Professional Documents
Culture Documents
Michel Foucault - Seçme Yazılar 6 - Sonsuza Giden Dil
Michel Foucault - Seçme Yazılar 6 - Sonsuza Giden Dil
Michel Foucault - Seçme Yazılar 6 - Sonsuza Giden Dil
S o n s u z a G id e n D il
M ic h e l F o u ca u lt
K itab ın Ö z g ü n A d ı
D its e t e c rits (1 9 5 4 -1 9 8 8 )
F r a n s ız c a ’d an Ç e v ire n
İşık E rg ü d e n
Y a y ım a H a z ırla y a n la r
Ferda K e s k in & Ö m e r A lb a y ra k
© E d itio n s G a llim a rd
B u k ita b ın T ü rk ç e y a y ım h ak ları
A y rın tı Y a y ın la n ’n a aittir.
K ap ak
Ç a ğ la T u rg u l
D ü z e lti
A s a fT a n e r i
Ç e v iriy e d e s te k p ro g ra m ı ç e rç e v e s in d e y a y ım la n a n b u y a p ıt,
Fransa D ış iş le r i B a k a n lığ ı’n ın , T ü r k iy e ’d e k i F ra n sa B ü y ü k e lç iliğ i'n in ve
İs ta n b u l F ransız K ü ltü r M e r k e z i' n in d e s te ğ iy le g e rçe k leştirilm iştir.
B ask ı
K a y h a n M a tb a a c ılık S a n . ve Tic. L td . Şti.
M e r k e z E fe n d i M ah. F a zılp a şa C a d . N o : 8 /2 T o p k a p ı!İsta n b u l
Tel.: (0 2 1 2 ) 6 1 2 31 8 5 - 5 7 6 0 0 66
S e r tifı N o .: 1 2156
B irin ci B a sım 2 0 0 6
İk in ci B a sım 2 0 1 4
B askı A d e d i 2 0 0 0
IS B N 9 7 5 -5 3 9 -4 8 9 -3
A Y R IN T I Y A Y IN L A R I
B a sım D a ğ ıtım T ic. S an . ve L td . Şti.
H o b y a r M ah. C e m a l N a d ir S o k . N o.: 3 C a ğ a lo ğ lu - İsta n b u l
T el.: ( 0 2 1 2 ) 5 1 2 15 0 0 F ak s: ( 0 2 1 2 ) 5 1 2 15 11
w w w .a y rin tiy a y in la ri.c o m .tr & in fo @ a y rin liy a y in la ri.c o m .tr
Michel Foucault
Sonsuza Giden Dil
M
anam
Seçme Yazıları nihayet yayımlıyoruz... Çok soru
aldığımız, yayımlanması uzun süren bir proje oldu
bu. Uzun sürme nedenlerinden kısaca söz etmek
istiyorum...
Bir Foucault seçkisi hazırlamaya 1994 yılında
karar verdik: "Özne ve İktidar" başlıklı, yazarın
“siyaset ve etik yazıları" m kapsayan bir çalışma
olacaktı bu. Dünyada ilk kez bu kapsamda bir
Foucault seçkisi yayımlanacaktı. 450 sayfalık çevi
rinin bittiği günlerde Tuncay’la Frankfurt Kitap
Fuarı’na gittik. Gallimard standını görünce şaşkına
döndük; karşımızda yeni yayımlanmış yaklaşık
3500 sayfalık dört büyük cilt vardı: Dits et ecrits.
Foucault’nun asistanlan, onun dünyada yayım
lanmış bütün makale ve söyleşilerini büyük bir
özenle toparlayarak yayıma hazırlamışlardı. Olayın
şokunu atlattıktan sonra projemizi büyütmeyi,
tasarladığımız tek ciltlik seçkiden vazgeçip Dits et
ecrits’yi olabildiğince içeren altı ciltlik tematik bir
seçki yayımlamaya karar verdik. Önce Gallimard’ı
ikna etmemiz, ardından yaptığımız seçkinin nite
liğini onaylamak durumunda olan Daniel Defert
ve François Ewald’ı beklememiz gerekti (Karar
vermeleri yıllar sürdü). Foucault’nun asistanlan
yapılan seçkiyi çok beğendiler; bir makalenin
değiştirilmesini istediler yalnızca...
Sonra çalışmaya başlayabildik...
Seçme Yazılar'ı Işık Ergüden ve Tuncay Birkan
derledi. İlk seçkimiz olan Özne ve İktidar
İngilizceye çevrilmiş kitaplardan oluşturulmuş,
çevirilerini Osman Akınhay yapmıştı.
Fransızcadan yapılmış bütün diğer çeviriler Işık
Ergüden’e ait. Hülya Tufan ilk üç cildin
Fransızcadan yapılmış çevirilerini okudu. Ferda
Keskin hem Fransızca hem de İngilizceden
yapılmış çevirileri kontrol etti; terimler arasında
tutarlılık sağladı. Her cildin başına Foucault’nun
zengin düşünce dünyasını anlamamıza yardımcı
olan işaretlerle bezenmiş bir sunuş yazdı.
Hepsine teşekkür borçluyuz...
Ömer Faruk
İ ç in d e k i l e r
Michel Foucault.................................................................................7
Sonsuza Giden Dil: Bitirirken...
Ferda Keskin.....................................................................................11
BABANIN “HAYIR”1.................................................................... 17
PEK ZALİM BİR BİLGİ................................................................35
İHLALE ÖNSÖZ.............................................................................51
SONSUZA GİDEN DİL.................................................................72
MESAFE, VEÇHE, KÖKEN........................................................ 86
(BAŞLIKSIZ) FLAUBERT’E SONSÖZ....................................102
ACTEON’UN ÜSLUBU.............................................................. 138
U Z A M IN D İ L İ ......................................................................................................... 153
R A Y M O N D R O U S S E L ’İN E S E R L E R İ N İÇ İN Y E N İD E N
Y A Y IM L A N IY O R ? M O D E R N E D E B İY A T IM IZ IN H A B E R C İS İ... 160
J.-P. R IC H A R D ’IN M A L L A R M E 'S İ............................................................... 165
Y A Z M A Z O R U N L U L U Ğ U .................................................................................177
A R K A -F A B L ............................................................................................................ 179
D IŞ A R I D Ü Ş Ü N C E S İ........................................................................................... 189
O İK İ S Ö ZC Ü K A R A S IN D A Y Ü Z E N B İR İY D İ........................................215
SÖ Z C Ü K L E R V E İM G E L E R ............................................................................ 220
Y A Z A R N E D İR ? .................................................................................................... 224
D E L İL İK , E D E B İY A T , T O P L U M ....................................................................260
A N T İ-R E T R O ...........................................................................................................287
F O T O JE N İK R E S İM ............................................................................................. 304
M A R G U E R IT E D U R A S H A K K IN D A ........................................................... 315
H O Ş G Ö R Ü N Ü N G R İ S A B A H L A R I...............................................................326
P IE R R E BO U LE Z: K A T E D İL E N E K R A N ................................................. 330
D Ü Ş Ü N C E , D U Y G U ............................................................................................. 335
W E R N E R S C H R O E T E R İL E S Ö Y L E Ş İ....................................................... 344
M İC H E L F O U C A U L T /P IE R R E B O U L E Z
Ç A Ğ D A Ş M Ü ZİK V E İZ L E Y İC İ.....................................................................356
B İR T U T K U N U N A R K E O L O JİS İ....................................................................366
D iz in ............................................................................................................................ 378
M i c h e l F o u c a u lt
2. Bu konuda bkz. [Foucault, M., Entelektüelin Siyasi işlevi, çev.: Işık Ergüden, Osman
Akınhay, Ferda Keskin, Ayrıntı Y ayınları, İstanbul, 2000].
3. Bu konuda bkz. [Foucault, M., Özne ve İktidar, çev.: Işık Ergüden, Osman Akınhay,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000].
4. Bu konuda bkz. [Foucault, M., Büyük Kapatılma, çev.: Işık Ergüden, Ferda Keskin,
Ayrıntı Yayınları ve Foucault, M., İktidarın Gözü, çev.: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 2003],
nüfusun biyo-politikasına dek uzanan ve söylem sel olm ayan pra
tiklerin, yine tozlu raflarda unutulm uş belgeler, m im ari tasarım lar,
kurum lar, yönetm elikler, vb.nin sabırlı bir araştırm ası üzerinden
yaptığı analizini N ietzsche’den hareketle ‘soybilim ’ (gerıealogie)
olarak tanım lıyordu. F oucault’ya göre gerek arkeoloji gerekse de
soybilim öznesiz, am a belli bir am aca yönelik (niyetsel) olarak işle
yen tarihsel rasyonalite biçim lerini görünür kılm aya yönelik tarih
çalışm alarıydı. A ncak F oucault’nun yakın çevresindeki entelektüel
akım lardan yola çıkan birçok yorum cu, sadece bilginin arkeo
lojisini bir tür yapısalcılık, iktidarın soybilim ini ise yine bir tür
post-yapısalcılık ya da postm odem izm olarak etiketlem ekte gecik
m em işler, aynı zam anda arkeoloji ile soybilim in radikal anlam da
farklı tarih anlayışları olduğunu ve birincisinin başarısızlığının
İkincisini gerektirdiğini öne sürm üşlerdi. O ysa F oucault’ya göre
bu iki yordam aynı projenin birbirini tam am layan iki veçhesiydi
ve ne yapısalcılıkla ne de postm odem izm le özdeşleştirilm eleri
m üm kün değildi.5 Bu yüzden kendi yapıtı üzerine sık sık geriye
dönük değerlendirm elerde bulunan Foucault, öznellik, rasyonalite,
hakikat, tarih, insanbilim leri ve pratik siyaset arasındaki ilişkilere
bakışını başta Kant, Hegel, N ietzsche, M arx gibi XIX. yüzyıl düşü
nürleri ile Freud ve psikanaliz, yeni-K antçılık, W eber, Frankfurt
O kulu gibi XX. yüzyıl düşünce okullarını tartışarak da tem ellen
diriyordu.6 Ö te yandan, etik üzerine çalışm alarının yoğunlaştığı
8 0 ’li yıllarda Foucault, özellikle Cinselliğin T a rih i'n m ikinci ve
üçüncü ciltlerinde olm ak üzere antik Y unan felsefesinin ‘kendilik
teknolojikleri’ denebilecek pratikleriyle yakından ilgileniyor ve
burada m odem iteye bir alternatif olm asa bile en azından pozitif bir
özgürlük anlayışı için ilham teşkil edebilecek bir birikim i tekrar
gündem e getiriyordu.
B ununla birlikte F oucault’nun düşünce çizgisinde kendi çağ
daşlarının yeri olm adığını söylem ek yanlış olacaktır. Y ukarıda
gönderm e yaptığım ız m etinler de dahil olm ak üzere Foucault,
5. Bu konuda bkz. [Foucault, M., Felsefe Sahnesi, çev.: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 2004]
6. Bkz. a.g.y.
bazen kendisine getirilen sert eleştirilere cevap verm ek bazen de
fikir birliği içinde olduğunu belirtm ek üzere D errida, D eleuze,
Lacan, Sartre gibi kendi içinde yaşadığı dönem in önde gelen isim
leri üzerine de yazm ıştır.
Sonsuza Giden D il ise F oucault’nun, felsefe, insan bilim leri,
siyaset, tarih alanlarının yanı sıra entelektüel dünyada çok önem
li bir rol oynamış olan am a Seçm e Yazılar dizisinin daha önceki
ciltlerinde çok fazla yer almayan bir alandaki çalışm alarını kapsı
yor. G enel olarak sanat kavram ı altında düşünülebilecek olan bu
m etinler, özelde edebiyat, tiyatro, sinem a, fotoğraf ve m üzik üze
rinde yoğunlaşıyor. Bu çerçevede öne çıkan isim ler ve eserler ise
Hölderlin, Sade, Flaubert, M allarm e, Roussel, Blanchot, Bataille,
G enet, K lossow ski, Leiris, Robbe-G rillet, D uras gibi m odern
A vrupa edebiyatını yönlendirm iş yazarların yanı sıra Pasolini ve
Schroeter gibi yönetm enler, Duane M ichaels’ın fotoğrafları ve
Pierre B oulez’in müziği. Ancak bu farklı sanat pratikleri arasında
edebiyatın Foucault’yu en çok m eşgul eden alan olduğu açık. Başka
bir deyişle, bu kitapta yer alan bir söyleşide M. W atanabe’nin de
altını çizdiği gibi Foucault’nun arşivlerinde edebiyat nerdeyse
“ayrıcalıklı bir yer” tutuyor. T. S him izu’nun yine aynı söyleşide
çizdiği bir çerçeveden hareketle, edebiyatın F oucault’nun düşünce
sinde üç ana eksen üzerinde tem sil edildiğini söylem ek m üm kün.
Bu çerçeveye göre edebiyat “delilik sorunu etrafında Hölderlin
ve Artaud tarafından..., cinsellik sorunu etrafında Sade ve Bataille
tarafından..., dil sorunu etrafında ise M allarm e ve Blanchot tarafın
dan temsil ediliyor.”7 F oucault’nun bu çerçeveyi onaylayış biçimi
ise felsefe ile insanbilim leri ve tarih arasında kurduğu ve yukarıda
sözünü ettiğim iz ilişkiye benzer bir nitelik taşıyor. “Felsefe nedir?”
sorusuna “tüm bir kültürün tem elinde bulunan kökensel bir tercihin
yeri” olarak cevap veren ve bu anlam da kendini klasik anlam da bir
fiozof olarak tanım lam ayı reddeden Foucault, “kökensel bir tercih”
kavram ını ise “insan bilgisi, insani faaliyet, algı ve duyum sam adan
oluşan tüm bir bütünün sınırlarını çizen bir tercih” olarak tanım lıyor
* “Le ‘n on’ du pere”, Critigue, no 178, M art 1962, s. 195-209. (J. Laplanche, Hölderlin
et la question du p ire , Paris, P.U.F., 1961 hakkında).
1. H ölderlin Jahrbuch, 1947’den itibaren (Tübingen, J.C. Mohr), önce F. Beissner ve P.
K luckhon’un sorum luluğunda, sonra W. Binder ve F. K elletat’ın, nihayet B. Böschen-
stein ve G. K urz’un sorum luluğunda yayımlandı.
2. Alman şair Stefan G eorge’un (1868-1933) etrafında bir araya gelmiş dostlar çevresi.
Bu çevrenin üyeleri arasında, C. Derleth, P. Gerardy, A. Schuler ve F. W alters gibi
şairler, filozoflar, Germ anistler ve L. Klages, F. Gundolf, E. Bertram, M. Komm erell ve
E. Kantorowicz gibi tarihçiler vardı.
itibaren sabırlı bir biçim de kurtarm ıştır. G undolf’un L ’A rchipel
[Takım adalar] üzerindeki çalışm ası (1923)3 bu yorum lara tanıklık
değeri taşır: D oğanın dairesel ve kutsal varlığı, bedenlerin güzelliği
içinde biçim bulan tanrıların gözle görülür yakınlığı, tarihin dön
güleri içinde günyüzüne çıkm aları ve son olarak da, -a te şin ezeli
ve ölüm lü bek çisi- Çocuğun firari varlığının önceden haber verdiği
geri dönüşleri; tüm bu tem alar, H ölderlin tarafından bir kopuşun
gücüyle ilan edilm iş olan şeyi, Z am an ’ın eli kulağındalığının liriz
mi içinde boğuyordu. Fleuve enchaine'ûokı [Zincirlenm iş Nehir]
genç adam , kendisini tanrıların sınırsız şiddetine m aruz bırakan bir
hırsızlıkla şaşkın nehir kıyısından koparıp alınm ış bu kahram an,
G eorge’un tem atiğinde körpe, yum uşak ve um ut vaat eden bir
çocuk olmuştur. D öngüselliğin şarkısı sözü susturdu, zam anı bölen
sert sözü susturdu. H ölderlin’in dilini doğduğu yerde yakalam ak
gerekiyordu.
Kim ileri eski, kim ileri yakın tarihli araştırm alar, geleneksel
referans noktalarını bir dizi önemli zam an farkına m aruz bıraktı.
Fondem ent pour VEm pedocle [Em pedokles Tem elleri] gibi tüm
“karanlık” m etinlere, sıfır yılı B ordeaux epizodunca belirlenen
patolojik bir takvim atfeden L an g e’ın basit kronolojisi bozulalı çok
oldu;5 tarihleri öne alm ak ve m uam m aların istenecek olandan daha
erken ortaya çıkm asına izin verm ek gerekti (E m pedokles'in tüm
hazırlık çalışm aları Fransa yolculuğuna çıkm adan önce kalem e
alınm ıştı.)6 Fakat ters yönde, anlam ın inatçı erozyonu da g eli
şiyordu; B eissner son ezgileri ve delilik m etinlerini yorulm ak
bilm eden soruşturdu;7 Liegler ve A ndreas M üller aynı şiirsel
çekirdekten art arda ortaya çıkan figürleri incelediler (Le Voyageur
3. G undolf (F.), Hölderlins Archipelagus, Dichter und Helden içinde, Heidelberg, We-
iss, 1923, s. 5-22. Bkz. Hölderlin (F.), Der archipelagus, 1880.
4. Hölderlin (F.), D er gefesselte Strom, 1801.
5. Lange (W.), Hölderlin. Eine Pathographie, Stuttgart, F. Enke, 1909. Bkz. Hölderlin
(F .),G ru n d zum Empedokles, 1799.
6. Hölderlin (F.), Em pedokles’in üç versiyonu vardır. [Türkçe’ye çevirenin notu]
7. Beissner (F.), “Zum Hölderlin Text. Fortsetzung der Empedokles Lessungen, Dich-
tung und V olkstum ”, Hölderlin Jahrhuch, c. XXXIX, 1938, s. 330-339; “ Hölderlins
Letzte Hym ne” , Hölderlin Jahrbuch.c. III, 1949, s. 66-102; "V om Baugesetz der spâten
Hymnen Hölderlins”, Hölderlin Jahrbuch.c. IV, 1950, s. 4 7 -7 1. Bkz. m akaleler derlem e
si. Reden und Aufsatze, W eim ar, H. Böhlaus, 1961.
ve G anym ede).* M itik lirizm in dik bayırı ile ânı, biricik ifadesi ve
sürekli açık uzam ı olduğu dilin sınırlarındaki m ücadeleler, büyü
yen bir alacakaranlığın son ölgün ışığı değil artık. B unlar, zam anın
düzeninde olduğu gibi anlam ın düzeninde de, şiirin, şiire özgü
sözden yola çıkarak kendine açıldığı o m erkezi ve derine göm ülü
noktada yer alırlar.
A dolf B eck’in tam am ladığı biyografik kazı da bir dizi yeniden
değerlendirm eyi gerektirm ektedir.’ B unlar özellikle iki epizodu
içerir: Bordeaux dönüşü (1802) ve 1793 sonundan 1795 ortası
na kadar geçen, W altershausen’de öğretm enlik ile Je n a’ya yola
çıkış arasındaki on sekiz ay. Ö zellikle bu dönem in az ya da yanlış
bilinen ilişkileri yeni bir m ercek altına yerleştirildi: Bu dönem ,
Charlotte von K alb’la karşılaştığı dönem dir, S chiller’le hem sıkı
hem de uzak ilişkilerin, Fichte derslerinin, anne evine ani dönü
şün dönem idir; am a bu aynı zam anda tuhaf öngörüler, ters yönde
tekrarlar dönem idir. Bunlar daha sonra ya da başka biçim lerde
güçlü dönem olarak onarılacak olan şeyi zayıf dönem de verirler.
Charlotte von Kalb elbette D iotim a’nın ve Susette G ontard’ın
habercisidir; uzaktan göz kulak olan, koruyan ve m esafeli tavrının
yükseklerinden Y asa’yı söyleyen, O idupus’un çok yaklaştığı için
kendini kör eden bir hareketle uzaklaştığı - “K utsallıkta bir hain”-
“kâfir” tanrıların o korkunç m evcudiyetini dışardan ve olayların
akışı içinde çizen S chiller’e vecd halinde bağlılık. Ve N ürtingen’e
kaçış, Schiller’den, yasa koyan F ich te’den ve sessiz H ölderlin’in
önünde suskun duran zaten tanrılaşm ış bir G oethe’den uzağa
kaçış, bütün bunlar, olayların nokta nokta çizdiği çizgide yuvaya
dönüşün deşifre edilebilir figürü değil m idir? D aha sonra da bu
dönüşün karşısına, denge olsun diye, tanrıların kategorik olarak
geri dönüşü çıkm ayacak m ıdır? Yine Jen a’da ve orada birbirine
8. L iegler (L ), “D er gefesselte Strom und Ganym ed. Ein Beispiel für die Form prob
leme der Hölderlinschen Oden-Ü berarbeitungen” , Hölderlin Jahrbuch, c. II, 1948, s.
62-77. M üller (A.), “Die beideıı Fassungen von Hölderlins Elegie D er W anderer ".
G anym ed, 1801.
9. Beck (A.), “Aus den letzten Lebensjahren Hölderlins. Neue Dokum ente” , Hölderlin
Jahrbuch, c. III, 1949, s. 15-47; “Vorarbeiten zu einer künftigen Hölderlin Biographie. I:
Zu Hölderlins Rückkehr von B ordeaux”, Hölderlin Jahrbuch, c. IV, 1950, s. 72-96;
A.g.e., II: “M oıitz Harlm anns ‘V erm uthung’” , Hölderlin Jahrbuch, c. V, 1951, s. 50-67.
bağlanan olayların yoğunluğu içinde başka tekrarlar kendi oyun
uzam larını bulurlar; am a aynaların kendiliğindenliğine bağlıdır bu:
H ölderlin ile W ilhelm ine M arianne K irm es arasında artık kesin
olan ilişki, Schiller ile C harlotte von K alb ’ın tanrılar gibi birbir
lerine kavuştukları o erişilm ez ve güzel birliğin bağım lılık kipin
deki ikizidir; genç öğretm enin coşkuyla girdiği ve sert, titiz, hatta
belki gaddarlığa kadar varan bir ısrar içinde gözüktüğü pedagojik
teşebbüs, Schiller’de sevgi dolu ve kendini geri çekm eyen bir usta
arayan H ölderlin’in, ölçülü bir ihtim am , hep korunan bir m esafe ve
sözcüklerin ötesinde donuk bir anlayışsızlık bulm asının imgesini
ters yönde verir belirgin bir biçim de.
Tanrıya şükür ki H ölderlin Jahrbuch psikologların gevezeliğine
yabancı kalm ıştır; yine aynı - y a da b a şk a - Tanrıya şükür ki psiko
loglar Hölderlin Ja h rb u ch 'u okum azlar. T anrılar göz kulak oldular:
Fırsat kaçtı, yani kurtulundu. Çünkü, H ölderlin ve deliliği üzerine,
sayısız psikiyatrın (en başta ve en sonda Jaspers)10 tekrarlayıp dur
dukları yararsız m odellerini bize verdiği söylem den çok daha sıkı,
am a aynı tohum dan gelen bir söylem tutturm anın cazibesi büyük
olurdu: Deliliğin yüreğine kadar giden bu m odellere göre eser,
anlam ın temalarını ve kendine özgü uzam ını artık ayrıntılarını bil
diğim iz bir olay örgüsüne borçlu gözükürler. Y aşam ı esere, olayı
söze, deliliğin sessiz biçim lerini şiirin özüne kopm a ve süreksizlik
olm adan bağlayan bir anlam lar zinciri oluşturm ak, “k linik” bir
psikolojinin kavram sız eklektizm i açısından m üm kün değil midir?
G erçekten de, bu im kân, oyuna gelm eden dinleyen biri için
farklı bir bakış dayatır. E ser nerede biter, delilik nerede başlar, şek
lindeki eski sorun, tarihleri karıştıran ve olay lan iç içe geçiren sıkı
şıklık nedeniyle tepeden tırnağa altüst olur ve yerine de bir başka
görev geçer: Patolojik olayı, eserin kendi gizli hakikatini gerçek
leştirerek yok olduğu alacakaranlık olarak görm ek yerine; eserin,
yavaş yavaş bir uzam a doğru açıldığı bu hareketi izlem ek gerekir;
10. Jaspers (K.), Stı indberg und Van Gogh. Versuch einer pathographischen Analyse
unter vergleichender Heranziehıtng von Swedenborg und H ölderlin, B em , E. Bircher,
1922 (Strindberg et Van Gogh. Jwedenborg-Hölderlin, çev.: H. Naef, La Folie p a r ex-
cellence ile, Maurice Blanchot, Paris, Ed. de Minuit, coll. “Argum ents”, 1953, s. 196-
217).
şizofrenik varlık bu uzam da kendi hacm ini bulur ve böylece, hiçbir
dilin içine batıp yok olduğu dipsiz uçurum un dışında söyleyem e
yeceği şey ile hiçbir düşüşün -a y n ı zam anda bir zirveye erişm e
olm asay d ı- gösterem eyeceği şeyi nihai sınırda ortaya çıkarır.
Laplanche’ın kitabı bu güzergâhtan geçer. “Psiko-biyografi”
üslubunda alçak sesle başlar. Sonra, kendisine seçtiği alanı çap
razlam asına katederek, m etnine başlangıçtan itibaren prestij ve
egem enlik kazandırm ış olan sorunun konum unu, çözüm anında
keşfeder: Şiir ve delilik üzerine tek ve aynı söylemi sürdüren bir dil
nasıl m üm kün olur? Aynı anda hem telaffuz edilen anlam dan, hem
de yorum lanan anlam dan hangi sözdizim i geçebilir?
A m a belki de L aplanche’ın m etnini, sistem atik tersine çevir
me gücü içinde, kendi gününün ışıklarıyla aydınlatm ak için, şu
sorunun, çözüm lenm iş olm ası değilse de, en azından ilk sorulduğu
biçim iyle sorulm ası gerekirdi: Çok uzun süreden beri bize pek
“doğal” gelen, yani kendi m uam m asına hiç aldırm ayan böyle bir
dilin im kânı nereden kaynaklanm aktadır?
* Platon’dan itibaren başlayan bir yaratı teorisine göre, ezeli ve ebedi form lara uygun
olarak evreni yaratan ve hem estetik hem de rasyonel amaçları gerçekleştiren güç. (y.h.n.)
şün ve aynı olduğu ortaya çıkan yeni topraklara erişm enin m uğlak
ve aşırı yüklü yapıları bu sınırda ortaya çıkar. Sanatçı, yüzyıllar
boyunca destanları terennüm etm iş olanların içinde yer aldığı
anonim likten, bu epik değerlerin gücünü ve anlam ını kendine mal
ederek çıkm ıştır. Batı kültürünün kendisi bir tem sil dünyası oldu
ğu anda, kahram anlık boyutu da kahram andan onu tem sil edene
geçti. Eser, tek anlam ını artık zam an içinde taş bir anı olarak kalan
bir anıt olm aktan alm am aktadır; eser, geçm işte terennüm ettiği o
efsaneye aittir; o bir “kahram anlık destanı”dır, çünkü insanlara
ve onların yok olm aya m ahkûm edim lerine ezeli hakikatlerini o
verir, aynı zam anda da, doğal doğum yerine gönderm e yapar gibi,
sanatçıların yaşam ının olağanüstü düzenine gönderm e yapan da
eserdir. R essam , kahram anın ilk öznel bükülm esidir. O toportre,
sanatçının canlandırdığı sahneye tablonun bir köşesinden kaça
m ak katılım ı değildir artık; otoportre, eserin yüreğinde, eserin
eseridir, köken ile tam am lanm anın yolun sonundaki karşılaşm a
sıdır, kahram anları ortaya çıkaran ve k a b a la ş tıra n kişinin m utlak
kahram anlaştırılm asıdır.
B öylece sanatçı için, “kahram anlık destanı”nm içinde, kah
ram anın bilem eyeceği bir kendiyle ilişkisi düğüm lenm iş olur.
K ahram anlık burada, ortaya çıkanın ve kendini gösterenin sınırın
da, ilk tezahür biçim i olarak, kendi ve ötekiler için, eserin haki
katiyle tek ve aynı şeyi yapm anın bir tarzı olarak kapsanm ıştır.
G eçici, am a yine de silinm ez birlik. Bu birlik, kendi içinde, tüm
ayrışm aların imkânını açar; yaşam ı ve tutkuları eserine sürekli
karşı çıkan “şaşkın kahram an”a izin verir (tenin işkencesi altında
olan ve “tutkusunu dindirm ek” için, sahip olam adığı kadının resm i
ni yapan Filippo L ip p i’dir o); eserin içinde kendini unutan ve eseri
unutan, kendi eseri içindeki “deli kahram an”a izin verir (Uccello
gibi, “perspektif üzerine araştırm alarda kaybettiği zam anı insan
ve hayvan figürlerine adasaydı, G io tto ’dan bu yana en zarif ve en
orijinal ressam olurdu”); eşitlerinin reddettiği “m eçhul kahram an”a
izin verir (T iziano’nun kovduğu ve ömrü boyunca V enedik ressam
larınca dışlanm ış Tintoretti örneğin). Sanatçının tavrı ile kahram an
tavrı arasında yavaş yavaş ayrım yapan bu gelişm elerle, aynı anda
hem eserin hem de eser olm ayanın karm a bir söz dağarı içinde söz
konusu olduğu m uğlak bir durum m üm kün hale gelir. K ahram anlık
tem aları ile bu tem anın yok olduğu güçlükler arasında, XVI. yüz
yılın kuşku duym aya başladığı ve bizim yüzyılım ızın tem el unut
kanlıkların verdiği neşe içinde katettiği bir uzam açılır: Sanatçının
“deliliğinin” yer aldığı uzam dır bu; sanatçıyı, ötekilere -su sa n
herk ese- yabancı kılarak eseriyle özdeşleştirirken, gördüğü şey
lere ve kendisinin dile getirdiği sözlere kör ve sağır kılarak da bu
aynı eserin dışına yerleştirir. İnsanı tanrıların eksiksiz aydınlığına
kavuşturm ak için, yanılsatıcı gerçekliğe duyarsız kılan Platoncu
sarhoşluk söz konusu değildir artık; bir yeraltı ilişkisi vardır ve
bu ilişkide eser ile eser-olm ayan kendi dışsallıklarını karanlık bir
içselliğin dilinde ifade ederler. Patolojik tem a ortaya çıkm asa bile
deliliğin peşini hiç bırakm adığı “sanatçı psikolojisi” denen bu tuhaf
girişim o zaman m üm kün olur. İlk ressam lara adlarını verm iş olan
o güzelim kahram anca birlik zem inine kayıtlıdır; fakat bu birliğin
yırtılm asını, inkânnı ve unutulm asını ölçer. Psikolojik boyut, bizim
kültürüm üzde, epik algıların negatifidir. V e şimdi biz, bir sanat
çının ne olduğuna karar verm ek için, bu diyagonal ve im alı yola
m ecburuz; ritüel kahram anlığını ve değişm ez döngülerini geçm işte
bize V asari’nin anlattığı, eser ile “eserden başka” olanın eski sessiz
ittifakının ortaya çıktığı ve kaybolduğu yoldur bu.
Bizim söylem sel anlam a yetim iz bu birliğe yeniden dil verm eyi
denem ektedir. Biz bu birliği yitirdik m i? Y oksa “ sanat ile delilik
ilişkileri” üzerine söylem lerin m onotonluğuna dahil edilip güç
erişilir mi kılındı? Bu ilişkilerin ıcığım n cıcığının incelenm esinde
(V inchon geliyor aklım a),12 bu ilişkilerin sefaletinde (iyi kalpli
F retet13 ve daha başkaları geliyor aklım a), bu tür söylem ler ancak
bu birlik aracılığıyla m üm kündür; aynı zam anda bu birliği m as
12. Vinchon (J.), Art et la Folie ( 1924), Paris, Stock, coll. “Sdrie psychologique” , geniş
letilmiş 2. Baskı, 1950.
13. Fretet (J.), Alıenation poetıque. Rembrandt, M allarme, Proust, Paris, J.-B. Janin,
1946.
kelerler, iterler ve tekrarlarken dağıtıp saçarlar. Birlik, onların
içinde uyur ve onlar sayesinde inatçı bir unutkanlık içine göm ülür.
B ununla birlikte, bu söylem ler sert ve uzlaşm az olduklarında,
birliği uyandırabilirler: L aplanche’ın m etni, tek o kuşkusuz, ona
gelene kadar şansız bir hanedanlıktan kurtarılm ası gereken m etin
buna tanıklık eder. K ayda değer bir metin okunm ası, şizofreninin
psikanalize yakın dönem de ısrarla dayattığı sorunları çoğaltır.
B aba’nın boş yerinin Schiller’in H ölderlin için hayali olarak
işgal ettiği, sonra terk ettiği yerin aynısı olduğu; son m etinlerde
ki tanrıların önce sadakatsiz varlıklarıyla ışıldattıkları, sonra da
H esperien’leri kurum un kraliyet yasası altına bıraktıkları bu yerin
aynısı olduğu söylendiğinde tam olarak ne denm ektedir? Daha
basiti, Thalia-fragm ent’’de Susette G ontard’la - k i G ontard da sadık
tekrarını son şeklini alm ış D iotim a’da b u lacak tır- gerçek karşılaş
m a öncesi ana hatları çizilen bu aynı figür hangisidir?14 Analizin
bunca kolaylıkla başvurduğu bu “aynı” hangisidir? O yuna her
zam an dahil edilen ve eser ile eser olm ayanın geçişini görünüşte
hiç sorunsuz sağlayan bu “özdeş”in inatçılığı nedir?
Bu “özdeş”e götüren yollar çeşitlidir. L aplanche’ın analizi
elbette en güvenilir yolları izlem ektedir. K âh bazı yollara, kâh
diğerlerine saparak, am a ilerleyişinin yönünü asla kaybetm eden,
erişilm ez varlığıyla, elle tutulur yokluğuyla kafasına taktığı bu
“aynı”ya sıkı sıkıya sadık kalır. B unlar “özdeş”e götüren, yöntem -
bilim sel olarak farklı fakat aynı yere varan üç yolu oluştururlar:
Tem aların im gelem de benzeştirilm esi; deneyim in tem el biçim le
rinin ana hatlarının çıkarılm ası; son olarak da, eser ile yaşam ın
karşı karşıya geldiği, birbirlerini dengelediği ve birbirlerini hem
m üm kün hem de im kânsız kıldıkları hattın izi.
15. Hölderlin (F.), Hyperion, oder der Erem it von Griechenland, c. I, 1797; c. II, 1799.
(Hyperion ou l'E rm ite de Grece, çev.: P. Jaccottet, Paris, Gallim ard, coll. “Poesie”, no.
86, 1973, s. 49-240).
kaçışı durdurulm uştur, tanrısallık aynanın tuzağına düşm üştür,
yokluğun ve boşluğun karanlık tehdidi nihayet uzaklaştırılm ıştır.
Dil, açılırken dili çağıran ve m üm kün kılan bu uzam a karşı ilerle
m ektedir şimdi; bu uzam ı, dolaysız m evcudiyetin güzel im geleriyle
doldurarak kapam aya çalışm aktadır. Bu durum da eser, olm adığı
şeyin ölçüsü olm ayı şu ikili anlam da gerçekleştirir: H em onun
tüm yüzeyini kateder hem de ona karşı durarak onu sınırlandırır.
İfadenin m utluluğu ve savuşturulm uş delilik olarak oluşturur ken
dini. Bu, Frankfurt dönem idir, G ontard’ların yanında öğretm enlik
dönem idir, paylaşılan şefkat, birbirini karşılıklı m ükem m el olarak
anlam a dönem idir. Fakat D iotim a ölür, A labanda kayıp bir vatanı
aram aya giderken, A dam as da im kânsız A rkadya’yı aram aya çıkar;
aynanın im gesinin ikili ilişkisine b ir figür dahil olm uştur - boş
fakat boşluğu kırılgan yansıyı kem iren büyük figür, bir hiç olan
fakat tüm biçim leriyle S ın ır'ı belirten bir şey: ölüm ün yazgısal-
lığı, insanların kardeşliğinin yazılı olm ayan yasası, ölüm lülerin
tanrısallaştırılm ış ve erişilm ez varlığı. Eserin m utluluğu içinde,
eserin dilinin kıyısında, eseri sessizliğe indirgem ek ve tam am lam ak
için, eser olm ayan her şeye karşı eser olan bu Sınır ortaya çıkar.
D engenin biçim i bu sarp yar olur; burada eser, eseri kendinden
çıkararak kapam ayı başaran bir sınır bulur. Eseri oluşturan şey onu
çökertir. Susette G on tard ’la ikili yaşam ın ve H yperion'u n büyülü
aynalarının dengelendiği sınır, yaşam ın içindeki sınır olarak (bu,
F rankfurt’tan “nedensiz” ayrılıştır) ve eserin sınırı olarak ortaya
çıkar (bu, D iotim a’nın ölüm ü ve H yperion’un “A tina kapılarındaki
kör ve vatansız O idupus gibi” A lm anya’ya geri dönüşüdür).
Eserin eser olm ayana kavuştuğu bu A ynı m uam m ası, V asari’nin
çözm üş olduğunu ileri sürdüğü biçim in tam am en karşıtı olarak
kendini gösterir. Eserin kalbinde, eserin (daha doğum undan iti
baren) m ahvına neden olan şeyin içinde yer alır. E ser ile eserden
başka olan, ancak eserin sınırından yola çıkarak aynı şeyden aynı
dil içinde söz eder. Eserin derinliklerine varm ak isteyen her söyle
m in, zım ni olarak bile olsa, delilik ile eser ilişkilerini sorgulam ası
gerekir: Bunun nedeni yalnızca lirizm in tem aları ile psikozun
tem alarının birbirine benzem esi değildir; deneyim in yapılarının her
iki tarafta da eşbiçim li olm ası da değildir yalnızca, daha derindeki
neden, bütün olarak eserin, eseri oluşturan, tehdit eden ve tam am
layan sınırı aşm asıdır.
*
Laplanche, kitabının başında, H ölderlin’den söz eden B lanchot’nun,
anlam birliğini sonuna kadar sürdürm ekten vazgeçip geçm ediğini,
opak delilik anm a pek erkenden gönderm e yapıp yapm adığını
ve şizofreninin sessiz varlığını, sorgulam adan öne çıkarıp çıkar
madığını sorar k endine.16 “B irlikçi” bir teori adına, sözün anlam ı
ile hastalığın doğasını daha uzun süre -b e lk i de so n su zca- ileti
şime sokmak m üm kün olabilecekken b ir kırılm a noktası, mutlak
bir dil felaketi görm ekle eleştirir. A m a bu sürekliliği korum ayı,
Laplanche, ancak, delilikten ve eserden bütün olarak söz edebilece
ği, m uam m alı özdeşliği dil dışı bırakarak başarm ıştır. L aplanche’ın
dikkat çekici bir analiz gücü vardır: hem titiz hem de çevik söy
lem i, şiirsel biçim ler ile psikolojik yapılar arasındaki alanı suiis
tim al etm eden kateder; kuşkusuz, analojik figürlerin algılanam az
aktarım ını her iki yönde de sağlayan son derece hızlı salınım lardır
bunlar. Fakat, delilik ve eserin bu “ve”sinin dilbilgisel duruşunda
yer alan bir söylem (B lanchot’nunki gibi bir söylem ), bu iki-arada-
lığı bölünm ez birliği ve açtığı uzam içinde sorgulayan bir söylem,
ancak S ın ır’ı sorgulayabilir, yani özellikle deliliğin kalıcı kopuş
olduğu bu çizgiyi.
Bu iki söylem , birinden diğerine h er zam an d önüşüm lü ve
her biri için kanıtlay ıcı bir içerik özdeşliğine rağm en, kuşkusuz
derinden uyuşm azdır; şiirsel yap ılarla psikolojik yapıların bitişik
deşifre edilişi aralarındaki m esafeyi asla indirgem ez. Y ine de
bunlar birbirlerine son derece yakındır, tıpkı m üm künü tem el
lendiren im kânın m üm kün olan a yakınlığı gibi; çünkü, eser ile
delilik arasında anlam sü rekliliği, ancak m utlak k o p u ş'u ortaya
çıkaran aynının m u a m m a sı'n d a n y o la çık arak m ü m kündür.
E serin delilik içinde yok oluşu, şiirsel sözün kendi felaketine
çekilir gibi içine çekildiği bu boşluk, o n lar arasında, o n lar için
ortak olacak b ir dilin m etnine izin veren şeydir. V e bu asla soyut
bir figür değil, bizim k ültürüm üzün k endini sorguladığı tarihsel
bir ilişkidir.
16. Söz konusu metin M aurice B lanchot’nun L a Folie p a r excellence’ıdır. Kari Jasper’in
kitabına önsöz olarak yayım lanm ıştır, a.g.e., s. 7-33.
L aplanche, H ö ld erlin ’in yaşam ının ilk patolojik epizodunu
“Jena depresyonu” olarak adlandırır. Bu d ep ressif olay üzerine
hayal kurabiliriz: Bu post-K antçı krizle, ateizm tartışm asıyla,
Schlegel ve N o v alis’in spekülasyonlarıyla birlikte, yakındaki
bir başka dünya olarak işitilen D ev rim ’in gürültüsüyle birlikte,
Jena, Batı uzam ının aniden oyulduğu o yer oldu; tanrıların var
lığı ve yokluğu, oradan ayrılışları ve oraya pek yakın olm aları,
orada, A vrupa kültürü için boş ve m erkezi bir uzam tanım ladı;
insanın sonluluğu ve zam anın geri dönüşü tek bir sorgulam aya
bağlı olarak burada ortaya çıkacaktır. XIX. yüzyıl, kendine tarih
boyutu verm ekle övünür; bu boyutu ancak zam anın uzam sal ve
yadsıyıcı figürü olan çem b er'd en yola çıkarak açabilm iştir; tan
rılar kendi gelişlerini ve gidişlerini, insanlar da sonluluğun ana
toprağına dönüşlerini bu figür aracılığıyla gösterirler. T anrının
ölüm ü, hiçlik korkusuyla d uygulanım larım ızdan çok dilim izi
etkilem iştir: dilin kaynağına yerleştirdiği sessizliği hiçbir eser,
sırf laf kalabalığı değilse, gizleyem ez. Bunun üzerine dil hüküm
ran bir önem kazanm ıştır; başka bir yerden, kim senin k onuşm a
dığı yerden gelm iş gibi ortaya çıkar; am a ancak kendi söylem ini
yeniden kurarak, bu yokluk yönünde konuştuğu zam an eser halini
alır. Bu anlam da, her eser dilin tükenm e girişim idir; eskatoloji
günüm üzde edebi deneyim in bir yapısı halini alm ıştır; edebi
deneyim , doğal hakkıyla nihai önem taşır. C har bunu söylem iştir:
“T anrıların terk etm esiyle ortaya çıkan devasa kırılm ayla insan
ların kurduğu baraj yıkılınca, uzaktaki sözcükler, yok olm ak iste
m eyen sözcükler aşırı itilim e direnm eye çalıştılar. A nlam larının
hanedanlığı bu noktada belirlendi. Bu tufanı andıran gecenin
sonuna dek koştum .” 17
Bu olayda, H ölderlin biricik ve örnek oluşturan bir yer işgal
eder: eser ile eser yokluğu arasındaki, tanrıların gidişi ile dilin
yitirilişi arasındaki bağı o düğüm lem iş ve gösterm iştir. Sanatçı
figürünün elinden zam anı önceleyen, kesinlikleri tem ellendiren,
her olayı dilin d o ruklarına yükselten görkem i aldı. V asari’de hâlâ
* “ Un si cruel savoir”, Critique, no 182, Tem muz 1962, s. 597-611. (C. Crebillon, Les
Egaremenîs du cceur et de l'esprit, metni hazırlayan ve sunan Etiemble, Paris, A. Colin,
1961, ve J.-A. de R6v6roni Saint-Cyr, Pau/iska ou la Perversite moderne, Paris, 1798).
Sahne P olon y a’da geçm ektedir, yani her yerde. Bir kontes, saçı başı
darm adağınık, yanm akta olan bir şatodan kaçar. A skerler, yerle bir
olm adan önce güzel ve boş çehrelerini yavaş yavaş göğe doğru
çeviren heykellerin arasına gizlenm iş oda hizm etçilerinin ve uşak
ların karınlarını alelacele deştiler; uzun süre yankılanan çığlıklar
aynalarda yok oldu. B ir göğsün üzerindeki örtü kayar ve eller aynı
beceriksizlikle yeniden yerine bağlayıp yırtarlar. T ehlike, bakış,
arzu ve korku, kesişerek, çökm üş yalancı m erm erlerin ağından
daha öngörülem ez ve daha ölüm cül b ir keskin kılıç ağı oluşturur.
H afif deniz kabuklarından ve superilerinden koltuğu üzerinden
eğilen yaşlı bir adam ın bağışlayıcı, çevik, iri elleriyle belirsiz bir
m ücadele içinde karışm ış iki kolunu ve gövdesini geriye doğru
iyice açm ış olan ve başı dim dik, gözlerini açık kapıya dikm iş,
dosdoğru bakan N ep tü n ’den m avi bir ırm ak tanrıçasının kaçm aya
çalıştığı salonun bu duvarı belki de uzun süre ayakta kalacaktır.
Pauliska, yanm ış topraklarını, akağacın solgun gövdesine bağlı
köylülerini, ağzı kan içinde ve sakatlanm ış hizm etkârlarını impa-
ratoriçenin K azaklarına terk eder. Y aşlı A v ru p a’da, kötü bir uyku
ya yatm ış olan ve aniden ona tüm tuzaklarını kuran A v ru p a’da
kendine sığınacak bir yer aram ıştır. T u h af tuzaklar; çapkınlığın,
sosyete zevklerinin, kısm en bilerek söylenen yalanların ve kıs
kançlığın alışıldık tuzaklarını bunlarda bulm ak güçtür. B urada
tezgâhlanan kötülük, daha az “m etafizik”, “F ransız” olm aktan çok
“ İngiliz” bir kötülüktür; H aw kesw orthy’nin çevirm eninin dediği
gibi,' bedene çok yakın ve beden için hazırlanm ış bir kötülük.
“M odem sapkınlık.”
M anastır, yasak şato, orm an, ulaşılam ayan ada gibi “ sekt” de
XVIII. yüzyılın ikinci yarısından beri Batı fantastiğinin önemli
rezervlerinden biridir. Pauliska, bunun bütün devrini tamamlar:
politik dem ekler, liberten kulüpleri, haydut ya da kalpazan çetele
ri, dolandırıcı ya da bilim m istikleri tekkeleri, erkeksiz kadınların
orji cem iyetleri, Sacre-C ollege m uhbirleri, nihayet, tüm korku
rom anlarında olduğu gibi, hem en gizli hem en göz önündeki tari-
2. Reveroni, E ssai sur le perfectionnem ent des beaux-arts adlı eserinde m odem m itolo
jinin teorisini yapar.
dır ve bunu açığa vuran kişi, eğer kim liği bilinirse, şerefine gölge
düşürm üş olur ve dışlanır: “Size söylediklerim i kesinlikle sır olarak
saklayacağınızı um uyorum .” Bu dünya didaktiği üç bölüm dür: Bir
yüzsüzlük teorisi (tasarlanm ış bir tuhaflıktaki itaatkârlık taklidi
oyunu; bu oyunda öngörülm em iş olan alışılm ış olanı aşm az ve
uygunsuz olan ise daha işin başında uygun olur, çünkü onun oyunu
hoşa gitm ektir); üç önem li taktiğiyle birlikte bir kendini beğenm iş
lik teorisi (kendine değer verm ek, en son çıkan gülünçlüğe gönüllü
ve ilk olarak kendini verm ek, b ir söyleşiyi birinci şahıstan “ sürdür
m ek”); hoppalık, dedikoduculuk ve kendini beğenm işlik gerekti
ren düzgün üsluplu b ir sistem. Fakat bu yine de “önem siz ayrıntı
y ığ ın f’ndan başka bir şey değildir. İşin aslı, kuşkusuz, C rebillon’un
en iyi bildiği şeyi öğreten diyagonal bir derstedir: Sözün kullanımı.
Dünyanın dili, görünüşte, içeriksizdir, biçim sel gereksizlikler
le dopdoludur, hem sessiz bir dekorla ritüelleştirilm iştir - “gözde
birkaç sözcük, değerli birkaç hüner, birkaç nida”- hem de anlamı
daha kesin olarak yok eden öngörülem ez buluntularla çoğalm ıştır
- “hünerlerine incelik ve fikirlerine tehlike katm ak.” Y ine de bu
doym uş ve kesin olarak işlevsel bir dildir: H er cüm le burada özlü
bir yargı biçimi alm alıdır; anlam dan boşalm ış olarak, olabilecek
en büyük değer yükünü taşıyor olm alıdır: “H içbir şey görm em ek...
küçüm senm eyen ya da aşırı övülm eyen.” Bu geveze, bitm eyen,
dağınık sözün her zam an için ekonom ik bir hedefi vardır: Şeylerin
ve insanların değeri üzerinde belli bir etkide bulunm ak. D olayısıyla,
risk alır: Saldırır ya da korur; daim a kendini tehlikeye atar; cesareti
ve yeteneği vardır; savunulam az konum ları savunm alıdır, cevaba,
gülünç olana açılm alı ve onu savuşturm alıdır; savaşçıdır. Bu dili
yüklü kılan şey, söylem ek istediği şey değil, yapm ak istediği şey
dir. H içbir şey söylem ese de im alarla capcanlıdır ve kendi başına
anlam ı olm adığından ona anlam veren konum lara gönderm e yapar;
sözcüklere asla ulaşam ayan sessiz bir dünyayı gösterir: Bu işaret
edici mesafe, hayâdır. Dil, söylenm eyen her şeyi gösterdiğinden,
her şeyi de kapsayabilir ve kapsam alıdır, asla susm az, çünkü dil
durum ların canlı ekonom isidir, onların görünür dam arıdır: “dün
yada kim senin kuyunun dibine ulaştığını görm ediniz... çünkü tüke
tecek dip asla yoktur.” B edenler de, en canlı zevk anlarında sessiz
değildir; uyanık Sopha, teklifsizliğiyle konuklarının her isteğini
kollarken bunu zaten fark etm işti: “Zulica hiç durm adan konuşsa
da, onun söylediğini işitm em artık m üm kün değildi.”
M eilcour V ersac’m yanıltıcı söylem inden kurtulur kurtulm az
L ursay’nin kollarına düşer; gevelem elerine, açık yürekliliğine,
öfkesine ve budalalığına orada yeniden kavuşur ve sonuç itibarıyla
farkında olm adan da budalalıktan kurtulur. Yine de bu ders gerek
siz olm am ıştır, çünkü bizim için bunun değeri, kendi biçim i ve
ironisiyle anlatıdır. M asum iyetinin m acerasını anlatan M eilcour,
onu zaten yitip gittiği bu uzaklık içinde algılam aktadır: N aifliği ile
bu naifliğin belli belirsiz farklı bilinci arasına V ersac’m tüm bilgisi,
“yürek ile aklın bozulm aya zorlandıkları” dünyanın bu kullanım ıy
la birlikte sızmıştır.
P auliska’nın vâkıf olm ası ise, büyük sessiz m itler aracılığıyla
gerçekleşir. Dünyanın sırrı dilde ve onun savaş kurallarındaydı;
sektlerin sırrı, sözsüz suç ortaklıklarındaydı. Bu nedenle, asla
gerçekten sırra vâkıf olam ayan kurbanları, daim a katı ve m onoton
nesne statüsü içinde tutulm uştur. İnatçı ve toy Pauliska, hudutlarını
farkında olm adan aştığı kötülükten sonsuza dek kurtulur; kurtarı
cısını ezen elleri, tam bir çılgınlıkla celladına sunduğu bu beden,
onun işkencesinin atıl aletlerinden başka bir şey değildir. N am uslu
Pauliska, tam am en aydınlanm ıştır, çünkü bütün olarak bilm ektedir;
fakat, o asla sırra vâkıf olm am ıştır, çünkü o bildiği şeyin hükümran
öznesi olmayı her zam an reddetm ektedir; fa rk ın d a olm a şansı ile
nesne olarak kalm a yazgısını aynı m asum iyet içinde hissetm enin
m utsuzluğunu sonuna kadar bilm ektedir.
Bu sert oyunun daha başında, onun tuzağı -b u diyalektik-olm a-
y a n - duyurulm uştur. Bir akşam , Pauliska’yı Polonya göçm enle
rinin bir toplantısına götürdüler, onun en çok istek duyduğu şeyi
önerdiler: V atanı kurtarm ak ve orada m ükem m el bir düzen kurmak.
Pauliska, yarı aralık pancurlardan bu tuhaf fesat toplantısını izler:
Büyük efendinin kocam an gölgesi duvarda sallanm aktadır; dinle
yicilerin üzerine doğru hafifçe eğilm iş, hülyalara dalm ış bir hayvan
ciddiyetiyle sessiz durmaktadır; etrafında ateşli çöm ezler el etek
öpm ektedir; salon alçak siluetlerle doludur. O rada kuşkusuz adaletin
yerini bulm asından, toprak bölüşüm ünden ve özgür bir ulusta özgür
insanlar yaratan o genel iradeden söz edilm ektedir. İnsanlar mı?
Pauliska yaklaşır: Boğuk bir ışık altında bir eşeğin başkanlık ettiği
köpekler meclisini görür; köpekler havlam akta, birbirlerinin üzeri
ne atlamakta, zavallı dam ızlık eşeği parçalam aktadırlar. İnsanların
hayırsever cem iyeti, hayvanların şeytan toplantısı. G o y a’ya özgü bu
sahne, toy kıza, başına geleceklerin vahşi ve öngörülm üş hakikatini
gösterir: Toplum da (toplum /ar içindeki) insan, insan için bir köpek
ten başka bir şey değildir; yasa, hayvanın iştahıdır.
V âkıf olm a anlatısının, erotik çekiciliklerinin en güçlüsünü
Bilgi ile Arzu arasında hissedilir kıldığı bağda bulduğuna kuşku
yoktur. Karanlık, tem el bağ; yalnızca “P latonculuk”ta, yani iki
terim den birinin dışlanm asında görm ekle hata ettiğim iz bağ.
A slında Sınır sınam asını ve Işık sınam asını oyuna (tek ve aynı
oyuna) dahil eden, her dönem in kendi “erotik bilgi” sistem i vardır.
Bu oyun derin bir geom etriye itaat eder; geçici durum lar ya da örtü,
zincir, ayna, kafes gibi işe yaram az, önem siz nesneler (ışıklı ve
aşılam az olanı oluşturan figürler), anekdotun içinde, ortaya çıkar.
(c. I, s. 215-228)
İhlale önsöz
1. Bataille (G.), L ’Abbe C., İkinci bölüm: Râcit de Charles C. (Paris, Ed. de Minuit,
1950), Oeuvres com plites içinde, Paris, Gallimard, “Collection blanche”, c. III, 1971, s.
263-264.
Belki de bizim kültürüm üzde cinselliğin önem i, S ade’dan bu
yana dilim izin en derin kararlarına bunca sık bağlı olm ası, tam
da cinselliği T a n rı’m n ölüm üne bağlayan bu bağdan dolayıdır.
K esinlikle T an rı’nın tarihsel hüküm ranlığının sonu olarak ya da
onun varolm adığının nihayet tespit edilm esi değil, am a bizim
deneyim im izin bundan böyle sabit uzam ı olarak anlaşılm ası gere
ken ölüm. T an rı’nın ölüm ü, varoluşum uzdan Sınırsız’ın sınırını
kaldırararak, onu, hiçbir şeyin artık varlığın dışsallığını ilan edem e
yeceği bir deneyim e, sonuç olarak içsel ve hüküm ran bir deneyim e
götürür. Fakat içinde T a n n ’mn parçalandığı böyle bir deneyim ,
kendi sırrı ve ışığı, kendi içkin sonluluğu olarak S ın ır’ın sınırsız
hüküm ranlığını, içinde tükendiği ve eksik kaldığı o aşm anın boşlu
ğunu keşfeder. Bu anlam da, içsel deneyim , tam am ıyla, im kânsız'ın
deneyim idir (im kânsız, deneyim lenen ve deneyi oluşturan şeydir).
T an rı’nm ölüm ü, tanıdığım ız biçim iyle çağdaş deneyim e yol açm ış
olan “olay” değildi yalnızca: O nun iskeletinin büyük nervürlerini
sonsuzca çizer.
Bataille, bu ölüm ün hangi düşünm e im kânlarını açabileceğini
ve aynı zam anda düşünceyi hangi im kânsızlıklara dahil ettiğini
gayet iyi biliyordu. G erçekten de T an rı’nın ölüm ü, T an rı’nm par
çalanan varlığı ile onu öldüren jest arasındaki tuhaf bir dayanışm a
değilse nedir? Peki ama Tanrı yoksa eğer, T an rı’yı öldürm ek
ne dem ektir, olm ayan T an rı’yı öldürm ek ne dem ektir? Belki de
T anrı’yı hem olm adığı için hem de olm asın diye öldürm ek dem ek
tir: ve bu gülm edir. Bu varlığı sınırlandıran varlığın varlığını
aşmak için aynı zam anda da, bu sınırsız varlığın sildiği sınırlara
geri getirm ek için T an rı’yı öldürm ek (kurban etm e). T anrı’yı,
olduğu bu hiçliğe geri götürm ek için öldürm ek ve bir m evcudiyet
gibi onu ışıldatan b ir ışığın bağrında onun varlığını gösterm ek için
onu öldürm ek (vecddir bu). Sağır edici bir gecede dili kaybetm ek
için ve bu yaranın onu, “ sonsuz sessizlik içinde kaybolm uş engin
bir aleluya” fışkırana kadar kanatm ası gerektiği için (iletişim dir
bu) T anrı’yı öldürm ek. T an rı’nın ölüm ü bize sınırlı ve pozitif bir
dünyayı değil, sınırın deneyim i içinde çözüm e bağlanan, bu sınırı
ihlal eden aşırılık içinde oluşan ve bozulan b ir dünyayı geri verir.
Tek bir deneyim içinde birbirine bağlı olan cinsellik ile
T anrı’nın ölüm ünü keşfeden şey elbette aşırılıktır; dahası, adeta
“tüm kitapların en m ünasebetsizi” içinde, “Tanrı bir genelev kadı
nıdır” diye bize gösteren şey de aşırılıktır. Ve bu bakış içerisinde,
Tanrı düşüncesi ile cinsellik düşüncesi kuşkusuz Sade’dan beri
-a m a asla günüm üzde B ataille’da olduğu kadar ısrarlı ve güçlük
dolu d e ğ il- ortak bir biçim içinde birbirine bağlı bulunur. Ve cin
selliğe karşıt olarak erotizm e belirgin bir anlam verm ek gerekiyor
sa eğer bu kuşkusuz şu olur: Sınırın aşılm asını T an rı’nın ölüm üne
kendisi için bağlayan bir cinsellik deneyim i. “ M istisizm in söyleye
mediği şeyi (tam söyleyeceği anda becerem iyordu) erotizm söyler:
Tanrı, T a n rı’nın bayağı varlığın her anlam ında -d e h şe t anlam ında
olduğu kadar kirlenm işlik anlam ında d a -, sonuçta hiçlik anlam ında
aşılm ası değilse hiçbir şeydir...”2
B öylece cinselliğin derinliklerinde, hiçbir şeyin asla sınır
landırm adığı hareketinin derinliklerinde (çünkü o, kökeninden
beri ve tüm lüğü içinde, sürekli sınırla karşılaşm adır) ve B atı’nın
- “tüm sözcükleri aşan sözcüğü dile eklem enin bir bedeli” olduğu
nu ve onun sayesinde olası tüm dillerin sınırlarına yerleştiğim izi
açıkça fark e tm e d e n - çok uzun süreden beri sürdürdüğü Tanrı
üzerine bu söylem in derinliklerinde tekil bir deneyim belirir: İhlal
deneyim i. Belki bu deneyim de günün birinde bizim kültürüm üz
için, geçm işte çelişki deneyim inin diyalektik düşünce için oldu
ğu kadar önem li, onun kadar derinlerde kök salm ış görülecektir.
Fakat bunca dağınık işarete rağm en, dil, ihlalin kendi uzam ını ve
aydınlanm ış varlığını bulacağı dil neredeyse tüm üyle doğm ayı
beklem ektedir.
B ataille’da böyle bir dilin taşlaşm ış köklerini, vaatkâr külünü
bulm ak kuşkusuz m üm kündür.
2. Bataille (G.), L'Erotism e, 2. bölüm: Eıudes diverses, VII: Pr6face de “M adame Ed-
w arda” (Paris, Ed. de Minuit, 1957), Oeuvres complctes içinde, a.g.y., c. X, 1987, s.
262-263.
İhlal, sınırı ilgilendiren bir davranıştır; ihlalin geçişinin parıltısı,
belki de bütünlüğü içinde güzergâhı, hatta kökeni, burada, bu
çizgi inceliğinde kendini gösterir. İhlalin tüm uzam ı aştığı olabilir.
Sınırlar ve ihlal oyunu, basit bir inatçılık tarafından yönetiliyor
gibidir: İhlal bir çizgiyi aşar ve sürekli olarak yeniden aşm aya
başlar; bu çizgi, ihlalin ardında, pek az hatırası olan bir dalga
içinde anında kendi üzerine tekrar kapanır ve böylece aşılam az
olanın ufkuna kadar yeniden geri çekilm iş olur. A m a bu oyun bu
öğelerden daha fazlasını işin içine katar; onları bir belirsizlik içine,
hem en altüst olan kesinlikler içine yerleştirir; düşünce bu kesinlik
leri hızla kavram ak istedikçe güç durum a düşer.
Sınır ile ihlal, varlıklarının yoğunluğunu birbirlerine borçlu
durlar: K esinlikle aşılam ayacak olan bir sınırın nam evcudiyeti;
buna karşılık, bir yanılsam a ya da gölge sınırını aşan bir ihlalin
boşunalığı. A m a sınırın, bu sınırı m uzafferce kateden ve inkâr
eden jestin dışında gerçek bir varlığı var mıdır? Sınır, sonra ne
olacaktır, önce ne olabilirdi? İhlal, sınırı aştığı anda zam anın bu
noktasından başka hiçbir yerde olam ayan için olduğu her şeyi
tüketm iş olm az m ı? O ysa bu nokta, bu noktanın dışında var olm a
yan, am a oldukları şeyi de tüm üyle onun içinde değiş tokuş eden
varlıkların bu tuh af kesişm esi, aynı zam anda onu her yandan aşan
şey de değil m idir? O, dışladığı şeyi yücelterek işler; sınır, şiddetli
bir şekilde, sınırsıza doğru açılır, inkâr ettiği içerik tarafından
aniden alınıp götürülm üş olur ve ta yüreğine kadar onu istila
eden bu tuhaf tüm lük tarafından gerçekleştirilir. İhlal sınırı kendi
varlığının sınırına kadar taşır; sınırı, gerçekleşm ek üzere olan yok
oluşunda uyanm aya, dışladığı şey içinde kendini yeniden bulm aya
(daha doğrusu, belki de ilk kez kendini orada tanım aya), kendi
kayboluş hareketi içinde pozitif hakikatini hissetm eye yöneltir.
Yine de bu katışıksız şiddet hareketi içinde ihlal, kendisini zincire
vuran şeye, sınıra ve sınırda kapalı tutulan şeye değilse, nereye
doğru zincirlerinden boşanm aktadır? Kendi şiddetli eylem iyle
katettiği ve sildiği çizgide tıkam aya yazgılı olduğu şeye değilse,
nereye zorla dalm aktadır, varlığının özgür doluluğunu hangi boş
luğa borçludur?
İhlalin sınırla ilişkisi, siyahın beyazla ilişkisi, yasağın serbestle
ilişkisi, dışın içle, dışlananın konutun korunaklı uzam ıyla ilişkisi
gibi değildir. İhlal sınıra, daha ziyade, burgusal bir ilişkiyle bağlı
dır; dolayısıyla hiçbir basit zorla girm e ihlalin sonuna kadar gide
mez. Belki de gecenin karanlığında şim şek gibi bir şeydir; yadsıdı
ğı şeye zam anın derinliklerinden yoğun ve karanlık bir varlık verir,
onu içerden ve tepeden tırnağa aydınlatır, canlı aydınlığını, yırtıcı
ve dikilm iş tekilliğini yine de ona borçludur, kendi hüküm ranlığıy
la im zaladığı ve nihayet sustuğu bu uzam da, karanlık olana bir ad
verm iş olarak kaybolur.
Bu kadar katışıksız ve karm aşık bu varlığı düşünm eye çalışm ak,
ondan hareketle ve onun çizdiği uzam içinde düşünm ek için etikle
olan m uğlak yakınlıklarından kurtarm ak gerekir. Skandal yaratıcı
ya da alt üst edici olandan onu kurtarm ak, yani negatifin gücüyle
harekete geçen şeyden kurtarm ak gerekir. İhlal bir şeyin karşısına
başka bir şeyi çıkarm az, alaycılık oyununa kaym az, tem ellerin
sağlam lığım yıkm aya çalışm az; görünm ez ve aşılm az çizginin
ötesindeki aynanın öteki yüzünü ışıldatm az. Çünkü, tam olarak
ihlal, bölünm üş bir dünyadaki (etik bir dünyadaki) şiddet olm a
dığı gibi, sildiği sınırlar üzerindeki (diyalektik ya da devrim ci bir
dünyada) zafer de değildir; sınırın yüreğinde, sınıra açılan ölçüsüz
m esafeyi ölçer ve sınırı var kılan parıltılı çizgiyi çizer. İhlalde
negatif olan hiçbir şey yoktur. İhlal sınırlı varlığı olum lar, onu ilk
kez varoluşa açarak, içinde sıçradığı bu sınırsızlığı olum lar. Ama
bu olum lam ada pozitif hiçbir şeyin olm adığı söylenebilir: H içbir
içerik bu olum lam ayı bağlayam az, çünkü, tanım ı gereği, hiçbir
sınır onu engelleyem ez. Belki de o bölünm enin olum lanm asından
başka bir şey değildir. Belki de kopm a hareketini ya da bir ayrılığın
kurum laşm asını ya da bir m esafenin ölçüsünü hatırlatan her şeyi bu
sözcükten çekip çıkarm ak, sözcüğü hafifletm ek ve onda yalnızca
farklılığın varlığını belirtebilecek olan şeyi bırakm ak gerekir.
Belki de çağdaş felsefe pozitif olm ayan bir olum lam anın olabi
lirliğini keşfederek, tek eşdeğeri K ant’ın nihil negativum ile nihil
privativum arasında yaptığı ayrım da -b u ayrım ın eleştirel düşün
cenin yolunu açtığı bilinm ektedir- bulunan bir m esafelendirm eyi
başlatm ıştı.’ Pozitif olm ayan bu olum lam a felsefesi, yani sınırın
sınanm ası felsefesi, sanıyorum , B lanchot’nun karşı gelm e ilkesi
olarak tanım ladığı şeydir. B urada genelleşm iş bir inkâr değil, hiç
bir şeyi olum lam ayan bir olum lam a söz konusudur: Tam da geçiş
lilikteki kopuştur bu. Karşı gelm e, varoluşları ya da değerleri inkâr
etm ek için düşüncenin gösterdiği çaba değildir. B unların her birini
kendi sınırlarına ve buradan yola çıkarak ontolojik kararın gerçek
leştiği S ınır’a taşıyan tavırdır: Karşı gelm ek, varlığın sınırına vardı
ğı ve sınırın varlığı tanım ladığı boş yüreğe kadar gitm ektir. Orada,
ihlal edilm iş sınırda karşı gelm enin “evet”i çınlar ve N ietzsche’nin
eşeğinin A -İ’sini yankısız bırakır.
B ataille’ın eserinin tüm dolam baç ve geri dönüşlerinde katet-
m ek istediği deneyim ; “dur durak dinlem eden her şeyi tartışm a
konusu etm e (söz konusu etm e)” ve “dolayım sız varlık”ı, bulun
duğu yerde, yani kendinin en yakınında belirtm e gücüne sahip
deneyim böyle belirir. “H er şeyi inkâr eden” dem onyak figürden
B ataille’a daha yabancı bir şey olam az. İhlal, parıltılı ve her zam an
olum lanan bir dünyaya; gölgesiz, alacakaranlıksız bir dünyaya,
m eyveleri ısıran ve onların yüreğine kendi çelişenlerini yerleşti
ren bir dünyaya açılır. İhlal, şeytansı yadsım anın güneşsi tersidir;
tanrısalla bağlantılıdır, daha doğrusu, kutsalın belirttiği bu sınırdan
yola çıkarak, tanrısalın kendini gösterdiği uzamı açar. Sınırın var
lığı konusunda kendini sorgulayan b ir felsefenin böyle bir kategori
bulm ası; bu elbette bizim yolum uzun bir geri dönüş yolu olduğu ve
her gün daha da Yunanlı olduğum uz konusundaki sayısız işaretten
biridir. Dahası, bu geri dönüşü bir anayurda dönüş vaadi olarak,
tüm karşıtlıkların doğacağı, yani bizim için çözüm e bağlanacağı
ilk toprağın vaadi olarak da düşünm em ek gerekir. Tanrısalın dene
yim ini düşüncenin yüreğine yeniden yerleştiren felsefe, pozitivitesi
olm ayan bir kökeni ve negatifin sabrını bilm ezden gelen bir açık
lığı sorguladığını N ietzsche’den beri iyi bilm ektedir ya da iyi bil
mek zorundadır. H içbir diyalektik hareket, deneyim lerin kurulm ası
3. Kant (E.), Versuch den Begrijf'der negatireıı Grössen in die W eltweiskeit einıuführen,
Königsberg, Johann Jacob K anter, 1763 (Essai pour introduire en philosoplıie le concept
de grandeur negative, çev.: R. Kemf. Birinci bölüm: Explication du concept de grandeur
nâgative en general, Paris, Vein, 1980, s. 19-20).
ve bu kurulm anın transandantal tem ellerinin hiçbir analizi böyle
bir deneyim i düşünm eye, hatta böyle bir deneyim e giriş yapm a
ya yardım cı olam az. Sınırın ve ihlalin anlık oyunu, günüm üzde,
N ietzsche’nin eserinin daha en başında bizi m ecbur kıldığı bir
“başlangıç” düşüncesinin -m u tlak anlam da ve aynı hareket içinde,
bir Eleştiri ve bir O ntoloji, sonluluğu ve v arlık ’ı düşünecek bir
d ü şü ncenin- tem el sınanm ası olur mu?
