamlarımın bana söylemeyi unuttukları belirli bir pro-
tokol mü vardı yoksa? Vezirin yardımcılarından biri kulağına
eğildi.
— Kâtip Kenhir'in sağı solu belli olmaz, onun için suyuna
gitmeye çalışın. Hazine müdürü belli belirsiz gülümsedi.
— Neden yüzünüzü buruşturdunuz? diye sordu Kenhir. Eğer
beni suçlamak istiyorsanız durmayın, boşaltın heybenizi. Söyle-
yeceklerinize tek tek bakayım.
— Fakat... ben böyle bir şey söylemedim ki! Ben buraya
sadece bir heykel deposunu kaydetmeye ve vezirin çalışmalarınızı
ödüllendirmek için gönderdiği en kaliteli yağ ile nefis çörekleri
getirdim.
— Hiç olmazsa geleneklere saygı gösteriliyor... Her neyse,
haydi, yola düşelim.
— Biz... biz köyde kalmayacak mıyız?
— Köye girme yetkisine sahip değilsiniz, üstelik firavunun
mezarı da köyde değil. Geçitten giderek, polis korumasında
varacağız Krallar Vadisi'ne.
— Bu sıcağın altında bu tozun içinden geçerek o dağa tır-
manmak zorunda mıyız gerçekten?
— Denetlemek için gelen, denetler. Böylelikle yollarımız
hakkında da ayrıntılı bir rapor hazırlama fırsatını bulmuş olur-
sunuz.
Kenhir'in ihtiyar bacakları, mezar kâtibinden çok daha genç
görünen yoldaşlarınınkilerden daha diri ve dayanıklıydı, daha
kolay taşıyordu efendisini. Kentten gelen görevlileri soluk soluğa,
elbiseleri tere batmış görmek ve durup durup nefeslerini topla-
maya çalışmalarına tanık olmak hoşuna gidiyordu Kenhir'in.
Yazıhanelerde geçirilmiş bunca saat görevlileri doğadan kopar-
mıştı, bu kısa tırmanış saldırganlıklarını törpüleyecekti kuşkusuz.

367
— En önemlisi, diye uyardı onları Kenhir. Sakın patikadan
ayrılmayın, buranın akrepleri çok zehirlidir. Çıngıraklı yılanlar-
dan söz etmiyorum bile. Yorgunluğa bir de korku eklendi, geçit-
teki kulübelerin denetlenmesi topu topu birkaç dakika sürdü.
Hazine müdürü bu korkunç gezintinin bir an önce sona ermesi
için gördüğü her şeyin kusursuz durumda olduğuna imza atmaya
hazırdı. "Şimdi" diye açıkladı Kenhir, "Krallar Vadisi'ne inmeye
başlayacağız. Ayağınızı bastığınız yere dikkat edin, insan kolay-
lıkla yuvarlanıp kemiklerim kırabilir burada."
Bir keçi kadar çevik Kenhir resmî görevlileri aşağıda, vadi-
nin girişinde dakikalar boyu beklemek zorunda kaldı.
— Aynı yoldan dönmek zorunda mıyız? diye sordu hazine
müdürü endişeyle.
— Hayır, arabalar sizi Ramesseum'a kadar giden yoldan
götürecek. Şimdi üzerinizi aramaya başlayalım.
— Bu gerçekten gereksiz! diye itiraz etti yüksek bir memur.
— Kurallar harfiyen uygulanmalı, diye uyardı onu Kenhir.
Bir de, sadece iki kişi girebilir vadiye: siz ve vezirin vekili.
Ötekiler dışarıda bekleyecek.
Her ağızdan ayrı ayrı yapılan itirazlar mezar kâtibini etkile-
yemedi, Nübyeli polisler gelenlerin üzerini aramaya girişti.
Ustabaşı, kavurucu güneşin altında gördükleri vadinin gör-
kemi karşısında etkilenen iki yüksek görevliyi kapının öte tara-
fında karşıladı. Nefer hiçbir söz söylemeksizin konuklarını Mer-
neptah'ın mezarının girişine götürdü; sağ ekip zanaatkarları
mezar girişinin yanına sıralanmış, armağan taşımak için sıra
oluşturmuşlardı. Başlarında da göğe gidecek ışıklar ülkesi efendisi
firavunun gözlerini açıp aydınlatacak, değerli bir ahşaptan, altın
kaplama "saygıdeğer asa"yı taşıyan Aslan Userhat vardı.
Hazine müdürü ile vezirin vekili solukları kesildi; bu kez
onları nefessiz bırakan gördükleri güzelliklerdi.

368
— Tanrılar ve tanrıçalar Hakikat Meydanı'ndaki Altın
Evi'nden, Krallar Vadisi'ne uçtular, diye açıkladı ustabaşı. Burada,
bu ebedî istirahatgâhta, firavunun nöbetini tutmak için kendile-
rine ayrılan yerlere geçtiler. Önlerindeki şaheser karşısında göz-
lerine inanamayacak derecede şaşıran yüksek memurların,
ağızlan açık kalmıştı; gözlerinin önüne Mısır tarlalarının hemen
hepsi, altınlara sarınmış, resmi geçit yapıyordu sanki. Ağaçtan ve
taştan oyulmuş çeşitli heykel ve heykelciklerin mezar odalarına
indirilmesi için, zanaatkarların birçok kez gidip gelmeleri gerekti.
Zanaatkarlar derinliklerden son kez tırmandıklarında, hazine
müdürü böylesine küçük bir ekibin nasıl bu kadar çok şaheser
yaratabildiğim sordu kendi kendine. Vezire verilecek olan ve
Kenhir tarafından okunan rapor, özellikle övgü doluydu. Heykel-
lerin mezara indirilişinin iki tanığı, Suskun Nefer'in başkanlı-
ğında yapılan çalışmaların kusursuz olduğunu belirtiyor, heykel
taşıma işini de göklere çıkarıyordu. Son bir aşama kalmıştı geriye:
lahitlerin mezara indirilmesi.
Karısı yatakları açarken, Nefer bitkin bir halde yüzünü
yıkıyordu.
— Son heykele kadar bir aksilik çıkmasını bekledim... Anla-
şılan bizim gölge yutucu yıkma tutkusunu yenmiş.
— Ben tam tersinden korkuyorum.
— Neden Işık?
— Çünkü başucun yerinde değil.
Yastığın da dayandığı tahta başucu her zamanki yerinde
değildi gerçekten.
— Belki de yanlışlıkla sandığa kaldırdım. Işık sandığın kapa-
ğını kaldırdı.
— Maalesef hayır. Aramalar bir sonuç vermedi.
— Birinin eve girmesi, bu değersiz parça dışında bir şey
almaması... Çok anlamsız! dedi Nefer.

369
— Tam tersine. Hırsız bu başucunu sana karşı kullanmak için
almış olmalı.
— Nasıl kullanacak?
— O tahtada düşlerin ile gizli düşüncelerinin izleri var.
Onları okumayı bilen birisi seni avucuna alabilir ve bundan son-
raki kararlarını yönlendirebilir.
— Buna karşı yapılacak bir şey yok mu?
— Uykuyu korurken öte yandan da düşünce hırsızlarını
uzaklaştıracak yeni bir başucu.
— Yarın sabahtan tezi yok, yeni bir başucu yapacağım.
— Yatağının üzerine de metinler yazmak gerekecek. Bu gece
yatağında yatman imkânsız.
— Yatağında bana yer açar mısın?
Hainin karısı öteki zanaatkarlarla eşleriyle birlikte, tarlaların
hemen kıyısında kurulan Ramesseum yakınındaki pazara gitti.
Pazarda her zaman nefis marullar ile çeşit çeşit baharat bulu-
nurdu.
Her zamanki gibi alışverişten önce uzun çekişmeler yaşandı.
Köylülerden biri hainin karısını itekledi, beriki elindeki küfeyi
yere bıraktı. Küfenin içinde kocasının ustabaşının evinden çaldığı
başucu vardı. Köylü kadının kendi küfesinin yanına bıraktığı boş
küfeyi alıp erzak doldurmaya başladı.
— İşte aradığımız, dedi Serketa Mehi'ye. Bu sabah, köylü
kılığında pazarda görecektin beni! Bir eğlendim, bir eğlendim ki
sorma. Gördün işte, istediğinde müttefikimiz işe yarayabiliyor.
— Bu başucuyla ne yapmayı düşünüyorsun?
— Bir uzmandan tahtadaki düşleri çıkarmasını isteyip
Suskun Nefer'in düşüncelerine sahip olmayı. Ondan sonra,
çocukların oynadığı kuklalar gibi oynayabileceğiz Nefer'le. Işık
Taşı'nı nereye sakladığını da öğreneceğiz. Mehi omuzlarını silkti.
— O uzmanı nereden bulacaksın?

