Turgut Gürsan - Dünyanın Gizli Tarihi 1

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 496

Pegasus Yayınları: 138

Tarih: 13

DÜNYANIN GİZLİ TARİHİ -1


TURGUT GÜRSAN

Yayın Yönetmeni: Ö zkan Özdem

Kapak Tasarım: Yunus Bora Ülke

Bilgisayar Uygulama: Meral Gök

Film -Grafik: Mat Grafik


Baskı-Cilt: Alioplu M a tb a a c ılık

O rta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A


Bayraınpaşa/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59

2. Baskı: Kasım 2011 - Cep Boy

ISBN: 978-605-5943-49-3

© PEGASUS YAYINLARI

Kısa tanıtım alıntıları dışında yayınevinden

yazılı izin alınm aksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

PEGASUS YAYINLARI
G üm üşsüyü M ah. Osm anlı Sk. Alara Harı

No: 27/9 Taksim / İSTANBUL

Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46

www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
TURGUT GÜRSAN

DÜNYANIN
GİZLİ TARİHİ-1

PEGASUS YAYINLARI
İÇİNDEKİLER

Önsöz.................................................................................6
BİRİNCİ BÖLÜM
Mısır Gizemleri................................................................. 7
İKİNCİ BÖLÜM
Babil Kardeşliği............................................................... 19
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Gurdjieff ve Sarmung (Sarman) Kardeşliği..................34
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Tevrat ve İncil Mit’leri Eski Ahitteki Atalar ve
Firavunlar........................................................................42
BEŞİNCİ BÖLÜM
Essenli’ler veya Zadok’un Çocukları.............................73
ALTINCI BÖLÜM
Gnostikler........................................................................75
YEDİNCİ BÖLÜM
Haşişiler (İslamda Ezoterik Bir Örgüt örneği)
Nizari İsmaililerin Kökeni............................................. 96
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Süleyman Tapmağının ve Hz. İsa’nın
Fakir Askerleri Tarikatı (Tapınakçılar)....................... 113
DOKUZUNCU BÖLÜM
Cizvit Tarikatı................................................................ 144
ONUNCU BÖLÜM
Gül-Haç Kardeşliği....................................................... 155
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Masonluk, Okültizm ve Gnostisizm...........................182

5
ONİKİNCİ BÖLÜM
Hür-Masonluğun Kökenleri........................................ 190
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Büyük Loca D önem i.................................................... 203
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Alman Tapınakçıları ve Fransız Illuminizmi.............214
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Yahudi Kabalistler........................................................234
ONALTINCI BÖLÜM
Sabataycı-Frankist Elit................................................. 266
ONYEDÎNCİ BÖLÜM
Rothschild’lerin Sabataycı Mesih J. Frank’la ilişkisi. 282
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
Bavyera Aydınlanmışları (Illuminati).........................283
ONDOKUZUNCU BÖLÜM
Illuminizm’in Fransız ihtilali Üzerindeki Etkileri..... 300
YİRMİNCİ BÖLÜM
Fransız ihtilalinin Finansörleri...................................319
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
ABD Dünyanın ilk Masonik Cumhuriyeti ...............332
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
Illuminati Ve ‘Kaos’tan Doğan Düzen Plânları.........339
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Etniki Eterya (‘Ulusal Kardeşlik’) ............................... 345
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Marx ve Engels’in Akıl Hocası; Haham
Moses Hess....................................................................354
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
1848 İhtilali-İlk Dalga.................................................. 361
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

6
1848-49 İhtilali—İkinci Dalga 365

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM


1870 Alman-Fransız Savaşı ve III. Napolyonun
D evrilm esi.................................................................... 369
YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Yahudi Masonluğu B’nai B’rith’in
‘İskoç Masonluğu ile Birleşmesi................................ 372
YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Anglo-İsrail Veya İngiliz-Yahudi Medeniyeti............ 374
OTUZUNCU BÖLÜM
II. Abdülhamide Karşı Düzenlenen İhtilaldeki
Yabancı Parmağı........................................................... 381
OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
Siyonizmin İdeolojik Temelleri................................... 390
OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
Theodor Herzl Ve Siyonizm........................................ 405
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
19’ncu Yüzyılın Sonunda Modern Okültizmin-
Öncü A kım ları.............................................................417
OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Leon Troçki ve 1905 Yılındaki Hükümet
Darbesi Teşebbüsü........................................................436
OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM
1908 Jön Türk ihtilali ve Masonluk............................ 455
OTUZ ALTINCI BÖLÜM
Siyonistler ve Jön Türkler............................................478
KAYNAKLAR..............................................................487

7
ÖNSÖZ

Tarih ve toplumun ortak bir sırrı vardır; küçük veya bü­


yük bütün gizli örgütler yaşadıkları toplundan etkilerler.
Klasik tarih, gizli örgütlerin ve sırlarının tarihin ka­
ranlıkları içinde kalmasını tercih eder. Ama bu görmez­
likten gelinen sırlar, tarihin akışı içinde dönüm noktaları
ile ilgili olabilirler. Çoğu zaman klasik tarihçiler belirli
maksatlar ve hedefler uğruna, birçok sırrın açığa çıkma­
sına mani olurlar.
Gerçekte gizli örgütlerin tarihi bugüne kadar yazıla-
mamıştır ve onu yazmak her türlü insan gücünü aşmak­
tadır.
Benim bu kitapta yapmayı denediğim şey, tarihin
bazı kesitlerindeki gizli örgütlerle ilgili konulara dikkatli
yorumlarla değinmekle yetinmektir.
İnanılmaz global değişikliklere tanık olduğumuz ve
daha da olacağımız şu günlerde, günümüzdeki gizli ör­
gütlerin, geçmişteki gizli örgütlerin mirasçısı olduğu ger­
çeğini unutmamamız gerekir diye düşünüyorum.

9
BİRİNCİ BÖLÜM

MISIR GİZEMLERİ

Osiris’in müritlerinden olan Hermes, ya da diğer bir


adıyla İdris, günümüzden 16.000 yıl önce, beraberindeki
bir güç ile Atlantis’ten Nil deltasına çıktı.
Burada bir Atlantis kolonisi kurdu ve Osiris dinini
Mısır’d a yaymaya başladı. Sais’de bir tapmak inşa eden
Hermes için, Mısır’ın ünlü “Ölüler Kitabı’nda, “ilahi ke­
lamın efendisi ve ilahi sırların sahibi” denilmektedir.
Kuzey Mısır, Hermes döneminden, Firavun Menes
dönemine kadar (M.Ö. 5000) Hermetik rahipler tarafın­
dan yönetildi.
Daha sonraları İdris Peygamber olarak tek Tanrılı
dinlerin efsanelerine giren Hermes’e Yunanlılar, aynı za­
manda hem kral, hem büyük rahip, hem de kurucu ol­
ması nedeniyle, üç defa büyük anlamına gelen “trimejist”
sıfatını layık gördüler.
Hermes ve onun devamı olan başrahiplerin yöneti­
mindeki Mısır, ezoterik doktrinin barınağı ve okulu ola­
geldi. Yönetici firavunların aynı Atlantis’te olduğu gibi
inisiye edildikleri (ezoterik bir mezhebe dahil oldukları)
ve rahipler örgütünün sembolik lideri oldukları Mısır’da
Ezoterik sırlar da, bu güçlü örgütlenme sayesinde rahatlık­
la korunabildi. Tüm rahipler, bu sırların dışarı çıkmaması
ve öğreti nin yozlaşmaması için ketumiyet yemini ederlerdi.
Yemine titizlikle uyulmasını sağlamak için en küçük sırrı
dahi ifşa edenlerin derhal öldürülmesi cezası konmuştu.

11
Bu arada, ilk örgütlenmelerinin Atlantis kıtasında
başladıkları sanılan çeşitli mesleki kuruluşlar ve özellikle
de inşaat loncaları, piramitlerin ve diğer mabetlerin yapı­
mında aktif rol oynadılar. Mısır’daki bu loncaların devamı
niteliğinde olan Yahudi loncalarının Süleyman Mabedi’nin
inşasında oynadıkları rol yakından bilinmektedir.
1888 yılında Libya çöllerinde yapılan kazılarda bulu­
nan papirüs rulolarında M.Ö. 2000 yılında düzenlenen giz­
li bir lonca toplantısından bahsedilmektedir. Bu loncanın
Süleyman Tapınağının yapımında rol aldığı anlaşılmıştır.
Masonluk bugün halen var olan gizli örgütlerin en
eskilerinden biridir. Masonların efsaneleri kayıp kıta
Atlantis’e ve hatta Mu kıtasına kadar uzanmaktadır
Durugörü medyumu, okültist, teozofıst ve büyük Mason
Üstadı olan C. W. Leadbeaterl, “Freemasonry and Its Ancient
Mystic Rites” (Masonluk ve Eski Mistik Ritleri) adlı kitabın­
da1Atlantis’lilerin Mısırı günümüzden 150.000 yıl önce işgal
ettiklerinden ve ilk büyük Mısır İmparatorluğunun M.Ö.
75.025 yılma kadar devam ettiğinden bahseder.
Büyük bir felaketten sonra, Atlantis uygarlığını oluş­
turan Ruta ve Daitya adaları Okyanusun sularına gömü­
lürken, geriye yalnız Poseidon adası kalmıştı. Leadbeatere
göre, Mısır’ın görkemli üç büyük piramidi işte bu impara­
torluğun egemenliği döneminde, Atlantis’li rahiplerin ma­
tematik ve astronomi bilgilerine dayanılarak yapılmıştı.
M.Ö. 75.025 yılındaki büyük felaket esnasında bütün
Mısır sel suları altında kalmış, eski ihtişamlı günlerden
geriye sadece üç büyük piramit kalmıştı.
Sular çekildikten sonra, ülke yeniden Atlantis’liler
1 Adı geçen yazarın, “İnsanlardaki Güç Merkezleri, Şakralar” adıyla Türk-
çeye çevrilmiş bir kitabı bulunmaktadır. (Ruh ve Madde Yayınları).

12
tarafından kolonize edildi. Bu imparatorluk Mısır’ın
Aryan’lar tarafından işgaline kadar (M.Ö. 13.500) sürdü.
Yazara göre, Yunanlıların yarı-Tanrı diye nitelendir­
diği ilahi krallar hanedanı Aryan lardan çıkmıştı.
M.Ö. 40.000 yılında “Beyaz Loca’nın gönderdiği
“Dünya Öğretmeni” Mısır’a geldi. Mısırlılar ona “Tehu-
ti” veya “Thoth,” Yunanlılar ona “Hermes” diyorlardı. O,
Mısır tanrılar kült’ünü kurdu ve eski “Mısır Gizemlerini”
yeniden yürürlüğe soktu.
C.W. Leadbeater’e göre Mısır, Orta Asyaüaki “Büyük Be­
yaz Kardeşliğin”23dünyadaki yardımcı merkezlerinden biriydi.

Büyük Beyaz Kardeşlik:

Dört Gizli Üstad, Teb’in kuruluşundan 25.000 yıl önce,


Sahra Uygarlığı’nı yaratan ırkın evrimini gözetliyorlar­
dı. Firavun Amosis, onlardan etkilenerek, Mısırlıların
çok iyi bildikleri tufan-öncesi bilgeliliğin bekçiliğini ya­
pan “Büyük Beyaz Kardeşlik”i kurmuştu. İddialara göre
Karnak33 Tapınağının bilge kişilerinde, bunların gizli ar­
şivlerine kadar geri giden belgeler vardı.
“Büyük Beyaz Kardeşlik’m simgesi olan “Gül” ve “Haç,”
daha sonra Firavun Ahenaton tarafından tasarlanmıştı.
2 “Büyük Beyaz Kardeşlik” ilk defa, on binlerce yıl önce “Mu” diye bili­
nen kıta üzerinde ortaya çıktı. Mu’daki bilgeler, insanları eğitmek için
bazı okullar açmışlardı. Bu okullar oniki adet idi. 13’ncü okul ise m e­
deniyetin en zeki ve bilgili, bilge adamlarına ayrılmıştı. Bu oniki okul,
insanlara hayata ait temel bilgiler veriyordu. 13’ncü okul ise üstün in­
sanlardan, yani büyük zihinsel güç ve yeteneklere sahip "Üstad’lardan
oluşmuştu. Mu kıtasının yok olmasından sonra, 13’ncü Okul ve üstadları
dünyanın kendilerine ihtiyaçları olduğunu anlayarak Tibet’te “Büyük Beyaz
Kardeşlik” örgütünü kurdular. Kardeşliği yedi üstad yönetiyordu ve bunlar
“Yediler Konseyi” olarak biliniyordu.
3 Mısır Firavunu III. Tutmosis’in üstad yapı ustaları örgütü olan ‘Büyük
Beyaz Kardeşlik’in merkezi Heliopolis (On) şehri idi. Kardeşliğin ‘Kar­
nak Yüksek Konseyi’nde otuzdokuz üye vardı. Kardeşliğin ‘Beyaz’ ismi
gizemli beyaz bir toz’dan alınmıştı. Beyaz toz ‘mfkzt’ Mısır altınından
elde ediliyordu.

13
“Büyük Beyaz Kardeşlik,” birçok ünlü kişinin yetiş­
tiği bir bilim ocağıydı; Hermes Trismegistos, Homeros,
Solon, Pitagoras, Plotinus, Essenliler, Kral Dagobert, Aziz
Thomas, Bacon, Shakespeare, Jakob Böhme v.b gibi.
“Büyük Beyaz Kardeşlik”in bilgeleri, Kral Süleyman
zamanında ilk Mason locasını kuranlardı.
Daha sonra geniş olarak ele alacağımız Gül-Haç’lar,
“Büyük Beyaz Kardeşlik’’in mirasçılarıydı. “Büyük Beyaz
Kardeşlik”in bütün gerçek müritlerinin en belirgin özelli­
ği suskunluk kuralıydı.
Özetlersek, “Büyük Beyaz Kardeşlik” -ki bunlara
Gül-Haç da diyebiliriz- geçici olarak Tapınakçılar’d a ci-
simleşen tinsel şövalyeler ve seçkin bilgeler topluluğu idi.

Yahudi Gizemleri:

Modern Mason ritleri ve sembollerinin çoğu eski M ısır’dan


alınmış olmakla beraber, üstad C. W. Leadbeater’in “The
Hidden Life in Freemasonry” (Hürmasonluktaki Gizli
Hayat) adlı kitabında belirttiği gibi bu ritler ve semboller,
modern Masonluğa Yahudiler tarafından ulaştırılmıştı.
Modern Mason geleneğinin en çok etkilendiği unsur­
ların başında “Yahudi Gizemleri” (Özellikle Kabalanın
‘Sefer Yezirah’ ve ‘Sefer ha Zohar’ kitapları) gelmektedir.
Bu da birçok Mason seremonisinin Yahudi kökenle­
rini açıklamaya yetmektedir.
Teozofıst üstad C. W. Leadbeater’e göre, Yahudiler4
Atlantis kök ırkının 5’nci Alt ırkından gelen Sami kökenli
bir halktı.

4 Teozofi örgütünün kurucusu H. P. Blavatsky’e göre, “Yahudiler Hindistan’da


yaşamış olan Kaidelilerin torunlarıydı. Bunlar toplumdan kovulmuş serse­
ri bir kavimdi. Çoğu eski Brahman’dı ve Kaide, Şindend ve İran’a sığınmışlar­
dı. Gerçek ataları Brahman değildi ve milattan 8000 yıl önce doğmuşlardı.”
(H. P. Blavatsky, The Secret Doctrine).

14
M.Ö. 75.025 yılındaki büyük felâketten 4000 yıl önce
Mısır’daki Atlantislilerin İmparatoru Manu, takipçilerini
Atlantis’in geri kalan halkından ayırarak, Arabistan’ın
yukarı kesimlerine doğru götürdü. Manu’nun takipçileri
daha sonra Aryan kök ırkını oluşturdular.
Manu taraftarlarına komşularıyla karışmamaları ve
ırklarının safiyetini korumaları konusunda çok sıkı tali­
matlar verdi.
Bu insanlar kendilerinin “seçkin insanlar” olduk­
larına inanıyorlardı. Büyük felaketten az bir süre önce,
bu “seçkin insanlar”dan 700 kişi Manu’nun liderliğinde
Orta Asya’ya göç ettiler ve daha sonra bütün dünyaya ya­
yılan Aryan ırkının çekirdeğini oluşturdular.
M.Ö. 40.000yılmdayeni kökırkın 2’nci alt ırkı, Arabistanı
yeniden sömürgeleştirdi. Geride kalan Samiler, Atlantisli
halklar arasında bu insanlara en yakın insanlardı.
Arabistan büyük bir Aryan Krallığı haline geldi.
Yarımadanın güney kısmında oturan belirli bir grup in­
san Manu’nun emirlerine uymadı (Yani yalnız kendi ır­
kından olan insanlarla evlenme konusunda).
Daha sonra Arabistan’ın güneyi de Aryaıılar tarafın­
dan fethedildi. Güneydeki halkın fanatik bir kesimi yurt­
larına dönmek istediler ve bugün “Somali” diye adlandı­
rılan ülkeye göç ettiler. Burada yüzlerce yıl yaşadılar ve
oradaki zencilerle karıştılar.
Bunlardan bir grup insan, cemaatlerinden ayrılarak,
birçok göçten sonra, bugün Mısır denilen bölgeye yer­
leştiler. Devrin Mısır Firavunu kendilerine yerleşecek bir
bölge gösterdi. İşte bugün kendilerine “seçilmiş halk” di­
yen Yahudiler, ilk defa tarih sahnesine burada çıktılar.
Yahudiler, Mısır’d aki ikâmetleri sırasında Mısır
Gizemlerine belirli bir dereceye kadar inisiye oldular.

15
Üstad yazar, Mısır hikmet ve bilgeliğini öğrenen Musa’nın
‘Yahudi Gizemciliğinin gerçek kurucusu olduğunu iddia
etmektedir.

M ısır Bilgeliğinin Simgesi Hermesciliğin Dinlere,


Felsefeye, Gizemciliğe Etkileri:

1- Başlangıç:

M.S. IV. Yüzyılın sonlarında Ortodoks Kilisesi, Gnostiz-


min kökünü büyük ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk bir
müddet daha sürmüş, Mısır’ın 630 yılında M üslümanlar
tarafından fethedilmesin den önce, o da ortadan kalkmıştı.
Bu iki akımın silinip gitmesine rağmen, bilginin simgesi
olarak Hermes Trismegistos, hem Hıristiyanlık hem de
Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.
Hıristiyan Kilisesi, bir taraftan eski pagan tanrıların
yeni inanç döneminde de yaşamasına izin veriyor, diğer
taraftan bunların önemini azaltabilmek ve evcilleştir­
mek için, eski tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu.
Örneğin, tanrıça “Neit Athene” Azize Catherine, “Horus-
Perseus” Aziz George ve “Anubis” Aziz Christopher olarak
Hıristiyanlığa katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes’in
Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes Trismegistos olarak
Kilise dışı kalmış olması oldukça ilginçtir.
İslam’d a Hermes Trismegistos, İdris Peygamber
olarak in-sanlaştırılmıştır. İdris, Kur’an’d a dürüst bir
Peygamber olarak yer almaktadır. İslam geleneklerinde
de, Hermes “filozofların babası” ve “kendisine üç kere
hikmet verilmiş kişi” olarak geçmektedir. Bir diğer İslam
geleneğinde, üç ayrı bilge kişi olarak yer almaktadır; bun­
lardan biri Tufan öncesi Mısır’da, diğerleri Tufan sonra-

16
smda Babil ve Mısır’d a yaşamış olarak kabul edilirler.
İslam’d a da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele
alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.
Yahudilik, çok öncelerden beri, hem ezoterik kült­
lere, hem de “Gizli Tanrı” ve “Demiurgos” kavramlarını
çağrıştıran iki katlı bir felsefeye sahipti. Örneğin, Essene’ler
kendilerinin, sıradan insanlara ve hatta Kudüs’te yaşayan
rahiplere bile verilmeyen bazı bilgilerin sahibi olduklarını
savunuyorlardı. Essene’ler ile Hıristiyanlık arasındaki kuş­
ku götürmez ilişkiler epey tartışılmıştır. Esseneler’in cinsel
oruç ve ortak topluluk yaşam konusundaki yaklaşımları ile
Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki manastır keşişliği ara­
sındaki benzerlikler dikkat çekicidir. Hem Essene’ler, hem
de ilk dönem Hıristiyanlar popülizm, Mesihçilik ve şiddet
eğilimi konularında birleşmektedirler.
Mısır’da yaşayan ve giderek Helenleşen Yahudiler
arasında ise, Eski Ahit bilgeliğinin ezoterik ve gizemci
yorumları sayesinde, Platonculuğu Mısır düşüncesi ile
bütünleştirmek yolunda bir eğilim vardı. Bu eğilim, M.S.
I’nci ve H’nci Yüzyıllarda “Yahudi Gnostizmi” diye ad­
landırılabilecek bir gizemci ve ezoterik akıma yol açtı.
Bu akım Hermesçiliğin anahtar unsurlarının çoğuna yer
vererek, Tevrat metinlerinin içerdiği gizemli ve numero-
lojik gizler gibi, tümüyle Yahudilere özgü ilgi alanlarının,
yani Kabalanın gelişmesini sağladı.
Kabala, Rönesans döneminde Hermesçilik ile içiçedir.
Güney Fransa ve Ispanya’da XII. ve XIII. Yüzyıldagörülen Ya­
hudi gizemciliğindeki gelişmenin, büyük ölçüde Hermesçilik
ve uzantılarının Yahudilik, Hıristiyanlık ve îslamda yaşamayı
sürdürmüş olmasıyla açıklanabilir.
Güney Fransa’da yani Languedoc yöresi, Hıristiyanlık
ve İslam arasındaki sınırda bulunmaktadır. Bu bölge

17
aynı zamanda İslam yönetimi altında yaşayan Sefarad
Yahudileri ile Hıristiyan yönetimi altında yaşayan
Aşkenaz Yahudileri için de bir kavşak noktasıdır.
Avrupa Hıristiyanlığının karşısına çıkan en radikal
sapkınlık olan K athar’cılığın bu bölgede ortaya çıkması
bir rastlantı değildir.
Kathar’cılık, içersinde iki ayrı sınıf bulunuyordu; bir yan­
dan “Credentes” adı verilen sıradan inananlar, diğer yandan
“Perfecti,”yani yetkinliğe ermiş olanlar vardı. Perfecti’ler, dü­
şünsel evrene ulaşabilmek amacıyla kendilerini maddi evren­
den soyutlamaya çalışıyorlardı.
Kathar’cılık temelde bazı Hermetik gelenekleri de
bünyesine alıyordu. Ancak esas olarak İran’a özgü Zerdüşt
ve Mani inançlanndan türemiş keskin bir düalizme sa­
hipti. Bu düalist yaklaşım Tanrı-Şeytan, iyilik-kötülük,
ruh-beden gibi kozmik güçlerin çekişmesi ve birbirini
dengelemesi üzerine oturtulmuş bir felsefe idi.
Katharcılığın ve Kabalanın hemen aynı dönemlerde,
birbirine çok yakın bölgelerde gelişmiş olmaları çarpıcıdır
ve bu bölgenin toplumsal ve kültürel niteliklerinde olağa­
nüstü yönler olduğunu ortaya koymaktadır. Doğal olarak
Katharcılık ile Kabalanın birbirlerini etkilemiş olduklarını
düşünmek gerekir. İki akım arasındaki benzerlik toplumsal
yapı açısından da ilginçtir. Katharlar’daki “Perfecti” sınıfının
“Credentes" tarafından desteklenip, sadakada korunması gibi,
Kabalacı Hahamlar da sağladıkları manevi yararlar sayesinde
Yahudi cemaati içinde korunuyorlardı.
Katharlar’ın kökünün Katolikler tarafından kuru­
tulmuş olmasına rağmen, Kabalacı’lar böylesi bir tehli­
ke ile karşılaşmadılar. Kabalacı akım, 1492 yılında tüm
Yahudilerin Ispanya’dan kovulmasına kadar, Yahudiliğin
ezoterik bir unsuru olarak gelişmesini sürdürdü.