Bugüne kadar her şeyin bizden uzak tuttuğu, am a bunu sanki bizi
onun geri dönüşüne kadar götürm ek ister gibi davranarak yaptığı bu
düşünce, hangi im kânla bize geri gelm ektedir, onun ısrarı bizim için
hangi im kânsızlığa bağlıdır? K ant’ın, m etafizik söylem ile aklım ı
zın sınırları üzerine düşünm eyi hâlâ oldukça m uam m alı bir kipte
eklem lendirdiği gün Batı felsefesinde gerçekleştirdiği açılım dan bu
düşüncenin bize geldiği kuşkusuz söylenebilir. Böyle bir açılımı
sonunda K ant’ın kendisi tüm eleştirel sorgulam asının gönderm e
yaptığı antropolojik sorunun içinde kapatm ıştır ve bunun daha sonra
m etafiziğe tanınm ış ucu açık bir ek süre olarak anlaşıldığına kuşku
yoktur, çünkü diyalektik, varlığın ve sınırın sorgulanm asının yerine
çelişki ve bütün oyununu ikâme etmiştir. D iyalektik ile antropoloji
nin iç içe geçtiği uykudan bizi uyandırm ak için, trajedi ve Dionysos,
T anrı’nın ölüm ü, filozofun çekici, güvercin adım ıyla yaklaşan
üstinsan ve Ebedi Tekerrür gibi Nietzscheci figürler gerekti. Am a
söylem sel dil bu figürleri hazırda tutm ak ve onların içinde kendini
sürdürm ek söz konusu olduğunda, günüm üzde niçin bu kadar yok
sun kalm aktadır? N için bunlar karşısında sessizliğe ya da hemen
hemen sessizliğe indirgenm iştir ve adeta bu figürlerin sözcüklerini
bulm aya devam edebilm eleri için, B ataille’ın, B lanchot’nun ve
K lossow ski’nin içine yerleştiği ve düşüncenin zirvesi haline getir
dikleri dilin bu aşırı biçimlerine sözü bırakm aya zorlanm ıştır?
Bu deneyim lerin hüküm ranlığını kabul etm ek ve onları benim
sem eye çalışm ak günün birinde gerekecektir: H akikatlerini ortaya
çıkarm ak -b iz im için sınır dem ek olan bu sözler hakkında gülünç
id d ia - için değil, nihayet, bunlardan yola çıkarak kendi dilimizi
serbest bırakm ak için. K ültürüm üzde ayak direyeli ve kırılalı
yakında iki yüzyıl olacak söylem sel olm ayan bu dilin ne olduğu
nu; genellikle “erotik” diye adlandırdığım ız sahneler içinde kimi
zam an hareketsiz kalarak ve kendi zem inini bile kaybetm iş gözük
tüğü felsefi bir taşkınlık içinde aniden uçup giderek bizim için
hüküm ran olsa ve bize tepeden baksa da tam am lanm ış olm adığı
gibi kuşkusuz kendine hâkim de olm ayan bu dilin nereden geldiğini
bugün kendim ize sorm am ız yeterli olacaktır.
Felsefi söylem in ve resm etm enin S ade’ın eserindeki dağılım ı,
kuşkusuz karm aşık m im ari yasalara itaat eder. G österilen şeyle
kanıtlanan şeyin birbirine eklem lendiği, aklın düzeni ile hazla-
rın düzeninin birbirine zincirlendiği, söylem lerin hareketinde ve
bedenlerin takım lanm asında özellikle öznelerin yer aldığı dilin
uzam ını tanım lam ak için basit alm aşıklık, süreklilik ya da tem atik
kontrast kurallarının yetersiz kalm ası m uhtem eldir. Y alnızca şunu
söyleyelim ki bu uzam , söylem sel (hatta bir anlatı söz konusu oldu
ğunda bile), sarih (adlandırm adığı anda bile) ve sürekli (özellikle
bağ birinden ötekine geçtiğinde) bir dille tam am en örtülm üştür;
yine de bu dilin m utlak b ir öznesi yoktur, nihai olarak kimin
konuştuğunu hiçbir zam an keşfetm ez ve Justine’in ilk m acera
sıyla birlikte “felsefenin zaferi”nin duyurulm asından başlayarak
Juliette’in kem iklerinin bile kalm ayarak ezeliyete geçişine kadar
sözü sürdürm eye devam eder. Buna karşılık, B ataille’ın dili kendi
uzam ının m erkezinde hiç durm aksızın çöker, vecdin ataleti içinde,
kolunu uzatarak onu tutm ayı denem iş olan ve sanki onun tarafından
fırlatılm ış gibi, artık söyleyem eyeceği şeyin kum u üzerinde bitkin
yatan ısrarlı ve görünür özneyi çıplaklığıyla başbaşa bırakır.
A celeci bir şekilde “erotizm in felsefesi” olarak adlandırılan
am a K an t’tan ve S ad e’dan bu yana kültürüm üz için tem el olan bir
deneyim i -b ir sonluluk ve varlık deneyim i, sınır ve ihlal deneyi
m i- içinde bulm am ız gereken bu düşünce tüm bu farklı figürlerde
nasıl mümkün olur? Bu düşüncenin kendine özgü uzam ı hangisidir
ve hangi dili kendine edinebilir? K uşkusuz ki onun m odeli, temeli,
hatta sözcük haznesi, bugüne kadar tanım lanm ış hiçbir düşünce
biçim inde, önceden telaffuz edilm iş hiçbir söylem de yer almaz.
Ç elişki için diyalektik neyse, ihlal eden için de aynı şey olacak bir
dili bulm ak gereğini -a n a lo ji y o lu y la - dile getirm ek büyük bir yar
dım olur m uydu? Bu deneyim den söz etm ek ve bu deneyim i, kendi
dilinin yok oluşunun açtığı çukur içinde, özellikle sözcüklerin
eksik olduğu yerde, konuşan öznenin yok olup gittiği yerde, seyirin
allak bullak olm uş göze fırlatıldığı yerde konuşturm ak elbette daha
iyidir. B ataille’ın ölüm ünün onun dilini yerleştirdiği yerde. Bu
ölüm ün bizi onun m etinlerinin katışıksız bir ihlaline gönderdiği şu
anda, sınır düşüncesi için bir dil bulm a yönündeki her teşebbüsten
bizi bu m etinlerin koruduğu şu anda. Belki çoktan harabeye dön
müş bu projeye barınak olsun diye bu metinler.
Böylece, bu kaya gibi dil; kopm anın, sarplığın, kırık dökük profi
lin esas olduğu, sınırları belirlenem ez bu dil, kendine gönderm ede
bulunan değirmi bir dildir ve kendi sınırlarının sorgulanm ası üzerine
katlanır -sanki geldiği boşluğa işaret eden ve aydınlattığı ve değdiği
her şeyi kaçınılm az olarak oraya gönderen, tuhaf bir ışığın fışkır
dığı küçük bir gece küresinden başka bir şey değilm iş gibi. G öz’e
Bataille’ın atfettiği bu inatçı prestiji veren şey belki de bu tuhaf
konfigürasyondur. İlk romandan Les Larm es d ’E ros'a [Eros’un
Gözyaşları] kadar eserinin bir ucundan öteki ucuna, göz iç deneyi
min figürü olarak önem taşır: “İç sıkıntısının göbeğindeyken tuhaf
bir saçmalığı yavaş yavaş talep ettiğim de, kafatasım ın tepesinde,
ortasında bir göz açılır.”8 Çünkü göz, kendi gecesi üstüne kapanmış
bu küçük beyaz küre, yalnızca bakışın aştığı bir sınırın çemberini
çizer. Ve onun içsel karanlığı, loş çekirdeği, dünyanın üzerine,
7. Bataille G ,,L es Larmes d'E ros (Jean-Jacques Pauvert, 1961), O eınres com pletes için
de a.g.e., c. x, 1987, s. 573-627.
8. Bataille (G.), Le Bleu du ciel, L' experience interieure içinde, Üçüncü Bölüm: “An-
tecedents du supplice on la com edie”, a.g.e., s. 101.
gören, yani aydınlatan bir kaynak olarak açılır; fakat, aynı zam an
da, dünyanın tüm ışığını gözbebeğinin küçük kara lekesi üzerinde
topladığı ve orada, onu bir im genin aydınlık gecesine dönüştürdüğü
de söylenebilir. O, ayna ve lambadır; ışığım kendi etrafına saçar ve
belki de çelişik olm ayan bir hareketle, bu aynı ışığı kendi kuyusunun
şeffaflığı içine iter. Küresi, harikulade bir tohum genişliğindedir -
tıpkı olduğu ve olm aya son verdiği bu gece ve aşırı ışık m erkezine
doğru kendi üzerinde patlayan bir yum urtanın küresi gibi. O, kendi
sınırının ihlalinden başka bir şey olmayan varlığın figürüdür.
Bir yansım a felsefesinde göz, hiç durm aksızın kendine daha
içsel olm a gücünü kendi bakm a yetisinde bulur. G ören her gözün
ardında daha ince, pek belli belirsiz bir göz vardır, am a bu öyle
çeviktir ki, doğrusu, her şeye kadir bakışı teninin beyaz küresini
kem irir; ve bu gözün ardında bir yenisi vardır; gitgide daha ince
likli olan ve bir süre sonra, töz olarak yalnızca bir bakışın katışıksız
şeffaflığına sahip olacak olan daha başka gözler de vardır. Göz,
m addesiz olarak bir m erkez kazanır; hakikatin ele gelm ez biçimleri
buradan doğar ve birbirine bağlanır: H üküm ran özne, şeylerin bu
yüreğidir. B ataille’da hareket tersidir: G özün küresel sınırını aşan
bakış, kendi anlık varlığı içinde gözü oluşturur; onu bu ışıklı ışıl
dam ası içine sürükler (dökülen kaynak, akan gözyaşları, bir süre
sonra kan), onu kendi dışına fırlatır, ona sınırı geçirtir, orada, göz
varlığını derhal yok edecek kadar güçlü fışkırır ve ellerin arasında,
küresel kütlesi tüm bakışı söndürm üş olan, yuvasından çıkm ış bir
gözün dam arlı, küçük beyaz yuvarından başka bir şey kalm az. Bu
bakışın gizlice dokunduğu yerde ise kafatasının oyuğu, bir gece
küresi kalm ıştır yalnızca; bu kürenin önünde, oyulm uş göz, yuva
rını yeniden kapatarak onu bakıştan yoksun bırakır, am a bununla
birlikte, şim di ölü bakışı hapseden yok edilem ez çekirdeğin seyrini
de bu yokluğa sunar. Şiddetin ve oyup çıkarm anın bu m esafesin
de, göz m utlak olarak görünür, am a her türlü bakışın dışındadır:
Felsefe yapan özne, kendinin dışına atılm ıştır, sınırlarına kadar
kovalanm ıştır; ve felsefi dilin hüküm ranlığı, bu m esafenin dibin
den, yuvasından çıkarılm ış öznenin bıraktığı ölçüsüz boşluğun
içinden konuşan şeydir.
A m a belki de göz yerinden çıkarıldığında, kafatasının gecesel
ve yıldızlı içine doğru döndüren hareketle döndüğünde, kör ve
beyaz içini gösterdiğinde, kendi oyununda en tem el olan şeyi yeri
ne getirir: Beyazlığını gösteren hareketin içinde güne kapanır (bu
tam da aydınlığın im gesidir, yüzey yansısıdır, fakat yine buradan
yola çıkarak, ne onunla iletişim e geçebilir ne de onu iletişim e soka
bilir); ve gözbebeğinin değirm i gecesini, bir şim şek gibi aydınlat
tığı, gece gibi görünür kıldığı m erkezi karanlığa yöneltir. Dönm üş
yuvar, hem en kapalı hem de en açık olandır: K üresini etrafında
döndürerek, dolayısıyla aynı yerde ve aynı olarak kalarak günü ve
geceyi altüst eder, bunların sınırını aşar, am a bunu aynı hat üze
rinde ve tersinden sınırı tekrar bulm ak için yapar; ve gözbebeğinin
açıldığı yerde bir an için görünen beyaz yarım küre, gözün, kendi
bakışını aştığındaki - h e r bakış ihlalinin tanım landığı gün üzerine
bu açılm anın ihlal ettiğ in d ek i- varlığı gibidir. “İnsan gözlerini
hüküm ran olarak kapayam ıyorsa, sonunda bakılm aya değer olan
şeyi görem ez hale gelir.”9
Ama, bakılm aya değer olan şey, herhangi bir iç sır değildir;
daha gecesel olan herhangi bir dünya değildir. Bakışın yerinden
koparılm ış olan, kendi gözyuvarına doğru dönm üş olan göz,
şimdi artık kendi ışığını ancak kem iğin m ağarasına doğru akıtır.
G özyuvarının dönm esi, “küçük ölüm ”ü değil, deneyim ini bulun
duğu yerde, dengesini bozan bu fışkırm anın olduğu yerde yaptığı
ölüm ü ele verir. Ölüm, göz için, ufkun her zam an yükselen çizgisi
değildir, olası tüm bakışlarının boşluğunda onun yerleştiği yerdir,
ihlal etm eye devam ettiği sınırdır, öte tarafa sıçram asını sağlayan
vecd hareketi içinde onu m utlak sınır olarak ortaya çıkaran şeydir.
Dönm üş göz, sınır ve varlık oyununu oynadığı anda, dilin ölüm
le ilişkisini keşfeder. Belki de gözün prestijinin nedeni, tam da
bu oyuna bir dil verm e imkânını yaratm ış olm asıdır. B ataille’ın
anlatılarının üzerinde durduğu büyük sahneler, dönm üş gözlerin
beyaz sınırlarını ortaya koydukları, devasa ve boş gözyuvarlarına
doğru devrildikleri bu erotik ölüm lerin gösterisi değilse nedir ki?
Bu hareket, Le Bleu du cieT de [Göğün M avisi] tuhaf bir kesinlikle
9. Bataille (G.), La Litterature et le Mal. B audelaire (1957).
belirtilm iştir: K asım ın ilk günlerinden birinde, A lm an m ezarlıkları
nın toprağını m um lar ve ölgün lam balar yıldız yıldız donattığında,
anlatıcı m ezar taşlarının arasında D orothea ile yatar; ölülerin orta
sında sevişirken, etrafındaki toprağı aydınlık bir gecenin gökyüzü
gibi görür. Ve üzerindeki gökyüzü, zevk dört tensel yuvarı devi
rirken dönen bakışlarıyla, kocam an ve oyuk bir gözyuvarı olur,
kendi öm rünün vadesini gördüğü bir ölü kafası olur: “D orothea’nin
bedeninin altındaki toprak bir m ezar gibi açılm ıştı, D orothea’nın
çıplak göbeği de bana taze bir m ezar gibi açıktı. Yıldızlı bir m ezar
lığın üstünde sevişirken kendim izden geçm iştik. Işıkların her biri
bir mezarın içindeki bir iskeleti belirtiyordu; böylece bu ışıklar
birbirine karışm ış bedenlerim izin hareketleri kadar karışık, titrek
bir gökyüzü oluşturuyorlardı... D orothea’nın kopçalarını çözdüm
ve göğsünü parm aklarım a yapışm ış olan taze toprağa buladım ...
Bedenlerim iz, birbirine çarpan iki sıra diş gibi titriyordu.” 10
Fakat bir düşüncenin yüreğinde böyle bir figürün varlığı ne
anlam taşıyabilir? B ataille’ın art arda içsel deneyim , m üm kün ola
nın uç noktası, kom ik işlem ya da yalnızca m editasyon olarak adlan
dırdığı şeyin toplandığı bu ısrarlı göz ne anlam a gelir? D escartes’ta,
bakışın açık algısının ya da acies m entis adını verdiği ruhun bu kes
kin ucunun m etaforik olm asından daha fazla bir m etafor değildir
bu. D oğrusu, B ataille’da dönm üş göz, onun dilinde hiçbir anlam a
gelm ez; bunun tek nedeni, dilin sınırını belirliyor olm asıdır. Kendi
sınırlarına varmış olan dilin kendi dışına taştığı, kahkaha, gözyaşı,
vecdden alt üst olm uş gözler, kurban etm enin sessiz ve yuvarından
çıkm ış dehşeti içinde patladığı ve kendine karşı çıktığı ve böylece,
hüküm ran bir öznenin yokluğunun kendi tem el boşluğunu belirtti
ği ve söylem in birliğini aralıksız parçaladığı ikincil bir dil içinde
kendinden söz ederek bu boşluğun sınırında kaldığı anı belirtir.
Ç ekirdeksizleşm iş ya da tersine dönm üş göz B ataille’ın felsefi
dilinin uzam ıdır, onun yayıldığı ve kaybolduğu, am a konuşm aya
devam ettiği boşluk -b ira z da, m istiklerin ya da tinselcilerin içsel,
yarı saydam ve m eczup gözlerinin, duanın gizli dilinin, bu dili sus
10. Bataille (G.), Le Bleu du d e l (Paris, Jean-Jacques Pauvert, 1957) Cteuvres completes
içinde, a.g.e., c. III, 1 971, s. 481-482.
turan harikulade bir iletişim içinde kendini belirlediği ve boğuldu
ğu noktayı belirlem esi gibi. Aynı şekilde, am a tersine dönm üş bir
kiplikte, B ataille’ın gözü, dilin ve ölüm ün aidiyet uzam ını belirtir,
dilin, kendi sınırlarının aşılm ası içinde kendi varlığım keşfettiği
yeri: Felsefenin diyalektik olm ayan bir dilinin biçimi.
B ataille’ın konuştuğu yerin ve kırık dilinin kendi kesintisiz barı
nağını bulduğu yerin temel figürü olan bu gözün içinde, T a n n ’nın
ölüm ü (yer değiştiren güneş ve dünyanın üzerine kapanan büyük
gözkapağı), sonluluk sınam ası (ölüm ün içinde fışkırm a, için boş
kafatası olduğunu, merkezi yokluk olduğunu keşfederek sönen
ışığın bükülm esi) ve dilin, ortadan çekildiği anda kendi üstüne geri
dönüşü, her söylem den önce gelen bir bağ bulur; bunun eşdeğeri
ise, başka felsefelerin de aşina olduğu, bakış ile hakikat arasındaki
ya da tefekkür ile m utlak arasındaki bağdadır. Ekseni etrafında
dönerken sonsuza dek kendini örten bu gözün açığa çıkardığı şey,
sınırın varlığıdır: “G özleri açm a istencinde, olanı, m eydana geleni
karşıdan görm e istencindeki şiddetli ve şahane olanı asla unuta
m am .”
Belki de, tüm geceye doğru götüren hareketin içinde, ihlal
deneyim i, sonluluğun varlıkla bu ilişkisini, K ant’tan bu yana ant
ropolojik düşüncenin, diyalektik dili içerisinde, ancak uzaktan ve
dışardan belirttiği, sınırın bu m om entini gün ışığına çıkarır.
(c. 1, s. 233-250)
13. Balaille (G.), Histoire de l ’oeil: sous le soleil de Seville (yeni versiyon), Ct’uvres
completes içinde, a.g.e., c. I, 1970, Appendice, s. 598.
Sonsuza giden dil
72
A m a, bu dil arm ağanını olum layan O dysseia, O dysseus’un yurda
dönüş öyküsünü geriye dönüşlerle anlatır: Ö lüm O dysseus’u her
tehdit ettiğinde, ölüm ü bertaraf etm ek için konuşm aya başladığı
anda gözdağı veren bir jest ya da yeni bir tehlike biçim inde geri
gelen bu her an gerçekleşebilecek tehdidi durdurm ayı tam olarak
nasıl (hangi dolap ve entrikalarla) başardığını tekrar tekrar anlatır.
Phaiaklar arasında bir yabancı olarak, kendi tarihinin artık bin yaşı
na girm iş öyküsünü başkasının sesinden işittiği zam an O dysseus
kendi ölüm üne kulak veriyor gibidir: Y üzünü kapatır ve bir çarpış
m adan sonra önüne kahram anın cesedi getirilen kadın gibi ağlar.
Onun ölüm ünü ilan eden, yeni O dysseia içinde eski bir zam andan
geliyorm uşçasına derinlerden doğan bu söze karşı O dysseus, kendi
kim liğinin şarkısını söylem eli, dil öncesi bir dilin kendisine getirdi
ği yazgıdan kaçm ak için talihsizliklerinden söz etm elidir. O dysseus
bu kurm aca sözü, hem teyit ederek hem de savuşturarak, öykünün
doğal alanını bulduğu, ölüm ün yanında, am a ona karşı duran bu
uzam da sürdürür. T anrılar ölüm lülerin başına felaket getirirler ki
ölüm lüler felaketlerden söz edebilsin; am a ölüm lüler felaketleri
hiçbir zam an gerçekleşm esinler, bu gerçekleşm e o susm ak bilm ez
sözcüklerin uzaklığında, artık bir sona erecekleri yerde, gözden
kaybolsun diye anlatırlar. Sınırsız talihsizlik, tanrıların bu çın çın
öten arm ağanı, dilin başladığı noktaya işaret eder; am a ölüm ün
sınırı, dilin önünde ya da daha doğrusu dilin içerisinde sonsuz
bir uzam ın kapılarını açar. Ö lüm ün her an gelm e tehdidi karşı
sında dil aşırı bir aceleyle yoluna devam eder, am a aynı zam anda
yeniden başlar, kendini anlatır, öykünün öyküsünü ve bu iç içe
geçişin asla bitm eyebileceğini keşfeder. Ö lüm e doğru yol alırken
yansır; aynaya benzeyen bir şeyle karşılaşır; kendini durduracak
olan bu ölüm ü durdurm ak için yalnızca tek bir güce sahiptir;
sınırsız bir ayna oyununda kendi im gesini doğurm ak. Başladığı
noktaya (ölüm e) geri dönm ek, am a bu ölçüde ölüm den kurtulm ak
üzere yola çıktığı aynanın derinliklerinden bir başka dil algılanır:
G erçek dilin im gesidir bu, am a onun küçük, içsel, gücül bir m ode
li; O dysseia’dan önce, O dysseus’un kendisinden de önce (çünkü
O dysseus şarkıyı işitir) onun öyküsünü anlatan ozanın şarkısıdır,
am a ozan O dysseus’un ölüm ünden sonra da sonsuza kadar onun
şarkısını söyleyecektir (çünkü ozan için O dysseus ölm üş gibidir);
yaşayan O dysseus bu şarkıyı, bir kadın öldürülen kocasını nasıl
karşılarsa öyle karşılar.
B elki de sözde, ölüm , sonsuz gayret ve dilin kendi kendim tem
sil etm esi arasında asli bir yakınlık vardır. Ö lüm ün kara duvarına
karşı dikilm iş sonsuza açdan ayna figürü, iz bırakm adan geçm eyi
reddettiği andan başlayarak belki de her dil için asli önem taşır.
Dilin sonsuza dek sürm e iddiası yalnızca yazının bulunm asıyla
başlam am ıştır, am a dilin bir gün gelip görülebilir ve kalıcı göster
gelerle kendine bir cisim edinm eye karar verm esi de ölüm den duy
duğu korkudan değildir. D aha çok, yazının bulunm asından bir süre
önce, yazının akıp gidebileceği ve kendisini kurabileceği uzamı
açacak bir değişiklik olm ası gerekm iştir, bizim için en özgün
biçim iyle H om eros’un sim gelediği, dilin en belirleyici ontolojik
özelliklerinden birini biçim lendiren bir değişiklik: Dilin ölüm
aynasında yansım ası ve bu yansım adan, sözün kendi im gesinin
sınırsız verim ini keşfedip, kendisini sonsuza kadar kendi ötesinde
zaten varm ış, kendi ötesinde zaten etkinm iş gibi sunabildiği fiili
bir uzam inşa etm esidir bu. B ir dil yapıtının olabilirliği, ilk katlan
masını bu kopyalam ada bulur. Bu anlam da ölüm , kuşkusuz, dilin
arazlarının en asli olanıdır (onun sınırı ve m erkezidir). İnsanın
ölüm ü kavrayıp hapsetm ek için ölüm e doğru ve ölüm e karşı
konuşm aya başladığı gün bir şey doğdu: B ugünkü dilim izin yer
aldığı ve saklandığı, fantastik bir çoğalm a ve yoğunlaşm aya göre
sonsuzca yeniden başlayan ve kendine anlatan ve kendini teksir
eden bir mırıldanm a.
(Pek zorunlu olm ayan bir varsayım: alfabetik yazı kendi içinde
zaten bir kopyalam a biçim idir, çünkü gösterileni değil, onu göste
ren fonetik öğeleri tem sil eder. Bunun tersine ideogram , bir başka
temsil biçimi olan bir fonetik sistem den bağım sız olarak, doğrudan
gösterileni temsil eder. Batı kültüründe yazı daha ilk baştan, kendi
kendini temsil etm e ve tekrarın oluşturduğu fiili uzam a yerleşm e
olacaktır; yazı bir şeye değil de söze gönderm e yaptığından bir dil
yapıtı aynanın elle tutulm az yoğunluğunda daha derinlere doğru
ilerletebilir ancak, yazı olan bu tekrarı tekrarlatır, böylece m üm kün
ya da im kânsız bir sonsuzluğu keşfettirir, durm aksızın sözün peşin
de koşturtur, onu ancak m ahkûm eden ölüm ün ötesinde m uhafaza
ettirebilir ve bir mırıltı dalgasını özgürleştirtebilir. Y inelenen sözün
yazı içindeki bu m evcudiyeti, yadsınam az bir şekilde, dil yapıtı
dediğim iz şeye ontolojik bir statü sağlar; yazm a edim inin, zam ana
inatla direnen asıl ve görülebilir bedeniyle şeyin kendisini göster
diği kültürlerin tanım adığı bir statü.
Borges ölüm e m ahkûm edilen bir yazarın öyküsünü anlatır;
Tanrı tam kurşuna dizilm e anında, başladığı yapıtı tam am lam ası
için ona bir yıl daha bahşetm iştir. Yaşam ile ölüm arasında askıya
alınm ış yapıt, her şeyin zorunlu olarak yinelendiği bir dramdır:
Ö ykünün sonu (hâlâ yazılacaktır) sözcüğü sözcüğüne başlangıcın
(çoktan yazılm ıştır) aynısıdır; am a öykü öyle gelişir ki, tanıdığım ız
ve ilk sahnelerden beri sözü edilen ana karakterin sonunda kendisi
değil de kendini onun yerine koyan bir başkası olduğu anlaşılır. Ve
yakınlaşan ölüm sırasında, bir yağm ur dam lası m ahkûm adamın
yüzünden hızla kayarken, son sigarasının dum anı yitip giderken
geçip giden yıl boyunca H ladik yazm ayı sürdürür; hiç kim senin,
T an rı’nın bile okuyam ayacağı sözcüklerle yinelenm enin, kendisi
ni bölen ve kendi aynası durum una gelen dilin büyük, görünm ez
labirentini yazar. Son sıfat (dram yeniden başladığından bu yana
ilk söz) bulunduğunda, bir andan da kısa bir süre önce açılan bir
yaylım ateşi adam ın sessizliğini tam yüreğinden vurur.
Dildeki bu kendi kendini tem sil olgusundan başlayan bir edebi
yat antolojisi hazırlam ak ya da en azından uzaktan taslağını çizm ek
m üm kün mü acaba? G örünüşte kurnazlık ya da eğlence düzeyin
de olan böylesi figürler, dilin ölüm le -d ilin seslendiği ve karşı
durduğu bu sın ırla - kurduğu ilişkiyi gizlem ekte, yani ona ihanet
etm ektedir. Batı edebiyatında görülen, dilin katlanm a biçim lerinin
tüm ünün genel bir çözüm lem esiyle işe başlam ak gerekecektir.
K uşkusuz bu biçim ler sınırlı sayıdadır ve tüm ünün listesini çıkar
mak m üm kün olm alıdır. Çoğu kez aşırıya kaçan ihtiyatları, bazen
gizlenm iş olm aları, talih ya da dikkatsizlik gibi görünen şeylerle
suyüzüne çıkm aları bizi yanıltm am alı; daha doğrusu onlarda tam
da yanılsam a gücünün kendisini, dilin (tek telli bir enstrüm an)
b ir yapıt olarak ayakta durm a olanağını görm eliyiz. G izlenm iş de
olsa dilin katlanm ası; dili bir yapıt olarak var eden budur; bura
dan ortaya çıkabilecek göstergeler de ontolojik göstergeler olarak
okunm alıdır.
Bu göstergeler çoğu kez algılanam azlar, gereksizliğin sıngında
dırlar. Kendilerini birer kusur, bir yapıtın yüzeyindeki önem siz yır
tıklar olarak sunm ayı becerirler; adeta bu yüzeyde bitm ez tükenmez
derinliklere açılan gayri iradi bir kapı vardır ve eser bu derinlikler
den bize kadar ulaşır. R a h ib e'deki bir episodu anım sıyorum ; orada,
Suzanne mektup arkadaşına bir m ektubun tarihini (nasıl yazıldığını,
gizlendiği yeri, çalınm a girişimini ve nihayet bir dost tarafından
m uhafaza edilip yerine ulaştırılm asını) açıklar; tam da, o sırada yaz
dığı, bunları anlattığı m ektubun tarihini. K uşkusuz bu, D iderot’nun
konudan saptığının kanıtıdır; am a daha da önem lisi, dilin kendisin
den söz ettiğinin, m ektubun m ektup değil, aslında aynı gerçeklik
sistemi içerisinde onu ikiye katlayan dil olduğunun bir işaretidir
(çünkü aynı zam anda konuşurlar, aynı sözcükleri kullanırlar ve
tıpatıp aynı bedeni paylaşırlar; dil bu mektubun kanı canıdır). Gene
de aslında dil ortada yoktur; am a bu, bir yazara atfettiğim iz egem en
likten kaynaklanm az; dil, kendi kendisinin bir imgesine dönüştüğü,
bir aynadaki katlanm asıyla ölüm sınırını aştığı fiili uzam ı katederek
kendisini yok kılar. D iderot’nun “falso”su yazarın fazla zorlayıcı
m üdahalesinden kaynaklanm az, dilin kendi kendini tem sil sistemine
açılmasından ileri gelir: R ahibe'âekı m ektup yalnızca bir m ektu
bun benzeridir; onun algılanam az bir biçim de yeri değiştirilm iş eşi
olması dışında (bu yer değiştirm e ancak dilin dokusundaki bir yırtık
nedeniyle görülebilir) her aynntıda ona benzem ektedir. Bu sürç
m ede, (ki sözcüğün tam anlam ıyla bir sürçm edir bu) B inbir Gece
M asalları’nda rastlanana çok benzer, am a onun tam tersi bir figüre
rastlarız; burada Şehrazat’m aktardığı bir öykü onun neden binbir
gece m ecbur bırakıldığını anlatır, vb. A yna yapısı burada belirtik bir
biçim de verilmiştir: Yapıt, kendisinin tam ortasında, kendi m inya
türüym üşçesine ve onca geçm iş harika, onca geçm iş gece arasında
kendisini de anlattığı için kendinden önce gelerek, üzerinde görün
düğü büyük bir ayna \psyche\*(kurm aca bir uzam , gerçek bir ruh)
tutar. Ve başka gecelere benzeyen bu özel gecede, eserin yalnızca
önem siz bir yırtık oluşturduğu uzam a benzer bir uzam açılır ve aynı
gökyüzündeki aynı yıldızlan görünür kılar. Fazladan bir gece bulun
duğunu, bin tanesinin yeteceği söylenebilirdi; tersinden, R ahibe'de
bir m ektubun (kendi macerasını anlatm asına gerek kalm ayacak
şekilde m ektubun tarihini anlatacak bir m ektubun) eksik olduğunu
söyleyebilirdik. A slında aynı boyut içinde, birinde eksik bir günün,
öbüründe fazladan bir gecenin olduğu açıkça görülüyor: D ilin ken
disinden söz ettiği ölüm lü uzam dır bu.
H er yapıtta dil, gizli bir dikeysellik içinde kendi üzerine bine
bilir; orada dili katlayan ikiz, tek bir incelik dışında -Ş eh razat
figürünün kendisini sisle kuşattığı, zam anın kökenlerine geri
gittiği, parlak, derin, adı konm am ış am a gerçek bir diskin m erke
zinde sonsuza kadar azaldığı o rastlantısal ve kasten yanıltıcı anlar
dışında hiçbir bakışın algılayam ayacağı o ince, kara ç iz g i- aynıdır.
Dil yapıtı, ikizlerin birbirini aksettirdiği bu sonsuz uzamı açm ak
için ölüm ün katettiği dilin bedenidir. Bu üst üste binm enin, her
yapıtta kurucu bir rol oynayan bu biçim leri hiç kuşkusuz yalnızca,
bir ikiye bölünm enin kendini gösterdiği bu yakın, kırılgan ve hafif
ürkütücü figürlerde deşifre edilebilir; bunların tam bir listesinin
çıkarılm ası ve sınıflandırılm ası, işlevlerini ya da dönüşüm lerini
yönelten yasaların saptanm ası pekâlâ biçim sel bir edebiyat ontolo
jisi çıkarabilirdi ortaya.
Bana öyle geliyor ki, XVIII. yüzyılın sonunda -d il yapıtları
nın şim di bizim için ne iseler o durum a geldikleri, yani edebiyat
oldukları anla hem en hem en aynı z am an d a- dilin kendi belirsiz
tekrarıyla ilişkisinde bir değişim ortaya çıktı. Bu, H ö lderlin’in
körlüğe varacak şekilde, kendisinin ancak tanrıların kaybolm asıyla
ortaya çıkan bir uzam da konuşabileceğinin ve dilin ölüm ü uzakta
tutm ak için yalnızca kendi gücüne güvenebileceğinin farkına var
dığı zam andır (ya da hem en hem en o zam andır). Böylece, sözün
kendisine doğru kesintisiz ilerlediği ufukta bir açıklık belirm iş olur.
* F ransızca’da “psyche” hem yaşamın, ruhun ilkesi hem de büyük boy aynası anlamına
gelir, (y.h.n.)
Ö lüm süz olm ak için konuşm anın uzun yıllar -H o m e ro s’un
tanrılarının ortaya çıkışından Em pedokles fragm anında ilahi olanın
uzaklaşm asına d e ğ in - bugün bize yabancı gelen bir anlam ı oldu.
Kahram anlardan konuşm ak ya da bir kahram an olarak konuşm ak,
bir yapıta benzer bir şeyler kurm ak istem ek, başkaları sonsuza
kadar ondan söz etsin diye konuşm ak ya da “şan” olsun diye konuş
mak gerçekte dilin içinde barındırdığı bu ölüm e doğru ya da ona
karşı hareket etm ekti; insanlara ölüm ü haber verm ek, onları her
türlü şanın ötesindeki bu sonla tehdit etmek aynı zam anda ölümü
bertaraf etm ek ve ölüm süzlük vaat etm ekti. Başka deyişle, her
yapıt, sonsuz S ö z’ün hüküm ranlığını yeniden kurduğu bir sessizlik
içinde tam am lanm ak, orada susm ak için yapılm ıştı. Yapıt içinde,
dil kendisini ölüm e karşı bu görünm ez sözle korudu, kendini erken
den kendi üstüne kapanm ış yansım asına dönüştürdüğü tüm zam an
lardan önce ve sonraki bu sözle. K endini bir kez ölüm ün karşısına
dikey olarak diktiğinde her dilin ortaya çıkardığı sonsuza giden
aynayı kendini sakınm adan gösterem ezdi: Y apıt sonsuzu -için d e
fiili ve döngüsel bir aynaya dönüştüğü, güzelce kapanm ış bir biçim
içinde tam am landığı, gerçek ve görkem li bu so n su zu - kendi dışına
yerleştirdi.
Yazı bugün kaynağına çok fazla yakınlaşm ıştır. Y ani, kulak
verdiğim izde, kendisine karşı sığınak aradığım ız ve kendisine
seslendiğim iz kaynağı ilan eden bu rahatsız edici sese. K afk a’nın
canavarı gibi, dil de şim di kendi ininin dibinden bu kaçınılm az
ve yükselen gürültüyü dinlem ektedir. K endini savunm ak için
onun hareketlerini izlem eli, onun sadık düşm anı olm alı, saydam
ve kın lam az bir duvarın çelişkili inceliği dışında aralarına hiçbir
şeyin girm esine izin verm em elidir. Hiç durm adan bu belirsiz ve
sağır edici gürültü kadar uzun ve o kadar yüksek sesle konuşm ak
gerekir - seslerim izi onunla karıştırarak onu susturm ayı ve ona
hâkim olm ayı olm asa bile, edebiyat dediğim iz sonsuz m ırıldanm a
içinde onun boşunalığını hafifletm eyi başarabilm ek için, daha
uzun, daha yüksek sesle. Bu andan başlayarak, anlam ı, sırf şanı
konuşsun diye kendi üzerine kapanm akta yatan bir yapıt m üm kün
değildir artık.
Bu dönüşüm ün tarihi, on sekizinci yüzyd sonunda aynı anda
ortaya çıkan S ad e’ın yapıtları ile dehşet öykülerinde kabaca görü
lür. B urada bizi ilgilendiren, bu yapıtların vahşete olan yatkınlıkları
değildir; edebiyat ile kötülük arasındaki bağlantının keşfi de değil
dir; ilk bakışta daha puslu, daha paradoksal bir şeydir: Sayısız olan,
söze dökülem ez olan, heyecan, şaşkınlık, esrim e, dilsizlik, katışık
sız şiddet ve sözsüz jestlerle sürekli olarak kendilerinin dışına çıka
rılan, sonuç verm eleri için büyük bir ekonom i ve kesinlikle hesap
lanan bu diller (söylem ek istedikleri ve sözcüklerin dışında yatan
şeyin tek egem enliği uğruna kendilerini yazı içinde iptal ederek,
kendilerini telaşla koştukları bu dil sınırında olabildiğince saydam
kılm a noktasına dek) -ç o k tuhaf bir şekilde kendilerini yavaş, titiz
ve sonsuza kadar uzatılm ış bir törende temsil ederler. A dlandıran
ve görm ek için ad veren bu basit diller tuh af bir biçim de ikizdir.
K uşkusuz, bugün bizler için var olduğu şekliyle S ade’ın dilini
anlam ak hâlâ uzun zam an alacaktır: (bir ölçüde, hiç kim seye ses
lenm eyen bir yinelem e diliyle öleceği saniyeyi sınırsızca uzatan
Borges karakterinde olduğu gibi) okunulam ayacak m etinleri sonsu
za dek yazm a edim inin bu m ahpus için ne anlam a gelm iş olabile
ceğinden değil, bu sözcüklerin ne olduğundan ve bize kadar uzan
dıkları varoluştan söz ediyorum . Bu dilin her şeyi anlatm a iddiası
yalnızca yasakları kırm ak değil, m üm kün olanın sonuna kadar
gitm ektir; tüm gücül konfigürasyonların ortaya konm ası, büyük,
parıldayan, hareketli ve sonsuza kadar uzatılabilen oluşum lar orta
ya çıkarm ak am acıyla insan kristalinden çıkarsanan tüm kolların,
eklem elerin ve çakışm aların sistem atik bir biçim de dönüştürülm üş
bir ağ içindeki tasarımı; doğanın yeraltlarından T in ’in çift şim şeği
ne (İkincisi alaycı ve dram atik -J u s tin e ’i k a v u ru r- birincisi görün
m ez ve kesinlikle yavaş -ö lü lerin konduğu m ahzenin yokluğunda
Juliette’in ölüm e yaklaşan, am a onunla hiçbir zam an kesişm eyen
sonrasızlıkta yitip gitm esine neden olur) giden uzunca geçit, m üm
kün her dili, gelecekteki her dili, belki de hiç kim senin işitem eye
ceği bu eşsiz Söylem ’in fiili hüküm ranlığına tabi kılm a projesine
işaret eder. Bu Satum yen dil, gerçek varoluşları içinde tükenm iş
pek çok beden aracılığıyla m uhtem el tüm sözcükleri, henüz doğ
m am ış tüm sözcükleri yutar. Ve eğer onun görünen yüzündeki her
bir sahneye onu yineleyen ve ona evrensel bir öğe değerini veren
bir ispat eşlik ediyorsa, bunun nedeni bu ikinci söylem de ve başka
bir tarzda tüketilen şeyin gelecekteki tüm diller değil, telaffuz edil
miş her dil olm asıdır: S ad e’dan önce ve onun zam anında, insan,
Tanrı, ruh, beden, cinsellik, doğa, papazlar ya da kadınlara dair
düşünülebilm iş, söylenilebilm iş, uygulanabilm iş, arzu edilebilm iş,
saygı duyulabilm iş, küçüm senebilm iş ya da m ahkûm edilebilm iş
h er şey titizlikle yinelenir (S ade’m m uhakem esini desteklem eyen,
am a onun aklının uzam ını çizen sonsuz sayıda tarihsel ya da etnog-
rafik katalog buradan doğar) - diyalektik bir ödüle doğru değil, bir
tükenişe doğru yinelenir, birleşir, ayrılır, tersinir ve bir kez daha
tersinir. Saint-Ford’un m üthiş negatif kozm olojisi, onu sessizliğe
indirgeyen cezalandırm a, bir volkana atılan Clairville, Juliette’in
söze başvurulm adan tanrılaştırılm ası, her dilin kireçlenm esini kay
deden anlardır. S ad e’m olanaksız kitabı, her kitabın -b aşlangıçtan
zam anın sonuna kadar olanaksız kıldığı tüm bu k itap ların - yerinde
durm aktadır. XVIII. yüzyılın tüm felsefe ve öykülerinin bu apaçık
pastişi altında, Don K işo t'la analojiler içeren bu m uazzam ikizin
gerisinde, dilin bütünselliği kendisini iki ayrılm az figürün tek ve
özdeş hareketiyle kısırlaştırılm ış bulur: Çoktan söylenilm iş olanın
kesin, tersyüz edilm iş yinelenm esi ve söyleyebileceğim izin sınırın
da duran şeyin basit bir şekilde adlandırılm ası.
“Sadizm ”in asıl nesnesi ne başkası, ne başkasının bedeni, ne
de onun hüküm ranlığıdır: Asıl nesnesi, söylenilebilecek olan her
şeydir. Daha uzak ve daha da geride, dilin kendisini açtığı dilsiz
döngüdür: Tutsak Sade, tutsak bir okurlar dünyasını okum anın ola-
naklılığından mahrum bırakır. Bu o kadar etkili bir biçim de yapılır
ki, S ade’ın yapıtının bir zam anlar kim e seslendiğini (ve bugün kime
seslendiğini) sorduğum uzda, bunun tek bir cevabı vardır: Hiç kim se
ye. S ade’m yapıtı tuhaf bir sınırda durur, am a yine de bu sınırı ısrarla
ihlal eder (daha doğrusu aynı nedenle ihlal etm ekten söz ettiği için):
Kendi dilinin uzam ını kendisine y ad sır- am a bunu, yinelenen bir
sahiplenme jesti içinde bu uzam a el koyarak yapar ve yalnız kendi
anlamını (her defasında kurulan bir anlam) değil, aynı zamanda
kendi varlığını da savuşturur; içindeki deşifre edilem ez belirsizlik
oyunu, onu (yakarak yinelediği) tüm dillerin ve (sürekli dile getir
diği) kendi yokluğunun ikizi olm aya zorlayan bu çatışm anın ciddi
işaretinden başka bir şey değildir. Bu yapıt, benzeri bir çatışm anın-
kinden başka ontolojik statüye sahip olm ayan bir m ırıldanm a içinde,
sözün tam anlamıyla, kesintisiz sürüp gidebilirdi ve gitmeliydi.
G örünüşlere karşın, dehşet rom anlarının naifliği de aşağı yukarı
aynı sonuca ulaşır. O kum ak için yazılm ışlardı ve okundular da:
Coelina ou l’E nfant du m ystere [Coelina ya da G izem Çocuğu]*
1798’deki yayım ından R estorasyon’a değin 1.2 m ilyon adet satm ış
tır. Bu ise, okum a bilen ve yaşam ında en azından bir kitap kapağı
açmış olan her kişinin C oelina'y ı okuduğu anlam ına gelir. K itap’tır
o -o k u r kitlesi, olası okurların tüm alanına tam olarak denk düşen
m utlak m etin. N eredeyse kendiliğinden ve tek b ir hareketle kendi
ereğine ulaşabildiği için, işitilm em e m arjı, am a geleceği de olm ayan
bir kitap. Bu yeni olguyu beslem ek için belli tarihsel koşullar gere
kiyordu (bildiğim kadarıyla bu bir daha yinelenm edi). Kitabın kesin
bir işlevsel etkililiğe sahip olm ası, bunun herhangi bir perdelem e
ya da değiştirm e olm aksızın, kendisini ikiye bölm eksizin, yalnızca
okunm ak olan am acıyla uyuşması özellikle gerekiyordu. A m a bu
tür rom anların yazıldıkları düzeyde ya da dillerinin özgül boyutları
içinde okunm ası değildi söz konusu olan; anlattıkları şeyler için,
sözcüklerin aktarm akla yüküm lü olduğu, am a saf ve basit saydam
lıklarıyla ilettiği coşku, korku, dehşet ya da acım a nedeniyle okun
m ayı istiyorlardı. Dilin, öykünün zayıflığına ve m utlak ciddiliğine
sahip olması gerekiyordu; kendisini olabildiğince grileştirirken,
uysallaşm ış ve ürkm üş okuyucusuna, acınası olanın tarafsız öğesin
den başka bir şey olm ayan bir olayı aktarm ası gerekiyordu. Yani,
kendisini asla kendi başına sunamazdı; kendi öz im gesinin sınırsız
uzam ını açabilecek, söylem inin yoğunluğuna göm ülü hiçbir ayna
yoktu. Tersine, kendisini sözünü ettiği şeyler ile, seslendiği kişi ara
sında iptal etm esi, m utlak bir ciddiyet ve katı bir ekonom i ilkesine
göre yatay dil olm ası, iletm e rolünü kabul etm esi gerekiyordu.
* Ducray-D um inil E-G., Coelina ou l’Enfant du M ystire, Paris, Le Prieur, 1798, 3 cilt.
Gene de bu dehşet rom anlarına, onları ikizleştiren ve bölen,
tarihsel sonuçların ya da can sıkıntısının sonucu olm ayan ironik
bir hareket eşlik eder. Edebiyat dili tarihinde ender rastlanan bir
olguyla bu kertede hiciv, hicvettiği durum la tam zam andaştır.1
Sanki, birbirini tam am layan iki ikiz dil, aynı m erkezi kaynaktan
aynı anda doğm uş gibidir; biri naiflik, öbürü parodi içinde var olur;
biri yalnızca okuyucunun gözleri için var olur, öbürü okuyucunun
basit hayranlığından yazarın ucuz hilelerine kayar. A m a gerçekte
bu iki dil zam andaşlıktan da öte, birbirine içseldir, birlikte var olur,
sürekli iç içe geçer, tek bir sözel ağ örer ve adeta kendi içinden
kendisine karşı dönen, kendi bedeni içinde kendisini yok eden, tam
da bu yoğunluğu içinde zehirli olan çatallaşm ış bir dil oluşturur.
Ö ykünün naif zayıflığı belki de sıkı sıkıya gizli bir imhaya;
gelişim inin, çoğalm asının ve tüketilem ez florasının yasası olan bir
iç savaşım a bağlıdır. Bu “çok-fazlalık” kısm en S ade’daki aşırılık
gibi işlev görür, am a bu sonuncusu basit bir adlandırm a edim ine ve
tüm dilin kapsanm asına varırken, birincisi iki farklı figüre dayanır.
Bunlardan ilki, tüm niteliklerinin belirtik, eşzam anlı ve çelişkili
sergilenm esi olm adan hiçbir şeyin gösterilm ediği bir süs bollu
ğudur: O, kendisini bir sözcüğün altından gösteren ve onu yarıp
geçen bir silah değil, zararsız ve eksiksiz bir zırhtır (bu figüre, sık
sık yinelenen bir epizottan yola çıkarak “kanlı iskelet” efekti adını
verelim : ölüm kendini, takırdayan kem iklerin beyazlığında ve leke
siz iskelet üzerindeki karanlık ve çelişkili kan izlerinde gösterir).
İkincisi ise “dalga dalga sonsuza gitm e” figürüdür: her bir epizot
basit, ama m utlak anlam da temel olan çoğalım yasasına uygun
olarak bir öncekini izlem elidir. Dilin, güçsüz sözcüklerinden her
biri aracılığıyla korku doğurarak m utlak gücünü ortaya koyacağı
ana hep daha çok yaklaşm ak gerekir; am a bu, dilin kaçınılm az bir
şekilde iktidarını yitirdiği, soluğunun kesildiği, konuşm ayı kestiği
ni bile söylem eden kendini yatıştırm ası gerektiği andır. Dil, taşıdığı
ve aynı anda hem hüküm darlığını hem de bunun sınırını gösteren
1. Bellin de Labordiüre’in La nuit A nglaise’i gibi bir metin, dehşet öyküleriyle, Don
K işot'u n şövalye rom anslarıyla sahip olduğu türden bir ilişki içinde olmak ister, ama
dehşet öykülerinin tam zam andaşıdır bu metin.
bu sınırı sonsuza doğru itm elidir. Böylece her rom anda sonsuz bir
epizotlar dizisi ve bunun ötesinde sınırsız bir rom anlar dizisi orta
ya çıkar... D ehşetin dili, yalnızca tek bir etki uyandırm aya çalışsa
bile sonsuz b ir bedele adanm ıştır: Kendini tüm durup dinlenm e
im kânından eder.
Sade ve dehşet rom anları, dil yapıtlarına tem el bir dengesiz
lik getirirler: onları, zorunlu olarak, hep aşırı ve yetersiz olm aya
zorlarlar. Aşırı, çünkü dil artık kendisini çoğaltm aktan kaçınam az
-san k i bir çoğalm a hastalığına yakalanm ıştır; kendisine göre sını
rın hep ötesindedir; ancak bir yer değişim inden hareket eden bir ek
olarak konuşabilir, öyle ki, onun kendisini ayırdığı ve yeniden elde
ettiği dil yararsız ve fazlalık gibi gözükür, silinip atılm aya layıktır;
am a aynı kaym anın bir sonucu olarak, tüm ontolojik yükünü atar;
bu noktada aşırı olur ve yoğunluğu o kadar azalır ki, artık kendisini
hareketsizleştirebilecek ağırlığı elde edem eden kendini sonsuza
uzatm aya yazgılıdır. A m a bu, onun yetersiz olm ası daha doğrusu
ikizliğin yarasını alm ası anlam ına da gelm ez mi? A ynanın fiili
uzam ında (gerçek ihlalde) dili yeniden üretm ek ve hep yeni bir
aynayı, yeniden bir başkasını ve sonsuza kadar hep bir başkasını
yaratm ak için dile m eydan okuduğu anlam ına gelm ez mi? Kendi
boşunalığı içinde bir yapıtın yoğunluğunu oluşturan yanılsam anın
fiili sonsuzluğu -y a p ıtın paradoksal bir şekilde kendisini var ettiği
şey işte bu içsel yokluktur.
* Borges J.L., La Bibliotheque de B abel, çev.: N. Ibarra, Fictions içinde, Paris, Gallimard,
coll. “ La Croix du Sud’\ 1951, s. 94-107.
ve tahayyül edilebilecek tüm diller bulunur; her şey, hatta anlam sız
şeyler bile çoktan telaffuz edilm iştir, bu yüzden en küçük biçim sel
tutarlılığı bile keşfetm e olasılığı, bu istisnai durum un asla bahşe-
dilm ediği insanların ısrarlı arayışının tanık olduğu gibi, son derece
düşüktür. Gene de bütün bu sözcüklerin üzerinde, onları yeniden
elde eden, onların öyküsünü anlatan ve gerçekte onların doğuşun
dan sorum lu olan katı ve hüküm ran bir dil vardır: Ö lüm e yaslanan
bir dil; A ltıgen’in kuyusuna düşm ek üzere olduğu için kütüphane
cilerin en akıllısı (dolayısıyla da sonuncusu), dilin sonsuzluğunun
bile kendisini, A y m ’nın bölünm üş figürlerinde sonsuza kadar yine
leyerek, sonsuza kadar çoğalttığını gösterir.
Bu konfigürasyon, klasik R etorik’te rastlananm kesinkes ter
sidir. Retorik, bir dilin yasalarını ya da biçim lerini anlatm ıyordu;
iki sözü ilişkilendiriyordu. Bunlardan birincisi dilsiz, deşifre edi
lem ez, tüm üyle kendisine dönük ve m utlaktı; geveze olan öbürü
ise, uzam ları ilk ve işitilem ez m etnin uzaklığını ölçen biçimler,
oyunlar ve kesişm elere göre, bu ilk sözü konuşuyordu. Sonlu yara
tıklar ve ölüm lü insanlar için R etorik, sonu asla gelm eyecek olan
S onsuz’un konuşm asını kesintisiz yineliyordu. R etoriğin her figü
rü, onun kendi uzam ı içindeki bir m esafeyi ele veriyordu, am a ilk
söze işaret ettiği için de İkincisine bir vahinin geçici yoğunluğunu
veriyordu: Çünkü gösteriyordu. Bugün dilin uzam ım R etorik değil,
K itaplık tanım lıyor: Parçalı dillerin sonsuza uzanm ası, Retoriğin
ikiz zinciri yerine, kendi im kânlarına bırakılan dilin yalın, sürekli
ve m onoton çizgisini geçiriyor, bu artık sonsuza uzanan söz içinde
kendine destek bulam ayan, sonsuz olm aya yazgılı bir dil. Am a bu
dil kendi içinde kendi bölünm esinin, kendi yinelenm esinin olana
ğını; dikey bir aynalar, öz im geler, ve analojiler sistem ini yaratm a
gücünü bulur. B aşka hiçbir sözü, başka hiçbir V aat’i yinelem eyen,
her zam an kendisinin analojisi olduğu bir uzam ı bıkıp usanm adan
açarak, ölüm ü sonsuza dek erteleyen bir dil.
Kitaplıklar, iki büyük zorluğun büyüleyici alanıdır. Bunlar
m atem atikçiler ve tiranlar tarafından (am a herhalde birlikte değil)
çözülm üştür. B urada bir ikilem vardır: Ya bütün bu kitaplar
S ö z’ün içerisinde zaten içerilm işlerdir ve yakılm alıdırlar; ya da
S ö z’le çelişirler ve yine yakılm aları gerekir. R etorik, kitaplıkların
yakılm asını bir an için ertelem enin aracıdır (am a bu vaadi yakın
gelecek için, yani zam anın sonu için saklar). İşte paradoks: Eğer
tüm öteki kitapları anlatan bir kitap yapılırsa, bu bir kitap olur mu
olm az mı? B aşka kitaplar içinde bir kitapm ış gibi kendi kendisini
mi anlatm alıdır? E ğer kendi kendisini anlatm azsa, am acı bir kitap
olm ak olduğuna göre başka ne yapabilir? H er kitaptan söz etm esi
gerektiğine göre, öyküsünde kendini neden dışarıda bırakm ası
gereksin? İşte edebiyat, bu paradoks bu ikilem in yerine konulduğu
zaman başlar; kitap artık sözün bir biçim (üslup biçim leri, retorik
biçim leri, dil biçim leri) edindiği uzam değil de, kitapların yeniden
ele geçirildiği ve tüketildiği yer olduğu zam an: Bu yer, geçm işin
tüm kitaplarını bu im kânsız “cilt” içinde topladığından, aslında
hiçbir yerde olan bir yerdir. O cildin m ırıltısı, kitaplıkta birçok
diğerinin arasına -b ü tü n diğerlerinden sonra, bütün diğerlerinden
ö n c e - yerleştirilecektir.
(c. I, s. 250-261)
M esafe, veçhe, köken*
* Sollers (P.), “Logique de la fıction” , Tel quel, no. 15, Güz 1963, s. 3-29.
4. Robert (M ), L ’ancien et le Nouveau, Paris, Grasset, 1963.
değil, Batı edebiyatının varlığını ilgilendiren şeyle, bu edebiyatın
tarih içindeki olabilirlik koşullarıyla (koşullar eserlerdir, böylece
terim in en kesin anlam ıyla eleştirel bir okum aya im kân tanırlar)
hangi ilişkileri dokuduklarını gösterm işti. A m a eğer bu okum a
m üm künse, bunu şim diki eserlere borçluyuz: M arthe R obert’in
kitabı tüm eleştiri kitapları içinde bugün edebiyat olan şeye en
yakın olanıdır: K endiyle belli bir ilişki, karm aşık, çok yanlı, eşza
manlı; burada, sonra geliyor olm a (yeni olm a) ardışıklığın çizgisel
yasasına asla indirgenm ez. Kuşkusuz, tarihsel çizgi olarak böyle
bir gelişm e, XIX. yüzyıldan günüm üze dek, edebiyatın varlık ve
birlikte-varlık koşuluydu; K itaplık’ın hem reel hem de fantastik
uzam ı içinde son derece zam ansal bir yere sahipti; orada, her kitap
tüm diğerlerini yeniden alm ak, onları tüketm ek, onları sessizliğe
indirgem ek ve sonuçta onların yanm a -o n la rın dışına ve onların
ortasına (Sade ve M allarm e kendi kitaplarıyla birlikte, K itap’la bir
likte, tanım olarak, kitaplıkların yasak b ö lg esid ir)- gelip yerleşm ek
için yaratılm ıştı. D aha da arkaik bir kipte, S ade’ın çağdaşı olduğu
büyük m utasyondan önce, edebiyatın kendini düşünüş ve eleştiri
kipi R etorik’ti; m ünzevi, ama ısrarlı bir S ö z’e (H akikat ve Yasa)
uzaktan dayandığı için, figürler yoluyla yeniden kurm ası gerek
tiği için (Retorik ile Yorum bilim in ayrılm az yüzyüzeliği buradan
kaynaklanır). A rtık retorik olarak var olm ayan edebiyatın bugün
(R obbe-G rillet’den bu yana; onu da biricik kılan budur) kitaplık
olarak yok olduğu belki söylenebilir. Edebiyat, ağ halinde oluşm uş
tur - sözün hakikatinin ya da tarih dizisinin artık yer alam ayacağı,
tek a p rio ri’nin dil olduğu bir ağ. Tel guel'd e bana önem li gelen
şey, ağ olarak edebiyatın varlığının, şunların söylendiği başlangıç
anından itibaren giderek daha fazla aydınlatm aya devam etm esidir:
“ Bugün şunu söylem ek gerekir ki, yazı, kendi güçlerinin açık bir
öngörüsü olm adan, içinde uyandığı kaosa denk bir soğukkanlılık
olm adan, şiiri zihnin en yüksek yerine yerleştiren bir kararlılık
olm adan tasarlanam az. Bunun dışındakiler edebiyat olam az.”5
*
5. Özellikle de J.P. F ay e’nin Tel qu el’e yakınlaştığı andan itibaren. O, “dizi” olmayan,
am a birbirleri karşısında belli bir oran ilişkisi oluşturan rom anlar yazmayı hayal etmişti.
D efalarca getirilm iş, sonra terk edilm iş olan bu kurgu sözcüğüne
nihayet geri dönm ek gerekir. Az da olsa endişe var elbette. Çünkü
bir psikoloji terim i gibi çınlam aktadır kulakta (im gelem , fantasm a,
düş kurm a, keşif, vs.). Çünkü ya G erçek ’in ya da G erçekdışı’mn
hanedanlığına ait gözükm ektedir. Çünkü, öznel dilin bükünlerine
yöneltir gibidir - v e nesne edebiyatının ardından bu çok kolay olur
du. Çünkü defalarca zaptedip kaçm aktadır. D üşün ve beklentinin,
deliliğin ve uyanıklığın pekinsizliğini çaprazlam a kateden kurgu,
gerçeküstücülüğün kendi dilini çoktan ödünç verm iş olduğu bir
dizi deneyim i belirtm em ekte m idir? Tel queT'm B reton’a dikkatle
bakışı geriye dönük bir bakış değildir. Yine de gerçeküstücülük bu
deneyim leri, onları m üm kün kılan ve onlara her dilin üstünde (bu
dilin üzerinde ya da onunla birlikte veya ona rağm en) buyurgan
bir güç veren bir gerçekliğin araştırılm asına adam ıştı. Am a ya
bu deneyim ler, tersine, bulundukları yerde tutunabiliyorsa, derin
liksiz yüzeylerinde, bize ulaştıkları bu belirsiz hacim içerisinde,
belirsiz çekirdekleri etrafında titreşerek, toprak yokluğu olan top
rakları üzerinde tutunabiliyorlardıysa? Düş, delilik ve gece hiçbir
m uhteşem eşiğin bulunduğu m evkiyi belirtiyor değildiyse, am a
uyanıklığın ve söylem in bize kadar ulaştıklarında ve bize zaten
ikiye bölünm üş olarak ulaştıklarında aştığı sınırları hiç durm adan
çiziyor ve siliyorlardıysa? K urgusal olan, gündelik olanın ötesi ya
da m ahrem sırrı değil de gözüm üze çarpan ve beliren her şeyi bize
sunan ok m enziliydiyse? Bu durum da kurgusal olan aynı zam anda
şeyleri adlandıran, onları dillendiren ve sözcüklerin egem en iktida
rı yoluyla onların bölünm üş varlığını dilin içinde veren şey olurdu:
“İkili m anzara” der M arcelin Pleynet. D olayısıyla bu, kurgunun
dil olduğunu söylem ek değildir: Tur, günüm üzde tanıdık olsa da,
çok basit olurdu. O nlar arasında karm aşık bir aidiyet olduğunu, bir
destek ve bir itiraz olduğunu fazlasıyla tem kinli davranarak söy
lemek; ve, sözü koruyabildiği kadar uzun süre varlığını sürdüren,
bir kalem i eline alm aktan ve yazm aktan ibaret basit deneyim , ne
dünyaya, ne bilinçaltına, ne bakışa, ne içselliğe ait olan bir m esa
feyi ortaya çıkarır (söylendiği gibi: serbest bırakm ak, göm ülü olanı
ortaya çıkarm ak, tem inat alm ak ya da söz verm ek): çıplak halde,
m ürekkep çizgilerinden bir karelem e sunan ve aynı zam anda da
sokakların iç içe geçm esini, doğm akta olan, uzun süreden beri
orada olan bir şehri sunan mesafe:
6. Pleynet (M.), Paysages en deux: les tignes de ta prose, Paris, Ed. Du Seuil, 1963, s.
121.
asla başlam am ış olan bir m ırıltıya dahil olur. Şeyler keşfedildikçe
ve sınırları belirlendikçe sözcükleri ortaya çıkaran dikkatli yürüyüş
ve bakışın bekâreti onun için önem li değildir; daha ziyade, yıpran
ma ve uzaklaşm a, önceden telaffuz edilm iş olan şeyin solgunluğu
önem taşır. Şafakta hiçbir şey söylenm em iştir {Le Pare bir akşam
vakti başlar; ve sabahleyin, bir başka sabah, yeniden başlar); ilk kez
söylenecek olan şey hiçtir, söylenm em iştir, sözcüklerin sınırında,
P leynet’nin şiirlerini yontan ve içlerinden ışığı geçiren (güne açan)
beyaz kağıdın bu kırıklarında dolanıp durur. Y ine de, kurgunun bu
dilinde saf kökeni olan bir an: Y azının anı, sözcüklerin anı, henüz
kurum uş m ürekkebin anı, tanım ı gereği ve en m addi varlığı içinde
yalnızca bir iz (bir m esafe içinde, önceye ve sonraya doğru im)
olabilecek şeyin çiziktirildiği an:
7. Pleynet (M.), “G ram m aire I”, Tel quel, no 14, Yaz 1963, s. 11.
vardır; burada, sabırlı, neredeyse her zam an sessiz, asla kendi
için verilm em iş bir edim sellik, zam ana göre düzenlenm ek yerine
başka kurallara göre dağılan figürleri destekler: Şim diki zaman
yalnızca bir kere, yazının edim selliği sonuçta verildiğinde, roman
tam am landığında ve dil artık m üm kün olm adığında belirir. Tüm
kitabın içinde önce ve başka yerde, bir başka düzen hüküm sürer:
Farklı epizotlar arasında (am a sözcük tam am en kronolojiktir; belki
de, etim olojiye çok yakın olan “evreler” sözcüğünü kullanm ak
daha doğru olur), zam anların ve kiplerin ayrımı (şim diki zam an,
gelecek zaman, hikâye bileşik zam anı ya da şart kipi) bir takvi
me ancak çok dolaylı olarak gönderm ede bulunur; tam am lanm ış,
tam am lanm am ış, süreklilik, yinelem e, eli kulağındalık, yakınlık,
uzaklık gibi kategorilerin, dilbilgicilerin veçhe kategorileri olarak
belirttikleri kategorilerin işin içine katıldığı referanslar, endeksler,
gönderm eler betim ler. Kuşkusuz, B audry’nin ilk rom anlarından
birinden olan, şu ölçülü cüm leye güçlü bir anlam verm ek gerekir:
“Çevrem deki şeylerden belirsiz bir süre yararlanıyorum .” Yani,
zam anın -z a m a n la rın - dağılım ı, kendi içinde belirsiz değil, veçhe
oyununa göre düzenli ve tam am en görece kılınm ıştır -m esafenin,
yolculuğun, gelm enin, geri dönm enin söz konusu olduğu bu oyun.
Bu belirsiz zam anı gizlice oluşturan ve belirleyen şey, dem ek ki,
zam ansal olm aktan çok uzam sal bir ağdır; dahası, bu uzamsal
sözcüğünden onu buyurgan bir bakışa ya da ardışık bir ilerleyişe
yakın kılan şeyi çıkarm ak gerekir; daha ziyade, uzam ın ve zam anın
altındaki bu uzam söz konusudur ve bu uzam m esafenin uzamıdır.
Ve, kurgu ve sim ülakr sözcüklerinin ardından, görünüm sözcüğü
üzerinde kasıtlı olarak duruyorsam eğer, bu hem sözcüğün dilbilgi
sel kesinliği içindir hem de onun etrafında dönen tüm bir sem antik
çekirdek içindir (ayna species’i ve analoji türü; tayf kırınm ası;
tayfların ikiye bölünm esi; şeyin ne kendisi olan ne de belirgin
çevresi olan dış veçhe; m esafeyle birlikte değişen veçhe, genellikle
aldatan, am a silinm eyen veçhe, vs.)
Zam andan daha hüküm ran bir oyunu sözcüklere kadar getir
meye çalışan veçhe dili; uzam ilişkilerini bir başka derinliğe göre
dağıtan m esafe dili. A m a m esafe ile veçhe kendi aralarında, uzam
ile zam andan daha sıkı bir biçim de bağlıdır; bunlar hiçbir psiko
lojinin çözem eyeceği bir ağ oluşturur (zam anın kendisini değil,
g elişi'n ın hareketini sunan veçhe; kendi yerlerindeki şeyleri değil,
bu şeyleri sunan ve geçiren hareketi veren m esafe). Bu derin aidi
yeti gün ışığına çıkaran dil, öznelliğin dili değildir; bu dil açılır ve
tarafsız deneyim sözcüğüyle ifade edilebilecek bir şeye dar anlam
da “yer verir” : N e doğruyu ne yanlışı, ne uyanıklığı ne uykuyu, ne
deliliği ne aklı, Pleynet’nin “nitelem e istenci” olarak adlandırdığı
her şeyi ortaya çıkarır. Çünkü m esafenin uzaklığı ve veçhe ilişkileri
ne algıdan, ne şeylerden, ne özneden ne de gönüllü olarak ve tuhaf
bir şekilde “dünya” olarak adlandırılan şeyden kaynaklanır; bunlar
dilin dağılm asına (asla kökende değil, am a geçm iş zam an kipin
de konuşulm a olgusuna) aittirler. Bunun gibi bir veçhe edebiyatı
literatürü dem ek ki dilin içindedir; onu kapalı bir sistem olarak ele
aldığı için değil, am a kökenin uzaklaşm asını, parçalanm ayı, saçıl
mış dışsallığı burada hissettiği için. Bu edebiyat, ölçüsünü ve karşı
çıkışını burada bulur.
Bu tür eserlere özgü bazı özellikler buradan kaynaklanır:
Ö ncelikle tüm özel isim lerin (yalnızca baş harf olarak kalm ış
olsa bile) şahıs zam irine, yani ezelden beri başlam ış bir dil içinde
önceden adlandırılm ış olana yapılan basit bir referansa yer açacak
şekilde silinm esi; ve isim lendirilm iş olan kişilerin, sonsuzca tek
rarlanan bir ada (erkek, kadın) ve yalnızca aşina olunanın yoğun
luğu içinde uzağa göm ülü bir sıfatla nitelendirilm iş ada (kırmızılı
kadın) hakkı vardır. İşitilm edik olanın, asla görülm em iş olanın
dışlanm ası ve fantastik olana karşı önlem ler de buradan kaynak
lanır: Kurgusal olan, desteklerden, kaym alardan, (şeylerin içinde
değil) şeylerin ortaya çıkışından başka yerde - b ir anlatı alanından
bir diğerine götüren tüm düşsü prestijden yoksun tarafsız unsurlar
d a - asla olm adığından. K urgusalın yeri, neredeyse sessiz olan dile
getirm edir: Basılı paragrafları ayıran büyük beyaz aralıklar ya da
neredeyse nokta gibi ince partiküller (Le P a re 'ta bir jest, bir renk,
La C erem onie’de bir güneş ışını); dil bunun etrafında döner, burada
erir, yeniden oluşur, tekrar yoluyla ya da algılanam az süreklilik
yoluyla geçişi sağlar. Şeylerin göbeğinde fantasm ayı açan im gele
me karşıt figür olan kurgusal, im genin m erkezi kesinliğinden yavaş
yavaş silinen vektör unsurda barınır - görülebilecek olan şeyin
kesin simülakrı, çift biricik.