370
— Mobilya tüccarı Tran - Bel ilgi çekici sonuçlar alan Suri-
yeli bir büyücü tanıyor.
— Bu topraklarda büyücülük yasaklanmadı mı?
— Doğru, kara büyü yapmaya kalkışanlar şiddetle cezalan-
dırılıyor. Ama bütün cezalara rağmen kendini tehlikeye atmaktan
çekinmeyen bir bu Suriyeli var, tatlı sevgilim.
— Lahitler tamamlandı mı? diye sordu mezar kâtibi ustaba-
şına.
— Maalesef hayır, diye cevap verdi Nefer yıkılmışçasına.
Yakından incelediğimde, kabul edemeyeceğim küçük aksaklıklar
gördüm.
— Kimin hatası?
— Benim. Daha önce görmem gerekirdi.
— Hımm... Bir başkasının hatasını üstleniyorsun!
— Ustabaşının görevi de bu değil mi?
— Talihin varmış, Nefer. Vezir Per Ramessu'dan ayrılamıyor,
lahdin mezara indirilmesinin erteleneceğini bildirdi bana.
— Yeni bir tarih belirlendi mi?
— Daha belirlenmedi.
— Bunun anlamı, devletin tepesinde ciddi karışıklıklar
olduğu mu?
— Bana kalırsa, evet, dedi Kenhir ciddiyetle.
n
Yetmiş birinci bölüm
Kara büyücü faaliyetini Tran - Bel'in inanılmaz bir fiyata
kiraladığı küçük evde yürütüyordu; ev sahibinin aldığı yüzdeler
de cabası. Suriyeli ürkütücü çalışmalarını gerçekleştirmek için
gerekli malzemeyi geniş mahzene yerleştirmiş, iğnelerini sapla-
dığı balmumundan bebekleri ve gösterilen düşmana uzaktan
vurmak için kullandığı üzeri karanlık işaretlerle dolu sopalan bir
tarafa sıralamıştı.
371
Kafası, vücudunun geri kalan bölümüyle orantısız, kalın ve
yağlı dudaklı, sivri çeneli büyücü, kırmızı şeritlerle süslü kapkara
bir elbise giyerek çevresindekileri korkutmaktan hoşlanıyordu.
Ne var ki karşısında duran kadın, görüntüden hiç de etkilenmişe
benzemiyordu.
— Bu başucunu konuşturacaksın! diye buyurdu Serketa.
Bunu kullanan adamın düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
— Adı ne?
— Bu seni ilgilendirmez.
— Tam tersine, adını bilmezsem olmaz.
— Bu konuşmamız hakkında sessiz kalacağına yemin ediyor
musun?
— Başarımın anahtarlarından biri de iyi sır saklamamdır.
Bu iş için de farklı bir yüzde alan Tran - Bel'in de onayıyla,
fazlaca tehlikeli bulduğu müşterilerinden bazılarını polise ihbar
ediyordu büyücü. Böylece herkes aradığını buluyor, yetkililer de
Suriyeliyi rahat bırakıyordu.
Büyümeye karşı koyan küçük kız görünüşlü şu kadın da
ürkütücü biriydi. Büyücü bu kez talihini deneyecek, büyük bir
ödül karşılığında, bizzat ele verecekti kadını.
— Adı Suskun Nefer.
— Nerede yaşıyor ve ne yapıyor?
— Tahmin edemiyor musun?
— Tahmin etmek bana zaman kaybettirir. Eğer aceleniz varsa
neden hemen konuya girmiyoruz?
— Sen sakın bir sahtekâr olmayasın?
Kara büyücü gözlerini yumdu. Sonra, tekdüze bir sesle Ser-
keta'nın yatak odasının bütün ayrıntılarını saydı, tek bir eşyayı
bile unutmadı.
— Bu kadarı yeterli mi? Eğer değilse, dün akşam yaptıkları-
nızı da bütün ayrıntısıyla anlatabilirim. İşim kolay benim, kar-

372
şımda olduğunuz için, kolay. Ama eğer bu başucundaki düşünce-
leri çıkarmamı istiyorsanız, daha çok bilgi edinmeme yardım
etmeniz gerekir.
— Suskun Nefer Hakikat Meydanı'nın ustabaşısı. Büyücü
dilini yağlı dudaklarında oburca gezdirdi.
— Önemli bir insan, çok önemli bir insan... Belki de önce
hizmetlerimin karşılığı konusunda anlaşsak daha iyi olur.
— Bir külçe altın.
— O külçeye kent merkezinde bir evi de ekleyin... Serveti-
nize bakılırsa bu istediklerimin sözü bile edilemez.
— Servetim hakkında ne biliyorsun?
— Elbiseleriniz ve perukanız kılık değiştirmekten başka bir
şey değil... Unutmayın, size baktıkça şifrenizi çözüyorum.
— Başucunu konuştur, istediğini alacaksın.
Servet... İşte sonunda amacına varacaktı büyücü! Parasını
aldıktan sonra polise haber verecek, böylesi yağlı bir av için polis
de kesenin ağzını açacaktı kuşkusuz.
Suriyeli başucunu sarımtırak bir yağla kapladı, sonra da
içinde afyon çiçeklerinin yüzdüğü kaymaktaşından bir tekneye
batırdı. Anlaşılmaz bir dilde bir şeyler mırıldanıp ellerini başu-
cunun iki ucuna koydu.
— Öğrenmek istediğiniz ne?
— Suskun Nefer loncanın en değerli hazinesini nerede sak-
lıyor?
— Daha açık konuşun... Söz konusu olan altın mı, belgeler
mi, yoksa başka bir şey mi? Serketa bir an için tereddüt etti.
— Bir ışık taşı.
Büyücü meraklandı, böylesi bir harikanın çok işine yaraya-
cağını düşündü. Ama önce elindeki eşyayı konuşturmak gereki-
yordu, başucuna yoğunlaştı.

373
— O taşı nerede saklıyorlar? diye yineledi Serketa sabırsız-
lıkla.
— Anla... anlayamıyorum.
— Neyi anlayamıyorsun?
— Bir engel var... Aşmayı beceremediğim bir engel... Bu
başucu dilsizleştirilmiş... Biri benimkinden daha güçlü bir büyü
uygulamış!
— Bir daha dene!
Suriyelinin alnında koca koca ter taneleri görüldü.
— Boşuna uğraşıp harap oluyorum, bu benim için tehlikeli
olmaya başladı... Bu başucu kesinlikle dilsiz, bana hiçbir şey söy-
lemeyecek.
— Sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin, gereğinden faz-
lasını bilen bir ş arlatan.
Tüm gücüyle büyücünün ensesine abanan Serketa, adamın
kafasını tekneye bastırdı. Bunca uğraşın bitkinleştirdiği Suriyeli
direnemedi bile; yardım çağırmak istediğinde ciğerleri su dolarak
boğuldu.
Lahitleri mezara indirmek için kralın emrini beklerken, daha
önce belirlediği kusurları bizzat düzeltti Nefer, sonra da iki res-
samla birlikte ebedî istirahatgâhın tüm ayrıntılarını gözden
geçirdi.
Sedir kapı yerine yerleştirilmiş ve kapanmıştı. İki Nübyeli
polis mezarın başında aralıksız nöbet tutuyorlardı.
Her sabah olduğu gibi, bu sabah da Kenhir'in Güçlü Niyut
tarafından tutkuyla temizlenen evinin önünden geçti ustabaşı.
— Yeni bir haber var mı?
— Hâlâ yok, diye cevap verdi Kenhir. Başkentte ciddi bir
karışıklık olsaydı çoktan duyulurdu... Ne düşüneceğimi bilemi-
yorum.

374
— Sağlam bilgiler almak için, General Mehi'yle görüşmek iyi
olmaz mıydı?
— Bu öğleden sonra gidip göreceğim onu.
— Mezarın güvenliği sağlandığına göre, sağ ekibi Mernep-
tah'ın milyon yıllık tapınağına götüreceğim. Orada ayin yapıl-
maya başlandı bile, tapınak da yakında bitmiş olacak.
Ramesseum'dan çok daha küçük olmasına rağmen, kullanı-
lan malzemeye, sütunların, kubbelerin ve sütun başlarının güzel-
liğine bakıldığında, Merneptah'ın tapınağının hiç de ondan geri
kalır yanı yoktu. Gerek ustabaşı gerekse de sol ekip önderi, iler-
lemiş yaşı nedeniyle babası Büyük Ramses'inki kadar geniş bir
tapınak düşünemeyecek olan kral tarafından tasarlanan anıtı
gerçekleştirmek için tanınan süreyi çok iyi kullanmıştı.
Önemli olan anıtın boyutları değildi. Önemli olan, "sak-
lanmış" Amon, karısı "ana" Mut'a oğulları "göğü geçen" Honsu'ya
adanmış üç sunak ile kral ruhunun yeniden doğacağı Osiris
salonlarındaki sembolik işlerdi. Tapınak Krallar Vadisi'ndeki
mezara kusursuz bir biçimde bağlıydı; hiyerogliflerinin ve resim-
lerinin gücü sayesinde firavunun ölümsüzlüğünü korumak için,
her iki eser de elbirliği eder gibiydi.
Tapınakta sadece Amon ve Osiris hüküm sürmeyecekti;
onlara bir de varlığıyla dönüşümü tamamlayacak ışık tanrısı Ra
ekleniyordu. Suskun Nefer tapınağa ayrılan üstü açık iç avludan
geçerken, Osiris'in yeraltı krallığı ile Ra'nın gökler imparatorlu-
ğunun Işık Taşı'nın özetlediği tek ve aynı gerçeğin birbirinden
ayrılamaz iki yüzü olduğunu hissetti.
Ustabaşı gündelik tasalardan uzak, bu sakin odalarda günler
boyu oturup düşüncelere dalmaya can atardı kuşkusuz; ne var ki
zanaatkarlar görevinin gereklerini hatırlatmakta gecikmedi.
Birinci avluya bitişik sarayın, kutsal gölün ve tuğladan yapılmış
depoların son ayrıntılarına karar vermek gerekiyordu. Kısa süre

375
sonra burada yaşamaya başlayacak rahipler, kâtipler ve diğer
meslek temsilcileri diğerlerinde olduğu gibi bu tapınağın da
ruhsal bir enerji kaynağı ve bir ekonomik denge merkezi olmasını
sağlayacaklardı.
— İki ekip halinde çalışırsak, fazla işimiz kalmadı demektir,
dedi Burun Fened. İskele tarafındakiler uyumamış, buraya gelir-
ken hiçbir yapım hatasına rastlamadım.
Nefer yontucuları gölün kenarındaki taşların yapımıyla,
heykeltıraşları heykellerin yerleştirilmesiyle, çizimcileri de tapı-
nağın merkezinden önceki salonun tavanındaki astrolojik işaret-
lerin çizilmesiyle görevlendirdi.
— Renklerde canlılık eksik, diye eleştirdi Paneb. Mezar
buradan çok daha canlı! Buraya daha fazla güç verebilmek için
her şeye baştan başlayabilmeyi isterdim.
— Duvardaki tanrılar bu işi üstlenir, dedi Nefer.
— Ekip endişeli, dedi genç dev.
— Neden?
— Lahitleri indirmiyorsak, firavun emir verecek durumda
değil demektir.
— Acele verilmiş bir hüküm, Paneb.
— Sende daha iyisi var mı?
— Mezar kâtibi koruyucumuzla, General Mehi'yle konuş-
tuktan sonra çok daha fazlasını öğreniriz.
— Blokları çekmek için bana ihtiyaçları var, insan resim
çizmekten sıkıldığında bundan daha iyi eğlence bulamaz.
Birden Hay'ı, sol ekip önderini görmediğini fark etti Nefer.
Geldiği yoldan geri döndü, şefleri dışında sol ekibin bütün zana-
atkârlarıyla karşılaştı, Hay'ın nerede olduğunu sordu, kesin bir
cevap alamadı. Hay sabah onları şantiyeye getirmiş, sonra da
gözden kaybolmuştu.