18
Kabala ezoterik bir sistemdir, zira belirli sınırların
aşılması ve Eski Ahit metinlerinin “derin okunuşu” söz
konusudur. Bu da kaçınılmaz olarak, metinlerin yüzeysel
okunuşundaki tarihselliği ve Ortodoks Yahudiliğin akılcı­
lığını reddetmeyi gerektirir. Kabala, yoğun sezgi ve ince­
leme ile ulaşılabilen bir gizemin araştırılmasıdır. Kabala
aynı zamanda Hermesçilikte görülen tüm kilit düşünce ve
kavramları içerir. “Üçbirlik,” “Gizli Tanrı,” harekete geçiren
“Logos,” "Sekiz Gök Küresi” ve iyi eğitilmiş gizemcinin bu
kürelerin ötesine geçebilmesi gibi, Kabalacı kavramların
tümü Hermetizm’de de vardır.

2- Rönesans:

Rönesans’ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyel­


lerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü
olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans’ın bu düşünceleri
‘Hermetik Geleneklerden almış olmasıdır. XV. Yüzyıl
başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya
çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik Metinlerin ne denli
ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius
çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler
Arapça’d an Latince’ye çevriliyordu.
Rönesans’ta Mısır için beslenen tutku, öncelikle
Mısır’ın gizemler ve kutsal inisiyasyon törenlerinin kay­
nağı olduğuna bağlıydı. Mısır tüm bilimlerin ve sanat­
ların kaynağı olarak görülüyordu. Rönesans insanları
geçmişe ilgi duyuyorlar ve bu nedenle kaynakların ardı­
na düşüyorlardı. Llıristiyanlığın ardında pagan Roma’yı,
Romanın ardında Helen düşüncesini arıyorlardı.
Giordano Bruno’nun belirttiği gibi Helen’in ardında
ise Mısır vardı.

19
1460 yılında Cosimo de Medicis ünlü filozof, bilim
adamı ve çevirmen Marsilio Ficino’dan Yunan filozofla­
rının ünlü eserlerinden önce “Corpus Hermeticum”’\m
çevrilmesini talep etti. Zira Mısır Yunanistan’dan eski,
Hermes Trimegistos Platondan önceydi. Ficino’nun
Floransa yakınlarındaki villasında oluşturduğu yeni
“Akademi”de bu yeni çeviriler inceleniyordu. Aynı ça­
lışmalar İtalya’nın önemli kentlerinde ve daha sonra
Avrupa’nın her yanında ortaya çıkan Akademilerde de
yapılıyordu. Bu Akademiler, Platon’nun modeline göre
oluşturulmuşlardı ama Akademi üyeleri tıpkı Mısır ta­
pınaklarındaki kutsal rahipler gibi örgütlenmişlerdi.
Akademilere giriş, Mısır’a dayanan gizemlere ulaşma
ve ölümsüzlük kazanma amaçlı inisiyasyon törenleri ile
gerçekleştiriliyordu. Rönesans Akademileri örgütlenme
biçimi olarak Neo-Platonculara benzemekle birlikte,
Platon ve Pitagoras felsefelerine, bilim, sanat ve büyüye
hep Mısır açısından bakıyorlardı.
XV. Yüzyılın sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pi
della Mirándola, Neo-Platoncu düşünce ve Hermetik
gelenekler ile Kabalayı birleştirdi. Önceden beri ilişkili
olan Yahudi gelenekleriyle Mısır geleneklerinin yeni­
den birleştirilmesi çabasını, XVI. Yüzyılda Campanella
da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evreni­
ni aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve
Hermetizm’d en başka bir alternatif yoktu.
Yalnızca 1471 ile 1641 yılları arasında Ficino’nun
‘Hermética’ çevirileri 25, Patritius’un çevirileri 6 baskı
yaptı. “Asklepius” tam 40 kez yayınlandı. 1400 ile 1700
yılları arasında Batılı gezginler tarafından Mısır’ı anlatan
250 kitap yayınlandı.
Bilginin kaynaklarına ulaşmak için Mısır’a seyahat etmiş
olmak, dogmalara saldırmayı bir ölçüde meşru kılıyordu.
Örneğin Paracelsus, büyük ihtimalle uydurma olma-

20
sma rağmen, Mısır’a gittiğini ileri sürüyor, kendi eserleri­
ni Hermesçi olarak nitelendiriyordu. Ne var ki Paracelsus,
Newtona kadar sürecek olan bir geleneğin ilk adımıydı.
Bu gelenek, Yunan ve Roma tarafından korunması başa­
rılamayan eski Mısır bilgeliğini yeniden elde etmek için
deneylere yönelmeyi savunuyordu.
XVI. Yüzyılda Hermesciliğe ve Mısır’a beslene
ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en saygı duyulması
gereken yönüydü. Hermesciliğin o dönemde verdiği en
büyük ürün, bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü
Giordano Bruno kişiliğinde ortaya çıktı. Bruno, kendi­
sinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha ileri
gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına
rağmen, Bruno’d an önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık ta­
rafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır düşüncesini
Incil’de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır.
Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna yalnızca
Hıristiyanlığın değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesa­
ret etmiş, üstelik bu çabanın hem entelektüel, hem de siya­
sal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno, Hermesciliği
katıksız Mısırlıhğa döndürmeye çabalamıştır; onun için
Hermesçi Mısır inançları aslında dinin ta kendisidir.
Hıristiyanlığın sınırlarını aşan Bruno, inançları yü­
zünden Engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.
Sonuçta Rönesans düşünürleri büyük çoğunluğu özgün ve
yaratıcı kaynağın Mısır olduğuna ve Yunanistan'ın Mısır bilge­
liğini aktarmada yalnızca aracılık ettiğine ikna olmuşlardı.

3- Onyedinci Yüzyıl

Hermesçilik ve Mısır tutkusu tüm XVII. Yüzyıl süresince


gelişmeye devam etti. Giordano Bruno 1600 yılında

21
Roma’d a diri diri yakıldı. Onun kurban edilmesinde­
ki amaç, Kilisenin doğrudan meydan okumalardan
korunmasıydı. Zira XVII. Yüzyıl Roma’sında eski Mısır
en etkin entelektüeller arasında saplantı haline gelmişti.
Bu kişilerden biri de Athanasius Kirscher idi.
Kirscher astroloji, Kabala ve Pitagoras felsefesi ile ilgi­
lenen bir Hermesçiydi ve Hermes Trimegistos’un çok
eskilerde yaşadığına kuşku duymuyordu. Mısır’ı “ilk bil­
gelik” ya da “felsefe” için anayurt olarak kabul ediyordu.
Kirscher hayatını hiyeroglifleri çözmeye adadı; zira bunu
yalnızca bir bilgi hâzinesi olarak değil, ideal bir simgesel
alfabe olarak görüyordu.
Mısır tutkusu yalnızca Katolik ülkeler ile sınırlı de­
ğildi. Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile ilgiliydiler.
XVII. Yüzyılda Almanya, Fransa ve İngiltere’d e ortaya
çıkan “Gül-Haç’çılar” bir tür “Gerçek Din” kavramını ge­
liştirirken Hermesciliği temel aldılar. Gül-Haç’çılar, top­
lumun gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar gru­
bu tarafından yönetilmesi gerekliliğini savunuyorlardı.
Böylece Mısır rahiplerinden Pitagorasçı kardeşlik toplu­
luklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan ezoterik
zinciri izlemiş oluyorlardı. Hermesçilik, XVII. Yüzyıldan
beri Gül-Haççılığa, XVIII. Yüzyıldanberi de Masonluğun
simgesel ritüellerini etkilemeye devam etmektedir. 19’ncu
Yüzyıl sonunda ortaya çıkan M artinizm, Teozofi, “Altın
Şafak Herm etik Tarikatı” gibi etkin ezoterik akımların
arkasındaki itici güç yine Hermesçilikti.

22
İKİNCİ BÖLÜM

BABİL KARDEŞLİĞİ

İngiliz araştırmacı yazar David lekeye göre Sümer toplumu-


nun gelişmesi ve en üst seviyeye çıkması, Mars’d an geldiği
iddia edilen Aryan ırkın, Kafkas dağlarından Ortadoğu böl­
gesine doğru derlemesi ile mümkün olmuştu. Gerçekten de
Sümer, Mısır ve İndus Vadisinde aniden çok ileri uygarlık
seviyesinde toplumlar ortaya çıkmıştı.
Bugün dünyayı kontrol eden kardeşlik örgütlerinin
kökeni Babil’in Aryan rahiplerine kadar uzanmaktadır.
Eski yazılara ve efsanelere göre, Babil’in kurucu­
su Nemrud’du. Güçlü Tiran Nemrud, bir dev olarak tas­
vir edilir. Arap inançlarına göre, Baalbek (Lübnan)’deki
her biri 800 tonluk üç taşı ve ilginç yapıları inşa eden veya
ettiren Nemrud’du. Nemrud ve karısı Kraliçe Semiramis
“Titanlar” diye bilinen bir kan bağından geliyorlardı. Bu
devler veya Titanlar ırkı, Nuh’un soyundan geliyordu. Enoş
kitabında5tasvir edilen bebek, aşırı beyaz teni ile “Gözetleyici
insan melezi”bir yaratıktı.
Nemrud ve Semiramis, biraderlik örgütü için-günü-
müze kadar-muhtelif isimler ve sembollerle anılan anah­
tar tanrılar olarak kaldılar.
Nemrud bir balıkla, Semiramis ise bir balık ve güver­
cinle sembolize ediliyordu. Semiramis aynı zamanda Sümer
5 Bu ‘Gözleyenler,’ Enoş kitabı ve Jubilee’ler kitabı gibi doğruluğu tar­
tışmalı Yahudi kökenli kitaplarda yer alırlar. İbrani rivayetlerine göre,
onların torunları İbranice bir sözcük olan ve ‘d üşmüş olanlar' veya ‘d ü­
şenler' anlamına gelen “Nefılim’Uir. Aynı kelime Yunancaya ‘Gigantes'
veya *Devler' olarak çevrilmiştir.

23
Tanrıçası Nirikurşag’ı temsil ediyordu. Nemrud Afrika’daki
Dogon kabilesinin yarı-insan yarı-balık tanrısıydı.
Kraliçe Semiramis bir balıkla sembolize ediliyordu,
çünkü Babilliler balığın bir afrodizyak olduğuna inanı­
yorlardı. Bu sebepten Semiramis Babil’d e “Aşk Tanrıçası”
oldu. İlginçtir ki, Hıristiyan dini sembolizmi ve mima­
risinde “balık” önemli bir yer tutmaktadır. “Kutsal Ruh”
olarak Semiramis’in zeytin dalı tutan bir güvercin olarak
resmedildiğini görüyoruz.
Semiramis adı, Hint tanrısı ‘Sami-Ramaisi’ veya
Semi-ra-mis’d en türemişti. “Balık ve güvercin” birçok in­
sanın gerçek anlamını bilmediği semboller arasındadır.
Örneğin; Kuzey İrlandalı teröristgrup IRA’nın (İrlanda
Cumhuriyet Ordusu) sembolü güvercindir. Ayrıca İngiliz
kraliyet sembolleri arasında da güvercin bulunmakta­
dır. IRA ve İngiliz Monarşisi, Babil Kardeşliğinin cephe
örgütlerindendir. “Bilinenin tersine güvercin barış değil,
ölüm ve yokolmanın sembolüdür." Çünkü biraderler her
zaman o sembolü ters anlamıyla değerlendirirler. Kitleler
için pozitif olan, “Biraderlik”için negatiftir.
Semirami.se “Göklerin Kraliçesi” (Rhea), “Tanrıların
Bakire Anası ”ve bazen de “Büyük Dünya Ana”(Ningurşag)
denirdi. Ona “Astarte” (Kuleleri inşa eden kadın) diye
tapılırdı. Bunun Nemrud’un yaptırdığı söylenen Babil
Kulesi ile de ilişkisi olabilir.
Avrupa kraliyet aileleri doğrudan Babil’in kan bağın­
dan gelmektedirler. Giydikleri taçlar, Nemrud tarafından
giyilen boynuzlu başlıktan esinlenerek geliştirilmiştir.
Roma Kilisesi de “Babil Kardeşliği’nin bir yaratığıdır.
Papalar halen Nemrud’u sembolize eden balık şek­
linde piskoposluk tacını giymekteler!..

24
Roma Kilisesi ve “Babil Kardeşliği” tek ve aynı şeydir.
NewYork’taki “Özgürlük Heykeli” Semiramis’i sem­
bolize etmektedir ve Fransız Masonları tarafından yapıl­
mıştır.
Babil rahiplerinin yönetici sınıfına “Papalar Büyük
Konseyi” denirdi. Bu isim daha sonra Roma Kilisesine
transfer olmuştur.
Kitleler batıl inançlara doğru yönlendirilip, sembolik
hikâyelerin gerçek olduğuna inandırılırken, seçilmiş ini-
siyelere gerçek bilgiler -eğer açıklarlarsa ölecekleri tehdi­
di ile- verilirdi.
İnsan kurbanı, Babil Dini ve Babil Kardeşliğinin te­
melini oluşturmuştu ve bunlar nereye giderlerse gitsinler,
insan kurbanı töresini de beraberlerinde götürüyorlardı.
Babil rahipleri kutsal sunaklardan bazılarını da yi­
yorlardı ki, bu rahipler için kullanılan “Cahna-Bal” de­
yiminden “insan eti yiyen” anlamında “Kanibaî” kelimesi
türemiştir.
Moloch (Uçan Kertenkele) Nemrud-Tammuz
(Temmuz)un başka bir adıydı. “Tammuz-Moloch,” ço­
cukları diri diri yakma ritüeline verilen bir isimdi ki, bu
ritüel halen günümüzde de devam etmektedir.
Daha sonra Druid’ler tarafından İngiltere’de 1
Mayıs’ta gerçekleştirilen “Beltane” ritüelinde de çocuklar
kurban edilmekteydi. Bu ritüel, biraderlik Avrupa’d a ya­
yılmaya başladığı zaman, Babilliler’d en miras kalmıştı.
İlginçtir ki, 23 Haziran-Temmuz Bayramı bugün
Hıristiyanların St. John Günü olarak kutlanmaktadır.
Satanistlerin sık olarak başvurdukları ve uğruna ço­
cuk kurban ettikleri tanrılardan biri de Yunan efsanele­
rinde adı geçen Siklopslar Kralı Kronos’tur.
25
Kronos kule inşa ettirici olarak bilinir ki, bu da bize
Babil Kulesini inşa ettiren Nemrud’un başka bir versiyo­
nunu düşündürmektedir.
Babil’de olduğu gibi, bugün de biraderlik hiyerarşi­
sinde şeytani ritüeller, çocuk kurbanı ve kan içme ritüel-
leri devam etmektedir.
Babil dininin üç temel unsuru Ateş, Yılan ve Güneş’ti.
Burada biraz Güneş üzerinde durmak istiyorum; çünkü
Güneş, Babil Kardeşliği ve diğer elit guruplar için haya­
ti bir önem taşıyordu. Onlara göre, Güneş çok boyutlu
bilincin (ki bu bilinç, görünmeyen frekans seviyesinde
Güneş sistemimizin ötesine geçebiliyordu.) sembolü idi.
Yazar Maurice Cotterell “The Mayan Prophecies” adlı
kitabında Mayaların insanm evrimsel devirlerini Güneşteki
lekelerin artışına göre hesapladıklarını açıklamıştır.
Meksika Başkanı Miguel de La M adrid bir ko­
nuşm asında Mayalar’ın, “sürüngenim si ırk”la (İguana
ırkı) karıştığını iddia etmişti.
Cathy O’Brien, CIA Zihin Kontrolü Kölesi, “Trance-
Formation of America” adlı kitabında (Bu kitap Türkçe’ye
“Baykuş İmparatorluğu” adıyla çevrilmiştir.) Meksika
Başkanı Miguel de la Madrid hakkında bilgi verirken
şunları söylüyor:
“De la Madrid ‘İguana efsanesini’ bana aktarmıştı.
Buna göre kertenkele benzeri uzaylı yaratıklar Maya uy­
garlığına saldırmıştı. Maya piramitleri, ileri astronomik
teknolojileri, hatta bakirelerin kurban edilmesinin bile
kertenkele yaratıklarından kaynaklandığını söylüyordu.
Bana söylediğine göre yaratıklar, Mayalılar ile çiftleşerek
yaşayabilecekleri bir hayat formu bulmaya çalışırken, bu­
kalemun gibi, insan ile İguana arası bir görüntü arasında
gidip gelmişlerdi. “Dünya liderlerine dönüşmek için mü­
26
kemmel bir araç.” De la Madrid Maya/yaratık soyundan
geldiğini söylüyor ve “istediği zaman bir İguanaya” dönü­
şebileceğini iddia ediyordu.
Güneşin manyetik emisyonlarının etkisinin ne oldu­
ğunu anlamak için enerjinin anlamını genişletmek gere­
kir. Bilinmelidir ki her şey enerjidir!.. Hayat, manyetik
vibrasyonel (titreşimsel) alanların birbiriyle girişimidir.
Manyetizmi değiştirirseniz, enerji alanının da doğasını
değiştirmiş olursunuz. Enerji alanını değiştirirseniz, her
biri değişik enerji formları olan, zihinsel, duygusal, ruh­
sal ve fiziksel hayatı değiştirmiş olursunuz.
Diğer gezegenler bunu Güneşin etrafında dönerek
yaparlar ve Dünyanın manyetik alanını etkilerler. İşte
buna “Astroloji” deniyor.
Yukarda adı geçen yazar Cotterell, doğum anımızda
bu alanlardan çok etkilendiğimizi belirtmektedir. Bilim
adamları da insanların Güneşle senkronize olan bir “iç
saati” olduğunu keşfetmişlerdir.
Özetle Güneş’in insan hayatı üzerindeki etkisi çok
güçlüdür ve ısı ve ışık etkisinden çok farklıdır.
Babil Kardeşliği ve ona dayanan kan bağları Ortadoğu
ve Yakındoğuya doğru, özellikle Mısır’a, daha sonra da
Avrupa ve Amerika’ya doğru yayılmıştı. Yazar David
lekeye göre ilk Mısır Medeniyeti, Venüs gezegeninde mey­
dana gelen büyük değişikliklerden sonra, Mars’d an6 gelen

6 1976 yılında Mars’a gönderilen Viking Via çektiği 70A13 num ara­
lı fotoğraf karesinde, görülen “Yüz,” fotoğrafı analiz eden Dr. Marc
J.Carlotto tarafından Mısır’daki Sfenks’in yüzüne benzetilmiştir. Daha
da ilginci DiPietro ve Mole-naar’ın “Uııusual Manian Surface Featu-
res” kitabında verdikleri fotoğraflar arasında devasa boyutta iki pen-
tagonal piramit görülmektedir. Bu piramitler “Yüz”e yakın bir yerde
bulunmaktadır, lan Ridpath’ın “Journal of the British Interplanetary
Society”de yazdığına göre, Kahire (Yani El-Kahire) Arapça “Mars”
anlamına geliyordu. Eski Mısırlılar Mars’a Hor Dshr =Kırmızı Horus
derlerdi. Yukarı Mısırda bulunan bazı mezar yazılarında Sfenkse Ho-

27
Aryan’lar (Fenikeliler) ve sürüngenimsi Anunnaki’ler
(veya onlar olmadan) tarafından kurulmuştu.
Fakat M.Ö. 2000’li yıllarda sürüngenimsi Anun-
nakiler’in Mısır’ın yönetimini tamamen ellerine geçir­
dikleri sanılıyor. Muhtemelen Anunnakiler’in etkisi ile,
Mısırlı Mendes rahipleri tarafından M.Ö. 2200 yılında
“Ejderha Krallığı” örgütü kuruldu. Bu örgüt, bugün de
varlığını sürdürmektedir (“Imperial and Royal Court of
the Dragon Sovereignty” adı altında).
Kendisi de bir Tapınakçı- mason olan (Knight Templar
of St. Anthony) İngiliz yazar Laurence Gardner, “Imperial
Court of Dragon” örgütünün başkamdir (Şansölyesi).
Gardner’a göre “Dracula,” Dracul’un oğlu anlamına
geliyordu. Dracul=Draco (Ejder)
Nereye giderlerse gitsinler, Babil Kardeşliği mensup­
lan kendi gizem okullarını kurarak, halkı saçma inançlara
yönlendirdiler ve onların korku ve batıl inançları üzerine
kendi egemenliklerini kurdular.
J. G. Bennet, “The Masters Of Wisdom” (Hikmet
Üstadları) adlı kitabında belirttiğine göre, ünlü mistik
G.Guıdjieff ona “Gizem Okullarının” kuruluş tarihinin
30.000 - 40.000 yıl öncesine kadar geri gittiğini söyle­
mişti. Gurdjieff bunu, Kafkas dağlarındaki mağaralarda
bulunan resimlerden ve Türkistan’daki araştırmalarından
sonra ortaya çıkarmıştı.
Ünlü Mason Üstadı (otuzüç dereceli) tarihçi Manly P.
rakti yani, Mars denildiğini öğreniyoruz. İlginçtir ki çok uzun zaman
önce Sfenks-Mars’ı sembolize etmek için - kırmızıya boyanmıştı. Dik­
kat edilirse, Sfenksin insan başlı ve aslan gövdeli olduğu görülecektir.
Eski Hindu mitolojisinde Mars gezegeni ‘Nr-Simha’ yani ‘insan-aslan
olarak tasvir edilirdi. Bütün bu bilgiler eskilerin, kızıl gezegen Mars
ile Mısırdaki Sfenks arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu bildiklerini
göstermektedir. Orta Avrupa’d a bulunan ve bilinmeyen bir uygarlığa ait
olduğu sanılan üçgen şeklindeki bir taşın üzerinde kozmik su motif­
leri ve altında Mars’d aki “Yüz’e benzer bir şekil görülmektedir. Bu taş
Mısır’ın kutsal Benben taşma da benzemektedir.