A m a dağılm a öncesi an kesinlikle onarılam az; veçhe zam anın
katışıksız çizgisine asla indirgenem ez; konutun cam lı binlerce
açıklığında Im a g es'ın işaret ettiği, Le P a re 'm “m astar halinde”
askıya alınm ış bir alternatif içinde anlattığı (balkondan düşm ek
ve bedenin gürültüsünün ardından gelen sessizlik olm ak ya da
defterin sayfalarını küçük parçalar halinde yırtm ak, onların havada
salındığını bir an görm ek) kırınım asla indirgenem ez. Böylece,
konuşan özne m etnin dış kıyılarına atılm ış bulur kendini; m etinde
yalnızca izlerin kesişm esi kalır (Ben ya da O, hem B en hem O),
dilin diğer kıvrım ları arasında dilbilgisel bükülm eler kalır. Dahası,
Thibaudeau’da, serem oniye bakan ve serem oniye bakanlara bakan
özne, m uhtem elen, “geçenler arasında kalm ış boşluklar”dan başka
hiçbir yerde, seyri uzak kılan m esafeden, kraliçenin hazırlıklarını,
tuvaletini, sırlarını gizleyen duvarların gri durağından başka hiçbir
yerde yer almaz. Dilin kendi uzam ını aldığı tem el boşluk, körce
sine de olsa her yerden tanınır. R obbe-G rillet’nin anlatısının hiç
durm adan kapattığı boşluklar gibi boşluk değil, varlık yokluğu, dil
için paradoksal ortam olan, aynı zam anda da silinm ez dışsallık olan
beyazlık. Boşluk, dilin dışında, m askelenm esi gereken şey değildir;
dilin içinde ise onu tam iri im kânsız biçim de yırtan şey değildir. Dil,
bu boşluktur, bu dıştır, ki onun içinde sürekli konuşm aya devam
eder: “D ışarının ezeli akışı.” Belki de, P a re 'ta m erkezi rol oynayan
silah atışı böyle bir boşluğa hitap eder, böyle bir boşlukta çınlar,
günün ve gecenin ortak noktasında zam anı durdurur, (B ataille’ın
anladığı anlam da iletişim le yakınlığı olan bir figüre uygun olarak)
ötekini ve konuşan özneyi öldürür. A m a bu cinayet dile ulaşmaz;
hatta belki de, ne gölge ne de ışık olan bu saatte, her şeyin (yaşamın
ve ölüm ün, günün ve gecenin, sözün ve sessizliğin) bu sınırında,
her zam anda başlam ış olan dilin çıkışı açılır. Çünkü kuşkusuz bu
kopuşta söz konusu olan şey ölüm değil, her olaydan geri çekilen
bir şeydir. G ecenin en oyuk halini oyan bu atışın, kökenin mutlak
geri çekilişini, şeylerin orada olduğu, dilin ilk hayvanları belirttiği,
düşünm enin konuşm ak olduğu sabahın tem el silinişini belirttiği
söylenebilir mi? Bu geri çekilm e bizi düşüncenin ve dilin bölün
m esine (tüm diğer bölünm elerin ilki ve kurucusu olan bölünm eye)
ister istem ez m ahkûm eder; içine dahil olduğum uz bu yol ağzında,
günüm üz yapısalcılığının kuşkusuz en ustalıklı yüzey bakışını
getirdiği bir uzam belirir. A m a bu uzam ı sorgularsak, bize nere
den geldiğini, onun ve inatla dayanak bulduğu sessiz m etaforların
nereden geldiğini ona sorarsak, belki de, eşzam anlılığın figürleri
olm ayan figürlerin belirdiğini görürüz: M esafe oyunu içinde veçhe
ilişkileri, kökenin geri çekilm esi içinde öznelliğin kaybolm ası; ya
da tersine, şeylerin veçhesinin bize uzanacak kadar m esafede par
ladığı, zaten dağınık bir dili dağıtan bu geri çekilm e. İçinde bulun
duğum uz bu sabahta bu figürlerin biri bile gün boyunca diğerlerini
kollam az. Belki de (tüm diğerlerinin yasası ve vadesi olan) tek
bir B ölünm e’nin egem en olacağı bir deneyim i duyurm aktadırlar:
D üşünm ek ve konuşm ak - bu “ve” bölünm ede bize düşm üş olan ve
bazı eserlerin bugün tutunm aya çalıştığı a ra cı'y ı belirtir.
“ Bir desenden başka bir şey olm ayan topraktan” diye yazar
Pleynet beyaz bir kâğıt üzerine. Ve, bizim toprağım ızın binlerce
yıllık kısaltm alarının parçası olan ve kendisi de, tıpkı toprak gibi,
asla başlam am ış olan bu dilin öteki ucunda, sim etrik ve dokunul
m am ış son bir sayfa, bu diğer cüm leyi bize getirir: “Dipteki duvar
kireçten bir duvardır”, böylelikle, zem inin beyazlığını belirtir,
kökenin görünür boşluğunu belirtir, sözcüklerin -ö zellik le bu söz
cük lerin - bize ulaştığı bu renksiz parçalanm ayı belirtir.
(c. I, s. 272-285)
(Başlıksız)*
[Flaubert’e sonsöz]
* Flaubert (G.), Die Versuchung des Heiligen A ntonius’i sonsöz (Frankfurt, Insel Verlag,
1964, s. 217-251). Aynı m etin Fransızcada burada yeniden baskısı yapılan gravürlerle:
Cahiers de la compagnie M adeleine Renaud-Jean-Louis B a n a u lt içinde (no 59, Mart
1967, s. 7-30) “Bir K ütüphane ‘fantastiği’” adlı altında yayımlandı.
Foucault bu m akalenin yeni bir versiyonunu 1970 yılında yayımladı. Köşeli parantez
içindeki bölümler bu versiyonda yer alm amaktadır. İki metin arasındaki farklılıklar
notlarla belirtilmiştir.
** İlk versiyon Oeuvres içinde, Paris, Gallim ard, coll. “Bibliotheque de la Pleiade”, 1936,
c. I, s. 229-257. İkinci versiyon a.g.y. içinde, s. 258-302. Üçüncü versiyon a.g.y. içinde,
s. 57-198.
aldığı sırada. 1856 ve 1857’de bazı bölüm lerini yayım lam ıştı.
Erm iş A ntonius F laubert’e yirm i beş, otuz yıl boyunca eşlik etti
- L ’E d u ca tio n 'un kahram anı kadar uzun süre. H em ikiz hem de ters
olan iki figür: P aris’ten H avre’a giden gem ide M adam A rnoux’yu
görünce heyecanlanan on sekiz yaşındaki genç adam a, arzuların
istilasına uğram aya devam eden eski M ısır keşişinin yüzyılların
ötesinden karşılık verm iş olm ası m uhtem eldir. Ve, -z a te n yarı yarı
ya silinm iş siluet o la n - F rederic’in, bir ensestten korkar gibi, hâlâ
sevdiği kişiden vazgeçtiği o akşam , belki de orada, m ağlup keşişin
kendini nihayet yaşam ın m addiyatını sevm eye bıraktığı gecenin
gölgesini bulm ak gerekir.* H âlâ hayaletlerle dolu bir dünyanın
harabeleri arasındaki “ iğva”, m odem dünyanın nesrinde “eğitim ”
halini almıştır.
Pek erken - v e belki de bir kukla g ö ste risin d e n - doğm uş olan
La Tentation F lau b ert’in tüm eserini kateder. D iğer m etinlerin
yanında, onların arkasında, öyle gözüküyor ki, La Tentation,
görkem li bir şiddet, fantazm ag o ry alar, kuruntular, kâbuslar,
m askara görüntüleri rezervi o luşturm aktadır. V e bu ölçüsüz
hâzineyi F lau b ert’in, sırayla, M adam e B o v a ry 'de taşra düşlerinin
boğuculuğundan geçirdiği, S a la m m b ö ’nun dekorları için biçim
lendirdiği ve yonttuğu, Bouvard'\a. birlikte gündelik groteske
indirgediği söylenebilir. La T en ta tio n 'u n F laubert için kendi
yazısının düşü olduğu hissedilir: Bu yazının olm asını istediği
şey [-esn ek , ipeksi, kendiliğinden, cüm lelerin sarhoşluğu içinde
uyum lu şekilde çözüm e bağlanm ış, g ü z e l-], am a aynı zam anda,
nihayet gün ışığına çıkabilm esi için olm am ası gereken şe y ."
La Tentation F lau b ert’in tüm e serlerin d en ’** önce var olm uştur
(ilk taslağı M em oire d ’un fo u 'da, R eve d ’e n fe r’de, D anse des
m o rts'da ve özellikle S m a h r’da görülür); ve bunların her birin
* Ve Frederic’in, bir ensestten korkar gibi, hâlâ sevdiği kişiden vazgeçtiği o akşam, belki
de, m ağlup keşişinin kendini nihayet yaşamın anaç maddiyatını sevmeye bıraktığı gece
nin tersini tanımak gerekir.
** ... am a aynı zam anda nihai biçimini alması için olm aması gereken şey.
*** ... tüm kitaplarından.
den önce* tekrarlanm ıştır -ritü e l, arınm a, egzersiz, reddedilm iş
“ iğva” m ı? E serden taşarak, aşırı gevezelikleriyle, kullanılm am ış
aşırıbolluğuyla, hayvan öyküleri k alabalığıyla eseri aşar; ve diğer
tüm m etinlerden geri çekilerek, onların yazılışının negatifiyle,
bu m etinlerin ışığa çıkabilm ek için bastırm ak ve azar azar ses
sizliğe itm ek zorunda kalacağı karanlık, m ırıldanan nesri sunar.
[F laubert’in tüm eseri bu ilk söylem in yangınıdır: değerli külü,
karası, sert köm ürü.]
II
La T entation'u serbest kalm ış bir düşselliğin resmi kayıtları olarak
okum aya hiç itiraz etm eyiz. [Bosch, Brueghel ya da K apriçyolar'ı
yapan G oya resim için neyse La Tentation da edebiyat için odur.]
G roteskin bu m onoton geçit töreni karşısında ilk okurların (ya da
dinleyicilerin) sıkıntısı: “Sfenksin, m asal hayvanının, Saba kra
liçesinin, Büyücü S im o n ’un söylediklerini dinliyorduk...”; ya da
- konuşan her zam an Du C am p’tır - “ Şaşkın, biraz bön, hatta biraz
dangalak diyebileceğim Erm iş A ntonius, değişik iğva biçim lerinin
gözünün önünden geçtiğini görür.” “G örüntü zenginliği” (Coppee),
“gölgelerden ve aydınlıklardan oluşan bu orm an” (H ugo), “ sanrı
m ekanizm ası” (Taine) dostları büyüler. [Ama en tuhafları orada
değildir.] Flaubert’in kendisi de deliliği ve fantasm ayı çağrıştı
rır; düşteki devrilm iş büyük ağaçlar üstünde çalıştığını hisseder:
“Ö ğleden sonralarım ı pencereleri kapayarak, perdeleri çekerek
ve iç çam aşırsız, doğram acı giysileri içinde geçiririm . A vaz Avaz
bağırırım! Ter içinde kalırım! O lağanüstü bir şey bu! B azı anlar
vardır ki, kesinlikle çılgınlıktan bile ötedir.” Ç abanın am acına ulaş
tığı an: “Saint Antoine'da. deliye döndüm ve ürkünç bir coşkudan
zevk alm aya kadar vardım ... Bundan daha olm ayacak bir şey hiç
hayal etm em iştim .”
* t.e Nain de Tillemont (S.), M em oires poıır servir â l'histoire ecclesiastique des sijc
Premiers siecles, Paris, Robustel, 1693-1712, 16 cilt. M atter (J.), Histoire critique du
gnosticisme et de son influence sur les sectes religieuses et philosop!ıiques des six prem i
ers siecles de i'ere chretienne, Paris, G, Levrault, 1828, 3 cilt. Beausobre (I. de). Histoire
critique de M anichee et du manicheisme, Am slerdam , J. F. Bem ard, 1734 ve 1739, 2
cilt. Reuss (E.), Histoire de la t/ıeologie chretienne uu siecle aposto!ique, Strasbourg,
Treutel ve VVurtz, 1852, 2 cilt. M igne (Rahip J.-P.), A thanasios (İskenderiye patriği),
Patrologie grecque içinde, Paris, Petit-M ontrouge, c. XXV, XXVI, XXVII ve XXVIII,
1857 ; Epiphanius (Constaııtiensis piskoposu), age., c. XLI, XLII ve XLIII, 1863-
1864; Aziz Jeröme, Patrologie latine. c. X X lI'den X X X ’a dek, 1845-1846. B um ouf
(E.), Comm entaire sur le Yaçna, l'un des livres religieıvc des Perses, Paris, Imprimerie
royale, 1833; Introduction â l ’histoire du bouddhisme indien, Paris, Imprim erie royale,
1844. Anquetil-Duperron (A.), Zend-Avesta, ouvrage de Zoroastre. avec une vie de
Zoroastre. un com mentaire el des etudes sur les usages civils et religieux des Parsis
et sur le ceremonial des livres Zends, Paris, M. Lambert. 1771. 3 cilt. H erbelot de
M olainville (B. d ’), B ibliothique orierıtale, ou Dictionnaire üniversel contenant tout
ce qui regarde la connaissance des peuples de l ’Orient, leurs religions, teur mytholo-
gie, Paris, Compagnie des libraires, 1697. Holtinger (J.H.), Historia orientalis, Tiguri,
J. Bodm eıi, 1651. L ’U nivers pittoresque. Histoire el description de tous les peuples,
de leurs religions, maeurs, coutum es, Paris, Fiım in-Didot, 1835-1863, 70 cilt. Layard
(A.), D iscoveıies in the Ruins o f Nineveh and Bahylon, Londra. M urray, 1853; Early
Adventures in Persia, Susiana a nd Babylonia, Londra, Murray, 1887, 2 cilt. Creuzer
(G.F.), Sym bolik und M ythologie der ailen Völker, Leipzig, K. Leske, 4 cilt., 1810-1812;
Les Religions de l ’Antiquite coıısiderees principalem ent dans leurs fo rm es symboliqııes
et m ythologiques (tercüm e Guigniaut), Paris, Firrnin-Didot, 1825-1851, 4 c. Berger
de Xivrey (J.), Traditions teratologiques, ou R ecits de İA ntiquite et du Moyen Age en
Occident sur queiques points de la fable, du m erveilleux et de l'histoire naturelle, Paris,
Imprimerie royale, 1836. Physiologus, poâme sur la nature des animaux. Ed. Charles
Cahier ve Arthur Martin, N ouveaux M elanges d'archeologie, d'histoire et de litterature
sur le M oyen Age içinde, Paris, Firm in-Didot, c. IV, 1877. Boaistuau (P.), Hisloires
prodigieuses les plıts memorables qui aient ete observees depuis la ııativile de Jesus-
Christ ju sq u 'â nötre siâcle, Paris, Annet Briere, 1560. Duret (C.), Histoire adm irable des
plantes et herbes m iraculeuses en nature, Paris, Nicolas Buon, 1605.
dirseğiyle, flütü ve baklava biçim inde kesilm iş kostüm üyle) Attis,
bunları aynı eserin 58 numaralı levhasında şahsen görebiliriz, [tıpkı]
O rm uz’un portresinin L ayard’da bulunması gibi [ve] O raios’un,
Sabaoth’un, A donai’nin, K nouphis’in m adalyonlarının M atter’de*
kolaylıkla bulunması gibi. Bunca erüdit inceliğin fantazm agorik bir
etki bırakm asına şaşırırız. Daha doğrusu Flaubert’in çok bariz biçim
de bilginin sabrına ait olan şeyi, taşkınlık halindeki bir imgelemin
coşkunluğu olarak yaşam asına şaşırırız.
Tabii eğer Flaubert, özellikle m odern [ona gelene kadar henüz
pek bilinmeyen] bir fantastiğin deneyim ini belki orada yaşam am ış
sa... Çünkü XIX. yüzyıl, önceki asırların gücünü aklına bile getirm e
diği bir im gelem alanı keşfetm iştir. Fantasm aların bu yeni yeri artık
gece değildir, aklın uykusu değildir, arzu karşısında açılmış belirsiz
boşluk değildir: tersine, uyanıklıktır, yorulm ak bilm ez dikkattir,
erüdit gayrettir, kulağı kirişte dikkattir. Hayali olan" bundan böyle
m atbaada basılm ış işaretlerin siyah ve beyaz yüzeyinden, açıldığın
da unutulm uş sözcüklerin kanat çırpm aya başladığı kapalı ve tozlu
ciltten doğar; sütun sütun kitaplarıyla, bir sıraya dizili kitaplarıyla ve
her yeri kaplayan raflarıyla sağır edici, am a diğer yandan imkânsız
dünyalara açık duran kütüphanede titizlikle açılır. İm gelem dünya
sı, kitap ile lam ba arasına yerleşir. İnsan fantastik olanı yüreğinde
taşımaz artık; doğanın densizliklerinden de bekleyem ez artık bunu;
fantastik olan, bilginin kesinliğinden çekip çıkarılır; onun zengin
liği belgenin içinde bekleme halindedir. Düş görm ek için gözleri
kapamak gerekm ez, okum ak gerekir. Gerçek imge bilgidir. Modern
deneyim de imkânsızın güçlerini taşıyan şey, önceden söylenmiş
sözlerdir, kılı kırk yaran eleştirel incelem elerdir, küçük enform asyon
* M etnin 1970 tarihli versiyonunda M. Foucault şu notu eklemiştir: «Brahm anların ilksel
ikiciliği»ni ifade ediyor olması gereken, yüzen beşiği üzerindeki genç tanrı, Creuzeı
tercüm esinin IV. cildinde yer alan biı gravürü (levha 9) tam bir kesinlikle tasvir eder.
Ayak başparm ağını ısıran pembe tanrı ile kollarını bacaklarını sallayan mavi tanrı, kay
nağını m uhtem elen B um ouf’tan almaktadır (L ’lnde française ou Collection de dessin
lithographies representant les divinites, temples, costumes des peuples indous, Paris,
Chabrelie, c. 1, 1835). Orduların prensi Yutucu Ateş, Creuzer’de bulunur (c. IV, levha
8). Başka örnekler de verilebilir.
** Bir h ay ali... doğabilir...
yığınıdır, anıtların en ufak parçaları ve reprodüksiyonların repro
düksiyonlarıdır. Y alnızca bir kez m eydana gelm iş olan şeyi bize
aktarabilecek olan, tekrarın durm ak bilm ez uğultusudur. İmgelem in
gerçeğe karşı oluşm a nedeni, gerçeği inkâr etm ek ya da ödünlemek
değildir. İmgelem, tekrar edilen şeylerin ve yorum ların aralıkları
içinde, kitaptan kitaba, göstergeler arasında yayılır. İki m etin arasın
da doğar ve oluşur. İm gelem , bir kütüphane fenomenidir.*
M ichelet La S o rciere'de, Q uinet A hasverus'la, bu erüdit düşçü
lük biçim lerini keşfetmişlerdi.* A m a La Tentation, bir eser büyük
lüğüne yavaş yavaş yükselen bir bilgi değildir. D aha ilk başından
bilgi uzam ında oluşan bir eserdir: kitaplarla temel bir ilişki içeri
sinde var olur. Bu nedenle, belki de, Batı im gelem inin tarihinde bir
epizottan daha fazlasıdır. Ö nceden yazılm ış olanın ağı içinde ve
bu ağ dolayısıyla var olan bir edebiyatın uzam ını açar: K itapların
kurgusunun işin içinde olduğu kitap. D on K işot zaten var denecek
tir; S ad e’ın tüm eserleri de sayılabilir... A m a Don K işot şövalyelik
anlatılarına, La N ouvelle Justine XVIII. yüzyılın erdem li rom an
larına ironi kipinde bağlanır: tam a da bunlar yalnızca kitap...'*' La
Tentation, basılı olanın engin alanına ciddiyet kipinde gönderm ede
bulunur; yazının kabul görm üş kurum u içinde yer alır. O, diğer
kitapların yanm a yerleştirilecek yeni bir kitaptan çok, m evcut
kitaplar uzamı üzerinde uzanan bir kitaptır. O nları kaplar, saklar,
belirgin kılar, tek bir hareketle onları ışıldatır ve yok eder. O,
yalnızca Flaubert’in uzun zam andır yazm ayı hayal ettiği bir kitap
değildir; o, diğer kitapların düşüdür: düş gören, düşlenm iş tüm
diğer kitaplar -y en id en ele alınm ış, parçalanm ış, yeri değiştirilm iş,
birleştirilm iş, [uzaklaştırılm ış], rüya yoluyla ötelenm iş, am a aynı
zam anda yine rüya yoluyla arzunun hayali ve göz kırpan tatm ini
ne varana kadar yakınlaşm ış kitaplar. [Flaubert, La Tentation \a
birlikte, kuşkusuz, yeri yalnızca kitaplar uzam ı olan ilk eseri yaz
* ... kütüphane fenomenidir. Yepyeni bir kipte, XIX. yüzyıl, Rönesans’ın kuşkusuz ondan
önce bildiği, ama geçen zam an boyunca unutulm uş olan yeni bir im gelem biçimini yeni
den canlandırır.
** ... keşfettiler.
*** ... kitaptı...
mıştır:] ardından, Le Livre, M allarm e m üm kün olabilecektir, sonra
Joyce, R oussel, Kafka, Pound, Borges. K ütüphane alevler içinde.
Çimenler Üzerinde Yemek ve Olympia ilk “m üze” resim leri ola
bilir: A vrupa sanatında ilk kez tuvaller G iorgone’yi, R aphaello’yu
ve V elasquez’i taklit etm ek için değil, bu tuhaf ve görünür ilişkinin
sığınağında, deşifre edilebilir referansın altında, resmin kendisiyle
yeni [ve tözsel] bir ilişkiye tanıklık etm ek için, m üzelerin varlığını
gösterm ek için ve buralarda tabloların edindikleri varlık ve yakınlık
kiplerini gösterm ek için yapılmışlardır. Aynı dönem de La Tentation,
kitapların biriktiği ve bilgilerinin kesin, yavaş bitki örtüsünün ağır
ağır büyüdüğü bu yeşilim tırak kurum lan dikkate alan ilk edebi
eserdir. M anet m üzede neyse Flaubert de kütüphanede odur. Resmi
yapılmış olan şey karşısında, yazılmış olan şey karşısında -d a h a doğ
rusu, resimdeki ve yazıdaki sonsuza dek açık kalacak şey karşısında-
temel bir ilişki içinde yazarlar, resim yaparlar. Onların sanatı, arşivin
oluştuğu yerde kurulur. Bizim İskenderiye çağım ızı dam galamaktan
hoşlandığımız o üzüntü verici tarihsel karakteri -c ılız gençlik, tazelik
yokluğu, yeniliklerin k ışı- belirtmeleri değil; am a bizim kültürümüz
için temel bir olguyu gün ışığına çıkarm alarıdır bunun nedeni: Her
tablo bundan böyle resm in karelenm iş büyük yüzeyine aittir; her
edebi eser yazının sonsuz mırıltısına aittir. Flaubert ve Manet, sana
tın kendi içinde, kitapları ve tuvalleri var kıldılar.
III
K itabın m evcudiyeti La T entation'da tuhaf bir biçim de belirm iş ve
kaçm ıştır. M etin, kitap olarak derhal yalanlanır. K itabın cildi açılır
açılm az, dolu olduğu göstergelere karşı çıkar ve kendine b ir tiyatro
eseri biçim i verir:* O kunm aya değil yüksek sesle söylenm eye ve
sahnelenm eye yazgılı olan bir nesrin transkripsiyonu. Flaubert La
T entation’u b ir tür büyük dram , dinlerin ve tanrıların tüm evrenini
içeren bir F aust yapm ayı bir an düşünm üştü. A m a Flaubert bun
dan hem en vazgeçti; yine de olası bir sahnelem ede olabilecek her
* Elçilerin İşleri, x, 11. Daniel, II, 46. 2. Krallar, xx, 13; 1. Krallar, x, 1.
tıpkı aslında F laubert’in incelediği kütüphanelerden kaynaklanm ış
olm ası gibi. Bu baloyu yönetm ek için, M antık ile dom uzun sim et
rik ve ters figürlerinin son halini almış m etinde yer alm adığını ve
bunların yerine kutsal m etin okum ayı A ntonius’un öğrettiği bilgin
tilm izi H ilarion’un geçtiğini görm ek şaşırtıcı değildir.
Ö ncelikle tiyatro görüntüsü altında gizlenen, sonra da bu
görüntüyü yeniden algılanam az kılacak bir gösteri yeri olarak
yüceltilen kitabın bu m evcudiyeti, La Tentation için oldukça kar
m aşık bir uzam oluşturur. G örünüşte, karton bir dekorun önünde
renk renk boyanm ış, tavandan asılı şahıslarla karşı karşıyayızdır.
Sahnenin kenarında, b ir köşede, hareketsiz azizin kukuletalı silueti:
kukla sahnesi gibi bir şey. Flaubert, çocukken, L egrain B aha’nın
kukla tiyatrosunda gösterdiği M ystere de saint A n to in e'ı [Ermiş
A ntonius’un Esrarı] sık sık görm üştü. D aha sonra, oraya Georges
S an d ’ı götürdü. İlk iki versiyon bu yakınlığın belirgin işaretlerini
korum uştu (en başta dom uz; am a aynı zam anda günah kişilikleri,
şapele saldırı, Bakire M eryem im gesi). Son halini alm ış m etinde
“kukla” etkisini sürdüren şey yalnızca görüntülerin çizgisel olarak
birbirini izlem esidir: N eredeyse dilsiz keşişin önünden günahlar,
iğvalar, tanrılar, canavarlar g e ç e r-h e p s in in bir kutunun içindeym iş
gibi yattığı bir cehennem den sırasıyla her biri çıkm aktadır. A m a
bu, üst üste yükselen tüm bir derinlikler dizisi üzerinde yükselen
bir yüzey etkisidir [(burada, gözü aldatan düz satıhtır.)]
Gerçekten de, birbirini izleyen görüntüleri desteklem ek ve onları
gerçekdışı gerçeklikleri içinde ortaya koym ak için Flaubert basılı
cüm lelerin saf ve basit okunmasını dikey boyutta derinleştiren bir
dizi kişilikten yararlandı. Önce okur vardır (1) -F la u b e rt’in m etnini
okuduğum uzda gerçek okur olan b iz le r- ve gözler önündeki kitap
(1 tekrar)\ bu metin, (“Tebai’dedir... fo n d a keşişin kulübesi vardır")
şeklindeki ilk satırlarından itibaren okuru (2) bir tiyatro sahnesinin
seyircisi olmaya davet eder, bu sahnenin dekoru titizlikle belirtil
miştir (2 tekrar); burada, tam ortada, yaşlı m ünzevi görülebilir (3),
bacaklarını kavuşturarak oturm uştur ve birazdan kalkacak, eline
bir kitap alacaktır (3 tekrar), bu kitaptan yavaş yavaş endişe verici
görüntüler çıkacaktır: şölenler, saraylar, şehvetli kraliçe ve nihayet
kurnaz tilmiz Hilarion (4); Hilarion aziz için tüm bir görüntüler
uzamı açar (4 tekrar), burada sapkınlar, tanrılar ortaya çıkar ve
ihtimal dışı bir yaşam çoğalır (5). Am a hepsi bu değil: sapkınlar
konuşur, kendi ayinlerini utanm adan anlatırlar. Tanrılar parıltılı
geçmişlerini anıştırırlar ve kendilerine adanan kültleri hatırlatırlar.
Canavarlar kendi vahşiliklerini duyururlar. Böylece, onların sözcük
lerinin gücüyle ya da sırf onların varlıklarıyla kendini dayatan yeni
bir boyut ortaya çıkar: şeytansı tilmizin ortaya çıkardığı görüntünün
içindeki görüntü (5 tekrar); böylelikle, O phite’lerin iğrenç kültü,
A pollonius’un m ucizeleri, B udha’nın iğvalan, Isis’in eski mutlu
hükümranlığı belirir (6). D olayısıyla gerçek okum adan yola çıkarak
beş farklı düzey, tekrar rakam larıyla belirtilen beş dil “rejim ”i elde
ederiz: kitap, tiyatro, kutsal metin, görüntüler ve görüntülerin görün
tüleri; böylece, şahıslardan, figürlerden, m anzara ve biçimlerden
oluşan beş dizim iz olur: görünm ez seyirci, inzivaya çekilmiş olan
Ermiş Antonius, Hilarion, sonra sapkınlar, tanrılar ve canavarlar,
nihayet onların söylemlerinden ya da belleklerinden doğan gölgeler.
Ardışık kapanm alarla yürüyen bu düzenlem e değişim geçirm iş
tir -d a h a doğrusu, diğer iki düzenlem e tarafından onaylanmış ve
tamamlanmıştır. Birincisi geriye doğru giden kapanm a düzenidir: 6.
düzeyin figürlerinin -görüntülerin g örüntüsü- en solgun, doğrudan
bir algının asla erişemeyeceği figürler olması gerekirdi. O ysa bunlar
sahnede kendilerinden öncekiler kadar ya da Erm iş A ntonius’un ken
disi kadar m evcut, onlar kadar yoğun, renkli ve ısrarlıdır: Sanki bu
görüntülerin, ilk görüntülerin bağrından doğm asını sağlayan puslu
anılar, itiraf edilem ez arzular, ortaya çıktıkları dekor üzerinde, keşi
şin ve tilmizinin hayali diyaloglarını geliştirdikleri m anzara üzerin
de, kurgusal seyircinin bu kısm i-esrar m eydana gelirken gözlerinin
önünde gördüğünü sandığı bu m izansen üzerinde aracısız hareket
edebilirmiş gibi. Böylece, son düzeyin kurgulan kendi üzerine kat
lanır, bu kurgulan doğurm uş olan figürleri kaplar, hemen tilmizi ve
münzeviyi aşar ve sonunda tiyatronun varsayım sal maddiliği içine
dahil olur. Geri dönen bu kapanma yoluyla, en uzak kurgular kendi
lerini en dolaysız dil rejimine -F la u b e rt’in belirlediği ve şahıslannı
dışardan kuşatm ası gereken sahne bilgilerine- uygun olarak sunarlar.
Bu düzenlem e sayesinde, bu durum da, okur (1), dram a tanık
olduğu sanılan varsayım sal seyircinin (2) om zu üzerinden Ermiş
A ntonius’u (3) görebilir: ve bu nokrada okur seyirciyle özdeşleşir.
Seyirciye gelince, A ntonius’u sahnede görür, am a A ntonuis’un
om zunun üzerinden, ona görünen görüntüleri, [adeta 1 keşişin
kendisi kadar gerçek olarak görür: İskenderiye, K onstantinopolis,
Saba m elikesi, H ilarion; okurun bakışı, keşişin sanrılı bakışında*
eriyip gider. Keşiş de H ilarion’un omzu üzerinden eğilir, onunla
aynı bakışla bakarak, kötü tilm izin çağrıştırdığı figürleri görür;
ve Hilarion, sapkınların sözleri aracılığıyla, tanrıların yüzünü ve
canavarların hom urtularını algılar, onlara m usallat olan imgeleri
seyreder. Böylece, figürden figüre, onlara aracı olarak hizm et eden
lerin ötesinde şahısları bağlayan, [ama] gitgide** onları birbiriyle
özdeşleştiren ve farklı bakışlarını tek bir göz kam aştırıcılıkla eriten
bir zincir ortaya çıkar ve gelişir.
Fantastik görüntüleri büyüleyen nihai görüntüler ile okur ara
sındaki m esafe devasadır: Birbirine bağım lı kılınan dil rejim leri,
birbirlerinin üstünden bakan ara-kişiler bu “m etin-tem silin” derin
liklerine geriler, hayallerle dolu tüm bir insan grubu. [Ama] iki
hareket buna karşı koyar: Biri, dil rejim lerini etkileyerek, görün
m ez olanın görünürlüğünü doğrudan üslupla ortaya çıkarır; öteki,
figürleri etkileyerek, onların bakışlarıyla ve onları aydınlatan ışıkla
yavaş yavaş özdeşleşerek, en uzak im geleri sahnenin kıyısında
IV
[La Tentation, düzeni (tüm diğer anlam ları ayıklayarak) bir anlam
ve tek bir anlam oluşturm ak değil, am a eşzam anlı olarak birçok
anlam dayatm ayı işlev edinm iş bir söylem gibidir. Sahnelerin görü
nür devamı çok basittir: Yaşlı keşişin anıları, seraplar ve günahlar,
bunların hepsi Ş ark ’tan gelen binlerce yıllık kraliçede (I ve II) ifade
bulur; sonra Kutsal Y azı’yı tartışırken sapkınların hızla üreyip
çoğalm asını ortaya çıkaran tilm iz (III ve IV); bu durum da tanrılar
gelir ve bir bir sahnede belirirler (V); dünyanın uzamı bir kez kala
balıktan kurtulduğunda, hem Şeytan hem de Bilgi halini almış tilm i
zinin rehberliğinde A ntonius bu uzamı katedebilir, genişliğini ölçe
bilir ve karm akarışık canavarların sonsuzca ortaya çıktığını görür
(VI, VII). Birçok gizli dizinin üstünde duran görülebilir devam .]'
118
kazanım larıyla ikili olarak büyülenm esidir. N e İbrahim ’in tanrısı,
ne Kutsal Bakire, ne de (ilk iki versiyonda ortaya çıkan) erdem ler
son halini alm ış m etinde yer alır. A m a bu hiç de onları kutsallığa
hakaretten korum ak için değildir; im gesi oldukları figürler içinde
-B u d h a ’da, iğvaya uğram ış tanrıda, İsa’ya benzeyen keram et sahi
bi A pollonius’ta, acının annesi İsis’te - yok olup gittikleri içindir.
La Tentation im gelerin pırıltısı altında gerçeği gizlem ez; hakikatin
içinde, bir im genin im gesini ortaya çıkarır. H ıristiyanlık, ilkel
saflığı içinde bile, doğm akta olan bir dünyanın henüz gri gölgesi
üzerinde antik dünyanın son yansılarından oluşm uştur.
4 )' 1849 ve 1856 yılında, La Tentation Yedi Tem el G ünah ve
üç teolojik erdem e -İm a n , Ü m it ve Tanrı S e v g isi- karşı m üca
deleyle açılıyordu. Y ayım lanan m etinde gizem lerin tüm bu gele
neksel im geleri kaybolm uştu. G ünahlar ancak seraplar biçim inde
belirir. Erdem lere gelince, gizli biçim de, sekansların örgütleyici
ilkesi olarak varlıklarını sürdürürler. Sapkınlığın sürekli yeniden
başlayan oyunları hatanın her şeye kadirliğiyle İm an ’ı tehlikeye
atar. Tanrıların im gelem in ışıldam aları gibi yok olm asına neden
olan derin acısı, Ü m it’in her biçim ini faydasız kılar. D oğanın
kım ıltısız zorunluluğu ya da güçlerinin vahşice zincirinden boşan
ması Tanrı sevgisini/m erham eti bir alaya dönüştürür. Üç büyük
erdem yenilm iştir. Bunun üzerine erm iş yüzünü tanrıdan döner,
“yüzü koyun yatar, dirseklerine dayanır ve nefesini tutarak bakar...
K urum uş eğreltiotları yeniden çiçek verm eye başlar.” Çırpınan
küçük hücrenin seyriyle Tanrı S ev g isi’ni göz kam aştırıcı m eraka
(“Ey m utluluk! M utluluk! Y aşam ın doğuşunu gördüm , hareketin
başlam asını gördüm ”), Ü m it’i dünyanın şiddeti içinde yok olup
gitm enin ölçüsüz arzusuna (“U çm ak istiyorum , yüzm ek, havla
mak, böğürm ek, ulum ak istiyorum ”), İm an ’ı doğanın sessizliğiyle,
şeylerin donuk ve yum uşak aptallığıyla özdeşleşm e arzusuna
(“tüm biçim lerin üzerinde büzülm ek, her atom un içine nüfuz
etm ek, m addenin özüne kadar inm ek -m a d d e o lm a k - istiyorum ”)"
dönüştürür.
* 4) Teolojik dizi...
** ... Dolayısıyla La Tentation iiç teolojik erdem in savaşı ve yanılgısı olarak okunabilir.
İlk bakışta fantasm aların pek bağdaşık olm ayan b ir devam ı gibi
algılanan bu eserde, icat edilm iş, am a m aharetli b ir titizlilikle icat
edilm iş olan ilk boyut düzendir.' Fantasm a olarak kabul edilen şey,
çevriyazısı yapılm ış belgelerden başka bir şey değildir: desenler
ya da kitaplar, figürler ya da m etinler. B unları birleştiren devam ,
aslında çok karm aşık bir kom pozisyon tarafından zorunlu kılın
m ıştır" -belgesel öğelerin her birine belli bir yer atfederek onları
birçok eşzam anlı dizi içinde gösterir. G ünahların, sapkınlıkların,
tanrısallıklar ve canavarların geçit töreni yaptığı görünür hat, tüm
bir dikey örgütlenm enin yüzeysel zirvesidir. Bir kukla dansındaki
gibi ortaya çıkan bu figürlerin birbirini izlem esi aynı zamanda:
erdem lerin kanonik-teslisidir; Ş ark’ın düşleri arasında doğan ve
Batı bilgisi içinde tam am lanan kültürün yerölçüm selidir; T arih ’in
zam anın ve şeylerin kökenine geri dönüşüdür; dünyanın sınırlarına
kadar genleşen ve aniden yaşam ın basit öğesine geri dönen uzamın
nabız vuruşlarıdır. H er öğenin ya da her figürün yeri yalnızca görü
nür bir geçit töreni içinde değil, H ıristiyan alegorilerin düzeni için
de, kültürün ve bilginin hareketi içinde, dünyanın tersine dönm üş
kronolojisi içinde, evrenin uzam sal konfigürasyonları içindedir.
La Tentation'un görüntüleri, birbiri içinde kapsayan ve onları
uzağa doğru bölüm leyen bir derinliğe göre serim lendiği eklenir
se, ardışıklık hattının altında ve söylem çizgisinin gerisinde bir
hacim in oluştuğu görülür: Ö ğelerin her biri (sahneler, şahıslar,
söylem ler, dekor değişim leri) çizgisel dizinin belirli bir noktasında
bulunur; am a aynı zam anda bu hacm in kendi dikey tekabüliyet
sistem i de vardır; ve kurgu içinde belirli bir derinlikte yer alır. La
Tentation'un nasıl olup da kitaplar kitabı olduğu anlaşılır: B ir “cilt”
[volüm e]"’ içerisinde, önceden yazılm ış kitaplardan yola çıkarak
oluşm uş ve güçlü belgesel karakterleri gereği, önceden söylenm iş
olan şeyin yeniden söylenm esi olan bir dil öğeleri dizisini bir
araya getirir. K ütüphane yeni bir uzam içinde kataloglanm ıştır,
bölüm lere ayrılm ıştır, tekrarlanm ıştır, yeniden düzenlenm iştir: ve
V
La Tentation'da, B ouvard et P ecuchet'yı, onun grotesk gölgesi
gibi, hem m innacık hem de ölçüsüz ikizi gibi çağıran bir şey vardır.
Flaubert, La Tentation'u tamam lar tam am lam az bu son metni yaz
maya girişir. Aynı öğeler: kitaplardan oluşan bir kitap; bir kültürün
erüdit ansiklopedisi; inzivanın ortasındaki iğva; bitm eyen sınamalar
dizisi; düşler ve inançlar oyunu. A m a genel konfıgürasyon değişm iş
tir. Öncelikle de K itap’ın sonsuz kitaplar dizisiyle ilişkisi değişm iş
tir: La Tentation görünm ez ciltlerden alınma ve bakış için katışıksız
fantasm aya dönüşm üş dil kopukluklarından oluşmuştu; yalnızca
Kutsal Kitap - e n yetkin K itap - metnin içinde belliydi ve sahnenin
ortasında da Y azı’nın hükümran varlığı görülüyordu. Bouvard ve
Pecuchet’nin aklını çelen doğrudan doğruya kitaplardı; onların son
suz çoklukları tarafından, kütüphanenin m onoton uzamında eserlerin
çokluğu tarafından ayartılmışlardır; kütüphane, B ouvard'da, görü
nürdür, envanteri çıkarılmıştır, adlandırılm ış ve analiz edilmiştir.
Büyüleyici özelliklerini uygulayabilm ek için bir kitap içinde kut
sallaştırılmaya ya da imgelere dönüşm eye ihtiyacı yoktur. Güçlerini
yalnızca varlığından -b asılı kâğıdın sonsuzca çoğalm asından- alır.
K utsal K itap kitabevine dönüşm üştür; im gelerin büyüsü okum a
iştahına. Aynı şekilde, iğvam n biçim i de değişm iştir. E rm iş
Antonius aylak bir inzivaya çekilm işti; tüm m evcudiyet bir kenara
bırakılm ıştı: ne bir m ezar yetm işti ne de duvarlarla çevrili bir kale.
G örünür tüm biçim ler defedilm işti; am a bunlar zorla geri gelm iş
ler, erm işi sınavdan geçirm işlerdi. Y akınlıklarının sınavı, am a
aynı zam anda da uzaklıklarının: Onu çevreliyorlardı, her yandan
istila ediyorlardı ve, o elini uzattığı anda, yok olup gidiyorlardı.
Öyle ki, onların karşısında erm iş saf edilgenlikten başka bir şey
olam ıyordu: K itap dolayısıyla, belleğinin ya da im gelem inin
hatırşinaslığıyla onlara yer verm iş olm ası yetm işti. Ondan gelen
her jest, her acım a sözü, her şiddet m ucizeyi dağıtıp yok ediyor,
iğvaya uğradığını (im genin gerçekdışılığının ancak onun kalbinde
gerçeklik taşıdığını) ona belirtiyordu. Bouvard ve Pecuchet ise,
buna karşılık, hiçbir şeyle yorulm ayan hacıdırlar: H er şeyi dener
ler, her şeye yaklaşır, her şeye dokunurlar; her şeyi kendi ufak
m aharetlerinin sınam asından geçirirler. Onlar, M ısır keşişi gibi
geri çekilm işlerse de, bu aktif bir geri çekilm edir, girişimci bir
aylaklıktır; bu aylaklık içinde, okum aların yardım ıyla, en büyük
ciddiyetle basılm ış hakikatlerle birlikte bilim in tüm ciddiyetini de
bir araya getirirler. O kudukları şeyi yapm ak isterler ve umdukları
başarı onlardan uzaklaşıyorsa, tıpkı im gelerin Erm iş A ntonius’un
önünden geri çekilm esi gibi, bu daha ilk edim den itibaren değildir,
hırslı takiplerinin sonundadır. Aşırı gayretkeşlikten gelen iğva.
Çünkü bu iki saf adam için iğvaya uğram ak inanm ak dem ektir.
Okuduklarına inanm ak, işittiklerine inanm ak, söylem in m ırıltısına
dolaysızca ve sonsuzca inanmak. Tüm m asum iyetleri önceden
söylenm iş olan dilin açtığı uzamın içine yuvarlanır. O kunm uş ve
işitilm iş olan şey, anında yapılacak olan şeye dönüşür. A m a giri
şim lerinin saflığı o kadar büyüktür ki yenilgileri asla inançlarının
sağlam lığına halel getirm ez.2 [:bildikleri şeyin doğruluğunu başa
rıyla ölçmezler; inançlarını eylem içinde sınayarak tehdit etm ez
ler]. Felaketler, onların im anının egem enliği dışında kalır: im an
ları dokunulm am ış kalır. Bouvard ve Pecuchet vazgeçtiklerinde,
inanm aktan vazgeçm ezler, inandıklarım yapm aktan vazgeçerler.
Eserlerden, im ana olan gözkam aştırıcı im anlarını korum ak için
koparlar. Onlar, E y ü p ’ün m odem dünyadaki imgesidir: M alları
değil bilgileri isabet alm ış, Tanrı tarafından değil Bilim tarafından
terk edilm iş olarak, Eyüp gibi sadakatlerini korurlar; erm iştir onlar.
Tersine, Erm iş A n to n iu s’a göre iğvaya kapılm ak, inanm adığı şeyi
görm ektir: H akikate karışm ış olan hatayı, tek T an rı’ya benzeyen
Tanrının göbeğinden bir lotüs gövdesi çıkmaktadır. Lotüsün çeneğinden üç yüzlü bir
başka tanrı belirmektedir (s. 165).
Pembe olan ilki ayak başparm ağını em m ektedir (s. 166).
Mavi olan İkincisi dört kolunu hareket ettirm ektedir (s. 166).
Fil hortumuyla göbeğini kaşıyan, bilgelik esinleyicisi güneş tanrısıdır
(s. 167).
Buddha. - ... Öm rüm ü kraliyet sarayım da geçirdim. İnci giysiler giydim , güzel koku
ların yağmuru altındayım, otuz üç bin kadın yelpazeliyor beni ve çınlayan küçük
çanlarla süslü sekilerim in üzerinden bakıyorum halklarıma (s. 171).
Bir timsaha binmiş yaşlı adam, ölülerin ruhlarını yıkamak
üzere nehir kıyısına gidiyor (s. 167)
İsis. - Bu o! Onun gözleri; onun saçları bunlar, koç boynuzu gibi örül
müş! Onun eserine yeniden başlayacaksın sen. Biz lotüsler gibi yeniden
çiçek vereceğiz. Ben daim a büyük İsis’im! Henüz kim se duvağım ı kaldı-
rabilmiş değil! Benim meyvem güneştir! (s. 197).
O sırada E FE S ’İN BÜYÜK D İA N A ’SI belirir. Siyah mineli gözleri, dirsekleri iki
yanında, ön kollarını yana ayırmış, elleri açık.
O m uzlarına aslanlar tırmanıyor; göğsünde meyveler, çiçekler ve yıldızlar buluşuyor;
daha aşağıda üç dizi meme beliriyor. Diana, kam ından ayaklarına dek, dar bir kuşak
içinde. Boğalar, geyikler, kartal başlı aslanlar ve arılar yarı gövdelerine dek oradan
atılmaya çalışır gibiler. - Başının arkasına konm uş, dolunay gibi yuvarlak, gümüşi bir
kursun saçtığı beyaz ışıkta seçiliyor (s. 184-185).
A cteo n ’un üslubu*
* “La prose d ’ActeorT, La N ouvelle Revue française, no 135, Mart 1964, s. 444-459.
138
İkicilik ve gnosis, bunca redde ve kıyım a rağm en, gerçekten de
H ıristiyanlığın Kötülük kavrayışında ağır basm ıştır: O nların ikili
düşüncesi (Tanrı ile Şeytan, Işık ile K aranlık, İyilik ile A ğırlık,
büyük m ücadele, radikal ve inatçı bir tür kötülük) bizim düşün
cem iz için düzensizliklerin düzenini örgütledi. Batı H ıristiyanlığı
gn o sis'i m ahkûm etti; am a onun hafif ve uzlaşm a vaat eden bir
biçimini korudu; İğ v a’nın [Tentation] basitleştirilm iş düellolarını
fantasm alarında uzun süre sürdürdü: D ünyanın açılm asıyla diz
çökm üş keşişin yarı kapalı gözleri önünde tüm bir tuh af hayvan
sürüsü -m ad d en in yaşsız fig ü rleri- yükselir.
A m a tersine, ya Şeytan, ya Ö teki A y n ı’ysa? Y a İğva, büyük
uzlaşm azlığın epizotlarından biri değil de İk iz’in belli belirsiz
nüfuz edişiyse? Ya düello bir ayna uzam ında cereyan ediyorsa?
Ya ezeli tarih (ki bizim tarihim iz bunun ancak görünür ve bir süre
sonra silinir biçim idir) sırf her zam an aynı değil, bu A y n ı’nın
özdeşliğiyse: Hem algılanam ayan yer değiştirm e hem de ayrılm az
olanın sarılm asıysa? T üm bir H ıristiyan deneyim i bu tehlikeyi
gayet iyi tanım ıştı -a y ırt edilem ez olanın biçim inde iğvayı sına
m a iğvası. İblisbilim in tartışm aları bu derin tehlike tarafından
biçim lendirilm iştir; ve bunun tarafından yıpratılm ış, daha doğrusu
canlandırılm ış ve çoğaltılm ıştır, bu tartışm alar bitim siz bir m üna
zarayı sonsuza dek sürdürürler: S abbat’a gitm ek kendini Ş eytan’a
teslim etm ektir, ya da belki de T an rı’m n az im anlı insanlara -y a
da çok im anlılara, T an rı’dan başka bir tanrı olduğunu hayal eden
saflara-, onları kışkırtm ak için gönderdiği Ş eytan’ın sim ülakrına
kendini adam aktır. Ve Cinlileri yakan yargıçların kendileri de bu
iğvanın, adaletlerinin sıkıntıya düştüğü bu tuzağın kurbanıdırlar:
Çünkü ecinniler iblislerin sahte güçlerinin hakiki bir im gesinden
başka bir şey değildir; İblis bu imge sayesinde büyücülerin beden
lerini değil, cellatlarının ruhlarını ele geçirir. Tabii eğer Tanrı, her
şeye kadir yalnızlığına inanm ayanların ruhunu bulandırm ak için
Şeytan yüzünü takınm am ışsa; bu durum da, Ş ey tan ’ı taklit eden
Tanrı büyücü ile işkencecinin, bu iki lanetli figürün tuh af düğün
lerini düzenlem iş olur: Sonuçta cehennem e m ahkûm , Ş eytan’ın
gerçekliğine, Ş eytan’ı taklit eden T an rı’nın bu gerçek sim ülakrına
m ahkûm figürler. Bu gidiş ve dönüşlerde aşırı benzerliğin tehlikeli
oyunu çoğalır: Tanrı Ş eytan’a çok benzer, Şeytan da T an rı’yı çok
iyi taklit eder...
XVI. yüzyıl düşüncesinin “ince eleyip sık dokum aya” devam
ettiği Ö zdeşlikler’in bu büyük tehlikesine bir son verm ek için
D escartes’ın Kötü C in ’ininden azı gerekm em iştir. III. M editasyon’un
Kötü Ç in ’i, insanda mevcut aldatıcı kuvvetlerin hafifçe belirginleşi-
rilm iş özeti değildir; o, T anrı’ya en çok benzeyen, Onun tüm güçle
rini taklit edebilecek, O nun gibi ezeli hakikatleri telaffuz edebilecek
ve eğer isterse 2 + 2 = 5 yapabilecek olandır. T anrı’nın harikulade
ikizidir. Tüm varolm a im kânını anında iptal eden bir kötücüllük
dışında. Sim ülakrlardan duyulan kaygı artık sessizliğe girmiştir.
Klasik dönem in başına dek (barok edebiyata ve özellikle tiyatroya
bakın) bu sim ülakrların Batı düşüncesinin büyük başdönm e vesile
lerinden biri oldukları bile unutuldu. K ötülük’ten, im gelerin ve tem
silin gerçekliğinden, çeşitlinin sentezinden kaygı duyulm aya devam
edildi. A ynı’mn baş döndürebileceği artık düşünülm üyordu bile.
Incipiî Klossowski; Z erdüşt gibi. H ıristiyan deneyim inin biraz
karanlık ve gizli bu yüzünde, Y unan tanrılarının parıldayan teofa-
nisini* (sanki ikizi, belki de sim ülakrıym ış gibi) aniden keşfeder.
Kendini Sabbat’da gösteren iğrenç Teke ile suyun serinliğine
saklanan bakire tan n ça arasında oyun tersine döner: D iana’nın
banyosunda, sim ülakr aşırı yakınlığın kaçışı içinde kendini gös
terir, yoksa öteki dünyanın ısrarcı istilası içinde değil; am a kuşku
aynıdır, ikiye ayrılm a riski de: “Diana, A cteo n ’a kendini gösterm ek
için tanrılarla insanlar arasında aracı bir iblisle anlaşm a yapar.
Havai bedeniyle İblis, teofanisi içinde D ian a’yı taklit eder ve
A cteon’a tanrıçaya sahip olm anın anlam sız arzu ve üm idini esinler.
D iana’nın im gelem i ve aynası olur.” V e A cteo n ’un nihai m etam or
fozu onu parçalanm ış geyik değil, iffetsiz, çılgın ve kutsallığa say
gısızlıkta bulunm aktan zevk alan bir teke haline getirir. Tanrısalın
kutsallığa hakaretle işbirliğinde, Y unan ışığından bir şeyler sanki
Hıristiyan gecesinin diplerinde şim şeklerle dolaşm aktadır.
1. iblis, ben kendim ve tanrı sözcüklerinin altını ben çizdim. Bu m etin, Nietzsche üzerine
çok büyük derinlikte sayfalar içeren ve K lossow ski’nin tüm üyle yeniden okunmasını
sağlayan önem li bir derleme olan Un sifu n este desir'de aktarılmaktadır, (Sur guelçues
themes fondam entaux de la “Gaya Scienza" de N ietzsche, Un si funeste desir içinde,
Paris, G allim ard, “Collection blanche”, 1963, s. 21-22 [Fransızca metni yayıma hazırla
yanların notu]).
dir, ne de önce onaylanan sonra yadsınan özdeşlik oyunu; A=A
eşitliği, iki terim in her birini kendi özdeşliğinden ayıran ve bu ayrı
mın oyunuyla (kuvvet ve sinsilik) onları birbirine gönderen içsel
ve sonsuz bir hareketle canlanır. Ö yle ki, bu olum lam adan hiçbir
hakikat doğam az; am a söylem lerin, fablların, Klossovvski’nin
tuzağa düşüren ve tuzağa düşen hilelerinin kendi dillerini bulacağı
tehlikeli bir uzam açılm ak üzeredir. B izim için B lanchot’nunki ve
B ataille’ınki kadar tem el önem de b ir dil; çünkü o da bize düşün
cenin en ağırının diyalektiğin dışında aydınlanm ış hafifliğini nasıl
bulm ası gerektiğini öğretir.
Doğrusu, ne Tanrı ne de Şeytan bu uzam da asla görülm ez. Kesin
nam evcudiyet aynı zam anda onların iç içe geçm eleridir. A m a ne biri
ne diğeri adlandırılm ıştır, belki de adlandırılan değil “adlandıran”
oldukları için “çığırtkan” olduklarından, çağrılm am ışlardır. Bu dar
ve kutsal bir bölgedir, figürlerin hepsi burada bir şeyi im lemektedir.
Burada, gerçek m evcudiyetin paradoksal uzam ı katedilir. Ancak
Tanrı dünyada yalnızca bir iz ve bir boşluk bırakarak yok oldukça
gerçek olan mevcudiyet; öyle ki bu m evcudiyetin gerçekliği, onun
yer aldığı ve töz dönüşüm ü [transsubstantiationY yoluyla geıçekdı-
şılaştığı nam evcudiyettir. N um en quod habitat simulacro.
Bu nedenle Klossovvski G id e’i inanç değiştirm eye davet eden
C laudel’i ya da Du B o s’u " onaylam az; bir uca T an rı’yı ve öteki
uca Ş eytan’ı koyarak onları etleriyle kem ikleriyle (etten bir şeytana
karşı kem ikten bir tanrı) dövüştürenlerin yanılacaklarını ve G id e’in
bir yakınlaşıp bir uzaklaşırken, başkalarının talebi üzerine şeytanın
sim ülakrı rolü oynarken -a m a bunu yaparken, şeytanın oyuncağı,
nesnesi, aleti mi olduğunu yoksa dikkatli ve kurnaz bir tanrının
seçtiği biri mi olduğunu bilm ezk en - haklılığa yakın olduğunu
bilm ektedir. Kendini göstergelerle duyurm ak değil, sim ülakrların
derinliği içinde m eydana gelm ek; belki de kurtuluşun özü budur.
* Klossowski (P.), Roberte, ce soir, Les Lois de L ' H ospitalite içinde, Paris, Gallimard,
coll. “Le C hem in” , 1965.
** Sade et la Revolution (College de Sociologie’de konferans, Şubat 1939) Sade (D.A.,
Marquis de), Oeuvres completes, c. III içinde, Paris Jean-Jacques Pauvert, 1962, s. 349-365.
*** L e Souffleur ou le TM âtre de societe. Paris, Jean-Jacques Pauvert, 1960.
Florence A m ca ve canavar koca, K. olan Theodore, özellikle sonsuz
küçük, aşılam az m esafe içindeki R oberte’i - bu nedenle Roberte
olduğu g ib id ir- taklit eden Roberte, bu akşam.
* Klossowski P., La Vocation suspendue, Paris, Gallim ard, “Collection blanche” , 1950.
** Klossowski P., Le Revocation de l' cdit deN antes, L esL ois de L ’hospitalite içinde, a.g.y.
yerine geçm iştir. Tiyatro, R oberte’e Roberte rolünü dayatır: Yani,
(veren bakışın etkisi altında) sim ülakrın içinde açılan içsel m esa
feyi ortadan kaldırm aya ve R oberte’i T heodore’un (belki de K.)
kendisinden kopardığı ikizinde barm dırtm aya çalışır. Ama Roberte
rolünü doğallıkla oynasa bile (en azından bir replikte bu başına
gelir), bir tiyatro sim ülakrından başka bir şey değildir, buna karşı
lık Roberte metnini tutuk tutuk okuduğunda ise, sözde-sanatçım n
altından kaçıp giden (ve oyuncu değil Roberte olduğu ölçüde kötü
olan) R oberte-R oberte’tir. Bu nedenle bu rolü yalnızca R oberte’in
bir sim ülakrı oynayabilir; bu sim ülakr R oberte’e öyle benzer ki,
Roberte belki de bu sim ülakrın kendisidir. D em ek ki, ya R oberte’in
iki varlığı olm alı, ya da iki R oberte’te tek bir varlık olmalı; o ken
dinin katışıksız sim ülakrı olmalıdır. Bakışta, (ölüm e varana dek)
ikiye bölünen, B akan’dır; sahte tiyatronun sahnesi üzerinde, telafisi
im kânsız bir ontolojik bölünm eye m aruz kalan, B akılan’d ır.’
Ama, sim ülakrları kırpıştıran alm aşık deneyim lerin tüm bu
büyük oyununun ardında, buradan m uam m alı göstergeler gönderen
M utlak bir İşletim ci mi vardır? La Vocatiorı su spendue’de, sanki
tüm sim ülakrlar ve alm aşıkları, onların içinde kendini işittiren ya
da belki, aynı zam anda, sessiz kalan m ajör bir çağrı etrafında örgüt
lenm iş gibidir. Sonraki m etinlerde, bu algılanam az, am a çağıran
T anrı’nın yerine görünür iki figürü, daha doğrusu, sim ülakrlar kar
şısında hem aynı düzeyde hem de tam bir dengesizlik içinde olan
iki dizi figür geçm iştir: İkiye bölücü ve ikiye bölünm üş. Bir uçta,
yaşam ın ve ölüm ün sınırındaki canavarca kişilerin hanedanlığı:
Profesör O ctave, daha doğrusu Souffleur'ün başında, varlığın önce
sinde ya da sonrasında cam lı geniş bir salonda, bir banliyö garında
m akasçılık yaptığını gördüğüm üz şu “yaşlı u sta.” A m a bu “ işlem ci”
gerçekten m üdahale eder mi? O lay örgüsünü nasıl kurar? A slında
kim dir? Usta, R oberte’in amcası (iki yüzü olan), Dr. Rodin (ölmüş
ve dirilm iş olan), stereoskopik gösteri m eraklısı, el-işleyicisi (bede
ni işleyen ve m ıncıklayan), K. (başkalarının eserlerini ve belki de
karılarını çalan; tabii eğer kendisininkini verm ezse) ya da Theodore
3. Burada, katışıksız biçim olarak ve sim ülakrın süssüz oyunu içinde, gerçek mevcudiyet
ve töz dönüşüm ü sorunuyla yeniden karşılaşılır.
Lacase (R oberte’i oynatır)? Y oksa R oberte’in kocası m ı? Her Şeye
K adir O lan’dan kendisi olan sim ülakrın içinde çarm ıha gerilm iş
olana (çünkü o, -k i K .’d ır - Theodore konuştuğunda “ben” der)
giden devasa soykütük. A m a diğer uçta, R oberte’in kendisi de
sim ülakrların büyük işlem cisidir. D inlenm eksizin, elleriyle, uzun
ve güzel elleriyle, om uzları ve saçları okşar, arzu uyandırır, eski
sevgilileri hatırlatır, pullu bir kını ya da kurtuluşçuların üniform a
sını söküp alır, kendini askerlere verir ya da gizli sefaletlerin peşin
den koşar. Dağılıp saçıldığı içler acısı ya da canavar gibi kişilerin
tüm ünde kocasını kırım m layanın kendisi olduğuna hiç kuşku yok.
O lejyondur. Her zam an ‘h ay ır’ diyen değil. A m a tersine, sürekli
‘ev et’ diyendir. H erkesin kendi yanında olduğu bu iki-aradaki
uzamı ortaya çıkaran çatallı bir ‘e v e t.’ Şeytan-Roberte ve Tanrı-
Theodore dem eyelim . D aha ziyade, birinin T an rı’nın simülakrı
(T a n n ’nın aynısı, yani Şeytan) ve diğerinin de Ş ey tan ’ın simü-
lakrı (İblisTe aynı, yani Tanrı) söylem ek daha doğru olur. Ama
biri E ngizisyoncu-T okatçı’dır (göstergelerin gülünç araştırıcısı,
inatçı ve daim a hayalkırıklığına uğrayan yorum cu: çünkü gösterge
yoktur, yalnızca sim ülakrlar vardır), ve diğeri, K utsal B üyücü’dür
(arzusunun varlıkları boş yere yardım a çağırdığı bir Ş ab at’a doğru
hep yola çıkar, çünkü asla insanlar yoktur, yalnızca sim ülakrlar
vardır). Ne göstergelere inanan m etin şerhine, ne de varlıkları
seven erdem e katlanm ak sim ülakrların doğası gereğidir.
K atolikler göstergeleri dikkatle inceler. K alvinciler onlara asla
güvenm ez, çünkü onlar yalnızca ruhların elenm esine inanırlar.
A m a ya biz gösterge ya da ruh değil de, yalnızca kendim izle aynıy
sak (ne eserlerim izin görülür evladı ne de yazgılı) ve dolayısıyla,
sim ülakrın kendiyle m esafesi içinde dört yana parçalandıysak? Bu
durum da bunun nedeni göstergeler ile insanların yazgısının ortak
bir vatanları olm ayacağıdır; N antes Ferm anı yürürlükten kaldırıl
m ış olacağı içindir;* bundan böyle H ıristiyan teolojinin bölünm e
* Kalvinist Roberte, bir adamı kurtarm ak üzere gerçek m evcudiyetin ondan saklı olm adı
ğı bir tabem akla tecavüz ettiğinde, bu küçücük tapınak boyunca aslında kendi elleri olan
iki el tarafından aniden yakalanır: İkiye bölünmüş Roberte, göstergenin ve zaferin boşlu
ğunda muzafferdir.
sinden kalan boşluk içinde olacağım ız içindir; bu ıssız (ya da belki
de bu terk ediş nedeniyle zengin) toprak üzerinde H ölderlin’in
sözüne kulak verebileceğim iz içindir: “Zeichen sind wir, bede-
utungslos" ve belki de, daha da ötede, güneş doğarken tanrıları
parıldatan ya da gecenin dibinde güm üşten büyük yaylar gibi olan
tüm bu büyük ve kaçak sim ülakrlara kulak verebiliriz.
Bu nedenle, L e B ain de D iane,' kuşkusuz, K lossow ski’nin tüm
m etinleri içinde bu parlak ışığa en yakın olanıdır, ama bizim için
pek karanlıktır; sim ülakrlar da bize buradan gelir. Bir efsanenin bu
yorum unda, diğer anlatıları düzenleyene benzer bir konfigürasyon
bulunur, sanki hepsi de büyük m itik m odellerim burada bulm akta
dır: La Vocation'da. olduğu gibi m uştulayıcı bir fresko; A rtem is’in
yeğeni A cteon, tıpkı A ntonius’un da R oberte’in yeğeni olması
gibi; D iyonisos, A cteon’un am casıdır ve sarhoşluğun, parçalanm a
nın, sürekli yenilenen ölüm ün, daim i teofani’nin yaşlı efendisidir;
kendi arzusunun ikiye böldüğü Diana, hem kendi arzusuyla hem
de A rtem is’in arzusuyla m etam orfoz geçiren Acteon. Yine de,
uzak bir efsanenin ve bir m esafe m itinin (çıplak tanrıçaya yaklaş
m aya teşebbüs ettiği için cezalandırılan insan) yorum una ayrılm ış
bu m etinde, bağış pek yakındadır. Burada, bedenler genç, güzel
ve dokunulm am ıştır; tam bir kesinlik içinde birbirlerine doğru
kaçarlar. Çünkü sim ülakr, göstergelerin m uam m asına başvurm a
dan, kendini hâlâ parıltılı tazeliği içinde verm ektedir. Fantasm alar
burada, kökensel ışık içinde görüntünün kabulüdür. A m a bu, kendi
hareketiyle, erişilm ez bir uzağa gerileyen bir kökendir. Banyodaki
Diana, kendini bakışa sunduğu anda suyun içinde gizlenen tanrıça,
yalnızca Y unan tanrılarının kandırm acası değil, tanrının dokunul
m amış birliğinin “kendi tanrısallığını bakire bedeninde yansıttığı”
andır ve böylece onu, kendinden m esafe içinde, iffetli olarak gös
teren ve aynı zam anda T e k e ’nin şiddetine sunan bir iblis tarafından
ikiye bölünür. Ve tanrıça, düzlük alanda ışıldam aya son verip,
kendini aklayarak içine düştüğü görünüm de ikiye bölündüğünde,
m itik uzam dan çıkar ve teologların zam anına girer. Tanrıların arzu
Yazm ak, çağlardan beri, zam ana uyarlanm ıştır. A nlatı (gerçek ya
da kurgusal) bu aidiyetin tek biçim i değildi, esas olana en yakın
duran da değildi; hatta onun derinliğini ve yasasını, bunları en iyi
ifade ediyorm uş gibi gözüken hareketin içinde saklam ış olması
da m uhtem eldir. Ö yle ki, zam anı anlatıdan, anlatının doğrusal
düzeninden, zam anların birbirleriyle uyum unun sözdizim sel büyük
oyunundan kurtarırken, yazm a edim inin de zam anın eski boyundu
ruğundan kurtarıldığı sanıldı. A slında zam anın kesinliği, yazdığı
şey dolayısıyla yazı üzerinde uygulanıyor değildi, yoğunluğunun
içinde, onun tekil varlığını —bu cisim sizi- oluşturan şeyin içinde
uygulanıyordu. G eçm işe yönelsin yönelm esin, kronolojilerin düze
*
Roger L aporte’un La V eille’i [Gece Nöbeti]*, hem soluk hem de
korkunç bu “bölge”nin en yakınında durm aktadır. B ir sınav olarak
burada belirtilm ektedir: Tehlike ve sınam a dönem i, inşa eden am a
açık kalan açıklık, yakınlık ve uzaklaşm a. B öylece kendi eli kula-
ğındalığını dayatan şey, am a anında ve aynı zam anda vazgeçen şey
asla dil değildir. Tarafsız bir öznedir; her dili m üm kün kılan, yüzü
olm ayan “ [eril] o ” . Yazm ak, o kendini m esafenin m utlaklığı içine
çekm ediğinde ancak m üm kün olur; am a o, aşırı yakınlığının tüm
ağırlığıyla tehditkâr olduğunda yazm ak im kânsız olur. Tehlikelerle
dolu bu aralıkta, ne O rta, ne Yasa, ne Ölçü olabilir (H ölderlin’in
E m pedokles'in d e de"). Çünkü, henüz doğm am ış güne gözlerini
açan nöbetçinin m esafesinden ve gece nöbetinden başka verili olan
bir şey yoktur. Işıklı ve kesinlikle ihtiyatlı bir tarzda, bu o, dilin
konuştuğu uyanık m esafenin ölçüsüz ölçüsünü söyler. L aporte’un
bir sınam anın geçm işi gibi anlattığı deneyim , bu deneyim i anlatan
dilin verildiği deneyim dir; dilin bize ulaştığı ve yalnızca kendisi
nin gözetleyebildiği bu m esafenin yakınlaşm ası içinde kendinden
uzaklaştığı boş m esafeyi çoğalttığı kıvrım dır bu.
Bu anlam da, L a p o rte ’un eseri, B lan ch o t’nun yakınında,
E debiyat’ın düşünülm eyenini düşünür ve onun varlığına, ne ona
kavuşm ayı ne de onu kabul etm eyi düşünen b ir dilin şeffaflığıyla
yaklaşır.
C laude O llier’nin tüm eseri dilin ve şeylerin ortak uzam ının bir
incelenm esidir; görünüşte, m anzaraların ve şehirlerin karm aşık
uzam ına, uzun, sabırlı, bozulm uş, bir bakışın ya da bir adımın
hareketleri içinde yeniden ele alınm ış ve bağlanm ış cüm leleri
uyarlam a egzersizidir. D oğrusu, O llier’nin ilk rom anı La M ise en
scene [Sahneleme]* dil ile uzam arasında bir betim lem eden ya da
bir ölçülem eden daha derin bir ilişkiyi ortaya çıkarıyordu: Haritası
çıkarılm am ış bir bölgenin beyaz bırakılm ış çem berinde, anlatı,
belirgin, insanlı, olaylarla dolu bir uzam doğurm uştu; bu olayları
(doğurarak) betim leyen, angaje ve kayıp gibiydi; çünkü anlatıcının
bir “ikiz”i vardı ve ona gelene dek varolm am ış bu aynı yerde, etra
fında gizlice hazırlanan olaylara benzer olayların art arda gelişiyle
156
öldürülm üştü: Ö yle ki, henüz asla betim lenm em iş olan bu uzam ,
yalnızca öldürücü bir ikilem e pahasına adlandırılm ış, anlatılm ış
ve ölçülm üştür; uzam, zam anı ortadan kaldıran bir “kekem elik”
yoluyla dile giriyordu. Uzam ve dil, Le Maintierı de l’ordre'd a
[Düzenin Sürdürülmesi]*, kendini gözetlenirken gören bir bakış ile
onu gözetleyen ve sürekli bir geriye bakm a oyunuyla gözetleyeni
yakalayan inatçı ve sessiz, ikiz bir bakış arasındaki salınım dan
birlikte doğuyordu.
Ete indien [Hint Yazı]**, sekizgen bir yapıya uyar. Apsislerin
ekseni, kaputunun ucuyla engin bir m anzarayı ikiye kesen ara
badır, şehirde yaya ya da otom obille gezintidir; tram vaylar ya da
trenlerdir. O rdinatların dikeyi, piram idin yam acına tırm anıştır,
gökdelendeki asansördür, şehrin üzerine sarkan cihannüm adır.