376
Yapacak tek bir şey kalmıştı: Sobek'i, güvenlik sorumlusunu
uyarmak. Ustabaşı kutsal alandan çıkarken, Nübyeli polisin yak-
laşmakta olduğunu gördü.
— Endişeliyim, Sobek. Hay kimseye haber vermeden şanti-
yeden ayrılmış... Belki başı derttedir.
— Sanmıyorum.
— Ne biliyorsun?
— Uzun zamandan beri yakalamaya çalıştığım o katilin bir
yanlış adımını bekliyordum... Sonunda beklediğim yanlış adımı
attı.
O
Yetmiş ikinci bölüm
Nefer kulaklarına inanamıyordu.
— Yanılıyorsun, Sobek... Sol ekip önderi ihanet etmiş olamaz.
— Boşuna suçlamıyorum onu.
— Elinde kanıt var mı?
— Son aylarda beş kere doğu yakasına geçti. Her seferinde
peşinden gelen olup olmadığını görmek için olağanüstü önlemler
aldı, her seferinde de adamlarımı ekti. Bugün, işinin başından
ayrılmaya cesaret etti; herhalde iletmesi gereken bilgiler çok
önemliydi.
Ustabaşı rahatsızdı.
Hay, ekip önderi olduğumdan Işık Taşı'nın yerini biliyordu.
Yoksa Hakikat Meydanı'na zarar vermek için suç ortaklarının
yanına mı koşmuştu.
— Tüm güvenlik önlemlerini aldım, dedi Sobek, sanki
Nefer'in düşüncelerini okumuşçasına. Eğer Hay köye dönmezse,
suçluluğu hakkında hiçbir kuşkuya yer kalmayacak.
— Size karşı duyduğum büyük yakınlığa rağmen, sevgili
Kenhir, söyleyebilirim ki bu kez benden oldukça güç bir şey isti-
yorsunuz.
377
General Mehi ellerini arkasında kenetlenmiş, çalışma oda-
sında gidip geliyordu.
— Loncanın başkentte olup bitenden haberdar edilmesi
gerekmez mi? diye ısrar etti mezar kâtibi.
— Böylesi acil bir isteğin nedeni ne?
— Çünkü Merneptah'ın ebedî istirahatgâhı ile tapınağının
yapımı bitti. Şimdi tapınağın açılışı ile lahitlerin mezara indirilme
emrini bekliyoruz.
— Anlıyorum, anlıyorum...
— Kral hâlâ devlet gemisinin dümeninde mi?
— Son aldığım haberlere göre, evet. Yine de Per Ramessu'-
daki sarayda dönen dolapları iyi bilmiyorum tabiî! Vezir de orada,
tahtın en güçlü adaylarından biri olan Prens Amenmes'in de
bulunduğu Teb'e geldiğinde bize ayrıntılı bilgi verecektir umarım.
— Merneptah'ın tahtı için çekişme olacak mı?
— İşte bunu bilmiyorum, Kenhir. Ben sadece saraydan gelen
ve altlarında yasal mühürler olan buyrukları yerine getiririm. Bir
de Hakikat Meydanı'nı korumakla görevliyim, bu görevimi de
eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum. Teb bölgesine saldıracak
biri, kim olursa olsun, karşısında Teb birliklerini bulacaktır.
Kenhir köyün yolunu tuttuğunda, rahatlamıştı. 1. Tabya'da Şef
Sobek ile ustabaşı bekliyordu yüzlerinden bir müjde vermeye
gelmedikleri açıkça anlaşılıyordu.
— Kuşkularımız sol ekip önderinin üzerinde toplanıyor, dedi
polis şefi; sonra da suçlamalarını yineledi.
— Hay... İmkânsız! Sorguladın mı?
— Daha dönmedi. Bana kalırsa buraya dönmeye cesaret
edemeyecek.
— Güneşin batmasına daha iki saat var...
Üçü de zanaatkar iskemlelerine oturdu, gözlerini acımasızca
boş kalmakta direnen yola diktiler. Her biri sol ekip önderinin

378
kişiliğini, davranışlarını, loncaya ihanet ettiğini gösterebilecek
hareketlerini düşündü. İşte Hay o anda çıkageldi.
Hızlı adımlarla yaklaşıyordu ama, bekleyen üçlüyü görünce
olduğu yere mıhlandı.
— Eğer kaçmaya kalkarsa, peşinden koşup yakalayacağım,
dedi Sobek. Hay tereddüt etti, sonra yeniden yürümeye koyuldu.
— Bu toplantının nedeni ne?
— Nereden geliyorsun? diye sordu Kenhir.
— Nereden geldiğimin bir önemi yok.
— Açıklama yapmadan tapınak şantiyesinden ayrıldın, bu da
ciddi bir meslek hatası.
— Bu sabah bütün talimatları verdim, şantiyenin kısa süreli
yokluğumdan zarar görmediğinden eminim.
— Bu alışılmış bir yöntem değil, dedi Kenhir. Gidişinin
nedenini mezar günlüğüne yazabilmem için bana haber verme-
liydin.
— Haklısın... Gerekli cezaya razıyım.
— Kime gittin? dedi Sobek.
— Tekrar ediyorum, nereye gittiğimin bir önemi yok.
— Öyleyse neden polislerimi ektin?
Alnı derin kırışıklarla kaplı sol ekip önderinin ciddi
yüzünden duygularını okumak mümkün değildi. Adam sanki güç
bir geçitten geçmiş ve aniden yaşlanmıştı.
— İzlenmekten hoşlanmıyorum.
— Yetersiz bir açıklama, Hay. Saklanacak neyin var?
— Hakikat Meydanı'yla ilgili değil.
— Konuşmamakta direnirsen seni tutuklarım.
— Mezar kâtibi ve ustabaşının onayı olmadan, beni tutuk-
lamaya hakkın yok.
— O onayı aldım bile.
Hay bakışlarıyla Nefer ve Kenhir'i sorguladı.

379
— Öyleyse, hepiniz bana karşı birleştiniz...
— Ben senin hiçbir şeyle suçlanmayacağından eminim, dedi
Nefer. Sana eskiden ne kadar güveniyorsam, şimdi de o kadar
güveniyorum. Ama susmakta direnirsen sana nasıl yardım edebi-
lirim ki?
— Samimi misin?
— Sana firavunun hayatı üzerine yemin ediyorum.
— O zaman konuşmayı kabul ediyorum, ama yalnız seninle.
Sobek itiraz edecek oldu, ama Kenhir polis şefinin müdahale
etmesini bir göz işaretiyle engelledi.
İki zanaatkar yavaş adımlarla köye doğru yürüyerek uzak-
laştı.
— Bana inanmakta güçlük çekeceksin, Nefer, ama Hakikat
Meydanı'na gelmeden önce oldukça hareketli bir gençlik yaşadım.
Köyde evlenmeden önce tanıdığım kızlardan birini hiç unutama-
dım. Bana mektup yazıp çok ağır bir hastalığa yakalandığını bil-
dirdiğinde de gidip görmeye karar verdim onu, gizlice gidip
görmeye. Bugün, son nefesini verirken yanındaydım.
Sol ekip önderinin sesi hafifçe titremişti.
— Kuşkulu olmanı anlayışla karşılıyorum, Nefer, çünkü bu
anlattıklarım senin tanıdığın Hay'a hiç uymuyor; ama inan sadece
gerçekleri anlattım. Aramızda en ufak bir gölge olmasını isteme-
diğimden, gidip söylediklerimi araştırmanı istiyorum.
— Hay suçsuz, dedi Nefer mezar kâtibi ile Şef Sobek'e.
— Nasıl emin olabiliriz? diye diklendi polis şefi.
— Doğu yakasına giderek.
— Ben de geliyorum, dedi Sobek kararlılıkla.
— Arkadaşıma söylediği yere yalnız gideceğime söz verdim.
Anlattıkları suçluluğunu kanıtlamaya yetiyor zaten.
— Bu bir tuzak olabilir!
— Hay yalan söylemedi, çekinecek bir şey yok.

380
— Ustabaşı olarak böylesi tehlikelere atılmaya hakkın yok,
dedi Kenhir.
— Eğer vazgeçersem, Hay'ın sırtına ağır kuşkular binecek ve
bir daha onunla güven içinde çalışamayacağız.
— Önemli bir ayrıntıyı unutuyorsun, diye hatırlattı Sobek.
Loncada bir casusun olduğunu kimseye açıklamamamı isteyen
kimdi? Hay, hep Hay.
— Gidip bilge kadına danışalım, diye araya girdi Kenhir.
Sol ekip önderi zanaatkarlara haber vermeden evinden çık-
mamaya mahkûm edilmişti. Resmî açıklama, Hay'ın rahatsız
olduğuydu, Merneptah'ın milyon yıllık tapınağının son ayrıntıla-
rını tamamlamak da Nefer'e düştü.
Ekiplerin yasal izin günlerinden ilkinde, sabah töreninden
hemen sonra köyden ayrıldı ustabaşı; epey arkasından da Işık'ın
kocasını korumakla görevlendirdiği Paneb.
Eğer Hay yalan söylemişse, uzun süre önce kurulmuş bir
tuzağa düşecekti Nefer. Böylelikle maskesi düşmüş de olsa, inti-
kamını alacaktı hain.
Verdiği söze sadık kalmak için ne yöne gideceğini açıkla-
mamıştı Nefer, Sobek'in tekrar tekrar öne sürdüğü suçlamalara
rağmen, meslektaşının suçsuzluğundan emindi. Karşılaşıp tanış-
tıkları günden beri hiç çekişip tartışmamışlardı. Hay Nefer'in
ustabaşılığını hiç kıskanmamış, görüşlerini paylaştığı ustabaşının
bütün çizimlerini sadakatle uygulamıştı. Hay ciddi ve sertti kuş-
kusuz, ama doğruluktan ayrılmadığı için sol ekip zanaatkarla-
rından hiçbiri yakınmamıştı ondan.
Saldayken, çobanının Karnak'taki başçobana yüksek fiyatla
satmayı umduğu bir keçi sürüsünün ortasında buluverdi Nefer
kendini. Çobana kalırsa, bu kadar güzel hayvanlar ancak Amon'a
layık olabilirdi.