28
Hall, “The Secret Teachings O f All Ages” (Bütün Çağların
Gizli Öğretileri) adlı kitabında şunları yazmaktadır:
... “Mısırda Atlantisli kara büyücüler, kullandıkları
insanüstü güçleri nedeniyle ilkel gizemlerin ahlâki çö­
küntüye uğramasına sebep oldular. Kara büyü devlet dini
haline geldi ve bireylerin entellektüel ve ruhsal faaliyetle­
rini felce uğrattılar.”
Halkın sözkonusu ettiği Atlantisli kara büyücüler
“Babil Kardeşliği”ni oluşturan sürüngenimsi-insan
melezleri miydi?
Hintli Aryanlar Güneşe Baba-Tanrı “İndra” diye
taparlardı. Hititliler ve Fenikeliler ise ona “Bel” derler­
di. Birçok isim altında anılan Aryanlar, Sümer, Babil,
Mısır, Önasya ve diğer Ortadoğu ülkelerine yerleştiler.
Buralarda hep aynı mit ve dinlere rastlandı. Bu sebepten
bütün büyük dinler bize aynı hikâyeleri değişik isimler al­
tında sunmaktalar. Çünkü hepsi aynı kaynaktan geliyor!..
Bu Aryan ırkın kökenleri Mars gezegenine dayanıyordu.
İngiliz yazar L. A. Waddell, “The Phoenician Origin
O f Britons, Scots And Anglo-Saxons” (Britonlar’in,
İskoçlar’m ve Anglo-Saksonlar’ın Fenikeli Kökenleri)
adlı kitabında, Fenikelilerin Sami bir ırktan olmayıp,
beyaz Aryan ırktan geldiğini iddia eder. Gerçekten de
“Royal Antropogical Institute” (Kraliyet Antropoloji
Enstitüsü)’nün Fenike mezarlarında yaptığı araştırmalar­
da Fenikelilerin Sami’lerden tamamen farklı, dolikosefal
(Uzun kafataslı) Aryan ırktan geldikleri anlaşılmıştır.
Mısırlılar, Fenikelileri Panag, Panasa ve Fenikha diye
biliyorlardı. Mısırlıların birçok tanrılarını beyaz tenli ve
mavi gözlü olarak tanımlamaları, onların Aryan-Fenike
kökeninden dolayı idi.

29
İşte Aryan ırkının bu dünya-dışı kökeni (Yani
Mars) Nazilerin ve onları ortaya çıkaran gizli örgütlerin
(Tapınakçılar, Vril, Thule v.b. gibi) tutku ve saplantısı hali­
ne gelmişti. Naziler, Arilerin dünya-dışı kökeni dolayısıyla
“Üstün tanrısal bir ırk”tan geldiklerine inanıyorlardı.7
Masonların mitolojik kahramanı Hiram Abif’in
(Süleyman Tapınağının mimari olduğuna inanılır.)
Fenikeli olduğu kabul edilmektedir. Ünlü Firavun
Ahenatonun büyükbabası (Firavun Tutankamonun ba­
bası) Fenikeli bir başrahipti.
M ısır’ın mitolojik kuşu Föniks, gerçekte
Fenikelilerin “Güneş Kuşu” idi. Bu kuş, Güneş Tanrısı
“Bil” veya “Bel”i sembolize ediyordu.

Hz. İbrahim Firavun Ahenaton muydu?

İki Fransız araştırmacı sadece bilim dünyasını değil, tarihi


değiştirecek, Ortadoğu’da dengeleri altüst edecek bir iddia
ortaya attı; İbrahim Peygamber aslında Mısır’ın tek Tanrılı ilk
Firavunu Ahenaton’dan başkası değildi!.. Mısır’dan kovulan
ve İsrail’e dönen Yahudi kavmi de, Ahenaton’nun tek Tanrılı
dinini benimsemiş Mısırlılardı.
Yahudi kökenli iki Fransız bilim adamı, Roger ve
Messod Sab-bah yirmi yıl süren çalışmalarını bir kitapta
topladılar.
Bugün Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğuna kesin gö­
züyle bakılıyor. Yahudi tek tanrıcılığının Aton dininin
devamı olduğu da yeni bir iddia değil.
Ancak, Mısır tarihini ve kayıtlarını inceleyen uzman­
lar, şimdiye kadar Hz. İbrahim’in, Hz. Yusuf’un veya Hz.

7 Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyen okurlar, “Nazi Almanyası-


nın Gizli Tarihi” adlı kitabıma başvurabilirler.

30
Musa’nın izine rastlamadılar. Daha da anlaşılmaz olanı,
Eski Ahit e göre 430 yıl boyunca Mısır’d a yaşayan, 210
yıl köle olarak tutulan onbinlerce Yahudi’d en Mısır tarihi
nasıl olur da hiç bahsetmez? Firavundan kaçan binlerce
Yahudi köle Kenan bölgesine, yani Firavunun toprakla­
rına nasıl, korkusuzca yerleşebilmiştir? Niçin Mısır’da tek
bir Yahudi mezarı, bir mezar taşı, bir duvar yazısı veya bir
mektup bulunamamıştır?
Messod ve Roger Sabbah bu “muammaları” çözmeyi
başardılar.
Tevratta anlatıldığı şekliyle, Yahudilerin Mısır’d an
Hz. Musa’nın önderliğinde kaçışının hiçbir kaydı yoktur;
çünkü Yahudi tarihinin “Yahudilerin Göçü” diye verdiği
olay, Ahen-Aton kentinde yaşayan tek Tanrılı Mısırlılar’ın
Firavun Ai tarafından sürülüşünden başka bir şey değildir.
Mısır’ın ilk tek Tanrıya inanan Firavunu Ahenaton’un
ölümünden sonra, Firavun Ai, Ahenaton’un başkenti
Ahen-Aton (Şimdiki Tel el-Amarna) halkım sımrdışı etti.
Böylece tek tanrıcılığı Mısır’dan atmış oldu.
Ancak tek tanrıcılık yok olmadı. Ahen-Aton halkı
“Sazlıklar Denizi’ni aşarak Sina Çölüne geçti. “Denizin
yarılması” efsanesi de Mısır mitolojisinde yer alan
“Anadeniz’in Firavun tarafından ikiye açılması” efsa­
nesinden farklı bir şey değildir. Filistin’in Kenan böl­
gesine yerleşen Mısırlı rahipler ve asillere “Firavuna
(Yani Ahenaton’a) tapan” anlamına “Yahud” adı verildi.
Yahud’lar burada Yahuda Krallığını (Yuda) kurdular.
Yani Tevratta adı geçen Hz. İbrahim, Sara, İshak,
Rebeka, Yakup, İsrail v.b. Hepsi aslında Mısırlı asillerdi.
Hz. Musa, ilerde Firavun I. Ramses adıyla tahta ge­
çecek olan Mısırlı General Mose (Ra-Messu) idi. Yuşa

31
(Musa’nın halefi) ise Musa’nın büyük oğluydu.
Ve en önemli bulgu, bugüne kadar çözülememiş sır
da ortaya çıktı;
Hz. İbrahim, Firavun Ahenaton’d an başkası değil­
di!.. Müslüman Mısırlılar bugün bile bu Firavundan
“Ahenaton Aleyhisselam” diye sözederler.
Bu belgeler doğruysa, sadece 3500 yıl öncesine ait
tarih yeniden yazılmayacak, Yahudilerin anavatanının
Filistin değil, Mısır’ın Yukarı Nil kıyıları olduğunun orta­
ya çıkmasıyla, yakın tarihe bakış da gözden geçirilecek.
Vincent DiPietro ve Gregory Molenaar adlı NASA
bilimadamlarınm, Mars’ın “Cydonia” bölgesinde altı
adet dev piramid keşfetmesi ile, Mars’d a çok eski bir
medeniyetin varlığı ortaya çıktı. Dünyaya geldikleri za­
man Mars’daki piramitlerin benzerlerini dünyada da inşa
edenler Z. Sitchin’in “12. Gezegen” adlı kitabında bahset­
tiği (Mars’d a üs kurmuş olan) “Anunnakiler” miydi?
İngiltere’deki Avebury ve Stonehenge’deki megalit
(Megalit, Grekçe’de ‘büyük taş’ anlamına gelmektedir.)
yapıları inşa edenlerin de Mars’dan gelen ırk olduğu iddia
edilmektedir. Avebury’deki yapıların (Avebury 60 tona ula­
şan taşların kullanıldığı dünyanın en geniş taş dairesidir.
Stonehenge gibi Avebury de bir takvim elde etmek için kul­
lanılmış olabilir.) Mars’daki “Cydonia” kompleksinin dünya­
daki yansıması olarak yapıldığına dair deliller vardır.
Eski bir NASA görevlisi olan Richard C. Hoagland,
“Monuments On Mars” adlı kitabında “Mars Şehri’nin
dünyadaki benzer yapılarda kullanılan teknikler ile ya­
pıldığını iddia etmekteydi. Mars’daki Cydonia bölgesin­
de uygulanan kutsal geometri ve matematiksel hesapla­
rın aynısını Mısır’daki Gize Piramidinde, Mexico’daki

32
Teotihuacanda ve Zimbabvede de görmekteyiz!..
İlginçtir ki, Fenikeli-Aryan elit dünyadaki enerji
şebekesi ve bunun insan bilinci üzerindeki etkileri ko­
nusunda derin bilgilere sahipti.
Bugünün insanlarının çok azı gezegenimizin m an­
yetik alanının farkındadır. Alan değiştiği zaman biz de
değişiriz. Kısaca şöyle diyebiliriz, gezegenlerin hare­
keti dünyanın manyetik alanım, o da bizi etkilemekte­
dir. Biraderlik örgütü bu konuda insanların ciddi bil­
gilere sahip olmasını engellemektedir. Büyük dinlerin,
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, astrolojiyi “şeytan işi” olarak
nitelendirmesi onların çok işine gelmektedir.
İngilterede görülen taş daireler ve yapılar, Stonehenge ve
Aveburyde olduğu gibi, Fenike-Aryan liderliğini konrol eden
“Babil Kardeşliği” örgütü tarafından yaptırılmıştı.
Bu yapılara ait gizli bilgilerin yanında, bir taş etra­
fındaki manyetik alanın, ses dalgaları tekniği kullanılarak
değiştirilmesi ve taş kütlesinin yerçekiminden kurtularak
yükselmesi gibi teknikler de vardı.
Aryan kelimesi de Fenike kökenlidir. Arri=Şerefli
Kişi anlamındadır. Buradan “Sum-Arian” (Sümerliler)
kelimesi türemiştir.
İngiliz kültürünün temeli ve efsaneleri Fenikelilere
dayanmaktadır. ‘St. George ve Ejderha efsanesi Fenike­
lilerin merkezi olan Kapadokyadan (Bugünkü Ürgüp,
Göreme ve çevresi) gelmiştir. Kızılhaç, ki alev-haçı da
deniyor, Fenike-Aryanları’nın (Daha sonra Naziler tara­
fından kullanılan “svastika” gibi) Güneş sembolü idi.
Fenike Güneş sembolü olan “svastika” (Gamalı Haç) ya
İskoçyada Craig-Narget bölgesinde rastlanmıştır. Fenikeli-
Hitif ler Güneş tanrısına “Bel” veya “Bil” diyorlardı.
Klasik İngiliz sembolü olan “Britannia’da Fenikeli

33
tanrıça “Baretf’d en türemiştir. Bu tanrıçaya Küçük
Asyada’ki Kilikya’d a “Barati,” “Parathea” ve daha sonra
“Diana” adıyla tapıldı. Yani “Diana” ve “Britannia” aynı
kaynaktan gelmektedir.
Fenikeli-Aryanlar yılana da tapıyorlardı ve şekil değiştiren
sürüngenler olan “Naga”lar Hindular’m yılan tannlan idi.
“Cours de Literatüre Celtique” adlı kitabın yazarı
Arbois de Juvainville’ye göre Ortaçağlarda İrlandalIlara
“Mısırlılar” deniyordu. Mısırla, İrlandalIlar arasında il­
ginç bağlantılar vardır. İrlanda’nın sembolü olan “harp”
Kuzey Afrika’d an gelmedir. Çapraz duran kollarıyla Mısır
Tanrısı Osiris’i sembolize eden portreler, ilginç bir şekilde
İrlanda el yazmalarında da görülmektedir.
İrlandalılar’in kullandıkları “pucan” denilen deniz
aracı, Kuzey Afrikalılar tarafından keşfedilmiş ve Nil
Nehrinde kullanılmıştır.
İrlanda’d a görülen “Yuvarlak Kuleler” bazı oryanta­
listlere göre Fenike kökenliydi. Profesör Philip Calahan’ın
araştırmalarına göre, “Yuvarlak Kuleler” kuzey göklerinde
görülen bir yıldız sistemi ile yani Draco (Ejder) ile ilgiliydi.
İrlandalIlar ve Fas Berberiler’i arasındaki benzerlik­
ler de hayli ilgi çekicidir. Fas Berberiler’i açık tenli, bazıları
mavi gözlü ve sarışın dağlılardır. Atias dağlarının eteklerinde
yaşamaktadırlar. Bu dağların adı da Atiantis’in efsanevi yöne­
ticisi Poseidon’un oğlu Atlas’dan gelmektedir. Berberi lisanı
ile Galce arasında da benzerlikler bulunmaktadır.
Fransa sahilindeki (Brötonyabölgesinde) “C arnac’da
ilginç dikili taşlar bulunmuştur. Bu isim de Mısır’daki
“Karnak”dan gelmektedir. Joachim de Vilîeneuve 1833’de
yazdığı “Phoenican Ireland” (Fenikeli İrlanda) adlı ki­
tabında, İrlandalı Druidler’in aslında Fenikeli denizci­
lerin “Yılan Rahiplerinden geldiğini iddia etmektedir.
34
‘Bu da bize “Şeytan Gözü Balor’un Kuzey Afrikalı tanrı
“BaaT’d en geldiğini göstermektedir. Aynı şekilde “Baal”
ritüeli, “Beltane” adım almıştır.
“Şeytan gözü” sürüngenlerin hipnotize edici bakışı
ile ilgilidir. Fenikelilerin Güneş tanrısı “Bel” veya “Bil,”
Kenanlılar ve Babil’liler tarafından “Baal-Nemrud” ola­
rak biliniyordu.
Babil’in “Baal”geleneğinin temsilcileri olan Druidler,
İngiltere, İrlanda ve Fransa gizem okullarının taşıyıcıları
oldular. Druid kelimesinin kökeni tam olarak belli de­
ğildir. “Druidh Galce bir kelimedir ve “bilge adam” veya
“büyücü”anlamına gelmektedir. Aslında İrlandaca bir ke­
lime olan “Drui’den gelmiş olabilir, “meşe ağacı adamı”
anlamına gelmektedir. “Kutsal Çalı,” Druidler’in diğer bir
kutsal sembollerinden biriydi.
ABD nin Los Angeles kentindeki bir “Babil Kardeşliği”
kuruluşu olan “Fíollywood,” “Holy-Bush=Kutsal Çalıdan
türemiştir ve global (Yahudi) film endüstrisinin merkezi­
dir. Hollywood, “Babil Kardeşliğinin elinde çok önemli
bir “Kitle Zihin Şartlama ve Kontrol” vasıtası olarak kul­
lanılmaktadır.
Modern Masonluğun mavi dereceleri gibi (Çırak-Kalfa-
Usta) Druid inisiyeleri de üç gruba ayrılmıştır. Druid gizem
okulunun ilk derecesi “Ovat” (Yumurtamsı) da yeşil cüppe
giyilmektedir ki, bu Druidik öğrenme rengiydi. İkincisi,
“Ozan"di. Hakikati ve armoniyi temsilen mavi bir cüppe giyi­
liyordu. Üçüncü derece yani Druid, güneşi ve saflığı temsilen
beyaz bir cüppe giyiyordu. Baş-Druid (Yani manevi önder)
olmak için ise, geçilmesi gereken altı derece daha vardı.
Druidler uzun bir zaman halkın üzerinde çok etkili ol­
dular. Ritüelleri arasında “Babil Kardeşliğinden alınma derin
ve kötü etkili birçok unsur vardır. Druid gizemleri arasında

35
insan kurbanı da vardı!.. Biraderlik örgütünün “Kara Büyü”
seremonilerinde halen Druid rimelleri kullanılır.
Babil Kardeşliğinin ileri bilgileri ile İngiltere’yi mesken
tutmasının sebebi neydi? Bu doğrudan ülkedeki yoğun enerji
alanları ile ilgiliydi. İngiliz adaları “Biraderlik” için kutsal bir
yerdi, çünkü dünya enerji şebekesininin merkeziydi.
İngilteredeki dev taşlar, taştan daireler, höyükler dün­
yanın heryerinden fazla burada yoğunlaşmış durumdadır.
Enerjiyi ve bilinci yönlendirmeyi amaçlayan faaliyetlerin
merkezi de doğal olarak İngiltere’dir.
Londra, dünya manyetik enerji şebekesi8üzerinde büyük
öneme sahip bir şehirdir. Bu sebepten hem Britanya’nın, yani
“Baratland’ın, hem de “Babil Kardeşliği’nin başkenti olmuş­
tur. Kardeşlik örgütü için Londra, “Yeni Truva” veya “Yeni
Babil” anlamına gelmektedir. Birçok sürüngenimsi-Aryan
kanbağı Truva (Troy) kenti tarihi ile bağlantılıdır.
Gizli örgütlerin üst seviyelerine ulaşabilen insanlar
için Truva kutsal bir şehirdir. Troy (Truva) veya Troia
Yunanca ve İbranice “Üç Yer” anlamına gelmektedir ki,
bu kavram “Trinite” (Teslis-Üçleme) ile bağlantılıdır.
Homer’in yazdığı İlyada efsanesinde Troy’un ‘D ardanus’
(Yunan tanrısı Titan-Zeus) tarafından kurulduğu belirti­
lir. Zeus sürüngenimsi kan bağının bir sembolüdür ve bir
kartal veya bir planla sembolize edilmektedir.
8 Keltler yerakımlarım biliyorlardı; bunu Atlaııtislilerden öğrenmişlerdi.
Onlar yer akımlarının yerküredeki konumlarını ortaya çıkarmanın yeterli
olduğuna inanıyorlardı: İşte bu nedenlerle taş-anıdar dikmişlerdi; Menhir-
ler uzaktan duyarlı aygıtlardı, tıpkı biyel kollan, akımlann kollara ayrılıp,
yön değiştirdikleri noktalara yerleştirilen elektrik prizleri gibi. Leyler belir­
lenmiş akımların yollarını gösteriyordu Dolmenler, Dmid’lerin toprak falı
aracılığı ile yeryuvarlağınm tasarımını çıkarmaya çalıştıkları, enerji yoğun­
laştırma odalarıydı. Krom-lek’ler ve Stonehenge, akımların düzenini kesti-
rebilmek için takımyıldızların düzeninin incelendiği makro-mikro kozmik
gözlemevleriydi.
Mısırlılar’m bu gizli bilgileri, Hermes Trismegites aracılığı ile Musa’ya
geçmişti.

36
Birçok kişi Londra’nın, Truva’mn M.Ö. 1200 yılında
yıkılmasından sonra, “Yeni Troy” (Yeni Truva) olarak kurul­
duğunu bilmemektedir. Efsaneye göre kraliyet kanbağından
olan Aeneas, halkından geri kalanlarla beraber İtalya’ya sı­
ğınmıştı. Orada Latin kralı Latinus’un kızıyla evlendi. Birçok
geleneğe göre, Aeneas’m torunu Brutus M.Ö. 1103 yılında bir
grup Truva’lı ile birlikte Britanya’ya gitmişti. Welsh kayıtları
Brutus’un orada birçok Briton kabilesiyle karşılaştığından ve
Britonlar’m onu kral ilan ettiğinden bahseder.
Brutus, “Caer Troia” (Yeni Truva) adlı bir şehir kur­
muştu. Romalılar daha sonra bu şehre “Londonium”
adını verdiler. Böylece Londra, “Babil Kardeşliğinin ope-
rasyonel merkezi oldu. Bugün Londra, Paris ve Vatikan’la
birlikte biraderlik örgütünün merkezlerinden biridir.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi sürüngenimsi kanbağına9
dayanan ailelerin merkezi de Londra’dır.