Ve bu dikeylerin açtığı uzam da, tüm bileşik hareketler açılırlar:
Dönen bakış, bir düzlem in üzerine dalar gibi şehrin uzam ına dalan
bakış; koyun üzerinde hızla fırlayan sonra kenar m ahallelere doğru
yeniden inen hava treninin eğrisi. Ayrıca, bu hareketlerin bazıları,
fotoğraflar tarafından, sabit bakışlar, film fragm anları tarafından
sürdürülür, yankılandırılır, dengelendirilir ya da dondurulur. A m a
bu hareketleri izleyen, anlatan ya da hareketleri yerine getiren göz
hepsini ikiye böler. Çünkü bu bakış nötr değildir; şeyleri oldukları
yerde bırakır gibi yapar, am a aslında onları “ayırıp alır”, yoğunluk
ları içinde onları kendilerinden gücül olarak ayırır ve böylece onları
henüz var olm ayan, hatta senaryosu bile henüz seçilm em iş bir fil
m in hazırlığına dahil eder. Dille birlikte kitabın yapısını oluşturan
şey, henüz olm ayan şeylerle henüz olm ayan film arasında, karar
verilm em iş am a “tercih belirtilecek” bu “görüntüler”dir.
Bu yeni yerde, algılanan şey kararlılığını terk eder, kendinden
kopar, bir uzam da, hem de olasılık dışı bileşim lerle dalgalanır,
onları serbest bırakan ve bağlayan bakışı kazanır ve böylelikle bu
bileşim lerin içine nüfuz eder, onların doğum yerleri ile nihai beyaz
perdelerini ayırıp birleştiren bu tuhaf, ele gelm ez m esafe arasına
Dilin gücü budur: U zam ın ördüğü dil, uzamı kışkırtır, ilksel bir
açıklık olarak onu kendine verir ve onu yeniden kendi içine alm ak
için bir parçasını ayırır. Ama yeniden uzam a m ahkûm dur: Satırları
ve yüzeyiyle sayfada değilse, kitabı oluşturan bu ciltte değilse
nerede dalgalanıp konabilir? M ichel Butor, dilin genellikle ortaya
çıkarm adan kapsadığı, pek görünür bu uzam ın yasalarını ve para
dokslarını defalarca dile getirdi. D escıiption de San M arco, |San
M arco’nun Betimi]* bakışın katedebileceği şeyin m im ari modelini
dilin içinde yeniden oluşturm aya çalışm az. A m a taştan binaya ben
zeyen tüm dil uzam larını kendi hesabına ve sistem atik olarak kul
lanır: onun onardığı önceki uzam lar (freskolann resim lediği kutsal
m etinler), resim li yüzeylerin doğrudan doğruya ve m addi olarak
üzerine konm uş uzam lar (yazıtlar ve açıklayıcı yazılar), kilise öğe
lerini analiz eden ve betim leyen sonraki uzam lar (kitapların ve reh
berlerin yorum lan), biraz tesadüfen birbirine bağlanan, sözcüklerle
tutturulm uş kom şu ve bağlantılı uzam lar (bakan turistlerin düşün
celeri), bakışların sanki öte tarafm ış gibi döndüğü yakın uzam lar
(diyalog parçaları). Bu uzam ların kendi yazılm a yerleri vardır:
Elyazm ası ruloları, duvar yüzeyleri, kitaplar, m akasla kesilen teyp
bantları. Ve bu üçlü oyun (bazilika, sözel uzam lar, yazı yerleri)
kendi öğelerini ikili bir sistem e göre dağıtır: Ziyaretin anlam ı (bu
* Butor (M .), Description de San Marco, Paris, Gallimard, “Collection blanche” , 1963.
da, bazilika uzam ı, gezginin yürüyüşü ve bakışlarının hareketinin
iç içe geçm iş bileşkesidir) ve M ichel B utor’un, sayfa kenarları
yasasına uygun olarak kestiği, kim ileri ise dizeler ya da sütunlar
şeklinde düzenlenm iş sözcük şeritleriyle kendi m etnini bastırdığı
büyük beyaz kâğıtların buyurduğu anlam. Ve bu düzenlem e belki
de yine fotoğrafın uzam ı olan bu diğer uzam a gönderm ede bulunur.
B azilika düzenindeki devasa m im ari, ama taşlardan ve resim lerden
oluşan uzam ından m utlak anlam da farklı -o n a doğru yönelm iş,
ona yapışık, onun duvarlarını katederek, onun içine göm ülü uzamı
açarak, ondan kaçan ya da yolunu şaşırtan tüm m ırıltıları ona
aktararak, şeylerle kapışan sözel uzam ın oyunlarını yöntem sel bir
kesinlikle ortaya çıkararak.
Burada “betim lem e” kopyalam a değil, daha ziyade deşifre
etmedir: H er bir şeyi kendi doğal yerine yerleştirm ek, ve kita
bı, hepsinin, betim lem e/yazısızlaştırm a [de-scription| sonrasında,
evrensel bir kayıt uzam ı bulabilecekleri yer yapm ak için, şeylerden
oluşan bu çeşitli dil yığınını eklem lerinden çıkarm ak için m aharetli
teşebbüs. Ve, kitabın varlığı, edebiyatın nesnesi ve yeri kuşkusuz
burasıdır.
(c. I, s. 407-412)
Raymond R o u ssel’in eserleri
niçin yeniden yayımlanıyor?
M odem edebiyatım ızın habercisi*
Raym ond R oussel’in eserleri yıllardan beri dilim izin altında yayıl
m akta, am a biz pek bilm em ekteydik. G erçeküstücülere zaten pek
tuhaf ve pek yakın gelm iş olan bu sesteki ısrarı alg ılay abilm eniz
için L eiris’in Les B iffu res’u , R obbe-G rillet ve B u to r’un gelm e
leri gerekm işti. A m a A nthologie de l’hum our n o ir’ı hazırlarken
B reton’un hissettiğinden çok farklı gelm ektedir bize bu ses. Çok
(c. I, s. 421-424)
J.-P. Richard’ın M allarm e’si*
Bu k itap " çıkalı şim diden iki yıl olduğundan, artık etkilerin
den sorum ludur. Sonuçlarının devam ını henüz deşifre edebilecek
durum da değiliz, am a en azından, bütün figürleri içinde yol açtığı
tepkiler deşifre edilebilir. Bir kitap şeyleri kım ıldatm asıyla önem
taşım az, am a kitabın etrafındaki dil yerinden oynar, bir boşluğu
düzenleyip orayı kendi konaklayacağı yer yaparsa önem taşır.
R ichard’ı eleştirenleri hiç eleştirecek değilim . Y alnızca, onun
m etninin çevresinde beliren m esafeye, görünürde polem ik işaret
* “Le M allarmâ de J.-P. Richard”, Annales. Economies, societes, civilisations, no 5,
Eylül-Ekim 1964, s. 996-1004. (J.-P. R ichard’ın L ’Univers imaginaire de M allarm e’si
üzerine (Paris, Ed. du Seuil, 1962)).
** L ’Univers imaginaire de M allarme Paris, Ad. du Seuil, 1962.
leriyle dolu olan, am a sessiz bir tarzda, kendi yerinin boşluğunu
tanım layan bu sınırlara dikkati çekm ek istiyorum . D aha fazla
kesinlik ya da güncellik için açıkça psikanalitik bir yöntem e' ya
da yapısal süreksizlikler okum asına2 gönderm e yapıldığında, onda,
geleceğe bu itirazlardan daha yakın olan şey gün ışığına çıkarılm ış
olunm uyor m u? Aniden bu m etnin ve yalnızca bu m etnin konuşm a
ya başladığı ve baştan itibaren kendi içinde konuştuğundan onun
dilinin adlandıram ayacağı yeni yer dışardan çizilm iş olunm az mı?
3. Sorun, fikir tarihi diye adlandırılan alandakiyle aynıdır. Belgenin korunması, bilim le
rin, felsefelerin, edebiyatların yanında, bir m etinler kitlesi ortaya çıkardı; bunlara haksız
yere sahte-bilim ya da kısm i-felsefe m uam elesi yapılm akta ya da zayıf biçim de ifade
edilen görüşler, hatta edebiyat, felsefe ya da bilim halini alacak olan ve önceden böyle
olan şeyin ön taslağı ve sonraki yansısı olarak bakılmaktadır. Aslında, burada da kendi
tanımını ve yöntemini bekleyen, ve “kısm i” ibaresiyle analojik tarzda ele alınm ayı red
deden yeni bir kültürel nesne söz konusudur.
onun alanı ne O p u s’tur ne de M allarm e’nin Yaşamı, am a bu
korunan, barınan, tüketilecek değil, aydınlatılacak olan - v e adına
M allarm e d e n e n - hareketsiz dil bloğudur.
D em ek ki, “ Yerli M a sa lla rı'nin filanca Ö lüm Son esi’nin deva
mı olduğunu, H ero d ia d e’n m F a u n a ’nin kardeşi olduğunu ve
Igit ur'un doğrudan doğruya Son M o d a ’ya açıldığını” gösterm ek
söz konusudur; “tüm özel eserler ile bu eserin tüm -c id d i, trajik,
m etafizik, değerli, aşka dair, estetik, ideolojik, ç ılg ın - kayıtları
arasında, bunları karşılıklı olarak birbirlerini aydınlatm aya zorla
yan bir bütün ilişkisi” kurm ak hayal edilir.4 Yani bir analiz ya da
deşifre etm e yöntem i saptam adan önce, bir “yapısalcılık” ya da bir
“psikanaliz”den yana tercih yapm adan önce, hatta tercihini belirt
m eden önce (bu b ir entelektüel dürüstlük işaretidir, am a asla kuru
cu bir tavır değildir), Richard, bir nesne - a ç ık sözel hacim , çünkü
bulunan her yeni iz burada yer alacaktır, am a kesinlikle kapalı,
çünkü ancak M allarm e dili olarak v a rd ır- oluşturan bu temel
işlem i açıkça yerine getirir. Bu, neredeyse sonsuzca yayılabilir.
Buna karşılık, kavranışı m üm kün olduğunca sınırlıdır: M allarm e’ci
kısaltm ayla sınırlıdır.
B undan böyle, bir m iktar yol buyurulm uştur ve bunlar tüm diğer
lerini dışlam aktadır.
1) Öz ile biçim i karşı karşıya getirm ek, hatta ayırt etm ek artık
söz konusu değildir. Bunun nedeni nihayet öz ile biçim in birliğinin
yerinin bulunm uş olm ası değil, edebi analiz sorununun yer değiştir
mesidir: A rtık şimdi biçim ile biçim sizi karşı karşıya getirm ek, bir
m ırıltının hareketini incelem ek söz konusu. B içim sel olan, yüzünü
anlam a dönm üş olan bu aydınlık tarafından analiz edilm ek yerine,
onu im leyenin cepheden işlevi içinde ele alınm ak yerine, karanlık
ve gecesel tarafıyla ele alınır, kendi çözüm üne -g eld iğ i yere ve
yeniden kaybolm ak için gittiği y e re - bakan kendinin bu yüzünde ele
5. A.g.e., s. 243-283.
A nalizlerinin gönderm e yaptığı M allarm e, ne katışıksız dilbilgisi
öznesidir ne de yoğun psikolojik öznedir; eserlerde, m ektuplarda,
m üsveddelerde, eskizlerde, itiraflarda “ben” diyendir; dolayısıyla,
uzaktan ve ardışık yaklaşım larla, her koşulda, dilinin sürekli sisi
içinde asla tam am lanm am ış ve daim a gelecek zam ana ait eserini
sınayandır; ve, bu anlam da, eserinin sınırlarının üzerinden her
zam an atlar, sınırlarında gezinir, yaklaşır, nüfuz eder ve anında geri
püskürtülür, tıpkı en yakın ve en dışlanm ış bekçi gibi; ama, tersine,
eserin örgüsü içinde ve bu kez onu derinlem esine aşarak, dilin hâlâ
gelecek zam andaki olanaklarını onun içinde ve ondan yola çıkarak
keşfedendir; öyle ki, kendisi, zorunlu olarak fragm anlı bu eserin
sanal birlik noktasıdır, sonsuzluktaki biricik ortaklıktır. R ichard’ın
incelediği M allarm e, dem ek ki, eserinin dışındadır, am a bu öyle
kökten ve katışıksız bir dışındalıktır ki, bu eserin öznesinden başka
bir şey değildir; eserin tek referansıdır; am a tüm içeriği eserdir;
ancak bu yalnız biçim le ilişki sürdürür. Ö yle ki M allarm e de, bu dil
örtüsünde, bu biçim in çizdiği ve etrafında bölüşiildüğü iç kıvrım dır
- bu biçim in en iç biçimi.
R ichard’ın analizinin her noktası, olanaklı ve dikey iki buy
ruğun tehdidi altındadır elbette: Biri biçim selleştirici, diğeri psi-
kolojileştirici. Am a, söylem inin düz tutulm uş çizgisinde ortaya
çıkan şey, edebi eleştirinin yeni bir boyutudur. R ich ard’a kadar
(Starobinski hariç) aşağı yukarı bilinm eyen ve hem edebi “B en”e,
hem de yalnızca konuşan özne olarak belirterek psikolojik öznel
liğe karşı çıkarılabilecek boyut. Bu boyutun m antıksal, dilbilim sel
ve psikanalitik teorilerin karşısına hangi güçlükleri çıkardığı (ya da
önerdiği) bilinm ektedir; yine de, bu üç teori birden, çeşitli yollar
dan ve farklı sorunlar hakkında, bugün ona doğru geri dönm ektedir.
Belki de edebi analiz için de tem el bir kategoridir bu boyut.
3) İm gede bir m etafor ya da b\x fa n ta sm a 'û a n daha başka bi
şeyi tanım ayı ve bunu belki de ilk kez p o etik düşünce olarak analiz
etm eyi sağlayan odur. T uhaf bir şekilde, R ich ard ’a M allarm e’nin
entelektüel deneyim ini duyum sallaştırm a ve daha ziyade İd ea’mn
üm itsizliği ve kuruluğu olan şeyi haz terim leriyle onarm a suçlam a
sı yöneltilm ektedir: Sanki zevkten alınan tat, eseri lg itu r'u n gecesi
nin dam gasını çok erkenden taşıyan kişinin kayıp, am a hep aranan
cenneti olabilirm iş gibi. A m a R ichard’ın analizine başvurulsun.'
Bu E lbehnon’un tarihi ( ‘7 7 / be none” ) onun için ne m elankolik bir
krizin çevriyazısıdır ne libidinal bir intiharın felsefi dengi. O bura
da, daha ziyade, m erkezi bir boşluk -k o n u şan ın b o şlu ğ u - etrafında
edebi dilin yerleşm esini ya da özgürleşm esini görür: Bundan böyle
şairin sesi hiçbir dudaktan çıkm ayacaktır; bu ses, zam anın boşlu
ğunda, G eceyarısı’m n sözü olacaktır. Ü flenen mum.
Bu nedenle Richard, M allarm e’nin deneyim ini m ağara ve
m ücevher şeklindeki bu ters ve dayanışık iki im geden ayıram az:
G izlice karanlık bir yürekten yola çıkarak çevrede parıldayan
m ücevher; ve m ağara, kayaların iç çeperinde seslerin yankısını
yansılayan devasa gece hacm i. A m a bu im geler ayrıcalıklı nesne
ler olm anın ötesindedir; bunlar tüm im gelerin im gesidirler; kendi
konfıgürasyonlarıyla düşüncenin görünür olanla zorunlu ilişkisinin
ne olduğunu söylerler; sözün, düşünceye dayalı söz halini aldı
ğında, kendi m erkezini nasıl oyduğunu, çıkış noktasını ve öznel
tutarlılığını gecenin içinde nasıl kararttığını gösterirler ve onunla
ancak hissedilir olanın dış çevresinde, kendi üzerinde yavaşça
dönen bir taşın kesintisiz pırıltısı içinde ya da m ağaranın kayalarını
kendi sesiyle ikiye katlayan yankının uzantısı içinde yeniden bağ
kurarlar. M allarm e’ci im gelem , R ichard’ın tüm diğer im gelerin
gelip yerleştiği bu iki tem el m etafordan yola çıkarak analiz ettiği
gibi, düşünce ile dünya arasındaki tem asın m utlu yüzeyi değildir;
bu, daha ziyade, ancak sınırlarında pırıldayan ve titreşen gecenin
hacm idir. İmge, hissedilir cennetine nihayet yeniden kavuşan bir
düşüncenin şansını gösterm ez; onun kırılganlığı, gecesi içinde
uçurum laşm ış ve ancak şeylerin sessiz oldukları bu sınıra doğru
kendinden m esafeyle söz edebilecek bir düşünceyi gösterir. Bu
nedenle Richard, M allarm e’nin im gelerini çağdaş gelenek için pek
tuhaf ve pek altüst edici biçim de analiz eder: M etafordan izlenim e
gitm ez, hissedilir öğeden im leyen değerine doğru da gitm ez; adlan-
* A.g.e., s. 184-208.
172
dirilm iş figürden onun içinde telaffuz edilen şairin ölüm üne gider
(tıpkı elm asın parıltısından köm ürlü yüreğine gidilm esi gibi); ve o
zam an im ge öte taraf gibi, ölüm ün görünür tarafı gibi ortaya çıkar:
K onuşan kişi öldüğünden beri sözü şeylerin yüzeyinde dolan
m aktadır, onlardan çekip çıkardığı tek anlam kendi kayboluşudur.
A lgılanan ya da hissedilen şey im ge olur; m etafor olarak işlev gör
düğünde ya da bir anıyı sakladığında değil, onu görenin, belirtenin
ve dile getirenin, her zam an için, çaresizce nam evcut olduğunu
ortaya çıkardığında im ge olur. R ichard’ın “duyum culuğu”nun,
eğer bu sözcüğü kullanm ak istiyorsak, B achelard’ın kozm olojik
m utluluğuyla ortak hiçbir yanı yoktur; “ içi boşaltılm ış”, m erkezi
oyulm uş bir duyum culuktur bu; ona göre, hayal etm ek, kendi
dilinin m esafesi içinde toplanm ak için kendi ölüm ünü kateden bir
düşüncenin edim idir.
4) K onuşan öznenin ölüm ü ya da değillenişi eğer im geleri
oluşturan iktidarsa, bunların tutarlılık ilkesi ne olacaktır? Ne fan
tasm aların m etaforik oyunu ne dünyanın düzdeğişm eceli yakınlık
ları. İm geler, derin bir uzam a uygun olarak birbirine uyum lanır ve
eklem lenir; R ichard böyle bir uzam ı ne dünyaya ne de psik e’ye
indirgem ek gerektiğini gayet iyi gördü, bu uzam ancak dilin hem
hissedilir olanı hem de ölüm ü adlandırdığında kendisiyle birlikte
taşıdığı bu m esafeye indirgenebilirdi. “K anat” olm ak M allarm e’ci
sözcüğün doğasındadır (açıldığında kuşun gövdesini kaplayan
kanat kendi ihtişam ını gösterir, am a aynı anda hareketi içinde
bu gövdeyi başından savar ve onu göğün dibine götürür, öyle ki
sonuçta bu gövdeyi kurum uş, düşkün, m ahkûm bir tüy yumağı
biçim ine indirger ve artık bu yum ağın görünür biçim i olan kuş
bile yoktur); aynı zam anda “yelpaze” ve çelişik utanç olm ak onun
doğasıdır (yelpaze yüzü gizler, am a kendine kapalı tuttuğu sim
kendine gösterm ez değildir, öyle ki saklam a gücü zorunlu olarak
kendini gösterm ektir; tersine, sedef dam arları üzerine kapandığın
da, ince zarlarına boyanm ış m uam m aları gizler, am a barındırm ayı
üstlendiği deşifre edilebilir yüzünü ışığa bırakır). Bu nedenle söz
cük, hakiki sözcük saftır: D aha doğrusu, şeylerin bekâretidir, aşikâr
ve sunulm uş gibi olan bütünlükleridir, aynı zam anda da erişilm ez
uzaklıklarıdır, ihlal olanağının olm adığı m esafeleridir. İm genin
ortaya çıkardığı sözcük hem konuşan öznenin ölüm ünü hem de
konuşulan nesnenin m esafesinini söyler.
B öyle bir analiz sürdüren R ich ard ’ın kitabı, burada da, örnek
bir eser olur: Bir eserin uzam salhğı denebilecek edebi eleştirinin
henüz iyi bilinm eyen bu alanını, yabancı kavram lara başvurm adan
inceler. Düşüş, ayrılık, cam , ışığın ve yansının fışkırm ası; Richard
bunları bir şiire yansım ış hayali bir dünyanın boyutları olarak değil,
çok daha gizli ve m ünzevi bir deneyim olarak deşifre eder: Düşen
ya da ortaya serilen şey, hem şeyler hem de sözcüklerdir, ışık ve
dildir. Richard, zarın tek bir hareketle harfleri, heceleri, dağınık
cüm leleri ve görünüm ün şanslı ışıldam asını beyaz kâğıdın üzerine
fırlattığı her türlü ayrılıktan önceki o bölgeye kavuşm ak istedi.
Edebi bir eserden söz etm ek için günüm üzde belli analiz m odelleri
var. M antıksal model (üst-dil), dilbilim sel m odel (gösteren öğelerin
tanımı ve işleyişi), m itolojik model (m asalsı anlatı parçalan ve bu
parçaların bağıntıları), F ıeudcu m odel. Eskiden başkaları da vardı
(retorik, yorum cu m odeller); elbette başkaları da olacaktır (belki
bir gün bilişim e dayalı m odel). A m a hiçbir eklektizm bunları
sırasıyla kullanm akla yetinem ez. Ve edebi analizin bir süre sonra
bütünlüklü bir model keşfedip keşfedem eyeceğini ya da bunların
hiçbirini kullanm am a olanağı bulup bulam ayacağım söyleyem eyiz.
Richard hangi modeli kullandı? Sonuçta, o da bir m odelden
yararlandı m ı? M allarm e’yi kübik bir dilsel kütle olarak ele almak
istediği doğru olsa da; biçim siz olanla belli bir ilişki tanım lam ak
istediği, kendi sözünde yok gibi olan bir öznenin sesini burada bul
m ak istediği, düşüncenin tersi ve sınırı olan im geler çizm ek istedi
ği, dünyanın ya da sözcüklerinkinden daha derin olan bir uzam sal-
lığın güzergâhını katetm ek istediği doğru olsa da, keyfiyete kendini
sunm am ış m ıdır? K endi seçtiği güzergâhları çizm e ya da zevkine
uygun deneyim lere denetim sizce ayrıcalık tanım a özgürlüğünü
kendine tanım adı mı? Gün batım ınm , dram ın ve kahkahanın -h a tta
yuvasından olm uş k u ş u n - M allarm e’si varken, niçin parlaklığın,
balkım anın, hem geçici hem de sürekli olan yansının M allarm e’sini
yeniden oluşturdu?
Aslında, R ich ard ’ın analizi çok kati bir zorunluluğa itaat eder.
Süreklilik taşıyan bu kitabın sırrı, son sayfalarında ikiye bölünm e
sidir. Son bölüm olan “Edebiyatın B içim ve A raçları” ilk dokuz
bölüm ün uzantısı değildir: Bir anlam da tekrardır, aynadaki görün
tüsü, m ikrokozm osu, benzer ve indirgenm iş konfigürasyonudur.
R ichard’ın önceden analiz ettiği tüm figürler (kanat, yelpaze, m ezar,
m ağara, ışıltılı parlaklık) burada tekrar ele alınır, am a kökenden
gelen gereklilikleri içinde. Ö rneğin, M allarm e için, gösterilen şeyin
doğasında kök salm ış sözcüğün, titreşim inin oyunuyla sessiz varlı
ğını sunarak yine de dillerin keyfiyetine tabi olduğu görülür: Ancak
aynı anda hem göstererek hem de gizleyerek adlandırır; şeyin en
yakın figürüdür o ve silinem ez m esafesidir. D olayısıyla o, kendi
içinde, varlığı içinde, sırası geldiğinde yol açabileceği tüm im geler
den önce, m evcudiyetin atılım ı ve görünür m ezardır. Aynı şekilde,
bir kitabın içine gelip yerleşen şey, kozm olojik değerleriyle birlikte
m ücevher değildir; m ücevherin biçimi özünde kitabın kendisinin
iç ve türev benzerinden başka bir şey değildir ve kitabın sayfaları,
sözcükleri, anlam ları da her bir okum a serem onisinde, diğerlerine
dayanan, diğerlerine gönderen ve ancak ötekileri ortadan kaldırarak
ve yine onları anında vaat ederek kendini gösteren rastlantısal bir
yansıyı serbest bırakırlar.
B öylece, R ichard’ın tüm analizleri, sonunda açık seçik ortaya
çıkarılm ış olan bir yasayla tem ellenm iş ve gerekli kılınm ış olur;
oysa ki bu yasanın ifadesi tüm kitap boyunca, her bir noktasında
kitabı sollayarak ve doğrulayarak, hissedilm ez bir biçim de onu
geride bırakır. Bu yasa, ne (retorik olanaklarıyla birlikte) dilin
yapısıdır, ne de (psikolojik gereklilikleriyle birlikte) yaşanm ış
olanın zincirlenm esidir. Bu yasa dilin çıplak deneyim i olarak,
konuşan öznenin dilin varlığıyla ilişkisi olarak belirtilebilir. Bu
ilişki M allarm e’de (bizim tarafım ızdan “M allarm e” diye adlandı
rılan bu dil kütlesinde) tarihsel olarak biricik bir biçim almıştır:
M allarm e’nin sözcüklerine, sözdizim ine, şiirlerine, (gerçek ya da
im kânsız) kitaplarına egem en biçim de sahip olan odur. Y ine de bu
yalnızca bize fiilen aktarılm ış olan bu ahenkli ve bozuk dil içinde
keşfedilebilir; M allarm e tarafından yalnızca onun içinde oluştu
rulm uştur. Bu ölçüde, R ichard kendi analizinde izlediği “m odel”i
M allarm e’de bulm uştur: Eserlerin görünür kıldıkları, am a her an
eserleri de parıldayan görünürlükleri içinde olanaklı kılan şey, dilin
varlığıyla bu ilişkiydi.
Bana kalırsa, R ichard’ın kitabı bu noktada kendine ait en derin
güçleri keşfetm ektedir. Başka yerde kurulm uş bir antropolojiye her
türlü referansın dışında, her türlü eleştirel söylem in konusu olm ası
gereken şeyi ortaya çıkarm ıştır: B ir adam ın dünyayla ilişkisi değil,
bir yetişkinin fantasm alarıyla ya da çocukluğuyla ilişkisi değil, bir
edebiyatçının herhangi bir dille [langue] ilişkisi değil; konuşan bir
öznenin bu tekil, güç, karm aşık, derinden m uğlak (çünkü kendisi
de dahil tüm diğer varlıklara kendi varlıklarını belirtir ve verir) ve
dil [langage] denen bu varlıkla ilişkisi. Ve bu ilişkinin (gevezelerde
ve gündelik insanlarda olduğu gibi) katışıksız kabul görm ediğini,
am a hakiki bir eserde dilin varlığını yeniden tartışm a konusu edip
altüst ettiğini gösteren R ichard aynı zam anda bir tarih de olan bir
eleştiriyi m üm kün kılm aktadır (o, dar anlam da “edebi analiz” ola
rak adlandırılabilecek şeyi yapm aktadır): Onun M a lla rm e'sı, ger
çekten de, 1865-1895 yıllarının olayından beri her şairin haşır neşir
olduğu dilin ne olduğunu görünür kılar. Bu nedenle, R ichard’ın
daha yakın dönem de yayım lanm ış analizleri (Char, Saint-John
Perse, Ponge, B onnefoy üzerine) M a lla rm e'sinin keşfettiği alana
yerleşirler: Burda yöntem inin sürekliliğini ve M allarm e’nin dilin
yoğunluğunda başlattığı bu tarihin birliğini sınam aktadır.'
(c. I, s. 427-437)
* Richard (J.-R), Onze etudes sur la poesie m odem e, Paris, Ed. du Seuil, coll. “Pierres
vives” , s. 7, 1964.
Yazma zorunluluğu*
* “L ’obligation d ’dcrire”, “N erval est-il le plus grand poete du XIXe siâcle?”, Arts:
lettres, spectacles, musique, no 980 içinde, 11-17 Kasım 1964, s. 7 (N erval’in eserlerinin
yeniden basım ı dolayısıyla birçok yazarla yapılan bir soruşturm adan bölüm).
başında, yazm anın boş zorunluluğu onu kendinden önce kapm ıştı.
Sırasıyla, rom an, m akale, şiir, tiyatro biçim ini alan, am a anında
çöken ve yeniden başlanan zorunluluk. N erval’in m etinleri bize
bir eserin parçalarını değil, yazm ak gerektiğinin; yalnızca yazm ak
için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakm ıştır.
Y azm a ve var olm anın bu ikiz olanağı ve olanaksızlığı buradan
kaynaklanır, Batı kültürünün sınırlarında -o y u k ve yürek olan bu
sın ırd a- N erval’in ortaya çıkardığı yazının ve deliliğin bu aidiyeti
buradan kaynaklanır. Basılı bir kâğıt gibi, N erval’in son gecesi
gibi, günlerim iz şim di artık siyah ve beyazdır.
(c. I, s. 437)
Arka-fabl*
Anlatı biçim indeki her eserde fa b l ile kurgu arasında ayrım yapm ak
gerekir. Fabl, anlatılm ış olan şeydir (epizotlar, kişiler, anlatıdaki
işlevleri, olaylar). K urgu, anlatının rejim i, daha doğrusu “anlatıl
dığı” farklı rejim lerdir: A nlattığı şey karşısında anlatıcının konu
m u (m aceranın parçası olup olm adığı ya da hafifçe geri çekilm iş
bir seyirci olarak seyredip seyretm ediği ya da anlatıdan dışlanıp
dışlanm adığı ya da onu dışardan yakalayıp yakalam adığı), nesnel
bir tarif sağlayarak şeyleri ve insanları kateden yansız bir bakışın
varlığı ya da yokluğu; tüm anlatının bir kişinin ya da art arda birçok
kişinin ya da özel olarak hiç kim senin perspektifine dahil olması;
olayları olduktan sonra tekrarlayan ya da cereyan ettikçe onları
geride bırakan söylem ler, vs. Fabl, belli bir düzen içine yerleştiril
*
Jules V em e’in anlatıları kurgu kipindeki bu süreksizliklerle hariku
lade biçim de doludur. A nlatıcı, söylem ve fabl arasındaki bağ hiç
durm adan çözülür ve yeni bir desene göre yeniden oluşur. A nlatan
m etin her an parçalanır; işaret değiştirir, tersine döner, m esafe
alır, başka yerden ve sanki başka bir sestenm iş gibi gelir. N ereden
çıktığı belli olm ayan konuşm acılar dahil olurlar, kendilerinden
öncekileri sustururlar, bir an kendi söylem lerini sürdürürler ve
sonra, aniden, bu anonim yüzlerden, bu gri siluetlerden birine sözü
bırakırlar. B inbir G ece M asalları'nın tam am en tersi bir düzenlem e;
burada, her anlatı, üçüncü bir şahsa anlatılsa bile, -k u rg u sal ola
ra k - hikâyeyi yaşam ış olan tarafından gerçekleştirilir; her fab l’ın
kendi sesi, her sesin yeni bir fab l’ı vardır; tüm “kurgu” bir kişinin
ait olduğu fab l’ın dışına çıkarak bir sonraki fab l’ın anlatıcısı olm a
hareketinden ibarettir. Jules V e m e ’de, rom an başına tek bir fabl,
am a içiçe geçm iş, karanlık ve birbirleriyle anlaşm azlık halindeki
farklı sesler tarafından anlatılır.
F abl’m kişilerinin -görülenler, bir adı olanlar, diyalogda bulu
nanlar ve başlarından m acera g eçen ler- arkasında rekabetleri ve
karanlık kavgaları, çekişm eleri ve zaferleriyle tam bir gölge tiyat
rosu hüküm sürer. Bedensiz sesler fab l’ı anlatm ak için m ücadele
ederler.
1. Kolaylık olsun diye ayrıcalıklı örnek olarak üç kitabı alıyorum: Aya Seyahat, Ayın
Ç evresinde Seyahat, Ne Altı Var Ne Üstü.
olan, B altim ore’da ve K ilim anjaro’da, yıldızlara gidecek füzede,
yeryüzünde ve denizaltı iskandilinde olan aynı anlatıcı m ıdır, bir
başkası mıdır? Tüm anlatı boyunca, anlatının araflarında sürekli
gezinen bir tür fazla kişi, her yerde bulunm a yeteneği olan içi boş
bir siluetin varlığını mı kabul etm ek gerek? Y oksa, her yerde, her
kişi grubu için, dikkatli, tekil ve geveze cin grupları mı varsaym ak
gerekir? H er koşulda, bu gölge figürler görünm ezliğin ilk sırasın
dadır: Hakiki kişiler olm am aları pek önem li değildir.
2) Bu m ahrem “anlatıcılar”ın gerisinde, daha ağırbaşlı, daha
gizli figürler, onların hareketlerini anlatan ya da birinden diğerine
geçişi belirten söylem i dile getirirler. “ Bu akşam ,” der bu sesler,
“B altim ore’da bulunan bir yabancı, altınlar saçm asına rağm en
büyük salona girm eyi başaram adı...”; yine de, görünm ez bir
yabancı (1. düzeyden bir anlatıcı) kapıları aşm ayı başardı ve “ sanki
ordaym ış gibi” iddiaları hikâye etti. Sözü bir anlatıcıdan diğerine
geçiren şey bu tür seslerdir, böylece söylem in yüzük oyunu oluşur.
“Bay M aston şerefine bağrılan yaşa! ’ları duym adıysa da,” (dev
obüsün içinden alkışlanm aktadır), “en azından, kulakları çınlar”
(ve söylev çeken şimdi B altim o ıe’a yerleşm iştir).
3) F ab l’ın görünür biçim lerinden daha dışsal olarak, bir söylem
onu tüm lüğü içinde yeniden kavrar ve onu bir başka anlatı sistem i
ne, nesnel bir kronolojiye ya da her koşulda, okurun kendi zam a
nına indirger. Tam am en “fabl dışı” bu ses tarihsel ölçütleri belirtir
(“Federal savaş sırasında, çok etkili yeni bir cem iyet...”); benzer bir
konu üzerine J. V erne’in önceden yayım lanm ış diğer hikâyelerini
hatırlatır (hatta Ne A ltı Var N e Ü stü’nün bir notunda, kesinliği o
noktaya vardırır ki, gerçek kutup seferleri ile Buz Ç ö lü ’nde anla
tılan eşit olarak yer alırlar); anlatı boyunca, okurun belleğini taze
lediği de olur (“H atırlanacağı üzere...”). Bu ses m utlak anlatıcının
sesidir: Yazarın birinci şahsı (am a tarafsızlaşm ış), rahatlıkla kul
lanm ak için bilm ek gereken şeyi anlatısının kenarlarına not eder.
4) Bu sesin arkasında ve daha da uzakta, zam an zam an bir başka
ses yükselir. H ikâyeye karşı çıkar, inanılm az şeylerin altını çizer,
im kânsız olanları gösterir. A m a aynı zam anda kendi doğurduğu bu
tartışm aya cevap verir. Böyle bir m aceraya girişm ek için sersem
olm ak gerektiğini sanm ayın der: “M acera kim seyi yanıltm ayacak -
tır: Y ankee’ler, dünyanın ilk tam ircileri...” A y füzesinde kapalı
bulunan kişiler tuhaf rahatsızlıklar hissederler am a şaşırm ayın:
“Çünkü, on iki saatten beri, güllenin içindeki hava, özellikle kan
yanm asından kaynaklanan ve kesinlikle sağlığa zararlı bu gazla
doldu.” Ve, ilave önlem olarak, doğrulayıcı bu ses çözm esi gereken
sorunları kendi ortaya atar: “ Barbicane ve arkadaşlarının gelecek
ten bu kadar az endişe etm elerine belki şaşıracaksınız...”
5) Daha dışsal sonuncu bir söylem kipi vardır. Tam am en boş
kim senin telaffuz etm ediği, desteksiz ve kaynak noktası olm ayan
ses, belirsiz bir başka yerden gelen ve tam bir baskın şeklinde
metnin içinde ortaya çıkan ses. Büyük tabakaların oraya yığdığı
anonim dilden. G öçer söylem den. O ysa bu söylem her zam an için
bilgili bir söylem dir. D iyalogların içinde bitm ek bilm eyen konudışı
bilim sel konuşm alar ya da sunum lar ya da çeşitli kişilere atfedilen
m ektup veya telgraflar kuşkusuz vardır; am a anlatıyı zam an zaman
kesintiye uğratan “otom atik enform asyon” fragm anlarını belirten
bu dışsallık konum unda değillerdir. D ünyanın bellibaşlı şehirlerin
de eşzam anlı saat çizelgeleri; A y ’ın büyük dağlık m asiflerinin ad,
konum ve yüksekliğini belirten üç sütunlu tablo; “ ... şu rakam larla
değerlendirilsin...” basit form ülüyle dahil edilen Y eryüzü’nün
ölçüleri. Saptanam ayan bir sesin oraya bıraktığı bu bilgi buzultaş-
ları anlatının dış sınırında kalır.
184
birbirine bağlıdır; ve bir de orantısallık yasası: B ilgin ne kadar az
yanılırsa o kadar sapkındır ya da çılgındır ya da dünyaya yaban
cıdır (Cam aret); ne kadar olum luysa o k ad ar çok yanılır (M aston,
adının belirttiği ve hikâyenin gösterdiği gibi, bir yanılgılar topla
m ından başka b ir şey değildir: D enizin dibinde dolaşan füzeyi ara
m aya koyulduğunda kütleler hakkında yanılır; dünyanın ağırlığım
hesaplam ak istediğinde tonlar hakkında yanılır). Bilim ancak boş
bir uzam da konuşur.
4) Bilgin kişinin karşısında olum lu kahram an cehaletin ta
kendisidir. Bazı durum larda (M ichel Ardan), bilginin izin verdiği
m aceraya kayar ve hesabın yönettiği uzam a girerse de, sanki bir
tür oyunda gibidir: G örm ek için. Başka durum larda, kurulan tuzağa
istem eden düşer. K uşkusuz, epizotlar boyunca öğrenir; am a onun
rolü asla bu bilgiyi edinm ek ve bu bilginin efendisi ve sahibi olmak
değildir. Y a katışıksız tanık olarak gördüğünü anlatm ak için burada
dır; ya da görevi cehennem i bilgiyi ortadan kaldırm ak ve son izine
dek silm ektir (L ’E tonnante A venture de la m ission B arsac'taki
Jane B uxton’un durum u budur). Ve yakından bakıldığında, iki işlev
birbirine yaklaşır: H er iki durum da da, bir (m asalsı) gerçekliği bir
anlatının katıksız (ve kurgusal) hakikatine indirgem ek söz konu
sudur. M asum ve zır cahil Evangelina Scorbitt’ten yardım gören
m asum bilgin M aston, “yarı çatlak” hali nedeniyle hem im kânsız
girişim i m üm kün kılm ış hem de yenilgiye m ahkûm olm uş, gerçek
likten silinip anlatının nafile kuğusuna katılm ış kişidir.
G enel olarak Jules V erne’in büyük hesapçılarının çok belirgin
bir görevi üstlendiklerini ya da kabullendiklerini saptam ak gere
kir: D ünya’nın sonu ölüm cül olabilecek herhangi bir dengenin
etkisiyle durm asını engellem ek; enerji kaynakları bulm ak, m er
kezi odağı keşfetm ek, b ir gezegen kolonizasyonunu öngörm ek,
insan egem enliğinin tekdüzeliğinden kaçm ak. K ısacası, entropiye
karşı m ücadeledir bu. Fabl düzeyinden tem atik düzeyine geçer
sek, sıcak ve soğuk, buz ve volkan, alevler içindeki gezegenler
ve ölü yıldızlar, yükseklikler ve derinlikler, ilerleyen enerji ve
düşen hareket m aceralarının tekrar tekrar karşım ıza çıkm asındaki
inatçılık buradan kaynaklanır. En olası dünyaya -tarafsız, beyaz,
hom ojen, anonim d ü n y a y a - karşı, hesapçı (deha, deli, kötü ya da
dalgın), dengesizliği sağlayan ve dünyayı ölüm e karşı güvenceye
alan ateşli bir odağı hiç durm adan keşfetm eyi sağlar. H esapçının
yerleştiği çatlak ile akılsızlığının ya da yanılgısının bilginin büyük
yüzeyi üzerinde düzenlediği pürüz, hakikati m asalsı bir olayın içine
fırlatıp atar; burada hakikat görünür olur, enerjiler yeniden bol bol
yayılır, dünya yeni bir gençliğe kavuşur, tüm yüksek ısılar geceyi
alev alev aydınlatır ve ışıldatır. T a ki yanılgının ortadan kalktığı,
deliliğin kendiliğinden ortadan kalktığı ve hakikatin çok muhtem el
köpüklenm esine, sonsuz uğultusuna geri verildiği (birincisine son
derece daha yakın) ana kadar...
K urgu kipleri, fabl biçim leri ve tem aların içeriği arasındaki
tutarlılık artık şimdi kavranabilir. F ab l’ın arkasında cereyan eden
büyük gölge oyunu, bilim sel söylem in tarafsız olasılığı (nereden
geldiği bilinm eyen ve kurgunun içinde yer alan, ona kendi haki
katinin kesinliğini dayatan bıı anonim , tekdüze, kaygan ses) ile
fa b l’ın figürlerinin belirdiği ve yok olduğu olasılık dışı söylem lerin
doğuşu, zaferi ve ölüm ü arasındaki m ücadeledir. Kurgu söylem leri
bilim sel hakikatlere karşı çıkarak ve onların buzlu seslerini kıra
rak, en büyük olasılıksızlığa doğru hiç durm adan yükseliyorlardı.
D ünyanın sonunun duyurulduğu bu tekdüze m ırıltının üzerine,
şansın, inanılm az tesadüfün, sabırsız akıldışılığın asim etrik ateşini
fışkırtıyorlardı. Jules V e m e ’in rom anları bilginin entropisinin yad
sınm asıdır. Bilimin hoş vakit geçirici hal alm ış şekli değildir; ama
bilim in tekbiçim li söylem inden yola çıkan yeniden-yaratıdır.
Bilim sel söylem in bu işlevi (olasıhksızlığm a geri verilm esi
gereken m ırıltı) R oussel’in basm akalıp bulduğu ve im kânsız anla
tının m ucizevi tuhaflığını fışkırtm ak için parçaladığı, toz dum an
ettiği, sarstığı cüm lelere atfettiği rolü düşündürtür. Dilin uğultu
sunun yerine kendi hüküm ran güçlerinin dengesizliğini koyan şey,
(daim a daha olası olan) bilgi değildir, (zorunlu biçim leri olan) fabl
değildir, bu ikisinin arasında ve sanki arai'ın görünm ezliğindeym iş
gibi, kurgunun ateşli oyunlarıdır.
*
Jules V ern e'in anlatıları, tem aları ve fa b l’larıyla, “v âkıf olm a”
[.initiation] ya da “y etişm e” [fo rm a tio n ] rom anlarına çok yakın
dır. K urgu bakım ından bunlar taban tabana zıttır. K uşkusuz, n aif
kahram an kendi m aceralarını törensel olayların dam gasını taşıyan
sınavlar gibi yaşar: A teşin arındırıcılığı, donarak ölüm , tehlikeli
bir bölgeden yolculuk, tırm anış ve iniş, geri dönm enin m üm kün
olam ayacağı nihai noktadan geçiş, başlangıç noktasına neredey
se m ucizevi geri dönüş. Am a, dahası, her v âk ıf olm a ya da her
yetişm e hayal kırıklığının ve dönüşüm ün ikili yasasına düzenli
olarak itaat eder. K ahram an uzaktan tanıdığı ve kendi m asum
gözleri için pırıldayan bir hakikati aram aya gider. Bu hakikati
bulam az, çünkü bu onun arzusunun ya da nafile m erakının h ak i
katiydi; buna karşılık, onun için daha derin, daha çekingen, alışık
olduğundan daha güzel ya da daha karanlık, kuşku duym adığı bir
gerçeklik ona belirir: Bu gerçeklik, birbirlerini değiştirm iş olan
kendisi ve dünyadır; köm ür ve elm as siyahlıklarını, parlaklıkla
rını değişm işlerdir. Jules V ern e’in Y o lcu lu kla r’ı tam am en karşıt
bir yasaya boyun eğer: B ir hakikat, kendi özerk yasalarına göre,
bilenlerin hakikatinden bıkm ış cahillerin şaşkın gözleri altında
cereyan eder. Bu kaygan örtü, konuşan öznenin olm adığı bu sö y
lem , bilginin “ m esafe”si (kusuru, kötülüğü, dalgınlığı, dünyada
oluşturduğu leke) onu kendini gösterm eye kışkırtm am ış olsaydı,
kendi esas inzivası içinde kalm ış olurdu. Bu ince çatlak sayesin
de kişiler bir hakikat dünyasından g eçerler ve bu dünya kayıtsız
kalır ve onlar geçer geçm ez kendi üzerine kapanır. K işiler geri
döndüklerinde, kuşkusuz görm üş ve öğrenm işlerdir, am a hiçbir
şey değişm em iştir, ne dünyanın yüzeyinde ne de varlıklarının
derinlerinde. M acera h içb ir iz bırakm am ıştır. V e “ dalgın” bilgin,
bilginin esas inzivasına çekilir. “C am aret’nin eseri yazarının
iradesi sayesinde tam am en ölm üştü, dahi ve çılgın kâşifin adım
gelecek kuşak lara hiçbir şey aktarm ayacaktı.” K urgunun çoğul
sesleri, bilim in bedensiz m ırıltısında ortadan kalkar; ve en olası
olanın büyük dalgalanm aları en olanakdışının kılçıklarını kendi
sonsuz kum larından siler atar. Ve bu, Jules V ern e’in, ölüm ü sıra
sında, E zeli  d e m 'd e vaat ettiği tüm bilim in yok oluşuna ve olası
yeniden belirişine kadar sürer.
“M adem oiselle M o m as’ın size kendine özgü bir takdim [Ini-
tie] (bonjour) ile yaklaşm a biçim i vardır, sadece bu kadarını söy
lüyorum .” Ama, “K abul edildiniz [initie], iyi akşam lar” dendiği
anlam da.
(c. I, s. 506-513)
Dışarı düşüncesi'
Yunan hakikati, çok eskiden şu tek önerm eyle sarsıldı: “Y alan söy
lüyorum .” “K onuşuyorum ,” ise tüm m odem kurguyu sınam adan
geçirm ekte.
Bu iki iddia, doğrusu, aynı güçte değildir. G ayet iyi bilinir ki
E pim enides’in argüm anıyla başa çıkm anın yolu, aldatıcı bir şekil
de kendi üzerinde yoğunlaşm ış bir söylem in içinde, biri diğerinin
nesnesi olan iki önerm eyi ayırt etm ektir. Paradoksun dilbilgisel
konfigürasyonu bu tem el ikiliği boşuna gözm ezden gelir (özellikle
* “La p en sle du dehors” , Critique, no 229, Haziran 1966, s. 523-546. (M. Blanchot
üzerine).
“Yalan söylüyorum ”un basit biçim i içinde düğüm lenip kalm ışsa),
onu ortadan kaldıram az. H er önerm e, onun nesnesi olan önerm eye
üst bir “tip” de olm alıdır. N esne-önerm eden bu önerm eyi belirtene
geri dönüşün olm ası, G iritlinin konuştuğu andaki sam im iyetinin
önerm esinin içeriğince tehlikeye atılm ış olm ası, yalandan söz eder
ken de yalan söyleyebilir olm ası; tüm bunlar aşılm az bir m antıksal
engelden çok doğrudan bir olgunun sonucudur: Konuşan özne,
sözü edilenle aynıdır.
“K onuşuyorum ” diye açıkça telaffuz ettiğim an, onun tehlike
lerinden hiçbirinin tehdidi altında değilim dir; ve bu tek sözcenin
içinde saklı iki önerm e (“konuşuyorum ” ve “konuştuğum u söylü
yorum ”) asla birbirlerini tehlikeye atmaz. İşte, önerm enin kendine
tam olarak uyarak, hiçbir sınır dışına taşm ayarak, konuştuğum dan
başka bir şey söylem ediğim için tüm yanılm a tehlikesini savuştu
rarak, kendini önerdiği, ayrılınam az kalenin korum ası altındayım .
N esne-önerm e ve bunu sözceleyen önerm e, engelsizce ve çekince
sizce iletişirler, hem de yalnızca sözü edilen söz tarafından değil,
bu sözü telaffuz eden özne tarafından da. Dem ek ki, konuştuğum u
söylerken konuştuğum doğrudur, sarsılm az bir doğrudur bu.
Am a olaylar bu kadar basit olm ayabilir. E ğer “konuşuyorum ”un
biçim sel konum u ona özgü sorunlar doğurm uyorsa, anlam ı, aşikâr
açıklığına rağm en, belki de sınırsız olan bir sorunlar alanı açar.
Aslında, “konuşuyorum ”, ona bir nesne sunarak destek olabilecek
olan bir söylem e gönderm e yapar. O ysa bu söylem eksiktir; “konu
şuyorum ” kendi egem enliğini ancak tüm diğer dillerin yokluğu içine
yerleştirir; benim konuştuğum söylem , “konuşuyorum ” dediğim
anda sözcelenen çıplaklıktan önce v ar olmaz; ve sustuğum an yok
olur. H er türlü dil olasılığı içinde gerçekleştiği geçişlilik tarafından
kurutulur. Onu çöl çevreler. “K onuşuyorum ”un çıplak biçim i için
de kendini yeniden kavram ak isteyen bir dil hangi aşırı incelikte,
hangi tekil ve incecik noktada kendine döner? “K onuşuyorum ”un
içeriksiz inceliğinin kendini gösterdiği boşluğun, dilin sonsuzca
yayılabileceği m utlak bir açılm a olduğu; oysa ki öznenin -k o n u -
şan “ben”in - parçalara ayrıldığı, bu çıplak uzam da kaybolana dek
dağılıp saçıldığı durum haricinde tam da. Eğer, gerçekten de, dilin
yeri yalnızca “konuşuyorum ”un ıssız egem enliğinde ise, hak olarak
hiçbir şey onu sınırlandıram az -n e hitap ettiği, ne söylediği şeyin
hakikati, ne kullandığı değerler ya da tem sili sistem ler; kısacası,
artık ne söylem ne de bir anlam ın iletişim i, am a dilin kaba varlığı
içinde, yayılm ası, saf dışsallığın tüm üyle açılm ası vardır; ve konu
şan özne artık söylem in sorum lusu (söylem i sürdüren, ileri süren
ve onunla yargılayan, bıı am açla düzenlenm iş dilbilgisel bir biçim
altında kim i zam an kendini temsil eden) değil, boşluğunda dilin
sınırsız iç döküşünii aralıksız sürdürdüğü varoluşsuzluktur.
M odern edebiyatın, kendini işaret etm esini sağlayan bir ik i
lem eyle nitelendiği sanılır genellikle; m odem edebiyat bu k e n
dine gönderm ede hem kendini aşırı içselleştirm e (kendi kendinin
sözcesinden başka bir şey olm am a), hem de kendi ırak varlığının
ışıldayan işareti içinde tezahür etm e im kânını bulmuş olurdu.
Aslında, dar anlam da “ebediyat”tan anlaşılan şeyi doğuran olay,
ancak yüzeysel bir bakış için içselleştirm e türündendir; daha
ziyade “dışarı”ya bir geçiş söz konusudur: Dil, söylem in varlık
kipinden -y a n i tem silin h an ed an lığ ın d an - kurtulur, ve edebi söz
kendinden yola çıkarak gelişir, bir ağ oluşturur, bu ağın - ö te k i
lerden ayrı, en yakındakilerden bile uzakta o la n - her noktası, tüm
diğer noktalarla bağlantılı olarak, hem onları yerleştiren hem de
ayıran bir uzam içinde yerleşm iştir. E debiyat, tezahürü kendini
yakacak kadar kendine yaklaşan dil değildir, kendinin en uzağına
yerleşen dildir; ve eğer bu “kendi dışına” konm ada kendi v arlı
ğını açığa çıkarıyorsa, bu ani aydınlık da bir kıvrım dan çok bir
m esafeyi, işaretlerin kendi üzerine geri dönüşünden ziyade bir
dağılm ayı ortaya koym aktadır. Edebiyatın “özne”si (edebiyatın
içinde konuşan ve edebiyatın sözünü ettiği), pozitivitesi içindeki
dil değil, “konuşuyorum ”un çıplaklığı içinde dile geldiğinde kendi
uzam ını bulduğu boşluktur.
Bu tarafsız uzam, günüm üzde Batı kurgusunu niteler (bu neden
le, ne bir m itolojidir ne bir retorik). Oysa, bu kurguyu düşünm eyi
zorunlu kılan şey -g eçm işte hakikati düşünm ek söz kon usuyken-
“konuşuyorum ”un “düşünüyorum ”un tersine işliyor olm asıdır.
“ D üşünüyorum ”, gerçekte, B en’in ve varlığının kuşku duyulam az
pekinliğine götürüyordu; diğeri ise tersine, bu varlığı geriletir,
dağıtır, siler ve yalnızca boş yerini ortaya çıkarır. D üşüncenin
düşüncesi, felsefeden de daha geniş olan tüm bir gelenek, bizi en
derin içselliğe götürdüğünü öğretti. Sözün sözü bizi edebiyat aracı
lığıyla, am a belki da başka yollarla da, konuşan öznenin yok oldu
ğu bu dışarıya götürür. K uşkusuz bu nedenledir ki, Batılı düşünce
çok uzun süre dilin varlığını düşünm ekte tereddüt etti: Sanki dilin
çıplak deneyim i “V arım ”ın apaçıklığını m aruz bırakacağı tehlikeyi
önceden sezmişti.
DIŞARI DENEYİMİ
Ö znenin dışlandığı bir dile doğru yolun açılm ası, yani dilin kendi
varlığı içinde belirm esi ile benin kendi kim liği içindeki bilinci
arasındaki belki de çaresiz bir aykırılığın açıklığa kavuşturulm ası,
günüm üzde kültürün çok farklı noktalarında kendini gösteren bir
deneyim dir: Y alnızca yazm a tavrında olduğu gibi dili biçim selleş
tirm e teşebbüslerinde de, m itlerin incelenm esinde ve psikanalizde,
tüm Batı aklının doğum yeri olarak oluşan bu L o g o s’un aranışında
da kendini gösterir. İşte, bizim için uzun süre görünm ez kalm ış
olan bir açıklık karşısındayız: D ilin varlığı, kendisi için, ancak
özne kaybolduğunda ortaya çıkar. Bu tuhaf ilişkiye nasıl girilm e
li? Belki de bir düşünce biçim i aracılığıyla olur bu; Batı kültürü
bu düşüncenin henüz kesinliksiz olabilirliğini kendi kenarlarında
ana hatlarıyla belirtmişti. H er türlü öznelliğin, sınırlarını dışardan
ortaya çıkarm ak, sonunu dile getirm ek, dağılm asını ışıldatm ak
ve yalnızca yenilm ez nam evcudiyetine kucak açm ak için dışında
duran; am a aynı zam anda her türlü pozitivitenin, tem elini ya da
doğrulam asını kavram ak için değil, am a yayıldığı uzam ı, ona yer
açarak hizm et eden boşluğu, içinde oluştuğu ve dolaylı kesinlikleri
bakılır bakılm az gözden kaybeden m esafeyi yeniden bulm ak için
eşiğinde duran bu düşünce; bizim felsefi düşünüm üm üzün içselliği
ve bilgim izin pozitivitesi karşısında, tek kelim eyle, “dışarı düşün
cesi” olarak adlandırılabilecek olan şeyi oluşturur.
Bu “dışarı düşüncesi”nin biçim ve tem el kategorilerini tanım
lam ayı günün birinde denem ek gerekecektir. Bu düşüncenin katet-
tiği yolu bulm aya, bize nereden ulaştığını ve hangi yönde gittiğini
bulm aya çabalam ak da gerekecektir. Bunun, Sözde-D enys’den
beri H ıristiyanlığın kıyılarında dolanıp durm uş olan m istik düşün
ceden doğduğu da varsayılabilir; belki de, bin yıl boyunca ya da
aşağı yukarı bu kadar süre, negatif bir teolojinin biçim leri altında
varlığını sürdürdü. Yine de bu hiç kesin olm ayan bir şey: Çünkü,
böyle bir deneyim de “kendinin dışına” geçm ek söz konusu olsa
da, bu sonuçta kendini yeniden bulm ak, her hakkıyla Varlık ve
Söz olan bir düşüncenin göz kam aştırıcı içselliğine bürünm ek ve
bunun içinde kendini kucaklam ak içindir. Söylem dir dem ek ki; bu
söylem , tüm dillerin ötesinde sessizlik, tüm varlıkların ötesinde
hiçlik olsa da...
Dışarı düşüncesinin bizim için gün ışığına çıktığı ilk yırtığın,
paradoksal biçim de, S a d e ’ın durm adan kendini tekrarlayan m ono-
loğunda olduğunu varsaym ak daha az m aceracı olacaktır. K ant
ve H egel dönem inde, tarih ve dünya yasasının içselleştirilm esinin
Batı bilinci tarafından hiç olm adığı k adar kesin olarak talep edil
diği bu dönem de Sade, dünyanın yasasız yasası olarak, yalnızca
arzunun çıplaklığını konuşturur. Aynı dönem de H öld erlin’in şii
rinde, tanrıların ışıltılı yokluğu kendini gösteriyordu ve “T an rı’mn
eksikliği”nden gelen m uam m alı yardım ı, kuşkusuz sonsuza dek,
beklem e zorunluluğunu yeni bir yasa gibi dile getiriyordu. Sade
ve H ö lderlin ’in, biri, söylem in sonsuz m ırıltısı içinde arzunun
çırılçıplak soyulm ası yoluyla, diğeri ise yok olm akta olan bir dilin
çatlağında tanrıların yoldan çıkışının keşfi yoluyla, bizim düşün
cem ize dışarı deneyim ini gelecek yüzyıl için -a m a bir anlam da
şifreli o la ra k - aynı anda getirip verdiklerini suiistim ale başvur
m adan söyleyebilir m iyiz? D olayısıyla tam olarak gizlenm em iş
kalm ası gereken deneyim di bu, çünkü, dünyayı içselleştirm e,
yabancılaşm aları silm e, sahte E ntaüsserung anını aşm a, doğayı
insanileştirm e, insanı doğallaştırm a ve tanrılara harcanm ış hâzine
leri yeryüzünde geri toplam a talebinin en buyurgan biçim de ifade
edildiği tüm zam an boyunca kültürüm üzün yoğunluğu içine nüfuz
etm em işti am a yüzüyordu ve sanki bizim içselliğirnize dışsalm ış
gibi yabancıydı.
O ysa, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, bizim kültürüm üz sanki
kendi içselliğiniıı sırrını elinde taşıyorm uş gibi sürekli olarak üze-
inde düşünm eye çalışm ış olsa da, dışarının parıltısı haline gelm iş
dilin tam göbeğinde ortaya çıkan şey bu deneyim dir: B atı’nın tüm
m etafiziğinin yalnızca (S chlegel’den beri kabaca tahm in edildiği
gibi) dilbilgisine değil, söylem i sürdürerek söze hakkı olanlara
da bağlı olduğunu keşfeden N ietzsche’de; dilin kendi adlandır
dığı şeye verilen izin olarak ortaya çıktığı, dahası - I g itu r 'dan*
L iv r e 'in” özerk ve rastlantısal teatralliğine k a d a r- konuşanın
içinde kaybolduğu hareket olduğu M allarm e’de; tüm söylem
dili bedenin ve çığlığın şiddeti içinde çözülm eye çağrıldığında
ve düşünce, bilincin geveze içselliğini terk ederek, m addi enerji,
tenin ıstırabı, öznenin kendisinin işkencesi ve parçalanm ası hali
ne geldiğinde A rtau d ’da; düşünce, çelişkinin ya da bilinçdışının
söylem i olm ak yerine, sınırın, kırılan öznelliğin, ihlalin söylem i
olduğunda B ataille’da; ikiz olanın deneyim iyle, sim ülakrların dış-
sallığı, B en’in teatral ve çılgınca anlam sız çoğalm ası deneyim iyle
K lossow ski’de.
Blanchot bu düşüncenin belki de yalnızca tanıklarından biri
değildir. Eserinin tezahürüne geri çekildikçe, m etinleri sayesinde
gizlenm iş değil, onların varlıklarından noksan oldukça ve onların
varlıklarının olağanüstü gücü sayesinde noksan oldukça, o bizim
için daha ziyade bu düşüncenin kendisidir - bu düşüncenin gerçek,
m utlak anlam da uzak, ışıldıyan, görünm ez varlığı, zorunlu yazgısı,
kaçınılm az yasası, sakin, sonsuz, ölçülü kesinliğidir.
* M allarm c (S.), Igitur, ou la fo lie d ’Elbehnon, Paris, Gallim ard, “Collection Blanche”,
1925.
** Le "Livre” de M allarme. Premieres recherches sur les documents inedits, yay., Yacqu-
es Scherer, Paris, Gallimard, 1957.
Bu düşünceye sadık olabilecek bir dil bulm anın aşırı güçlüğü.
Tam am en düşünüm sel her söylem , aslında, dışarı deneyim ini
içsellik boyutuna geri götürm e riski taşır; düşünüm , sarsılm az bir
biçim de, dışarı deneyim ini bilinç tarafında yurtlandırm aya ve bir
yaşantı betim lem esi içinde geliştirm eye yönelir; bu betim lem ede
“dışarı”sı beden, uzam , istencin sınırları, ötekinin silinm ez m evcu
diyeti deneyim i olarak tasarlanacaktır. K urgunun sözdağarı da bir
o kadar tehlikelidir: İm gelerin yoğunluğu içinde, kim i zam an da en
yansız ya da en aceleci figürlerin şeffaflığı içinde bile, hayali bir
dışarının türleri altında içselliğin eski örgüsünü yeniden dokuyan
basm akalıp anlam lar verme riski taşır.
D üşünüm sel dili çevirm e gerekliliği buradan kaynaklanır. Bu
dil içsel bir onam aya - b ir daha yerinden edilem eyeceği bir tür m er
kezi pekini iğ e - doğru değil, daha ziyade, her zam an kendine itiraz
etm esi gereken bir uca doğru dönm üş olm alıdır: K endinin kıyısına
vardığında, onun tersini söyleyen pozitivitenin değil, içinde yok
olacağı boşluğun ortaya çıktığını görür; ve bu boşluğa doğru,
uğultu içinde, söylediğinin dolaysız olarak olum suzlanm asında, bir
sırrın m ahrem iyeti değil, sözcüklerin sürekli olarak birbiri ardınca
geldiği saf dışarısı olan bir sessizlik içinde çözülm eyi kabul ederek
gitm esi gerekir. Bu nedenle B lanchot’nun dili negatifi diyalektik
olarak kullanm az. D iyalektik olarak olum suzlam ak, olum suzlanan
şeyi tinin endişeli içselliğine sokm aktır. B lanchot’nun yaptığı gibi
kendi söylem ini olum suzlam ak ise, onu hiç durm adan kendi dışı
na geçirm ektir, onu yalnızca söylem iş olduğu şeyden değil, bunu
söylem e gücünden de her an koparm aktır; ilke olarak kendisi ve
boşluktan başka bir şeye sahip olm adığından saf bir köken olan,
am a aynı zam anda bir yeniden-başlangıç da olan -ç ü n k ü kendini
oyarken bu boşluğu serbest bırakm ış olan şey geçm iş d ild ir- bir
başlangıç için özgür kalm ak am acıyla onu olduğu yerde, kendinin
uzağında bırakm aktır. D üşünüm değil, unutma; çelişki değil, silen
itiraz var; uzlaşm a değil, durm adan tekrarlam a, kendi birliğini zah
m etle ele geçirm eye çalışan tin değil, dışarının sonsuz erozyonu;
nihayet aydınlanan hakikat değil, daim a önceden başlam ış olan
bir dilin oluk oluk akm ası ve hayalkınklığı. “Bir lakırdı değil, olsa
olsa bir mırıltı, bir ürperti, sessizlikten bile daha sessiz, boşluğun
uçurum u bile değil; boşluğun doluluğu, susturulam ayan bir şey,
tüm uzam ı kaplayan, kesintisiz, bitm ek bilm eyen, bir ürperti ve
şim diden bir m ırıltı, bir m ırıltı değil bir söz ve rastgele bir söz
değil, ayrı, doğru, erişebileceğim bir söz.” '
Kurgu dilinden, sim etrik bir dönüşüm talep edilm ektedir. Bu
dönüşüm , im geleri yorulm ak bilm eden üreten ve parıldatan iktidar
olm am alıdır artık; tersine, onları çözen, üzerlerindeki tüm aşırı
yüklerden kurtaran, onları hayal edilem ez olanın hafifliği içinde
patlatana ve dağıtana dek yavaş yavaş aydınlatan bir iç şeffaflık
la donatan kuvvettir. B lanchot’da kurgular, im gelerden ziyade,
im gelerin dönüşüm ü, yer değiştirm esi, yansız aracısı, küçük aralığı
olacaktır. İm geler belirgindir, biçim leri ancak gündeliğin ve anoni
m in tekdüzeliği içinde çizilir; ve hayranlığa yer açtıklarında, bunu
asla kendi içlerinde değil, çevrelerindeki boşluğun içinde, köksüz
ve kaidesiz yerleştirildikleri uzam ın içinde yaparlar. Kurgusal
olan asla şeylerin ve insanların içinde değildir, onlar arasında olan
şeyin -buluşm alar, en uzaktakinin yakınlığı, bulunduğum uz yerde
ki m utlak gizlen m e- im kânsız hakikate uygunluğundadır. D em ek
ki kurgu görünm ez olanı görünür kılm aktan değil, görünür olanın
görünm ezliğinin ne kadar görünm ez olduğunu gösterm ekten iba
rettir. U zam la derin akrabalığı buradan kaynaklanır ki, düşünüm
için olum suz neyse kurgu için uzam odur (oysa ki diyalektik olum -
suzlam a zam anın fab l’iyle ilintilidir). B lan ch o t’nun neredeyse tüm
anlatılarında evlerin, koridorların, kapıların ve odaların oynadığı
rol kuşkusuz budur: yersiz yerler, cezbeden eşikler, kapalı, yasak
ve yine de bütün rüzgârlara açık uzam lar, odaları, üzerinde sesleri
taşım ayan, çığlıkların bile duyulm az hale geldiği uçurum larla ayı
rarak, katlanılm az karşılaşm alara açan kapıların çarptığı koridorlar;
geceleyin, boğuk konuşm a seslerinin, hastaların öksürüğünün, can
çekişenlerin hırıltılarının, yaşam aya hiç durm adan son veren kişi-
1. Blanchot (M.), Celui qui ne m ’accom pagnait pas, Gallimard, “Coll. Blanche”, 1953,
s. 125.
İhm alkâr olm ak, cezbedilm ek, yasayı gösterm enin ve gizlem enin
-y a san ın gizlendiği geri çekilm eyi gösterm enin, sonuç olarak onu
saklayan bir gün içinde cezb etm en in - bir tarzıydı.
Y asa yürekte aşikâr olsa yasa olm az, vicdanın yum uşak içselli-
ği olur. B una karşılık, bir m etinde m evcutsa eğer, bir kitabın satır
aralarında onu deşifre etm ek m üm künse eğer, kayıt incelenebilirse,
o zam an dışsal şeylerin dayanıklılığına sahip olur; ona uyulabilir
ya da itaat edilm eyebilir: O zam an onun iktidarı nerede olur, hangi
güç ya da hangi prestij onu saygıdeğer kılar? A slında yasanın
varlığı, yasanın gizlenm esidir. Yasa, hüküm ran olarak, sitelere,
kuram lara, davranış ve tavırlara m usallat olur; ne yapılırsa yapıl
sın, düzensizlik ve ihmal ne kadar büyük olursa olsun, iktidarını
önceden yaym ıştır: “Ev, her zam an, her an, ona uygun haldedir.”7
K ullanılan özgürlükler yasayı kesintiye uğratm aya m uktedir değil
dir; ondan kurtulunduğuna, uygulanm asına dışardan bakıldığına
inanılabilir; yalnızca başkaları için geçerli kararların uzaktan
okunduğuna inanılan an, yasanın en yakınında olunur, yasa yayı
lır, “kam usal b ir kararın uygulanm asına katkıda bulunulur.”8 Ve,
bununla birlikte, bu daim i tezahür, söyleneni ya da yasanın istedi
ğini asla aydınlatm az: D avranışların ilkesi ya da iç buyruğu olm ak
bir yana, onları sarıp sarm alayan ve böylelikle her türlü içsellikten
kaçırtan dışarıdır; onları sınırlandıran gecedir, onları kuşatan boş
luktur, tüm elin gri m onotonluğunda tüm tekilliklerinden habersiz
geri dönen ve onların etrafında bir sıkıntı, tatm insizlik, çoğalm ış
gayret uzam ı açan şeydir.
İhlal uzam ı da böyledir. Yasa nasıl tanınabilir ve gerçekten his-
sedilebilir, eğer görünür kılınm aya, güçlerini açıkça uygulam aya,
konuşm aya kışkırtılm azsa, siperlerinde zorlanm azsa, daim a geri
geri çekildiği dışarıya doğru kararlılıkla hep daha fazla gidilm ezse,
nasıl zorlanabilir? Sonuçta, aşılm ış yasa, öfkelendirilm iş, kendi
nin dışındaki yasadan başka bir şey olm ayan cezanın ters yüzüne
9. Krş. L'Espace litteraire, Paris, Gallimard, “Coll. blanche” , 1955, s. 179-184; Le Livre
â venir. age., s. 9-17.
ondan tam da şiirin ortaya çıkabileceği hiçlikten başka b ir şeyi
m uhafaza etm eyecek olan bu bakışa adanm ış anlatılar var. Yine
de O rpheus burada E u ıy d ik e’nin yüzünü - b u yüzü gizleyen ve
görünm ez kılan hareketin iç in d e - görm edi: O na karşıdan b ak a
bildi, onun gözlerinden ölüm ün açık bakışını gördü, “yaşayan bir
varlığın görebileceği en korkunç bakışı” görebildi. Ve, olağanüstü
bir çekim gücünü serbest bırakan şey bu bakıştır, daha doğrusu bu
bakış üzerine anlatıcının bakışıdır; gecenin ortasında, zaten esir
düşm üş bir şaşkınlık içerisinde ikinci bir kadını ortaya çıkaran ve
“ebediyete kadar yaşayacak olanın yüz y ü ze” tefekkür edilebilece
ği alçı m askeyi nihayet ona dayatacak olan odur. O rp h eu s’un bakı
şı, Sirenlerin sesi içinde şarkı söyleyen ölüm cül gücü edinm iştir.