381
Paneb Nefer'in yol arkadaşlarım herhangi bir başka kalaba-
lığa tercih ederdi doğrusu. Bir miras yüzünden iki ev kadım ara-
sında çıkan tartışmayla neşelenen yolculuk çabuk geçti, Nefer
keçilerle birlikte saldan indi.
Nefer'i izlemek kolay olmadı, bir grup kentli, rıhtıma
birikmiş taze meyve sevkiyatını bekliyor, gelecek malın fiyatlarım
tartışıyorlardı. Nefer güçlükle bir yol açtı kendine, genç dev
Nefer'i gözden yitirmemek için dirseklerini kullanmak zorunda
kaldı.
— Bana baksana, dedi bir saka. Hiç olmazsa özür falan dile-
seydin bari. Neredeyse yıkacaktın beni!
— Doğru, ben de gördüm! diye onayladı bir soğan tüccarı,
olanlardan habersiz işsiz güçsüz takımı seyirlik bir şeyi kaçır-
mamak için soğan tüccarım destekledi. Paneb karşısındakileri
birer yumrukta yere serebilir, genel bir karışıklık çıkarıp polisin
gelmesine neden olabilirdi. Yumruklarım sıkıp özür diledi, ger-
ginlik azaldı.
Ne var ki Nefer kaybolmuştu.
A
Yetmiş üçüncü bölüm
Onlarca kişiyi boşuna sorguya çekti Paneb. Ne yapacağını
bilmez bir halde tüccarlar ile alıcıların boşalttıkları rıhtımı arşın-
lıyordu; köye dönüp mezar kâtibine haber vermeli ve aramaları
başlatmalı mıydı, yoksa kendi başına sokaklara mı dalmalıydı? İyi
de ne tarafa gideceği konusunda en ufak bir fikri yoktu ki.
Kendine kızıyor, daha önce hiç böylesine acınacak biçimde
görevinde başarısız olmadığını düşünüyordu. Nefer'in başına bir
şey gelirse tek sorumlusu o olacaktı; böyle bir durumda cezası
loncadan ayrılıp hayatların en sefilini yaşamak olmalıydı.
Hayır, daha iyisi de vardı: dostunun ve babalığının öcünü
almak. Hain Hay'dan suç ortaklarının adını söke söke kopara-
382
caktı; o suç ortaklarından hiçbiri kurtulamayacaktı elinden. Cesur
Paneb'in elinden, suçlarının cezasını hemen ve oracıkta kesmek-
ten başka bir şey gelemeyecekti. Üstelik ne yargıçlar ne de polis
engel olacaktı ona.
Batan güneşin tatlı ışığı Nil'i parıldatırken, havada yüzlerce
kırlangıç uçuşuyordu. Birden ara sokaklardan birinden çıkan
adamı ustabaşına benzetti Paneb. Güneş gözlerini alıyordu, muci-
zeye kanmamaya karar verdi genç dev; yine de Nefer'e benzettiği
adama doğru koştu.
— Sen misin?.. Gerçekten sen misin?
— Sabahtan bu yana o kadar değiştim mi?
— Seni kaybettim, anlayabiliyor musun? Artık loncada yerim
yok benim!
— Ne saçma fikir! Beni yeterince koruduğuna inanıyorum ve
aksini iddia edebilecek yok bu dünyada.
— Neden bu kadar geciktin?
— Yaslı bir ailenin huzura kavuşması için çözümlenmesi ge-
reken bazı maddî konular... Yönetici nezdinde girişimde bulun-
mam gerekti, böylesi hep karmaşık olur; neyse sonuç iyi olacağa
benziyor.
— Bütün bunlar, Hay'ın suçsuz olduğunu kanıtlıyor mu?
— Kuşkun mu vardı?
Nefer, kendi kişisel teminatını da kullanarak, sol ekip önde-
rinin anısına sadık kalarak ölen genç kadının yaşlı anne ve babası
için bir çeşit emekli maaşı ayarlamıştı. Bundan böyle, aralarındaki
bağları daha da pekiştirecek bir sır paylaşacaklardı. Sobek Hay'-
dan özür dilemiş, sol ekip önderi de polis şefine hakaret etmek bir
yana, görevini yerine getirmek için yaptıklarını anlayışla karşı-
ladığını, kinlenmediğini söylemişti.
Hay konusuna uzaktan yakından tanık olanların katıldığı
yemekte, Kenhir asık yüzüyle dikkat çekiyordu.

383
— Sığır zevkinize göre pişmemiş mi? diye endişeyle sordu
Işık.
— Sığır nefis, ama hiçbir şey aydınlanmadı. Tabiî, sol ekip
önderinin suçsuz olması beni son derecede sevindirdi, ne var ki
gerçek suçlu hâlâ karanlıkta saklanmaya devam ediyor. Hem
kraliyet talimatı neden bu kadar gecikti?
— Şu anın tadını çıkarın, Kenhir. Sizin gibi ben de bizi tehdit
eden tehlikelerin bilincindeyim; ama bu akşam, yeniden kavuş-
tuğumuz huzuru kutlayalım.
Işık'ın çekiciliğine direnmek Kenhir'in gücünün ötesindeydi;
birkaç dakika daha homurdanmakla yetindi, sonra da yaşanılan
anın keyfine bıraktı kendini. Nefes nefese kalmış Burun Fened
mezar kâtibinin karşısına dikildi.
— Saraydan bir haber... Postacı biraz önce getirdi... Saray-
dan! Kenhir kraliyet mührünü söktü, papirüsteki metni okurken
gergindi.
— İyi haber mi? diye merak etti yontucu.
— Mükemmel!
Mezar kâtibi, bastonunu unutarak yazıhanesinden fırladı
mümkün olduğunca çabuk ustabaşının yanına gitmek istiyordu.
— Bütün zanaatkarları toplayalım, Merneptah'ın buyruğu
geldi!
Nefer zanaatkarları toplamadan önce metni okumak istedi.
Gerçekten de anlaşılmayacak bir yanı yoktu buyruğun: lahitlerin
mezara indirilmelerinin zamanı gelmişti.
Serketa kayığın arkasına uzanmış, küçük göllerinin üzerinde
kürek çeken General Mehi'yi hayranlıkla izliyordu.
— Buhran bitmişe benziyor, dedi general. Merneptah'ın sağ-
lığı düzeldi, taht kavgası diniyor, Seti orduların başına atandı,
Amenmes de Teb'deki yaldızlı sürgününe devam edecek. Göre-

384
vimin sürdüğünü vezirin kutlamasıyla birlikte öğrendim. Kısa-
cası, barış ve süreklilik...
— Bu kadar kötümser olma, tatlı sevgilim. Anlattıkların,
resmî açıklamadan başka bir şey değil. Kral yaşlanmaya devam
edecek, bir daha gençliğine dönemeyecek. Entrikalara gelince,
göreceksin zaman geçirmeden yeniden başlayacak... Genç Amen-
mes sabırsızlıktan yerinde duramıyor, babası Seti de Merneptah'ın
yakında ölmesini bekleyerek dişlerini sıkıp bekliyor.
— Beni umutlandırmayı ne kadar da iyi biliyorsun yumuşak
bıldırcınım!
— Senin yolun çok açık, Mehi, birkaç ufak tefek engel
yolundan alıkoyamayacaktır seni. Taşanlarımızdan asla vazgeç-
meyelim. Durumdan yararlanmak için, nifak tohumlan saçmayı
sürdürelim. Günden güne Amenmes'i babasına karşı kışkırtalım,
bunu yaparken ne onun ne de ötekinin güvenini yitirelim. Bana
öğrettiğin de bu değil miydi?
— Sen benim en iyi öğrencimsin.
— En iyisi... ve tek.
Serketa elbisesini çıkardı, memelerini okşayarak sırtüstü
uzandı.
General daha fazla dayanamadı, kürekleri bıraktı ve davetkâr
bakışlarıyla onu çağıran karısının üzerine atıldı.
Pembe granitten üç lahit: "hayatın efendileri". Firavun Mer-
neptah'ın mumyasının yeniden dirilişine destek olacak Osiris
gövdesinin içinde dinleneceği taştan kayıklar böyle görünüyordu.
Lahitler, metinler ve koruyucu tanrıların resimleriyle kap-
lıydı. Firavun mumyasına doğrudan temas edecek en küçüğünün
dibine bastonlar, silahlar, kumaş parçaları ve çeşitli tören eşyaları
oyulmuştu. Kapağın içinde de, elbisesi yıldızlarla süslü, firavunu
gezegenlerin arasında yeniden yaşatacak Gök Tanrıçası Nut
vardı.