9 Dördüncü boyuttaki sürüngenimsi ırkın negatif beyin yıkayıcılarının


etkisi ve kontrolü altında, tüm insan ırkı piramidal bir yapı içersinde
hapsedilmiştir. Sürüngenimsi ırk, piramidin en tepesindeki “Seçkin
Sınıf insan komitesini kontrol etmektedir. Sürüngenimsi ırk, Seçkin Sı­
nıfı, Seçkin Sınıf, Illuminati şebekesini, Illuminati şebekesi de dün­
yayı kontrol eder. Her alt seviye, üst seviyenin bildiğini bilmez ve hiçbir
seviye de sürüngenimsi ırkın bildiğini bilmez.

37
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

GURDJIEFF VE SARMUNG
(SARMAN) KARDEŞLİĞİ

Ünlü mistik ve gizemci Gurdjieff 1872’de Aleksandrapol’da


doğdu.
Babası Yunanlı, annesi Ermeni idi. Bu nedenle hem
Yunan ve Ermeni kiliseleri, hem de Rus Kilisesi ile doğru­
dan bağlantı içindeydi. Bu kiliselerin hepsi de gerek onun
doğduğu şehir Aleksandrapol, gerek ilk çocukluk yıllarını
geçirdiği Kars şehrinde temsil edilmekteydi.
Gurdjieff, kendisinin sadece çocukluğunda değil,
daha sonra da, Ortodoks Kilisesi keşişleriyle -Rus ve
Yunanlı keşişlerle- ilişkilerinden ötürü etkilendiğini söy­
lemiştir.
Gurdjieff, ilk öğretmen ve arkadaşlarından birinin
“Essenliler Kardeşliği” adlı gizemli kardeşliğe dahil olduğu­
nu iddia etmiştir. Dediğine göre bu kardeşliğin başmanastın
hâlâ Lut gölü yakınlarında varlığını sürdürmekteydi.
Anne tarafından Ermeni olması ve bu sayede bul­
duğu bağlantıların bir diğer yönü de Ermeniler arasında
gizli cemiyetlerin önem taşımasıdır. Gurdjieff, Ermeni
gizli cemiyetleri sayesinde Ortadoğu’d a birçok gizemli
yeri gezme fırsatını bulmuştu. Gurjieff, özellikle Musul
ve çevresinin esrarını hissetmişti. Sadece ölü geçmişle bir
bağlantı değil, asla ortadan kalkmamış ve artık yok ol­

38
maya yüz tutsa bile, hâlâ varlığını sürdüren bir şey vardır
orada.
Gurdjieff zamanında orada hâlâ bir şeyler kalmış ve
en az 3000, belki 4000 yıldır kesintisiz bir gelenek varlığı­
nı sürdürmekteydi.
Gurdjieff’in yazılarını dikkatle inceleyenler, İran’ın
doğu-kuzeydoğusundan kuzeybatısına uzanan bir böl­
gedeki “Ehl-i Hak” (Hakikat Ehli) adlı bir tarikat ya da
kardeşlikle bağlantı kurduğunu anlayabilirler.
Bu tarikat 1316 yılında Sultan Sahak tarafından
kurulmuştu. Tarikatın gelenekleri yalnız Nasturi-
Hıristiyanlığına değil, çok daha eski Babil’in en görkemli
dönemine ait, 4000 yıllık Kaide ve Zerdüşt geleneklerine
kadar uzanıyordu.
Yazar Adrian G. Gilbert’a göre Gurdjieff, eski zaman­
larda yaşayan bazı insanların bugün yaşayanlardan çok
daha ileri bir seviyede olduğuna inanmaktaydı.
Gurdjieff’in müridi ve öğrencisi olan Bennett’e göre,
Gurdjieff hayatının 1891-1907 arasındaki bölümünü,
“Sarmung veya Sarman Kardeşliği” diye bilinetı ezoterik
bir örgütün yönettiği bir tapınakta geçirmişti.
Gurdjieff’in “Meetings with Remarkable Men” (İlginç
İnsanlarla Karşılaşmalar) adlı kitabının birçok bölümü,
Gurdjieff’in M.Ö. 2500 yılında kurulduğuna inandığı bu
esrarengiz kardeşlik örgütüne tahsis edilmişti. Bu kabaca
Mısırlıların “Büyük Piramid”i inşa ettikleri döneme10 te­
kabül etmektedir.
Bennett’in inancına göre, aynı gizli kardeşliğin ta­
kipçileri, Babildeki esareti sırasında Yunanlı filozof
Pitagoıas’ı da inisiye etmişti.

10 1991 yıimda Bostonlu Jeolog Robert Schoch ve Ejiptolog John Anthony


West, Mısırdaki Sfenks in yaşını M.Ö. 10.500 olarak açıkladılar.

39
Gurdjieff, Yunan filozofu Pitagorasm “Babil Majisi’ne
inisiye edilmesi efsanesine çok inanmıştı. Nitekim daha sonra
kuracağı akademisine “Pitagoras Okulu” model teşkil etmiştir.
Gurdjieff kendisi ile aynı görüşleri ve düşünceleri pay­
laşan dostları ile “Hakikati Arayanlar” adlı bir örgüt kurdu.
Araştnmaların sonuçları, bu örgütün bilgi havuzunda top­
lanmaya başlandı. Gurdjiefif’in bu grup içindeki en yakın
dostlarından biri Pogosyan adlı bir Ermeni idi.
Gurdjieff arkadaşı Pogosyan ile birlikte 1890’lı yıl­
larda Ani harabelerinde (Bugünkü Kars ilimizin sınırla­
rı içinde) kazı yaparken bir yeraltı geçidine rastladılar.
Geçidin sonundaki duvarı deldikleri zaman karşılarına
küçük bir oda çıktı. Burası bir keşişin hücresi olabilirdi.
Yerde kırık kaplar ve kullanılmış eşya parçaları görülü­
yordu. Odanın bir köşesinde, duvardaki bir oyuğun için­
de saklanmış eski parşömenler buldular.
Parşömenler H’nci Yüzyıldan veya muhtemelen daha
eski zamanlardan kalma idi. Parşömenlerin bazılarının
daha havayla temas eder etmez toz haline gelmesine rağ­
men, çoğu sağlam durumdaydı. İki arkadaş bunları dikkat­
le toplayarak Aleksandrapol’e geri döndüler. Burada belge­
leri deşifre etmek için çalışmalara başladılar. Belgeler eski
Ermeniceyle yazılmıştı ve iki keşişin arasındaki mektup­
laşmadan bahsediyordu. Bu yazışmada Gurdjieff’in daha
önce “Merkharvat” adlı Ermenice bir kitapta gözüne çar­
pan “Sarmung Kardeşliğinden bahsediliyordu. Yazışmadan
anlaşıldığına göre, baş manastırın “Nivssi” yakınlarında
olduğu belirtiliyordu. Pogosyan ve Gurdjieff, Nivssi’nin
Kuzey Irak’taki “Musul’un eski adı olduğunu ortaya çıkar­
dılar. Burası eski Ninova harabelerine yakındı ve mektup­
ların yazıldığı tarihte bu bölgeye “Nievi” deniyordu.

40
Burada Gurdjieff’in maceralı yolculuklarının ta­
mamım anlatmam mümkün değil. İlginç olan bir hu­
sus var o da; Gurdjieff’in11 Ani harabelerinden Nisbise
(Nusaybin’e) gidip orada Mısır medeniyetine ait çok eski
(Mısır’ın kumlara gömülmeden önceki durumunu göste­
rir) bir harita bulmasıdır.
Bennett, 1975 yılında yayınladığı “The Masters of
Wisdom” (Hikmet Üstadları) adlı kitabında bu üstad-
ların halen var olduğundan ve bunların Gurdjieff’in
“Sarmung” veya “Sarman” örgütü ile ilişkileri olduğun­
dan bahsetmektedir.
Sarmung ve Sarman kelimesi eski Farsça ile ilgili ola­
bilir. Zerdüşt doktrinini ihtiva eden eski Pehlevi (İran)
metinlerinde bu kelimeye rastlanmaktadır. Bu “arı” için
kullanılan bir kelimeydi. “Arı” geleneksel hikmetin kıy­
metli balını toplayıp, gelecek nesillere aktarmak için m u­
hafaza eden bir semboldü. (“Arı” sembolü Masonik sem­
bolizm içinde de önemli bir yer tutmaktadır.)
13’ncü Yüzyılda Suriye ve çevrelerinde iyi bilinen
efsanelerin bir derlemesi, Nestori mezhebine mensup
yüksek bir rahip olan, Mar Salamon tarafından yapıl­
mıştı ve kitabın adı “Arılar” adını taşıyordu. Bu kitapta,
Zerdüşte atfedilen ve Hz. İsa zamanında ortaya çıkan es­
rarengiz bir güçten bahsediliyordu.
“Man” Farsça’d a soyaçekimle geçen bir karakterle il­
gilidir. Dolayısıyla özel bir aile veya ırkla ilgili olmalıdır.
11 Gurdjieff’in büyüdüğü kültür potası (Ermenistan, İran, Türkistan)
daha bölgeye İslam gelmeden önce bile ilgili öğretilerin ve büyü üstad-
larının bolca bulunduğu bir alandı. Gurdjieff, Zerdüştün günlerine kadar
geri giden ‘Sarman Kardeşliği’ cemaatine bağlı olduğu konusunda açık re­
feranslar veriyordu. Bunları inceleyen Bennett bunun tarihsel olarak müm­
kün olduğunu söylüyor. Bölgede 30.000 yıl öncesinin şamanik tarikatlarına
bağlanabilen silsileler olduğunu, Budizm, Hıristiyanlık ve İslâmın bu silsi­
lelerden belli şeyler aldığım savunuyor, Bennett. Bu silsileler bugünkü Nak­
şibendi dervişlerine kadar devam ettirilebilir gibi görünüyor ona göre. Bu
anlamda Bennett, incelemelerine dayanarak Gurdjieff’in bir ruhi seçkinler
topluluğuna üye olduğuna ikna olmuş gözüküyor.

41
“Sar” ise “Baş” anlamındadır. Yani şef veya ‘başkan’ an­
lamında.
“Sarman” kelimesi ise “Perennial Felsefe”12 denilen
bir geleneğin, inisiyasyona bağlı olarak nesilden nesile
geçirilmesi demekti. “Sarman’ın bir diğer muhtemel an­
lamı da ‘'Aydınlanmışlar” idi.

Sarman Kardeşliği ve Nemrut’un Sırrı:

1920’de GurdjiefF batıya geldi ve Fransa’da kendi adına


bir gizem veya ezoterizm okulu açtı, okulun izlediği
yol çok eski bir ezoterik okulun yoluydu, yani “Sarman
Kardeşliğinin...
Sarman Kardeşliği temelinde büyük bir ihtimalle, bir
zamanlar Kuzey Mezopotamyada gelişip, yayılan ama sonra
yok edilen Hıristiyan Gnostik Okulu ndan geriye kalanlar
bulunuyordu. Gurdjieff’in kurduğu örgütün en uzak geçmi­
şinde yer alan kayıp gizem okulu Anadolu’daydı.
Yazar Gilbert sıkı bir arayışın ve gizem dedektifliği­
nin sonucunda Gurdjieff’in izine rastladı. Filistin’de or­
taya çıkan iz, Fransa’d an gelen izle Anadolu’da birleşiyor-
du. Ve Gilbert artık sonuçtan emindi; kayıp “Kardeşlik
O kulunun liderini ve yerini bulmuştu. Gilbert’e göre ör­
gütün kurucusu Commagene Kralı I. Antiochus, yeri ise
Nemrut Dağıydı.
Nemrut Dağı hep gizemli iddialara hedef oldu. Kesin
olan tek şey dağda bilinmeyen ve henüz keşfedilme­
miş tünellerin olduğu ve efsanevi Commagene Kralı I.
Antiochus’un kayıp mezarıdır.

12 Philosophia Perennis; Dini form uygulamalarındaki çeşitliliğin temeli­


ni teşkil eden birliği, yani dinlerin özünde yer alan aşkın (transcendent)
hakikatta bulunan birliği benimseyen görüş. Süflilerin “Birlik (Tevhid)
tektir (vahid)” demesi gibi biz de dinlerdeki çeşitliliğin temelinde yatan
aşkın birliğin ‘Tek’ ve ‘Bir’ olduğunu söyleyebiliriz.

42
Gilbert, Kral I. Antiochus’un yaşadığı çağda varo­
lan “Sarman Kardeşlik Örgütü” ile yakın ilişkisi olduğu
görüşünde, onun Kuzey Fırat bölgesine yayılan küçük
krallığının simgesi aslan’dı veya ‘Commagene Aslanıydı.’
Nemrut Dağında bulunan dev mezar anıtta, astrolojik
ve Hermetik simgeler kullanılarak, gizem vurgulanmış­
tı. Nemrut’d a bulunan Aslan kabartmasının üzerindeki
Astrolojik simgeler aslında bir horoskop, yani yıldız ha­
ritasıdır ve Gilbert burada işaret edilen iki zaman döne­
miyle, Kralın doğum ve “Sarm an Kardeşliğine” inisiye
edildiği tarihleri işaret ettiği düşüncesindedir, bu tarih
6 Ocak’tır yani Hz. İsa’nın Yahya Peygamber tarafından
vaftiz edildiği tarih, yani özgün adıyla “Epiphanes” günü.
Gilbert, Kral Antiochus’un krallığının henüz bu­
lunmamış bir yerinde 35 derece eğiminde, 155 metre
Uzunluğunda, nereye gittiği bilinmeyen bir tünel olduğu­
nu iddia ediyor. Aslında bu iddia doğru, çünkü arkeologlar
uzun zamandanberi bu bulmacanın peşindeler, Kahta’d an
Nemrut Dağı’na uzanan tünellerin varlığı biliniyor ama
nereye gittikleri henüz anlaşılamadı zira o boyutta kazılar
yapılmış değil. Gilbert, Commagene Kralının doğum ta­
rihini de hesaplıyor; bu tarih Güneş’in Regulus yıldızıyla
Aslan Burcunda buluştuğu tarih, yani 29 Haziran.
A. Gilbert, Urfa’mn da (Eski adıyla Edessa) “Orion Bilgeli­
ği” ile ilgili bir merkez olduğu görüşünde ve bunun kanıtları­
nı da Eski Ahit’te yani Tevrat’d a bulunduğunu belirtiyor.
Hıristiyanlığın ilk yıllarında Urfa, çok önemli bir eği­
tim merkeziydi ve kutsal kalıntılar hâlâ orada görülür.
Gilbert, araştırmalarında kayıp Kardeşlik Örgütünün
izlerinin Urfa’d a da bulunduğunu belirtiyor ve Matta
İncilindeki “Maji Öyküsünü hatırlatıyor. Mesihin yani
Hz. İsa’nın doğumu yani “Christmas Günü” aslında 25
43
Aralık değildir, bu tarih aslında antik bir Pagan festiva­
lini simgeler. (M itralarin Doğum Kutlamaları) Gerçek
“Christmas” Milattan önceki 7’nci Yılın 29 Temmuzudur
yani Hz. îsa milattan yedi yıl önce doğmuştur ve o gün
gök konumu çok özeldir.
Güneş her yıl aynı tarihte, "Kralın Doğumu” konumuna
girer. Aslan Burcundaki “Küçük Aslan” veya “Aslan Yürek”
de denen Regulus’la buluşur. Bu aynı zamanda da, göğün en
parlak yıldızı olan Sirius’un yükseliş döneminin hemen son­
rasıdır. Mısır Mitolojisinde Sirius yıldızı Tanrıça îsis’in özel
yıldızıdır, görülmediği dönemde Tanrıça hamiledir, yüksel­
diğinde yani parlamaya başladığında oğlu Horus doğar, bıı
da Güneş-Regulus buluşmasıyla simgelenir.
İlk Hıristiyanlar, bu mitolojik kavramı kullandılar,
Sirius’un yükselmesi Meryem’in doğumuydu ama bu kez
doğan Horus değildi. Çünkü Meryem’in oğlu Hz. İsa’ydı,
aynı anda görülen parlak yıldızlar da önemliydiler, örne­
ğin Orion İsis’in eşi olan Osiris’ti.
Hıristiyan kültü, Osiris’e Meryem’in eşi Yusuf’un
kimliğini verdi. Procyon yıldızı da, Sirius gibi Orion’dan
sonra yükselir ve İsis’in kardeşi Nephthys ile simgelenir.
Zodyak (Burçlar Kuşağı) genelde hayvanlarla simge­
lenir. Öküz yani Boğa, Koyun yani Koç burçları Hz. İsa’nın
doğduğu ahırda bulunan ve yemlenen yani beslenen iki hay­
vandır ve ahır Bethlehem kasabasmdadır, kasabanın adının
anlamı “Ekmeğin Yerı’dtr. Beüehem kasabası, Judah bölge­
sinde yani İsrail’in Aslan Kabilesinin yaşadığı yerdedir ve bu
kabilenin simgesi Aslan Burcundaki veya takım yıldızındaki
Regulus’tur. Sonuç olarak ezoterik anlamda Güneş-Regulus
buluşması, Hz. İsa’nın ahırdaki doğumunu simgeler.
Gilbert, Hz. İsa’nın doğuşu öyküsünün anlamının
farklı olduğu görüşünde, bizlere bu şekilde Hz. İsa’nın

44
doğum horoskobunun, yani yıldız haritasının anlatılmak
istendiğini düşünüyor, eğer okuma doğru yapılırsa kesin
zaman belirlenecektir.
Hz. İsa da Horus gibi bir kral olarak doğmuştur, ge­
zegenlere uygun armağanlar onun doğumunu simgelerler.
Matta İncilinde armağanların baştan çıkarıcı oldukları ve
ego’sal amaçlarla kullanılabilecekleri vurgulanır. Yani üç
gezegenin negatif yönleri vurgulanır, negatif yönler pra­
tik Majinin reddedilmesi (Merkür), ölümsüzlük arzusu
(Satürn) ve krallık yani iktidar hırsıdır. (Jüpiter) Daha son­
raki olaylar da benzer anlamlar içerirler, Yahya Peygamber
Ürdün Irmağında Hz. İsa’yı vaftiz ederken cennetten gelen
bir güvercin simgeselliğinde Hz. İsa’ya en yüksek arma­
ğan verilir, bunun anlamı gezegendeki en yüksek krallığın
onaylanmasıdır. Artık o, Logosun yani Varoluşun aracı
olmuştur. Yani Vaftiz’in simgeselliği ve 6 Ocak kutlama­
larının anlamı göksel buluşmanın gerçekleşmesi, daha da
ötede Hz. İsa’nın göksel doğumudur. Ama bu tarih değişe­
cek, 25 Aralık’a kayarak antik Romanın Satürn şenlikleri
Mitralar’ın doğumu ile karışacaktır.
Bütün bunlardan anlaşılan şey, Kayıp Kardeşlik
Örgütünün içeriğidir, Horus’dan, Hz. İsa’ya oradan da
Kral I. Antiochus’a uzanan gizemin ezoterik anlamı ve
bunun astrolojik metodla, Herm etik Bilgelik düzeyinde
simgeselleştirilmesidir fakat tüm anlatılar ve Gilbert’in
iddiaları yine de asıl gizemi açıklayamıyor; yıldızların ve
gezegenlerin etkinliği ya da önemi acaba kutsallık düze­
yinde ezoterik simgesellik midir? Yoksa, dünya dışındaki
bir yerler mi ima edilmektedir? Sır, Orion ve Sirius’da
saklı gibidir; bir gün bunu da öğreneceğiz; ne zaman mı?
kimbilir, belki de Nemrut Dağının altında yatan sırrı çöz­
düğümüz zaman.

45
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

TEVRAT VE İNCİL MİT’LERİ

ESKİ AHİTTEKÎ ATALAR VE


FİRAVUNLAR

Alman yazar Stefan Erdmann “Banken, brot und Bomb­


en” (Bankalar, Ekmek ve Bombalar) adlı iki ciltlikkitabınm
İnci cildinde çok ilginç iddialarda bulunmaktadır.
Yazara göre, Ortodoks tarihçiler Kudüs Tapınağının
M.Ö. 980 yılında inşa edildiğini kabul etmekteler. Bu ta­
rih, Tevrat’ta anlatılan İsrailliler’in Mısır’d an çıkışından
yarım yüzyıl sonra vukubolduğu için birçok tarihçinin
kafasını karıştırmaktadır.
Genel olarak kabul edilen teoriye göre, Hz. Musa’nın
Mısır’d an çıkışı II. Ramses zamanında gerçekleşmişti.
(M.Ö. 1290-M.Ö. 1224) Burada da karşımıza takribi 200
yıllık bir fark çıkmaktadır. Bu fark, modern araştırmacı­
lara inanılmaz görünmektedir. Bu sebepten Musa’nın beş
kitabında, yeni elde edilen arkeolojik sonuçlara ve tarihi
gerçeklere ters düşen birçok açıklamalar bulunmaktadır.
Tevratta adı geçen şahısların hayatı ve eserleri ile
Tevrat’ın yazılışı arasında binlerce yıllık bir zaman aralığı
bulunmaktadır.
Erdmann, Mısırlıların ve İsrailliler’in ortak bir kö­
kenden geldiklerini ileri sürerek, Eski Ahitteki Mısır kro­
nolojisinde Mısır kelimesinin yüz defa, İsrail kelimesinin
ise bir defa geçtiğine dikkat çekmektedir. Tevratın otantik

46
bir tarihini çıkarmak için Firavunların izini sürmek ge­
rekmektedir.
Mısırlı tarihçi Manetho Hz. Musa hakkında şunları
yazmaktadır;
“Levi kabilesinden Musa, Mısır’d a eğitilmiş ve
Heliopolis’de inisiye edilmiştir. Firavun Amenofis
(Eknaton) zamanında “Kardeşliğin” yüksek rahipliğine
atanmıştı.”
Mısırlı Ejiptolog Mustafa Gadalla “Tarihteki Tahrifat-
Eski Mısırın Yayınlanmamış Tarihi” adlı kitabında Eski Ahit
(Tevrat)’in kökenleri ile ilgili birçok cevaplanması gereken
soru olduğunu belirtir ve Tevrattaki tarihler ve şahısların yaş­
ları hakkında verilen bilgilerin gerçeklerden uzak olduğunu
ve hiçbir iyi niyetli tarihçinin bunları ciddiye alamayacağını
yazmaktadır. Gadalla şöyle devam etmektedir;
“Tevrata inanırsak Tanrı dünyayı M.Ö. 4004 yılında
yaratmıştır. Ama elimizdeki bilimsel deliller bundan çok
önceleri dünyada insanların yaşadığını ispatlıyor.”
İlginçtir ki Eski Ahit’d e bütün yollar sonuçta ya
Mısır’d a son bulmaktadır ya da oradan başlamaktadır.
Tevrat’taki “Davud ve Golyat” hikâyesi de Mısırın
“Sinuhe” efsanesinden alınmıştır. Eski Mısır yazılarından bu
olayın Hz. İsaüan 20. yüzyıl önce vukubolduğunu anlıyoruz.
Ejiptolog ve yazar Mustafa Gadalla, onlarca senelik
araştırmalarının sonucunda Hz. Davud’d an Hz. İsa’ya
kadar bütün peygamberlerin Mısırlı firavunlar olduğunu
ortaya çıkarmıştır.
Bütün ibrahimi dinlerin ortak kutsal şehri olan
Kudüs’ün bulunduğu yere, ilk kutsal şehri yaptıran
Firavun III. Tutmosis’di.