A ynı şekilde, M om ent vo u lu'n ü n anlatıcısı, Ju d ith ’in kapatıldığı
yasak yere onu aram aya gider; tıpkı im kânsız ve m utlu bir geri
dönüş içinde kendini sunan çok yakın bir E urydike gibi, her türlü
beklentinin tersine, güçlük çekm eden onu bulur. A m a, Ju d ith ’in
ardında, ona bekçilik eden ve elinden söküp alm aya geldiği figür,
acım asız ve karanlık tanrıçadan çok, katışıksız bir sestir: “İlgisiz
ve yansız, tüm m ükem m eliyetlerden kendinden yoksun kalm ış
görünecek kadar bütünüyle soyunduğu vokal b ir alanda kapanm ış:
adil, am a tüm negatif yazgılara teslim edildiğinde adaleti h atır
latan bir şekilde.” 10 “B oşlukta şarkı söyleyen” ve pek az işitilen
bu ses, tüm baştan çıkarıcılıkları açtıkları boşlukta, kendilerini
dinleyenleri çarptıkları büyülenm iş hareketsizlikte olan sirenlerin
sesi değil midir?
E Ş L İK Ç İ
* Foucault burada m etnin başlığı olan T res-H aut’nun Fransızcadaki anlamına (En Yük
sek) gönderm e yapıyor.
En Yüksek olanın tersine En Aşağı olandır;’ ve yine de en takınaklı
yakınlıkların içindedir; ağırbaşlı bir tanıdıktır o, çok güven ver
m ektedir, çoğalm ış ve tükenm ez bir m evcudiyetin varlığıdır; ezeli
kom şudur o; öksürüğü kapıları ve duvarları aşar, can çekişm esi
tüm evde yankılanır, ve nem in sızdığı bu dünyada, her yandan su
çıkan bu dünyada, işte D o rte’nin teni bile, ateşi ve teri bile bölm e
duvarlarından geçer ve öte tarafta, S o rg e’nin odasında leke yapar.
Nihayet öldüğünde, ölm ediğine dair son bir ihlalle uluduğunda,
çığlığı ağzını tıkayan elden geçer ve S orge’nin parm aklarını son
suzca titretir; onun teni, kem ikleri, bedeni, itiraz eden ve onaylayan
çığlıkla birlikte, uzun süre boyunca bu ölüm olacaktır.
K uşkusuz, takınaklı eşlikçinin özü, tam olarak, dilin etrafında
dönüp durduğu bu hareket içinde kendini gösterir. G erçekte, ayrı
calıklı bir m uhatap, konuşan herhangi bir başka özne değildir o;
dilin varıp dayandığı adsız sınırdır. Dahası bu sınırın olum lu hiç
bir yanı yoktur; bu daha ziyade ölçüsüz zem indir, dil buna doğru
yöneldiğinde sürekli kendini yitirir, am a kendine özdeş olarak,
aynı şeyi söyleyen bir başka söylem in, başka şey söyleyen aynı
söylem in yankısı olarak geri döner. “Bana eşlik etm eyen”in adı
yoktur (ve o, bu temel anonim lik içinde varlığını sürdürm ek ister);
O, yüzsüz ve bakışsızdır, kendi gecesinin düzeni içine dahil ettiği
bir başkasının diliyle görebilir ancak; böylece, birinci şahıs olarak
konuşan ve sonsuz bir boşluk içinde sözcüklerini ve cüm lelerini
geri aldığı bu B en 'in iyice yakınına yaklaşır; yine de, onunla bir
bağı yoktur, ölçüsüz bir m esafe onları ayırır. Bu nedenle, Ben diye
kişi, kendisine eşlik etm eyen bu eşlikçiye nihayet rastlam ak ya da
onunla gayet pozitif bir bağ kurabilm ek -b u bağı çözerek göste
reb ilm ek - için sürekli ona yaklaşm ak zorundadır. O nları birbirine
bağlayan hiçbir anlaşm a yoktur, yine de sürekli bir sorgulam a (gör
düğünüzü tarif edin; şim di yazıyor m usunuz?) ve cevap verm enin
im kânsızlığını gösteren kesintisiz bir söylem onları güçlü biçim de
bağlam ıştır. Sanki bu geri çekilm e içinde, konuşan kişinin önlene
mez erozyonundan başka bir şey olm ayan bu boşlukta tarafsız bir
dilin uzam ı serbest kalıyor gibidir; anlatıcı ile ona eşlik etm eyen bu
ayrılm az eşlikçi arasında, konuşan B e n 'i kendi varlığı içinde konu-
şulan O ’dan ayırır gibi onları ayıran bu ince çizgi boyunca tüm
anlatı hızlanır; her sözün ve her yazının dışarısı olan yersiz bir yeri
ortaya serer ve bunları belirgin kılar, yoksun bırakır, onlara kendi
yasasını dayatır, onların anlık balkım alarım , kıvılcım lar saçan yok
oluşlarını sonsuz gelişim i içinde gösterir.
N E B İR İ N E Ö T E K İ
Çok sayıda ünlü sese rağm en, burada, kim ilerinin kendini bulm ak
için kaybolm a alışkanlığında olduğu deneyim den çok uzaktayız.
M istik, kendisine özgü hareket içinde, —geceyi geçm ek zorunda
olsa d a - güç bir iletişim i ona doğru açarak bir varoluşun pozitifliği
ne erişm eye çalışır. Ve, bu varoluş kendi kendine karşı çıktığında,
ışıksız bir günün içine, gölgesiz b ir gecenin içine, adsız bir saflığın
içine, her türlü figürden bağım sız bir görünürlük içine sonsuzca
çekilm ek için kendi negatifliğinin çalışm ası içinde kendini oydu
ğunda bile, deneyim in dinlenebileceği bir sığınak olm aktan geri
kalm az. B ir S ö z ’ün yasasının olduğu kadar sessizliğin açılm ış
uzam ının da kurduğu sığınak; çünkü, deneyim in biçim ine göre,
sessizlik işitilem ez, ilk, ölçüsüz soluktur, h er belirgin söylem bura
dan gelebilir, ya da, söz, tehir edilm iş bir sessizlik içinde varlığını
sürdürm e gücüne sahip hüküm ranlıktır.
Am a dışarı deneyim inde söz konusu olan şey hiç de bu değildir.
C ezbetm e hareketi, eşlikçinin geri çekilm esi, her sözün önünde
olanı, her suskunluğun altında olanı çırılçıplak ortaya serer: D ilin
süreğen akışı. K im senin konuşm adığı dil: H er özne burda yalnızca
dilbilgisel bir kıvrım ı belirtir ancak. H içbir sessizliğin içinde çözü
m e bağlanm ayan dil: H er kesinti, dikişsiz bu örtü üzerine beyaz bir
leke bırakır. H içbir deneyim in kök salam ayacağı tarafsız bir uzam
açar: Sözcüğün, belirttiği şeyin görünür varolm ayışı olduğunu
M allarm e’den beri bilm ekteyiz; dilin varlığının, konuşan kişinin
görünür silinişi olduğu şimdi bilinm ektedir: “Bu sözleri işittiğimi
söylem ek, onlarla benim ilişkilerim in tehlikeli tuhaflığını bana
açıklam az... Bu sözler konuşm az, içsel değillerdir, tersine, m ahre
m iyetten yoksundurlar, tam am en dışardadırlar ve onların adlandır
dığı şey beni her sözün bu dışarısına dahil eder, görünüşte vicdanın
sözünden daha gizli ve daha içtedir, am a burada, dışarı boştur, giz
derinliksizdir, tekrarlanan şey tekrarın boşluğudur, bu konuşm az,
yine de bu her zam an söylenm iştir.” 11 B lanchot’nun anlatısını yap
tığı deneyim ler, bu serbestleşm iş ve kendi sınır yokluğuna açılm ış
dilin anonim liğine götürürler; bu m ırıldanan uzam da, kendi sonla
rından çok, olası yeniden başlam alarının coğrafyasız yerini bulur
lar: örneğin, A m inadab’m sonunda, sanki her sözün çekilm iş gibi
olduğu anda T hom as’ın ortaya attığı soğukkanlı, aydınlık ve doğru
dan soru; Le Tres-H aut'd a boş vaadin - “şimdi konuşuyorum ”- saf
parçalanm ası; dahası, C elui qui ne m 'accom pagnait p a s'n m son
sayfalarında yüzü olm ayan -a m a nihayet sessiz bir adı o la n - bir
gülüm sem enin belirm esi; ya da D ernier H o m m e'un sonunda nihai
yeniden başlam ayla ilk ilişki.
Bu durum da dil, sözcüklere, söylem lere, edebiyata dair bilin
cim izin oluştuğu tüm eski m itlerden serbest kalm ış bulur kendini.
Uzun süre boyunca dilin zam ana hâkim olduğu, verili sözün içinde
gelecekteki bağ olduğu kadar bellek ve anlatı olarak da geçerli
olduğu sanıldı; dilin kehânet ve tarih olduğuna inanıldı; bu ege
m enliğin içinde hakikatin görünür ve ezeli bedenini ortaya çıkarm a
gücü olduğuna da inanıldı; onun özünün sözcüklerin biçim inde
ya da onları titreştiren solukta olduğuna inanıldı. A m a biçim siz
bir uğultu ve sel gibi akıştır yalnızca, onun gücü gizlem ededir; bu
nedenle, zam anın erozyonuyla da tek ve aynı şeyi yapar; o, derin
liksiz unutm a ve beklem enin şeffaf boşluğudur.
Dil, sözcüklerinin her birinde, kendisinden önce gelen içerikle
re yönelir; am a kendi varlığında -y e te r ki varlığının en yakınında
d u rsu n - ancak beklem enin saflığı içinde kendini gösterir. Beklem e
ise, hiçbir şeye yönelik değildir: çünkü beklem enin içini doldurm a
ya gelecek olan nesne onu silebilir yalnızca. Y ine de, bulunduğu
yerde, boyun eğm iş hareketsizlik değildir; sonu olm ayan ve bir
dinlenm e ödülünü kendine asla vaat etm eyen bir hareketin dayanık
lılığına sahiptir; hiçbir içsellikle kendini örtm ez; en ufak parçalan
11. Celui qui ne m ’accom pagnait pas, age., s. 135-136.
bile çaresiz bir dışarıya düşer. B eklem e, kendi geçm işinin sonunda
kendini bekleyem ez, kendi sabrından büyülenem ez, kendinden asla
eksik olm am ış cesarete kesin olarak dayanam az. Onu kabul eden,
bellek değil, unutm adır. Bu unutm ayı, yine de, ne oyalanm anın
saçılıp dağılm asıyla ne de uyanıklığın uyuduğu uykuyla karıştır
m ak gerekir; öyle uyanık, öyle bilinçli, öylesine sabaha özgü bir
uyanıklıktan olm adır ki, daha ziyade geceden alınm a bir m oladır ve
henüz gelm em iş olan bir güne saf açıklıktır. Bu anlam da unutm a,
aşırı dikkattir —öyle aşırı bir dikkattir ki, kendine sunulabilecek her
bir tekil yüzü siler; unutm a, bir kez belirlendiğinde, biçim , bekle
menin saflığı tarafından derhal reddedilip unutm anın dolayım sız-
lığına m ahkûm edilem eyecek kadar aynı zam anda hem çok eski
hem çok yenidir, hem çok yabancı hem çok tanıdıktır. Beklem e,
beklem e olarak unutm anın içinde durur: Ne olursa olsun herhangi
bir şeyle benzerlik ve süreklilik bağı olm adan kökten yeni olana
yönelik keskin dikkat (kendinin dışına yönelm iş olan ve her türlü
geçm işten serbest kalm ış beklem enin yeniliği) ile en derinden eski
olana dikkat (çünkü beklem e, kendi özünde beklem ekten vazgeç
m em iştir).
Dil, bekleyen ve unutkan varlığı içinde, her türlü belirli anlam ı
ve hatta konuşanın varlığını silen bu gizlem e gücü içinde, her varlı
ğın tem el gizli yerini oluşturan ve böylece im genin uzam ını serbest
bırakan bu m onoton tarafsızlık içinde, ne hakikattir ne zam an, ne
ezeliyettir ne insan; dil, dışarının sürekli bozulan biçim idir. Dil ile
tişim e geçirir, daha doğrusu onların tanım sız salm ım ının kıvılcım ı
içinde kökenin ve ölüm ün görünm esini -ö lç ü sü z bir uzam içinde
sürdürülen bir anlık tem asların ı- sağlar. K ökenin saf dışarısı -e ğ e r
dilin kabul etm eye özen gösterdiği o y s a - hareketsiz ve nüfuz edile
bilir bir pozitivite içinde asla sabitlenem ez; ve ölüm ün hep yeniden
başlayan dışarısı -e ğ e r dile özgü temel unutm a yoluyla ışığa yöne
liy o rsa - hakikatin nihayet kendini göstereceği sınırı asla koym az.
B unlar derhal birbirine doğru eğilm eye başlarlar; köken, sonu
olm ayan şeyin şeffaflığına sahiptir; ölüm , başlangıcın tekrarına
sonsuzca açılır. Ve dilin ne olduğu (ne dem ek istediği değil, bunu
söyleyiş biçim i değil), kendi varlığı içinde olduğu şey, bu incecik
ses, bu farkedilem ez geri çekilm e, kökenin geç kalm ış çabasını,
ölüm ün sabahki erozyonunu aynı tarafsız aydınlıkla -h e m gündüz
hem g e c e - yıkayan, her şeyin, her yüzün etrafındaki ve m erkezin
deki bu zayıflıktır. O rpheus’un ölüm cül unutkanlığı, zincire bağlı
O dysseus’un bekleyişi; dilin varlığı budur.
Dil kendini hakikatin yeri ve zam anın bağı olarak tanım ladı
ğında, G iritli E pim enides’in tüm G iritlilerin yalancı olduğunu ileri
sürm esi onun için de kesinlikle tehlikeliydi: Bu söylem in kendisiy
le bağı, dili m üm kün tüm hakikatten koparıyordu. A m a dil kendini
kökenin ve ölüm ün karşılıklı şeffaflığı olarak ortaya çıkarsa bile,
“Ben konuşuyorum ” tek önerm esi içinde kendi yokoluşunun ve
gelecekteki belirişinin tehditkâr vaadini görm eyen bir varoluş
değildir.
(c. I, s. 518-539)
O iki sözcük arasında yüzen biriydi*
* “C ’6tail un nageur entre deux m ots” (C. Bonnefoy ile söyleşi). A rts et Loisirs, no 54,
5-11 Ekim 1966, s. 8-9.
Bizim bugün B reton’un ardında bıraktığı oyuğun içinde olduğu
m uz kuşku götürmez.
- B u oyuk eski olm asın?
- Breton imgesini uzun süre bir ölünün im gesi gibi gördüm :
Artık yaşam ıyor ya da bizi ilgilendirm iyor olduğu için değil, am a
hayranlık verici varlığı bu im genin etrafında ve bu imgeden yola
çıkarak, bugün içinde kaybolduğum uz devasa boşluğu yarattığı
için. Bana öyle geliyor ki, kım ıldam adan uzanm ış ve altınlar giy
m iş bir B reton’un kutsal em anetlerini çevreleyen m ukaddes uzam ın
içinde yaşadık, yürüdük, koştuk, dans ettik, karşılıksız im lerde ve
jestlerde bulunduk; bunu derken onun bizden uzak olduğunu değil,
bizim ona yakın olduğum uzu, onun kara hayaletinin gücü altında
olduğum uzu kastediyorum . B reton’un ölüm ü, bugün, bizim kendi
doğum um uzun ikilenm esi gibidir. A tride’ler için (yani her bir
Yunanlı için) A gam ennon nasılsa, Breton da her şeye kadir ve çok
yakın bir ölüydü, ölüdür. İşte, benim için B reton’un silueti budur.
- B reton’un kısmen kutsal bu varlığı, gerçeküstücülüğün ardın
da bıraktığı bu oyuk, büyüden ya da im gelem den kaynaklanm ıyor,
çağdaş düşünceye tem el bir katkıyı varsayıyor. Çağdaş düşünce
B reton’a ne borçludur?
- B ana çok önem li gelen şey, B reton’un uzun süre boyunca
yabancı kalm ış şu iki figürü tam anlam ıyla iletişim e sokm asıdır:
Y azm ak ve bilm ek; Fransız edebiyatı B reton’a gelene dek pekâlâ
tam am en gözlem lerden, analizlerden, fikirlerden dokunm uş ola
bilir; hiçbir zaman bir bilgi edebiyatı olm am ıştı -D id ero t hariç.
Alman ve Fransız kültürleri arasındaki büyük farkın burada olduğu
kanısındayım . Bilgiyi (psikanaliz, etnoloji, sanat tarihi, vs. ile bir
likte) ifadenin içinde kabul eden Breton biraz bizim G o ethe’miz
gibidir. Sanıyorum silinm esi gereken bir im ge var: A kıldışının şairi
olarak Breton im gesi. Bunun karşısına değilse de üzerine, bilginin
yazarı Breton im gesini koym ak gerekir.
A m a (Gide tarzı) hoş bir cehalet olarak edebiyata bu bir tür
güle güle deyiş, B reton’da çok tuh af bir biçim de kendini gösterir.
A lm anlar için (G oethe, Thom as M ann, H erm ann Broch) edebi
yat, bir içselleştirm e ve bellek işi olduğunda, bilgidir. Burada söz
konusu olan, bilgiyi sakin ve eksiksiz bir biçim de hatırlam ak, dün
yaya sahip çıkm ak ve onu insan düzeyine yerleştirm ektir. B reton’a
göre, bilgi haline gelm iş edebiyat (ve yazı haline gelm iş bilgi) ise,
tersine, insanı sınırlarının ötesine itm enin, onu aşılam azın içine
atm anın ve ondan en uzak olanın en yakınına yerleştirm enin bir
yoludur. B reto n ’un bilinçdışına, deliliğe, düşe olan ilgisi buradan
kaynaklanır.
- Alm an rom antikleri gibi mi?
- Evet am a A lm an rom antiklerinin düşü, uyanm anın ışığıyla
aydınlanm ış gecedir, oysa ki düş, B reton’a göre, günün göbeği
ne yerleştirilm iş gecenin kırılm ası im kânsız çekirdeğidir. Bilgi
ile yazı arasındaki bölünm enin bu gayet hoş ortadan kalkışının,
çağdaş ifade için çok önem li olduğu kanısındaydım . L eiris’in,
K lossow ski’nin, B utor’un, F aye’nin eserlerinin kanıtladığı gibi
yazı ile bilginin derinlem esine iç içe geçtiği bir dönem de bulun
m aktayız özellikle.
- Breton a göre yazının bir iktidarı yok mu?
- B reton’a göre, yazının kendisinin ve beyaz teni içindeki kita
bın dünyayı değiştirm e gücü olduğu kanısındayım . XIX. yüzyıl
sonuna kadar dil, yazı, dünyanın gelip yansıdığı, parçalandığı ve
yeniden oluştuğu şeffaf aygıtlardı; am a her koşulda, yazı ve söylem
dünyanın parçasıydı. A m a belki de, dünyaya karşı çıkm ayı, onu
dengelem eyi, ödünlem eyi, hatta m utlak anlam da ortadan kaldırm a
yı ve onun dışında ışıldam ayı başaracak kadar radikal ve egem en
bir yazı vardır. A slında, bu deneyim E cce h o m o ’da* ve M allarm e’de
oldukça açık seçik kendini gösterm eye başlar. K arşı-dünya olarak
kitabın bu deneyim i B reto n ’da bulunur ve yazının statüsünü yerin
den oynatm aya bunun katkısı büyük olm uştur. Bunu da iki biçim de
yapm ıştır. Ö ncelikle, Breton, bir anlam da yazıyı tam am en ahlâktan
soyutlayarak yeniden ahlâkileştiriyordu. Y azı etiği artık söylenen
* Nietzsche (E), Ecce Homo. Wie man wird, was man İst, Leipzig, C.G. Naumantı, 1989
(Ecce Homo. Com m ent on devient ce que'on est, çev.: J.-C. Hemery, Oeuvres philosophi-
ques completes, Paris, Gallimard, c. VIII, 1974 içinde.
şeyden, ifade edilen fikirlerden değil, yazm a edim inin kendisinden
kaynaklanıyor. Bu ham ve çıplak edim de, yazarın tüm özgürlüğü,
sözcüklerin karşı-evreni doğarken bağlanm ış olur.
D ahası, yazı yeniden ahlâkileştirilirken, bir tür kaya dayanıklılı
ğı içinde var olm aya başlar. Yazı kendi dolay ımıyla söylenebilecek
her şeyin dışında kendini dayatır. Fransız edebiyatının defettiği
im gelem in tüm hanedanlığını B reton’un yeniden keşfetm esi kuşku
suz buradan kaynaklanm aktadır: İm gelem , insanın karanlık yüre
ğinde doğan şeyden ziyade söylem in ışıklı yoğunluğu içinde ortaya
çıkan şeydir. Ve Breton, iki sözcük arasındaki yüzücü, kendisinden
önce hiç keşfedilm em iş hayali bir uzam ı kateder.
- Fakat B reton'un bazı dönem lerde p o litik bağlanm ayla ilgilen
m iş olm asını nasıl açıklıyorsunuz?
- Onun eserinde söz konusu edilenin tarih değil, devrim olması
beni her zaman etkilem iştir; politika değil, yaşamı değiştirm enin
mutlak gücü. Bir yandan, M arksistler ve Sartrecı tipteki varoluş
çular ile diğer yandan Breton arasındaki derin uyuşm azlık, kuşku
suz, M arx ya da Sartre için yazının dünyanın parçası olm asından
kaynaklanır, oysa ki Breton için bir kitap, bir cüm le, bir sözcük,
tek başına, dünyanın karşı-m addesini oluşturabilir ve tüm evreni
ödünleyebilir.
- Am a Breton yaşam a da yazı kadar önem verm iyor m uydu?
N adja’da, A m our fou da [Çılgın A şk ], Les Vases com m unicants’da
[Bileşik Kaplar] yazı ile yaşam arasında, yaşam ile yazı arasında
bir tür kalıcı geçişim yo k mudur?
- B reton ’un diğer keşiflerini G oethe, N ietzsche, M allarm e
ya da başkaları en azından önceden duyurm uş olsa da, gerçekten
B reton’a özgü olan ve ona borçlu olduğum uz şey, felsefenin, ede
biyatın, sanatın değil, deneyim e ait bir uzamın keşfidir. Bugün,
deneyim in -v e onunla aynı şey olan d ü şü n cen in - geçm işin yerleşik
sınırlarını silen bir birlik ve dağılım içinde, görülm edik bir zengin
likte geliştiği bir dönem de yaşıyoruz.
B reto n 'u n , B a ta ille ’ın, L e iris’in, B lan ch o t’nun eserlerinin
katettiği, etnoloji, sanat tarihi, dinler tarihi, dilbilim , psikanaliz
alanlarının katettiği tüm ağ, bizim kültürüm üzün kendini sınıflan
dırdığı eski konu başlıklarını kesin olarak silm ektedir ve bizim
gözüm üzün önünde, öngörülm em iş akrabalıkları, yakınlıkları ve
ilişkileri ortaya çıkarm aktadır. K ültürüm üzün bu yeni dağılım ve
birliğini Andre B reton’un kişiliğine ve eserine borçlu olm am ız çok
m uhtem eldir. O, m odern deneyim in doğurduğu tüm bu kuzuların
hem dağıtıcısı hem de çobanıydı.
D eneyim alanının bu keşfi B reton’un edebiyat dışı tam am layıcı
olm asını, yalnızca önceden var olan tüm edebiyat eserlerini değil,
edebiyatın varlığım bile tartışm asını sağlıyordu; am a bir yandan
da, o zam ana dek sessiz, m arjinal kalm ış alanların da olası dillere
açılm asını sağlıyordu.
(c. I, s. 554-557)
Sözcükler ve imgeler*
K onunun yeterince uzm anı olm adığım için özür dilerim . Ben
sanat tarihçisi değilim . Panofsky hakkında son aylara kadar
hiçbir şey okum am ıştım . İki çeviri eşzam anlı olarak çıkıyor:
Y ayım lanm asının üzerinden yakında otuz yıl geçm iş olacak olan
ünlü Essais d ’iconologie (bunlar R önesans üzerine beş incele
m edir, yöntem e dair önem li bir düşünceyle bir araya getirilm iş
ve art arda eklenm işlerdir; Fransızca edisyonun sunuşu Bem ard
T eyssedre’e aittir) ve Pierre B ourdieu’nün bir araya getirdiği ve
yorum ladığı gotik ortaçağ üzerine iki incelem e.
* “Les m ots et les im ages”, Le N ouvel O bservateur, no 154, 25 Ekim 1967, s. 49-50. (E.
Panofsky’nin Essais d ’iconologie’si (Paris, Gallim ard, 1967) ve Architecture gothique et
Pensee scolastique'i (Paris, Ed. de M inuit, 1967) üzerine).
B unca uzun bir gecikm eden sonra bu eşzam anlılık çarpıcı.
Bunca uzun süredir arzulanan bu yayım dan uzm anların elde
edebilecekleri yararı ifade edebilecek durum da değilim . Yeni ve
elbette coşkulu bir Panofsky m üridi olarak, ustanın niyetini ustanın
sözleriyle açıklayacak ve yararın büyük olacağını söyleyeceğim :
Bu çeviriler uzak ve yabancı ikonoloji'y'ı bizim için habitus haline
getirecektir; çırak tarihçiler için bu kavram ve yöntem ler öğrenil
m esi gereken şeyler olm aktan çıkacak ve görm eyi, okum ayı, deşif
re etm eyi, bilm eyi sağlayan şey olacaktır.
Am a daha ileriye gidecek değilim . T ek söylem ek istediğim şey,
başkaları için çoktan klasikleşm iş olan, am a bu m etinlerde benim
yeniden bulduğum şeylerdir: Bu m etinlerin bizi davet ettikleri
ve -ü m it ederim k i! - bizi yersizyurtsuz bırakm a riski taşıyan yer
değiştirm e.
Birinci örnek: Söylem ile görünür arasındaki ilişkilerin analizi.
H er şeyin, herkesin bir kültürün içinde konuştuğunu biliriz,
buna inanırız: D ilin yapıları, şeylerin düzenine kendi biçim lerini
verirler. Klasik ikonografinin zaten varsaydığı söylem in hüküm
ranlığı postulatının (çok verim li olduğu bilinen) diğer versiyonu.
Em ile M âle’a göre, plastik biçim ler, taşın içine, satırların ya da
renklerin içine sokulm uş m etinlerdi; bir sütun başlığını, bir tezhibi
analiz etm ek, bunun “ne dem ek istediğini” gösterm ekti: Sözü,
daha doğrudan ifade edersek, kendi sözcüklerinden yoksun kaldığı
yerde yeniden oluşturm ak. Panofsky, söylem in ayrıcalığını ortadan
kaldırıyor. Plastik evrenin özerkliğini talep etm ek için değil, ilişki
lerinin karm aşıklığını tarif etm ek için: çaprazlaşm a, tekbiçim lilik,
dönüşüm , tercüm e, kısacası, bir kültürü tarihinin belli bir uğrağında
niteleyen görünür ile söylenir'in tüm bu fistosu.
Kimi zam an söylem öğeleri, m etinler, yeniden kopya edilm iş
elyazm aları, tercüm e edilm iş, yorum lanm ış, taklit edilm iş eserler
arasındaki tem alar gibi durur; am a bu öğeler, kendileri de değişi
me tabi olm uş plastik m otifler'de vücut bulurlar (O vidius’un aynı
m etninden yola çıkarak, E uropa’nın kaçırılm ası bir on dördüncü
yüzyıl m inyatüründe bir banyo sahnesiyken D ü rer’de şiddetli bir
kaçırılm adır); kim i zam an, plastik biçim durur, am a art arda farklı
tem alar kabul eder (O rtaçağ’da A hlâksızlık olan çıplak kadın, XVI.
yüzyılda ağırbaşlı Aşk, yani katışıksız, hakiki ve kutsal Aşk olur).
Söylem ve biçim , birbirleriyle ilişki içinde hareket ederler. Ama
asla bağım sız değillerdir: Noel Y ortusu [İsa’nın D oğuşu-y.h.n],
loğusa bir kadınla değil, diz çökm üş B akire’yle tem sil edildiğin
de, yaşayan T anrı’nın A nnesi tem asına vurgu yapılm aktadır, ama
bu aynı zam anda, üçgen biçimli ve dikey bir şem anın dikdörtgen
bir düzenlem enin yerini alm asıdır. N ihayet söylem ile plastiğin,
her ikisi de, sanki tek bir hareketle, tek bir bütünsel düzenlenişe
tabi olduğu da olur. XII. yüzyılda skolastik söylem , kanıtların
ve tartışm aların uzun, sürekli akışından kopar: “Ö zet kitaplar”,
yazıyı olduğu kadar düşünceyi de uzam sallaştırarak, onların m an
tıksal m im arilerini ortaya çıkartır: Paragraflara bölm e, bölüm lerin
görünür hiyerarşisi, aynı düzeydeki öğelerin hom ojenliği; demek
ki argüm anın bütünlüğünün görünürlüğü. Aynı dönem de, sivri
bir kem er oluşturm ak için birleşen silm eler binanın kaburgasını
görünür kılar; beşik tonozun büyük sürekliliğinin yerine bölüm lere
ayrılm ış kem er gözleri geçer; işlevleri özdeş olan tüm öğelere aynı
yapıyı verir. Burada ve orada, aynı tezahür ilkesi.
Dem ek ki söylem, bir kültürün tüm fenom enlerinin ortak yorum
sal zem ini değildir. Bir biçim i görünür kılm ak, bir şey söylem e'nin
dolam baçlı (daha kurnazca ya da daha naif; nasıl isterseniz) bir biçi
mi değildir. İnsanların yaptıkları her şey, sonuçta, deşifre edilebilir
bir uğultu değildir. Söylem in de figürün de, her birinin kendi varlık
kipi vardır; ama bunlar karm aşık ve iç içe geçm iş ilişkiler sürdürür
ler. Betimlenm esi gereken şey, karşılıklı işleyişleridir.
Diğer bir örnek: Essais d ’iconologie’de, resm in tem sili işlevi
nin analizi.
XX. yüzyılın sonuna dek Batı resm i “tem sil ediyordu”: Bi
tablo, biçimsel düzenlenişiyle, her zam an için belli bir nesneyle
belli bir ilişki içindeydi. Bu biçim de ya da bu anlam da, bir eserin
özünü belirleyenin ne olduğunu bilm ek, bıkıp usanm adan tekrar
tekrar sorulan sorudur. Panofsky ise, bu basit karşıtlığın yerine,
tablonun tüm biçim sel yoğunluğunu farklı değerlerle kateden kar
maşık bir temsili işlevin analizini koyar.
B ir XVI. yüzyıl tablosunun temsil ettiği şey, bu tablonun
içinde, dört kipliğe uygun olarak m evcuttur. Ç izgiler ve renkler
nesneleri -in san lar, hayvanlar, eşyalar, ta n rıla r- sim geler, am a
her zam an için b ir üslubun biçim sel kurallarına uygun olarak. Bir
dönem in tablolarında, bir insanla mı yoksa bir m elekle mi, bir
görüntüyle mi yoksa bir gerçeklikle mi karşı karşıya olunduğunu
bilm eyi sağlayacak ritüel yerleştirm eler vardır; bunlar ifade edici
değerleri de b e lirtirle r-b ir yüzün öfkesi, bir orm anın m elankolisi-,
am a bir uzlaşının biçim sel kurallarına uygun olarak (Le B ru n ’daki
tutkularda D ü rer’de görülen özellik yoktur); sırası geldiğinde de,
bu şahıslar, bu sahneler, bu m im ik ve jestler, tem aları, epizotları,
kavramları cisim leştirir (V ulcain'ın düşüşü, dünyanın ilk çağları,
A şk’m kararsızlıkları), am a bir tipolojinin kurallarına uygun olarak
(XVI. yüzyılda kılıç S alom e’ye değil, Ju d ith ’e aittir); nihayet, bu
tem alar, bir duyarlılığa, bir değer sistem ine yer verir (sözcüğün dar
anlam ıyla), am a bir tür kültürel belirtibilim in kurallarına uygun
olarak.
T em sil, biçim in ne d ışın d ad ır ne de biçim e ilgisizdir.
Betim lenebilecek bir işlevle ona bağlıdır, yeter ki düzeyleri ayırt
edilsin ve her biri için ona özgü olm ası gereken analiz kipi belirtil
sin. O zam an eser, kendi eklem li birliği içinde ortaya çıkar.
Biçim ler üzerine düşünm eyi, - k i bugün artık önem ini bilm ek
te y iz - XIX. yüzyıldan itibaren ortaya çıkarm ış olan, sonuçta sanat
tarihidir. Yaklaşık bir kırk yıldan beri bu düşünm e dilin ve dilbi
limsel yapıların bölgesine doğru göç etm işti. O ysa dilin sınırları
aşılm ak istendiğinde, gerçek söylem ler ele alınm ak istendiği andan
itibaren, sayısız -v e çözülm esi oldukça g ü ç - sorun ortaya çıkar.
M uhtem eldir ki, Panofsky’nin eseri bir beliıti/bilgi olarak, belki
de bir m odel olarak değerlidir: Bize yalnızca öğeleri ve bunların
bileşim yasalarını analiz etm eyi değil, aynı zam anda, bir kültürün
gerçekliği içinde sistem lerin karşılıklı işleyişini de analiz etm eyi
öğretiyor.
(c. 1, s. 620-623)
Yazar nedir?’
Oturum tutanağı
* Searle J.R., Speech Acts. An Essay in the Philosophy o f Language, Cambridge: Camb-
ridge University Press, 1969 (Les Actes de Language, çev.: H. Panchard, Paris, Hemıann,
coll. “ Savoir”, 1972).
daha fazla bir şeydir; belli ölçüler içerisinde, bir betim lem enin
dengidir. “A ristoteles” dendiğinde, “Ç özüm lem eler'in* yazarı”, ya
da “varlıkbilim in kurucusu” gibi bir tarifin ya da bir belirli betim
lem eler dizisinin dengi olan bir sözcük kullanılır. A m a bununla
yetinilem ez; bir özel adın yalnızca bir anlam ı yoktur; R im baud’nun
La Chasse spirituelle’i yazm adığı keşfedildiğinde, bu özel adın ya
da bu yazar adının anlam değiştirdiği ileri sürülem ez. Ö zel ad ve
yazar adı, betim lem enin ve adlandırm anın bu iki kutbu arasında yer
alır; adlandırdıkları şeyle belli bir bağları kesinlikle vardır, am a bu
bağ ne tam am en adlandırm a kipinde, ne de tarif etm e kipindedir:
Spesifik bağ. B ununla birlikte - v e yazar adının özel güçlükleri
burada ortaya ç ık a r- özel adın adlandırılan bireyle ilişkisi ve yazar
adının adlandırdığı şeyle ilişkisi tekbiçim li değildir ve aynı şekilde
işlemez. İşte bu farklılıklardan bazıları.
Öneğin, Pierre D upont’un gözlerinin mavi olm adığını ya da
P aris’te doğm am ış olduğunu ya da doktor olm adığını, vs. fark
etsem de, bu aynı ad, yani Pierre D upont adı daim a aynı kişiye
gönderm ede bulunm aya devam edecektir; adlandırm a bağı değiş
miş olm ayacaktır. Buna karşılık, yazar adının ortaya attığı sorunlar
çok daha karm aşıktır: Eğer S hakespeare’in bugün ziyaret edilen
evde doğm adığını keşfedersem , bu değişim elbette yazar adının
işleyişini değiştirm eyecektir; am a Shakespeare’in, onun kabul
edilen S o n n e le f i yazm adığı kanıtlanırsa, işte bu başka türde bir
değişim dir: Y azar adının işlevini alakadar etm ediği söylenem ez.
B acon’ın eserleriyle S hakespeare’inkileri aynı yazar yazdığı için
B acon’ın O rganorı'unu" Shakespeare’in yazm ış olduğunu kanıtla
nırsa, bu, yazar adının işlevini tam am en değiştiren üçüncü türde bir
değişim dir. Dem ek ki yazarın adı diğerleri gibi bir özel ad değildir
tam olarak.
Yazar adının paradoksal tekilliğini belirten başka birçok olgu da
vardır. Pierre D upont’un var olm adığını söylem ekle H om eros’un
* Aristote, Les Premiers A nalytiques (çev.: J. Tricot), Paris, Vrin, c. III, 1947 içinde. Les
Secondes Analytiques (çev.: J. Tricot), a.g.y., c. IV, 1947.
** Bacon, E, Novum Organum Scientarium, Londres, J. Billum, 1620, (Novum Organum ,
çev.: M. M alherbe ve J.-M. Pousseur, Paris, RU.E, coll, "Fpim ethee”. 1986).
veya Herm es T rism egiste’nin var olm adıklarını söylem ek asla aynı
şey değildir. Birinci örnekte, Pierre D upont adını taşıyan kişinin
var olm adığını söylem ektir; ikinci örnekte ise, aynı ad altında
birçok kişinin birbirine karıştığını yada hakiki yazarın geleneksel
olarak Hom eros ya da H erm es’in kişiliğine atfedilen özelliklerin
hiçbirine sahip olm adığını söylem ektir. Yine, Pierre D upont’un
X ’in gerçek adı olm adığı, onun adının Jacques D urand olduğunu
söylem ekle Stendhal’in adının Henri Beyle olduğunu söylem ek
de aynı şey değildir. Ayrıca, “B ourbaki, falancadır” ve “V ictor
Eremita, Clim acus, A nticlam acus, Frater T acitum us, Constantin
Constantinus, K ierkegaard’dır” gibi bir önerm enin anlam ı ve işlevi
üzerinde de sorgulam a yapm ak m üm kündür.
Bu farklılıklar belki de şu olguya bağlıdır: Bir yazar adı yalnız
ca bir söylem içindeki bir öğe (özne ya da tam am layıcı olabilecek,
yerine bir zam ir gelebilecek, vs.) değildir; söylem ler karşısında
belli bir rol oynar: Sınıflandırıcı bir işlev görür; herhangi bir ad
belli m etinleri sınıflandırm ayı, sınırlandırm ayı, bazılarını dışla
m ayı, kimilerini ötekilerin karşısına çıkarm ayı sağlar. A yrıca,
m etinleri kendi aralarında ilişkiye sokm ayı da sağlar; Herm es
Trism egiste yoktu, Hippokrates de yoktu -B a lz a c ’ın var olduğu
nun söylenebileceği anlam da yo k tu lar-, am a birçok m etnin aynı
ad altına yerleştirilm iş olm ası, bunlar arasında bir hom ojenlik ya
da soy ilişkisi kurulduğu veyahut birilerinin sahiciliğinin diğerleri
tarafından belirlendiği ya da karşılıklı açıklam a veya birlikte kulla
nım ilişkisi kurulduğu anlam ına gelir. N ihayet, yazar adının işlevi
belli bir söylem kipini nitelem ek olur: Bir söylem in bir yazar adına
sahip olm ası, “bunu falanca yazdı” ya da “bunun yazarı şu” diye
bilm ek, bu söylem in gündelik, alakasız bir söz, çekip giden, yüzen
ve geçen bir söz olm adığı, acilen tüketilebilir bir söz olm adığı, belli
bir kipte algılanm ası gereken ve verili bir kültürün içinde, belli bir
statü edinebilecek bir söz olduğu dem ektir.
Sonuç olarak, yazar adının, bir söylem in içindeki herhangi bir
özel ad gibi, bu söylem i üreten dışardaki gerçek bireye gitm ediği,
am a bir anlam da m etinlerin sınırında koştuğu, onları kestiği, onla
rın sivri köşeleri boyunca ilerlediği, m etnin varlık tarzım gösterdiği
ya da en azından onu karakterize ettiği fikrine varılırdı. Y azar adı,
belli bir söylem ler bütününün m eydana gelm esini gösterir ve bir
toplum ile bir kültürün içinde bu söylem in statüsüne gönderm ede
bulunur. Y azar adı insanların m edeni halinde yer alm az, eserin kur
gusunda da yer alm az, belli bir söylem grubu ile bu grubun tekillik
tarzını oluşturan kopuşta yer alır. Sonuç olarak, bizim ki gibi bir
uygarlıkta “yazar” işlevine sahip belli söylem lerin var olduğu,
başka söylem lerin ise bundan yoksun olduğu söylenebilir. Şahsi bir
m ektubu im zalayan biri elbette vardır, am a onun yazarı yoktur; bir
sözleşm enin kefili olabilir, yazarı yoktur. Sokakta bir duvarın üze
rinde okunan yazarsız m etni b ir kalem e alan olacaktır, am a yazarı
olm ayacaktır. D em ek ki yazarlık işlevi bir toplum un içindeki bazı
söylem lerin varlık, dolaşım ve işleyiş kipinin karakteristiğidir.
* Freud S., Die Traumdentung, Vienne, Franz Deuticke, 1900 (L'interpretation des reves,
çev.: D. Berger, Paris, RU.F 1967), Der Witz und Seine Beziehung zum Unbewussen, Vi
enne, Franz Deuticke, 1905 (Le M ot d'esprit et sa Relation d / ’inconscietıt, çev.: D. Mes-
sier, Paris, Gallim ard, coll, “Connaissance de l ’inconscient", 1988).
** Marx K. ve Engels F, M anifest der kom m unistischen Partei, Londra, J.F Burghard,
1848 (Le M anifeste du parti communiste, çev.: M. Tailleur, Paris, Editions sociales, 1951);
Das Kapital. Kritik der politischen Oekonomie, Hamburg, O. Meissner, 1867-1894, 3. cilt
(Le Capital. Critique de L ’economie politique, çev.: J. Roy, yazar tarafından değiştirilm iş
ve M. Rubel tarafından gözden geçirilmiş edisyon, 1. kitap, Oeuvres, Paris, Gallimard,
coll, “Bibliotheque de la P16iade” içinde, cilt I, 1965, s. 630-690; kitap II ve III, a.g.y., cilt
II, 1968, s. 864-1485).
yarattılar. Elbette buna itirazda bulunm ak kolaydır. B ir rom an
yazarının yalnızca kendi m etninin yazarı olduğu doğru değildir; bir
anlam da o da, tabiri caizse, biraz “önem li” olm ak koşuluyla, bun
dan fazlasını yönetir ve em reder. Çok basit bir örnek alırsak, Ann
R adcliffe’in yalnızca Les Visions du château des P yren ees'nin*
ve başka rom anlann yazarı olm akla kalm adığı söylenebilir; XIX.
yüzyıl başındaki korku rom anlarını m üm kün kılan oydu ve bu
ölçü içerisinde, yazarlık işlevi eserini aşar. Ne var ki, bu itiraza
sanırını cevap verilebilir: Bu söylem sellik kurucularını müm kün
kılan şey (Marx ve F reu d ’u örnek alıyorum , çünkü bunların hem
ilk hem de en önem li oldukları kanısındayım ), onların olası kıl
dıkları şey, bir rom an yazarının m üm kün kıldığı şeyden tam am en
farklıdır. Ann R adcliffe’in m etinleri, onun eserinde m odelleri ya
da ilkesini bulan belirli benzerlik ve analojinin alanım açm ıştır. Bu
eser, başkaları tarafından kullanılabilecek karakteristik işaretler,
figürler, ilişkiler, yapılar içerm ektedir. V elhasıl, Ann R adcliffe’in
korku rom anının kurucusu olduğunu söylem ek şunu dem ektir:
XIX. yüzyıl korku rom anında, Ann R adcliffe’de olduğu gibi, kendi
m asum iyetinin tuzağına düşm üş kadın kahram an tem ası, bir karşı-
alan gibi işleyen gizli şato figürü, kara, lanetli, kendisine yapılan
kötülüğü dünyaya yaym akla görevli kahram an kişiliği, vs bulunur.
Buna karşılık, M arx ya da F reud’dan “ söylem selliğin kurucusu”
olarak söz ettiğim de, yalnızca belirli analojileri m üm kün kılm akla
kalm adıklarını, belirli farklılıkları da (aynı şekilde) m üm kün kıl
dıklarını söylem ek istiyorum . K endilerinden farklı olan am a yine
de onların kurdukları şeye ait olana yer açtılar. Freud psikanalizi
kurdu dem ek, libido kavram ının ya da İbrahim ’in veya M elanie
K lein’ın düşlerini analiz etm e tekniğinin F reud’da bulunduğunu
söylem ek değildir; bu F reu d ’un, hepsi de psikanalitik söylem den
kaynaklanan kendi m etinleri, kendi kavram ları, kendi varsayım ları
karşısında belli farklılıkları m üm kün kıldığını söylem ektir.
Sanıyorum , yeni bir güçlük ya da en azından yeni bir sorun
hem en ortaya çıkm akta: Sonuçta, her türlü bilim kurucusunun ya
* Radcliffe A .W., Les Visions du Château des Pyrenees (apokrif rom an; 1803 Londra
edisyonundan çev.: G. G am ier ve Zim m erm an), Paris, 1810, 4. cilt.
da bir bilim e verim li denebilecek bir dönüşüm getirm iş her yazarın
durum u bu değil m idir? Sonuçta, G alileo, kendi form üle ettiği yasa
ların kendinden sonra tekrarlanm asını m üm kün kılm akla kalm adı
yalnızca, kendisinin söylediğinden çok farklı sözceleri de m üm kün
kıldı. C uvier biyolojinin kurucusuysa ya da Saussure dilbilim in
kurucusuysa, onlar taklit edildiklerinden değildir, organizm a ya
da gösterge kavram ı, orada burada tekrarlandığından değildir,
C uvier belli ölçüler içerisinde, kendi saptanım cılığına terimi teri
m ine karşıt evrim teorisini m üm kün kıldığı içindir; Saussure kendi
yapısal analizlerinden çok farklı türsel bir dilbilgisini m üm kün
kıldığı içindir. D olayısıyla, en azından ilk bakışta, söylem selliğin
kuruluşu herhangi bir bilim selliğin kuruluşuyla aynı türde gibidir.
B ununla birlikte bir fark olduğu kanısındayım , hem de önem li bir
fark. G erçekten de, bir bilim sellik örneğinde, bilim selliği oluştu
ran edim sonraki gelişim leriyle doğrudan ilişkidedir; bir anlam da,
m üm kün kıldığı dönüşüm ler bütününün parçasıdır. Bu aidiyet
elbette çeşitli biçim ler alabilir. Bir bilim selliğin kuruluş edim i, bu
bilim in sonraki değişim leri sırasında, o sırada keşfedilen çok daha
genel bir bütünün tikel bir durum undan başka bir şey değilm iş gibi
gelebilir. Aynı zam anda, hem görünün hem de am pirik olanın izle
rini taşıyabilir; bu durum da, onu yeniden form elleştirm ek ve daha
kesin olarak kuran belli teorik işlem lerin nesnesi haline getirm ek
gerekir. Son olarak, sınırlandırılm ası gereken ve sınırlı geçerlilik
alanını yeniden çizm ek gereken aceleci bir genelleştirm e olarak
da görünebilir. Başka deyişle, bir bilim selliğin kuruluş edim i her
zam an için ondan kaynaklanan dönüşüm m ekanizm alarının içine
yeniden dahil edilebilir.
O ysa bence bir söylem selliğin kurulm ası, sonraki dönüşüm leri
karşısında heterojendir. Freud tarafından oluşturulduğu şekliyle
psikanaliz gibi bir söylem sellik türünü yaym ak, başlangıçta kabul
edilm em iş biçim sel bir genelliği ona verm ek değildir, ona yalnızca
belirli uygulam a olanaklarını açm aktır. O nu sınırlandırm ak, ger
çekte, kurucu edim içinde, m uhtem elen sınırlı sayıda olan önerme
ya da sözceleri belirlem eye çalışm aktır, yalnızca bu önerm e ya da
sözcelerde kurucu değer kabul edilir ve bunlar karşısında F reu d ’un
kabul etm iş olduğu herhangi bir kavram ya da teori, türevsel, ikin
cil, tali olarak kabul edilebilir. N ihayet, bu kurucuların eserinde,
bazı önerm eler yanlış görülm ez, bu kurm a edim i kavranm aya
çalışıldığında, uygun olm ayan sözcelerden, ya öze dair olarak
görülm edikleri ya da “tarih-öncesi” olarak ve başka türlü bir söy-
lem sellikten kaynaklanıyorm uş gibi görüldükleri için, kurtulm aya
çalışılır. Başka deyişle, bir bilim in kuruluşundan farklı olarak, söy
lem sel inşa bu sonraki dönüşüm lerin parçası değildir, ister istem ez
geride ya da ileride kalır. Sonuç, bir önerm enin teorik geçerliliğinin
bu kurucuların eseriyle bağlantılı olarak tanım landığıdır -o y sa
ki, G alileo ve N ew ton örneğinde ileri sürebilm iş oldukları bu tür
önerm elerin geçerliliği fiziğin ya da kozm olojinin kendi yapıları ve
içkin norm atiflikleri çerçevesinde ne olduklarına bakarak, olumla-
nabilir. Çok şem atik olarak konuşursak: Bu kurucuların eseri bilim
le bağlantılı olarak ve bilim in çizdiği uzam ın içinde konum lanm az;
am a ilk koordinatlar olarak onların eserlerine gönderm ede bulunan,
bilim ya da söylem selliktir.
B ir “kökene dönüş” talebiyle karşı karşıya olunduğu -b u tür
söylem selliklerdeki kaçınılm az bir zorunluluk o la ra k - bu şekilde
anlaşılır. [Burada da, bilim lerde sık sık m eydana gelen “yeniden-
keşif” fenom enleri ile “yeniden-güncellem e” fenom enlerini “geri
dönüş”ten ayırt etm ek gerekir. “Y en id en -k eşif’ten benim anladı
ğım , bilginin güncel biçim lerinden yola çıkarak, karıştırılm ış ya da
kaybolm uş bir figürü algılanır kılm ış olan analoji ya da izom orfizm
etkileridir. Örneğin C hom sky’nin, K artezyen dilbilgisi' üzerine
kitabında, C ordem oy’dan H um boldt’a uzanan belirli bir bilgi
figürünü yeniden-keşfettiğini söyleyebilirim : D oğruyu söylem ek
gerekirse bu bilgi figürü yalnızca türsel dilbilgisinden yola çıkarak
yeniden kurulabilir, çünkü kurulm asını belirleyen yasa türsel dilbil-
gisindedir; gerçekte, tarihsel bakışın geriye dönük kodlandırılm ası
söz konusudur. “Y eniden-güncellem e”den benim anladığım başka
şeydir: Bir söylem in, onun için yeni olan bir genellem e, uygulam a
1. Chom sky N., cartesian Linguistics. A Chapter in the History o f Rationalist Thought,
New York, H arper & Row, 1966 (La Linguistique cartesienne. Un chapitre de l'histoire
de la pensee rationaliste, aynı ciltte: La Nature form elle du langage, çev.: N. Delanoe ve
D. Sperbeı, Paris, Ed. du Seuill coll. “L ’O rdre philosophique” , 1969.
ya da dönüştürm e alanına yeniden dahil edilm esidir. Ve burada,
m atem atik tarihi bu tür fenom enler bakım ından zengindir (burada,
M ichel S erres’in m atem atikteki anamnezi* öykülerine ayırdığı
incelem esine gönderm e yapıyorum 2). “G eri dön ü ş”le neyi anlam ak
gerek? Sanıyorum ki bu şekilde, kendine özgü spesifikliği olan ve
tam da söylem selliğin kurulm alarını niteleyen bir hareket belirtile
bilir. G erçekten de, geri dönüş olm ası için öncelikle bir unutm anın
olm ası gerekir, tesadüfi bir unutm a değil, herhangi bir anlam a
m ayla örtüşm e değil, am a tem el ve kurucu unutm a. K urm a edim i,
gerçekten de, özünde öyledir ki, unutulm az olam az. Onu belirgin
kılan, ondan türeyen şey, aynı zam anda, m esafeyi oluşturan ve onu
çarpıtan şeydir. Tesadüfi olm ayan bu unutm anın, bu kurucu edim e
geri dönüşle konum landırılabilecek, analiz edilebilecek ve indirge
nebilecek belirgin işlem lere yatırılm ası gerekir. U nutm a sürgüsü
dışardan eklenm iş değildir, söz konusu söylem selliğin parçasıdır,
ona yasasını veren budur; bu şekilde unutulan söylem sel kuruluş,
hem sürgünün varlık nedeni hem de onu açm ayı sağlayan anahtar
dır, öyle ki unutm a ve geri dönüşün kendisinin engellenm esi ancak
geri dönüş tarafından ortadan kaldırılabilir. A yrıca, bu geri dönüş
m etinde m evcut olana hitap eder, daha kesin olarak, m etnin kendi
sine, çıplaklığı içinde m etne geri dönülür ve aynı zam anda, yine de,
m etinde oyuk olarak, yokluk olarak, boşluk olarak belirtilen şeye
geri dönülür. U nutm anın es geçtiği ya da m askelediği, sahte ya da
kötü bir dolulukla kapladığı belli bir boşluğa geri dönülür ve geri
dönüş bu boşluğu ve bu eksikliği yeniden keşfetm elidir; söylem sel
kuruluşa bu geri dönüşleri niteleyen sürekli oyun buradan kaynak
lanır - bu oyun bir yandan şunu dem ekten ibarettir: Bu işte, oku
m ak yeterli, her şey orada, bunu görm em ek ya da işitm em ek için
gözlerin sım sıkı yum ulm uş ve kulakların da kapalı olması gerek; ve
tersine: H ayır, asla bu sözcükte değil, öbüründe de değil, görünür
ya da okunur sözcüklerin hiçbiri şim di söz konusu edilenleri söyle
* Freud S .,E n tw u rf einer Psychotogie (1985), A us den Anfangen der Psychanalyse, Lond
ra, Imago Publishing içinde, s. 371-466 (Esquisse d ’une psychotogie scientifique, çev. A.
Berman, La Naissance de la Psychanalyse, Paris, RU.E, 1956 içinde, s. 307-396).
karşım ızda neyin olduğuna karar verm ek h er zam an bu kadar
basit değildir: Ve bunların birbirini dışlayan iki usûl olduğunu
kanıtlayan bir şey yoktur. Ben bu ayrım a tek b ir am açla kalkıştım :
Belirli bir im za taşıyan bir dizi m etin ya da b ir kitap düzeyinde
saptanm aya çalışıldığında zaten çok karm aşık olan bu yazar-işle-
vinin, daha geniş bütünler içinde - e s e r grupları, koca k o ca d isip
lin le r- analiz edilm eye çalışıldığında yeni belirlenim ler içerdiğini
gösterm ek.
[Şimdi devam edecek tartışm aya hiçbir olum lu önerm e getirem edi
ğim için çok üzgünüm : En fazla olası bir çalışm a için yönler, analiz
yollarıdır belirteceklerim . Ama, sözlerim i bitirirken, buna belli bir
önem atfetm e nedenlerim i en azından belirtm eliyim .]
Böyle bir analiz, eğer geliştirilm iş olsaydı, belki de bizim
söylem lerin bir tipolojisine girm em izi sağlardı. G erçekten de, en
azından ilk bakışta, bana öyle geliyor ki böyle bir tipoloji yalnızca
söylem lerin dilbilgisel karakterlerinden, biçim sel yapılarından,
hatta nesnelerinden yola çıkarak yapılam az; (nesnenin yasalarına
olduğu kadar dilbilgisinin ve m antığın kurallarına indirgenem eyen)
tam am en söylem sel özellikler ya da ilişkiler kuşkusuz vardır ve
söylem in büyük kategorilerini ayırt etm ek için bunlara başvurm ak
gerekir. Bir yazarla ilişki (ya da ilişkisizlik) ve bu ilişkinin farklı
biçim leri, bu söylem sel özelliklerden birini oluşturur -h e m de
oldukça görünür biçim de.
D iğer yandan, burada söylem lerin tarihsel analizine bir giriş
bulunabileceği kanısındayım . B elki de söylem leri ifadeci değerleri
ya da biçim sel dönüşüm leri içinde değil, varlıklarının kiplikleri
içinde incelem enin tam zam anıdır: Söylem lerin dolaşım , değerlen
me, atıf, sahiplenm e kipleri her kültürle birlikte değişir ve her biri
nin içinde dönüşüm geçirir; toplum sal ilişkilere eklem leniş tarzı,
bana kalırsa, yazar-işlev oyununda ve bu oyunun dönüşüm lerinde,
uygulam aya koydukları tema ya da kavram lardan daha doğrudan
doğruya deşifre edilirler.
Öznenin ayrıcalıkları da bu analiz türünden yola çıkarak yeni
den incelenem ez m i? (İster edebi bir m etin olsun, ister felsefi bir
sistem ya da bilimsel bir eser) bir eserin iç ve arkitektonik analizine
girişerek, biyografik ya da psikolojik referansları parantez içine
alarak, öznenin m utlak karakterinin ve kurucu rolünün tekrar tar
tışm a konusu edildiğini biliyorum . A m a kökensel bir özne tem asını
yeniden oluşturm ak için değil, katılım noktalarını, işleyiş kiplerini
ve öznenin bağım lılıklarını kavram ak için bu ertelem eye belki de
geri dönm ek gerek. Bu, geleneksel sorunu tersine çevirm ek olur.
“Ö znenin özgürlüğü şeylerin yoğunluğuna nasıl dahil olabilir ve
ona anlam verebilir? Bir dilin kurallarını, içerden, nasıl harekete
geçirebilir ve böylece kendine özgü hedefleri etkili kılabilir?”
sorusunu artık sorm am ak. Asıl şu soruları sormak: Söylem lerin
düzeni içinde özne türü bir şey nasıl, hangi koşullara göre ve hangi
biçim lerde ortaya çıkabilir? H er söylem türünde hangi yeri işgal
edebilir, hangi kurallara uyarak, hangi işlevleri yerine getirebilir?
K ısacası, önem taşıyan şey, özneden (ya da vekilinden) kökensel
temel rolünü alm ak ve onu söylem in değişken ve karm aşık bir
işlevi olarak analiz etm ektir.
TY azar -y a da işlev-yazar olarak betim lem eye çalıştığım şe y -
kuşkusuz işlev-öznenin olası spesifikasyonlarından biridir. Olası
spesifikasyon m u yoksa zorunlu spesifikasyon m u? G erçekleşm iş
tarihsel dönüşüm lere bakıldığında, işlev-yazarın kendi biçim inde,
kendi karm aşıklığında, hatta kendi varlığında sabit kalm ış olması
zaruri gözükm em ektedir; bununla alakası yoktur. Söylem lerin,
işlev-yazar asla belirm eden dolaşım a girebileceği ve alım lanabile-
ceği bir kültür hayal edilebilir.]' B ütün söylem ler, statüleri, biçim
* “Ça parle” . Fransızcada “bu anlamına gelen “ça” kelim esi psikanalizdeki id kavramını
adlandırm ak için de kullanılır. L acan’ın ünlü “ça parle” cüm lesi id 'in konuştuğu (yani
hilinçdışının bir dil gibi yapılandığı) tezini dile getirir, (y.h.n.)
üzerine konuşm acıyla kesinlikle hem fikir olduğum u söylem ek için
vuku bulm uş konuşm aya gönderm e yapm am a izin verin. Çünkü
günüm üzde öznenin inkârı bir grup düşünürün, daha doğrusu fe ls e
f i bir akım ın ana fikri. Ve bu akım ın içinde F oucault özellikle özgün
ve parlak bir y e r işgal ediyor olsa da, onu yin e de türsel olmayan
F ransız yapısalcılık ekolü denebilecek ve özellikle Levi-Strauss,
Roland Barthes, A lthusser, D errida, vs. isim leri içeren şeye dahil
etm ek gerekir.
M ichel F oucault'nun ortaya attığı ve özellikle önem taşıyan
“Kim konuşuyor?" sorusuna ikinci bir soruyu da eklem ek gerektiği
kanısındayım : “N e söylüyor?”
“Kim konuşuyor?" Çağdaş insan bilim lerinin ışığında, bir
m etnin, özellikle önem li ve anlam lı bir m etnin sonuncu yazarı o la
rak birey fik ri, giderek daha tem elsiz gelm ektedir. B irkaç yıldan
beri bir dizi som ut analiz sonucu gerçekten görüldü ki, özneyi de
insanı da inkâr etm eden, bireysel öznenin yerine k o le k tif ya da
birey-aşırı bir özne koym ak zorundayız. B en kendi çalışm alarım
da, Racine tragedyalarının tek, biricik ve hakiki yazarının Racine
olm adığını, bu tragedyaların k o le k tif eser denen zihinsel katego
rilerin yapılanm ış bir bütününün gelişm esinin içinde doğduklarını
gösterm ek zorunda kaldım ; bu da beni bu tragedyaların “y a za rı”
olarak son çözüm lem ede cübbeli soyluları, Ja nsenist grubu ve
bunun içinde de özelikle önem li birey olarak R a cin e’in kendisini
bulm aya yöneltti.'
“Kim konuşuyor?" sorusu sorulduğunda günüm üzde insan
bilim lerinde en azından iki cevap vardır ve bunlar birbirlerine
kesin olarak karşı d u tsa la r da, geleneksel olarak kabul görm üş
bireysel özne fik rin i her ikisi de reddeder. Türsel olm ayan yapısal
cılık olarak adlandıracağım birincisi özneyi reddedip yerine (dil
sel, zihinsel, toplum sal, vs) yapıları koyar ve insanlara ve onların
davranışlarına, bu yapıların içinde, araştırm anın ya da açıklam a
nın nihai noktasını oluşturan bir rol, bir işlev bırakır.
Bunun karşısında, türsel yapısalcılık da, tarihsel boyut içinde
* Goldm ann L., Le Dieu cache, Etüde sur la vision tragique dans les “Pensees" de Pascal
et dans le theâtre de Racine, Paris, Gallimard, coll. “ Bibliotheque des idees”, 1955.
ve bunun parçası olan kültürel boyut içinde, bireysel özneyi inkâr
eder; bununla birlikte, özne fik rin i ortadan kaldırm az, am a bireysel
öznenin yerine birey-aşırı özneyi geçirir. Yapılara gelince, özerk ve
az çok nihai gerçeklikler olarak belirm ekten uzak bu yapılar, bu
p ersp ek tif içinde tüm insani praksis ve gerçekliklerin tüm el bir
özelliğinden başka bir şey değillerdir. Yapılanm am ış insan olgusu
olmadığı gibi anlamlı olm ayan yapı da yoktur, yani bir öznenin
psişizm ve davranış niteliği olarak, bir işlevi yerine getirm eyen
yapı yoktur. Kısacası, bu konum da üç m erkezi tez vardır: B ir özne
vardır; tarihsel ve kültürel boyutta bu özne her zaman birey-aşırı-
dır; her psişik fa a liy e t ve öznenin her davranışı, daim a yapılanm ış
ve anlamlıdır, yani işlevseldir.
M ichel F oucault’nun ortaya attığı bir güçlükle ben de karşı
laştığım ı belirtm eliyim : Eserin tarifi. G erçekten de, bireysel bir
özneyle bağlantılı olarak eseri ta r if etm ek güç, hatta imkânsızdır.
F oucault’nun dediği gibi, ister N ietzsche olsun, ister Kant, Racine
ya da Pascal, eser kavram ı nereye kadar uzanır? Yayımlanmış
metinlerde mi durm ak gerek? Çam aşırcı notlarına varana kadar
yayım lanm am ış tüm kâğıtlar dahil edilm eli mi?
Sorun türsel yapısalcılık persektifi içinde konulursa, yalnızca
kültürel eserler için değil, insan yapım ı ve tarihsel her şey için
geçerli bir cevap elde edilebilir. Fransız D evrim i nedir? Batılı kapi
talist kültürlerin ve toplum ların tarihinin tem el evreleri nelerdir?
Sorunun cevabı benzer güçlükler ortaya çıkarır. B iz yine esere geri
dönelim : Eserin sınırları, insan yapım ı her şey gibi, k o lektif bir
öznenin hazırladığı bağdaşık bir zihinsel yapının varlığı üzerinde
tem ellenen anlamlı bir yapıyı oluşturuyor olm asıyla tanımlanır.
Buradan yol çıkarak, bu yapıyı sınırlandırm ak için, yayım lanm ış
bazı m etinleri seçm ek ya da tersine yayım lanm am ış bazı m etinleri
dahil etm ek zorunda kalınabilir; Nihayet, çam aşırcı notunu dışla
m ak gerektiği kolaylıkla doğrulanabilir. Şunu da eklem eliyim ki, bu
bakış açısı içinde, tutarlı yapının birey-aşırı bir özneyle bağlantılı
olarak işlevselliğiyle ilişkiye sokulm ası ya da -d a h a az soyut bir
dil kullanırsa k- yorum un açıklam ayla ilişkiye sokulm ası, özel bir
önem kazanır.
B ir örnek: A raştırm alarım sırasında, P a sca l'ın Les Provin-
ciales’;w « [Taşra M ektupları] ve Pensees’sinin [D ü şü n celer]
hangi ölçüler içerisinde bir eser olarak kabul edilebileceği sorunu
na gelip çattım ve dikkatli bir analizin ardından, durum un bu olm a
dığı ve iki fa rk lı yazara sahip iki eser söz konusu olduğu sonucuna
vardım. B ir yandan, Les Provinciales için A rnauld-N icole grubuyla
birlikte P ascal ve ılımlı Jansenistler; diğer yandan, Pensees için
aşırı Jansenistler grubuyla birlikte Pascal. K ısm i ortak alanları
olan iki fa rk lı yazar: Birey Pascal ve aynı evrim i izlem iş olan bir
kaç Jansenist belki.
M ichel F oucault’nun sunum unda ortaya koyduğu bir diğer
sorun yazı sorunudur. Bu tartışm aya bir a d koym anın daha iyi ola
cağı kanısındayım , çünkü hepim izin D errida’yı ve sistem ini düşün
düğüm üzü sanıyorum . Biliyoruz ki D errida özneyi inkâr ederek
bir yazı felsefesi hazırlam aya çalışıyor -b a n a paradoksal gelen,
olm ayacak bir iş. O nun yazı kavram ı, ayrıca, diyalektik praksis
kavram ına çok yakın olduğundan bu daha da tuhaftır. D iğer örnek
lerin yanında bir örnek: Yazının, sonunda silinen izler bıraktığım
bize söylediğinde onunla sadece hem fikir olabilirim ; tüm praksisin
özelliği budur, ister yüzyıllar ya da bin yılla r sonunda kaybolan
bir tapm ağın inşaası söz konusu olsun, isterse de bir yolun açılışı,
güzergâhın değiştirilm esi ya da -d a h a bayağı bir ta rzd a - bir çift
sosis yapıp sonradan yenm esi olsun fa r k etmez. A m a, F oucault
gibi, “izleri yaratan kim dir? Kim ya zıyo r? ” diye sorm ak gerek.
Bütünüyle hem fikir olduğum sunum un ikinci bölüm ü üzerine
yapacak hiçbir saptam am olm adığından üçüncü bölüm e geçiyorum.
Bana öyle geliyor ki, burada da, ortaya çıkan sorunların büyük
çoğunluğu cevaplarını birey-aşırı özne perspektifinde bulm akta
* Pascal B., Les Provinciales (ilk olarak I655’te ince ciltler halinde yayımlanıp, Les Pro
vinciales, ou Les Lettres ecrites par Louis de Montalte â un Provincial des ses amis et aux
RR., PP. Jesuites, sur le sujet de la morale et de la politique de ces Peres başlığı altında
yeniden yayım a hazırlanmıştır, Köln, Pierre de la Vallee, 1657), Oeuvres completes, Paris,
Gallim ard, coll. “ Bibliotheque de la Pleiade” , 1960 içinde, s. 657-904; Les Pensees
(Pensees de M. Pascal sur la religion et sur quelgues autres sujets. Qui ont ete trouvees
apres sa m ort parm i ses papiers, başlığı altında ölümünden sonra yayım, Paris, Guillau-
me Desprez, 1679), a.g.y., s. 1079-1358.
dırlar. Ben yalnızca biri üzerinde duruyorum : F oucault yeni bir
bilim sel yöntem bilim in “kurucuları” diye adlandırdığı kişilerle
yaratıcılar arasında haklı bir ayrım yaptı. Sorun gerçektir, ama
sunum unda takındığı nisbeten karm aşık ve karanlık karakteri ona
bırakm ak yerine, bu karşıtlığın epistem olojik ve sosyolojik tem eli
ni, bilim sel yapı olarak nispeten özerk doğa bilim leri ile fe lse fi ala
m adan p o zitif olam ayan insan bilim leri arasındaki, m odern diya
lektik düşüncede ve özellikle Lukacsçı ekolde yaygın olan ayrım da
bulamaz mıyız? F oucault'nun, M arx’ı, F reu d ’ü ve belli ölçüler
içinde D urkheim ı G a lileo ’nun ve m ekanik fiziğ in yaratıcılarının
karşısına çıkarm ası bir tesa d ü f değildir, insan bilim leri -M a rx ve
F reud için belirtik olarak, zım ni olarak da D urkheim iç in - öner
m ede bulunm ak ile değer yüklem ek arasında, bilm e ile tavır alma
arasında, teori ile praksis arasında dar bir birlik varsayar, ama
elbette teorik katılığı hiç terk etm eden bunu yapm ak gerekir. Ben
de F oucault gibi sık sık ve özellikle bugün inanıyorum ki M arx,
F reud ve hatta D urkheim üzerine düşünm e, kaynaklara geri dörüş
biçim inde kendini gösterm ektedir, çünkü insan bilim lerini doğa
bilim leri m odelinde yapm ak isteyen p o zitivist eğilim lere karşıt
olarak, felsefî bir düşünceye geri dönüş söz konusudur. Sözüm ona
kaynaklara geri dönüş biçim inde, aslında M arx ile F reu d ’u onlara
tam amen yabancı olan pozitivizm le ve türsel olm ayan yapısalcı
lıkla özdeşleştirm e girişim i olan şeyden sahici geri dönüşü ayırt
etm ek gerekir.