385
Dört metre dokuz santimetre uzunluğundaki dış lahde
gelince, Merneptah'ı beyzî evrenin ortasında uzanmış, firavun
olduğunu göstermek için kollarını kavuşturmuş şekilde tasvir
ediyordu. Elinde de iyi çobanın asası ve yeraltında, güneşte ve
gökteki üç doğumu betimleyen üç deri parçasından yapılmış
kırbaç, hepsinin çevresinde de kutsal zamanın ve bir firavunun
Maat'ın yeryüzüne hâkim olmasına izin verdiği sürece yaşayacak
ahengin hayat dönemlerini temsil eden dev bir yılan vardı.
Paneb endişeliydi, durmadan kızakları ve halatları gözden
geçiriyordu.
— İşin uzmanına da mı güvenmiyorsun? diye sitem etti Kasa.
— İki çift göz, bir çiftten üstündür.
— Bana kalırsa üzerine vazife olmayan işlere karışıyorsun...
Ben işimi iyi yaptım, bir denetçiye de ihtiyacım yok.
— Sen yine de bir halat daha ekle. Ne olur ne olmaz. Kasa'nın
iri kahverengi gözlerinde fırtına okunuyordu, ama Paneb uzak-
laşma bilgeliğini gösterdi. Yontucu birinci lahdin iplerini gözden
geçirdi, homurdanarak da olsa genç devin önerisine uydu, bir
halat daha ekledi. Mezarın girişinde bilge kadın duruyor, taşa
oyulmuş hiyeroglifleri okuyarak, yazılara hayat veriyordu.
Kızak derinliklere doğru inişe geçmeye hazırdı. Kızağın
kendisi de yaradanın, Atum'un "olanın ve olmayanın" adını yaz-
masına yarayacak bir hiyeroglifti; aynı kızağın üzerine yeni bir
taş yerleştirildiğinde de, yepyeni bir hiyeroglif yaratılmış olu-
yordu, "mucize, harika." Aslında, yaradanın büyüsü yeni bir
mucize yaratıyordu bir kez daha. Bir ölünün cesedini alması için
yapılan lahit, hem yeniden canlandırma gücüne, hem de dirileni
öte dünyanın manzaralan arasında gezdirecek bir kayığa dönü-
şüyordu. Lahit 'Tanrı'nın geçitle— ri"ni adım adım aşarken, ebedî
istirahatgâhtaki bütün dua ve biçimleri kendinde canlandırıyordu.
Kasa'nın tek tek gözden geçirdiği kalın halatlar, taştan bir direğin

386
çevresine sarılmıştı; halatları yavaş yavaş gevşeterek, inişin son
derecede yavaş olmasını sağlayacaktı.
Bilge kadın yolculuğun mutlu olması için gerekli duaları
mırıldandı, ustabaşı da hareket emrini verdi.
Halat Kasa, Güçlü Naht, Somurtkan Karo ve Burun Fened
ellerindeki halatları usul usul gevşetti, lahit bayırda yavaşça
kaymaya başladı. Birden, hızlandı.
— Çok hızlı! diye bağırdı Nefer.
Oysa dört yontucudan hiçbiri yanlış bir hareket yapmamıştı,
yine de hızını giderek artıran korkunç ağırlığı yavaşlatmayı
başaramıyorlardı. Paneb mezarın içine atladı, kızağın altında
kalmaktan son anda kurtuldu. Kasa'nın son anda kızağın arkasına
bağladığı beşinci halata yapıştı, bütün gücüyle asıldı.
Genç devin kasları çatlarcasına gerildi, kızak durdu.
— Çabuk, takoz yerleştirin!
Çizimci ve heykeltıraşlar kızakların altına takozlar yerleş-
tirdi, Paneb elindeki halatı bıraktı.
— Felaketi önledin, dedi Nefer.
Mezarın ağzına doğru tırmanırken, eğilip parmağını yere
sürdü Paneb.
— Bir sabotaj, diye ustabaşının kulağına fısıldadı. Biri yere
renksiz yağ dökmüş.
Nefer yıkılmıştı. Demek zarar vermekten vazgeçmeyecekti
gölge yutucusu, bunun için Hakikat Meydanı'nın eserini yerle bir
etmeye bile razıydı.
n
Yetmiş dördüncü bölüm
— Yeni bir vezir atandı, dedi mezar kâtibi ustabaşına.
— Tanıdığınız biri mi?
— Hayır, kuzeyli biri, kuşkusuz yetkilerini Batı Yakası Baş-
yöneticisi Mehi'ye devredecektir. Her neyse, zaten bize düşmanlık
387
beslemiyora benziyor; bana Merneptah'ın mezarı ve tapınağı için
bir kutlama mektubu gönderdi. Üstelik güzel sözcüklerle de
yetinmiyor: hem başarımızı hem de atanmasını kutlamak için
yiyecek yüklü yüz elli eşek gönderiyor bize! Bütün bu yiyecekleri
çürütmeden saklayabilmek için epey iş var önümüzde... Ama eğer
gereğini yaparsak, köyün kolay kolay unutamayacağı bir şölen
düzenleyebiliriz!
— Ben de gölge yutucusunu kolay kolay unutamıyorum...
— Sen basardın Nefer; o ise beceremedi. Merneptah'ın
milyon yıllık tapınağı açıldı, kullanılıyor; ebedî istirahatgâhı bir
şaheser. Ustabaşı olarak ünün tümüyle pekişti, her iki ekip de
sana karşı sevgi ve saygı besliyor, herkes bilge kadının büyüsüyle
köyü koruduğunu biliyor... Öyleyse, artık o karanlık insanı hiç
olmazsa bir süre düşünmeyelim, mutluluğumuzu hatırlayıp neşe-
lenelim.
— Bundan sonraki görevimizi merak ediyorum.
— Zamanı gelince konuşuruz... Dinlenmeyi ve eğlenmeyi
bilmen gerek. Haber Teb bölgesine, oradan da hızla bütün ülkeye
yayıldı; Hakikat Meydanı üzerine düşen görevleri bir kez daha
kusursuz bir şekilde yerine getirmişti. Bir iktidarın geçerliliği için
olmazsa olmaz anıtlar bitirilmişti; Mısırlıların ancak çok çok az
bir bölümü bitirilen anıtları görme talihine erişse de, herkes bu
eserlerin tanrılar ile insanlar arasındaki, göğün ahengi ile
toplumun beraberliği arasındaki bağlan pekiştireceğini biliyordu.
Paneb dirilme odasının esrarının ortasında, yaldızlı taştan bir
yatak üzerine konmuş Merneptah'ın lahdini hep hatırlayacaktı.
Bütün meslektaşları gibi kralın sonsuzluğuna katılmış olduğunu
hissediyordu firavunların bambaşka bir hayat yaşadıkları vadiye
hem çok uzak, hem de çok yakın gündelik yaşama yeniden
dönmek, onun için gerçek bir darbe olmuştu.

388
Yine de şölene hazırlanmak gerekiyordu, bazı evlerin cep-
hesini onarmak, Pişkin Somun Pay'dan ve Kararlı Gau'dan
matematik dersleri alan, ama annesinin ilgilenmesini istediği
okumaya ve masallara hiç zaman ayırmayan oğluyla oynamak da.
Resim çizmekten hoşlanmadığı söylenemezdi, kendinden çok
daha büyük arkadaşlarıyla dövüşmekten de çekinmiyordu hiç.
Uabet kendi çapında mutlu olmayı sürdürüyor, hayattan
bundan fazlasını istemiyordu. Ne var ki Paneb'in yatağı bin par-
çaya böldüğünü gördüğünde korktu. Yumuşak dünyası, bilmediği
bir nedenden ötürü yok olmak üzere miydi yoksa?
— Yalvarırım, dur!
— Çok geç artık, Uabet. Ben kararımı verdim bile.
İşte genç kadının duymaktan korktuğu sözler bunlardı, ne
sevgisi ne de tek oğulları evden ayrılmaya karar vermiş Paneb'i
yolundan döndüremezdi.
— Gerçekten... gerçekten de gidiyor musun?
— Gitmek mi? Gitmekten söz eden kim?
— Peki öyleyse, neden...
— Böyle bir yatakta uyumaya nasıl devam edebilirsin,
Uabet? Belin için çok sağlıksız. O tahtaları ateş yakmakta kullan,
ben karıma layık bir yatak yapacağım.
Bir yandan ağlarken, bir yandan da gülümsüyordu.
— Neyin var Uabet? Hasta mısın yoksa?
— Tam tersine, kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim...
çok da duygulandım.
— Cömert Didya'nın bana verdiği şu alete bir bak.
Paneb tahtada delik açmak için kullanılan bir burgu gösterdi.
Zanaatkârın yapacağı harekete uygun eğimi olan bir yayla çalı-
şıyordu alet.

389
— Didya eğimin rastlantıyla ilgisi olmadığını söyledi. İyi bir
marangoz bu eğimi bir ağaç dalını uygun biçimde iterek elde
edermiş. Şimdi işe koyulma zamanı geldi.
Sonucu gördüğünde mutluluktan havaya sıçrayacaktı Uabet;
yeni yatağı varlıklı bir Tebliyi bile kıskançlıktan çatlatacak
güzellikteydi.
Uzun süre yeni şiltenin üzerine oturmaya cesaret edemedi,
sonra yatağın bir kenarına uzanmadan önce elbisesinin askılarını
indirdi.
— Benimle birlikte yatağı denemek istemez misin? dedi
usulca.
Cennetten çıkmış gibi bir gündü, ılık bir güneş, hafif bir
meltem... Işık tedavi edilecek bir hasta olmadığını görüp biraz
dinlenmeye karar verdi.
Işık, sabah ayininden sonra, köyde geçirdiği mutlu yıllan ve
yaşamak talihine eriştiği ışıltılı aşkı düşünerek evinin terasında
uykuya daldı. Gündelik hayat diğer yerlerden çok daha ağır
geçiyor olsa da olağanüstü dakikalarla süslü bu maceraya atıldığı
için bir an bile pişmanlık duymamıştı.
Ayak sesleri ve kahkahalar bilge kadını uykusundan uyan-
dırdı; erkeklerden, kadın ve çocuklardan oluşmuş karmakarışık
bir kalabalık evine yaklaşıyordu. Işık merdivenleri indi, kocasının
evde olmadığını görünce çok şaşırmadı. Meraklandı, kapıyı açtı-
ğında peşine köyün bütün halkını takmış Suskun Neferle burun
buruna geldi.
Ustabaşı bilge kadına dört ayaklı, sürgülü kapaklı bir
mücevher kutusu uzattığında, gülüşmeler kesildi. Altın levhalarla
kaplı küçük kutu gerçek bir sanat eseriydi.
— Sana bu armağanı sunması için, köye izin ver, dedi Nefer.
Her gün usanmadan hepimize bakan kadını onurlandırmak isti-
yoruz. Bu kutu, sevgi ve saygımızın simgesi olsun.