47
Erdmann’ın kitabındaki 18. Hanedan kronolojisi­
ni olduğu gibi aktarıyorum:
KRALIN ADI KRALLIK SÜRESİ YAŞAM SÜRESİ
T utm osisIII (Tevrattaki adı: David) 34 Yıl M.Ö.1505-1450
Amenofıs III (Tevrattaki adı: Süleyman) 36 Yıl M.Ö. 1408-1372
Amenofıs IV (Tevrattaki adı: Musa) 18 Yıl M.Ö. 1372-1354

Hz. Musa gerçekte kimdi?

Hz. Musa efsanesinin muhtemel kaynağı, Akat Kralı I.


Sargon’dur Yahudiler Babil esareti sırasında bu efsane
ile tanışma fırsatını bulmuşlardı. Gerçekten de Sargon
hikâyesi, Musa’nın hikâyesi ile paralellik göstermektedir.
Musa’nın doğum hikâyesi1 Akat Kralı I. Sargon yaşadığı
zamanlarda yani, Hz. İsa’d an altı yüzyıl önce ortaya
çıkmıştı. Yani Musa’nın bilinen hikâyesinden yüzyıllarca
önce...
Musa hikâyesinin başka eski kaynaklardan alındığını
gösterir deliller vardır.
Örneğin, antik Şarap Tanrısı “Bacchus” da aynı Musa
gibi suda bir sepetin içinde bulunur, Kızıldeniz’i yararak
geçer, yasaları taş levhalara yazar ve ordularına alevden
sütunlar önderlik ederdi.
Hint destanı Ramayanada adı geçen kahraman Rama,
5000 yıl önce halkını Ortaasyadan Hindistan’a götürmüştü.
Hz. Musa gibi o da bir yasa koyucu ve halk kahramanı ol­
muştu. Rama da, Musa gibi halkını çölden geçirir, topraktan
kaynak suları fışkırtır, Soma (Hayat Suyu) ile bulaşıcı hasta­
lıklara engel olur v.s. Resimlerde Rama, Musa gibi başının
etrafında bir hale (Aydınlanmış şahıslann baş bölgesinde gö­
rülen ışık=Aydmlanmışların alevi) ile tasvir edilirdi.

48
Hz. Musa’dan 5000 yıl önce yaşayan Zerdüşt’ün ha­
yatı da Hz. Musa’ya çok benzemektedir. Birçok eski kay­
naktan elde edilen bilgilerin, Musa hikâyesi ile uyuşması,
Tevratta anlatılan mucizelerin Musa’ya özgün şeyler ol­
duğu iddiasını yalanlamaktadır.
1928 yılında Alman yazar Jens Jürgens’in “Der biblis-
che Moses” (Tevrat’taki Musa) adlı kitabında delillere da­
yanarak açıkladığına göre, Mısırlı rahipler 6000 yıl önce
barutu biliyorlardı. Musa’nın ateşle ilgili bazı gösterileri­
nin kaynağında bu bilgiler olabilir.
Arkeolog Sir Flinders Petri’nin araştırmalardan elde
ettiği sonuçlara göre, Mısırlılar Sina bölgesinde “Gnefru”
adlı bir kükürt madeni işletiyorlardı. Musa barutun reçe­
tesini biliyor olmalıydı. (Herhalde Heliopolis rahiplerin­
den öğrenmişti) Bilindiği gibi barut; kükürt, potasyum
nitrat ve odun kömüründen yapılmaktadır.
Konuyla ilgili birçok yazara, Mısırlı General Musa’nın
Yahudiler’in atası olması makul gelmektedir.
Alman yazar Dr. Dr. Erich Bromme, onbeş yıllık
araştırmalarının sonuçlarını (Yani Hıristiyan teolojisinde­
ki sahtekârlıkları) “Faelschung und Irrtum in Geschichte
und Theologie” adlı kitabında toplamıştı.
Bromme göre, bronz çağında Filistin bir Mısır eyaleti
idi. Küçük bir azınlık olan Yahudi halkının - ’Mısıra bağ­
lı- iki Kralı Jarobeam ve Rehabeam idi ki, bunların var­
lığı Mısır kaynaklarınca da doğrulanmaktadır. Bu her iki
krala bağlı halk, M.Ö. 734-721 yılları arasında Asurlular
tarafından esir edilerek, Dicle Nehri kıyılarına sürüldü ve
bunlar bir halk olarak bir daha asla tarih sahnesine çık­
madılar. Yani o zamanlar ne tanınmış bir halktılar, ne de
kayıp 12 kabile diye bir şey mevcuttu. M.Ö. 582-580 yılla­

49
rı arasında, Nabukadnazar bu halkın geri kalan kısmını,
kralları Jojakim ile birlikte Babil topraklarına ait bir böl­
geye yerleştirdi. Bunlardan hiçbiri bir daha Filistine geri
dönmedi.
Muharref Tevrat yazarları tarafından “İsrail’in Çıkışı”
denilerek M.Ö. 1230 yılında geçtiği iddia edilen olay, aslın­
da M.Ö. 539-538 yıllarında Babil’de geçmişti. Babil Kralı II.
Kyros’un Kaide ordusunu Miraya Vadisinde (Kerbela’nın
25 km. Güneydoğusunda) yok etmesi, Tevrat’ta “Firavunun
Kızıldeniz’de yok edilmesi” diye anlatılıyordu.
Daha sonra II. Kyros, Farisi (Pers) subayların komu­
ta ettiği, esir Arap çöl haydutları ve Kaideli köylülerden
oluşan bir birlik oluşturdu. Bu birliğin sembolü “6 köşeli
yıldızdı ve bu seçkin birlik (Seçilmiş kavim!..) kendileri­
ne “Isra-El” (Efendinin Savaşçıları) diyorlardı.
II. Kyros M.Ö. 580’de esir Yahudi Kralı Jojakim’in oğlu
Eli-Ezer’i, “Moshe” = Musa (Kendini müşkül durumdan
kurtaran anlamında) adıyla birlik (Alay) komutanı yaptı.
İşte tarih sahtekarları, alay komutanı “Moshe’yi
Mısırlı Firavunun oğlu yaparak hakkında çeşitli efsaneler
uydurdular. Moshe, “seçilmiş”lerle beraber Fırat Nehrinin
yukarlarma doğru, bugünkü “Jarua” köyünün yakınlarına
doğru çekilerek, kışlık ordugahını kurdu.
II. Kyros’un birlikleri için çıkardığı talimatname­
ler, daha sonra tarih sahtekarları tarafından “Musa’nın
Yasaları”diye adlandırıldı.
Bromme’a göre bugün kendilerine “İsrailli” diyenler
aslında “Hiksos-Hazar” melezi bir halktır. Dikkat edilir­
se, Yahudi tarihi denilen şeyin tersyüz edilmiş ve tahrif
edilmiş bir Mısır tarihi olduğu kolayca anlaşılabilir.
Filistin binlerce yıl Mısır eyaleti olarak kalmıştı.

50
Tevratta Babil isimleri, Mısır isimleri ile değiştirildi ve
Kaide Kralları Firavunlar olarak tanıtıldı.
Son olarak Tevratta anlatılan David ve Golyat arasın­
da büyük zaman farkı olduğunu belirtelim. Dev Golyat
Miken çağında yaşamıştı, buna karşılık David M.Ö. 900
yılında demir silâhlar ve zırh kuşanamazdı, çünkü o za­
manlar bunlar yoktu.
Yeniden III. Amenofıs’in oğlu “Ahen-Aton” konusu­
na dönersek, IV. Amenofis denilen Ahenatonun Mısır'da
monoteizmi (tek Tanrı inancını) savunduğunu görüyoruz.
Ahenaton tek Tanrıyı “Aton” diye adlandırıyordu. Ona göre,
Güneş tanrısı “Aton” tek tanrıcılığın (tevhid’in) sembolü idi.
Bu sebepten kendi adı olan IV. Amenofis’i kaldıra­
rak, onun yerine “Ahenaton” demeye başladı. Ahenaton,
“Aton” dini takipçileri için Teb’deki geleneksel “Amun”
merkezinden 300 km. daha kuzeydeki Tel-el-Amara’d a
“Ahen-Aton” adlı (Yani Atonun ufku) yeni bir şehir kur­
du. Bu şehir Atonun (yani tek tanrıcılığın) merkezi oldu.
Ahenaton aynı zamanda Mısır’ın eski “Gizli
Öğretisi’ne de inisiye edilmişti. İlginçtir ki ünlü psikoa-
nalizci S. Freud araştırmalarının sonucunda Ahenaton ve
Musa’nın tek ve aynı şahıs olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Talmud’d a Musa ile ilgili açıklamalar ve Ahenatonun
Amar-na’daki hayat hikâyesi arasında çok ilginç benzer­
likler vardır;
1- Musa, Sina Yarımadasına göç etmeden önce
“k r a l” diye adlandırılıyordu. Ahenaton da aynı şekilde
adlandırılmıştı.
2- Her ikisi de “Yüksek Rahip”unvanına sahipti.
3- Talmud’da Etiyopya’da bir şehir diye anlatılan yer as­
lında Amama idi.
51
4- Musa’nın eş olarak aldığı Mısırlı Kraliçe Adonit
(Aten-lt) ismini taşıyordu. Aten, Ahenatonun Tanrısı
“At-on”dan geliyordu.
5- Kraliçenin oğlunu Musa yerine kral yapmak is­
temesi de, Tutankamonun babası Ahenatonun egemen­
liğinden sonra tahta çıkışını hatırlatmaktadır.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi Hz. Musa ve
Ahenaton tek ve aynı şahıstır!..
“David Yıldızı” veya “Süleyman’ın M ühürü” de­
nilen “altı köşeli yıldız” aslında Ahenaton’un m ühürü
müydü?
Süleyman’ın mühürü ya da “David Yıldızı” denilen altı
köşeli yıldız (Aslında içiçe geçmiş iki üçgenden oluşmuş­
tur.) Mısır Firavunu Ahenatonun kraliyet mühürüydü.
Ahenaton mühürü, birbiri ile harmoni içinde içiçe
geçmiş iki ayrı büyük piramidi sembolize etmektedir. Bu
piramitlerden biri, insanın “Işık Bedeni”13’nin üst erkek
bölümünü, yani elektmental kısmını, aşağı doğru olan
ise “Işık Beden’in dişi bölümü yani manyetik-emosyonel
kısmını sembolize etmektedir.
Her piramid bir Oktahedron (Sekiz yüzlü
Piramid)’un yarısıdır Ahenatonun m ühürü bize iki yarım
Oktahedronu veya ruhsal enerjiler piramidini, yani bizim
kim olduğumuzu gösterir.
Bu sembolizm bize, üç boyutlu fiziksel bedenimizin
“Sanal Gerçek Makinası” olduğunu göstermektedir.
Bizler saf ışığın elektromanyetik enerjileri’ ola­
rak yaratılışın derinliklerindeki hayat tecrübelerini ya­
şamaktayız. İşte özü bu anlayışa dayanan “Tek Tanrı”
13 “Işık Beden” aynı zamanda “Bilincin Ruhsal Enerji Alanı” olarak da
bilinir. Spirütel teknikler ve dualar’la ışık bedeni aktive etmek m üm ­
kündür.

52
inancı, Ahanetonun diniydi. Ahaneton Tevratta “Musa”
olarak bilinir. Ahanetonun mühürü, önce “Süleyman’ın
Mühürü” sonra da “David’in Yıldızı” olmuştur.

Yehova’nın (Yahve’nin) gizli kimliği:

22 Eylül 2002 tarihinde ABD’deki Hıristiyan Siyonistleri


ziyaret eden İsrail Başbakanı Ariel Şaron şöyle diyordu;
"Bu ülke (İsrail) bizimdir. Tanrı bize bu ülkenin tapusu­
nu verdi!”
Son araştırmalar ve özellikle Tel Aviv Üniversitesi
arkeolojik araştırma timinin bulguları, Eski Ahit ve
Tora’daki bütün hikâyelerin temelinden asılsız olduğunu
ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda o zamana kadar hiç
düşünülmeyen bir şey, yani eski tarihçilerin bahsettiği
İsrail- Exodusunde adı geçenlerin İsrailli değil, aslında
Asya kökenli Hiksoslar olduğu, ortaya çıkmıştır.
1999 yılı Kasım ayında Tel Aviv Üniversitesinden
Prof. Ze’ev Herzog “İsrailliler hiçbir zaman Mısır’d a bu­
lunmadılar, çölde yıllarca kalmadılar ve hiçbir ülkeyi
fethetmediler,” dediği zaman İsrail’de kıyamet kopmuştu.
Ayrıca Profesör sözlerine şöyle devam etmişti; “Yahudi
Tanrısı Yahve (YHVH)’nin bir dişi yardımcısı da var;
Tanrıça Aşera!”
Herzog’a göre, David ve Süleyman krallıkları küçük birer
kabile monarşileriydi. Herzog bu sözleri ile geleneksel Yahudi-
Hıristiyan inanç sistemindi temellerine en büyük darbeyi vur­
muştu. Herzog’un elindeki delillere göre, M.Ö. 7’nci Yüzyıla
kadar Yahudiler tek Tanrı inancına geçmemişlerdi.
Tel Aviv Üniversitesinin Megiddo’d a yaptırdığı ar­
keolojik araştırmalarda, araştırmacı Yigael Yadin’in 1960

53
yılında Süleymana ait olduğunu iddia ettiği kanıtların
M.Ö. 10’ncu Yüzyıla değil, M.Ö. 9’ncu Yüzyıla ait olduğu
anlaşılmıştır.
Herzog, “Süleyman ve Davut arkeolojik kayıtlarda
bulunmuyor,” demekteydi. Herzog’un araştırma arkadaş­
larından biri olan İsrael Finkelstein, Yahudilerin göçebe
Kenan lılardan başkası olmadığı kanaatine varmıştır.
Fakat esas bomba, Herzog’un keşifleriyle ilgili sonuç­
ları açıklayınca patladı. Ona göre Yahve’nin “Aşera” adlı
bir eşi vardı.
M.Ö. 8’nci Yüzyıla ait Yahudi yazıtlarında Yahve’nin
dişi bir yardımcısı olduğu yazılıydı. Yahve’nin tek Tanrı
olduğu inancı da bu şekilde ortadan kalkmış oluyordu.
Tanrıça Aşera (Asherat)’nm Yahve’nin yardımcısı olma­
sı, Yahudi / Hıristiyan Tanrı kimliğini, dolayısı ile batı dininin
dayandığı monoteistik Tanrı inancını da sarsmış oluyordu.
Asteroth, Ortadoğu tanrılar panteonunda önemli bir
yer tutar.
Sümerliler onu “İN. ANNA” (Anu’nun sevgilisi)
diye bilirlerdi ve Sümer destanlarında önemli bir ka­
rakterdi. Asurlular ve Babilliler onu “İştar” olarak bi­
lirlerdi. Kenanlı’lar ona “A ştoretY unanlılar “Afrodit,”
Romalılar ise “Venüs” diyorlardı. Onun en önemli özde­
şi Mısırlı Tanrıça H athor idi.
Hathor, savaş Tanrısı Horus’un karısıdır. Hathor
inekle sembolize edilirdi. 26’ncı Hanedan (M.Ö. 572-525)
zamanında yapılan inek heykelleri Tanrıça Hathor’u sem­
bolize etmektedir.
Aşera (Bu ad, denizde yürüyen anlamına gelmekte­
dir) büyük Tanrı El’in yardımcısı idi ve Elath (Tanrıça)
olarak da bilinirdi.
54
Ras Şamrah’m çivi yazısı tabletlerinde (Tak. M.Ö. 1400)
tanrıların başında “El” ve karısı “Denizdeki Aşera” (Asherah)
bulunduğu yazmaktadır. El’den sonra en büyük tanrı, El ve
Aşera’nın oğlu Tanrı Baal geliyordu. Lübnan geleneklerinde
Baal, Jüpitere denk gelmektedir.
Suriyede bulunan bir Aşera kabartmasında, Tanrıça
bir Mısır başlığı ile tasvir edilmiştir.
Tevrat’ın Genesis (Yaratılış) bölümünde Tanrı “El -
Şadday” diye adlandırılmaktadır.
El-Şadday’ın kelime anlamı “Dağlardan birinin
tanrısı’dır. Fakat ondan başka El Olam (Ebedi Tanrı), El-
Elyon (En yüksek Tanrı), El-Roi (Vizyon Tanrısı) da vardır.
Sorulması gereken soru ise şudur; niçin Yahve kendi­
ne “El-Şadday” demiştir? Bunun cevabı Hz. İbrahim’in bir
zamanlar yaşadığı söylenen Kenan’ın dini geleneklerinde
yatmaktadır. Bu gelenekler Fenikeliler tarafından getiril­
mişti. Bilindiği gibi Fenike dini gelenekleri de Sümer’e
dayanmaktadır.
Dağlar tanrısının bir Sümer muadili vardı; o da
Enlil’in (‘Uzaktaki dağların tanrısı’ anlamında) en genç
oğlu ISH. KUR’dur. Ishkur ibranice ‘A dad’ veya ‘H adad’
olarak bilinir. Hadad, Ninnar/Sin’in kardeşi ve Kenan-El-
Şadday’ın önde gelen tanrısı idi.
El-Şadday Yahudi inancında önemli bir yer tutar ve
Tora metinlerinde yer alır.
Yahve’nin şiddete olan eğilimi ve seçilmiş halkını
küçümsemesi, ISH. KUR (Hadad) ülkesini işgal eden Amorit
ve Hititler’e karşı gösterdiği şiddetle kıyaslanabilir.
ISH. KUR’un imajı ve sembolleri Tanrı Baal’e çok
benzemektedir. O da Yahve gibi Babil’e ve Mısır’a düş­
mandı.
55
Onun da Yahve gibi gerçek ismi Kenan-Baal (Hadad)
söylenmezdi.

H e r z o g ’u n k e ş ifle ri so n u c u n d a ;

Eski Ahit’in Yahudi Tanrısının: ISH.KUR = Hadad = El-


Şadday = Baal = Yahve olduğu ortaya çıkmıştır.
Yani Yahve nin tanrılar panteonun en üst basamağmda-
ki tanrı “El” olmayıp, ona isyan eden oğlu ISH.KUR, Baal,
Hadad, El-Şadday olduğu anlaşılmıştı. Bu isyanda anne Aşera
(Baalat, Asteroth, Elat) da yardımcı oluyordu. Bu dişi varlık,
Yunan ve Roma geleneklerine Afrodit ve Venüs olarak geç­
miştir. Daha önceleri de Mısırda İsis olarak biliniyordu.
“Israel” adının etimolojisi de;
Is=îsis
Ra (Mısır panteonundaki baş tanrı)
EL (Tanrı Baal) olarak İbranice “Yisrael’den çok daha
fazla anlamlıdır.