M ayıs ayında bir öğrencinin Sorbonne un bir sınıfındaki kara
tahtaya yazdığı ve bana türsel olm ayan yapısalcılığın hem felsefi
hem de bilim sel eleştirisinin özünü ifade ettiğini düşündüğüm ünlü
olm uş cüm leyi zikrederek konuşm am ı bu p ersp ektif içinde bitirm ek
istiyorum : “Yapılar sokağa inm iyor,” yani: Tarihi yapanlar asla
yapılar değil insanlardır; bu insanların eylem i, her zam an için
yapılanm ış ve anlam lı bir özelliğe sahip olsa da.
M . F o u c a u l t : C evap verm eye çalışacağım . Söyleyeceğim
ilk. şey, ben, kendi açım dan, yapı sözcüğünü hiç kullanm adım .
K elim eler ve Ş e y le r'de bunu arayın, bulam azsınız. O halde, yapı
salcılık üzerine kolaycı her şeyin benden uzak tutulm asını dili
yorum , ya da bunları doğrulam a çabasına girilm eli. Dahası: Ben,
yazar yok dem edim ; bunu dem edim ve söylem im in böyle bir ters
anlam a yol açm ış olm asına şaşırdım . Tüm bunları az da olsa tekrar
ele alalım.
“ Yazar, söylem sel biçim ler yararına silinm eli ya da silinm iş
olm alıdır” diyen eleştiride de eserlerde de saptanabilecek belli bir
tem atikten söz ettim. D olayısıyla kendim e sorduğum soru şuydu:
Yazarın ya da yaratıcının bu yok olm a kuralı neyi keşfetm eyi
sağlar? Y azar-işlevi keşfetm eyi sağlar. Ve benim analiz etm eyi
denediğim şey, tam da yazar-işlevin XVII. yüzyıldan beri A vrupa
kültüründe işlem e tarzıdır. K uşkusuz, bunu çok kabaca ve çok
soyut olm asını istediğim bir biçim de yaptım , çünkü bütünün yerli
yerine konm ası söz konusuydu. Bu işlevin nasıl, hangi koşullarda,
hangi alanda, vs... işlediğini tarif etm ek, kabul edersiniz ki, yazar
yok dem ek değildir.
G oldm an ’ın sözünü ettiği insanın inkârı için de aynı şey geçerli:
İnsanın ölüm ü, insan kavram ının bilgide işleyiş tarzını gün ışığına
çıkarm ayı sağlayan bir tem adır. Ve eğer yazdıklarım ın ilk ya da
en sonuncu sayfalarının -b e lli ki sert bir şe k ild e - okunm ası aşıla
bilirse, bu önerm enin bir işleyişin analizine gönderm e yaptığı fark
edilecektir. İnsanın öldüğünü ileri sürm ek değil, insanın öldüğü (ya
da yok olacağı ya da yerine üstinsanın geçeceği) tem asından -b u
bana ait bir tem a değildir, XIX. yüzyıl sonundan beri tekrarlanm ak
ta d ır- yola çıkarak, insan kavram ının hangi tarzda, hangi kurallarla
oluştuğunu ve işlediğini görm ek söz konusudur. Y azar nosyonu
için de aynı şeyi yaptım . Dolayısıyla gözyaşlarım ızı tutalım.
B ir diğer saptam a. Bilim sel-olm ayan bakış açısını benim sedi
ğim söylendi. K uşkusuz, ben burada bilim sel eser yarattığım ı ileri
sürm üyorum , am a bana bu eleştirinin hangi m erciden geldiğini
bilm ek hoşum a gider.
M . d e G a n d i l l a c : Sizi dinlerken, “söyle m sellik kurucuları” nı,
yalnızca daha dinsel karakterdeki “peyg a m b erler”den değil, M arx
ve F reu d 'a bağlanm ası kuşkusuz m ünasebetsiz olm ayan “bilim sel
lik" öncülerinden de hangi kesin ölçüte göre ayırdığınızı düşün
düm. Ve eğer bir anlam da bilim selliğin ve peygam berliğin ötesinde
bulunan (ve yine de her ikisine bağlı olan) özgün bir kategori kabul
edilirse, burada ne P la to n ’u ne de özellikle N ietzsche yi görm em ek
beni şaşırtıyor; daha geçenlerde R oyaum ont’da, eğer belleğim
beni yanıltm ıyorsa, bize çağım ız üzerinde M arx ve F reu d ’la aynı
etkide bulunm uş olarak sundunuz onları.
M . F o u c a u lt : Size şu cevabı vereceğim ki -a m a çalışm a var
sayım ı sıfatıyla, çünkü, bir kez daha söyleyeyim , size belirttiğim
şey, ne yazık ki, bir çalışm a planından, şantiyenin saptanm asından
başka bir şey d e ğ ild i- Platon ve A ristoteles gibi yazarların yazdık
ları dönem den R önesans dönem ine kadar içinde bulundukları söy-
lem -aşırı durum analiz edilebilir olm alıdır; onların aktarılış tarzı,
onlara referansta bulunm a, yorum lanm a, m etinlerinin sahiciliğinin
restore ediliş tarzı, vs., tüm bunlar kesinlikle bir işleyiş sistem ine
itaat eder. Bence M arx ve F reu d ’la birlikte, söylem -aşırı konum
ları Platon ve A ristoteles gibi yazarların söylem -aşırı konum uyla
üst üste bindirilem eyecek olan yazarlarla karşı karşıyayız. Ve bu
m odem söylem -aşırılığın eski söylem -aşırılık karşısında ne oldu
ğunu tarif etm ek gerekiyor.
L . G o ld m a n n : Tek bir soru: insanın ya da öznenin varlığını
kabul ettiğinizde, onları işlev statüsüne indiriyor m usunuz indirm i
yo r m usunuz?
M . F o u c a u l t : Bir işleve indirgediğim i söylem edim , ben yazar
denen şeyin içinde var olabildiği işlevi analiz ediyordum . Ben
burada özne analizi yapm adım , yazar analizi yaptım . Ö zne üzerine
bir konferans verm iş olsaydım , m uhtem eldir ki özne-işlevi de aynı
şekilde analiz ederdim , yani bir bireyin özne işlevini yerine getir
m esinin m üm kün olduğu koşulları analiz ederdim . Ö znenin hangi
alanın içinde ve neyin (söylem in, arzunun, ekonom ik sürecin, vs.)
öznesi olduğunu da belirtm ek gerekirdi. M utlak özne yoktur.
J. U llm o : Sunum unuzla derinden ilgilendim , çünkü günüm üz
bilim sel araştırm asında çok önem taşıyan bir sorunu yeniden
canlandırdı. B ilim sel araştırm a ve özellikle m atem atik araştırm ası
sizin ortaya çıkardığınız belirli kavram ların çok net biçim de içinde
belirdiği sınır durum lardır. G erçekten de, sizin başlangıçta ortaya
attığınız, “K im in konuştuğunun ne önem i var?" sorunuyla karşı
karşıya gelm ek, yirm inci yılına doğru kendini gösteren bilim sel
tem ayüllerde oldukça can sıkıcı bir sorun oldu. G eçm işte, bilim
sel bir ödev duygusu, kendinden konuşm a istenciydi, doğanın ya
da m atem atik düşüncenin tem el sorunlarına bir cevap getirm e
istenciydi; ve bu ödev duygusunu gerekçelendiriyordu, hatta fe r a
gat ve fe d a kâ rlık yaşam larını gerekçelendirdiği bile söylenebilir.
G ünüm üzde bu sorun çok daha naziktir, çünkü bilim çok daha ano
nim olarak ortaya çıkm aktadır; ve, gerçekten de, “kimin konuştu
ğunun ne önem i v a r " , 1969 haziranında X ’in bulam adığı şeyi 1969
ekim inde Y bulacaktır. O halde, bu h a fif ve anonim kalan öngörü
için yaşam ını fe d a etm ek, bunu görev duygusu olarak taşıyan kişi
için ve ona yardım etm esi gereken için gerçekten de son derece
ciddi bir sorundur. Bu bilim sel görev duygusu örneklerinin sizin
cevabınızı zaten belirttiğiniz yönde az da olsa aydınlatacakları
kanısındayım . Ben Bourbakı örneğini alacağım ; Keynes örneğini
de verebilirim , am a B ourbaki sınır bir örnek oluşturuyor: çoğul
bir birey söz konusu; ya za r adı, bir ortaklık adına gerçekten yok
olm uş gibi ve yenilenebilir bir ortaklık bu, çünkü Bourbaki olanlar
hep aynıları değil. O ysa yine de, yaratıcı bir B ourbaki var ve bu
yaratıcı Bourbaki, Bourbaki katılım cıları arasındaki son derece
şiddetli -h a tta p a tetik bile d iyeb ilirim - tartışm alarla kendini gö s
teriyor: Fasiküllerinden birini yayım lam adan önce -b u n c a nesnel,
tutkudan bunca yoksun gözüken bu fasiküller, lineer cebir ya da
küm eler teorisi üzerine bu fasiküller, aslında tem el bir düşünce
üzerinde, bir içselleştirm e üzerinde hem fikir olm ak için geceler
boyu süren tartışm a ve kavgalar sonucudur. Bu nokta, kendim i
sizinle oldukça derin bir anlaşm azlık içinde bulduğum tek nokta,
çünkü, başlangıçta, siz içselliği ortadan kaldırdınız. Ve sıradan
anlam da bir ya za r hiç olm ayan bu B ourbaki örneği, bunu m utlak
anlam da kanıtlıyor. Ve bunu söyleyerek, belki de özgün doğası
olan, ama bilim sel düşünm e alışkanlığı olanlar için oldukça açık
3. Nicolas Bourbaki: Matem atiği kesin aksiyom lar tem elinde yeniden yapm aya kalkışan
bir grup çağdaş Fransız m atem atikçinin (Henri Cartan, Claude Chevalley, Jean
Dieudonne, Charles Ehresm ann, Andre W eil, vs.) kolektif takmaadı.
olan b'ır düşünen özneyi yeniden geri getirdiğine inanıyorum.
Zaten, M ichel S erres’in C ritique’?eÂ:/ “F ikir G eleneği” adlı olduk
ça açık ilginç bir m akalesi bunu açıklam aktadır. M atem atikte
önem taşıyan şey aksiyom değildir, kom binatuvar değildir, sizin
söylem sel örtü dediğiniz şey değildir, önem li olan, iç düşüncedir,
bu iç düşünceyi hissedebilecek, entegre edebilecek, sahip olabile
cek bir öznenin tam algısıdır. E ğer vaktim olsaydı, K eynes örneği
de ekonom ik açıdan çok çarpıcı olurdu. Yalnızca sonucu belirte
ceğim: Sizin kavram larınızın, düşünce araçlarınızın m ükem m el
olduğu kanısındayım. D ördüncü bölüm de, ilk üç bölüm de kendim e
sorduğum sorulara cevap verdiniz. B ir yazarı özgülleştiren şey
nerededir? Evet, bir y a za n özgülleştiren, tam da sizin fo rm ü lleri
niz olan bu epistem olojik alanı ya da bu söylem sel örtüyü yeniden
elden geçirm e, yeniden yönlendirm e kapasitesidir. G erçekten de
ancak anonim likten çıkınca yazar var olur, çünkü epistem olojik
alanlar yeniden yönlendirilir, çünkü öncekini kökten değiştiren,
dönüştüren yeni bir söylem sel alan yaratılır. En çarpıcı durum
E instein'ın durum udur: Bu açıdan son derece şaşırtıcı bir örnektir.
Bay B ouligand’m beni onayladığını görm ekten m utluyum , bu konu
da tamamen hem fikiriz. D olayısıyla şu iki ölçütle, yani bir aksiyo-
m atiği içselleştirm e zorunluluğu ile epistem olojik alanı yeniden
gözden geçirm e olarak yazar ölçütüyle, deyim yerindeyse, oldukça
güçlü bir öznenin onarıldığı kanısındayım . Sanıyorum bıı da sizin
düşüncenizde eksik değildir.
J . L a c a n : Ben çok geç daveti aldım. O kurken, son paragrafta,
“geri dönüş"ü not ettim. Belki birçok şeye geri dönülm ektedir,
am a F reud’a geri dönüş, belli bir alanın içinde benim bir tür
bayrak kabul ettiğim şeydir ve burada size ancak teşekkür edebi
lirim, benim beklentim e tam am en cevap verdiniz. Ö zellikle, Freud
konusunda, “geri dönüş" ün anlam ından söz ederken belirttiğiniz
her şey, en azından katkıda bulunabileceğim şey açısından, bana
tam am en akla yatkın gelm ektedir.
ikinci olarak, şunu belirtm ek isterim ki, yapısalcılık olsun ya da
olm asın, bu etiketin m uğlak olarak belirlediği alanın hiçbir yerinde
sorun öznenin inkârı değildir. Ö znenin bağım lılığıdır söz konusu
edilen ve bu ise tam am en fa rklıd ır; özellikle, F reu d ’a geri dönüş
düzeyinde, öznenin gerçekten tem el ve “g ö steren” terim i altında
yalıtm aya çalıştığım ız bir şeyle bağlantılı olarak bağım lılığı söz
konusudur.
Ü çüncü olarak, -ko n u şm a m ı bununla sınırlayacağım — ya pıla
rın sokağa inm ediğini yazm anın herhangi bir biçim de m eşru olabi
leceğini sanm ıyorum , çünkü. M ayıs olaylarının kanıtladığı bir şey
varsa bu da, özellikle, yapıların sokağa inm esidir. Sokağa bu inişin
gerçekleştiği yerde bunu yazm ak, edim diye adlandırılan şeye çoğu
zaman, hatta çok sık olarak, içkin olanın kendini tanım adığından
başka bir şey kanıtlam az.
J . W a h l: G eriye, M ichel F oucault’ya geldiği için, konuştuğu
için, öncelikle konferansını yazdığı için, sorulan sorulara cevap
verdiği için, ki hepsi de çok ilginçti, teşekkür etm em iz kaldı. Ayrıca
konuşm aya katılanlara ve dinleyicilere de teşekkür ediyorum.
‘‘Dinleyen kim, konuşan kim ?”: Bu soruya "evde" cevap verebi
liriz.]
(c. I, s. 789-821)
D elilik, edebiyat, toplum*
* Descartes R., M editationes de prirna philosophia, Paris, Soly, 1641 (M editations touc-
hant la premifere philosophie, dans lesquelles l ’existence de Dieu et la distinction entre
l ’âme et le corps de l ’bom m e sont demontrees, çev.: duc de Luynes, Paris, Cam usat et
Pierre Le Petit: 1647; Ctuvres et Lettres, yay., Andre Bridoux, Paris, Gallimard, coll.
“Bibliotheque de la Pleiade,” 1953 içinde yeniden basım; bkz. Prem iere M editation: “Des
choses que l’on peut revoquer en doute” [Birinci Meditasyon: “Kuşkuya tabi tutulabilir
şeyler hakkındal, a.g.y., s. 268.
N ihayet filozofun “ sonuçta ben belki deliyim ,” diyeceği an
N ietzsche’yle birlikte gelir.
M . W a ta n a b e : Bu durum , yazının sözün basit destekçisi
olm aya son verip kendi için var olm aya başladığı dönem ile delili
ğin yazıya bu dahil oluşu arasında oluşacak tem el ilişkinin haber
cisi değil mi?
M . F o u c a u l t : XVII. yüzyılın sonuna kadar yazm ak, birisi
için yazm ak, ötekilere öğretm ek için, onları eğlendirm ek ya da
yararlansınlar diye bir şey yazm ak anlam ına geliyordu. Y azm ak,
bir toplumsa] grubun içinde dolaşm ayı hedeflem iş olan bir sözün
destekçisinden başka bir şey değildi. O ysa günüm üzde yazı bir
başka yöne doğru dönüyor. Y azarlar elbette yaşam ak için ve belli
bir kam usal başarı kazanm ak için yazarlar. Psikolojik planda, yazı
girişim i eskiye oranla değişm edi. Sorun, yazıyı dokuyan ipliklerin
hangi yöne döndüklerini bilm ekte. Bu noktada, XIX. yüzyıldan
sonraki yazı açık bir şekilde salt kendisi için var ve gerekirse her
türlü tüketim den, her okurdan, her zevk ve yarardan bağım sız ola
rak var olurdu. İmdi, yazının bu dikey ve neredeyse aktarılam az
faaliyeti kısm en deliliğe benziyor. Delilik, b ir anlam da dikey duran
bir dil ve her türlü değişim değerini yitirdiği için artık aktarılabilir
olm ayan sözdür. Söz ya bütün değerini yitirm iş ve kim se tarafın
dan arzulanm ıyordur ya da ondan paraym ışçasına, sanki kendinden
fazla bir değer atfedilm işcesine, yararlanm akta tereddüt edilir.
Am a sonuçta bu iki uç birbirine kavuşur. Bu dolaşım cı olm ayan
yazı, ayakta duran bu yazı, tam olarak deliliğin dengidir. Yazarların
deliyi ya da hortlağı kendi ikizleri olarak görm eleri gayet norm al
dir. H er yazarın arkasında onu destekleyen, ona hâkim olan ve onu
kapsayan delinin gölgesi saklanır. Y azarın yazdığı anda anlattığı
şeyin, yazm a edim i içinde ürettiği şeyin, kuşkusuz ki delilikten
başka bir şey olm adığı söylenebilir.
Yazan bir öznenin delilik tarafından ele geçirilm e riski, deli
olan bu ikizin ağır basm a riski; işte, bana göre yazm a edim inin
karakteristiği tam da budur. Y azının altüst ediciliği tem asına o
zam an rastlarız. B arthes’ın sözünü ettiği yazının geçissiz karakteri
bence bu ihlal işlevine bağlanabilir.
Yine de bu terim i ihtiyatlı kullanm ak gerektiği kanısındayım .
Ç ünkü günüm üzde F ran sa’da, belli bir yazar tipi -b u n la r bir avuç
solcu yazardır, çünkü kom ünist partiye aittirler...- tüm yazının
altüst edici olduğunu ileri sürm ektedirler. B undan kaçınm ak gere
kir; çünkü Fransa’da tüm politik faaliyetten kurtulm ak için bu tür
açıklam alar yapm ak yeterlidir. G erçekten de, eğer yazm a edimi
altüst ediciyse, bir kâğıt parçası üzerine ne kadar anlam sız da olsa
harfler çiziktirm ek, dünya devrim ine hizm et etm ek için yeterli olur.
Y azının altüstü edici olduğunu bu anlam da söylem em ek gerekir.
Bence yazm a edim i -d o laşım , değer oluşum u gibi sosyo-ekonom ik
olan sistem in dışına konm uş bir e d im - bugüne kadar, toplum kar
şısında m uhalif bir güç olarak kendi varlığıyla işliyordu. Bunun
yazan kişinin politik tavrıyla ilişkisi yoktur. Sade istediği kadar
anarşist olsun, o her şeyden önce b ir aristokrattı: D evrim ’in kur
banı olm am ak için kuşkusuz önlem ler alm ıştı am a Jakobenlerden
nefretini de saklam am ıştı. (Belki de saklam ıştı, am a bu kısa süre
sürm üştü). Örneğin, Flaubert vicdanen burjuva görüşlere sahipti ve
Paris Kom ünü karşısındaki yargısı, bizim bugünkü bakış açım ızla
kesinlikle savunulam az bir yargıydı. Y ine de A vrupa toplum unun
eleştirisi düzlem inde S ade’ın ve F laubert’in yazısı, Jules V alles’in
çok daha solcu m etinlerinin asla oynayam adığı rolü oynadı. Sonuç
olarak denebilir ki, yazı, varlığıyla bile, yüz elli yıl boyunca en
azından altüst edici işlevini sürdürebilm iştir.
Dem ek ki sorun şudur: H er şeyden önce, günüm üzün Fransız
entelektüellerinin çok güç bir durum da kalm ış olm asının ve -ü m it
sizlik değilse b ile - b ir tür sersem lem e hissetm elerinin nedeni, Çin
kültür devrim inden bu yana ve özellikle devrim ci hareketlerin
yalnızca A vrupa’da değil tüm dünyada gelişm esinden beri, şu bir
dizi soruyu sorm ak zorunda kalm alarıdır: Y azının altüst edici işlevi
hâlâ sürüyor mu? Y alnızca yazm a edim inin, edebiyatı kendi yazı
sıyla var kılm anın m odem toplum karşısında bir karşı çıkışı ifade
etm eye yettiği dönem çoktan geride kalm adı mı? Şim di gerçekten
devrim ci eylem lere geçm e anı gelm edi m i? Burjuvazinin, kapitalist
toplum un yazıyı eylem gücünden tam am en yoksun bıraktıkları şu
anda yazm a edimi yalnızca burjuvazinin baskıcı sistem ini güç
lendirm eye yaram ıyor m u? Y azm aya son verm ek gerekm ez m i?
Tüm bunları derken şaka yaptığım ı sanm ayın, lütfen. K arşınızda
konuşan kişi, yazm aya devam eden biridir. En yakın ve en genç
dostlarım dan bazıları, anladığım kadarıyla, yazm aktan kesin olarak
vazgeçtiler. D ürüstçe, politik faaliyetten yana bu feragat karşısında
ben bile yalnızca hayran olm akla kalm ıyorum şiddetle sersem liyo
rum da. Sonuçta ben, artık genç olm adığım şu anda, verm ek istem iş
olduğum bu eleştirel anlam ı belki de kaybetm iş olan bu faaliyete
devam etm ekle yetiniyorum .
Deliliğin T a rih i'ni yazdığım da bir tür toplum sal eleştiri yapm ak
istedim ve başarılı oldum mu yoksa yenildim mi bilem iyorum . Şu
sıralar ceza sistem leri üzerine ve A vrupa’da suçun tarifi üzerine bir
kitap yazm a niyetindeyim . A m a bu tür eleştirel b ir kitabın D eliliğin
T arihi'nin on yıl önce çıktığında taşıdığı anlam ı hâlâ taşıyacağın
dan em in değilim . D eliliğin T a rih i'nin on yıl önce yararlı olduğu
nu düşünm ek istiyorum . A m a cezalar ve suçlar üzerine yazmayı
düşündüğüm bu kitabın bugün de bir o kadar yararlı olacağına em in
değilim.
F ransa’da yazarlar günüm üzde şu iki eğilim arasına sıkışm ış
lar: Ya yazm aktan vazgeçip doğrudan doğruya her türlü yazının
dışındaki devrim ci faaliyetlere kendilerini adayacaklar ya da bir
toplum sal statü olarak yazarlığı garanti eden ve yazının sosyalist
toplum un ve M arksist ideolojinin bağrında devam ı konusunda sizi
tem in eden Fransız K om ünist P artisi’ne katılacaklar. Bu iki eği
lim arasına sıkışınca, çok sayıda kişinin sersem lem esi normaldir;
hangisini seçtiklerini de biliyorum . A m a ikisini de seçm em iş olan
benim , nasıl b ir utanç içinde bulunduğum u varın siz hayal edin.
T . S h im i z u : D elilik üzerine bir söyleşiden yola çıkarak, y a zı
nın gerçekten kurulu düzeni yıkm a gücü olup olm adığı üzerinde
düşündük. Ve şim di, ikinci sorunum uza gelm ek istiyorum , yani
cinsellik sorununa. Ç ünkü sizin sözleriniz bana kısa süre önce
Pierre G uyo ta t’nin Eden, Eden, Eden’ adlı son eseri üzerine y a z
dığınız m etni düşündürttü. Bana öyle geliyor ki bu rom an ve sizin
* G enet J., Haute surveillance (1949), Edition d6fi ni ti ve: Paris, Gallim ard, “ Collection
Blanche", 1965.
sahnelenm esinden hoşnutsuz olm anızı anlıyorum . Ç ünkü, şu sıralar
B a tı’da rağbette olan çıplak tiyatronun popülaritesini ticari değe
rine borçlu olup olm adığını ben de kendim e soruyorum . PolonyalI
yönetm en G rotow ski’nin kısa süre önce N ew Y ork'ta verdiği kon
feransı okudum : K endi laboratuvar grubundaki insanların çıplak
vücuduyla N ew -York avangardm da ticarileşm iş çıplaklık arasın
daki fa rka vurgu yapıyordu. Bu fa rk ı gayet iyi anlıyorum , ama
bunun, her şeyi ticari şova dönüştürm e kapasitesine sahip modern
toplum da sürekli tehdit altında olduğu kanısındayım . Yalnızca
edebi yazı konusunda değil, her türlü ihlal edim i için de aynı şeyin
söylenebileceği kanısındayım .
M . F o u c a u l t: Bu noktada, bizim Batılı toplum lunuzun kültü
rel değerleri ve kipleri düzeyinde bunun ilginç bir dönem olduğu
söylenebilir. Son yüzyıl boyunca A v ru p a’da kadın çıplaklığının
hiçbir altüst edici değeri yoktu. K adınları resm ini yapm ak için
soyuyorlardı ve sahneye çıplak çıkartıyorlardı. Buna karşılık, erkek
çıplaklığı hakiki bir ihlal oluşturuyor. G en et’de olduğu gibi edebi
yat erkekleri gerçekten soyduğunda ve erkekler arasındaki aşkları
tarif ettiğinde, yıkıcı bir gücü vardı. Ama bugünkü durum bu değil.
T . S h i m i z u : Yalnızca edebiyat aracılığıyla kurulu düzeni y ık
manın mümkün olup olm adığı sorusundan yola çıkarak G enet'nin
eserine uzandık. B ir söyleşide, sizin biraz önce söylediğiniz “Artık
çok genç olm adığım şu a nda...” lafıyla çok ustaca örtüşen bir şey
söyledi. G enet’nin dediği aşağı yukarı şuydu: “Bu yaştan sonra
artık bir şey yapam am ... en azından, Fransızcayı çürütebilirim ki
günün birinde Fransız toplum u da çü rüsün...” B urada, G enet’nin
tavrı tam am en açıktır: Toplum u lanetlediğini açıkça belirtiyor. Bu
tavır karşısında ne düşünüyorsunuz?
M . F o u c a u l t: D ürüst olm ak gerekirse, G en et’nin “Fransızcayı
çürütm ek” derken ne kastettiğini anlam ıyorum . E ğer Fransız diline,
edebiyat diline henüz yerleşm e hakkı alam am ış sözcük yapılarını
sokm aksa, o zaman, geçm işteki bir örneği alırsak, C eline’le aynı
yolu takip ediyor. A m a, bunu yaparken sonuçta edebiyatın oyna
dığı m azeret rolünü güçlendirm iş olm uyor mu diye de kendim e
soruyorum . B ir yazar argo deyim leri ya da proletaryanın konuşm a
tarzım taklit ettiğinde, ödünç aldığında ya da öne çıkardığında bu
özünde neyi değiştirebilir? Bu, proletaryanın konum unu değiştire
bilir mi? Ya da gerçek sınıf m ücadelesiyle ilişki içinde, sonunda
ikiyüzlü bir m aske takar hale gelm edik m i ve edebiyatın retoriği
de bu örneği izlem edi mi? Şu anda, her şey burjuva dünyasına
yeniden dahil edilm işken, edebiyat şu söylem i sürdürüyor: “ Bana
bakın, ben proletaryaya özgü olanı dilim den dışlam adım . Ben bur
ju v a değilim . A slında, benim kapitalist sistem le bağım yok, çünkü
bir işçi gibi konuştuğum u görüyorsunuz.” Böyle diyen edebiyat,
ifadelerini ve teatral tavırlarını değiştirerek bir m askenin yerine bir
diğerini koyar. A m a tüm bunlar edebiyatın toplum içinde gerçekten
üstlendiği rolü hiç değiştirm ez. Eğer G en et’nin ifadesi bu anlam
daysa, ancak kahkahayla gülebilirim .
A m a “Fransızcayı çürütm ek” deyişi, bizim dilim izin sistem inin
-y a n i, toplum da sözcüklerin işleyiş tarzının, m etinlerin değerlen
diriliş ve kabul ediliş tarzının ve politik bir etkinlikle donatılış
tarzın ın - yeniden düşünülm esi ve oluşturulm ası gerektiği anlam ına
geliyorsa, o zam an, elbette, “dilin çürütülm esi” devrim ci bir değer
edinebilir. A m a sizin de bildiğiniz gibi, dilin ve andığım farklı
kipliklerin global durum u ancak toplum sal bir devrim le reform e
edilebilir. Başka deyişle, global yeniden örgütlenm e, kipliklerin ve
dil değerlerinin global yeniden dağılım ı bir iç çürüm eyle geçek-
leştirilem ez. Dilin dışındaki b ir reform la bu m üm kündür. Sözcük
değişim lerini, popüler bir sözdağarını ve sözdizim ini dilin içine
dahil etm ekten ibaret bir edebi proje hiçbir durum da bir karşı çkış
ya da devrim ci bir proje olarak kabul edilem ez.
T. Shimizu: G erçekten de, sizin de dediğiniz gibi, yazarın çaba
sı ne olursa olsun, çalışm ası toplum tarafından rahatlıkla sindirilip
asim ile edilebilir. D ışardan bakıldığında, yani sosyolojik açıdan
bakıldığında m odern edebiyat böyle bir durum da bulunm aktadır.
Am a içerden incelendiğinde, ihlal edici etkisi, özelikle cinsellik
alanında, önem li bir anlam kazanm ıyor m u? Şu anda, dünyanın
her yerinde, bir free sex hareketi var, diğer yandan da cinsellik
alanında edebi deneyim ler var. Bu iki fen o m en arasında tu h a f bir
ilişki var, ama eğer edebiyatta ihlalin bir anlam ı varsa, bu, free
sex üreterek, yani cinselliğin bayağılaşm asını ya da cinsellikten
arınm ayı üreterek insanlar tarafından özüm sendiği için değildir.
Bu, daha ziyade, cinselliğin, kutsalın yeni bir biçim ini üretmenin
aracısını oluşturm asından kaynaklanm ıyor mu?
M . F o u c a u lt : Evet, sonuçta, kutsal, bu olm alı. Ama, ilkel
toplum lar bir yana, onların ardından gelm iş A vrupa toplum unun
evrelerinde, kutsallık deneyim i toplum değerlerinin en m erkezi
olanına yaklaşm aktan ibaretti. B aşka deyişle, kutsal ve m utlak bir
gücün m erkezine, kutsallığın ve farklı değerlerinin oluşturduğu
m erdivenin zirvesine, kısacası T an rı’ya en yakın olm ak önem liydi.
K utsal deneyim i m erkezi bir deneyim di. A m a ardından Batı
T anrı’ya inanm aya son verdi. Bu durum da m erkeze, odağa, tüm
varlığı aydınlatan güneş gibi bir şeye yaklaşm ak artık söz konusu
değildir, ama, tersine, m utlak yasağı aşm ak önem lidir. Bu anlam da,
delilik dışlandığı ölçüde ve hatta sürekli dışlandığı ölçüde delilik
deneyim i belli bir noktaya kadar kutsallık deneyim iydi.
Sonuçta, tanrıların vazgeçtikleri bu istikam ette ilerlem ek, bizim
gerçek deneyim im iz oldu. Cinsellik özellikle XIX. yüzyıldan iti
baren bastırıldı, hem de hiçbir yüzyılda olm adığı kadar bastırıldı.
A rtık ancak burjuva toplum unun tanım ladığı kipliklere göre cinsel
likten söz etm ek ve onu uygulam ak gerekiyor. Bu nedenle, cinsel
lik kutsallık deneyim inin ayrıcalıklı bir yeri halini aldı. Cinsellikte
sınırları aşmak; bu, sonunda kutsallığı deneyim lem eye denk bir hal
aldı.
M . W a ta n a b e : İhlal olarak kutsallık deneyim inin bir sınırlar
deneyim i olduğu söylenebilirse, burada m etin düzeyinde gerçek
leştirilen sınırlar deneyim i ile varlık düzeyindekinin özdeşliğinden
bahsedebilir miyiz?
M . F o u c a u l t : Bence bu özdeşleşm e G enet örneğinde ger
çekleşti. A m a bu noktada, tersine, bir bireyin pratiğindeki gerçek
cinsellik ihlali ile edebiyattaki cinsel ihlal arasındaki farklılık
sorunu kendini gösteriyor. Biraz önce söylediğim gibi, bence ede
biyatta cinsel ihlal, edebiyatta cinsel ahlâk ihlali, yakın bir tarihe
kadar, edebiyat içinde m eydana geliyor olduğundan önem kazan
mıştı. Bireysel edim olarak hoşgörü gösterilen ihlal edici edim ler,
edebiyat içinde m eydana geldikleri andan itibaren artık hoşgörü
görm ezler. C insel ihlallerin cereyan ettiği sahnenin edebiyat olması
durum u daha da hoşgörülem ez kılıyordu. A m a tersine günüm üzde
cinsel ihlal sahnesi olarak edebiyat, ihlal edim inin kendisini bile
bıktırdı ve edebiyat sahnesinde, edebi uzam da cereyan ettikçe,
uzaktan, daha katlanılır bir hal aldı. Bu bakış açısıyla, bana göre,
Blanchot son yazardır ve kendisi de kuşkusuz kendini böyle tanım
lamaktadır.
T. Shimizu: B lanchot’nurı adını andınız. Yaklaşık bir yirm i
yıldır sizde büyük saygı uyandırdığını duyuyorum . “B lanchot son
ya za r” ifadenizi belirginleştirebilir misiniz?
M. Foucault: H er yazar, kalbinin derininde, son kitabı yazm a
yı ister. Blanchot bunun anlam ış biridir. A m a ben Blanchot son
yazar derken, bunu şu anlam da söylüyorum : O, hakkında kuşkusuz
kim senin aşık atam ayacağı bir ustalıkla konuştuğu on dokuzuncu
ve XX. yüzyıl edebiyatı için, ister toplum sal uzam olsun isterse de
gündelik dilin uzamı olsun, hiçbir gerçek uzam a indirgenem eyen
bu edebi uzam ın sınırlarını m ükem m el şekilde çizdi. Y azının dra
m ının bir oyun m u yoksa bir m ücadele mi olduğu bilinm em ektedir,
am a tüm bunların cereyan ettiği “yersiz y er”in sınırlarını m ükem
mel biçim de çizen B lanchot’dur. A yrıca, kitaplarından birinin adı
nın L ’Espace litteraire' [Y azınsal Uzam] ve diğerininkinin adının
da La P art d u fe u ** [Ateş Payı] olm ası bana edebiyatın en iyi tanımı
gibi geliyor. İşte, bunu kafam ıza iyice yerleştirm em iz gerek: Edebi
uzam , ateş payıdır. Başka deyişle, bir uygarlığın ateşe teslim ettiği
şey, im haya, boşluğa ve küle m ahkûm ettiği şey, artık birlikte var
lığını sürdürem eyeceği şey; işte edebi uzam denen budur. Dahası,
edebi eserlerin depolanm ak için birbiri ardına geldikleri oldukça
önem li bu yer olan kütüphane, dilin en değerli hâzinelerini kusur
suzca saklayan bir müze olduğu sanılan bu yer, aslında, ezeli bir
282
B öylece Blanchot, edebiyatın H eg el’idir, am a aynı zam an
da H eg el’in karşıtıdır. Çünkü, Hegel felsefenin tüm içeriğini ve
sonuçta tarihin tüm büyük deneyim lerinin içeriğini sergilerken,
bu tarihsel deneyim lerin bizim içim izde var olduklarını gösterm ek
için, dahası bizim bu deneyim ler içinde var olduğum uzu göster
m ek için, tek am acı onu şim diki zam an denen şeye içkin kılmaktı.
B ellek biçim inde kusursuz bir içselleştirm e sentezi söz konusuy
du. Sonuçta, H egel Platoncu kaldı, çünkü, ona göre, dünya tarihi
bilginin belleğinde m evcuttu. O ysa B lanchot’da durum tersidir.
B lanchot dünya edebiyatının tüm büyük eserlerine yöneliyor ve
onları bizim dilim izde dokuyor olsa da, bunu özellikle bu eser
lerin asla içkinleştirilem eyeceğini kanıtlam ak için, dışarda var
olduklarını, dışarda doğduklarını ve eğer bizim dışım ızda varlarsa,
bizim de onların dışında olduğum uzu kanıtlam ak için yapar. Ve
eğer biz bu eserlerle belli bir ilişki koruyorsak, bunun nedeni,
bizi onları unutm aya ve bizim dışım ızda tutm aya m ecbur eden
bir zorunluluktur; bu ilişkinin korunm ası, bir anlam da muammalı
bir dağılm a biçim indedir, yoksa bütünlüklü bir içkinlik biçim inde
değil. Blanchot için, edebi eserlerin m evcudiyeti böyle tam am lan
mış olur. B lanchot’nun kendisi de tüm bu eserlerin dışında duran
biridir. A sla onları kendi dünyasına katm aya ya da onları dışarıdan
yola çıkarak ikinci kez konuşturm aya kalkışm adı. Kendisi müm kün
olduğunca uzağa konum lanır ve bu eserler karşısındaki dışsallığını
“tarafsızlık” sözcüğüyle ifade eder. Kendi içinde, öznelliği içinde
önceden yazılm ış eserleri kendine katm aya çalışm az, am a kendini
öyle iyi unutan biridir ki, bu eserler unutuştan yola çıkarak yeniden
yüzeye çıkarlar. O, konuştuğu anda bile yalnızca unutm adan söz
eder. Eserler ile bu eserlerden unutm a biçim inde söz eden bu adam
arasındaki ilişki, tam olarak, H egel’de temsil ya da bellek biçim in
de m eydana gelen etkinin tersidir.
H atta daha ileriye gideceğim : Blanchot yalnızca sözünü ettiği
tüm kitapların dışında bulunm akla kalm az, o tüm edebiyatın da
dışındadır. Bu noktada da H egel’den farklıdır. Çünkü Hegel kendi
ni tüm filozofların bir konsantresi olarak, dahası felsefenin kendisi
olarak kabul ediyordu. H egel felsefenin dışına asla çıkm ıyordu. Bir
şeyin dışına çıkm ası gerektiğinde zam anın dışına çıkıyordu, yani
felsefeyi yok eden şeyin, felsefenin sürekliliğini kem iren şeyin,
onu kum gibi saçıp savuran şeyin dışına çıkıyordu. H egel kendini
zam anın dışına koyuyordu, am a bunu felsefenin içine girm ek için
yapıyordu. Buna karşılık, B lanchot sürekli olarak, edebiyattan her
söz ettiğinde edebiyatın dışına kayar. Sonuçta, o asla edebiyatın
içinde biri olm am ıştır, tam am en dışında durur.
G ünüm üzde, edebiyattan çıkm am ız gerektiğini, onun “iç”ini
iletişim de bulunduğum uz ya da birbirim izi tanıdığım ız daha ziya
de hoş bu yer olarak kabul etm em em iz gerektiğini, dahası ed eb i
yatı cılız tarihsel yazgısına, sonuçta edebiyatın ait olduğu m odern
burjuva toplum unun tarif ettiği y azgıya terk ederek kendim izi
edebiyatın dışına bırakm am ız gerektiğini keşfettiysek, bunun
yolunu bize gösteren B lan ch o t’dur. E debiyatın ne olduğu üzerine
en derin şeyleri bize o anlattı ve sürekli olarak edebiyattan ustaca
sıyırırken kuşkusuz ebediyatın dışında durm ak gerektiğini de o
gösterdi.
M. W atanabe: İşte bizi B la n ch o t’nun son m etinlerinin m erkezi
tem asına götüren şey: ‘A te ’ yazı ve buna bağlı olan sorunlar, çığlık
ve grajfiti.
M. Foucault: Çok doğru. Biraz önce, yazm aya son verm ek gere
kir mi sorusunu sorduğum da şunu dem ek istiyordum : Bu zam ana
kadar çok yüksek bir değerin taşıyıcısı olm uş olan yazıyı şimdi,
ister edebiyat olsun ister felsefe, tüm biçim leri altında geçici ola
rak askıya alm am ız m ı gerekiyor? Y azının altüst edici işlevinden
kuşku duyulm aya başlandığında bu yalnızca edebiyatla ilgili değil
di -ç ü n k ü , edebiyat örneğini verm em in nedeni yalnızca ayrıcalıklı
bir örnek olm asıy d ı- am a bu kuşku doğal olarak felsefeye uygula
nabilir. Yani felsefenin, XVIII. yüzyıldan bu yana üniversitelerde
profesörlük m esleği haline geldiğinden beri altüst edici gücünü
yitirdiğini kastediyorum . Ve bu, teorik analizi amaç edinen tüm
teorik yazıya uygulanabilir.
Edebiyat örneğini verm em in nedeni, bunun günüm üze dek
kurulu düzenin en az ele geçirebildiği ve en altüst edici kalan yazı
biçim i olm asıydı. A m a bu aynı edebiyat günüm üzde yıkıcı gücünü
yitirm işse, diğer yazı biçim lerinin bu gücü çok daha uzun süredir
kaybetm iş olm aları gayet norm aldir. Y azının yerine harflere dayan
m ayan başka iletişim biçim lerinin konulm ası gerektiğini söylüyor
değilim . B urada M cLuhan söz konusu değil ve B arth es’ın yazı
diye adlandırdığı şeyden de biraz farklı. D aha ziyade, kapitalist
toplum un ve burjuva toplum un tam am en karakteristik bir sistem i
söz konusu, yani tüm bir bilgi ve sem boller bütününü üreten, ona
değer atfeden, onu dağıtan ve aktaran bir sistem . İşte, kabaca, bizim
“yazı sistem i”m iz diye adlandırılabilecek olan şey budur. Şurası
da kesindir ki, tam am en başka bir toplum al yapıda, bu sem boller
bütününü üretm e ve değerleri belirlem e sistem i tam am en farklıdır.
İnsanlık, kâğıtların, afişlerin üzerine harfler çizm eye, duvar gaze
teleri çıkarm aya elbette devam edecektir.
Bitirirken, konu dışına çıkm a pahasına da olsa bir şey ekle
mek istiyorum . Jap o n y a’da durum nedir bilm iyorum , am a B atı’da
öğrenciler ve akadem isyenler, yani görevi bilgi dağıtm ak olan ve
bilgiyi alm ayı am aç edinenler, M ayıs 1968’den beri kendi faa
liyetlerinin burjuva toplum unun güncel evrim ine derinden bağlı
olduğunu anladılar. Bu keşfe rağm en, bu toplum un bağrında bilgi
alış verişinde bulunm anın ne anlam a gelebileceğini kavram adık
ları gibi, bu bilginin aslında burjuva toplum unun değerlerinin ve
bilgilerinin yenilenm esinden ve yeniden üretim inden başka bir şey
olm adığını da anlam adılar. Ö ğreten ve öğrenen herkes, hem yal
nızca A vrup a’da da değil dünyanın tüm ülkelerinde bir kriz yaşa
m aktadır ve burada, kullandıkları sözcüklerin ve bunlara verdikleri
anlam ın gözden geçirilm esi gerekir.
İhlal olarak yazının gücünü yitirm esinden söz ediyorsam , bunun
nedeni birçok A vrupalı yazarın yazıları dolayısıyla bu güçsüzleş
me durum undan m uaf olduklarını sanm alarıdır. İçlerinden bazıları
-s iz i tem in e d e rim - şunu düşünüyor ve söylüyor: “Ben yazdığım
da, benim yazdığım şey ancak altüst edici olabilir, çünkü bu dış
uzam da m eydana geliyor, toplum dan kaçınılm az olarak dışlanm ış
bu uzam da, B lanchot’nun yazının ‘tarafsız y eri’ diye adlandıra
cağı yerde.” Elbette, ben burada B lanchot’ya saldırıyor değilim .
Zaten, yazının tarafsız yerleri elbette vardır, en azından yakın bir
dönem e kadar vardı. A m a bugün bu yerlerin hâlâ tarafsız özellik
lerini koruduklarından em in değilim - b u yazı yerlerinin tarafsız
olm ası tarihsel-toplum sal konum larından değildi elbette, kabaca,
toplum la ilişkilerinde dışarda bulunuyorlardı-, ayrıca bu dışsallığı
hâlâ koruyorlar mı bilm iyorum . Ve bence şu anda, dünyanın tüm
üniversitelerinde akadem isyenlerin ve öğrencilerin hissettiği bu
öğretm e ve öğrenme im kânsızlığı, tüm yazanlar ve tüm okuyanlar
tarafından da paylaşılıyor olm alıdır. Bilgi öğretm ek ve öğrenm ek
elbette her zaman gerekli olacaktır. A m a bunun yöntem i ne olm a
lıdır? Bunu henüz yeterince bilm iyoruz. Sonuçta, şu an bizi saran
bu endişe -siz de gayet iyi biliyor olm alısınız; dersleri, konuları,
kavranm alarını güçleştiriy o r- bu güçlük kuşkusuz zorunlu ola
caktır ve bir gün m eyvelerini verecektir, ama yazıya aktarılm ası
ve aynı şekilde hissedilm esi gerekm iyor m u? Y azarlar, kapitalist
toplum larda eğitim ve bilgi sistem ine karşı sürdürülen bu devasa
politik karşı çıkıştan azade, em in bir yerde kalam azlar. Sonuçta,
öğretm enlerin ve öğrencilerin dengi olan Çinli yazarlar, yazarlık
statüleri nedeniyle korunm a altında değiller. Bizim toplum um uzda
da yazının m azeret işlevi görm esi ve bu bahaneyle, üniversitede
bir saldırının nesnesi olacak şeyin bastırılm ası ve gediklerin kapa
tılm ası gerekm em ektedir.
Y azm aya son verm ek gerekir m i sorusunu sorduğum dan beri
çok konuştum sanıyorum . K onuşm aya da son verm em in vakti
gelm edi mi?
* “Anti-retro” (P. Bonitzcr ve S. Toııbiana ile söyleşi), Cahiers du citıema, no. 251-252,
Temmıız-Ağustos, s. 6-15.
1. Louis M alle’ın film i, 1974.
2. L .C av an i, 1973.
bir ilişki türü yaratıyor kendine. D olayısıyla, de G aullecülüğün
D ireniş dönem ine çok bağlı kalm ası ölçüsünde, bunun yapılan
film le r düzeyinde nasıl ifade bulduğunu görm ek gerekiyor.
2) Çok uzun süre boyunca toplum sal fenom enlerin tek yorum
anahtarını sağlam ış olan ortodoks - y a da katı, ekonom ist, meka-
nist; terim ler önem li d e ğ il- M arksizm in gediklerine burjuva ideo
lojisi nasıl saldırır?
3) Son olarak, bu durum m ilitanlar karşısında -ç ü n k ü film lerin
tüketicisi ve kimi zam an üreticisi m ilita n la rd ır- nasıl kendini gö s
termektedir?
M arcel O phuls’ün Le Chagrin et la P i t i film in d en beri kesenin
ağzı açıldı. O zam ana kadar ya tam am en bastırılm ış ya da ya sak
lanmış olan bir şey sel gibi akın ediyor. Niçin?
M . F o u c a u l t : Sanıyorum bu durum savaş ve savaşın etra
fında olup bitenlerin tarihinin tam am en resm i tarihler dışında asla
gerçekten yazılm am ış olm asından kaynaklanıyor. Bu resm i tarih
ler esas olarak de G aullecülük etrafında odaklanm ıştı, ki bu bir
yandan, saygın bir m illiyetçiliğin terim leriyle bu tarihi yazm anın
tek yoluyken, diğer yandan da, Büyük İn san ’ı, sağcı insanı, XIX.
yüzyılın yaşlı m illiyetçiliklerinin insanını tarihi kişilik olarak işin
içine katm anın tek yoluydu.
Sonuç olarak, Fransa de G aulle aracılığıyla aklanırken, diğer
yandan da, savaş sırasında nasıl davrandığını bildiğim iz sağ da de
Gaulle aracılığıyla aklanm ış ve kutsanm ış oluyordu. Aynı anda da,
hem sağ hem de Fransa tarih yapm anın bu tarzıyla uzlaşm ış olu
yorlardı: m illiyetçiliğin XIX. yüzyıl tarihinin ve özellikle bu tarihin
öğretim inin içine doğduğu iklim olduğunu unutm am ak gerekir.
Bu hiç anlatılm am ış olan şeydi, 1936’dan ve hatta 1914 sava
şının sonundan K urtuluş’a kadar ülkenin bizzat derinlerinde olup
bitmiş olan şeydi.
- D em ek ki, L e Chagrin et la Y ı û i ’den beri işin içine karışan
şey, hakikatin tarihe bir tür geri dönüşüdür. Sorun hakikatin bu
olup olmadığını bilmektir.
M . F o u c a u l t : B unu, de G aullecülüğün sonunun, de G aulle’ün
kişiliği ve bu epizot aracılığıyla sağın aklanm asına da konulan son
nokta olm asıyla bağlantılandırm ak gerekir. De G au lle’ün arkasına
elinden geldiğince saklanan Petainci eski sağ, işbirlikçi, M aurrasçı
ve gerici eski sağ, şim di kendi tarihini yeniden yazm a hakkına
sahip olduğunu ileri sürm ektedir. T ardieu’den bu yana, tarihsel ve
politik olarak gözden düşm üş olan bu eski sağ, şimdi tarih sahne
sine geri gelm ektedir.
Bu sağ G iscard’ı açıkça destekledi. M aske taşım aya artık
ihtiyacı yok, dolayısıyla, kendi tarihini yazabilir. Ve, G iscard’ın
Fransızların yarısının (200 binden fazla) onayını alm asını sağlayan
unsurlar arasında, -y aratıcıların ın niyetleri ne olursa o lsu n - sözü
nü ettiğim iz türdeki film leri unutm am ak gerekir. Tüm bunların
gösterilebilir olm ası sağın belli bir biçim de gruplaşm asına imkân
tanıdı. Aynı şekilde, tersine, bu film leri m üm kün kılan şey, ulusal
sağ/işbirlikçi sağ kopuşunun silinm esidir. K esinlikle buna bağlıdır.
- D em ek ki bu tarih hem sinem ada hem de E kran D osyası ’ndak
gibi tartışm alarla televizyonda ( ‘‘İşgal D önem inde F ranstzlar”
tem ası iki ayda iki kez seçildi) yeniden yazılm aktadır. D iğer ya n
dan, tarihin bu yeniden yazılışı, az çok solcu olarak kabul edilen
sinem acılarca da görünüşte yapılm aktadır. Burada derinleştiril
m esi gereken bir sorun var.
M . F o u c a u l t : O layların bu kadar basit olduğunu sanm ıyo
rum. Biraz önce söylediklerim çok şem atiktir. Tekrarlayalım .
G erçek bir mücadele var. Peki bunun hedefi ne? K abaca popüler
bellek denen şey. İnsanların, yani yazm a hakkı olm ayanların, kendi
kitaplarını kendileri yazma, kendi tarihlerini kalem e alma hakkı
olm ayanların, işte bu insanların yine de tarihi kaydetm e, hatırlam a,
yaşam a ve kullanm a tarzları olduğu kesinlikle doğrudur. Bu popüler
tarih XIX. yüzyılda bile belli bir noktaya kadar daha canlıydı, daha
iyi dile getirilm iş haldeydi; o dönem de sözlü olarak ya da m etinler
le, şarkılarla, vs ifade edilen tüm bir m ücadele geleneği vardı.
Oysa, bu popüler bellek hareketini engellem ek am acıyla bir dizi
araç kullanıldı (“popüler edebiyat”, ucuz edebiyat, aynı zam anda
da okul eğitim i) ve bu girişim in başarısının nispeten daha büyük
olduğu söylenebilir. İşçi sınıfının kendine dair tarihsel bilgisi
daralm aya devam ediyor. Ö rneğin, XIX. yüzyıl sonu işçilerinin
kendi tarihleri hakkındaki bilgileri; 1914 savaşına kadarki sendikal
gelenek -gelen ek terim inin güçlü an lam ın d a- düşünüldüğünde bu
bilgi yine de olağanüstüydü. A zalm a devam etti. A zalıyor, ama
yine de kaybolm uyor.
Şimdi ucuz edebiyat artık yetm iyor. T elevizyon ve sinem a gibi
çok daha etkili araçlar var. Ve bunun, var olduğu halde kendisini
ifade edecek hiçbir araca sahip olm ayan popüler belleği yeniden
kodlandırm a'nın bir tarzı olduğunu sanıyorum . D olayısıyla insan
lara geçm işte oldukları şey değil, geçm işte oldukları şeyi hatırla
maları için gerekli olan şey gösteriliyor.
Bellek yine de büyük bir m ücadele unsuru olduğundan (ger
çekten de m ücadeleler tarih bilincine sahip bir tür dinam ik içinde
gelişir), insanların belleğine bağlı kalınırsa, onların dinam izm ine
de bağlı olunur. D olayısıyla onların önceki m ücadeleler üzerine
deneyim lerine, bilgilerine de bağlı olunur. D ireniş’in ne olduğunu
artık bilm em ek gerekir...
Bu durum da, bu film leri biraz böyle anlam ak gerekiyor. Tem a,
kabaca, yirminci yüzyılda halk m ücadelesi olm am asıdır. Bu öner
m e art arda iki biçim de ifade edildi. İlk kez savaştan hem en sonra,
“XX. yüzyıl, kahram anlar yüzyılı! Churchill var, de G aulle var,
paraşütle indirm e yapanlar var, filotillalar var!” dendi. Bu, “halk
savaşı olmadı, gerçek savaş budur” dem enin bir tarzıydı. Ama
henüz açık açık “halk savaşı olm adı” denm iyordu.
D iğer tarz, daha yakın dönem li olanı, kuşkucu ya da sinik diye
bilirsiniz, doğrudan doğruya şu önerm eye geçiştir: “O lup bitene
bakın hele. M ücadele nerede? İnsanların isyan ettiğini, tüfekleri ele
aldıklarını nerede gördünüz?”
- M uhtem elen Le Chagrin et la Pitie ’den hıı yana yaydan bir
tür dedikodu var. Şöyle ki: F ransız halkı topyekûn direnm edi, hatta
işbirliğini, Alm anları kabul etti, her şeyi sineye çekti. Sorun, bıınun
kesin olarak ne anlam a geldiğidir. Ve gerçekten de hedeflenenin,
halk mücadelesi, daha doğrusu bu m ücadelenin belleği olduğu
doğru gözüküyor.
M. Foucault: Çok doğru. Bu belleği ele geçirm ek, ona yön
vermek, onu yönetm ek, neyi anım sam ası gerektiğini söylem ek
gerekir. Ve bu film ler seyredildiğinde neyin anım sanm ası gerekti
ğini öğreniriz: “G eçm işte size anlatılm ış olan her şeye inanm ayın.
K ahram anlar yoktur. K ahram anlar yoksa, m ücadele de yoktur.”
Buradan bir tür ikircil anlam çıkm aktadır: B ir yandan, “kahra
m anlar yok” dem ek, Burt Lancestervari savaş kahram anlarının
tüm m itolojisini olum lu biçim de söküp dağıtm aktır. “ Savaş, bu
değil!” dem enin bir tarzı. Buradan tarihsel tem izliğin ilk izlenimi
doğar: Niçin hepim izin kendim izi De G au lle’le ya da N orm andiya-
N iem en filotillası m ensuplarıyla özdeşleştirm em em iz gerektiği
nihayet bize söylenecek. Am a, “kahram anlar olm adı” cüm lesinin
altında bir başka cüm le gizli ve esas mesaj da bu: “M ücadele olm a
dı.” O perasyon bundan ibaret.
- Bu fim lerin niçin iyi iş yaptığını açıklayan bir başka fenom en
var. Fiilen m ücadele etm iş olanların hıncı m ücadele etm emiş olan
lara karşı kullanılıyor. Ö rneğin D iren iş’te yer alm ış olanlar Le
Chagrin et la Piti6’de F ra n sa ’nın m erkezindeki bir şehrin insanla
rının pasifliğini gördüklerinde bu pasifliği tanıyorlar. Ve burada
hınç baskın çıkıyor; onların m ücadele ettiklerini unutuyorlar.
M . F o u c a u l t : Benim gözüm de politik olarak önem taşıyan
olay, şu ya da bu film den çok, dizi olayı, tüm bu film lerin oluş
turduğu ağ ve bunların, sözcük oyunu olm aksızın, işgal ettikleri
yer. Başka deyişle, önem li olan şey, “D ireniş m ücadeleleri üzerine
bugün olum lu bir film yapm ak m üm kün m ü?” sorusudur. Bunun
cevabının “hayır!” olduğu fark ediliyor. Böyle bir şeyle insanların
dalga geçeceği ya da bu film in seyredilm eyeceği izlenim i derhal
doğuyor.
Ben, Le Chagrin et la P itie'yi oldukça beğendim , bu filmi yap
mış olmanın kötü bir şey olduğunu sanm ıyorum . Belki yanılıyorum ,
önemli olan bu değil. Önem li olan, bu film ler dizisinin, savaş ve
Direniş etrafında F ran sa’da yaşanm ış olabilecek olum lu m ücadele
ler üzerine b ir film yapm anın im kânsızlığıyla - v e bu film lerin her
biri bu im kânsızlığı artırıy o r- tam anlam ıyla bağlantılı olm asıdır.
- Evet. M aile’ninki gibi bir film e saldırdığım ızda karşım ıza
hemen bu çıkarılıyor. Cevap her zam an şudur: “Siz olsanız ne
yapardınız?" Buna cevap verilem eyeceği de doğrudur. D iyelim ki,
bu konuda sol bir bakış açısına sahip olm akla başlam ak gerekir,
ama şu da doğrudur ki, bu bakış açısı bütünüyle kurulu olarak var
değildir.
Buna karşılık bu, “olum lu kahram an, yeni tür kahram an nasıl
yaratılır?’’ sorununa gelip dayanm aktadır.
M . F o u c a u lt : K ahram an değil, m ücadele sorunu. G eleneksel
kahram anlaştırm a süreçleri olm adan bir m ücadele film i yapılabilir
mi? Böylelikle eski bir soruna gelm iş oluyoruz: Tarih, sürdürdü
ğü söylem i korum ayı ve olup biteni kendine mal etm eyi -d e sta n
yöntem i dışında, yani kendini bir kahram an tarihi olarak anlatm a
d ışın d a- nasıl başardı? Fransız D evrim i’nin tarihi böyle yazılm ış
tır. Sinem a da aynı şekilde işledi. Bunun karşısına da her zaman
için ironik olarak tersi çıkartılabilir: “H ayır, bakın, kahram anlar
yok. H epim iz dom uzuz, vs.”
- R etro m odasına geri dönelim . Burjuvazi, kendi bakış açı
sıyla, kendi çıkarını -h e m z a y ıf noktasını hem de güçlü noktasını
o d a kladığı- tarihsel bir dönem e (kırklı yıllar) nispeten iyi yerleş
tirdi. Çünkü, bir yandan, en kolay o dönem de m askesi düşürüldü
(Nazizm ya da N a zizm ’le işbirliği alanını yaratan odur), ve diğer
yandan, tarihsel tavrını, en hayâsız biçim lerde, bugün o dönem den
yola çıkarak aklam aya çalışm aktadır. Sorun şudur: Biz, bizler,
yani 1968 ya da Lip m ücadeleleri kuşağı, bu aynı tarihsel dönem i
nasıl olum lu kılabiliriz? Olanaklı bir ideolojik hegem onyayı, şu ya
da bu biçim de düşünebilm ek için açılm ası gereken ged ik burada
m ıdır? Çünkü burjuvazinin bu konuda (kendi yakın tarihi konusun
da) hem saldırgan hem de savunm ada olduğu doğrudur. Stratejik
olarak savunm ada, taktik olarak saldırgan, çünkü güçlü noktasını,
kartları en iyi karıştırabileceği noktayı buldu. A m a bizler, yalnızca
tarih hakkındaki hakikati m i yeniden kurm alıyız (ki bu savunm a
olur)? ideolojik olarak yarık açacak noktayı bulm ak m üm kün değil
m idir? Bu nokta doğrudan doğruya D ireniş midir? N için 1789 ya
da 1968 olm asın?
M . F o u c a u l t : Bu film ler ve aynı konu hakkında başka bir
şey yapılabilir mi diye düşünüyorum . “K onu” derken şunu kas
tetm iyorum : M ücadeleleri gösterm ek ya da m ücadele olm adığını
gösterm ek. D em ek istediğim , Fransız kitlelerinde, savaş sırasında
savaşa yönelik bir tür reddin olduğu tarihsel olarak doğrudur. Peki
bu nereden kaynaklanm aktadır? K im senin sözünü etm ediği bir dizi
epizottan; ne sağ -ç ü n k ü gizlem ek istem ektedir-, ne de sol -çü n k ü
o da “ulusal onur”a aykırı olacak şeylerle uzlaşm ak istem em ekte
d ir - sözünü eder bunların.
1914 savaşı sırasında hiç yoksa yedi sekiz m ilyon genç savaştan
geçti. Dört yıl boyunca korkunç bir yaşam sürdürdüler, etraflarında
m ilyonlarca ve m ilyonlarca insanın öldüğünü gördüler. 1920 yılın
da karşılarında ne buldular? Sağcı bir iktidar, tam bir ekonom ik
sömürü ve nihayet, ekonom ik bir kriz ve 1932 yılında işsizlik.
Siperlere yığılm ış bu insanlar, 1920-1930 ve 1930-1940 arasındaki
yirmi yıl boyunca savaşı hâlâ nasıl sevebilirler? A lm anlar’da bu
vardı, çünkü yenilgi onlarda, intikam arzusunun bu tür tiksintiyi
aşabileceği şeklinde ulusal bir duyguyu canlandırdı. A m a sonuçta
bu burjuva savaşlar için, bu subaylarla birlikte ve bu savaşların
kazandıracakları için dövüşm ekten hoşlanm azlar. Bunun işçi sını
fında tem el bir durum olduğunu sanıyorum . V e 1940 yılında erkek
ler bisikletlerini hendekten atıp “ben evim e dönüyorum ” dedikle
rinde, “onlar dangalak!” diyem eyiz, am a bu durum u gizleyem eyiz
de. Bunu tüm bu dizinin içine yerleştirm ek gerekir. Ulusal buy
ruklara itaat etm em eyi köklerine yerleştirm ek gerekir. Ve D ireniş
sırasında olup biten şey, bize gösterilenin tersidir: Yani yeniden
politikleşm e süreci, yeniden seferberlik, savaşm a isteği işçi sınıfın
da yavaş yavaş yeniden başladı. N azizm in yükselişinden, İspanya
İç Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş yeniden başladı. O ysa, film lerin
gösterdiği şey ters süreçtir, yani: 1940’da param parça olan 1939’un
büyük düşünün ardından insanlar teslim olurlar. Böyle bir süreç
oldu, am a çok daha uzun ölçekteki bir başka sürecin içinde, ki ters
yönde giden bir süreçti ve savaşa duyulan tiksintiden yola çıkarak
Nazi işgalinin ortasında m ücadele etm ek gerektiğinin bilincine
varılm asına yol açtı. “K ahram anlar yoktur, yalnızca dangalaklar
vardır!” tem ası üzerine, bunun nereden geldiğini ve nerede kök
saldığını sorm am ız gerekiyor. Sonuçta, isyanlar üzerine film yapıl
dı mı hiç?
- Evet. K ubrick’in film i vardı, Paths o f G lory [1958], F ransa'da
yasaklandı.
M. Foucault: U lusal ve silahlı m ücadele buyruklarına katılm a
m anın olum lu bir politik anlamı olduğunu sanıyorum . Lacom be
Lucien ailesinin tarihsel tem ası yeniden ele alınıp Y p res’e ve
D ouaum ont’a kadar götürülebilir...
- Bu da popüler bellek sorununu ortaya atıyor, bu belleğe özgü
olan ve falan ca m erkezi iktidarın ele geçirilm esi ya da fa la n ca anlık
savaş karşısında fazla sıyla geri kalan bir zam ansallık sorunu...
M. Foucault: O kullardaki tarihin hedefi hep bu oldu: insanlara
öldürm ek için yaratıldıklarını ve bunun da büyük kahram anlık
olduğunu öğretm ek. N apoleon’un ve N apoleon savaşlarının ne hale
getirildiğine bakın...
- Bazı film ler, ki M a ile’inki ve C avani’ninki de bunlar arasın
dadır, Nazizm ve fa şizm olayları üzerine tarihse! bir söylem i ya da
bir m ücadele söylem ini bir yana bırakıp, onun yanında ya da onun
yerine bir başkasını, genellikle de cinsellik üzerine bir söylem i
koyuyorlar. N edir bu söylem ?
M. Foucault: A m a bu konuda Lacom be Lucien ile Portiere
di notte arasında köklü bir ayrım yapm ıyor m usunuz siz? Bence
Lacom be L ucien'de erotik, tutkulu yanın, saptanm ası oldukça
kolay bir işlevi vardır. Bu aslında anti-kahram anı uzlaştırm anın,
onun o denli “anti” olm adığını söylem enin bir yoludur.
G erçekten de, tüm iktidar ilişkileri anti-kahram ana göre bozuk
sa ve onları boşuna işletiyor da olsa, buna karşılık, onun tüm erotik
ilişkileri yanlış işlettiğine inanılan anda, evet tam o anda gerçek
bir ilişki keşfedilir ve kızı sever. Bir yanda, L acom be’u, patlak bir
lastikten yola çıkarak çılgınca bir şeye doğru giderek daha fazla
sürükleyen iktidar m akinesi vardır. Ve diğer yanda aşk m akinesi
vardır, iktidar m akinesinin üzerine eklenm iş gibi, bozulm uş gibi
gözükm ektedir, ama tersine, diğer yönde işler ve bir kızla tarlalarda
yaşayan çıplak güzel delikanlı olarak sonunda L u cien ’i doğru yola
getirir.
D em ek ki, iktidar ile aşk arasında oldukça kolay bir tür antitez
vardır. O ysa ki, Portiere di n o tte’de sorun -m e v c u t konjonktürde
olduğu gibi genel olarak d a - çok önem lidir; iktidar a şk ı'dır.
İktidarın erotik bir yükü vardır. Burada tarihsel bir sorun
ortaya atılır: İçler acısı sefillikteki çok yoksul püriten delikanlıla
rın, V iktorya tarzı kız kurularının ya da hilekârların tem sil ettiği
N azizm nasıl oldu da günüm üzde -h e m de her y e rd e - F ransa’da,
A lm anya’da, A m erika Birleşik D evletleri’nde, tüm dünyanın tüm
pornografik literatüründe erotizm in mutlak gönderm esi olabildi?
Değersiz erotik im gelem in tümü şimdi N azizm in dam gasını taşı
m aktadır. Bu, aslında, ciddi bir sorun getirir: İktidar nasıl sevilebi
lir? Kim se artık iktidarı sevmiyor. Bu tür duygusal, erotik bağlan
ma, iktidara duyulan bu arzu, kişinin üzerinde uygulanan iktidar
artık yok. M onarşi ve ritüelleri, iktidarla bu tür erotik ilişkiyi kış
kırtmak içindi. Stalinci, hatta Hitlerci büyük aygıtlar da bunun için
yapılmıştı. A m a hepsi çöktü. A rtık ne B rejnev’in, ne de Pom pidou
ya da N ixon’ın aşkla sevilem eyeceği açıktır. G erektiğinde de
Gaulle, K ennedy ya da Churchill sevilebilir. A m a şu anda olup
biten nedir? İktidarın yeniden erotikleştirilm esinin başlangıcına
tanık olm uyor muyuz? G ülünç, içler acısı bir aşırılıkla Am erika
Birleşik D evletleri’ndeki Nazi simgeli porno-shop’lar aracılığıyla
geliştirilm iş bu durum a, (çok daha katlanılır, am a bir o kadar gülünç
versiyon olan) G iscard d ’E staing’in tavırlarında tanık olm aktayız.
Şunu söylüyor: “ Sokaklarda insanların ellerini sıkarak takım elbi
selerim izle geçit töreni yapacağız ve yum urcaklar da yarım gün tatil
yapacak.” G iscard’ın, seçim kam panyasının bir bölüm ünü yalnızca
fiziksel heybeti üzerinden değil, kişiliğinin, zerafetinin belli ölçü
lerde erotikleştirilm esi üzerinden yürüttüğü de açıktır.
- Seçim afişlerinden birinde bu m izansen yapıldı, kızıyla yüz
yüzeydi.
M . F o u c a u l t : Doğru. O F ran sa’ya bakıyor, am a kızı ona bakı
yor. Bu, iktidarı yeniden baştan çıkarıcı yapm aktır.
- Bu, seçim kam panyaları sırasında bizi şaşırtan şey özellikle
M itterand ile G iscard arasında televizyondaki büyük tartışm a oldu;
kesinlikle aynı zem inde değillerdi. M itterand eski tipte, denebilir ki
eski bir sola m ensup bir politikacı olarak görünüyordu. Eskim iş
ve biraz modası geçm iş fikirleri satm aya çalışıyor ve bunu büyük
bir soylulukla yapıyordu. A m a G iscard ise, iktidar fik rin i tıpkı bir
reklam cının peynir satması gibi satıyordu.
M . F o u c a u lt: D aha yakın zam ana dek, iktidarda olunduğu için
özür dilem ek gerekiyordu. İktidarın silinm esi ve kendini iktidar
gibi gösterm em esi gerekiyordu. İktidarı, yaptığı şeyin içinde ve
bulunduğu yerde yakalanm am ası için yeterince kurnaz, görünm ez
kılm anın önem taşıdığı dem okratik cum huriyetlerin işleyişi belli
bir noktaya kadar böyleydi.
Şimdi (ve burada de G aule çok önem li bir rol oynadı) ikidar
artık saklanm ıyor, burada olm aktan gurur duyuyor ve dahası diyor
ki: “Beni sevin, çünkü ben iktidarım .”
- Uzun süredir işlediği haliyle M arksist söylem in fa şizm i
açıklam aktaki belli bir yetersizliğinden söz etm ek gerekir belki.