390
Gözleri dolan Işık öylesine duygulandı ki, tek bir kelime bile
edemedi.
— Bilge kadın çok yaşasın! diye bağırdı Paneb'in sıcak ve gür
sesi, ötekiler de tekrarladı bu dileği.
— Kabul etmiyorum, dedi Suskun Nefer.
— Israr etmek zorundayım, dedi Kenhir.
— Benim yerime siz gidin... Bilirsiniz, resmî törenlerden
nefret ederim.
— Batı yakasının başyöneticisi, Teb'in tüm yöneticilerinin
huzurunda seni kutlamak istiyor, bu yüzden seni temsil etmem
imkânsız.
— İşimin başımdan aşkın olduğunu söyleyin.
— Bunu yapmak zorundasın, Nefer. Eğer geleceğin bize neler
hazırladığını öğrenmek istiyorsak, buna katlanmak zorundayız.
İnan bana, öteki ödül törenlerine bezemeyecek bu; Mehi fırsattan
yararlanıp bize özel bilgi verecek, belki gelecekteki görevlerimiz
hakkında fikrimiz de olur.
— Ya o görkemli davetlerden biriyse?
— Seni çağırmazdı ki. Üstelik senin kişiliğinde Hakikat Mey-
danı'nı onurlandırılıyor. Toplumun iyiliği için kendini feda etmen
gerekmez mi?
— Ürkütücü bir ikna gücünüz var Kenhir.
— Ben sadece köyünü seven onu korumaktan başka bir şey
düşünmeyen yaşlı bir kâtibim. Sen istesen de istemesen de çok
önemli biri oldun, bu resmî ünün bize ek bir koruma getirecek.
Bilge kadın mezar kâtibinin sözlerini tekrarlamış, ustabaşı-
nın Mehi tarafından Merneptah'ın milyon yıllık tapınağının avlu-
sunda düzenlediği törene katılmamak için hiçbir bahanesi kal-
mamıştı. Şık giyinmek zorunda kalmıştı Nefer, tıpkı bol kollu
tören elbisesiyle etkileyici görünen Kenhir gibi.

391
İzleyicilerin arasında varlıklı Teb kentinin ünlüleri vardı.
General Mehi, kendinden emin şekilde önce mezar kâtibinin
meslek hayatındaki önemli aşamaları hatırlatmış, kusursuz yöne-
timini kutladıktan sonra da, bu görevde olabildiğince uzun kal-
masını dilemişti.
Sonra herkesin ilgi odağı olmaktan rahatsız Suskun Nefer'i
çağırdı.
— Hakikat Meydanı ustabaşısı, yerine getirilmesi çok güç bir
görev üstlenmişti, diye başladı Mehi söze. Herkes onun köyden
çıkmayı hiç sevmediğini bilir, ama Suskun Nefer'in ünü köyün
duvarlarını çoktan aştı. İşte bu nedenle, Teb'in benim ağzımdan,
majestelerinin ebedî istirahatgâhını ve şu anda içinde bulundu-
ğumuz tapınağı yaparak kenti daha da güzelleştiren insana şük-
ranlarını sunmasının doğru olacağına karar verdim. Suskun Nefer
hem bir yönetici hem de dâhi bir mimardır. Firavunun da ona-
yıyla ona bu altın gerdanlığı veriyor ve sizin adınıza ona sarılı-
yorum.
Ustabaşı donmuş gibiydi, yüzünde en küçük bir tebessüm
bile görülmedi. Gece ilerlemiş, Mehi'nin görkemli villasında
düzenlediği ziyafetin konukları teker teker evlerine dönmeye
başlamıştı. General mezar kâtibi ile ustabaşını kandillerin sıcak
bir aydınlık yaydığı çalışma odasına götürdü.
— Sonunda baş başa kaldık, dostlarım! Böylesi davetlere
karşı beslediğiniz olumsuz duyguları paylaşıyorum, ama ne yazık
ki böylesi toplantılar bazen vazgeçilmez oluyor.
— Vezir neden gelmedi? diye sordu Kenhir.
— Resmî işleri nedeniyle Per Ramessu'dan aynlamadı, yine
de bana sizinle ilgili talimatlarını iletti. Bu talimatları size sözle
aktaracağım ve söylediklerim hiçbir şekilde papirüse dökülme-
yecek. Bu güven beni çok onurlandırdı, itiraf etmeliyim ki yeni

392
çalışma programınızın sırrını az da olsa paylaşmakla çok gurur
duydum.
— Sizi dinliyoruz, Mehi.
— Firavun Merneptah sizden, geçmişte olduğu gibi köy halkı
için mezarlar hazırlamanızı, köye bakmanızı; olabildiğince kısa
zaman içinde de Kraliçeler ve Krallar vadilerine gidip bu listeye
göre ebedî istirahatgâhlar kazmanızı istiyor.
Mehi mezar kâtibine rula haline getirilmiş ve birkaç kraliyet
mührüyle mühürlenmiş bir papirüs uzattı. Üzerinde vezirin
mührü de vardı ve tarih atılmıştı.
Kenhir papirüsü sol kolunun yeninden içeriye itti.
— Hepsi bu mu?
— Benim görevim bitti, sizinkinin de kusursuz bir şekilde
yerine getirileceğinden eminim.
Kenhir ve Nefer çekildi.
General Mehi çok derin ve çok dürüst bakışından rahatsız
olduğu şu ustabaşına dayanamıyordu. Adamın zayıf yanlarından
yararlanmak kolay olmayacaktı.
O
Yetmiş beşinci bölüm
Merneptah iktidarının onuncu yılı başlarken, Hakikat Mey-
danı bir yasın az da olsa kararttığı mutlu bir yaşam sürüyordu:
Kapkara Işık'ın kollarında usulca ölmüştü. En azından kocası
kadar kederlenen Işık, köpeği mumyalamış ve akasya ağacından
bir tabut yaptırmıştı. Aşklarının sadık tanığı onları öteki kıyıda
bekleyecek ve öte dünyanın güzel yollarında rehberlik edecekti.
Işık şanslıydı, köyde yeni doğan üç yavrunun arasında Kap-
kara'nın tıpatıp benzeri bir enik vardı, bilge kadın tereddüt
etmeden kabul etti yavruyu.
Sol ekip Kraliçeler Vadisi'nde, sağ ekip da Krallar Vadisi'nde
çalışıyordu; Paneb de herkesin hayranlığını kazanan parlak renkli
393
bir armağan masasının resimlerini tamamlamak üzereydi. Üzüm
salkımları, sığır pirzolaları, kaz dolmaları, marullar, soğan demet-
leri, somunlar gözleri hayran bırakacak bir ahenkle bir araya
getirilmişti.
— Fırçan benimkinden daha canlı, dedi Kurtarıcı Şed. Mes-
leğin sırlarına hâkim olması için aylar boyu göz açtırmadığı
öğrencisinin gösterdiği inanılmaz gelişme mutlu ediyordu baş-
ressamı.
— Bu bir suçlama mı?
— Bu armağan masası gibi durumlarda bir iltifat; ölünün
ruhuna ayrılmış ve resim sayesinde sonsuza dek yenilenecek bu
yiyeceklerin, neşe ve verimlilikle parlamaları çok güzel bir şey.
Ama hâlâ hayatın güçlüklerinin öğreteceği ciddiyetin eksikliğini
duyuyorsun; tabiî eğer kendini beğenmişlik seni daha önce yok
etmezse.
Şed Paneb'in öfkeli bakışını görmezden gelerek yeniden işine
döndü.
— Neresindesin? diye sordu General Mehi Dakter'e. Bilgin
sakalının kızıl kıllarına dokundu, gözleri mutlulukla parlıyordu.
— Başardım, dedi sonunda, kendinden emin bir sesle. Bana
güvenmekte haklıydınız. Elimizde şimdiye kadar kullanılanlardan
iki kat daha fazla saplanma gücüne sahip çok sayıda ok var.
— Senden daha iyisini bekliyordum.
— Ama ilerlemeyi hiç kesmedim ki! Size başardım dediysem,
kendimi övmek için yapmadım bunu... Mızrakların ağırlığını
düşürdüm ve çarpma anındaki etkilerini artırdım. Daha uzak
hedeflere daha büyük şaşmazlıkla varacaklar artık. Asıl şahe-
serim, çift ağızlı kısa kılıçlar! Yabancı demircilerin yöntemlerini
alıp iyileştirdim. Böylesi bir silaha sahip olan bir asker düşman-
larından çok daha az yorulacak, düşmanlarım hafif yaralasa bile,

394
onları safdışı bırakacak. Bu silahın gücünü tahmin bile edemez-
siniz.
— Silahı bizzat deneyecek, sonra da seçkin bir birlik
oluşturup adamları eğiteceğim.
— Prens Amenmes'e haber verecek misiniz?
— Zaten yeterince biliyor. Öğüdümü dinledi, Teb'in yüksek
sosyetesine katılıp kendini sevdirdi. Ama şimdi her zamankinden
daha dikkatli davranmak gerekiyor.
— Anlaşılan başkentten gelen haberler giderek seyrekleşiyor.
— Benim aldığım bilgilere göre Filistin'de batış hâkim, Seti
de herhangi bir ayaklanma hevesini kırmak için kalabalık bir bir-
likle bölgeyi gezip duruyor. En iyi haberse, firavunun yakında
yetmiş beşinci yaşını kutlayacağı!
— Babası Ramses, çok daha uzun yaşamıştı!
— Doğru, ama Merneptah artık ortalıkta görünmüyor; katıl-
masının önemli olduğu resmî törenlere bile gelmiyor. Kısacası
sağlığı bozuluyor.
Dakter generalin umutlarına bir diken batırma zevkine daha
fazla direnemedi.
— Hakikat Meydanı'nın ününü pekiştirmenizden beri, o köy
saldırılamaz bir yer oldu.
— Loncanın inanmasını istediğim de bu zaten. Bu sözde
sakin dönemin ardından, şiddetli bir fırtınanın geleceğini bilme-
meliler. Amenmes Seti'ye karşı ayaklanacak, baba oğul birbirle-
rine girecek.
Dakter iğrenmişçesine buruşturdu yüzünü.
— Çatışmalar beni ilgilendirmiyor... Benim tek istediğim, bu
laboratuvarın başında kalmak.
— Sen kendini kandırmaya çalışıyorsun, oysa hedeflerin
benimkiler kadar büyük ve bu hiçbir değişmedi! Sen ne
düşünürsen düşün, sabır göstermek ve yerimi pekiştirmekte hak-