Yahve ve çocuk kurban ritüeli:

Christopher Knight&Robert Lomas, “The Book of


Hıram” adlı kitapta, ‘Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’ Masonluğunun ondört derece ritüelinde “Kral
Süleyman’ın Kenan Tanrısı Moloh’a taptığından bahsedil­
ir,” demektedirler.
Yazarlara göre bu ritüel, Tevrattaki “Kral Süleyman
Yahveden vazgeçerek diğer tanrılara döndü,” şeklindeki
hikâyeyi tasdik etmektedir.
Moloh aslında sadece bir put değildi. Birçok araştır­
macı onun Kenanlılar’ın Güneş Tanrısı olduğuna ve adı­

56
nın, Yahudiler arasında çocuk kurban ritüelleri ile anıldı­
ğına inanmaktadır.
Moloh adı “Malak’dan türemiştir. ‘M elkizedek’ gibi
“kral” anlamındadır. Moloh uzak geçmişte Kenani Güneş
tanrısı idi.
Fakat Tevratta Moloh’un bir Tanrıdan çok, “bir kurban
biçimi” olarak anlatıldığını görüyoruz. Söz konusu kurban,
“kralın öz çocuklarını diri diri yakmasıyla” tanrıları sakin­
leştirme amacını güdüyordu.
Süleyman’ın çok geniş bir haremi ve sayısız çocuğu
vardı. Bunlardan bir kısmı niye kurban edilmiş olmasın?
Moloh’un ilk tasvirleri onu boğa başlı bir yaratık ola­
rak göstermektedir. Moloh’a tapınmanın temel özelliği,
“Moloh ateşinde” çocukların ritüel olarak yakılmasıydı.
Bu ritüel, çocukların yavaş yavaş ateşte yakılarak acı
içinde öldürülmeleri ile icra ediliyordu.
Tevrat bu korkunç ritüeli Ammonit’lerin “iğrenç bir
uygulaması” olarak adlandırsa da Yahudi yasalarının ya­
zıldığı tarihlerde bu ritüelin uygulandığı bilinmektedir.
Bu Moloh hikâyesi, M inotaur mit’ine çok benze­
mektedir. Bu yaratığın Girit Adası’ndaki Minos labiren­
tinde yaşadığına inanılırdı ve Minotaur Grekçe “Minos
Boğası” demekti.
‘Minos Boğası’ ve ‘Kenani Moloh’ arasında ilginç bir
bağlantı olduğu derhal göze çarpıyor. Çünkü Kenaniler’in
bir alt gurubu olan Filistinli’ler, Girit’ten gelmişlerdi.
A.B.D Nashville’deki Vanderbilt Üniversitesinden
Prof. Philip Hyatt, “Filistinliler Ege bölgesinden ve Girit
Adasından gelerek güneybatı Filistin’de beş şehirden olu­
şan bir konfederasyon kurmuşlardı,” demektedir.

57
Minotaur hikâyesi, Girit’te çocukların kurban edildi­
ği bir dönemin anısına dayanıyordu.
Tevı atın ‘Genesis’ bölümünde, Hz. İbrahim’in en bü­
yük oğlu İsak’ı Moıia Dağında kurban etmeye hazırlan­
dığı anlatılır.
İlginçtir ki dağın o noktası, Yahudiliğin kurucu ba­
balarının ilk doğan çocuklarını Moloh’un anısına yaktık­
ları yerdi. Tevratm yazarları İbrahim’in ilk doğan oğlunu
“Moloh’lamadığıııı” (yani yakarak öldürmediğini) anlat­
maya çalışırlar. Ama İbrahim oğlunu kurban etmeye ni­
yetlendikten sonra, Güneş tanrısı “El-Elyon” onun cezasını
affetmişti.
İbrahim’in M.Ö.1900 yıllarında oğlunu kurban etme­
ye niyetlendiği tanrı Yahve değil, El Elyon’d uLSon yapılan
araştırmalar, bu kurban yerinin “Melkizedek Krallığı” ol­
duğu ve yüzyıllar sonra, çocukların kurban edildiği yere,
Süleyman Tapınağının yapıldığı ortaya çıkmıştır.
Profesör Hook’a göre, antropolojik açıdan Süleyman
Tapmağının yeri, Yahudiler’de çocuk kurbanı geleneğinin
varlığının bir deliliydi.
Tevrat’ın Krallar, II. Kitap 16. Bölümünde, 1-5 ayet­
lerde “Yuda Kralı Ahaz’ın Süleyman devrinden ve Yahve
Tapınağının yapımından 200 yıl sonra bile Moloh’a taptı-
ğırfÖan” bahsedilir.
Kudüs şehri duvarının güneybatısındaki Hinnom
Vadisi, çocukların Moloh’a kurban edildiği yerdi. Vadinin
adının çocukların alevde yakılması ile anıldığı için
buraya Gehenne (Cehennem) denmeye başlanmıştı.
Yahudilerdeki çocuk kurban ritüeli ile ilgili araştırmalar,
bunun kutsal meşe ağaçları, ritüel seks ve ölüler kültü ile
ilişkili olduğunu göstermiştir. Bütün bunların, kendilerini

58
“Tek Tanrının Seçkin Halkı” olarak ilan eden Yahudiler
için oldukça garip düşünceler olduğu inkâr edilemez.
Davud ve Süleyman’d an yüzyıllar sonra bile Moloh
tapınmasının sürmesi, Yahudilerin iddialarının aksine,
tek Tanrıcılıktan fazla etkilenmediklerini göstermektedir.
Gerçekten de Hz. Musa’dan, Kudüs Tapınağının M.S. 70
yılında tamamen yıkılmasına kadar, Yahudiler çevrele­
rindeki halkların dinlerini bir ergitme potasında eritip,
kendilerine göre bir sentez yapmışlardı.

Hiksoslar:

Tarihçi Josephus (M.Ö. 37-100) de Herzog gibi İbranilerin


Mısır’da tutsak edildiği hikâyesini kabul etmemişti. Jo­
sephus bir adım daha da ileri giderek, Yahudilerin ırk
kökenlerinin Hiksoslar a dayandığını söylemişti.
Heidelberg Üniversitesinde isim yapmış bir Ejiptolog
olan Jan Assmann, Exodus hikâyesinin, Hiksoslar’ın Mısır’dan
kovulmasının ters çevrilmiş bir anlatımı olduğunu ve Hz. Mu­
sa'nın da bir Mısırlı olduğunu iddia etmiştir.
Aynı şekilde Toronto Üniversitesinden Donald
P. Redford, Tora ve Eski Ahitteki Yahudilerin Exodus
hikâyesinin aslında Hiksoslar’ın Mısırdan kovulma­
sı olduğunu iddia etmiştir. Bu teoriyi ortaya atan kitabı
“Egypt, Canaan and Israel in Ancient Times” 1993 yılında
Arkeoloji dalında en iyi araştırma ödülünü kazanmıştı.
Sami-Asyalı melez bir grup olan Hiksoslar’ın Nil
Vadisine sızdıklarına dair reddedilemez deliller vardır.
Bunlar Aşağı Mısır’d a (M.Ö. 17’nci Yüzyıl) iktidarı ele ge­
çirmişler ve M.Ö. 1674’d en M.Ö. 1567 yılındaki sürülme­
lerine kadar burada egemen olmuşlardı.

59
Mısır’d aki Hiksoslar ISH. KUR’a benzeyen SET’e
tapıyorlardı. Her iki tanrı da yıldırım tanrısıydı.
7’nci Yüzyılda Yahudi araştırmacıları tarihi gerçekle­
ri tersine çevirerek, sürgün hikâyesini, “kaçış” hikâyesine
dönüştürdüler. Daha sonra da düşmanları olan Firavun
Ahmose’nin adını değiştirerek onu Yahudi devrim lideri
Musa’ya dönüştürdüler. Gerçekte iki ayrı kökenli Musa
karakteri de tek bir kişiliğe dönüştürülmüştü.
Ahmose’nin başarıları M.Ö. 1567’d e Mısır’daki 18.
Hanedanın kurulmasına yol açtı. ThotMoses III, bir tra­
vesti olan Firavun Acepsut’u devirdi ve ThotMoses IV un
yönetiminde Mısır İmparatorluğu, Sina’d an Filistin’e ora­
dan da Babil ve Kenan’a kadar yayıldı.
Bu yayılmanın sonucunda, Amenofis III (M.Ö. 1380)
sınırları bugünkü Türkiye’ye kadar dayanan bir impara­
torluğa hükmetmeye başladı. Hiksoslar’m yaşadığı bölge
de bu imparatorluğun sınırları içinde kalıyordu.
M.Ö. 1353’de tahta Amenofis IV. geçti. O, yeni bir
monoteist (ATEN) kült kurarak, adını Akhenaton olarak
değiştirdi. Esrarengiz bir kadın olan Nefertiti ile evlene­
rek, kendini tek tanrı Aten (RA) ile insanlık arasındaki
aracı bir tanrı olarak ilan etti. Bütün insanların Aten’in
çocukları olduğunu söyleyen Akhenaton, bütün impara­
torluğa egemen olan bir din kurmayı plânlıyordu. O, bü­
tün putları ve tek büyük Tanrı dışında tanrılar olabileceği
düşüncesini yasaklattı.
Akhenaton ve babası Amenofis IH’ün yanında ikinci
bir Musa daha görüyoruz.
Bu dönemin önemli şahsiyetlerinden biri “Hapu’nun
Amenofis oğludur. O her iki kralın veziri idi ve dünyayı
ve insanlığı yaratan, yaşayan tanrı Aten’in şahsında bü­

60
tün eski tanrıları birleştirmişti. Bu tanrının sembolü olan
“Güneş Diski” Ra. Horus ve diğer bütün tanrıların tek bir
tanrıda birleşmesini sembolize ediyordu. Bu güneş diski
sembolizmi boğanın boynuzları arasında olarak gösteri­
liyordu.
Modern tarihçilere göre Amenhotep’in krallığı­
nın üçüncü yılında, “Nubia’nın yöneticisi Mermose,
Nüdeki küçük bir isyanı bastırmak için harekete geçmiş­
ti. Buradaki asıl hedef gizli altın madenlerini korumaktı
(Bu altın madenleri Mısır yöneticilerine büyük servetler
sağlıyordu).
Peki kimdir bu Mermose? Tarihçi Dawn Breastede
göre bu ismin Yunanca tercümesi “Musa”idi. Tevratta ya­
zılı olmayan Yahudi tarihine göre, Musa Firavunun ordu­
sunu güneye doğru yani, Habeşistan’a götürmüş ve Atbara
Nehri yakınlarına ulaşmıştı. Burada Saba Şehri Prensesi
Meroe ile tanışarak ona âşık olmuştu. Mermose (Musa),
Saba Prensesinden evlilik hediyesi olarak bu şehri teslim
almıştı. Tevratta bu evlilikten Sayılar 12:l’de bahsedilir.
Akhenaton yönetiminin sonunun nasıl geldiği tarih­
çiler için bir muammadır. Bazı tarihçiler Akhenaton’un
vebadan öldüğünü, bazıları ise öldürüldüğünü söylemek­
tedir.
Kesin olan bir şey varsa, akhenatonun ölümünden
sonra Mısır eski tanrılarına geri dönmüş ve Akhenaton
ve kültüne ait bütün izler ortadan kaldırümıştı.
O sıralar Mısır’d an sürülen Hiksoslar, Kenan’da
yaşamaktaydı. İşte burada İsrail-Hiksos bağlantısı ortaya
çıkmaktadır.
Tevrat’taki Exodus ve Mısırlıların Hiksosları sür­
mesi arasında 400 yıllık bir boşluk vardır. “Hakimler” ve

61
“Samuel”kitaplarındaki tarihlendirme sistemleri kullanı­
lırsa, bu boşluk 554-612 yıl arası değişmektedir.
Hiksos sonrası Mısır tarihi kayıtları, İmparatorluğun
Kenan’a kadar yayıldığını gösteriyordu. Tevrat’a göre
İbranilerin Kenan ülkesine girip yaşamaları, Süleyman
Krallığından 400 yıl önce gerçekleşmişti..
Kenan’d a yaşayan İbraniler Mısır egemenliği altın­
daydı. Burada (Yani Kenan’da) Yahve ve Kenani Moloh
(Baal) arasında bir kıyaslama yapabilir ve Exodus’ta anla­
tılan “Firavunun ilk doğan çocukları öldürme” hikâyesi­
ne bir açıklık getirebiliriz.
Moloh’a tapanlar ilk doğan çocuklarını Tanrılarına
kurban ederlerdi!.. Kenan’daki Yahve’ye tapanların da zor
zamanlarda çocuklarını, boğazlarını keserek kurban et­
tikleri bilinmektedir.
Kurbanlar “Topheth” denilen kutsal yerlerde öldürü­
lürdü. Nitekim arkeologların Topheth sitelerinde yaptık­
ları kazılarda çocuk kemiklerine rastlanmıştır.
M.Ö. 200 un başında, Aten kültünden çok farklı ola­
rak, Yahudi inancına “İrk Üstünlüğü” fikri sokulmuştu.
İsrailli araştırmacı Herzog’ıın buluşları, modern İsrail’in
işgal ettiği toprakları kendisi için “ilahi bir hak” olarak
görmesinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur.

Eski Ahit (Tevrat):

İngiliz yazar David lekeye göre, M.Ö. 586 yılında,


Babil esareti sırasında, süriingenimsi-Aryan rahipliği
hiyerarşisinin başkenti olan Babüon’da İbrani rahipleri,
yani Levililer gerçekte olanları tahrif ederek, yeniden
kendilerine göre, “bir tarih imal ettiler.” Levi rahipleri,

62
Sümerlerden o günlere kadar gelen bilgileri, bazı ger­
çekler, çoğu zaman sembolik gerçekler ve fantezilerle
karıştırarak “Eski Ahit’in temellerini oluşturdular. Es­
ki Ahit’in, ‘Yaratılış,’ ‘Exodus,’ ‘Leviticus’ ve ‘Sayılar’
bölümü daha sonra Yahudileştirilen “Tora’’14 ile birlikte
Babilon’daki ikametleri şırasında Levi rahipleri tarafından
yazıldı. Birçok Hıristiyan fanatiğin de inandığı gibi “Eski
Ahit” Tanrının kelamı olmayıp, sürüngenimsi veya yarı-
sürüngenimsiler’in oluşturduğu “Babil Kardeşliği’nin
direktifleriyle Levililer’in uydurduğu sözlerdir.
Böylece insan kurban eden, kan içen fanatiklerin ve
kara büyücülerin (Yani Babil Kardeşliğinin) çıkarttığı ya­
salar, Yahudi halkının uymaya mecbur kaldığı dini yasa­
lar haline geldi.
Tevrat’taki birçok hikâye Sümerliler’d en alınmıştır.
Örneğin, Sümerlilerin “Edin” hikâyesi, Levililer’in
“Eden” (Cennet) bahçesine dönüşmüştü.
Musa’nın hikâyesi de Babil Kralı yaşlı Sargon’un
hikâyesinin tıpatıp aynısıdır.
Bütün bu dini metinler, Babilon’daki sürüngenimsi
gizem okuluna inisiye edilen Levililer tarafından yazıl­
mıştır. Bu hikâyeler semboliktir ve ancak inisiyelerin an­
layabileceği şekilde kodlanmıştır.
Tevrat’taki Siyon Dağı=Güneş Dağı anlamına gel­
mektedir. Güneşin doğudaki dağlar üzerinde doğması
bugün biraderliğin çok kullandığı sembollerden birisidir.
Levililer’in “Exodus”15 hikâyesi, “İbrani” bilgisinin
Mısır gizem okullarından çalındığını gizlemek için uydu­
rulmuş bir kılıftır.
14 Tevrat, Eski Ahidin ilk beş kitabı.
15 Musa Peygamber zamanında Musevilerin Mısırdan çıkışları, Eski
Ahit’d e ikinci kitabın ismi.

63
Mısırlılar, “Yehova” inancını kutsal bilimlere karşı iş­
lenmiş bir suç olarak (Yani kutsal bilimden çalıntı olarak)
telakki ediyorlardı.
Daha önce de belirttiğim gibi, masonik tarihçi Manly
P. Hail, Mısır devlet dininin kara büyücülerin elinde ol­
duğunu yazıyordu. Levi’li-Babilon manipülasyon şekli­
nin bu tip bir kara büyüden esinlendiği bir gerçektir.
Yahudilikten beslenen bir din olan Hıristiyanlığın temel
inançları da Levililer’in yazdığı dogmalara dayanmaktadır.
Levi’lilerin Mısırdan çaldıkları ve Babilondaki ikâ­
metleri sırasında ilaveler yaptıkları bilgi, Kabala idi.
İbranice QBL (Kabala) şeklinde yazılan bu bilgiler, ağız­
dan kulağa aktarılan gizli bilgi anlammdaydı. Bu metod,
inisiyeler arasında gizli bilginin iletişiminde kullanılıyor­
du. Kabala, Yahudiliğin ezoterik yorumunu oluşturuyor­
du. Yahudilik de, Vatikan gibi ‘Babil Kardeşliği’nin bir
cephesidir.
Kabala, Eski Ahitte ve diğer metinlerdeki gizli bilgi­
nin kodlarla gizlenmiş bir şekliydi.
Levi kodlamasına örnek olarak Ezra Kitabının ya­
zarı beş Musevi fakih’in adını verebiliriz; bunlar: Garia,
Dabia, Tzelemia, Echanu ve Azrel’di.
Dabia: Bir metindeki veya cümledeki kelimeleri kapsar.
Tzelemia: Sayılar, sayılan şeyler veya anlaşılmayacak
bir şekilde belirtilen
Echanu: Değiştirilen bir şey
Azrel: Ezra’nın ismi, el’burada Ezra’nın çalışması anlamı­
na geliyor.
Bir inisiye beş fakih’in adını tek bir cümlede şöyle
okuyordu-
“Kelimelerin ikaz işaretleri -ki anlaşılmaz bir şekilde
dizilmiştir- Ezra tarafından değiştirilmiştir.”
İlginçtir ki, “Tevrat’ın Şifresi” adlı kitapta Eski Ahit’in
îbranice versiyonunda geleceğe ait bilgi kodlarının bu­
lunduğu iddia edilmekteydi. Bu kodlara baktığımız za­
man bolca dezinformasyonla karşılaşıyoruz. Örneğin;
Kennedy’nin Lee H. Oswald tarafından (Tek başına) vu­
rulduğuna bugün kim inanır ki? Gerçek şu ki, Tevratta
bir kod var ama yalnız inisiyeler için....
Bütün gizem okulları için 12 sayısı çok önemliydi. 12
bir şifre olarak, yılın 12 ayını, 12 burcu sembolize eder.
Güneş ise Tanrı olarak 13 sayısı ile sembolize edilir. 13
sayısı bu sebepten “kutsal 12 ve 1” diye bilinir. Buradan
İsrail’in 12 kabilesine, Hz. İsa’nın, Budanın, Osiris’in ve
Quetzalcoatl’ın 12 müridine, ilaveten Kral Arthur ve 12
Yuvarlak Masa Şövalyesine, oradan da Himmler’in 12 S.S
Generaline (12 Şövalye) ulaşmak mümkündür.
İskandinav mitolojisinde de 12 sayısı önemli bir rol
oynuyordu. Bu sembolleri bayraklarda, reklam ve şirket
logolarında görmek mümkündür. Bir biraderlik kurulu­
şu olan “Avrupa Birliğinin sembolü 12 yıldızdır. Burada
kutsal sayılar ve kutsal geometri16söz konusudur. O se­
bepten, Mısır heykelleri 6 veya 12 sayılarına veya katları­
nın oranına göre yapılırdı. Bu sayısal şifrelerin çok daha
derin anlamları vardır. Sayılar aynı zamanda titreşimsel
frekansları da temsil ederler.
Her frekans belirli bir sayıya, renge ve sese denk ge­
lir. Bazı sayılar, renkler ve seslerle temsil edilen frekanslar
çok güçlüdür. Buradan da anlaşılacağı gibi semboller fre­
kansları temsil eder.
16 Kutsal Geometri, sayıların uzayda gözler önüne serilişinin haritalarını
çıkanı*. Sayılar ya da Aritmetik, Müzik, Geometri ve Evrenbilim, kadim
dünyanın ‘Yüce Bilimlerinden önde gelen dört tanesidir.

65
Onlar ilgili şahsın kendisinin farkında olmaksızın,
bilinçaltını etkiler. Bu bazı gizli örgüt sembollerinin niye
ulusal bayrak, şirket ve reklam logolarının üzerinde bu­
lunduğunu gayet iyi açıklamaktadır.
İbraniler, İsrailli veya Yahudi değildiler, onlar Mısır
gizem okullarının inisiyeleri veya kurucuları idiler. Bu
sebepten genetik olarak bir “İbrani” veya “Yahudi” ırkını
ispat etmek mümkün olmamaktadır.
Yahudi rahiplerine verilen “Kohen” adı “Kahen”den
gelmektedir ki, bu da Mısırlıların prens veya prensesler
için kullandıkları bir isimdir.
Hatta Yahudilikteki sünnet geleneği bile Mısır gizem
okullarından alınmadır. Bu gelenek M.Ö. 4000 yılına ka­
dar geri gitmektedir. Gizem okullarında hiçbir aday sün­
net olmadan inisiye edilmiyordu.
Eski Mısır’d a “İbrani” dini ve yasaları diye bir şey
yoktu, çünkü “İbrani”ırkı diye bir şey mevcut değildi!..
Buradaki tek tapınç, Mısır tapıncı idi. İbrani dini, dili
ve ırkı, Mısırlı inisiyelerin -ki tarihte Levi’ler olarak bi­
liniyor- Mısır bilgilerini, ülke dışına çıkararak, yeni bir
hikâye uydurmaları ile ortaya çıktı.
İbranileri Mısır’a bağlayan tek şey, “Hiksos” veya
“Çoban Krallan”nm Mısır’ı istilası olabilir. (Bu konuda
“Hiksoslar” bölümüne bakınız.)
Mısırlı tarihçi Manetho, acaip ve barbar bir ırkın
Mısır’ı istila ederek kontrolü ele geçirdiğinden bahseder.
Bunlar daha sonra Mısırdan kovularak, “Kudüs” adlı bir
şehir inşa etmişlerdi.
Hiksoslar, Habiru (İbraniler)’larla aynı etnik grup­
tan olabilirler. Gerek Hiksoslar, gerekse Habiru’lar Eski
Ahit’teki İbrahim’in geldiği ülkeden, yani bir zamanların
Sümer ülkesinden geliyorlardı.
66
Kral Süleyman (Solomon) ve tapmağı semboliktir.
Kral Süleyman diye birinin yaşadığına dair hiçbir delil
yoktur. Adı hiçbir yazıtta veya kayıtta geçmemektedir.
Levililer metinlerini yazmadan önce, Yunanlı tarihçi
Heredot (M.Ö. 485-425) Mısır’a giderek ülkenin tarihi ile
ilgili birçok araştırma yapmış, fakat ne Süleymanın Krallığı
ile ilgili, ne de İsrailliler’in Mısır’dan kitle halinde göçüne
(Exodus) ait herhangi bir şey duymamıştı.
I Platon da aynı bölgeye yolculuk yapmış o da hiçbir
şey duymamıştı. Neden? Çünkü bütün bunlar sonradan
uydurulmuş, imal edilmiş hikâyelerdi.
Sol-Om-On bize üç lisanda “Güneş’i anlatmaktadır.
Süleyman (Solomon)’ın tapmağı “Güneşi” sembolize edi­
yordu.
Talmud efsanelerinde, Süleyman “Kabala’yı anlayan,
cinleri çağıran, “Üstad Büyücü” olarak anlatılır. İbrani
tarihi diye ‘imal edilmiş hikâyelerin çoğunda gizli bilgi
sembolizmi vardır.
Daha önce de bahsettiğim İngiliz yazar L. A. Waddell,
“The Phoenician Origin Of Britons” adlı kitabında şöyle
demektedir;
“Grek ve Roma tarihi kayıtlarında İbrahim veya
Tevrat’ta adı geçen diğer Yahudi Peygamberlerin -bunla­
ra Musa, Davut, Süleyman da dahil olmak üzere- varlığı­
na ait hiçbir yazılı belge veya delil bulunmamaktadır.”
Musevi yasaları, yani Musa’nın kanunları, aslında
Levi’li rahiplerin -yani sürüngenimsiler ve melezlerin­
den oluşan Babil Kardeşliğinin- yasalarıdır. ‘Tora’ ve
‘Talmud,’ Babil esareti sırasında kaleme alınmış kitaplar­
dır. Bu kitapları Levililer yazmışlar ve bu gerçeği gizlemek
için “Musa hikâyesı’ni uydurmuşlardır.