M arksizm in tarihsel olarak N azi olgusunu, özellikle N azizm in ide
olojisi denebilecek şeyi tam am en bir yana bırakarak, ekonom ist,
determ inist biçim de açıkladığını söyleyebiliriz. Bu durum da, solda
olup bitenlerden oldukça haberdar biri olan M aile gibi birinin bu
zayıflıktan nasıl yararlandığı, bu yarığa girip nasıl yo k olduğu
üzerinde düşüm eye değer.
M . F o u c a u l t : M arksizm , N azizm in ve faşizm in bir tanım ını
verdi: “Burjuvazinin en gerici fraksiyonunun açık terörist diktatör
lüğü.” Bu tanım da içerik ve bir dizi eklem lenm e eksiktir. Ö zellikle
bastırm a, denetim ve polis gibi devletin işlevlerinin bir bölüm ünü
kitlelerin içinde kendi adına üstlenebilen nispeten önem li bir kısım
olduğu için N azizm in ve faşizm in m üm kün olabildiği olgusu eksik
tir. Sanıyorum bu N azizm in önem li bir olgusudur. Y ani, kitlelerin
içine derinlem esine nüfuz etm esi ve iktidarın bir bölüm ünün kitle
lerin bir bölüm üne gerçekten de devredilm iş olm ası. “D iktatörlük”
sözcüğü burada hem genel olarak doğru hem de nispeten yanlıştır.
N azi rejim i koşullarında bir kişinin yalnızca SS olduğu ya da par
tiye kayıtlı olduğu andan itibaren sahip olduğu iktidarı düşünün!
Kom şusunu gerçekten öldürebilir, karısına, evine sahip olabilir!
Lacom be Lucien bu noktada ilginçtir, çünkü bu yanı gayet iyi
gösterir. G erçek şudur ki, diktatörlükten genel olarak anlaşılan tek
kişinin iktidarı olgusunun tersine, bunun gibi bir rejim de iktidarın
en iğrenç, am a bir anlam da en sarhoş edici bölüm ünün önemli bir
m iktarda insana verildiği söylenebilir. Ö ldürm e ve tecavüz etme
iktidarının verildiği kişi S S ’ti...
- O rtodoks M arksizmirı başarısız kaldığı yer burasıdır. Çünkü
bu durum karşısında arzu üzerine bir söylem tutm ası gerekir.
M . F o u c a u l t : Arzu üzerine ve iktidar üzerine...
- Lacom be Lucien ve P ortiere di notte gibi film lerin nispeten
“güçlü" oldukları nokta da burası. B ağdaşık gözüken, arzu ve
iktidar üzerine bir söylem tutturabilirler.
M. Foucault: Portiere di n o tte’de N azizm in, tek kişinin iktida
rının insanlar tarafından nasıl ele alındığını ve işlendiğini görm ek
ilginçtir. O luşan bu tür sahte m ahkem e, tam am en heyecan verici
dir. Çünkü, bir yandan, bir psikoterapi grubu görünüm ü alır, ama
aslında bu gizli bir topluluğun iktidarı yapısındadır. A slında, bu
yeniden oluşturulm uş bir SS hücresidir, kendine farklı ve merkezi
iktidar karşıtı hukuksal bir iktidar verir. İktidarın nüfusun içine
dağılm a, yatırılm a tarzını dikkate alm ak gerekir; N azizm in Alman
toplum u gibi bir toplum da gerçekleştirdiği bu korkunç yer deği
şikliğini dikkate alm ak gerekir. N azizm in, bir başka biçim de yön
lendirilm iş büyük sanayilerin iktidarı olduğunu söylem ek doğru
değildir. Nazizm , güçlendirilm iş büyük kurm ay heyetinin iktidarı
değildi. O ydu, am a yalnızca belli bir düzeyde.
- Gerçekten de bu, film in ilginç bir yanı. A m a bize çok eleş
tirilebilir gelen yan, sanki şöyle dem esidir: “Siz eğer klasik bir
S S ’şeniz bu şekilde davranırsınız. A m a öncelikle belli bir ‘harca
ma nosyonu’nuz varsa, bu korkunç bir erotik m aceraya dönüşür.”
D olayısıyla film ayartm ayı sürdürüyor.
M . F o u c a u l t: Evet, Lacom be L u c ie n ’\e burada buluşuyor.
Çünkü Nazizm kim senin eline ekm ek verm edi, verdiği iktidardan
başka bir şey değildi. Y ine de kendim ize şunu sorm alıyız: Eğer
bu rejim kanlı bir diktatörlükten başka b ir şey değildiyse, 3 M ayıs
1945’de, kanlarının son dam lasına kadar savaşacak A lm anlar nasıl
olup da hâlâ var olabilm işti? Bu insanları iktidara bağlam anın bir
yolu yok m uydu? Elbette, tüm baskıları, ihbarları da dikkate alm ak
gerek...
- Am a ihbarlar ve baskılar vardıysa, dem ek ki ihbar edecek
insan vardı. O halde, insanlar bu konum a nasıl girdi? Yaı arlanıcısı
oldukları iktidarın yeniden paylaşım ı onları nasıl aldatabildi?
M . F o u c a u l t : Lacom be L u cien ’de, tıpkı Portiere d i not te'de
olduğu gibi, onlara verilen bu aşırı iktidar aşka dönüşm üştür.
Portiere di notte’nin sonunda bu çok açıktır, M ax’ın etrafında,
onun odasında, bir tür küçük toplam a kam pı oluşm akta ve Max
da orada açlıktan ölm ektedir. O rada aşk, iktidarı, üst-iktidarı ikti
darın tam am en yokluğuna dönüştürm üştü. B ir anlam da, Lacom be
L ucien’de: olanın aynısı bir uzlaşm a vardır; burada aşk iktidar
aşırılığını yeniden dönüştürür ve G estapo’nun adı kötüye çıkm ış
köşkünden uzakta, dom uzların da boğazlandığı çiftlikten uzakta,
kırsal bir sonda iktidar tarafından tuzağa düşürülür.
- Bu durum da söyleşinin başında ortaya attığınız sorunu
açıklam aya bir girizgâh yapılm ış oldu: Püriten, baskıcı bir sistem
olan N azizm günüm üzde niçin her yerde erotize edildi? B ir tür yer
değiştirm e olmalı: M erkezi önem taşıyan ve karşı karşıya gelm ek
istenm eyen bir sorundan, iktidar sorunundan yan çizilm iş oldu,
daha doğrusu cinselliğe doğru tam am en yer değiştirdi. Ö yle ki bu
erotikleştirm e kısaca bir yer değiştirm e, bir bastırm adır...
M . F o u c a u l t : Bu sorun aslında çok çetrefildir ve belki de
yeterince incelenm em iştir, R eich tarafından bile. İktidarı arzu
lanabilir kılan ve gerçekten arzulatan nedir? Bu erotikleşm enin
kendini aktardığı, güçlendiği, vs. yöntem ler görülm ektedir. Ama
erotikleşm enin tutabilm esi için, iktidara bağlılığın, üzerinde iktidar
uygulanan kişilerin iktidarı kabulünün baştan erotik olm ası gerekir.
- iktidarın tem sili ender olarak erotik olduğundan bu daha da
güçtür. D e G aulle ya da H itler özel olarak baştan çıkartıcı değil
lerdi.
M . F o u c a u l t : Evet, M arksist analizlerde özgürlük nosyonu
nun soyut karakterinin az da olsa kurbanı m ı olundu diye düşün
m ekteyim . N azi rejim i gibi bir rejim de, özgürlüğün olm adığı kesin
dir. A m a özgürlüğe sahip olm am ak dem ek iktidara sahip olm am ak
dem ek değildir.
- Tarih söylem i azam i etkiyle sinem a ve televizyon düzeyinde
-televizyon iktidarın tam am en denetim inde o ld u ğ u n d a n - odaklan
maktadır. Bu da p o litik bir sorum luluk içerir. B ize öyle geliyor k i,
insanlar bunun giderek daha çok fa rk ın a varıyorlar. Son birkaç
yıldan beri sinem ada tarihten, politikadan, m ücadeleden giderek
daha çok söz ediliyor...
M . F o u c a u l t : G ünüm üzde tarih etrafında, tarih için bir m üca
dele cereyan etm ektedir ve bu çok ilginç bir m ücadeledir. Benim
“popüler bellek” diye adlandırdığım şeyi kodlandırm a, önlem e ve
de insanlara şim diki zam anı yorum lam aları için bir şifre anahtarı
sunm a, dayatm a istenci var. H alk m ücadeleleri, 1968’e kadar folk
lor konusuydu. B azılarına göre, kendi dolaysız güncellik sistem le
rinin parçası bile değildi. 1968’den sonra, tüm halk m ücadeleleri,
ister G üney A m erika’da ister A frika’da cereyan etsinler, yankı
bulm akta, çınlam aktadır. D olayısıyla, bu ayrım ı, bir tür coğrafi
sağlık hattını artık saptam ak m üm kün değil. H alk savaşları bizim
sistem im izde güncellik değil, olasılık haline geldiler. Demek ki
onları yeniden bir m esafe içine yerleştirm em iz gerekiyor. Nasıl?
D oğrudan yorum layarak değil, çünkü bu h er türden yalanlam aya
m aruz kalm ak olur; bunun yerine, bizde m eydana gelm iş olan eski
halk savaşlarının aslında var olm adıklarını gösterm ek için tarihsel
bir yorum unu sunarak! 1968’den önce, “Bize ulaşm az, çünkü başka
yerde cereyan ediyor” deniyordu; şimdi ise, “Bize ulaşm az, çünkü
asla olm adı! Şu Direniş denen şeye, bunca düş kuruldu üzerinde,
bakın biraz... Hiç. Boş, içi boş!” deniyor. Bu, şöyle dem enin bir
başka tarzı: “ Ş ili’ye bakıp da endişe etm eyin, aynı şey; Ş ili’li
köylülere vız gelir. F ran sa’da da: Birkaç ajitenin işi bu, derinlere
ulaşm az.”
- B ize göre buna karşı tepki gösterildiğinde önem taşıyan
şey, hakikati yeniden saptam akla yetinm ek değil, örneğin direniş
hakkında, “hayır, ben oradaydım , böyle olm adı!” dem ek değil.
Bu film lerin bizi sürükledikleri gibi bir alanda ideolojik m ücade
leyi etkin bir şekilde sürdürm ek için, daha geniş, daha yaygın bir
referans sistem i -o lu m lu refera n sla r- olması gerektiği kanısın
dayız. B irçok insan için, örneğin, bu “F ransa tarihi”ne yeniden
sahip çıkm ak demektir. Ben, Pierre R iviere... bu bakış açısıyla çok
dikkatle okundu, çünkü anladılar ki sonuçta, paradoksal olarak,
Lacom be L ucien’i anlam ak için bu bizim işim ize yarayacaktı,
karşılaştırm a verim siz değildi. Ö rneğin önem li bir fa rk lılık var ki
bu da Pierre R iviere’in yazan biri olm asıdır, bir cinayet işleyen ve
kusursuz belleği olan biri olm asıdır. M aile ise kahram anını geri
zekâlı biri olarak işlem ektedir, tarih, savaş, işbirliği, her şeyin
içinden geçen, ama hiçbir şeyi biriktirm eyen biri olarak. Burada,
sahip olmadığı bir dile sahip çıkan ve bu söze hakkı olduğu için
öldürm ek zorunda olan Pierre R iviere ile M aile ile M odiano’nun
yarattığı ve başına gelen hiçbir şeyi biriktirm eyerek, hatırlam aya
değen hiçbir şey olm adığını kanıtlayan kişi arasında bir ayrım
yapm aya bellek tem ası, p opüler bellek tem ası yardım cı olabilir.
El Coraje del pueb lo ’v t/ görm em iş olm an yazık. B ir B olivya film i,
adli bir dosyaya kanıt oluşturm ak hedefiyle özel olarak yapılm ış.
Tüm dünyada gösterilen bu film (ama B olivya ’da, rejim yüzünden
gösterilm edi), yeniden kurduğu gerçek dram ın (bir m adenci grevi
ve kanla bastırılm ası) aktörlerince oynandı, kim se unutm asın diye
kendi temsillerini kendi ellerine aldılar.
H er film in , asgari b ir düzeyde, p o ta n siy e l arşiv olarak işledi
ğini ve bir m ücadele p ersp ektifi içinde, bu fik r e sahip çıkılabile
ceğini ve insanlar film le rin i bir kanıt gibi örgütlediklerinde daha
ileri bir evreye g eçilebileceğini g örm ek ilginçtir. Ve bu, kökten
fa rk lı iki biçim de düşünülebilir: Ya film iktidar m izansenidir ya
302
M. Foucault: Senin aşırı sol dediğin şey karşısında ben büyük
bir rahatsızlık duyuyorum . H âlâ var mı bilm iyorum . Yine de aşırı
solun 1968’den beri yaptıklarının üzerinde iyice durulm ası gere
ken önem li bir bilançosu var: B ir yanıyla olum suz, diğer yanıyla
olum lu bilanço. Bu aşırı solun bir yığın önem li fikrin yayılm asında
etken olduğu doğrudur: Cinsellik, kadınlar, hom oseksüellik, psiki
yatri, konut, tıp. Aynı zam anda eylem biçim lerinin de yayılm asında
etken oldu; bu durum hâlâ önem li olm aya devam etm ektedir. Aşırı
sol, eylem biçim lerinde olduğu kadar tem alarda da önem liydi.
Am a bazı Stalinci, terörist, örgütsel pratikler düzeyinde olum suz
bir bilanço da vardır. G eniş ve derin bazı süreçlerin de görm ezden
gelinm esi; örneğin M itterrand’ın arkasında 13 m ilyon oy olm ası
na yol açıyor; bunlar, partilerin işi olduğu bahanesiyle, politikacı
politikası olduğu bahanesiyle her zam an ihmal edilm iştir. Bir yığın
yan ihmal edildi; özellikle sağı yenm enin son birkaç yıldan, birkaç
aydan beri kitleler içinde çok önemli politik bir faktör olduğu unu
tuldu. Aşırı sol, yanlış b ir kitle tanım ı yüzünden, yenm e arzusunun
yanlış değerlendirilm esi yüzünden bu arzuyu hissetm edi. Gasp
edilm iş bir zaferin taşıdığı risk dolayısıyla, yenm e riskine girm eyi
tercih etm iyor. Bozguna, en azından, kim se sahip çıkm ak istemez.
A m a kişisel olarak ben bundan bu kadar em in değilim .
(Sunuş)
* “La peinture photogenique”, Le desir est partout, Fromanger, Paris, Galerie Jeanne
Bucher, Şubat 1975, s. 1-11.
Bir yüzyılı aşan bir geçm işe dönm ek gerekir. 1860-1880 yılla
rına doğru, görüntüler yeni yeni çılgınlığa başlarlar; görüntülerin
m akine ile şövale arasında, tuval, m adeni levha ve kâğıt -ü zerine
baskı yapılm ış ya da basılı k â ğ ıt- arasında hızla dolaştığı dönem di;
edinilen tüm yeni güçlerle birlikte, yer değiştirm e, bağlam değiş
tirme, dönüşüm , benzerlik ve sahte benzerlik, yeniden üretim ,
kopyalam a, hile özgürlüğü dönem iydi. G örüntülerin, henüz çok
yeni olm akla birlikte ustalıklı, eğlenceli ve utanm adan çalındığı
dönem di. Fotoğrafçılar sahte tablolar yapıyordu; ressam lar fotoğ
rafları eskiz gibi kullanıyordu. Büyük bir oyun alanı açılıyordu ve
bu alanda teknisyenler ve amatörler, sanatçılar ve gözboyam actlar,
kim lik kaygısı duym adan, çılgınca eğlenm ekten zevk alıyorlardı.
Belki de duyarlı m etal levhalardan ve tablolardan çok görüntülerin
kendisi, görüntü göçü ve sapması, görüntünün çarpıtılm ası, kılık
değiştirm iş farklılığı seviliyordu. G örüntülerin -desen ler, gravürler,
fotoğraflar ya da resim ler- şeyleri bu kadar iyi anım satm alarına
kuşkusuz hayran kalınıyordu; am a özellikle kaçam ak uyum suzluk
larla birbirlerini aldatm aları büyüleyiciydi. G erçekçiliğin doğuşu bu
birçok ve benzer görüntülerin büyük ham lesinden ayrılamaz. XIX.
yüzyıl sanatının aniden gerektirdiği, gerçekle keskin ve sade bir tür
ilişki, belki de “illüstrasyon” deliliğince olanaklı kılınm ış, karşı
lanm ış ve hafifletilm iştir. H issedilm ez biçim de farklı ve hep aynı
rondosu başlarının üzerinde dönen bu görüntü kaym aları açısından,
şeylere sadakat de hem bir m eydan okum a hem de bir vesileydi.
Fotoğrafın doğuşuyla zam andaş bu deliliği, bu küstah özgürlü
ğü tekrar nasıl bulabiliriz? O dönem de görüntüler sahte kim likler
altında dünyayı dolaşıyordu. B ir tablonun içinde, bir fotoğrafın
içinde, bir gravürün içinde, bir yaratıcının im zası altında tutsak
kalm aktan, kendileriyle özdeş kalm aktan daha tiksinti verici bir
şey olam azdı onlar için. H içbir destek, hiçbir dil, hiçbir kalıcı
sözdizim i onları tutam ıyordu; yeni yer değiştirm e teknikleri saye
sinde doğum yerlerinden ya da son m ola verdikleri yerden kaçm ayı
daim a biliyorlardı. Bu göçlerden ve geri dönüşlerden kim se kuşku
lanm ıyordu; belki birkaç kıskanç ressam , birkaç sert eleştirm en (ve
elbette B audelaire) hariç.
XIX. yüzyılın bu oyunlarına birkaç örnek: Hayali o y u n la r-y a n i
görüntü imal etm eyi, dönüştürm eyi ve dolaşım a sokm ayı bilenler:
Kimi zam an sofistike, am a genellikle popüler oyunlar.
Bir portre ya da m anzara fotoğrafını suluboya ya da pastel kimi
öğelerle belirgin kılm ak elbette.
1841’den itibaren C laudet’nin ve bir süre sonra da M ayall’ın
Crystal Palace’ta sergilediği dagerotiplerde yaptığı gibi, “şiir
ve duygu”yu açıklam ak için ya da M uhterem Peder B ed e’i
A nglosakson bir çocuğu kutsarken gösterm ek için fotoğrafı çekilen
kişilerin arkasına dekorlar, harabeler, orm anlar, sarm aşıklar ya da
dereler resm etm ek.
Fotoğrafı çekilm iş o sahnenin gerçek ya da olası bir tablonun
fotoğrafından başka bir şey olm adığına inandırm ak için, gerçek
bir tabloya oldukça benzer ya da bir ressam ın üslubuna oldukça
yakın bir sahneyi stüdyoda yeniden oluşturm ak. R ap hello’nun
M a d o n n a 'sı için R e ijla n d e r’in yapm ış olduğu budur. Julia
M argarets C am eron’un, Perugin için; Richard P olack’ın, Pieter
de Hoogh için; Paul R ichier’nin, Böcklin için; Fred B oissonas’ın,
Rem brandt için ve L ejaren’in dünyanın tüm Çarm ıhtan in e n le r'i
için H iller’e yaptığı budur.
Bir kitaptan, bir şiirden, bir efsaneden yola çıkarak bir tablo
oluşturm ak ve onu bir kitabı resim lem ekte kullanılan bir gravüre
benzetm ek için fotoğrafını çekm ek: Ö rneğin, W illiam Lake Price,
Don K işot’un ve R obinson C ru so e’nin fotoğrafını çekiyordu; J.-M.
Cam eron, T ennyson’u resim lendirerek ve Kral A rthur’un bir klişe
sini alarak G ustave D o re’ye karşılık veriyordu.
Farklı figürlerin fotoğraflarını ayrı negatiflere çekm ek ve tek bir
kom pozisyon yaratm ak için bunları R eijlander’in yapm ış olduğu
gibi altı hafta boyunca ve otuz negatifte pozlandırm ak. O dönem
de bu, dünyanın en büyük fotoğrafı olm uştu: Les D eux Chem ins
de la vie [Yaşamın İki yolu], hem R afaello’ya hem de C outure’e
-E c o le d ’A th en es'z [A tina Okulu] ve R om ains de la d eca d en ce'a
[Dekadans Dönem i Rom alıları] karşılık olacaktı.
Bir sahnenin eskizini kurşun kalem le çizm ek, gerçeğin için
de farklı öğeleri yeniden oluşturm ak, bunların fotoğrafını birbiri
ardına çekm ek, klişeleri m akasla kesm ek, onları resm in üzerinde
yerlerine yapıştırm ak ve ortaya çıkan bütünün fotoğrafını yeniden
çekm ek. Bu, R obinson’un -L a d y o f S hal ot t' ta (1861) olduğu gibi,
Dawn and S u n set'te de (1 8 8 5 )- otuz yılı aşkın süredir uyguladığı
teknikti.
F ra n sa ’da D em archy, İn g ilte re ’de E m erson, A lm an y a’da
H einrich K ühn gibi em presyonist fotoğraf-tablolar elde etm ek için
negatif üzerinde çalışm ak -v e bu özellikle çifte krom lu zam kın
kullanım ıyla birlikte R ouille-L edeveze’den itibaren.
Ve tüm bu yüksek dönem harikalarına, kuru plakalardan ve
ucuz aletlerden başlayarak, am atörlerin gösterdiği sayısız becerileri
de eklem ek gerekir: fotom ontajlar; bir fotoğrafın kontur ve gölge
leri üzerinden çini m ürekkebiyle geçilen, sonra da biklorür cıva
banyosunda bunların yok edildiği desenler; eskiz olarak kullanılan
fotoğrafın daha sonra kalın boya tabakasıyla resm edilm esi ya da
iyice sulandırılm ış renklerin şeffaflığı altında gölgelerin ve ışıkla
rın oynaşm asına izin vererek biçim kabartısını em m eden boyayan
saydam bir boyayla kaplanm ası; (kadm iyum klorür, aselbent ve
gözyaşı sakızıyla hazırlanm ış b ir bileşim le duyarlı kılınm ış) ipek
bir doku üzerine ya da güm üş nitratında -d e g ra d e bir aile fotoğ
rafı elde etm ek isteyen m anuel alet kullanıcılarına şiddetle tavsiye
edilen y ö n te m - işlenm iş yum urta kabuğu üzerinde pozlandırılan
fotoğraf; abajur üzerine, lam banın camı üzerine, porselen üzerine
klişe; Fox Talbot ya da Bayard tarzı fotojenik desenler; foto-resim ,
foto-m inyatür, foto-gravür, fotoğrafik seramik.
B unlar önem siz şeyler, am atör zevksizliği, salon ya da aile
oyunu m udur? H em evet, hem hayır. 1860-1900 yıllarına doğru,
resm in ve fotoğrafın sınırlarında, herkese açık, ortak bir resim
pratiği oluştu; XX. yüzyılda ise sanatın püriten k o d lan bunu inkâr
etti.
A m a Sanat’la alay eden bu önemsiz yöntem lerle herkes eğle
niyordu. Her yerde ve her araçla görüntü arzusu, görüntü zevki.
Tüm bu kaçakçıların kesinlikle en büyüğü olan Robinson, o neşeli
günlerde şunları yazmıştı: “Günümüzde, kendini fotoğrafa adayan
herkesin, ne olursa olsun, gerekli ya da gereksiz, tatmin olmamış tek
bir arzusu bile kalm am ıştır.”1 Şenlik oyunları önem ini yitirmiştir.
Am atörlerin gayet iyi kullanabildikleri ve onlara sayısız hileli geçiş
imkânı sağlayan fotoğrafın tüm teknik ortam ına teknisyenler, labora-
tuvarlar ve tacirler sahip çıkmıştır; kimileri fotoğrafı “çekiyor”, kim i
leri fotoğrafı “teslim ediyor”; görüntüyü “serbest bırakacak” kimse
yok. Profesyonel fotoğrafçılar, kopyalam a suçunu iç kuralları saye
sinde engellemesi gereken bir “sanat”ın ciddiyetine sarılmışlardı.
D iğer yandan resim , görüntüyü tahrip etm eye kalkışm ış, hatta
ondan kurtulduğunu bile söylem işti. Bu hırçın söylevlerden, gös
tergenin kesintiye uğram asını benzerliklerin rondosuna, dizim
[,syntagm e] düzenini sim ülakrların yarışına, sem bolik olanın gri
rejimini hayali olanın çılgınca kaçışına tercih etm ek gerektiğini
öğrendik. G örüntünün, gösterinin, benzerliğin ve aldatıcı görü
nüşün iyi bir şey olm adığına, ne teorik ne de estetik olarak iyi
olduğuna bizi ikna etm eye çalıştılar. Ve tüm bu boş lakırdıları hiç
küçüm sem em enin de yakışıksız kaçacağını anlattılar bize.
G örüntüler imal etm enin teknik olanağından yoksun kalarak,
görüntüsüz bir sanatın estetiğine tabi olarak, görüntüleri diskalifiye
etm enin teorik zorunluluğuna alışarak, görüntüleri yalnızca bir dil
olarak okum akla görevli kılınarak, elim iz ayağım ız bağlı bir halde,
üzerlerinde hiçbir gücüm üzün olm adığı -p o litik , tic a ri- başka
görüntülerin gücüne ancak bu şekilde teslim olabilirdik.
G eçm işteki oyuna nasıl tekrar kavuşabiliriz? Y alnızca bize
dayatılan görüntüleri deşifre etm eyi ya da başka yöne çevirm eyi
değil, her türden görüntü imal etm eyi nasıl yeniden öğrenebiliriz?
Y alnızca başka film ler ya da daha iyi fotoğraflar yapm ayı değil,
yalnızca resim deki figüratifi bulm ayı değil, am a görüntüleri dolaşı
ma sokm ayı, onları transit geçirm eyi, çarpıtm ayı, deform e etm eyi,
kızartm ayı, dondurm ayı, çoğaltm ayı nasıl yeniden öğrenebiliriz?
Y azı sıkıntısını ortadan kaldırm ak, gösterenin ayrıcalıklarını orta
dan kaldırm ak, görüntü-olm ayanın biçim ciliğinden kurtulm ak,
içerikleri çözm ek ve görüntü iktidarlarının içinde, bu iktidarlarla
birlikte, bu iktidarlara karşı tam bir ustalık ve hazla oynamak.
31 6
yatırılm ış gibidir. E vren diyem em , am a aşk. Ve bu aşk, her şey olan
bu hiçtir. Sence de böyle işlem iyor mu?
M. Foucault: Evet. Sanırım tam am en haklısın. V e burada yap
tığın analiz çok güzel. Duras için çok önem li olduğunu sandığım
B lanchot’dan beri ve B eckett dolayısıyla böyle bir eseri neyin
taşıdığı gayet iyi görülüyor. Y oksulluk sanatıdır bu; daha doğrusu
anisiz bellek denebilecek şey. D u ras’ta olduğu gibi B lanchot’da da
söylem tam am en belleğin boyutu içindedir, her türlü anıdan tam a
men arınm ış bir bellek, bir tür sisten başka bir şey değildir artık,
sürekli olarak belleğe gönderm e yapar, bellek üzerine bir bellek ve
her bellek her anıyı siler, bunu da sonsuza dek yapar.
O halde böyle bir eser aniden sinem aya nasıl dahil olabildi,
edebi eser kadar önem li olduğunu sandığım sinem atografik bir
eseri nasıl yaratabildi? İm geler ve şahıslarla bu yoksulluk sanatına,
bu anisiz belleğe, aslında yalnızca bir tavrın, bir bakışın içinde bil
lurlaşan bu dışarı parçasına sonuçta nasıl varabildi?
H. Cixous: D u ra s’nın ortaya çıkardığı diğer kuvvetin, bakış
la ilişkisi olduğunu sanıyorum . Benim okum am ı başlangıçta bu
engelledi. Başlangıçta M arguerite D uras’yı kolay okuyamadım.
D irenerek okudum , çünkü beni düşürdüğü konum hoşuma gitm i
yordu. Çünkü onun insanları çektiği, “içine koyduğu” konumu,
belli bir hoşnutsuzluk olm adan kabullenem iyorum . B unu aşm am
gerekti. Bunun bakışla ilişki olduğunu sanıyorum . Sen, anisiz bel
lek, diyordun. B u işte. Onun yaptığı çalışm a, bir kayıp çalışm ası;
sanki kayıp süreğenm iş gibi; çok paradoksal bu. Sanki kayıp asla
yeterince kayıp değilm iş gibi, hep kaybetm ek zorundasın. H ep bu
yönde ilerliyor.
B u durum da, onun anisiz belleği, evet doğru, sanki bellek hatırı
na getirem iyorm uş gibi, sanki geçm iş öyle bir geçm işm iş ki, anının
olması için, geçm işe gitm ek gerekirm iş gibi. G eçm iş olm ak. G eçm iş
geri gelmez. G eçm iş canavarca bir şey, düşünülm esi im kânsız, ama
yine de bu sanıyorum . Ya im gede, nedir verdiği? Son derece yoğun
bir bakış verir, çünkü bakm ayı!esirgem eyi [re-garder] başaramaz.
Bu, esirgeyem eyen bir bakıştır. H er yerde bu “bakılan” kişilerden
var, bu da beni rahatsız eden şeylerden biriydi; tabii onun talep
ettiği şeyi, yani en aşırı edilgenliği kabul etm eyi başarm adan önce.
Bu şahıslar birbirlerinin üzerine gelirler, ötekinin üzerine gelen
bakışla birlikte, bu bakış hiçbir şey talep etm eyen bir taleptir.
D uras’ın çok güzel fo rm ü lleri vardır, her zam an edilgendir bunlar:
B irine bakılır. ‘‘O ka d ın "a bakılır, o kendisine bakıldığını bilm e
mektedir. B ir yandan bakış, bakışı alm ayan bir özneye yönelir,
inıgesiz olarak öyle kendidir ki bir bakışı yansıtacak hiçbir şeyi
yoktur. D iğer yandan, bakan da öyle yoksul ve öyle bölünm üştür
ki, bakışla yapılabildiği gibi yakalayabilm ek ister, esir alm ak ister.
H ep aynı, akan bu kum...
M. Foucault: Film lerde ve kitaplarda aynı biçim de aktığım mı
söylüyorsun? K itaplarda, bir tür m evcudiyet ortaya çıkm aya başlar
başlam az, sürekli bir ilga görülür; m evcudiyet kendi tavırlarının,
kendi bakışlarının arkasına saklanır ve yok olur; bir başka parıltıya
gönderm ede bulunan bir tür parıltıdan başkası kalm az ve anıyı
anıştıran en ufak şey bile yok olur. Film lerde ise, tersine, bence
bunlar beliriştir. H içbir m evcudiyet olm adan beliriş, am a bu bir
tavrın belirişidir, bir gözün belirişidir, sisten çıkan bir şahıs; aklım a
Francis Bacon geliyor. Bence D u ras’nın rom anlarının B lanchot’yla
yakınlığı gibi, film leri de biraz B aco n ’la yakınlık içindedir: Bir
yanda ilga, diğer yanda belirme.
H. Cixous: A slında ikisi birlikte. F ilm lere gelince, yalnızca
ikisini gördüm. D etruire dit-elle' ile India S o n g ’u** gördüm , çok
fa rklıla r birbirlerinden.
M. Foucault: India S ong'u anlatsana bana. G örm edim ben.
H. Cixous: O film e hayran kaldım , yine de benim içimden
geçip gittiğini hissediyorum . India S o n g ’dan ne kaldı bana? India
Song, tamamen tu h a f boyutta bir film . M arguerıte D uras için bile
tuhaf, çünkü kesinlikle yoğun tadı olan bir film . M arguerite D uras
tüm insanlar için m asalsı bir iş yapm ayı başardı, yani onun temel
* 1969.
** 1975.
fantasm ası olarak kabul ettiğim şeyi sahneye koydu. E sirgem eyi
başaram adan hep baktığı şeyi kendine gösterdi. K onuşulm ayan
bir şey var ve bu benim için çok önem li: M arguerite D u ra s’nın
yazdığı her şey, —ki bu gerçekten yoksunlaştırıcı ve tam anlam ıyla
k a y ıp - aynı zam anda fa n ta stik biçim de erotiktir, çünkü M arguerite
D uras büyülenm iş biri. “O ” dem ekten kendim i alam ıyorum , çünkii
iten o. Büyülenm e, yoksullukla birlikte olur. O büyülenm iş, sanki
bir şey onu yakalam ış, birinin içinde gibi, kesinlikle m uam m alı ve
dünyanın geri kalanını un ufak edip bırakan birinin içinde. G eriye
bir şey kalmıyor.
D insel bir büyülenm e olabilir bu; zaten onda dinsel bir boyut
vardır; ne var ki onu büyüleyen şey yavaş yavaş keşfedilir, kendisi
nin de bunu keşfettiğini ya da keşfettirdiğini sanıyorum ; bu, kadın
tenini ilgilendiren -ka d u ıın tanım lanam az bir yanında altüst edici ve
güzel olabilecek şey yoluyla cereyan ediyor gerçekten d e - erotizm
ile ölümün bir karışımı. Ve bu ikisi iç içe geçiyor. Dolayısıyla, yeni
den kayboluyor. Sanki ölüm, aşkın kokunç yum uşaklığıyla, yaşamı
ve güzelliği içeriyormuş gibi. Sanki ölüm yaşam ı seviyormuş gibi.
India Song, sanki D uras kendini görüyorm uş gibidir, kendini
verm ek gibidir, sanki D uras, kendini daim a büyülem iş otan “o ”nu
kendinde görüyorm uş gibidir. Ve bu bir tür sim siyah güneştir:
O rtada, iinlü kadın var, bütün kitaplardaki bütün arzuları kendine
çeken. M etinden m etine, derinlere dalıyor, bir uçurum var. Kendini
tanım ayan, am a karanlıkta bir şey bilen, karanlığı hilen, ölümü
bilen bir kadın vücudu. Kadın orada, tecessiim etm iş; ve yine bu
tersten güneş var, çünkü güneşin tüm ışınları eril ve bu ışınlar gelip
o uçurum un üzerine yapışıyor - b u uçurum o kadııı-, ona doğru
ışıldıyor. Elbette ki film kitaplardaki etkinin yerini değiştiriyor,
çünkü film d e yü zler var. Onları görm em ezlik edem ezsin. Oysa ki
kitaplarda yüzler daim a görünür olm ayan olarak, dağılm ış olarak
belirtilmiştir.
M. Foucault: Evet, doğru. O ysa ki film lerin görünürlüğü, bir
m evcudiyetin görünürlüğü değildir. Bu film de L onsdale mi oynu
yor bilm iyorum . Hayal ediyorum , çünkü o tam M arguerite D uras’ya
göre bir aktör. İçinde bir tür sis yoğunluğu var. Nasıl bir biçim i
olduğu bilinm iyor. Nasıl bir yüzü olduğu bilinm iyor. L o nsdale’in
bir burnu var mı, L onsdale’ın bir çenesi var mı? G ülüm sem esi var
m ı? Tüm bunları kesinlikle bilm iyorum . Biçim siz bir sis gibi yoğun
ve kütlesel; ayrıca, onun sesi olan ve nereden geldiği bilinm eyen
bu tür vızıltılar da oradan kaynaklanıyor; dahası hiçbir yere bağlı
olm ayan, beyazperdeyi katedip size kadar ulaşan tavırların kaynağı
da orası. Bir tür üçüncü boyut; onu destekleyecek olan yalnızca
bu üçüncü boyuttur, diğer ikisi olm az, öyle ki bu boyut her zaman
öndedir, her zaman beyazperdeyle sizin aranızdadır, asla beyaz
perdenin üzerinde ya da içinde değildir. Lonsdale böyledir. Bence
Lonsdale D uras’nın m etniyle, daha doğrusu bu m etin/görüntü karı
şım ıyla m utlak anlam da bütünleşir.
H. Cixous: G erçekten de ta kendisi. O, belirsizliğin ta kendisi
dir; en azından, kişi olarak belirsiz. B elirsizlik bile fa zla şey dem ek
olur. Gerçekten de, orada o. Kayıp olarak, kaybolm uş olarak hay
ranlık verici o.
M. Foucault: Hem pam uk hem kurşun.
H. Cixous: K endi sesi var. Sesle donanm ış. Bu çok önemli,
sanki aksan yer değiştiriyor. K itapta bakış olan şey, her zaman
kesintiye uğrayan bakış, bir yere varm ayan bakış, film d e ses, çünkü
sonuçta India Song, bir song, şarkı.
India Song’m gören, görselliğin çok güzel, çok erotik, aynı
zam anda çok flu , tam am en baştan çıkarıcı olduğunu söyler, çünkü
orada olmadan oradadır, kalıcı bir ses örgüsü içinde tamam en
sarm aş dolaş olmuştur.
D uras seslerle hayranlık verici biçim de çalışm ış ve bunlar ünlü
gezici sesleri onun, bedensiz sesler. Sessiz bedenler ve bedensiz
sesler var. Sesler, sürekli olarak çevresine geliveren kuşlar gibi,
çok güzeller, çok çalışılm ış, çok tatlı sesler bunlar, kadın sesleri bir
koro gibi, am a bir anti-koro gibi, yani bunlar p ır p ır uçuşan, başka
yerden gelen sesler ve bu başka yer elbette zam an. A m a saptana-
m az bir zaman, öyle ki, eğer çok dikkatli olunm azsa sesin arasında
bu bulanıklık fen o m en i m eydana gelir: Çünkü şu an çınlıyor, şu an
m evcut gibi beliriyor am a aslında, geçm işin bir sesi o, yani anla
tan, götüren ses. Sesler senin gördüklerini alırlar ve onları kendisi
belirsiz kalan bir geçm işin içine gönderirler.
M. Foucault: B urada, D u ras’nın rom anlarında çok güçlü olan bir
şey görülür, geleneksel olarak diyalog denen şeydir bu. M arguerite
D uras’nın rom anlarında, geleneksel bir rom andaki aynı konum ,
aynı duruş, aynı dahil oluş yoktur, çünkü diyalog olay örgüsünün
içine dahil değildir, anlatıyı parçalam az, her zam an çok belirsiz
bir konum dadır, onu yalanlayarak, öteden ya da beriden gelerek
içinden geçer. A sla m etinle aynı seviyede değildir ve diyaloglu
olm ayan şeyin ve yazar tarafından söylenm iş olduğu havası veren
şeyin etrafında bir pus ve dalgalanm a etkisi yaratır.
H. Cixous: Bu tam am en doğru. M etinlerinin am aç ya da etki
lerinden kaynaklanıyor, çünkü, sonuçta, tüm bu m etinler arasında
kışkırtılan şey, iç geçirilen şey, bir şeyden yola çıkarak konuşuluyor
olm asıdır. Bu zam an sorunundan, bellekten, geçm işten, vd..., hem
de m utlak anlam da sonsuz, tüyler ürpertici bir üm itsizlikten yola
çıkarak ve bu aynı zam an kesik bir üm itsizliktir, yani üm itsizlik bile
denem eyecek bir üm itsizlik, çünkü zaten telafi ediliyor olurdu, bir
yas çalışm ası çoktan yapılırdı. Yas çalışm ası yapm anın olanağı da
isteği de yoktur. D olayısıyla herhangi bir rom anda bulunabilecek
diyaloglar yerine, karşılıklı alışverişler vardır. Zaten aşk da budur:
H er şeye rağm en bir yerlerde karşılıklı olarak aşk m übadele edi
lir. Ve bu alışverişler ortak m utsuzluk zem inlerinden yola çıkarak
yapılır. H em de sürekli ölüm le ilişkilerinden; ölüm ün onları çağır
dığı söylenebilir. Aşağı yukarı tüm m etinlerde, çünkü bunun dışına
çıkan bir m etin vardır. Bunu biraz m aceracı biçim de ileri sürüyo
rum: H erkesin y o k olup gittiği sonsuzluk kum salına götürm eyen
bir metin var bence, bu da D etruire dit-elle ’dır. Burada, tersine
sanki bir tür neşe ortaya çıkm aktadır, şiddet zem ini üzerinde bir
neşe elbette, am a tüm zam an boyunca ötekilerin üzerinde duran üç
tu h a f varlık arasında geçer, fa aldirler, oysa ki ötekiler edilgendir
ya da aşılm ıştır, yani Stein, Thor ve A lissa ’nın tem sil ettiği üçle
me, arada bağı sağlayan bir şey var, her zam an dolaşım da olan
ve zafer kazanan. G ülm e var, “d ed i” cüm lesiyle bitiyor, gülm e ve
m üzikle bitiyor.
M. Foucault: Bunun, M arguerite D u ras’nın eserindeki benzersiz
bir şey olduğu kam sındasın sen.
Bu tür gülm enin neşe olduğu söylenem ez, pıtır pıtır bu koşuyu
nasıl nitelem eli? Çünkü biraz önce alışverişten söz etm iştin, “alış
veriş” sözcüğü üzerinde biraz düşündüm , çünkü hiç karşılıklılık
yok, dönüp dolaşıyor. Bu bir tür m endil saklam a oyunu, am a m en
dilin de bir özerkliği var, m endil iradi olarak bir diğerine verilir ve
o da alır, alm ak zorundadır, am a kimi zam an olur ki, M arguerite
D uras’nın oyununda, mendil bir elden diğerine hiç kim se sorumlu
olm adan kendiliğinden sıçrar. Mendil her koşulda dolaşır. M endilin
hileleri vardır, m endili kapan insanlar arasında hileler vardır.
Sürekli bir ironi, bir tuhaflık var, sanıyorum senin üm itsizlik diye
adlandırm akta haklı olduğun bir zemin üzerinde yine de metinleri,
gülüm sem eleri, tavırları bir deniz gibi parıldatan bir tuhaflık.
H. Cixous: Detruire dit-ell&’de bu söylenebilir, korkunç bir
ironi vardır onda. D iğerlerim tuhaflıkla okum uyorum , am a, sonuç
ta, belki bende bir şeyler eksiktir. Onları bir tür m elankoli şarkısı
olarak, ölüm şarkısı olarak okuyorum . Tuhaflık varsa, epizot epi
zottur, am a yanaldır bu. Toplum sal olan her şey, sosyo-kültüre!
olan her şey, bu olağandışı sahneler, gerçekten “çırp ıştırılm ış",
elçilik, kokteyl sahneleri, ki üç tane çılgınca gösteren var, biraz çıl
gınca... Am a varlıklardan geleni, bu varlıklardan geriye kalandan
geleni hiç de tu h a f bulm uyorum . Kapalı olm ayan bir şey görüyo
rum, bir tür sonsuz cöm ertlik. Sonsuz, çünkü herkes yoksulluk düze
yinde kabul edilmiştir, her şeyi kaybetm iş olan kabul edilm iştir. Bu
kapanm az, sonsuza açılır, ama acının sonsuzluğuna.
M. Foucault: “T u h a f ’, biliyorsun, sözcükte tereddüt ettim . Israr
etm ek istem iyorum . Bence “acı”yla uyuşm az değildir, gerçekten
de, tarihle de uyuşm az değildir, hele “ ıstırap”la hiç değil. Acının
bir tuhaflığı vardır, ıstırabın, ölüm ün bir tuhaflığı vardır. Tuhaf,
biliyorsun, garip, canlı, kavranam az bir şey anlam ında. “Bu tu h a f’,
endişe verici.
H. Cixous: Bunu algılayan senin duyarlılığın, ben dehşet olarak
algılıyorum . Belki de ben kendim i M arguerite D uras'nın m etinleri
karşısında derinden tehdit altında hissettiğim içindir. "Ben bunu
istem iyorum ,” diyorum . B öyle insanlar olm asını istemiyorum.
Bana göre, burada belirtilen şey, güçsüzlük. A n cak mütevazı oldu
ğu için, aynı zam anda olağanüstü m iktarda bir aşk sergilediği için
benim tarafım dan, kişisel olarak hoşgörülebilir olan, kurtulunan
-ku rtu lm a söz konusu olm asa da- bir güçsüzlük. G üzel olan bu.
Biraz önce dedin ki: “A lışveriş” sözcüğü iyi değil, doğru.
Çünkü, dilin yoksulluğunda da, birbirlerine değiyorlar. Kim? O nlar
kim? Bu insanlar, bu gezginler, çok geniş bir kara parçasında, bir
birlerine değen. B irbirini okşayan, birbirine hafifçe temas edenler.
A ltüst edici bu. D u ras'da benim sevdiğim şey, bu dokunm a ilişkisi
nin her zam an var olması.
işte India S o n g ’d a bunu görüyorum ben. A nne-M arie Stretter,
gençken piyano çaldığını hatırladığım ı sanıyorum , m üzik y a p ı
yordu yani. A rtık yapm ıyor, aynı zam anda da etrafında bu erke k
ler var, kaç kişi bilm iyorum . Ç ok ka labalıklar sonuçta. Ve hepsi
onun uçurum unda y o k olup gidiyor, am a o ölüm cül bir uçurum
değil, çünkü kötülük istem iyor, çünkü içine alm ıyor. A ynı za m a n
da, çağırm adan çağırıyor, çünkü o tam olarak her şeyden va zg eç
m iş olan, oysa ki erkekler henüz her şeyden vazgeçm iş değiller,
çünkü istiyorlar: onu, ona bağlılar, o ise hiçbir şeye bağlı değil.
Ve onun aracılığıyla, hiçliğe dokunuyorlar. D em ek istediğim ,
açık olduğu şey, geçen şey ve bunun anlam ı, onun artık m üzik
yapm ayan biri olm ası, ya n i m üziğin sana verdiği şeyi artık o k en
dine verm iyor, m üzik zevki alm ıyor artık, kendine ses verm iyor.
Sessiz kaldı; ve, sessiz kaldığı için, başkalarını dinleyebilen biri.
Onda uzam var, başkalarını d inleyebilm esini sağlayan açıklık,
ister susarak, ister uluyarak, uluyan konsolos yardım cısı gibi.
U luyanlar var, hiçbir şey dem eyenler var. Sözü işitiyor, ötekilerin
arzusunu işitiyor, ötekilerin m utsuzluğunu işitiyor. Ve sonuçta,
onun aşk gücü bu.
Onun bir dinleyişi var (elbette psikanalizin dinlem esi değil bu.
duvar gibi olan ve seni sana gönderen ve kendini işittiğin dinlem e
değil. Sen dinlenm iyorsun, sen kendini işitiyorsun. Belki yanlış bir
şey söylüyorum .)
O, daha sonra içinde kaybolacağı deniz gibi, sonsuzluk bu. B ir
şey fırlatılıyor. O alıyor. B edeni, sonsuzluğun eşiği gibi, fırlatılan
bu şeyin, dokunulabilecek bir tenden geçtiği, sonra da sonsuza geç
tiği için alındığı hissediliyor. U m utsuzluk bu: A şktan geçiyorsun
ve ölüm e düşüyorsun. M arguerite D uras aşırı güçlü bilinçdışm a
sahip biri. B ir “kö r.” B eni her zam an çok büyüledi, kim i görsem
inanıyorum. M arguerite D u ra s’ya bana kendini sunduğu haliyle
inanıyorum. O hiçbir şey “görm ez” ve yüzleri görm ediğinde de
sanıyorum ki gerçekten görm ediği içindir, am a aynı zam anda,
onda gören biri de vardır. O nun nasıl gördüğünü görm ek gerekir.
D uras’daki bilinç ve bilinçdışı payını saptayam ıyorum ben. Bunun
nerede cereyan ettiğini bilm iyorum . Onun her şeyi aniden keşfede
cek kadar kör olm asına hayranım . B irdenbire, görüyor, oysa ki o
hep oradaydı. Onun yazm asını sağlayan da bu “birdenbire.”
M. Foucault: K itaplarında bir şeylerin ortaya çıkm ası o gördüğü
için mi yoksa dokunduğu için mi? B una karar verilebileceğini san
m ıyorum . Buradan yola çıkarak, görünür ile dokunulur arasında bir
tür sekanslı plan tanım lam aya vardı ki bu oldukça şaşkınlık verici.
H. Cixous: Sanıyorum tam da kesildiği yerde cereyan ediyor.
Çünkü her zaman kesik. Ve bakışın kesikliği p landır diyebiliriz,
burada bakış, gerçekten de, dokunm ayla kesintiye uğrar.
M. Foucault: Biraz önce, aslında onun kör olduğunu söylüyor
dun, sanırım bu gerçekten doğru. O kör, neredeyse terim in teknik
anlam ında kör, yani gerçekten de dokunm a bir tür olanaklı görü
nürlük içine dahil, dahası dokunm ak onun için bakm a olanakları
gibi. Ve bir kör, bakışın yerine dokunm ayı koyar dem ek istem iyo
rum , dokunm asıyla görür ve dokunduğu şey görünür olanı yaratır.
Ve onun yaptığı şeyde işleyen, bu derin körlük değil m idir, bunu
kendim e soruyorum.
H. Cixous: Ve bu gerçekten onda hesaplanam ayan şey.
M. Foucault: Bu belki de dışarısı hakkında söylenebilecek olanı
da tekrar kesiyor. B ir yandan, ne kişilerin ne de onlar arasında cere
yan eden şeyin içinde olduğum uz doğru, yine de, onlara kıyasla bir
başka dışarısı her zam an var. Ö rneğin, dilenci kadın. Bu çığlıklar
kim dir? G eçip giden ve dışarıdan diye güçlü biçim de belirtilen, bu
nedenle de kişiler üzerinde belli bir etkisi olan bu şeyler kim dir? Bu
aynı zam anda onlar arasında cereyan eden şeydir. Ö yle ki, üç dışarı
vardır: İçinde bulunulan dışarısı, kişiliklerin yeri olarak tarif edilen
dışarısı ve onların birbirleriyle iç içe geçtiği bu üçüncü dışarısı.
O ysa kör, her zam an için her şeyin dışında olandır. G özleri kapalı
değildir; tersine, içerisi olm ayandır.
H. Cixous: O halde ordan girer, yine de başladığı yerdir orası -
çünkü D uras belli bir tarzda, şaşırtıcı biçim de hâkim olur, kaynağı
kesinlikle m eçhul şekilde. H âkim iyet nerededir? -b u , sesle girer.
Ç ünkü orası işitilen yerdir ve bakışı kesintiye uğram ış olsa da onun
kulağı vardır, kulağı vardır, o halde oradan geri gelir, yani dışarısı
olan içeri girer, ses tam olarak nüfuz edendir.
* “Les matins gris de la tolerance”, Le M onde, no. 9998, 23 Mart 1977, s. 24 (P.P.
Pasolini'nin 1963’te çektiği ve İtalya’da 1965’de gösterim e giren Com izi d ’amore filmi
üzerine).
ya katılm ayacaklarının ve “geri kalanını” çocuğun kendi kendine
anlatm aya devam edeceğinin ironik, sabırsız işaretidir.
P asolini’nin film i böyle başlıyor.
Cinsellik üzerine soruşturm a, C om izi d ’am ore için tuhaf bir
tercüm e: Aşk m eclisi, toplantısı, belki de forum u. Bu binlerce yıllık
“şölen” oyunudur, am a plajlarda ve köprülerde, açık havada, sokak
köşelerinde, top oynayan çocuklarla, boş boş dolaşan gençlerle,
denize giren sıkılm ış kadınlarla, bir bulvarın üzerinde sürü halinde
duran fahişelerle ya da fabrikadan çıkan işçilerle oynanır. Günah
çıkarm a yerinin çok uzağında, gizlilik garantisi verilerek en m ah
rem şeylerin sorulduğu bir soruşturm anın da çok uzağında, bunlar
A şk üzerine sokak laflam aları’dır. Zaten sokak, A kdeniz ortakya-
şam ının en kendiliğinden biçim idir.
G ezinen ya da tem bel tem bel güneşlenen gruba, Pasolini,
geçerken m ikrofonunu uzatır: O rtaya “aşk” üzerine bir soru atar;
ve bu belirsiz alanda cinsellik, çift olm ak, haz, aile, nişanlılık ve
âdetleri, fahişelik ve tarifleri kesişir. Kimi kararlıdır, biraz tereddüt
geçirerek cevap verir, içi rahatlar, ötekiler için konuşur; birbirleri
ne yaklaşırlar, onaylar ya da hom urdanırlar, kollarını birbirlerinin
om uzlarına atarlar, yüz yüze bakarlar; üst üste binen ya da sürtünen
bu bedenler arasında kahkahalar, şefkat, hafif bir heyecan dolanır.
Ve kendilerinden daha ölçülü ve m esafeli söz edenlerin ilişkileri
daha canlı ve sıcaktır: Y etişkinler yan yana gelir ve söyleşirler,
gençler kısa konuşur ve birbirlerine sarılırlar. Söyleşileri yapan
Pasolini silinir: Sinem acı Pasolini tüm dikkatiyle bakar.
Dile getirilm eyen gizem yerine, söylenen bu şeylere daha fazla
ilgi gösterildiğinde belgeselin bir değeri kalm az. (O ldukça aceleci
bir şekilde) H ıristiyan ahlâkı diye adlandırılan şeyin uzun süreli
egem enliğinden sonra, altm ışların ilk yıllarının bu İtaly a’sında cin
selliğin kaynaşm ası beklenir bir durum dur. A m a hiç böyle değil!
Takınaklı bir şekilde, cevaplar hukuksal terim lerin içinde verilmiş:
Boşanm adan yana olm ak ya da olm am ak, kocanın önceliğinden
yana olm ak ya da olm am ak, kızlar için bakireliğin zorunluluğun
dan yana olmak ya da olm am ak, hom oseksüellerin m ahkûm edil-
m eşinden yana olm ak ya da olm am ak. G ünah çıkarm anın sırları ile
yasanın buyrukları arasındaki bu dönem in İtalyan toplum u, sanki
günüm üzde bizim m edyanın yaydığı cinselliğin bu kam usal ifşası
na uygun sesi henüz bulam am ış gibidir.
P asolini’nin yapm akta olduğu soruşturm a hakkında zaman
zam an soru sorduğu -M o ra v ia ’ya da so ru y o r- ortalam a bir psika
nalist olan M usatti, “C insellikten söz etm iyorlar mı? K orktukları
için,” diye açıklıyor. A m a P asolini’nin buna hiç inanm adığı orta
da. Baştan sona tüm film de görülen şey, bence cinsellik saplantısı
değil, o dönem de İtalya’da doğm akta olan yeni bir rejim karşısında,
hoşgörü rejim i karşısında önsezili ve m uğlak bir tereddüt, bir tür
tarihsel çekinm edir. Ve, aşk üzerine soru sorulduğunda hukuktan
söz etm ekte yine de hem fikir olan bu kalabalıkta kopukluklar bu
noktada kendini belli etm ektedir. Erkeklerle kadınlar arasındaki,
köylülerle şehirliler arasındaki, zenginlerle yoksullar arasındaki
kopukluklar m ıdır bunlar? Evet, elbette, am a özellikle gençlerle
diğerleri arasındaki kopukluklar. Ö tekiler, (kadım ve erkeği eşitsiz
biçim de engelleyen boşanm a yasağıyla, aileye tam am layıcı figür
olarak yarayan genelevle, bekâretin fiyatı ve evliliğin bedeliyle)
cinselliğin ekosistem ini sağlam ış olan acı verici ve incelikli tüm
bu düzenlem eleri altüst edecek bir rejim den çekinirler. G ençler bu
değişikliği oldukça farklı biçim de ele alırlar; sevinç çığlıklarıyla
değil, ağırbaşlılık ve güvensizlik karışım ıyla, çünkü bu değişikliğin
yaş, servet ve statü eşitsizliklerini geri getirm e riski yüksek ekono
mik dönüşüm lere bağlı olduğunu bilirler. A slında, hoşgörünün gri
sabahlan kim seyi büyülem iyor ve kim se bunu cinselliğin bayram ı
olarak hissetm iyor. Y aşlılar tevekkül ya da öfkeyle endişe ediyor
lar: H ukuk ne olacak? Ve “gençler”, inatla cevap veriyorlar: H aklar
ne olacak, bizim haklarım ız ne olacak?
On beş yıllık bu film , bir m ihenk taşı olarak işe yarayabilir.
M am m a Rom a' dan bir yıl sonra Pasolini, film lerinde, gençlerin
büyük s a g a ’sının ne hal alacağını izliyor. Pasolini’nin gördüğü
gençler, psikologlara gidecek yeniyetm eler değil, ortaçağdan bu
yana, Rom a ve Y unan’dan bu yana bizim toplum larım ızın asla
entegre edem ediği, korktuğu ya da dışladığı, zam an zam an savaşta
öldürm ek dışında asla boyun eğdirem ediği bir “gençliğin” günü
m üzdeki biçim idir.
Dahası, 1963, İtaly a’nın bu büyüm e-tüketm e-hoşgörü hareketi
ne gürültü patırtıyla girdiği dönem di. Pasolini bunun bilançosunu
on yıl sonra E crits corsaires'd e yapacaktır. K itabın şiddeti film in
endişesine cevap verm ektedir.
1963, aynı zam anda A vrupa’nın ve A m erika B irleşik Dev-
letleri’nin hem en hem en her yerinde, bu çeşitli iktidar biçim lerinin
yeniden sorgulanm asının başladığı dönem dir. B ilgeler bize bunun
“m oda” olduğunu söyler. Olsun! “M oda”, biraz daha sürm e riskini
taşıyor, bu günlerde B ologna’da olduğu gibi.
* “Pierre Boulez, l ’ecran traverse”, in Colin (M.), Leonardini (J.-P.), M arkovits (J.), edit.,
Dix ans apres. Albüm souvenir du festival d ’automne, Paris, Messidor, coll. “Temps
actuels”, 1982, s. 232-236.
m ıy o rsa - resim hakkında bir şeyler söylem e hakkını kendilerinde
görüyorlardı ve buna bir görev gibi katlanıyorlardı: Piero della
Francesca, Venise, C ezanne ya da Braque. Bu sırada, küstahlığını
sürdüren sessizlik m üziği koruyordu. XX. yüzyılda sanatın geçirdi
ği büyük dönüşüm lerden kuşkusuz biri olan şey bu düşünm e biçim
lerinin erişem eyeceği bir yerde kalm ıştı; ve biz de alışkanlıklarım ı
zı bu düşünm e biçim lerinin etrafım ızda oluşturduğu m ahallelerden
edinm e riskiyle karşı karşıyaydık.
O zam an olduğu gibi şimdi de m üzik hakkında konuşabilecek
durum da değilim . Y alnızca şunu biliyorum ki, B oulez’in tarafında
olup biteni -ç o ğ u zam an da bir başkası aracılığ ıy la- keşfetm iş
olm ak, içinde yetiştiğim , hâlâ ait olduğum ve birçok kişi için oldu
ğu gibi benim için de hâlâ kendi gerçekliği olan düşünce dünyasına
kendim i yabancı hissetm em i sağladı. Belki de böylesi daha iyi: Bu
deneyim i anlam a im kânı etrafım da olsaydı, onu ait olm adığı yere
taşım a fırsatı bulm uş olurdum belki.
Bir kültürün kendi biçim lerinden çok değerlerine bağlı olduğu
na, bu biçim lerin kolaylıkla değiştirilebileceğine, terk edilip yeni
den ele alınabileceğine; derinlere kök salan şeyin yalnızca anlam
olabileceğine rahatlıkla inanılm aktadır. Bu, biçim lerin, çözüldük
lerinde ya da doğduklarında nasıl şaşkınlık yaratabileceğini ya da
kine yol açabileceğini bilm em ektir; bu, görülen, düşünülen, söyle
nen ya da yapılan şeyden çok, görm e, söylem e, yapm a ve düşünm e
biçim lerine bağlı olunduğunu bilm em ektir. B a tı’da biçim lerin
m ücadelesi, en az fikirlerin ya da değerlerin m ücadelesi kadar ateş
lidir. A m a olaylar XX. yüzyılda tuhaf bir hal aldı: T artışm a konusu
olan şey, “biçim sel” olanın kendisi, biçim sistem leri üzerine düşü
nülm üş çalışm a oldu. Ve bunlar, ahlâki düşm anlıkların, estetik
tartışm aların ve politik çatışm aların önem li konusu oldu.
A nlam ın, yaşanm ışın, tenselin, kökensel deneyim in, öznel
içeriklerin ya da toplum sal im lerin ayrıcalıklarının bize öğretildiği
çağda B oulez’e ve m üziğe rastlam ak, yirm inci yüzyılı alışık olun
m ayan bir bakış açısıyla görm ekti: “B içim sel” olanın etrafındaki
uzun bir m ücadelenin bakış açısıydı bu; R u sy a’da, A lm anya’da,
A vusturya’da, O rta A v ru p a’da, m üzik, resim , m im ari ya da felsefe,
dilbilim ve m itoloji aracılığıyla, biçim selin çalışm asının eski sorun
lara nasıl m eydan okuduğunu ve düşünm e tarzlarını nasıl altüst
ettiğini bilm ekti bu. XX. yüzyılda biçim selin tarihini tüm üyle yaz
mak gerekiyordu: Biçim seli -sak lam ay a çalıştıkları “biçim cilik”
görüntülerinin ö tesin d e- dönüşüm gücü olarak ölçm eye, yenilik
gücü ve düşünm enin zem ini olarak ortaya çıkarm aya çalışm ak. Ve,
politikayla zorlu ilişkilerini de anlatm ak. B içim sel olanın Stalinci
ya da faşist ülkede kısa sürede düşm an ideoloji ve nefret edilen
sanat olarak saptandığını da unutm am ak gerekir. A kadem ilerin ve
partilerin dogm atizm inin büyük rakibi oydu. B içim selin etrafındaki
m ücadeleler XX. yüzyıl kültürünün ana çizgilerinden biri oldu.
M allarm e’ye, K lee’ye, C h a r’a, M ichaux’ya gidebilm ek için -
tıpkı daha sonra C um m ings’e gitm ek için olduğu g ib i- B oulez’in
ihtiyacı olan şey, dolam baçsız, aracısız, düz bir çizgiydi. Çoğu
zam an bir m üzisyenin resm e, bir ressam ın şiire, b ir dram atürgün
m üziğe gitm esini sağlayan şey kapsayıcı bir figür ve işlevi evren
selleştirm ek olan -ro m an tizm , dışavurum culuk g ib i- bir estetiktir.
Boulez, bir noktadan ötekine, bir deneyim den diğerine doğrudan
doğruya giderken, ideal bir akrabalığa değil, bir konjonktürün
zorunluluğuna bağlı kalm aktadır.
Çalışm asının belli bir anında -k atettiğ i yol onu böyle belirli bir
noktaya getirdiğinden- (bu nokta ve bu dönem tam am en m üzik
içidir), bir buluşm anın tesadüfü, bir yakınlığın parıltısı aniden m ey
dana geliyordu. İki Visage nuptial’in, iki M arteau sans m a ıtre’in,
C h ar’ınki ile B oulez’inkinin hangi ortak estetikten, hangi benzer
dünya görüşünden kaynaklandığını sorm aya gerek yok.’ Böyle bir
şey yoktu. İlk rastlaşm adan sonra, biri diğeri üzerinde çalışm aya
başlıyordu; müzik şiiri hazırlıyor, şiir de m üziği hazırlıyordu. Titiz
bir analize tam anlam ıyla bağlı ve son derece kesin bir çalışm a
olduğundan, hiçbir ön aidiyete güvenm iyordu.
Hem tesadüfi hem de üzerinde düşünülm üş bu ilişkilendirm e,
evrenselin kategorilerine karşı benzersiz bir dersti. Bu en yüksek
* C har (R.), Le Visage nuptial, Fureur et M ystere içinde, Paris, Gallimard, 1948; L e M ar
teau sans maître, Paris, J. Corti, 1934 ve 1945.
alana yükselm ek değildir, bize en fazla ışık veren en kapsayıcı
bakış açısına erişm ek değildir. C anlı ışık, bir çitin aşılm asından,
bir duvarın delinm esinden, yakınlaşm ış iki yoğunluktan, bir çırpı
da aşılm ış bir m esafeden yanlam asına gelir. Genel anlam ı ortaya
çıkarm ak am acıyla yüzleri birbirine karıştıran ve açıları körelten
büyük, flu çizgilerdense, kesinliklerin karşı karşıya gelm esi tercih
edilir. O rtak bir söylem olm adan ve bir bütün teorisi olm adan hiç
bir şeyin tem elli olm ayacağı düşüncesini, arzu edene bırakabiliriz.
Düşüncede olduğu gibi sanatta da buluşm a, ancak oluşturduğu yeni
zorunluluk içinde doğrulanır.
B o u lez’in tarihle -y a n i, kendi pratiğinin ta rih iy le - ilişkisi,
yoğun ve kavgacıydı; birçok kişi için - v e ben de onlar arasınday-
d ım - sanırım uzun süre bir m uam m a olarak kaldı. Boulez, geçm işte
sabit bir m odül seçen ve güncel m üzik içinde onu çeşitlendirm eye
çalışan tavırdan -k e n d i deyişiyle, “klasikçi tavır”- nefret ediyordu;
güncel m üziği ölçüt olarak alan ve geçm iş öğelerin yapay gençliği
ni ona aşılam aya çalışan “arkaikleştirici” tavırdan da nefret ediyor
du. Sanıyorum ki onun hedefi, tarihe gösterdiği bu dikkatle, ne şim
diki zam anın ne geçm işin, hiçbir şeyin sabit kalam ayacağı şekilde
davranm aktı. Şim diki zam anın da geçm işin de birbirleri karşısında
sürekli hareket içinde olm asını istiyordu; verili bir eserin iyice
yakınına yaklaştığında, eserin m üm kün olduğunca incelikli çözül
m esinden yola çıkarak onun dinam ik ilkesini bulduğunda, yapm ak
istediği şey bir anıt oluşturm ak değildir; eseri katetm eye, eserin
“arasından geçm eye”, şim diye dek kendisinin kım ıldatabildiği
türden bir hareket içinde onu bozm aya çalışır. L es P a ra vents'da‘
[Paravanlar] olduğu gibi, kendi kendini öldürm eyi sağlayan ve ölü
mün öte tarafına geçm eyi sağlayan yok edici davranışı düşünerek,
“eseri bir ekran gibi patlatm ak”, dem ekten hoşlanm aktadır şimdi.
Tarihle bu ilişkide şaşırtıcı bir şey vardı: B ou lez’in varsaydığı
değerler, zam an içinde bir kutupluluğun -ilerlem e ya da d ü şü ş-
ifadesi değildi; bu değerler kutsal yerleri tarif etm iyordu. A ynı
zam anda “düşünülecek” nesneler anlam ına da gelen yoğunluk
Bir fotoğrafı anlatm anın uygun olm adığını biliyorum . Fotoğraf, hiç
kuşku yok ki, üzerinde en az konuşulabilecek göstergedir; çünkü şu
iki şeyden biridir: ya hiçbir şey anlatm ıyordur ve bu durum da anlatı
onu değiştirir; ya da eğer anlatıyorsa, o zam an da bize hiç ihtiyacı
yoktur. Yine de Duane M iclıals’ın fotoğrafları bana hikâye etme
patavatsızlığında bulunm a arzusu verm ektedir; tıpkı olm ayacak
şeyi anlatm ayı beceriksizce arzulam ak gibi: Yarını olm ayan bir
haz, bir buluşm a; bildik bir sokakta yaşanan akıldışı bir sıkıntı,
kim senin pek inanm adığı, anlatılan kişilerin ise hiç inanmadığı
tuhaf bir varlık hissi.
* “ La pensee, l’em otion”, in M ichals (D.), Phorographıes de 1958 â 1982, Paris, musee
d ’Art m oderne de la ville de Paris, 1982, s. III-VII.
Duane M ichals’ın fotoğraflarından, onların yordam larından,
plastiğinden söz edebilecek durum da değilim . O nlar beni deneyim
olarak çekiyor. Y alnızca onun yaptığı deneyim ler olarak; nasıl
oluyor pek bilm iyorum am a bu deneyim ler bana doğru akıyor -v e
sanırım kim bakarsa ona doğru da akıyorlar-; haz, endişe, görme
biçim leri, geçm işte hissetm iş olduğum ve günün birinde hissede
ceğim i sezdiğim ve D uane M ichals’a boçlu olduğum u gayet iyi
bilm em e rağm en ondan mı yoksa benden mi kaynaklandığını ken
dim e hep sorduğum hisleri kışkırtarak akıyorlar. “Sizin hediyeniz
benim ,” diyor.
A yrıca teskin ediyor ve, am acını ve im kânsızlığını fotoğrafa
bağlayarak, bu deneyim kesişm elerini teşvik ediyor: “H er şey
fotoğraf konusudur, özellikle yaşam ım ızdaki güç şeyler: Kaygı,
çocuğun çektiği büyük acılar, arzu, kâbuslar. G örem ediğim iz şey
ler anlam la en çok dolu olanlardır. Onların fotoğrafını çekem eyiz,
yalnızca düşündürtürüz.” “H akiki bir duyguyu bana ait terim ler
le iletm eye çalışm ak.” Bir eser gibi ilerlem eyen am a deneyim
oldukları için kendilerini açan bu çalışm a biçim lerini seviyorum:
M agritte, Bob W ilson, Yanardağın A ltında, M aria M a lib ra n ın
Ö lüm ü, ve elbette H .G .1
G enç bir adam , Roy H eadw ell, bir m asanın başına oturdu; başını
yavaş yavaş eğdi; sonunda m asaya dayadı. Uyukladı, yum uşak
heykel. Fotoğraf budur. Biraz ilerde, bu aynı m asanın üzerinde,
uyuyan adam ın kum ral saçları ile bakışım ızın tam yarı yolunda,
titizlikle biçim lendirilm iş bisküviler: K enarlar, köşeler, ışıklı yüz
1. Romancı Herve G uibert’in baş harfleri. O dönemde Le M onde'da fotoğraf eleştirm en
liği yapan ve kendisi de fotoğrafçı olan, aynı zam anda da Duane M ichals’ın hayranı
Guibert, M usee d ’Art modern de la ville de P aris’deki bu retrospektifı sunmasını M.
Foucault’dan istedi. Foucault, anlatımcı fotoğraftan pek hoşlanm ıyor olsa da bu teklifi
kabul etti.
ler, gevrek ham ur çakıl taşlan gibi ışıldıyor: Fotoğrafın tüm boyalı
bölüm ü burada, derinlem esine gerçek bu figürlerde yoğunlaşıyor.
Haydi bilin bakalım , bu “cookie”ler düş görenin m esajı mı, yoksa
bizim algım ızın su götürm ez nesnesi mi?
Bu aynı tem anın daha eski, bir başka versiyonunu düşünelim .