395
lıydım. Hiçbir firavun Teb'den vazgeçemez; Merneptah ortadan
kalktığında, beraberinde Ramses'in büyüklüğünün paçavralarını
da götürecek. İşte o zaman harekete geçeceğiz, İşte o zaman
Hakikat Meydanı'nın sırlan elimden kurtulamayacak.
Işık, Kasa'nın artık çocuk doğurmak istemeyen karısı için
dövülmüş akasya dikenlerinden bir gebelik önleyici hazırlıyordu.
Birden başı döndü. Önce geçici bir rahatsızlık sandı bunu, ne var
ki acılı bir yorgunluk, genellikle hastalarım yatırdığı yatağa
uzanmaya zorladı onu.
Karısının eve dönmediğini görüp endişelenen Nefer, onu
muayenehanede, yatağın üzerinde uyurken buldu. Saçlarını okşa-
yarak, usulca uyandırdı karışım.
— Bitkinim, dedi bilge kadın.
— Dışarıdan bir hekim çağırmamı ister misin?
— Hayır, gereği yok... Bu son haftalarda çok enerji yitirdim,
bilge kadın kendimi nasıl iyileştireceğimi göstermişti bana. Zir-
veye çıkmam gerekecek.
— İyi bir uyku daha iyi olmaz mı?
— Bana yardım eder misin?
Nefer ilk görüşte aklını çelen bu güler yüzlü iradeye karşı
gelinemeyeceğini uzun süre önce öğrenmişti.
— Eğer tırmanamazsan, seni eve götürmemi kabul edecek
misin?
— Senin sayende, başaracağım.
Yıldızlı kubbenin altında, birbirlerine sarılarak adım adım
tırmandılar. Işık, sanki batı yakasına hâkim piramitten yayılan
gizemli enerjiyi içiyormuşçasına, gözlerini zirveden ayırmıyordu.
Ne ustabaşı ne de bilge kadın karşı gelinmez çağrısını duydukları
kutsal dağa hükmetmek için gereken çabayı düşünüyordu.
Tepeye vardıklarında, ölümsüz yıldızların çevresinde bir gök
sarayı oluşturdukları Kutupyıldızı'na diktiler gözlerini.

396
— Bana bir iyilik yap, dedi Nefer. Sakın dünyadan benden
önce ayrılma. Sen olmadan en basit işleri bile yapmaktan âcizim.
— Bu kaderin işi. Benim bildiğimse hiçbir şeyin, özellikle de
ölümün bizi ayıramayacağı. Bizi sonsuza dek birleştiren aşk ve
yaşadığımız bu macera ölümü yenecek.
Şafak söktüğünde, gök tanrıçasının yeniden dirilen yüzünü
yıkadığı çiyi biriktirdi Işık, o çiyle dudaklarını ıslattı. Köylüleri
iyileştirmek için gerekli enerjiyi böyle toplayacaktı.
Kenhir, yardımcı yöneticileriyle uzun uzun konuşup tartış-
tıktan sonra, olayın iki ekibin şefleri ile bilge kadına haber veril-
mesini gerektirecek kadar önemli olduğuna karar verdi.
— Domuz etinin fiyatı önemli ölçüde arttı, bu da ekonominin
düzeninin bozulması için yeterli bir sebep. Öteki tüketim malla-
rının fiyatları da artmakta gecikmeyecektir, bu da vezirin bize
ayırdığı tayınların azalması demektir.
— Zaman geçirmeden vezirle görüşmemiz gerekmez mi?
dedi Hay.
— Vezir başkentte, onu durumdan haberdar etmek için bir
mektup göndereceğim. Şimdilik bir tepki olarak, dışarısı için
yaptığınız heykelcikten lahitlere kadar bütün her şeyin ücretini
artırmanızı öneriyorum.
— Bu enflasyona neden olmaz mı?
— Böyle bir tehlike var tabiî, ama oldubittiye getirilmeyi
kabul edemeyiz. Bu durumun beni endişelendirdiğini de sakla-
yamam, ama yine de bunun geçici bir düzensizlik olduğunu
umalım. Yoksa bunun ardından Hakikat Meydanı'nın zararsız
atlatamayacağı ciddi bir ekonomik kriz doğar.
— Ambarlarımız dolu mu? diye sordu Işık.
— Her zaman korkak davrandım, kötü günü düşünerek
yiyecek istiflemeyi sürdürdüm hep, dedi Kenhir. Devletin bize

397
verdiği güvenceye inanarak istifçiliği düşünmemem gerekirdi.
Bugün yaptıklarımdan hiç pişmanlık duymuyorum.
— Batı yakası başyöneticiliği önlem almak zorunda değil mi?
diye sordu Nefer.
— Mehi'nin hareketsiz kalmayacağından eminim, yine de
domuz eti satıcılarının neden böyle davrandıklarını öğrenmek
gerekir.
— Korkudan, dedi bilge kadın.
— Neden korkuyorlar?
— Birkaç günden beri korku rüzgârı vadiyi kapladı ve insan-
ların aklını karıştırıyor.
— Bizimle ilgili mi? diye endişeyle sordu sol ekip önderi.
— Hiç kimse kaçamayacak, dedi Işık.
Kum fırtınası bütün gece sürmüş, köylüleri evlerinin kapı ve
pencerelerini sıkı sıkı kapamak zorunda bırakmıştı. Toprak renkli
ağır havayı delmeyi güneş bile başaramadı ve sabah törenleri
gecikti. Beş adımdan ötesi görünmüyordu, su taşıma işi güçlükle
gerçekleştirildi.
Göz hastalıkları birden arttı ve bilge kadın karışımları hasta-
lıkların şiddetiyle orantılı şişeler dolusu damla hazırlamak zorun-
da kaldı.
— Kenhir'den fırtına süresince çalışma saatlerinin kısaltıl-
masını isteyeceğim, dedi Nefer karısına. Daha sonra da köyün
mezarlarına sığınırız.
Küçük Kapkara, hareket etmenin çok büyük bir hata oldu-
ğunu anlatmak istercesine yerleşmişti ustabaşının dizlerine;
hayvan örnek gösterilecek kadar usluydu eşyaların ayaklarını
kemirmiyor, Işık'ın hazırladığı et, peynir, sebze ve ekmek lapasını
büyük bir iştahla mideye indiriyordu. Selefi gibi kahverengi göz-
leri, cevval bir zekâsı vardı.
— Çok endişelisin, değil mi?

398
— Rüzgârın şiddeti görülmemiş bir şey. Bu hortumlardan
yıkım taşıyan bir çılgınlık doğuyor.
Kapı baston darbeleriyle sarsıldı.
— Çabuk açın, diye bağırdı, kafasına bir kukuleta geçirmiş
Kenhir.
— Ne var, ne oldu? diye sordu Nefer.
— Postacı Uputi bu lanetli fırtınayı yenip üzücü haberi iletti
bize. Firavun Merneptah birkaç gün önce ölmüş.
A
Yetmiş altıncı bölüm
Ustabaşı, önünde toplanmış köy halkına saraydan Hakikat
Meydanı'na gönderilen resmî belgedeki geleneksel cümleleri
okudu:
— Firavun'un ruhu, güneş dairesiyle birleşmek, efendisine
karışmak ve yaradana kavuşmak için göğe yükseldi. Bundan
böyle Merneptah ışıklar ülkesinde sadece ses olarak yaşayacak.
Tüm ülke yaşayanların tahtına çıkacak yeni Horus'u beklerken
güneş yeniden parlasın.
Hepsinin yüzü ciddiydi, hiçbiri akıllarından çıkmak bilme-
yen o yakıcı soruyu sormaya cesaret edemiyordu. Paneb dışında,
hiçbiri.
— Bizim kaderimize düşen ne?
— Hakikat Meydanı sadece firavuna bağlı, dedi Kenhir.
— Merneptah'ın yerine kim geçecek?
— Muhtemelen oğlu Seti.
Böylesine ürkütücü bir ada sahip yeni kral, Seth'in gücüne
hakim olabilecek mi?
— Eğer tahta o geçerse, diye atıldı Somurtkan Karo. Korkunç
bir dönem olacak, en kötüsüne hazırlanmamız gerek.
— Neden bu kadar kötümsersin? diye sordu Kararlı Gau.

399
— Çünkü kimse Büyük Ramses'in babasının, Seti'nin adını
alamaz! Ondan önce hiçbir kral bu adı taşımaya cesaret edeme-
mişti. Kimsenin onu taklit etmeye yeltenmemesi gerekirdi.
— Prens Amenmes'in de gözünün yüksekte olduğuna dair
söylentiler yok mu? diye araya girdi Güçlü Naht.
— Kendinizi harap etmeyi bırakın, dedi Pişkin Somun Pay.
Ne olursa olsun, bir firavun tahta oturacak, bizden milyon yıllık
tapınağını yapmamızı, Krallar Vadisi'nde ebedî istirahatgâhını
kazmamızı isteyecek.
— Bir iç savaş çıkmadığı sürece, dedi Paneb. Sözleri karı-
şıklık yarattı. İç savaş... İşte şimdi yeniden umutlanmaya başla-
mıştı hain! Merneptah'ın yüzünden düşleri yıkılmıştı, oysa köy
dışında biriktirdiği servetten olabildiğince çabuk yararlanmak
istiyordu; silik olacağı söylenen o kral Mısır'ı işgalden kurtarmış,
Hakikat Meydanı'nı da sonuna dek desteklemişti. II. Seti aynı
yolu izleyecek miydi, yoksa ona ağır gelecek görevlerinin altında
sendeleyecek miydi? Özellikle de öz oğlu Amenmes'in ona baş-
kaldırdığı sırada? Şiddetli çatışmalar çıkarsa Hakikat Meydanı'nın
gücü azalacak, görkemini kaybedecekti mutlaka. Güvenlik gücü
azalacak bu da hainin çalışmasını kolaylaştıracaktı. Işık Taşı'nı
ancak köyü düzenle ve inceden inceye arayarak bulabilecek,
kendini ele vermemek için çok sıkı önlemler almak zorunda
kalacaktı.
— Yeni bir emre kadar, Şef Sobek ile polislerinin koruması
altındayız, o nedenle de endişe edilecek bir şey yok, dedi ustabaşı.
Mezar kâtibiyle birlikte General Mehi'yi ziyaret edip daha fazla
bilgi almaya çalışacağız, biz dönmeden köyden ayrılmayın.
— Ya dönmezseniz? diye sordu Paneb. Burun Fened'in tepkisi
sert oldu.
— Böyle bir şeyi nasıl düşünürsün?