67
Levililer’in metinleri Yahudi olmayanlara karşı fana­
tik ırkçı bir nefretle doludur. Şurası da bir gerçektir ki,
Talmud bu dünyadaki en ırkçı kitaplardan biridir.
Gerek bizzat Talmud içinde ve gerekse Talmud’cu
literatür içinde sayısız miktarda kadın düşmanı ifadeler
vardır. Tractate Shabat’ın 152. sayfasındaki kadın betim­
lemesi ibret vericidir: “Kadın, dışkı dolu bir çuvaldır.”
Talmud ya da Kutsal Kitap öğretilerinin kadınlarca
öğrenilmesini engelleyen dini yasak, geçmişte olduğu gibi
bugün de büyük bir öneme sahiptir.
Nablus yakınlarındaki bir yeshivanın müdürlüğünü
yürüten Rabbi Yitzhak Ginsburgh, 26 Nisan 1996 tarih­
li “Jewish Week”te yayınlanan ve aynı gün Haaretz’de
alıntılanan bir makalesinde şu görüşleri dile getiriyordu:
“Eğer Yahudi vücudundaki hücrelerin her biri kutsallık
taşıyorsa, ve böylelikle Tanrının bir parçasıysa, o halde
DNA’daki her bir dizi de Tanrının parçasıdır. Bu sebeple,
Yahudi DNA’sı ile ilgili her şey özeldir. “Rabbi Ginsburgh,
bu ifadelerden iki sonuca varıyor:
“Bir Yahudi, karaciğere ihtiyaç duyduğunda, ken­
disini kurtarmak için Yahudi olmayan günahsız bir ki­
şinin ciğerini alabilir mi? Torah muhtemelen buna izin
verir. Çünkü, Yahudi’nin hayatı, sonsuz değer taşımak­
tadır. Yahudi’nin hayatı, Yahudi olmayanlarınkinden
daha kutsal ve değerlidir. “Burada, Rabbi Ginsburgh’un
Hebrondaki İbrahim Camii katliamının faili Baruch
Golds tein’ı öven kitabın yazarlarından biri olduğunu ha­
tırlatmak faydalı olacaktır. Ginsburgh, “Yahudiliğe göre,
bir Yahudi’nin, Yahudi olmayan kişileri katletmesinin
cinayet olmadığını ve suçsuz Arapların intikam hırsıyla
öldürülmelerinin bir Yahudi erdemi olduğunu” belirttiği

68
bir bölümle bu kitaba katkıda bulunmaktaydı.
Yahudi olmayanlara düşmanlık Talmudla sınır­
lı kalmamaktadır. İbranice kaleme aldığı yazılarla
“Kabbala” konusunda uzman olan Yesaiah Tishbi, ol­
dukça akademik nitelikli çalışması, “Lurianic Kabbala’da
Şeytan Teorisi ve Şer Alanı” adlı kitapta (1982) şunları
söylüyor: “Beklentilerin ve kurtuluş planlarının sadece
Yahudiler için hazırlandığı gayet açık. “Tishbi, Rabbi
Luria’nm en yetkin yorumcularından olan ve bunları
“Kutsallığın Kapıları” adlı eserinde toplamış olan Rabbi
Havim Vitalden alıntılar yapmakta ve Yahudi olmayan
insanların şeytani ruhlar olduğu yönündeki Lurianic dok­
trine vurgu yapan yazılarından örnekler vermektedir:
“Yahudi olmayan insanların ruhları, tamamen şeytan
sınıfının dişi bölümünden gelmektedir. Bu nedenle, Yahudi
olmayan kişilerin ruhları “uğursuz”olarak nitelendirilir ve ilahi
bilgiden yoksun olarak yaratılırlar ’
Bugün Levi Rahipleri (Yani Talmud’cu- Siyonistler)
hiyerarşisinin elindeki en büyük koz, bütün dünyada çok iyi
örgütlenmiş olan bir Yahudi-Masonluğa (B’nai-Brith) bağ­
lı “Anti-Defamation League” (ADL)dir. ADL, Siyonizmi ve
İsrail’i eleştiren herkesi ezmek için devamlı olarak “anti-se-
mitizm” suçlamasını bir silâh olarak kullanmaktadır.
Birçok Yahudi araştırmacı ve antropolog, “Yahudi
ırkı” diye bir şey olmadığını, bunun bir inanç meselesi
olduğunu belirtmekteler. “Yahudi Halkı” konsepti, Tevrat
gibi Levililer tarafından “imal edilmiş”tir!..
Kendilerine “Yahudi” diyen insanların, bugün “İsrail”
diye adlandırdıkları ülke ile hiçbir genetik bağı yoktur!..
Yahudi yazar Arthur Koestler’in de belirttiği gibi, küçük
bir azınlık hariç, İsrail’in kurucularının tamamı genetik
olarak güney Rusya’ya bağlıdır. Tipik bir Yahudi ırk ka­

69
rakteristiği olarak bilinen “kanca burunlar” da genetik
olarak Kafkaslar ve güney Rusya’ya aittir, İsrail’e değil!..
Arthur Koestler, ünlü kitabı “13. Kabile”de M.S. 740
yılında Hazar Türklerinin kitle halinde Yahudiliğe geç­
mesini bütün detayları ile anlatmaktadır.
Yahudilik içinde iki farklı etnik grup göze çarp­
maktadır; Sefarad’lar ve Aşkenaz’lar. Sefarad’iar 15’nci
Yüzyıla kadar İspanyada yaşayan ve daha sonra bura­
dan kovulan Yahudilerin torunlarıdır. Aşkenaz’lar ise
Hazarlar’in soyundan gelmekte ve dünya Yahudiliğinin
çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. (Yaklaşık 11 Milyon)
Buna karşılık Sefaradlar’ın 1,5 Milyon civarında olduğu
tahm in edilmektedir. Bu 11 Milyon kişinin İsrail’le hiç­
bir tarihi bağlantısı olmamasına karşılık, Filistin’i işgal
etmişler ve İsrail devletini kurmuşlardır.
Çünkü Tanrı onlara kutsal kitapta bu toprakları va-
detmişti. Peki Eski Ahit’i kim yazmıştı? Levi rahipleri!..
Hıristiyanlığı ortaya çıkaran Yeni Ahit’i (İncil’i) kim
yazmıştı? Levi’lileri kontrol eden aynı güç, yani “Babil
Kardeşliği”!..

Yeni Ahit (İncil)

Kafkas dağlarından ve Ortadoğu’d an gelen Aryanlar’ın


birçok ülkeye “Tanrının Oğlu” efsanesini beraberlerinde
götürdüklerini görüyoruz. Bunların büyük çoğunluğu Hz.
İsa’nın adının bile duyulmadığı zamanlarda yaşamışlardı.
İşte bunlardan birkaçı:
“Hindistan’da Krişna, Hindistan’ın Buda Sâkia’sı,
Bermudanın Salivahana’sı, Mısır’d aki Osiris ve Horus,
İskandinavya’da Odin, İran’d a Zerdüşt, Fenike’de Baal
ve Tauat, Tibette Indra, Suriye ve Babilon’d a Tammuz

70
(Temmuz), Frigyalılar’ın Attis’i ve Mexico’nun
Quetzalcoatl’ı” v.b. gibi.
Bunlardan başka “Tanrının Oğulları” da vardı; Hıristi­
yanlıktan önceki Roma-Pers Tanrısı Mitras ve Küçükasyadaki
Dionysus ve Bacchus gibi.
Mitras,17 bugün gizli örgütlerin halen kullandığı bir
semboldür ve “kanatlı bir aslari’la sembolize edilir.
Masonluğun üstad derecesinde “A slan’la ilgili re­
feranslar vardır. Bunlar eski M itra gizem okulu sem ­
bolizm inden gelmektedir. M itra ayinlerinde inisiyele-
re “aslanlar” denir ve alınlarına “Mısır haçı” çizilirdi.
Mitra’nın klasik sembollerinden biri, bedeninin et­
rafına dolanmış bir yılan ihtiva eden aslandır. Bu aslan
aynı zamanda elinde göklerin anahtarını da tutmaktadır.
Bu daha çok bir Nemrud sembolizmi ve Hz. İsa’nın 12.
Havarisinden biri olan Aziz Peter’in, göklerin anahtarını
tutması hikâyesinin de aslıdır. Babil gizem okulunun baş­
rahibinin de adı Peter’di.
Mitra kültü inisiyesi -aynı Hıristiyanlıkta olduğu
gibi- ritüelini tamamladıktan sonra, bir parça ekmek yer
ve şarap içerdi. Mitra inancında ekmek Mitra’nm etini,
şarap da onun kanını sembolize ediyordu.
Hıristiyanlık aslında -Hıristiyanlığın bizzat kendisi ta­
rafından lanetlenen- Pagan Güneş dinidir. O, aynı zamanda
yine Papa tarafından lanetlenen bir astroloji dinidir.

17 Roma İmparatorluğunda Mitraizm, Hıristiyanlığın en önemli rakip­


lerinden birisiydi. Fransız tarihçi Ernest Renan; “Eğer Hıristiyanlık
doğuş yıllarında ölümcül bir hastalık tarafından durdurulsaydı, dünya
bugün Mitras dininde olurdu” diyordu. Hıristiyanlık ve Mitraizm bir­
çok yönden kardeş dinlerdi. Aynı coğrafi bölgede, aynı zaman dilim in­
de ortaya çıkan Mitraizm ve Hıristiyanlık, aynı kültürel etkenlerin iki
değişik ürünü anlamına geliyordu. Mitraizm Roma İmparatorluğun­
da İsa’d an sonra birinci yüzyılda yayılmaya başladı, üçüncü yüzyılda
en yaygın durum a ulaştı ve nihayet dördüncü yüzyılın sonunda Hı­
ristiyanlığa yenik düştü.

71
Kilise hiyerarşisi tabii ki bunları biliyordu ama önem­
li olan Hıristiyanların bunları bilmemesiydiL
Bugün Roma’d a Vatikan’ın bulunduğu yer, Mitra’nın
takipçileri için de kutsal sayılan bir yerdi. Bu sebepten
Mitra’nın tasviri ve sembolleri Roma çevresindeki kaya­
lara ve taş tabletlere işlenmiş bir vaziyette bulunmuştur.
Hıristiyanlık ve Roma Kilisesinin temelinde Pers-
Ronıa güneş Tanrısı M itra (Nemrud) vardır!..
Horus, Mısır’da Tanrının oğlu idi. Hıristiyan Kilisesi
ile eski Mısır arasındaki bağlantılar inanılmayacak kadar
çoktur. Örneğin, Hz. İsa “Dünyanın Işığı" idi, Horus da
“Dünyanın Işığı’dır. Hz. İsa bakire Meryemin oğlu idi,
Horus da bakire İsis’in oğludur. Hz. İsa’nın 12. Havarisi
vardı, Horusun da 12 takipçisi vardı.
İlginçtir ki, Hz. İsa’ya atfedilen “D ünyanın Işığı” de­
yimi, Aryan-Fenikeliler tarafından Hz. İbrahim ’in doğu­
mundan binlerce yıl önce, “Tek Gerçek Tanrı’yı tanımla­
mak için kullanılmıştı.
Hıristiyanlar Hz. İsa’yı başında ışıktan bir hale ile tas­
vir ederler, Fenikeliler de güneş tanrısı “Bel” veya “Bil’i
başının etrafında ışın saçan hale ile tasvir ederlerdi.
Güneş, Mısır gizem dininin temelini teşkil ediyor­
du. Güneş tanrıları ile ilişkili “bakire anneler," Örneğin;
Kraliçe Semiramis ve Ninkurşag, Mısır’d a İsis olarak
biliniyordu. İsis “yaratıcı dişi gücü” sembolize ediyordu.
Zamanla Horus, Hz. İsa’ya İsis, Meryem’e (Hz. İsa’nın ba­
kire annesi) yani Güneşe dönüştü. Meryem’in kucağında
Hz. İsa ile tasvir edildiği resimler herkesin malumudur.
Mısırlıların İsis’i kucağındaki bebeği Horus ile tasvir et­
tikleri resim, Meryem’in kucağında Hz. İsa’yı tuttuğu res­
min aynısıdır. Bu portreler tabii ki sembolikti. İsis, Virgo
(Sümbüle burcu ve takım yıldızı, yani virgin=bakire)’nun
astrolojik işareti ile ilgilidir.

72
İsise ‘Denizin Yıldızı’ ve ‘Göklerin Kraliçesi’ denirdi.
İlginçtir ki Meryem’e de ‘Göklerin Kraliçesi’ denirdi. Bu
deyimlerin kökeninde Babilon’daki “Göklerin Kraliçesi”
Kraliçe Semiramis bulunmaktadır.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, Hıristiyanlık ve
Yahudiliğin her ikisi de Babil dininin bir parçasıdır.
Bütün dünyada aynı güneş dinlerini ve rimelle­
rini görmekteyiz; Sümer’de, Babilon’da, Asurlular’da,
Mısır’da, İngiltere’de, Yunanistan’da ve genel olarak bütün
Avrupa’da, Mexico, Orta Amerika ve Avustralya’da.
“Siyon Manastın” gizli örgütünün büyük üstadı
Leonardo da Vinci, ünlü ‘Son Yemek’ adlı tablosunda Hz.
İsa’nın 12. Havarisini üçerli dört gruba ayrılmış olarak res-
metmişti. Ortadaki Hz. İsa ‘Güneş’i sembolize ediyordu.
Burada yine gizli bir örgüte üst derecede inisiye olmuş bir
kişinin tablosundaki astrolojik sembolizmle karşılaşıyoruz.
M.Ö. 2200 yılları civarında “Meikizedek18 Rahipliği”
diye bilinen bir grup, kuzu yününden önlükler takıyordu.
Kuzu, astrolojik olarak koç burcunu sembolize ediyor­
du. Hıristiyanlıktaki “kuzu” sembolizmi de aynı anlama
gelmektedir. Bugün başta Masonlar olmak üzere birçok
‘biraderlik’ örgütü bu önlükleri takmaktadır.
Hıristiyanlıktaki haç’ı ele alırsak, haça dini bir sem­
bol olarak her kültürde rastlamak mümkündür. Amerika

18 Meikizedek veya Meîkisedek: Bu isim, Yahudi-Hıristiyan gelene­


ğinde “Dünyanın Kralı’nın bizzat kendi fonksiyonunun gayet açıkça
altına gizlenmiş olduğu isimdir. Melki-Sedek, Tevratta aynı zamanda
hem kral, hem de rahip olarak belirtilir ama bu ad “Adalet Kralı” an­
lamına gelmektedir ve o, aynı zamanda “Salem” yani “Barış Kralı”dır.
Yahudi-Hıristiyan geleneğine göre biri “Harun’un düzeni” diğeri de
“Melkisedek’in düzeni” olmak üzere iki ruhanilik mevcuttur. “Melkise-
dek düzeni” tıpkı Melkisedek’in İbrahimden üstün oluşu gibi, ilkinden
daha üstündür. Sedek aynı zamanda, meleğinin ismi “Sad-kiel-Melek”
olan Jüpiter gezegeninin de adıdır. Melki-Sedek ismi ile olan benzerliği
dikkat çekicidir. İskenderiye Gnostiklerinin “Pistis Sofyası’nda (Pistis
Sophia) Meîkisedek, “Ebedi Işığın Büyük Alıcısı” olarak nitelendirilir.

73
yerlilerinden Çinlilere. Hindistan, Japonya, Mısır, Sümer,
eski Avrupa halklarında ve Orta ve Güney Amerika’da
haçlarla karşılaşıyoruz.
“Tan” veya “Tav” haçı ki, “T ” harfine benzer, D ruid
Tanrısı “Hu’nun sembolüdür. Bu sembol günümüzde
Masonlar tarafından kullanılmaktadır.
Mısırlıların ünlü “Crux Ansata’sına (Hayat Haçı)
eski Orta Amerika medeniyetlerinin hepsinde rastlıyo­
ruz. “Crux Ansata” su ile ilgiliydi ve Babilliler bunu “Su
Tanrılarının bir sembolü olarak kullanırlardı. Doğunun
insan-sürüngenimsi tanrıları olan Nagalar’ın da suda
yaşadıkları varsaydırdı. “İnsanlığın kurtuluşu için ölen
tanrı” kavramı da oldukça eskidir. Hindistan dinlerinde,
Hıristiyanlık ortaya çıkmadan önce, “haça gerilmiş tan­
rı” kavramı vardı. Bu kavramın kökenleri Kafkasya’daki
Aryanlar’a dayanıyordu.
Hindular’ın İsa’sı Krişna da bir haça çivilenmiş
olarak tasvir edilir. Mexico’nun mitolojik kahramanı
Quetzalcoatl denizden bir haç taşıyarak çıkmıştı.
Gizem okullarında altın haç aydınlanmayı,’ gümüş
haç arınmayı,’ tahta haç ise ‘yüksek bir gaye edinmeyi’
sembolize ediyordu. Hz. İsa’yı yaralayan mızrak hikâyesi
bile gizem okulu sembolizmini taşımaktadır.
Bütün bu anlattıklarımdan da anlaşılacağı gibi,
Hıristiyanlık pagan dinlerin yerine geçmemiştir, çünkü
kendisi pagan bir dindir!..
1947 yılında Lut gölü kenarında bulunan Kumran
(Parşömen tomarları) yazmaları bize “Essen Kardeşliği”
ve Hz. İsa hakkında çok farklı açıklamalar getirmektedir.
Bu tomarlardan öğrenildiğine göre, Essenliler, Eski
Ahit metinlerini yazan Levililer’in fanatik takipçisiydiler.
Bunlara uymayan herkesi de düşman sayıyorlardı.

74
Essenliler Terapotlar (Şifacılar) denilen bir Mısır
tarikatının Filistin koluydu. Eski Mısır’ın gizemli bilgile­
rine inisiye olmuşlardı. Terapotlar ve Essenliler Mısır’ın
krokodili’ni (timsah) sembol olarak kullanıyorlardı.
Essenliler halüsojenler başta olmak üzere gizem okulu
inisiyasyonlarında kullanılan ilaçlarla19 ilgili derin bilgilere
sahiptiler. “Kutsal bitki”veya “kutsal mantar”denilen bir ilaç,
Yahudi Hahamlar tarafından kullanılıyordu. O zamanlardan
kalma bir resimde, bir Haham mantar şeklinde başlıkla gö­
rülüyordu. Bu da ritüellerde kullanılan “büyüsel” halüsojenik
mantarların önemini çok iyi ortaya koyuyordu.
Essenliler, Yunanlı filozof ve matematikçi Pitagoras’m
düşüncelerini savunuyorlardı. Pitagoras Grek ve Mısır gi­
zem okullarına inisiye olmuş bir kişiydi. Dönemin tarihçisi
Josephus’a göre Essenliler evreni yöneten güçlerin isimle­
rini gizli tutmaya yemin etmişlerdi. Essenliler-Terapof lar,
Hıristiyan vaftiz ritüellerine benzer bir ritüel uygularlar ve
inisiye olan kişinin alnına bir haç çizerlerdi.
Lut Gölü yazmalarının ikisinden biri İbranice, diğeri
Aramca olmak üzere horoskoplar (Yıldız haritaları) bu­
lunmuştur. Bu da bize, onların gezegenlerin insanın ka­
rakteri ve kaderi üzerinde etkili olduklarına inandıklarını
göstermektedir.
Essenliler, Eski Ahitte sembolik bir şekilde anlatılan
Astroloji pratikleri yapmaktaydılar.
Essenliler ile türeyen ilk Hıristiyanlar da, Judea çev­
resindeki Yahudi olmayan halklar da aynı şeylerle meşgul
olmuşlardı.
Essenliler’le ve Eski-Yeni Ahit konularıyla bağ­
lantılı olan diğer bir gizli örgüt ise Nazaıit’ler veya
Nazarenler’di.
Musa ve Samson gibi Eski Ahit karakterlerinin ve ay­
rıca Hz. İsa, kardeşi James, Vaftizci Yahya ve Aziz Paul’un
19 Bu ilaçlarla değişik bilinç seviyelerine ulaşmak mümkün olabiliyordu.