R esim yok, am a birbirine denk düşen iki fotoğraf var ve her ikisi
nin de adı N arcisse. Birincisinde, genç bir adam , gözleri neredeyse
kapalı, yüzünü parlak büyük bir yüzeye iyice yaklaştırır, yüzey
adam ın m uhteşem güzelliğini ona geri yansıtır; İkincisinde, Duane
M ichals’ın kendisi, önceki fotoğrafta başlam ış jesti tam am layarak,
yaşlanm anın bıkkınlığıyla, başını yine aynı m asaya dayar; kendi
yansısıyla yanak yanağadır, kendine bakm az, am a laka aynada
hapsolan genç adam ın yüzünün yansısını görebilir (gözleri açık
olsaydı görebilirdi). Resim , uyuyanın kapalı gözlerinin önüne
konur; fotoğraf kısm en-görünm ez olanın belirsiz im gelerine açılır.
Resim ile fotoğraf arasındaki şim di artık yüzyıllık olm uş
ilişkinin tarihinde, fotoğraftan gerçeğin canlı biçim ini; resim den
ise şarkıyı ya da parıltıyı, buraya saklanabilecek düş payını talep
etm ek âdettendi. D uane M ichals bu son yıllarda kalkıştığı resim le
oyunda bu ilişkiyi tersine çevirir; düşün gücünü ve düşüncenin
keşfini fotoğrafa, fotoğraf çekm e edim ine, fotoğrafını çektiği
titizlikle oluşturulm uş sahneye ve böyle bir sahnenin fotoğrafını
çekm eyi sağlayan karm aşık rite atfeder. H iper-gerçekçiliğe yöne
lik bir gülm e gibi resm edilm iş bu fotoğraflarda, fotoğrafçı gözüne
sunulan gerçekliği resm in akkor haline kadar taşıyacak her teşeb
büs karşısındaki ironiyi ister istem ez görüyorum . Resm in, üretil
m esi için gereken yetenekten başka bir sırrı yokken, sanki fotoğraf
gerçeği kendinden kaçıran şey değilm iş gibi. E sta Greerıfıeld’in
ik i P o rtresi’nde, yüzü karşıdan görm em izi sağlayan şey resim dir,
fotoğraf ise bir kadını sırttan gösterir, görünm ez bakışları bir pen
cereden m eçhul bir m anzaraya doğru uzaklaşıp gitm ektedir. İşte
yine bir vazo içinde bir dem et çiçek; resim lerin en bayağısı. Tek
eksiği, üzerine yerleştirileceği tek ayaklı yuvarlak masa. Ama, işte,
vazo fotografik bir kom pozisyonun belirsiz uzam ında yüzm ektedir,
hafifçe gülüm seyen bir oğlan çocuğunun profili aradan sıyrılır ve
kırmızı gül salkım ını kulağına asm ak için gizlice yakalam ış gibi
dir; bununla birlikte, sağda, arka planda, iki ışık huzm esi arasında
kısm en silikleşm iş John Ş i a 'n ı n yüzü belirir, biz ona profilden
bakarken o da bize cepheden bakar. A rthur Sanzari ve A ya kka b ı'â z
düzenlem e terstir: Sivrilen burnu, gözlükleri ve gülen gözleriyle
nerden çıktığı m eçhul bir yüzün fotografik yakın çekim i bizim le bir
ayakkabı resm i arasına yerleşir, ayakkabının sarı yansısı, olanaksız
bir fiziğin yasalarına uygun olarak, fotoğrafı çekilen kişinin yana
ğına boylu boyunca konar.
Gerçeği kavram ak, anında görüntülem ek, hareketi yakalam ak,
gösterm ek, Duane M ichals için, fotoğrafın tuzağıdır: Sahte bir
görev, acemi bir arzu, kendine dair bir yanılsam a. “Sanki fotoğ
rafçılar yalnızca gözden ibaretm iş, kafalarında bir şey yokm uş
gibi, fotoğraf kitaplarının adı çoğu zam an şöyledir: ‘Fotoğrafın
G özü’ ya da ‘Falanca Şeyin B akışı’ veyahut ‘G österm ek’ ” Bakış
m etaforu, uzun süre, fotoğrafçının pratiğini esir aldı ve ona bir yasa
dayattı: B ir göz olm ak, başkalarına görm eleri gereken şeyi buyuran
kusursuz ve buyurgan bir göz olm ak. D uane M ichals, bu ağır bakış
etiğinden kurtulm ak için çok çabalam aktadır -o n u n çoğu zam an
eğlenceli, kaçık, gülünç gelen tarafı burasıdır: Fotoğrafın gözle
ilgili işlevi diyebileceğim iz şeyi ortadan kaldırm aya kalkışıyor.
O bjektifin, görünür olanın kaçm asına sürekli izin verdiği, görün
m ezin ise, haksız yere, ortaya çıktığı ve film m akarasından geçerek
iz bıraktığı, az çok karm aşık tüm bir oyun dizisi buradadır.
Bu oyunların en basiti, kaçıp gidenin fotoğrafını çekm ek,
kayboluşun anlatısını yapm aktır: G öğe G iden Adam , önce kıs
men görünür olarak, yalnızca bir om uz çizgisinin belirdiği siyah
bir gölgenin içinden çıkm aktadır; sonra, bir an, çıplaklığı ortaya
çıkar; bununla birlikte, bir m erdivenin basam aklarını tırm andıkça,
yeniden kaybolur, am a bu kez ölm üş birinin içinde oturduğu bir
ayla gibi biçimini em en bir ışığın parlaklığı içinde kaybolur. Ters
yöntem görünm ezin fotoğrafını çekm ekten ibarettir: M edyum un
ortaya çıkardığı ektoplazm alar, öte dünyanın hafifçe geçip giden
siluetleri, kadınlara sahip olduklarında kanatlarını yitiren m elekler,
ölüm uykusundaki çıplak bedenlerden yavaş yavaş kopan ve ayağa
kalkan şeffaf beden biçim li ruhlar; D uane M ichals’ın fotoğraflarına
m usallat olan tüm bu figürler bir inançtan değil, bir ironiden kay
naklanıyor: Fotoğrafın, görülm esi gereken şeyi gösterdiğini kim
düşünüyordu ki? Bazı kom pozisyonlar, görünürün uçuculuğu ile
görünm ezin ortaya çıkışını eşleştiriyor: Canlı ve Ö lü ’de bir adam
bir kapıyı açar ve bir koridorda kaybolur, bir sonraki fotoğrafta
şeffaflaşm ış kendi ikizi biçim inde ortaya çıkar.
G örünürü görm eyip daha fazlasını görm enin çok başka yor
dam ları da vardır. Aynı film in üzerine art arda alınan klişeler,
farklı açılara göre, kendisiyle üç kez kesişen J e ff G reefield,inki
gibi aynı yüzü birçok defa ortaya çıkartır. Kâh modelin hareketiy
le, kâh prova baskının sürtülm esiyle elde edilen figürlerin parazit
etkisi, m evcudiyet ile biçim i -B a c o n ’da olduğu g ib i- birbirinden
ayırm aktır; biçim bükülm üş, silinm iş, tanınm az hale gelm iştir, am a
m evcudiyet, bakışın onu sabitlem esini sağlayan tüm çizgiler, tüm
hatlar ortadan kaldırıldığı ölçüde daha yoğun kılınm ıştır: Silinm iş
olan görünürden, kavranam az m evcudiyet doğar.
D uane M ichals, M ag ritte’e rastladı ve ona hayran kaldı.
M ich als’da “M a g ritte ’e ö zg ü ” birçok usûl görü lür -y a n i
B acon’dakine tam ı tam ına zıt: G erçekten de bunlar, bir biçimi en
yüksek gerçekleşm e noktasına varana dek cilalam aktan, m ükem
m elleştirm ekten, sonra da onu gerçeklikten tüm üyle boşaltm aktan
ve bağlam etkileri yaratarak bildik görünürlük alanına indirgem ek
ten ibarettir. A lic e ’in A yn a sı’nda, tavan kadar yüksek bir gözlüğün
dev bir yengeç gibi tehdit ettiği koltuk, M agritte’de, nam evcut bir
gökyüzünün yansıdığı aynalı dolabı bir odanın dibine iten tarağı ve
sabunu düşündürtür. Ve, burada gerçeklikten kesilip alınm ış hiçbir
şey olm adığını gösterm ek için -ta b ii eğer buna hâlâ ihtiyaç varsa-,
ardından gelen fotoğraflar “onun nereden geldiğini” gösterirler: Bu
orantısız koltuk ile gözlük, küçük bir değirm i aynadaki imgeden
başka bir şey değillerdi, bu aynanın kendisi de dikdörtgen şeklinde
ki bir başka aynaya yansıyordu ve tüm ü birden avuç içinde tutulan
üçüncü ve küçük bir aynada görülüyordu. El büzülür ve bu sonuncu
aynayı kırar, yansıyı ve yansının yansısını yok eder ve içinde artık
bir şey görülm eyen cam parçacıklarını etrafa saçar.
Duane M ichals’ın fotoğrafları epey uzun süredir uzun bir söz
cük kuyruğuyla çevrili olarak kendini gösterm ektedir: Doğrudan
prova kâğıdı üzerine elle yazılı sözcükler ve cüm leler. Sanki im ler
le dolu bir banyodan oluk oluk akarak çıkıyorlarm ış gibi.
G enellikle fotoğrafların üzerine ya da altına yerleştirilen bu
sözcüklerin rolü, açıklam ak ya da belirtm ektir: İm genin içinde
ne olduğunu söylem ek - sanki im genin yeterince gösterem em e-
sinden çekiniliyorm uş gibi; ya da kopartılıp alındığı gerçeği (yer,
an, sahne, kişi) belirtm ek - sanki fotoğraf kendi kaynak yerini
belirtm ek zorundaym ış gibi. D uane M ichals’ın m etinlerinde ise
tam am en başka bir işlev vardır: İm geyi sabitlem ek ya da çapayla
bağlam ak değil, ama onu daha ziyade görünm ez esinlere doğru
yönlendirm ek; bir çapa bulm ak yerine, denizde yol alabilsin diye
gereken her şeyle donatm ak. D uane M ichals’ın bu yazılı m etinler
den talep ettiği şey, kendisinin de “boğucu” bulduğu şeyi fotoğ
raftan çıkarm aktır; bu m etinler imgeyi düşüncenin içinde dolaş-
tırm alıdır -M ic h a ls’ın düşüncesi içinde ve onun düşüncesinden
başkalarınınkine doğru.
“Beyaz kâğıdın üzerine siyah işaretler koyuyorum ,” ve hem en
ekliyor: “ Bu işaretler benim düşüncelerim dir.” A m a D uane M ichals
bunu derken eğlenm ektedir, çünkü oynadığı oyun daha karm aşık
tır. Bu m etinler öyle yapılm ıştır ki, nereden geldikleri tam olarak
bilinm em ektedir: Duane M ichals fotoğrafı oluşturm ayı düşünürken
aklındaki bu m uydu? Y oksa bu, film e çekerken aniden aklına gelen
bir düşünce m idir? Y oksa, iş işten geçtikten sonra, daha sonra, çok
daha sonra, günün birinde, B abam ın M ektubu nû'â olduğu gibi,
yeniden resm e baktığında kapıldığı bir fikir m idir? Hem, Duane
M ichals’ın kişilerinin “sırrını açm ak”tan, ruhlarının dibini ortaya
çıkarm aktan iğrendiği doğru olsa da, onların düşündüklerini sandı
ğı şeyi ya da düşünebilecekleri şeyi söyler genellikle (Siyah iğrenç
tir), ya da gerçekten ne düşündüklerini bilm eden düşündükleri şeyi
veyahut henüz bilm edikleri am a bir gün bilecekleri şeyi (Tutsak
Ç ocuk) söyler. Söylenm esi G ereken Sözcükler Var başlıklı fotoğra
fı çevreleyen düşünceler tam olarak kim indir? Bu sözcükleri kim
söylüyor? Bunları söylem ek gerektiğini kim söylüyor?
Cavafy'rıin A n ısın a ’da, birbirine m üm kün olduğunca benzer iki
oğlan çocuğu görülm ektedir. B unlar ikizdir. P rofilden görülm ek
tedirler, karşı karşıyadırlar, sıvası ve boyası dökülm üş bir duvarın
karşısında. Biri bir iskem leye oturm uştur, kollarını kavuşturm uştur,
gövdesi geriye kaykılm ıştır, bacaklarını uzatm ıştır, dudaklarının
arasında bir sigara vardır; diğeri, kocam an bir adım atarak gölge
den çıkar, yanındakine doğru eğilir; çakm ağından yükselen alev
sigarasının ucuna neredeyse değm ektedir. A rzunun alışılm ış şifre
çözücüleri için bundan daha büyük bir yakınlık, daha kesinlenm iş
ve daha okunaklı bir iletişim hayal etm ek güçtür. A m a işte, fotoğ
rafın altındaki m etin şöyle dem ektedir: “Sadece onun sigarasını
yakm ak bile büyük bir zevkti.” Ve aniden resim , sanki gerçeğin
ağırlığından kurtulm uş, sözcüklerle havalanm ış gibi olur; her
türlü karşılıklılık ortadan kaybolur; tam am layıcılık dağılır. G eriye,
ikisinden birinin vücudunu yakan kaçak bir arzunun tek başına
ve gizli duyum u kalır; diğeri, hareketsiz, kollarını kavuşturm uş,
gözleri yüzüne yaklaşan ele dikili, bilm em ektedir ya da bilm ek
istem em ektedir. A m a yine de biliyor olabilir. A m a ötekinin cehale
ti içinde berikinin hazzı, belki de, bu kadar h afif cehalet karşısm da,
bilinm eyen bu hazla hareket eden fotoğrafçının düşüncesinden
başka bir şey değildir.
Duane M ichals’ın, fotoğraflarına bakanı belirsiz bir okur-seyir-
ci rolüne davet ederek ve ona düşünce-duygular sunarak (çünkü
duygu, ruhu kım ıldatan ve ruhtan ruha kendiliğinden yayılan bu
harekettir) gösterdiği şey, bu karm aşık, m uğlak biçim de paylaştırıl
mış düşüncelerdir. “Bu sözcüklerin bir sayfa üzerindeki görünüm ü
hoşum a gidiyor. Tıpkı ardım da bıraktığım bir ayak izi gibi, oradan
geçtiğim i kanıtlayan, belirsiz, tuhaf izler.”
Fotoğrafçılar dizi sanatını uzun süredir uygulam aktadır: ya
R obinson’un K ırm ızı Başlıklı K ız 'ı anlatm ası gibi bir hikâye anlat
m ak için ya da M uybridge tarzında zamanı m üm kün olduğunca sıkı
yaym ak için, veyahut da bir nesnenin tüm profillerini, onu ortadan
kaldıracak kadar tüketm ek için.
D uane M ichals’ın dizilerinin ekonom isi tam am en başkadır. Bir
olayı, bir sahneyi ya da bir tavrı kavram ak için bunlara adım adım
yaklaşm ak yerine, beceriksizlik ya da güçsüzlükm üş gibi elinden
kaçırır onları. Bir kapı yavaşça açılır, kanepede oturan kadın şaşı
rır; biraz döner, sonra, aniden, ürkerek ayağa kalkar, bu hareke
tiyle kendi görüntüsünü kım ıldatır ve siler; kapı hiçliğe açılm ıştır.
Şiddetli E ylem 'd e , zor seçilen bir gölge çıplak bir adam ın arkasında
belirir; bu, yaklaşan ve kolunu kaldıran bir başka adamdır; ama, ne
yazık ki, eylem de kım ıldayan indirilen darbeyi kavram ayı pek sağ
lamaz; ne var ki, birinci adam ın görüntüsü bulanıklaşır ve o da sıra
sı geldiğinde kaybolur. Dizi, yakalam ası gereken olayı atlam ıştır.
Art arda gelişin de ironisi. D osdoğru hedefe gitm ek yerine,
Duane M ichals’ın dizisi atlıyor, tem ası kesiyor, viraj alıyor, her
türlü uyuşum u engelliyor, duyum ların ve heyecanın biçim siz
sürekliliğinin kendi kesintileri altında akıp gitm esine izin veriyor.
Genç bir adam ın eli, kürklü bir eldivenin içinden geçiyor; sonra,
bir otobüstedir, otobüste oturan genç bir kız bu eldivenin taşıdığı
gazeteyi dikkatle okum aktadır; sonra, genç kız çıplaktır ve oğlanın
eli, yine eldivenin içinde, göğsünü okşam aktadır; ve şim di boş olan
otobüsün içinde, bırakılm ış eldivenin kokusu kokm aktadır.
İkinci dereceden ironi; dizi, bir anlatı konusu olabilecek şeye
hafifçe dokunduğunda, am a bu anlatıda ancak bitişik öğeleri, m uğ
lak figürleri, kararsız izlenim leri kesip aldığında. Vuku bulm uş
m aceranın uyum suz fazlalığı gibi bir araya getiren sekans, bu faz
lalığı asla gösterm em eye özen gösterir. D oğrusu, Büyük H a ta 'd a
neler olup bittiğini keşfetm ek çok güç değildir elbette, am a sekan
sın koruduğu tek şey darm adağınık ıvır zıvırdır: Ç ıplak bir genç
adam , ayakta, duvara dayalı, hareketsiz; sanki balm um undan bir
m ankenm iş gibi iki adam taşır onu; bir çift ayakkabı, köseleyle
tem asın hissettirdiği duyum , bir yastığın verdiği iç sıkıntısı, koşm a
arzusu ve bir ırmak ile bir şehrin sonsuz m anzarası üzerindeki
ayakkabıların görüntüsü.
Z am anın ironileri de vardır; vaktinden önce duran dizi
(C inayetten bir süre önce); durm ayı unutan, şimdi zam anı yutan,
geleceğin arasından koşan ve hatta ölüm ün sınırlarını aşan dizi.
D eğişim ler derlem esinde, sekanslardan ilki çocukluk sınırında
beklem ede kalır; am a, sonuncu sekanslarda, Duane M ichals kendi
yaşlanm asını öngörür: tıkızlaşm ış, d ayanıksız, bağlayam adığı
ayakkabılarını sürüyerek, özenli bir genç adam tarafından bir
iskem leye kadar taşınır, sonsuz b ir güçlükle oraya oturur ve orada,
genç eşlikçisi silinirken, orada, yandan, hareketsiz duracaktır, her
an yere yuvarlanacak gibi.
Duane M ichals’ın sekanslara bu kadar sık başvurm uş olm ası,
sekansı, bir hikâye anlatm ak için fotoğrafın anlık haliyle zam anın
sürekliliğini uzlaştırm aya yatkın bir biçim olarak görm esi değildir.
Bu, daha ziyade, zam an ile deneyim birlikte oynam aya devam etse
bile, bunların aynı dünyaya ait olm adıklarını fotoğraf aracılığıyla
gösterm ek içindir. Ve zam an bu değişim leri elbette getirebilir, yaş
lanma, ölüm , düşünce-duygu ondan daha güçlüdür; fotoğraf ise, ve
yalnızca fotoğraf, zam anın görünm ez kırışıklıklarını gösterebilir.
“Y aşlı adam genç adam ın fotoğrafını çekiyor” : C avafy’nin anı
sına son fotoğrafa eşlik eden m etin böyledir. G enç adam, belden
yukarısı çıplak, kot pantolonlu, sırttan görünm ektedir; oturm uş
tur, burnunu duvara dayam ıştır; yine de kayıp profili fark edilir;
dışarının gürültüsü ya da bir gösteri dikkatini çekm iş olm alıdır;
pencereden bakm ak için başını yana çevirir; am a sıkıldığı ve bit
m ek bilm eyen bir ikindi ışığında düş gördüğü de varsayılabilir. Ön
planda, fotoğrafçı, yaşlı adam , Duane M ichals’tır; tam profildendir,
arkadaşı gibi o da alçak bir koltuğa oturm uştur; gözler yerde, hafif
çe önüne bakm aktadır, genç çocuğa doğru bakm am aktadır, özellik
le bakm am aktadır; dizinin üzerinde duran hareketsiz elini ışık tam
olarak kesm ektedir. Fotoğrafın bir köşesinden ötekine, iki şahsı
ayıran diyagonal üzerinde, kom pozisyonun ortasına iyice yerleşm iş
ve üç ayaklı bir m asanın üzerine konm uş bir fotoğraf m akinesinin
siyah dikdörtgeni vardır.
* İnananlarca, m ezardaki İsa’nın yüzünün görüldüğü kabul edilen keten bez. (Yuhanna,
20: 7) (y.h.n.)
bilseydik... Tarihselleştirici bu kabuk, bunu örtünenleri soluksuz
bırakır, boğucu bir katılık içinde sıkıştırır; soludukları p is kokulu
hava, o andaki m acera karşısında onların organizm alarını sonsu
za dek dayanıksızlaştırır. Kale burcunda kalm aktan m em nun olan
F idelio’yu hayal ediyorum ya da P lü to n ’un m ağarasını düşünüyo
rum: G ölgenin ve gölgelerin uygarlığı.
M . F o u c a u l t : M üzik yazısı tekrara dayalı bir yapının algısal
ölçülerinden, işaret ve şem alarından, bu türden her şeyden kurtul
duğu ölçüde, m üziği dinlem enin giderek güçleştiği açıktır.
Klasik m üzikte yazı dinlem e karşısında bir anlam da şeffaftır.
Ve, Bach ya da B eethoven’daki m üzikal yazının birçok olgusu din
leyicilerin çoğu tarafından bilinm iyor olsa da, dinleyicilerin erişe
bildiği başkaları, hem de önem li birileri her zam an vardır. O ysa her
bir öğesini tekil bir olay haline getirm e eğilim indeki çağdaş müzik
dinleycinin her türlü alim im ya da anlam asını güçleştirm ektedir.
P . B o u le z : Ç ağdaş m üzik karşısında dinleyici yalnızca dik
katsiz, ilgisiz m idir? S ık sık ifade edildiğini işittiğim iz şikâyetler
sakın tem belliğe, atalete, bildik topraklarda kalm anın m utluluğuna
bağlı olm asın? Berg, yarım yüzyıl önce, Schönberg’in M üziğini
A nlam ak Niçin Güçtür?* adlı bir m etin yazdı. O nun o zam an
tanım ladığı güçlükler, bugün bizim sözünü edildiğini duyduğum uz
güçlüklerle aşağı yukarı aynıdır. Peki hep aynı mı kalacaktır?
M uhtem elen her yenilik buna alışkın olm ayan duyarlıklara çarpar.
A m a şuna inanm ak gerekir ki, günüm üzde eserin bir kitleyle ileti
şime girm esinde çok özgül güçlükler vardır. A lışıldık repertuvarın
ana kaynağını oluşturan klasik ve rom antik m üzikte, itaat edilen,
eserin kendisinden bağım sız olarak uyulm ası gereken şem alar
vardır, daha doğrusu, eserin bu şem aları gösterm esi zorunludur.
B ir senfoninin h a reketlen, biçim i ve karakteri içinde, hatta ritm ik
yaşam ı içinde ta rif edilir; bunlar birbirlerinden ayrıdır, çoğu
zam an ise, saptanabilir bir geçişle bağlı olsalar da bir kopuşla
gerçekten ayrıdırlar. Sözdağarcığının kendisi “sınıflandırılm ış”,
* Berg (A.), “Warum İst Schoenbergs M usik so schwer verstândlich?” , M usikblâtter des
Ambrııch, 1924.
iyi adlandırılm ış akorlara dayanm aktadır: Bunların ne olduklarını
ve nasıl işlev gördüklerini bilm ek için analiz etm eye ihtiyacınız
yoktur, işaretlerin etki ve güvenliği onlarda vardır; bir p a rça
dan diğerine, bunlara hep rastlanır ve her zam an aynı görünüm
ve işlevleri üstlenirler. Bu güven verici öğeler “cid d i” müzikten
adım adım yo k olm uştur; evrim, hem eserlerin biçim inde hem de
dilinde her zaman daha radikal bir yenilenm e yönünde kendini
gösterm iştir. Eserler, kuşkusuz kendi öncelleri olan tekil olaylar
olm aya yönelm iştir; am a herkes tarafından a priori kabul görm üş
yönetici şem alara indirgenem ezler; bıı elbette dolaysız kavrayış
için bir engel yaratır. D inleyicinin eserin güzergâhıyla yakınlık
kurm ası, bunun için de eseri defalarca dinlem iş olması talep edilir;
güzergâhın aşina olm asıyla birlikte, eserin kavranışı ve ifade etm ek
istediği şeyin algılanışı gelişim lerine uygun alan bulabilirler. İlk
buluşm anın algıyı ve kavrayışı aydınlatabilm e ihtim ali giderek
azalm aktadır. İletinin gücü, yazının niteliği, işitsel güzellik ve
ölçülerin okunurluğu sayesinde kendiliğinden bir katılım olabilir,
am a derin kavrayış ancak okum anın tekrarından, yeniden katedi-
len güzergâhtan gelebilir, bu tekrarın önceden uygulandığı haliyle
kabul görm üş şem anın yerini alm ası kaydıyla.
Ciddi denen m üzikten (eskiden bilgece denirdi) dışlanm ış olan
sözdağarcığı ve biçim şem aları bazı popüler biçim lere, m üzikal
tüketim nesnelerine sığınm ışlardır. Burada yine türlere göre, kabul
edilen tipolojilere göre yaratı söz konusudur. Tutuculuk ille de
olması beklenen yerde değildir; tam da tutucu olm am ak isteyen
kuşaklar tarafından büyük coşkuyla benim senm iş tüm ticari üre
timlerin temelinde biçim ve dil bakım ından belli bir tutuculuğun
bulunduğu inkâr edilem ez. M üzikli ya da şarkılı protesto gösteri
sinin sistem tarafından son derece geri alınabilir bir sözdağarcığı
aracılığıyla aktarılıyor olması zam anım ızın bir paradoksudur, ki
bu geri alm a elbette m eydana gelir; ticari başarı, protestonun içini
boşaltır.
M . F o u c a u l t : Ve bu noktada belki de XX. yüzyılda m üzik
ile resm in evrim inin birbirinden ayrılm ası söz konusudur. Resim,
C ezanne’dan bu yana, resm etm e edim i karşısında bile şeffaflaşm a
eğilim indedir; bu edim , tem el işaretlerin kullanım ıyla ya da ken
dine özgü dinam iğinin izleri yoluyla tabloda kesin olarak vardır,
görünür ve ısrarlı kılınm ıştır. Buna karşılık, çağdaş m üzik dinleye
ne kendi yazısının yalnızca dış yüzünü sunar.
Bu m üziğin dinlenm esindeki zorluk, buyurganlık buradan kay
naklanıyor. H er dinletinin, dinleyicinin katıldığı ve kabul etm esi
gereken bir olay olarak kendini sunm ası buradan kaynaklanır.
D inleyicinin dinletiyi beklem esini ve kabul etm esini sağlayan
ölçütleri yoktur. O, dinletiyi m eydana gelirken dinler. Ve bu çok
güç bir dikkat tarzıdır ve klasik m üziğin tekrar tekrar dinlenm esinin
kurduğu yakınlıklarla çelişir.
G ünüm üz m üziğinin kültürel bir ada olm a hali, yalnızca
bir pedagojinin ya da yetersiz bilgilenm enin sonucu değildir.
K onservatuvarlardan yakınm ak ya da plak şirketlerinden şikâyet
etm ek kolaycılık olur. O laylar daha ciddidir. Bu tuhaf durum ,
çağdaş m üziğin kendi yazısından kaynaklanır. Bu anlam da, zaten
arzulanm ış bir durum dur. Bu, yakınlık kurm aya çalışan bir müzik
değildir; kendi ayrım ını ve kesinliğini korum ak için yapılm ıştır.
Elbette tekrar tekrar çalınabilir; am a kendini yinelem ez. Bu anlam
da, bir nesneye geri döner gibi ona geri dönem eyiz. O daim a sınır
larda ortaya çıkar.
P . B o u l e z : Çağdaş m üzik sürekli keşfedilm ek istediğine göre
-y e n i duyarlılık alanları, yeni m alzem elerin d enenm esi-, birkaç
kâşifin gözüpek m erakını bekleyen bir Kam çatka (Baudelaire,
Sainte-B euve, h a tırlıyor m u su n u z?) olarak kalm aya m ahkûm
m udur? Şu ilginçtir ki, en çekingen dinleyiciler kendi m üzikal
kültürlerini özellikle geçm işin m ağazalarından, hatta belli bir geç
m işten edinm iş olanlardır; daha açık olanlar ise -ya ln ızca daha
cahil olduklarından mı a çıktırla r? - başka ifade araçları -ö zellikle
plastik sa n a tla r- karşısında belirgin bir ilgi duyan dinleyicilerdir.
"Yabancılar” mı daha alıcı? Bunun onaylanm ası, hem yargı hem
de teknik itibarıyla am atörlüğün baskın olacağı daha geniş ve
daha m uğlak bir alana a it olm ak için günüm üz m üziğinin “gerçek”
m üzikal kültürden koptuğunu kanıtlam aya yönelik tehlikeli bir tavır
olur. Buna a rtık “m üzik” dem eyin, oyuncağınızı size bırakm ayı
çok istiyoruz; bu, hakiki m üziğe, ustaların m üziğine dair değerlen
dirm em izle alakası olm ayan bir tespitten kaynaklanır. Böyle bir
argüm an vardır artık ve küstahça naifliğiyle, inkâr edilem ez bir
hakikate yaklaşır. Yargı ve beğeni önceden oluşm uş kategori ve
şem aların tutsağıdır ve ne pahasına olursa olsun bunlara gönder
m e yapılır. Bize inandırılm ak istendiği gibi, aradaki ayrım , bir d u y
gular aristokrasisi, bir ifade soyluluğu ile deneyim e dayalı tesadüfi
bir zanaatkârlık arasında değildir: Alete karşı düşünce. Bu, daha
ziyade, m üziği icat etm enin fa rk lı biçim lerine uyarlanam ayan,
m odüle edilem eyen bir dinlem edir. Bana tam da bir süperm arket
estetiği gibi gelen, kendi adını söylem eye cesaret edem eyen ve
uzlaşm alarının sefaletini daha iyi gizlem ek için iyi niyet kisvesine
bürünen bir dem agoji gibi gelen m üziklerin evrenselliğini elbette
vazedecek değilim. K om pozisyonda olduğu kadar seste de kalite
nin gerekliliğini reddetm iyorum elbette: Saldırganlık ve kışkırtm a,
üstün körü onarım ve kaşa göze p udra sürm ek, cılız ve m asum
p a ly a tif önlem lerden başka bir şey değildir; belli bir karm aşıklığın
ötesinde, algının, içinden çıkılm az bir kaos içinde yönünü şaşırm ış
bulunduğunu, sıkıldığını ve işi bıraktığını -ç o ğ u l deneyim lerle ve
gayet doğrudan o la ra k - p ekâlâ biliyorum . E leştirel tepkilerim i
koruyabileceğim i ve benim onayım ın otom atik olarak “çağdaşlık”
anlam ına gelm eyeceğini söylem ek zaten yeterince bir şey dem ek
oluyor. Bazı dinlem e m odülasyonları, tarihsel sınırlandırm aların
ötesinde zaten oldukça kötü bir biçim de m eydana gelm ektedir.
B arok m üzik -ö zellikle ikinci ra fta kiler- W agner ya da Strauss d in
lenir gibi dinlenm ez; A rs N o v a ’nın polifonisi, D ebussy ya da Ravel
dinlenir gibi dinlenm ez. A m a bu durum da, kaç dinleyici, m üzikal
anlam da kendi “varlık kip leri” ni değiştirm eye hazırdır? Bununla
birlikte, m üzikal kültürün, tüm m üzikal kültürün özüm senebilm esi
için, içinde yer aldığı tarihsel dönem e bağlı olarak, icadın tabi
olduğu ölçüt ve uzlaşım lara uyum gösterm ek yeterlidir. Sırı dökül
m üş bir aynada geçm işin hayaletim si yansılarına fa n a tikçe bağlı
olanların bize dinletirdiği astım lı öksürüklerin karşı ucunda yüzyıl
ların bu geniş soluğu yer alır. K im i zam an kabalık, itiraz gürültü
patırtı; kim i zaman düşünm e, şiddet-dışılık, sessizlik şeklindeki
iki yüzlü bir m acera içinde bir kültür oluşm akta, devam etm ekte
ve dönüşm ektedir. M aceranın biçim i ne olursa olsun - e n şaşırtıcı
olanı her zam an en gürültülü olanı olm adığı gibi en gürültücüsü
de ille en yüzeyseli olm ak zorunda da d e ğ ild ir- bunu görm ezden
gelm ek boşunadır, dahası zorla hapsetm ek daha da nafiledir.
Ancak çakışm anın daha güçlükle olabildiği, icadın herhangi bir
yanının kesinlikle hoşgörü gösterebileceğim iz ya da “akla uygun
olarak” içim ize katabileceğim iz şeyden kaynaklanıyor gözüktüğü
kim i doruk dönem leri olabileceği gibi; daha doğrudan erişilebilir
bir düzeyden yeniden düşm enin m üm kün olduğu kim i dönem lerin
de var olduğu kısmen söylenebilir. Bireysel, k o le k tif tüm bu görün
güler arasındaki ilişkiler öyle karm aşıktır ki, bunlar arasında
paralellikler ya da kesin gruplaşm alar kurm ak imkânsızdır. Daha
ziyade şu söylenebilir: B eyler gözlerinizi açın, sonra da “dönem in
havasına!” güvenin. A m a, çalın lütfen! Ç alın! Yoksa ne sonsuz bir
sıkıntı salgılanm ış olur!
* “A rchaeology of a passion” (C. Ruas ile söyleşi, 15 Eylül 1983), in Foucault (M.),
Raym ond Roussel, Death and the Labyrinth, New York, Doubleday, 1984, s. 169-186.
yüzyıl sonunun eski basım evlerinin geleneksel rengiydi, kısacası,
artık basılm ayan türde kitaplar. Lem erre K itabevi’nin bastığı kitap
lardı bunlar.
Jose C o rti’nin, bugün iyice eski olan bu L em erre evrak-ı m et-
rukesinden neyi satabileceğini anlam a m erakından bu kitaplardan
birini aldım ve karşım a adından söz edildiğini hiç işitm ediğim bir
yazar çıktı: R aym ond Roussel. K itabın adı La V ue’ydü [Bakış],
Daha ilk satırlarında karşım a çıkan şey, son derece güzel bir nesir
di. K itap yayım lam aya o dönem de henüz başlam ış olan Robbe-
G rillel’ninkine son derece yakın bir nesirdi bu. B akış ile genel
olarak R obbe-G rillet ve özellikle Le Voyeur [Gözleyici] arasında
bir tür karşılaştırm a yaptım .
Jose Corti konuşm asını bitirdiğinde, bu Raym ond R oussel’in
kim olduğunu ona utangaçça sordum . Bunun üzerine bana biraz
acım ayla karışık bir cöm ertlikle baktı ve dedi ki: “Roussel işte...”
Raym ond R ou ssel’in kim olduğunu öğrenm em gerektiğini anladım
ve hep aynı utangaçlıkla, satın alabilir m iyim diye sordum; o kitabı
satıyordu çünkü. Y ine de çok pahalı olduğunu görm ek beni şaşırttı
ya da hayal kırıklığına uğrattı. O gün Jose C o rti’nin bana şunu
dem iş olduğunu sanıyorum : “Am a, C om m ent j ’ai ecrit certains de
mes livres'i de [K itaplarım dan Bazılarını Nasıl Yazdım ] okum alısı
nız.” Ardından, biraz sistem atik olarak am a yavaş yavaş Raym ond
R oussel’in kitaplarını satın aldım ve şaşılacak derecede ilgilendim:
O nesir karşısında büyülenm iştim , ardında ne olduğunu henüz bil
m ezken özünde bir güzellik bulm uştum . Ve Raym ond R oussel’in
yazı teknik ve usûllerini keşfettiğim de, içim deki takınaklı bir yan
ikinci bir kez baştan çıkm ış oldu.
R oussel’e karşı daim a biraz gizli bir sevgi duydum , çevre
me bundan pek söz etm edim . Sonuçta yabancı ülkelerdeydim ,
İsveç’te, P olonya’da, A lm anya’da. 1960 yılında, hayatım da ilk kez
R obbe-G rillet’ye H am burg’da rastladığım da, birbirim ize sem pa
tiyle bağlandık. H am burg fuarında birlikteydik, aynalar labirentin
de eğlendik. Bu, onun Labirent rom anının çıkış noktasıdır." Ama,
* Foucault burada, 1959’da yayımlanan romanını kendisine Hamburg anısı olarak gönde
ren R obbe-G rillet’nin ithaf yazısı ile romanın konusunu birbirine karıştırıyor.
ilginç olan, benim açım dan m asum olduğunu bir an bile düşüne
m eyeceğim iz bir tür sürçm eyle, ona R ou ssel’den hiç söz etm edim ,
R oussel’le ilişkilerine dair bir şey de sorm adım .
Y ıllarca olaylar böyle kaldı. Sonra, bir tatil günü, C ritique der
gisi için Roussel üzerine küçük bir m akale yazm ak istedim . Am a
R oussel’e ve m etinlerine karşı öyle bir sevgi duym aktaydım ki,
sonuçta bu kitabı yazm ak için iki ay boyunca kapandım . N erede ve
nasıl yayım layacağım ı bilm iyordum . B ir gün, bir editörden neler
yaptığım ı soran bir telefon aldım. “Roussel üzerine bir kitap hazır
lıyorum . -B itirdiğinizde, m üm künse bana gösterebilir m isiniz?
Bitm esine daha çok var m ı?”
Yazdığı kitapları bir türlü bitirem eyen ben, hayatım da ilk kez
gururla cevap verebildim : “ Y akında bitm iş olacak. Tam on bir on
iki dakika sonra!” Cevap kesinlikle doğrulandı: Son sayfayı daktilo
etm eye başladım . İşte bu kitabın hikâyesi bu. R obbe-G rillet’ye ve
bu sürçm e-unutm aya geri dönersek, onun G özleyici adlı kitabını
ilk önce Raym ond R oussel’in anısına Bakış diye adlandırm ak iste
diğini, benim kitabım çıktıktan sonra öğrendim . Editörü, Jeröm e
Lindon, kuşkusuz haklı ticari gerekçelerle, bu başlığın kesinlikle
satm ayacağını düşünm üştü. A m a kitap tam am en R oussel’e yöne
likti; doğrudan ona gönderm ede bulunarak yazılm ıştı.
C . R u a s : Roussel, P roust’utı çağdaşıydı. E debiyat tarihinin
geleneksel perspektifi içinde, dönem in karşıt kutupları hakkında bir
fik ir verm ek için genellikle yazarlar karşı karşıya getirilir, örneğin
Balzac ile Stendhal karşıtlığı gibi. Bana ilginç gelen şey, P roust’la
birlikte, hâlâ XIX. yüzyıl rom anını ve rom anesk uzlaşım larm en uç
noktalarına vardırıldığını görürken, R o u ssel’le birlikte de, tersine,
uzlaşım larm içpatlam asını görm ekteyiz: Rom ancı eserinin ardın
da yo k oluyor ya da saklanıyor. A yrıca R oussel’in, im gesel bakış
açısından P ro u st’un karşıtı olm adığını da fa r k etm ek gerekir (bu
yer geleneksel olarak G ide’e aittir); Cocteau R o u ssel’i “düşlerin
P roust’u ” diye adlandırm ış olsa da bu böyledir.
M. Foucault: Cevabım belki sizi korkutacak, siz R oussel’cisiniz:
Ben R oussel’i P roust’la karşılaştırm aya cesaret edem em . R oussel’in
yeri konusunda oldukça ihtiyatlıyım . Bu, yalnızca dilbilim sel olm a
yan son derece ilginç b ir deneyim -tak ın ak lı birinin dil deneyim i
d eğ il-, daha fazla bir şey. Roussel bir güzellik biçim ine, güzel bir
tuhaflığa hakikaten vücut verdi. A m a R ou ssel’in Proust olduğunu
söyleyemem .
C . R u a s : R oussel’i R obbe-G rillet’ye yakın görm eniz dönem i
nin edebiyat geleneklerini reddettiği için mi?
M. F o u c a u l t : Y orum lam ak istediğim çok yan var. Ö ncelikle
şu: Roussel elbette, bir geleneğin değil, diyelim ki, bir yazarlar
dizisinin parçasıdır: “Dil oyunu” sorunuyla sözcüğün gerçek anla
m ıyla ilgilenm iş olan, edebi yapı ile bu “dil oyunu”nun doğrudan
doğruya bağlı olduğu bu yazarlar her dilde m evcuttur. B una bir
gelenek diyem em , çünkü bu yöntem her yazarla birlikte kaybo
luyor gibidir: A ktarılm ıyor, yeniden keşfediliyor. Ve kimi zaman
yeniden ortaya çıkan oldukça benzer şeyler var.
Roussel, çalıştığı dönem de, 1925 yılına doğru çok yalnızdı ve
tecrit olm uştu ve sanıyorum anlaşılam adı. G erçekten de ancak
iki bağlam da yankı buldu, mesela otom atik dil sorunuyla birlikte
gerçeküstücülükte; sonra da, ellili-altm ışlı yıllara doğru, edebiyat
ile dilsel yapı arasındaki ilişki sorununun yalnızca teorik bir tem a
değil, aynı zam anda edebi bir ufuk olduğu bir dönem de.
C . R u a s : B u m etin sizin delilik üzerine çalışm anızdan sonra
geldi. O dönem de sizi ilgilendiren R oussel’in psikolojik sorunları
mıydı ?
M. F o u c a u l t : K esinlikle değil. R oussel’i keşfettikten sora,
onun Dr. Ja n e t’nin bir hastası olduğunu, kendisinin de aktardığı
iki sayfada durum unu analiz ettiğini öğrendiğim de bu beni hem
eğlendirdi, hem ilgilendirdi. Roussel üzerine başka m etinlerin
yazılıp yazılm adığını araştırdım , ama hiçbir şey bulam adım ; bunun
üzerinde ısrar etm edim , çünkü beni ilgilendiren özellikle bu durum
değildi. H er neyse, benim kitabım da, psikopatolojiye çok referans
yaptığım ı sanm ıyorum .
C . R u a s : O dönem de R oussel’e ilginizin, yazm ış olduğunuz
deliliğin tarihi üzerine bu biiyük incelem eden kaynaklanıp kaynak
lanm adığını m erak ediyordum?
M. Foucault: Bu m üm kün, am a bilinçli bir ilgi değildi. Deliliğin
kültürel, tıbbi, bilim sel, kurum sal sorunuyla ilgilendiğim için
R oussel’le ilgilenm iş değilim. A m a benim psikopatolojik yapım
ve sapkınlığım içinde, delilikle ve R oussel’le ilgilenm em i sağlam ış
olan nedenlerin belki de aynı olduğu kuşkusuz söylenebilir.
C . R u a s : Siz incelemenizde, bulunm uş dil sorununu analiz edi
yorsunuz. Otomatik yazıdan söz ettiniz, ama ben sanatsal ve edebi
dünyada çok yaygın olan bulunm uş nesne fik rin i de düşünüyorum.
Siz bu bulunmuş dil sorunuyla kişisel olarak ilgilendiniz mi?
M. F o u c a u l t : Beni ilgilendiren şey, kuşkusuz delilikten çok
burası olabilir. Söylem konusunda falanca ya da filanca sözcelem
dizisini m üm kün kılan dilbilim se] yapıya değil, söylenm iş şeylerin
olduğu bir dünyada yaşıyor olm am ıza ilgi gösteriyorum . Bu söy
lenmiş şeyler, söylenm iş şey olarak gerçeklikleri içinde bile, kimi
zam an sanıldığı gibi, iz bırakm adan geçen bir tür rüzgâr değildir;
aslında bu izler ne kadar belirsiz olsa da varlıklarını sürdürüyorlar
ve bizler tam am en söylem lerden örülü, söylem lerle iç içe geçm iş
bir dünyada yaşıyoruz, yani fiilen telaffuz edilm iş sözcelerden,
birbirini izleyen söylenm iş şeylerden, olum lam alardan, sorulardan,
tartışm alardan, vs. oluşan bir dünyada. Bu ölçü içerisinde, içinde
yaşadığım ız tarihsel dünyayı bu dünyada var olm uş ve hâlâ da var
olan tüm söylem sel öğelerden ayırt edem eyiz.
Ö nceden söylenm iş olan dil, önceden var olm uş dil, sonradan
söylenebilecek olanı, bağım sız olarak ya da genel dilbilim sel çerçe
ve içinde bir biçim de belirler. Beni ilgilendiren şey özellikle budur.
Ve R oussel’in oyunu, eserlerinden bazılarının önceden söylenm iş
olana rastlam asına im kân tanıyan ve bu bulunm uş dil aracılığıyla,
kendine özgü kurallara göre, belli bir sayıda şey inşa eden, am a
bu önceden söylenm iş olana da her zam an referansta bulunan bu
oyun beni eğlendirdi ve bu bana, kültürel ve tarihsel bir olgudan
yola çıkan edebi bir yaratı oyunu gibi geldi ve bunu sorgulam ayı
doğru gördüm .
C . R u a s : Sanatçının, kullandığı bu önceden söylenm iş olanla
ilişkisi nedir?
M. F o u c a u l t : Sapkın bir oyundur bu. Bir rom an ne kadar
orijinal olsa da, ister U lysses olsun ister K ayıp Zam anın İzinde,
yine de her zam an rom anesk b ir geleneğe ve dolayısıyla rom an
daki önceden söylenm iş olana dahildir. T uhaf bir şekilde, Roussel
tiyatroda önceden söylenm iş olanı m atris olarak alm aktadır, ama
gelişm e ve inşa ilkesi olarak rom anesk tarzın cinsil m atrisini kul
lanm am aktadır. Ö nceden söylenm iş olandan yola çıkm aktadır; ama
bu önceden söylenm iş olan, tesadüfen rastlanm ış, bir reklam da
okunm uş ya da bir kitapta bulunm uş bir cüm ledir.
C . R u a s : Roussel, rom anlardan sonra, kitleyle daha fa zla ile
tişim içinde olm a niyetiyle tiyatroyu kullandı. Tiyatronun bulunm uş
dile daha yatkın olduğu düşünülebilir, çünkü tiyatro konuşm anın
dünyasıdır.
M. F o u c a u l t : Ö nceden söylenm iş sözün tiyatroda kullanım ı
genel olarak sahnede görülene gerçeğe uygunluk işlevi verm e
ye yarar. A ktörlerin gündelik dili kullanm asının işlevi durum un
keyfiliğini m üm kün olduğunca unutturm aktır. Roussel ne yapar?
R astgele işitilm iş, bir şarkıdan alınm a, bir duvarda okunm uş,
tam am en gündelik cüm leleri alır. Ve en saçm a şeyleri, en gerçeğe
uym az şeyleri, gerçekle m üm kün hiçbir ilişkisi olm ayan şeyleri bu
öğelerden m eydana getirir. Ö nceden söylenm iş olandan ve genel
likle tiyatroda görülen işlevlerden yola çıkarak yine sapkın bir oyun
söz konusudur.
C . R u a s : R o u ssel’in Locus Soluş ve A frika İzlenim leri gibi
rom anlarında, kendi yarattığı bu fan tezin in görüntüleri bana XIX.
yüzyılın çocuk oyuncaklarına çok yakın gibi gelm ektedir. Bazı
sahneler, m anzara resm i ya da N apoleon’un portresini çizebilen
oyuncak bebekler gibi karm aşık ve pek hoş otom atik bazı oyunların
tariflerine denk düşebilir. R o u ssel’in eserinin karm aşıklığını inkâr
etm iyorum , am a onun im gelem inin çocukluğa ya da katışıksız fa n
teziye bir geri dönüş olup olm adığı sorusunu kendim e soruyorum .
M . F o u c a u l t : Bu küçük çocuk oyunlarına, tram pet çalan tav
şan türü otom atik oyuncaklara kim i zaman üstü kapalı kim i zam an
oldukça açık bir referans olduğu doğrudur. A m a şunu söylem ek
gerekir: Çocuğun im gelem i genel olarak tüm yazarlarda m evcuttur,
başka türde bir fantastiğe yönelten tüm bir hazırlık çalışm asıyla
edebiyata uyum sağlam ıştır. Roussel ise bu im gelem i kendi düze
yine iter; tram pet çalan tavşandan yola çıkarak m akineyi daha da
karm aşıklaştırır, am a her zam an bu aynı tür m akinede kalarak bir
başka kayda geçmez, yoğun biçim de şiirsel yapılara varır; bunların
kendi içlerinde çocuksu olduklarını düşünm üyorum , am a bunlar,
ister çocuksu olsun ister çocukca, çocukluğa özgü bu imgesel
çekirdekleri hazırlam anın bir başka tarzıdır.
C . R u a s : R oussel’deki d il dönüşüm ünü incelerken dildeki boş
luktan ya da oyuktan söz ediyorsunuz. Bu konuda D um arsais’nin
tropolojik anlam tarifini aktarıyorsunuz. M etnin altında yankı
olarak tekrarlanan sizin ikincil dil algınızı düşünüyorum . G ide'in
Afrika İzlenim leri’ni yüksek sesle okum ayı sevm esinin nedeni bu
muydu diye kendim e soruyorum . Siz R o u ssel’i bu ikinci dili, bu ölü
ve göm ülü dili işiterek m i okuyorsunuz?
M . F o u c a u l t : Evet. Bu çok ilginç bir soru ve R oussel’deki
m uam m alı şeylerden biri. Ö ncelikle şunu iyice akılda tutmak
gerekir ki, bu teknikleri her zam an kullanm am ıştır; B a k ış'ta inşa
teknikleri yoktur. Ben kitabım da yordam sız m etinlerle yordam lı
m etinleri, falanca yordam a uyanlarla filanca yordam a uyanları
açıklayabilecek genel m atrisin ne olabileceğim anlam aya çalıştım.
R oussel’in söylediği şeyi ister istem ez düşünüyorum : “Nasıl ki
uyaklarla iyi ya da kötü dizeler yazılabilirse, bu yordam la da iyi ya
da kötü eserler yazılabilir.”
R oussel’in çalışm ası estetik bir denetim e, im gelem düzen
lenişine tabi olduğu şeklinde kesin bir izlenim verm ektedir. Bu
çalışm anın yöneldiği im gesel dünya, farklı sonuçlar verebilecek
olan yapılardan yola çıkarak sonuçta benim sediği im gesel dünya,
ona değerini veren belli sayıda estetik ölçüte itaat etm ektedir.
Bana öyle geliyor ki bu estetik ölçütler -R o u sse l’e sundukları tüm
bileşim ler dikkate alındığında- yordam ın doğasından ayrılm azdı.
Sonuçta, Kitaplarım dan Bazılarını N asıl Y azdım 'm elim izde olm a
dığını varsayalım : Bu durum da yordam ları yeniden oluşturm anın
kesin olarak im kânsız olduğu kanısındayım . N ouvelles Im pressions
d ’A frique'ten [Yeni A frika İzlenim leri] söz etm iyorum , burada
ki yordam tipografiktir. A m a Im pressions d ’A friq u e’te [Afrika
İzlenimleri] ya da Poussieres de so leil'de [Güneş T ozlan] dilsel
bir yordam olduğundan kuşku duyabilir m iyiz? K uşkusuz duym a
yız. Peki bu, çalışm anın değerini azaltır m ı? Yordamı bilm eseydik
R oussel’i nasıl algılardık? Bu ilginç bir sorudur. Bir Amerikalı
okur, bir de Japon okur düşünün, Japonca’ya da çevrildi çünkü
Roussel. Bu okur R ou ssel’le ilgilenebilir m i? Bir yordam olduğunu
bilm eden eseri güzel bulabilir mi ya da bir yordam olduğunu bilse
de, elinde esas [m atrisyel] dil olm adığından anlam ayacağına göre
beğenebilir mi eseri?
C . R u a s : R oussel’i İngilizceden okuyanlar, eserde erişem eye
cekle? i başka bir yan olduğunu biliyorlar. A m a dilin ve imgelem in
niteliğine değer veriyorlar.
M. Foucault: K esinlikle. B ir yordam ın varlığı bilinm ese bile
eserin kendi başına değer taşım asını sağlayan bir im gelem niteliği
var. Am a yordam ın bilinci, bu yordamı kavram ayı asla başaram a
yacağını bilse de, yalnızca m etni okum aktan zevk alsa da okurda
bir belirsizlik hali oluşturuyor. Bir sır olduğu olgusu, b ir tür şifreli
m etin okum a duygusu, okum ayı bir oyun haline getirir; elbette
biraz karm aşık, biraz tedirginlik verici, yalnıza zevk için bir m etin
okunduğunda olandan neredeyse biraz daha kaygı verici bir giri
şim. Epizotlardan biri okunurken bunu hangi ilk metnin yaratm ış
olduğu bilinm ese bile, bu ölçü içerisinde önem taşır. Aşırı çalışm a
sonucu, bazı p ü f noktaları, yola çıkış noktası olarak işe yaram ış
bazı cüm leler ortaya çıkarılabilir. R ousseFin her bir epizodunun
altında, bu epizoda döl yatağı olarak hizm et etm iş cüm leyi bulm ak
için yıllarda çalışm ış bir ekip hayal edilebilir, am a bunun ilginç
olacağından em in değilim . Bana öyle geliyor ki, kendi başına zaten
hoşa giden m etnin güzelliğinden başka, yordam ın bilinci okura
belli bir gerilim verir. A m a çıkış noktası olarak hizm et etmiş m etne
dair gerçek bilginin ille de şart olduğuna em in değilim .
C. Ruas: R oussel’in gerçekiistücülerle ilişkileriyle ilgilendiniz
mi?
M. Foucault: Hayır. M ichel L eiris’in R oussel’i tanıdığını öğren
m iştim (babası R oussel’in para işleriyle ilgileniyordu). Leiris-
Roussel ilişkileri, içindeki bazı şeyler bana R ou ssel’i hatırlatan
Biffures dolayısıyla beni cezbetti. L eiris’le bunun üzerine konuş
tum, am a Roussel üzerine söyleyebileceği her şeyi m akalelerinde
yazm ıştı. Bunun dışında, Roussel ile gerçeküstücülerin ilişkilerinin
önem siz olduğu kanısındayım . G erçeküstücüler onun eserinde bir
tür Güm rükçü R ousseau’yu,* edebiyatın naif bir türünü gördüler,
onunla eğleniyorlardı. A m a gerçeküstücü hareketin R oussel’in
kişiliğine biraz ağırlık verm ekten ve oyunlarının tem sili sırasında
parlak gürültü patırtılar çıkarm aktan fazlasını yaptıklarını sanm ı
yorum.
C . R u a s : Teatral bir başarıya ulaşm a arzusunu nasıl yorum
luyorsunuz?
M . F o u c a u l t : Biliyorsunuz am a, onun için yazm ak buydu. İlk
kitabından sonra, ertesi sabah kendi etrafında bir tür ışıltı olm asını
beklediğini ve böylece sokakta herkesin onun bir kitap yazdığını
görebileceğini um duğunu yazdığı çok güzel bir m etni var. Bu,
yazan her kişinin beslediği karanlık bir arzudur. Y azılan ilk m etnin
başkaları için olm adığı da, olunan şey olunduğu için yazılm adığı
da doğrudur: O lunandan başka bir şey olm ak için yazılır. Y azm a
edim i dolayım ıyla hedeflenen varlık tarzındaki bir değişim dir.
R oussel’in gözlem lediği ve aradığı şey bu varlık tarzındaki deği
şim dir, o kendini bu değişim in içinde sanıyordu ve bundan korkunç
acı çekti.
C . R u a s : R oussel’in yaşam ı ve kullandığı uyuşturucular h a k
kında pek az şey biliniyor. H aşhaş o dönem in u yu şturm uşuydu
değil mi?
M. F o u c a u l t : Evet, am a kokain de oldukça yaygındı. Konu
beni ilgilendiriyordu, am a vazgeçtim : B a tı’da XIX. yüzyılın
başından itibaren özellikle uyuşturucu kültürü üzerine ya da kültür
olarak uyuşturucu üzerine bir incelem e yapm ak. K uşkusuz bu çok
374
daha öncelere uzanıyor. Am a uyuşturucu yine de çok önem liydi,
hem en hem en yetm işli yıllara kadar ve bugün de hâlâ önemli.
B atı’m n tüm sanat yaşam ına sıkı sıkıya bağlı.
C. Ruas: Roussel özellikle uyuşturucular nedeniyle hastaneye
yatm ış olm alı, özellikle p sikolojik sorunları nedeniyle.
M. Foucault: Sanıyorum ki Janet onu ilk kez tedavi ettiğinde
-Ja n e t o dönem de P aris’te büyük bir p sik iy atrd ı- Roussel çok
gençti, sanırım on yedi ya da on sekiz yaşında ve sanırım patolojik
görülen nedenlerle tedavi gördü. U yuşturucu kullandığı için değil.
C. Ruas: A m a sonunda tedavi olm aya karar verdiğinde, uyuştu
rucudan kurtulm ak içindi bu.
M. Foucault: Palerm o’da intihar ettiğinde K reuzlinger hastane
sine yatacaktı, odası bile ayrılmıştı.
C. Ruas: E serinin ardına saklanan sanatçı fenom eninin onun
cinsel kim liğine bağlı olduğunu m u sanıyorsunuz?
M. Foucault: Şifrelem e ile sır olarak cinsellik arasında bir ilişki
olabilir. Üç örnek ele alalım: Cocteau için denir ki: “Eşcinsel oldu
ğuna göre, cinselliğini, cinsel zevk ve tercihlerini bu kadar gösteriş
çi bir şekilde sergilem esi şaşırtıcı değildir.” Pekâlâ. Proust hakkında
denir ki: “Cinselliğini hem gizleyip hem gösterm esi şaşırtıcı değil,
en açık bir şekilde belli edip aynı zam anda da bu kadar inatla kendi
ni gizlem esi şaşırtıcı değil, çünkü bir eşcinsel o.” Roussel hakkında
da şöyle denebilir: “Cinselliğini tam am en saklam ası şaşırtıcı değil,
çünkü o bir eşcinsel.” Başka deyişle, olası üç tavır: C inselliği tam a
m en gizlem ek, göstererek gizlem ek ya da sergilem ek, cinselliğin
bir sonucu olarak görülebilir, ki ben bunun elbette bir yaşam tarzı
olduğunu söyleyebilirim . Bu, cinsel varlık olarak, sonra da yazan
varlık olarak olunan şeye bağlı bir tercihtir. Ve bu, cinsel yaşam
tarzı ile eser arasında var olan ilişkideki bir tercihtir.
D enebilir ki: “Eşcinsel olduğu için cinselliğini eserinde sakladı
ya da cinselliğini yaşam ında sakladığı için eserinde de sakladı.”
Bana kalırsa, aslında, yazar olan birinin eserini yalnızca kitapla
rında, yayım ladığı şeyde yaratm adığını, esas eserinin, sonuçta,
kitaplarını yazan kendisi olduğunu kavram ak gerekir. V e onun
kendi kitaplarıyla olan bu ilişkisi, yaşam ının kitaplarıyla ilişkisi,
m erkezi noktadır, faaliyetinin ve eserinin odağıdır. Bir kişinin özel
yaşam ı, cinsel tercihleri ve eseri kendi aralarında birbirine bağlıdır,
am a eser cinsel yaşam ı ifade ettiği için değil, m etin kadar yaşam ı
da içerdiği için bu böyledir. Eser, eserden fazla bir şeydir: Yazan
özne, eserin parçasıdır.
C. Ruas: R oussel üzerine çalışma, araştırm anızı genişletm eye
uygun başka konulara yöneltm edi m i sizi?
M. Foucault: Hayır, R oussel’in eserine duyduğum bu aşk karşı
lıksız kaldı. A slında böyle olm ası hoşum a gidiyor. Ben bir edebiyat
eleştirm eni değilim , bir edebiyat tarihçisi değilim . R oussel, benim
onunla ilgilendiğim dönem de az tanınıyordu ve büyük bir yazar
olarak kabul edilm iyordu. Belki de bu nedenle onu incelem ekten
utanç duym adım : M allarm e ya da Proust için bunu yapm adım .
Roussel üzerine yazdım , çünkü tam olarak yalnızdı, birazcık terk
edilm işti ve Jose C o rti’nin raflarından birinde uyukluyordu. İşte:
Bu çalışm ayı yapmak çok hoşum a gitti ve devam etm ediğim için
de m utluyum . B ir başka yazar üzerine incelem e yapm aya koyum uş
olsaydım , özellikle izleyen yıllarda, R oussel’e karşı bir tür sadakat
sizlik yaptığım , onu norm alleştirdiğim , ona ötekiler gibi bir yazar
m uam elesi yaptığım duygusu içinde olurdum .
C. Ruas: B u kitapta, bazı üslup uçuşları var, bölüm ler arasında
retorik bir oyun var. Bu incelem e yalnızca konu olarak değil, sizin
yazıya yaklaşım ınız açısından da bir fa rk lılık içerm iyor mu?
M. Foucault: Evet. Bu, en kolay yazdığım , en büyük zevkle ve
en çabuk yazdığım kitaptır; çünkü çok yavaş yazarım ben, sürekli
yeniden başlarım , tekrar tekrar yazarım . O kum asının oldukça kar
m aşık olduğunu hayal ediyorum , çünkü ben, kendiliğinden yaz
dıklarında biraz anlaşılm az yazan ve basitleştirm ek zorunda kalan
yazarlar kategorisindenim . Başka kitaplar için, haklı ya da haksız,
belli bir analiz türü kullam ayı, belli bir şekilde yazm ayı denedim .
Sonuçta, çok daha iradi, tasarlanm ış bir şeydi.
Roussel üzerine kitabım la ve R oussel’le ilişkim , gerçekten de
çok şahsidir, çok güzel anılar bırakm ıştır bende. Benim eserlerim
arasında ayrı yeri olan bir kitaptır. Roussel üzerine kitap yazm am ı
delilik üzerine kitap yazm am a, cinselliğin tarihini yazacak olm am a
kim senin bağlam aya çalışm am ış olm asından çok m utluyum . Kim se
bu kitabı dikkate alm adı, ben de bundan çok m utluyum . O benim
gizli evim , birkaç yaz boyunca sürm üş olan b ir aşk hikâyesi. Kim se
bunu bilm edi.
C. Ruas: O dönem de, altm ışlı yıllarda, “yeni rom an’’ denen
hareketle de ilgileniyordunuz değil mi?
M. Foucault: Tesadüfen B a k ış 'la tanıştım. R obbe-G rillet’nin,
B u to r’un, B arthes’ın ön okum alarından koşullanm ış olm asaydım ,
B a k ış'ı okuyarak, hem en ilgim i çekm iş olan bu tetiklem eyi tek
başım a becerem ezdim . B a k ış'tan çok K itaplarım dan Bazılarını
N asıl Yazdım '\a ya da A frika İzlen im leri'yle ilgilenirdim m uhtem e
len. Bu koşullanm anın gerekm iş olduğuna gerçekten inanıyorum .
Ben, öğrenciyken M arksizm in, fenom enolojinin, varoluşçulu
ğun, vs. dam gasını taşıyan bir ufka kapanm ış insanlar kuşağında
nım. Son derece ilginç, teşvik edici şeyler, am a bir süre sonunda
bir boğulm a duygusu ve başka yerleri gidip görm e arzusuna yol
açıyor. O dönem in tüm felsefe öğrencileri gibiydim ben de ve
benim için kopuş B eckett’le başladı: G o d o t’yu Beklerken, soluk
kesici bir gösteri. Sonra Blanchot, Bataille, R obbe-G rillet -S ilg iler,
Kıskançlık, G ö zleyici- okudum , B u to r’u da, Barthes —M itolojiler
i z L evi-S trauss’u da. Tüm bu yazarlar birbirlerinden çok farklı ve
asla onları özdeşleştirm ek istem iyorum . D em ek istediğim , onların
bizim kuşaktan insanlar için b ir kopuşu belirledikleri.
C. Ruas: Sizin için kopuşun ifadesi delilik üzerine inceleme.
R oussel’i okum adan önce de değişiklik yapm ış m ıydınız?
M. Foucault: A slında R oussel’i, delilik üzerine bu kitabı yazar
ken okudum . Fenom enoloji ile varoluşsal psikoloji arasında bölün
m üştüm . A raştırm alarım da bunları tarihsel açıdan hangi ölçüler
içinde tarif edebileceğim izi deniyordum . Sorunun, M arksizm ’den
ve fenom enolojiden başka terim lerle ortaya atılm ası gerektiğini
anladım.
(c. IV, s. 599-608)
Dizin
U-Ü Z
Uccello 23 zaman 16, 1 8 ,2 2 ,2 3 ,2 4 ,2 5 ,3 1 ,3 2 ,3 3 ,
Ullmo, J. 256 38, 39, 41, 52, 58, 60, 62, 66, 73, 79,
uzam 24, 26, 27, 30, 32, 33, 44, 45, 50, 84, 85, 90, 92, 93, 96, 97, 98, 99, 104,
52, 57, 60, 62, 70, 74, 77, 85, 89, 90, 108, 117, 139, 143, 144, 148, 156,
91, 98, 101, 111, 112, 120, 142, 150, 158, 170, 171, 173, 180, 182, 183,
156, 157, 158, 166, 173, 191, 195, 184, 191, 194, 195, 197, 199, 201,
1 9 6 ,2 1 1 ,2 1 3 ,2 8 1 ,2 8 2 , 323 202, 204, 206, 208, 212, 213, 216,
218, 221, 222, 223, 228, 229, 231,
V 236, 237, 238, 239, 243, 246, 247,
Valery, P 334 252, 254, 259, 267, 271, 276, 278,
Valtes, Jules 272 279, 283, 286, 288, 292, 303, 306,
varlık 21, 57, 58, 59, 60, 64, 66, 69, 70, 309, 310, 311, 312, 316, 318, 320,
72, 87, 94, 96, 100, 109, 110, 147, 321, 322, 323, 324, 325, 328, 329,
150, 151, 191, 200, 222, 234, 235, 331, 332, 333, 335, 338, 343, 346,
245, 249, 265, 280, 315, 321, 335, 347, 348, 350, 352, 353, 354, 356,
354, 364, 374, 375 359, 361, 362, 364, 365, 369, 370,
varoluş 1 2 4 ,2 1 1 ,2 1 4 ,3 5 0 ,3 5 2 371,372
varoluşsal psikoloji 377
Vasari 2 1 ,2 4 ,2 8 ,3 3
Velasquez 109
Veme, Jules 162, 163, 179, 181, 182,
184, 185, 186, 187
Seçm e Yazılar 1 ■ Entelektüelin Siyasi İşlevi
Seçme Yazılar 2 ■ Özne ve İktidar
Seçme Yazılar 3 ■ Büyük Kapatılma
Seçm e Yazılar 4 ■ İktidarın Gözü
Seçme Yazılar 5 ■ Felsefe Sahnesi
Seçme Yazılar 6 ■ Sonsuza Giden Dil
M ichel Foucault
Sonsuza Giden Dil, Foucault'nun kitapları ile College de France'ta verdiği
derslerin dışındaki metinlerini bir araya getiren Dits et ecrits’den Türk
çe’ye yapılan altı ciltlik çeviri seçkisinin son cildini oluşturuyor. Daha ön
ceki ciltler Foucault’nun çağdaş düşünce ve eylem dünyasına çok farklı
alanlarda damgasını vurmuş ve kalıcılığı kuşku götürmeyen müdahalele
rini kapsamlı bir biçimde ele alan yazılarından oluşuyordu: Entelektüelin
günümüz Batı toplumlarında ve özellikle 68 olaylarından sonra edindiği
yeni anlam ve işlev; modern felsefenin bir veri olarak aldığı öznenin as
lında bilgi-iktidar tarafından nasıl kurulduğunun bilim tarihi ve siyaset
teorisi üzerinden derinlikli bir analizi; iktidarın bu süreçte kullandığı ka
patma ve gözetleme pratiklerine dair tarihsel gözlemler; birer rasyonalite
biçimi olarak bilgi ile iktidarın hem ayrı ayrı hem de birbirleriyle karşılıklı
ilişki içinde anlaşılabilmesini sağlayan analiz biçimleri olarak arkeoloji ve
soybilimin ayrıntılı tartışm aları ve nihayet Foucault üzerinde çok önemli
etkileri olmuş on dokuzuncu ve XX. yüzyıl düşünürlerine dair değerlen
dirmeler...
Sonsuza Giden Dil ise Foucault’nun, felsefe, tarih, siyaset alanlarının yanı
sıra sanat teorisi üzerindeki etkisinde de çok önemli bir rol oynamış olan,
ama Seçme Yazılar dizisinin daha önceki ciltlerinde çok fazla yer almayan
çalışmalarını kapsıyor. Edebiyat, tiyatro, sinema, fotoğraf ve müzik üzerine
kaleme alınmış bu metinler, Hölderlin, Flaubert, Roussel, Blanchot, Ba-
taille, Klossowski, Robbe-Grillet, Duras gibi modern Avrupa edebiyatını
yönlendirmiş yazarların yanı sıra Pasolini ve Schroeter gibi yönetmenler,
Duane Michaels’ın fotoğrafları ve Pierre Boulez’in müziği üzerine beklen
medik perspektifler sunuyor. 1960’ların başlarından Foucault’nun öldüğü
1984 yılına kadar geniş bir zaman dilimine yayılan bu yazıların önemli bir
kısmı sadece sanat eleştirisi veya teorisine yapılmış müdahaleler olmanın
ötesinde, Foucault’yu kullandığı dilin inceliklerini göz kamaştırıcı bir us
talıkla dokuyan bir yazar olarak tanımayı sağlamasının yanı sıra öznenin
felsefe sahnesinden çekilişini sanat üzerinden de örneklendirme özelliği
ne sahip.
XX. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Michel Foucault’nun, gi
derek özelleşen araştırma alanlarında sıkışan entelektüel modelinin ter
sine, içinde yaşadığı çağı ve onun tarihsel arkaplanını her yönüyle kavrayan
ve eleştiren bir bakış açısını büyük bir tutkuyla götürdüğü yeri örneklen
diriyor Sonsuza Giden Dil.
AYRINTI • SEÇME YAZILAR
I SBN: 1 7 S - ‘175 - S i ‘1- 4 a'1 -3 f8 B |