400
— Eğer rakip gruplar çatışmaya başlarsa Hakikat Meydanı'-
nın çevresinin güvenliğinden bile şüphe etmeliyiz.
— Eğer dönmezsek köyü bilge kadın yönetecek, dedi usta-
başı.
Rüzgâr azalmaya, görüş mesafesi artmaya yüz tutmuştu,
Teb'in batı yakası da sakin görünüyordu. Köylüler yavaş yavaş
tarlalarına gitmeye başlıyor, hayvanları da ahırlarından çıkarı-
yorlardı. Ev kadınları, bütün önlemlere rağmen en ücra köşelere
kadar sinmiş kumlan temizlemek için her yeri süpürmeye girişti.
Merkezî yönetim yapılarının çevrelediği geniş avlu, birçok asker
tarafından temizlenmekteydi.
Subaylardan biri, iki konuğun yolunu kesti.
— Nereye gidiyorsunuz?
— Mehi'yi görmeye, diye cevap verdi Kenhir.
— Ne hakla?
— Mezar kâtibi hakkıyla.
— Bağışlayın beni... General burada değil.
— Nerede?
— Bağışlayın... ama nereye gittiğini sivillere söyleyemem.
— Hakikat Meydanı'yla ilgili bir talimat aldınız mı?
— Hayır.
— General ne zaman döner?
— Bilmiyorum.
Kenhir ve Nefer kuşkuyla köye döndü. Prens Amenmes
öfkeden sarhoş gibiydi.
— Eğer yanlış anlamıyorsam General Mehi, beni Teb'in mer-
kez kışlasındaki bu dairede tutsak ediyorsunuz!
— Elbette hayır, Prens. Tasalandığım tek şey sizin güvenli-
ğiniz.
— Yine de istediğim yere gitmekte özgür değilim!

401
— Böylesi karışık bir dönemde kendinizi Teb ordusunun
korumasına bırakmak çok daha iyi olmaz mı?
— O ordunun başında başkente saldırmak istiyorum.
— Rica ederim, biraz düşünün, Prens. Kuzey ile güney ara-
sında bir savaş binlerce kişinin hayatına mal olur ve Mısır'ı öyle-
sine güçsüzleşir ki ülkemiz düşmanlar için kolay lokma haline
düşer.
— Babam firavun ilan edildiği anda bir kukladan farksız
olurum!
— Per Ramessu'dan tek bir haber bile almadık, belki de Seti
sizi hemen başkente çağırır.
— Beni öldürmek için, mutlaka!
— Neden babanıza böyle karanlık amaçlar yakıştırıyorsunuz?
— Çünkü söz konusu olan iktidar, General Mehi! Düşler
gerçekleşecek, bazıları da sonsuza dek yok olacak. Oysa ben
benimkilerin yok olmasına razı değilim... İsteseniz de istemeseniz
de Seti ile aramızdaki çatışma kaçınılmaz. Ya babam iktidardan
vazgeçer ya da ben onun krallığını reddedip burada, Teb'de taç
giyerim. Herkes safını seçmek zorunda.
— İradeniz karşısında eğiliyorum, Prens, ama Seti'nin karar-
ları resmen bildirilene dek bu kışlada kalmanız için yalvarıyorum
size.
— Anlaştık General. Siz yine de birlikleri hazır tutun.
Mehi çekildi. Olayların bu yönde gelişmesinden çok mem-
nundu. Genç prensin babasına çabuk baş eğeceğinden korkmuştu;
oysa tersi gerçekleşmiş, Merneptah'ın ölümü Amenmes'in hırsını
öylesine artırmıştı ki, Mehi'nin müdahale edip prensi frenlemesi
gerekmişti. Her ikisini de en iyi müttefikleri olduğuna inan-
dırarak iki adamı birbirlerine karşı kışkırtmak için sadece beceri
ve akıl gerekliydi. Aynı akşam Per Ramessu'ya son derecede ciddi
bir mektup göndererek, Seti'ye oğlunun davranışının giderek

402
tehlikeli olmaya başladığını bildirecekti. Generalin devletin sadık
bir hizmetkârı olarak, ülkenin barışından ve refahından başka
kaygısı yoktu.
Kavganın sonucu ne olursa olsun, elindeki silahlar sayesinde
bu kapışmadan kazançlı çıkacaktı. Ve yağmalayacağı mağlupların
en ön sırasında da Hakikat Meydanı olacaktı.
— Ne demek kurutulmuş balık yok? diye bağırdı Güçlü Naht.
Emin misin?
— Eğer inanmıyorsan git kendi gözlerinle bir bak dedi karısı!
Yontucu kararlı adımlarla köyün ana girişine yöneldi, birçok
ev kadınının orada toplanmış olduğunu gördü.
— Balıkçılar balık getirmedi mi? diye sordu Naht.
— Ne balıkçılar ne de kasaplar, dedi Fened'in eski karısı.
Naht doğruca mezar kâtibine gitti. Ustabaşının, Paneb'in ve diğer
zanaatkarların toplandığını ve suçlamaların şiddetinin giderek
arttığını gördü.
— Yeter! diye homurdandı Kenhir. Yakınmalarınız bir yere
götürmüyor bizi.
— Bize doğruyu söyleyin, diye ısrar etti Paneb.
— Yiyecek sevkıyatımız kesildi, dedi Mezar kâtibi ölümcül
bir sesle. Yine de haftalarca yetecek erzak var elimizde.
— Etkili bir girişimde bulunun! diye bağırdı Halat Kasa.
Veziri ya da firavuna uyarmak gerek!
— Hangi firavunu? diye alay etti Âlim Tuti. Bizi terk ettiler,
işte size gerçek! Askerler birazdan gelip bizi buradan atacak, köyü
işgal edecek!
— Kimsenin buraya girmeye hakkı yok, diye hatırlattı Paneb.
— Yoksa direnebileceğimizi mi düşünüyorsun?
— Neden bu kadar kötümsersiniz? diye araya girdi Cömert
Didya. Yönetimin düzeni bozuldu, bu açık. İyi de yeni firavunun
bize düşman olması için bir neden var mı?

403
— Boş konuşuyoruz, diye kestirip atü ustabaşı. Köyde çoktan
yapılmış olması gerekip de gecikmiş çok iş var.
Nefer sunaklardaki, mezarlardaki ve evlerdeki işleri dağıttı.
Kaldıkları yeri güzelleştirmek zanaatkarların güvenliklerini, endi-
şelerini unutturdu. Tehlike uzaklaşıyormuş gibi barış dolu gün-
lerin türküleri söylenir oldu.
Ustabaşı Işık Taşı'nın saklandığı yere bakıyordu. Bu taş,
kuşaklar boyu elden ele iletilerek eserin tamamlanmasına yardım
etmişti; acaba mucize sona mı eriyordu?..
Işık yanına geldi, tıpkı onun gibi, Işık da paha biçilemez bu
hazineye bakmaya koyuldu.
— Bilge kadınla konuşmaya ihtiyacım var, dedi Nefer.
— Görevinden ayrılmak istiyorsun, öyle değil mi?
— Ne korkaklıktan ne de fırtınayı göğüslemenin güçlüğün-
den, sadece görevimi tamamladığımı düşündüğüm için. Sol ekip
önderi yerimi almak için gerekli tüm niteliklere sahip.
— Biri dışında hepsine; iyi bir yönetici değil ve bu yüzden
hiçbir zaman iyi bir ustabaşı olamaz. Önümüzde karanlık
dönemler var, köyü korumak, kurtarılması gerekeni kurtarmak
için iyi zanaatkar olmak yetmez. Ne tanrılar ne de lonca, seçimi
sana bırakmaz Nefer. Söylediklerini unut ve seçildiğin görevi
yerine getirmeye devam et.
Işık gözlerini zirveye kaldırdı.
— Zirvenin gücü her gün artan çağrısını duymuyor musun?
Göğü dolduran onun sesi, cömertliğinin sınırı yok. Sözlerini dinle
Suskun ve işe koyul.
Ustabaşı karısına tutkuyla sarıldı. Belki de aşk karanlıkları
yenmesini ve Işık Taşı'nı korumasını sağlayabilirdi.

404

CHRİSTİAN JACQ - BİLGE KADIN
CHRİSTİAN JACQ IŞIK TAŞI II BİLGE KADIN

Hakikat Meydanı'nın zanaatkarları Büyük Ramses'in ölü-
münden beri büyük bir tedirginlik içindedir. Köy, "bilge kadın"
olarak anılan Işık'ın tüm çabalarına rağmen tehlike altındadır.
Suskun Nefer, yolsuzluk ve zorbalıkla suçlanmaktadır. Ayrıca İki
Ülke'nin başkenti Per Ramessu'da dönen dolaplar iktidarı zayıf-
latmakta, saray tarafından yapılan yiyecek ikmalinin kesintiye
uğraması, zanaatkarların aletlerine düzenlenen sabotajlar, maden
rezervlerinin gitgide azalması ve sınırlarda toplanan düşman
orduların güç birliğine gitmesi köyü adım adım uçurumun eşiğine
sürüklemektedir.
Christian Jacq bu sürükleyici romanda, günümüzden bin-
lerce yıl önce Mısır'da gerçekleşen komplolar, hırsızlıklar, cina-
yetler ve suiistimallerle baş etmek zorunda kalan kahramanların
macerasını anlatıyor.
Daha önce yayınevimiz tarafından yayımlanan Mısır Yargıcı
üçlemesinin de yazarı olan Christian Jacq, bu kez yeni bir diziyle
okurlarının karşısında. Işık Taşı dizisinin ilk kitabı Suskun Nefer'-
den sonra yayımlanan Bilge Kadın'ı, Cesur Paneb ve Hakikat
Meydanı izleyecek.

405

Christian Jacq — Işık Taşı Cilt2 — Bilge Kadın
(La Pierre de Lumiere — La Femme Sage)

406

You might also like