75
bu örgütün üyeleri oldukları iddia edilmektedir.
Aslında bu şahısların hiçbiri asla varolmamıştı!..
Fakat Nazaren sembolizmi, gizli bir örgütle İncil arasında
bağlantı kurmuştu.
Essenliler, Nazarenliler aynı gruptan türeyen farklı
örgütlerdir.
Nazarenliler, Mısırdaki İsis rahipleri gibi siyah giy­
siler giyiyorlardı. İlginçtir ki siyah aynı zamanda Babil
Kardeşliğinin de rengiydi. Siyah otorite ve ölümü sim­
geleyen bir renktir.
Nazaren li Hz. İsa deyimi, Hz. İsa’nın Nazaret kasaba­
sı ile ilişkisini değil, “Nazaren” gizli örgütü ile bağlantısı­
nı göstermektedir.
Essenliler-Terapotlar-Nazarenli’ler Eski Ahit-Yeni
Ahit ve Hıristiyanlığın doğuşu arasında bir köprü görevi­
ni üstlenmişlerdi. İlk Hıristiyanlara “Hıristiyan” denme­
den önce “Nazarenlfler denirdi. “Nazaren Kardeşliği”
ritüellerini bugünkü Hıristiyan Kilisesinde görmek
mümkündür.
Nazarenliler siyah elbiseler giyerlerdi, bugün birçok
Hıristiyan din adamı da siyahlar giymektedir. Kumran’da
“günahlardan arınmak” için ritüel banyosu yapılırdı. Bu,
bugün ‘Hıristiyan vaftizi’ diye adlandırılan ritüeldir.
19’ncu Yüzyıl sonu îngilteresi’nde ortaya çıkan sata-
nik “Altın Şafak” örgütünün kurucusu W. Wynn Westcott,
“The Magical Mason” adlı kitabında Masonluğun tarihi­
nin Essenliler’e kadar uzandığını iddia etmektedir.
Bugün Nazarenliler’e “Nasrani” denmektedir. (“Nasara”
veya “Nazara” olarak da bilinirler) Bu aslında İbranice “Noz-
rim ’kelimesinden gelmektedir ki, o da “Nozrei ha-Brith”
(Ahitin Koruyucuları)’den türemiştir. Nozrei ha-Brit kelime­
si Eski-Ahitteki Samuel ve Samson’a kadar geri gitmektedir.
Samuel, Levililerin başkanı idi. Tevrat ve Talmud’u Babil
Kardeşliğinin direktifleriyle yazdıran odur.

76
BEŞİNCİ BÖLÜM

ESSENLİ’LER VEYA
ZADOK’UN ÇOCUKLARI

Daha önce de belirttiğim gibi, Essenliler dini liderlerini,


Levi’li Zadoklar’dan yani Kral David’in yüksek rahiplerinin
soyundan gelenler arasından seçiyorlardı. Bu sebepten Es­
senliler kendilerine “Zadok’un Çocukları” diyorlardı.
Essenliler, Lut Gölü kenarında20 ve Mısırdaki Moeris
gölü civarında dış dünyadan izole olmuş küçük cemaaüer
halinde yaşıyorlardı.
Essenliler “Peygamberler Okulundan” onlara miras ka­
lan prensipler gereğince, ruhsal denge ve gelişmelerine çok
önem veriyorlardı. Essenliler güne meditasyon ve bunu takip
eden güneşe tapınma ile başlıyorlardı. (Güneş onlar için aş-
kın-transandantal-”Solar Ruh” anlamına geliyordu.)
Bunlar aynı zamanda şifacı özelliklere sahip olduk­
ları için, Mısırdaki Essen mezhebi “Terapotlar” olarak
biliniyordu. “Essen” adı da Suriye lisanındaki şifacı keli­
mesinden türemiştir.
Gün batımında yeniden “Solar Ruh”a tapan mezhep
mensupları, akşam saatlerini meditasyon ve Kabbala,
Tora ve Enoş kitaplarının incelenmesi ile geçiriyordu.
Gizli örgütler konusunda yazdığı “Secret Societies
and Subversive Movements” (Gizli Örgütler ve Yıkıcı
Hareketler) adlı kitabıyla 1920’li yılların İngiltere’sinde
büyük ün kazanan Nesta H. Webster, Essenliler konusun-
20 Lut Gölü parşömenleri üzerinde son yapılan çalışmalar, Essenlilerin “Gözle­
yenler” ve “Nefilirn’d en söz eden Enoş tarzındaki bilgilere çok eğilimli
olduklarını göstermiştin Musevi metinlerinde “Gözleyenler” ve “Nefilim”
olarak bilinen bu insan-meleklerin aslen Mısırdan geldikleri ve Büyük
Sfenksi ve diğer devasa yapılan kurdukları iddia edilir.

77
da şunları yazmaktadır.
“Yahudi Dr. Ginsberg küçük bir kitapçıkta21 Hz. İsa'nın
“Essenliler Kardeşliği” örgütüne üye olduğundan hiç şüp­
hesi olmadığım açıklamıştı. Hz. İsa’yı Talmud'daki adıyla,
yani “Toledot Yeshu” diye adlandıran yazar, İsa’nm mucizele­
rini reddederek onu bir büyücü ve şifacı olarak görmekteydi.
Ginsburga göre İsa’nm doktrinleri bu mezhebin görüşlerini
dile getirmekteydi. Ginsburg bununla da yetinmeyip, İsa’nın
Essenliler’in komünist doktrinini yaydığını iddia etmektedir.
Ginsburga göre, Hıristiyan Sosyalizminin kökenlerinde kol-
lektivist Essenliler mezhebi vardı.” (Marksist-Yahudi yazar
Max Beer’de “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi”
adlı kitabında aynı görüşleri savunuyordu.)
Webster’in değerlendirmelerine göre, Essenliler
Hıristiyan olmayan bir gizli örgüttü ve dört dereceli bir
inisiyasyona sahipti. Örgütün üyeleri bir dereceden diğer
bir dereceye geçerken, kutsal gizliliği koruyacaklarına
dair korkunç yeminler ediyorlardı.
Yazara göre, “Kabbala” diye bilinen Yahudi gizli gele­
neğinin kökenleri Essenliler’e kadar geri gidiyordu.
Ginsburg adı geçen kitabında Essenliler konusunda
şöyle devam etmektedir;
“Mezheplerine ait kitapları çok dikkatle saklarlar­
dı. Bu kitaplarda meleklerin isimleri ve Tanrının diğer
isimleri ile “Tetragrammaton’la22 ilgili gizemli bilgi­
ler bulunmaktaydı. Bu bilgiler Yahudi mistiklerinin ve
Kabbalistlerin kozmogoni ve teozofisinde büyük rol
oynamıştır. Gerçek şudur ki, Essenliler üstün bir çeşit
Kabbalist’tiler. Dayandıkları Kabbala, Hıristiyanlık önce­
si zamanlardan kalmaydı ve Hz. İsa’nm ölümünden sonra
ortaya çıkan, Yahudi Hahamlarının Hıristiyanlık-aleyh-
tarı görüşlerinin temel kaynağını oluşturmuştu.”

21 The Essenes:Their History and Doctrines, an essay by Christian


D.Ginsburg, LLD (Longmanns, Green&Co. 1864).
22 Kutsal sayılan dört İbranice harf. (YHVH).

78
ALTINCI BÖLÜM

GNOSTİKLER

F. G. Baur’un eseri (Die christliche Gnosis, Tübingen 1835)


bir dini felsefe olarak telakki edilen Gnostizm ile ilgili ilk
sentez denemesidir. Baura göre Gnostizm; Hıristiyanlık,
Yahudilik ve paganizm karışımı bir dini düşünce idi ve
İskenderiye’de doğmuştu. Gnostik akım, Philonun Ya­
hudi düşüncesi ile harmanlanmış Eflatuncu bir felsefeyi
temsil ediyordu. Baura göre Eflatun felsefesi Yahudi
Philon aracılığı ile Hıristiyan düşüncesine girmişti.
R. A. Lipsius (Gnosticismus, Leipzig 1860) adlı kita­
bında gnostik hareketin başlangıçlarını Yahudi Essenliler e
ve hatta İrani düşüncelerin varisi Suriye Yahudiliğine
(II’nci Yüzyılda) dayandırmaktadır.
K. Kesslere göre gnostizmin kökenleri Babil’de
aranmalıdır. Kessler faraziyesini gnostizmin iki şekli üze­
rine yani “Manihaizm” ve “Mandeizm” üzerine oturmak­
tadır.
Gnosis’in temel şekli bir üst bilinmez, dile sığmaz
ışıksı tozlu bir Tanrı doktrinidir.
Bu Tanrı, insanoğlunun yaratıcısı olan yedi prensin
hakim olduğu aşağı dünyaya yabancı bir Tanrı’dır. Bu
kozmoloji ve bu antropoloji üzerinden kurtuluş dok­
trini aşılanıyor: Bir Gnostik Kurtarıcı, Yargıç kralların
arasına inmiş İsa. Bu, İran-Babil’deki ışığın karanlık-

79
lara karşı dövüş temasından alınmıştır. Gnostik öğre­
tilerde, Mezopotamya’nın Marduk’unu, Hindistan’ın
Purusha’sım, İran’ın Gayomerd’ini hatırlatan tipleri bu­
luyoruz. Gnostik üçlemelerin karşılığı olarak, Babil’de ve
Suriye’de Tanrısal üçlemeler vardır.
Kıpti Nag Hammadi kitaplığının23 keşfinden son­
ra, Gnostizmin oluşma ve genişlemesinde heterodoks
Yahudiliğin rolü ortaya çıkarılmıştır. Burada Gnostizmin,
Kudüs’ün düşmesinden sonra apokaliptik ve eskatolojik
ümitlerin sona ermesinden doğduğu anlaşılmıştır.
Jewish Encyclopaedia (Yahudi AnsiklopedisiJ’nin
“Kabala” ile ilgili maddesinde şunlar yazmaktadır:
“Gnostizm, Hıristiyanlaşmadan çok önceleri Yahudi
karakterine sahipti.”
Gnostizm’in doğuş yeri olan İskenderiye’d e güçlü bir
Yahudi kolonisi mevcuttu ve burada Philo ve Aristobulus
gibi ünlü Yahudi filozoflar yetişmişti. Başka dinler ve ırk­
lardan kendi çıkarları için faydalı şeyleri almak, eski bir
Yahudi alışkanlığı idi. “Kabala” işte bu heterojen unsur­
lardan oluşmuştu ve Gnostizm’in kaynağı idi.
Ünlü Mason Ragon bunu şöyle açıklıyor; “Kabala,
okült bilimlerin anahtarıdır. Gnostikler,. Kabalistlerden
doğmuştur.” Kabalanın Gnostiklerden çok daha
eski olduğu iddiası doğruysa, Gnostizm “Kabala’yı
Hıristiyanlaştırmamış, tam tersine Hıristiyanlık ‘Kabalize’
olmuştur, denilebilir. Gerçekten de Gnostizmin kurucusu
Yahudi Simon Magus yalnız bir Kabalist değil, aynı za­
manda ünlü bir kara büyücü idi.
Gnostik mezhepler, Kabalistik bir terim olan
“Demiourgos’u dünyayı bütün kusurlarıyla yaratan
23 Yukarı Mısırda Nag Hammadi kenti yakınlarında 1945 sonunda keşfe­
dilmiş önemli Kipti-Kopt yazma tomarları. Yazıların çoğu gnostikti.

80
kıskanç ve ikincil bir tanrı olarak tanımlamışlardır.
Gnostiklere göre cahil ve sıradan Hıristiyanlar, sadece
gnostiklerin kavrayabildiği ve tapındığı yüce Tanrı ya de­
ğil, bilinçsizce Demiourgosa ibadet ediyorlardı.
Aynı dönemlerde Roma İmparatorluğundan başla­
yarak gelişen çeşitli gnostik tarikatlar “Ophifler (Yunanca
Ophis=Ytlan demekti) olarak adlandırılıyorlardı.
Ophitler, Hıristiyanlığın erken dönemlerinde
Frigya’d a ortaya çıkan bir Yahudi mezhebidir. Ophitlere
göre, Yehova (Dolayısıyla Musa da) bir şeytandı ve ‘Bilge
Yılan-Nabu’nun krallığını zorla gaspetmişti. Druid gi­
zemlerindeki ‘deniz yılanının kırmızı yumurtası,’ Ophik
dünyanın yaratıldığı ophik-yumurta’ya benzemektedir.
Ophitlere göre dünyamız, dünya-Yılanı “Ophion” ile
Büyük Tannçanın cinsel birleşmesi sonucu ortaya çıkmışü.
Yahudiliğin Tanrısı Yehova’yı sadece bir ‘Demiourgos’
olarak gören Ophit’ler, Tekvin Kitabındaki yılana özel
bir önem atfetmişlerdi. Onlara göre, yılan insanların iyi
ile kötüyü ayıredebilmelerini sağlamış, halbuki Yehova
bu çok önemli bilgiyi onlardan esirgemişti. Dolayısıyla
Ophitler yılana, Yehova’ya başkaldırmayı ve bilinmeyen,
gerçek tanrıyı aramayı öğrettiği için gerçek kurtarıcı gö­
züyle bakmışlardı. Ophitler tarikatı İsa’yı da tümüyle m a­
nevi bir varlık olarak görmüş olup bu varlık, insan İsa ile
birleşerek insana kurtarıcı gnosisi öğretmiştir.

İslam düşüncesinin teşekkülü döneminde Gnostizm’in


etkileri:

Şinasi Gündüz, “Mitoloji ile İnanç Arasında” adlı


kitabında15Gnostizmi şöyle anlatmaktadır:

81
“Gnostizmin tam bir tarifini yapmak genellikle zor
olmakla birlikte, gnostizmin Tanrı, alem, insan, kurtuluş
ve bilgi gibi temel konularda kendine özgü açıklamalar
getiren ve M.Ö. 5’nci ve 4’ncü Yüzyıllardan itibaren çe­
şitli Ortadoğu toplumlarınca yaygın olarak temsil edilen
dini-felsefı bir akım olduğunu söylenebilir. Yahudilik ve
Hıristiyanlık içersinde Batı tipi gnostik inanç ve öğretileri
temsil eden birçok ekol varolduğu gibi, tamamıyla gnoştik
bir karaktere sahip olan ve Doğu tipi gnostik gelenekler
olan “Sabiilik” ve “Manihaizm” gibi akımlar da mevcut­
tur. Ortadoğu menşeili olan gnostik inanç ve öğretilerle
Hint geleneği arasında da çeşitli konularda dikkate değer
benzerlik ve paralellikler mevcuttur.
Gnostizm, ya da tamamıyla gnostik karakter taşıyan
dinler ya da çeşitli dini gelenekler içersinde yeralan inanç,
düşünce ve ritüeller şeklinde Milat öncesi dönemlerden
itibaren Ortadoğu’da oldukça yaygın olan bir akımdır.
M.S. 8’nci Yüzyılda Uygurlar’in resmi dini olan
“Maniheizm,” tamamıyla gnostik inanç ve öğretileri tem­
sil eden bir dini gelenektir. Yine M.S. Il’nci Yüzyıldan iti­
baren Güney Mezopotamya’d a varlığını sürdüren ve öne­
minden dolayı Kuranda üç yerde ismi anılan “Sabiilik”
baştan sona gııostizmi temsil eden bir akımdır.
Bundan başka Hermetistler, çeşitli gizem dinleri
m ensupları, Yahudilik ve Hıristiyanlık içersinde yer
alan çeşitli m istik hareketler de gnostik inanç, öğreti
ve hayat tarzını yansıtmaktaydılar. Kısacası, gnostik
düşünceler, inançlar ve yaşama biçimi, farklı isimler
ve cemaatler halinde tarih sahnesinde yer almalarına
rağmen Ortadoğuda, yaşayan halkların ortak paydala­
rından birisi, belki de en önemlisiydi.

82
Bir başka ifade ile, İslam hakimiyeti öncesi dönemde
gnostizm, bu yörenin bir alt kültürü konumundaydı ve
farklı dil, din ya da cemaat mensubu olan insanların m it­
lerini, inançlarını ve ritüellerini şekillendiriyordu.
Gnostik öğretinin arka plânında madde-mânâ, ay-
dınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi de­
ğerler arasında var olduğuna inanılan katı bir dualizm
bulunur.
Gnostikler makro plânda alemi, ışık alemi ve karan­
lık alemi şeklinde ikiye ayırırlar. Işık ya da nur alemi iyi­
liği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet
alemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil etmek­
tedir. Işık alemiyle karanlık alemi arasında bitmek tüken­
mek bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve
maddi olan her şey, yani içinde yaşadığımız dünya, be­
denlerimiz ve bu dünyaya ait olan her şey kötülük alanına
aittir ve dolayısıyla bizatihi kötüdür. Ruh ve ruhsal olan
varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı gereği iyidir.
Kötülük alemiyle iyilik alemi ya da ışık ile karanlık
veya nur ile zulmet arasındaki bu mücadelede başarılı ola­
cak olan, iyilik, yani ışık veya nurdur. Makrohayatı tem­
sil eden insan açısından da aslolan, iyilik alemine ait olan
ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan maddi
yapısına, yani bedenine ve bedenin istek ve arzularına bo­
yun eğmemektir. Varlık itibarıyla kötü olan bu dünya ve
dünyevi şeyleri terketmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruh
ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermek gerekir.
Gnostik düşüncede insanın yapısıyla ilgili bir üçle­
meye yer verilir. Buna göre insan üç unsurdan; ruh, be­
den ve nefs’ten oluşur. İnsanı oluşturan bu üç unsurdan
ruh köken itibarıyla ışık alemine aittir. Öte yandan beden

83
ve nefs ise yapıları gereği kötü tabiatlı ve süflidirler; zira
bunlar kötülük alemine aittirler.
Gnostiklere göre beden içersinde ruh, hapishanede­
ki bir tutsak gibidir. Zira, ruhu çepeçevre kuşatan beden,
onu elden kaçırmamak amacıyla tutsak etmiştir ve onun
iyilik ve ışığının dışa aksetmemesi için elinden gelen her
şeyi yapmaktadır. Işık ve iyilikle olan ezeli mücadelesin­
de bir ışık unsuru olan ruhu tutsak etmiş olan kötülük,
ruhun kaçmasını engellemek için bedeni ve her türlü
dünyevi arzu ve ihtirası temsil eden nefsi kullanmaktadır.
Kısacası ruhun bu dünyadan kaçışı beden ve nefs ile engel­
lenmeye çalışılmaktadır.
Gnostik tasavvura göre kurtuluş ya da hidayet, süfli
madde alemine düşen ruhun tekrar ilahi aleme yüksel­
mesi ile gerçekleşir. Gnostiklere göre ilahi alemin bir par­
çası olan ruh ölümsüzdür.
Gnostik inanç ve öğretilerin odak noktasını oluşturan
bir öğreti olan gnostizmin “kurtarıcı bilgi” ve “gizli hik­
met” doktrini de dikkat çekicidir. Bu öğreti -bazı küçük
yorum farklılıklarıyla birlikte- bütün gnostik sistemlerde
önemli bir yer tutar. Gnostik terimi de “bilgi” anlamına
gelen Yunanca “gnosis” teriminden gelmektedir. Bu süfli
alandan kurtulabilmesi için ruhun sahip olması gereken
bu bilginin birtakım özellikleri vardır.
Bu bilgi kutsal bir bilgidir ve ilahi alanın merkezinde
yer alan yüce Tanrıdan kaynaklanır. Bu bilgi ezoterik, giz­
li bilgidir; gnostiklerden başkası onu bilemez, anlayamaz
ve idrak edemez. Kendilerine bu bilgi bağışlanmış olan
gnostiklerin bunu veya bunun tezahürlerini dışa aksettir­
meleri, ifşa etmeleri en büyük suçtu.

84
Gnostizmfle “kurtarıcı”ya da “mürşid’’in çarpıcı bir
özelliği de süfli alemde irşat edici olarak görevlendiril­
meden önce, bizzat kendisinin de ilahi takdir gereği bu
kötü alanda yaşamayı, burada kurtuluşun yolunu aramayı
ve nihayet kurtarıcı bilgiye vakıf kılınarak süfli alemden
kurtarılmayı tecrübe etmiş olmasıdır yerinde bir ifadeyle
o, bizzat kendisi kurtarılmış olan bir kurtarıcı, irşat edil­
miş bir mürşittir.
Gnostik geleneğe göre, ruhun kurtarıcıyı ve mürşidi
kavrayabilmesi ve kendisini hidayete kavuşturacak olan
ilahi bilgiyi alabilmesi için bu hususta gerekli olan altyapı­
yı hazırlaması zorunludur. Bu gaye doğrultusunda bütün
gnostik toplumlar az ya da çok, hafif ya da katı bir asketiz-
me yer verirler. Örneğin Maniheizm’de, Maniheist cema­
at arasında kurtuluşa en yakın olarak görülen seçkinlerin
karakteristik özelliği, elden geldiğince az yemek, az konuş­
mak, az uyumak, dünyevi her türlü iş ve meşgaleden uzak
durmak, evlenmemek, bütün zamanını dua, ibadet ve dini
öğretiyle geçirmeye çalışmaktır.
“Eline, beline ve diline sahip olmak” ifadesi Maniheist
ahlâk anlayışının temelini oluşturan bir özdeyiştir. Öte
yanda halka karışmamak, dünyevi her türlü arzu ve ih­
tirasa karşı direnmek, ahlâkî her türlü kötülükten uzak
durmak, bütün gnostik toplumların ortak özellilde-
rindendir. Gnostik geleneğe göre ideal bir yaşantı, süfli
alemden tamamen el etek çekmeyi gerektirir.”
Kısaca özetlemeye çalıştığımız gnostizmin bu özel­
likleriyle başta çeşitli tasavvuf ekolleri olmak üzere, İslam
düşünce tarihi içersinde yer alan çeşitli akımlarca temsil
edilen benzer düşünce ve öğretiler arasında yakın bir iliş ­
ki olduğu açıkça görülmektedir.

85
Gnostik dinlerde olduğu gibi maddi aleme karşı
olumsuz yaklaşım hemen hemen bütün tasavvuf ekolle­
rinin ortak özelliğidir.

Naziler ırkçı gnostikler miydi?

“Hitler Almanyası’nın Gizli Tarihi” adlı kitabımda bu so­


ruya bir cevap aramış ve gnostik “Marcion” öğretisinin
Thule örgütünün temel öğretilerinden biri olduğunu
yazmıştım.
1221 yılında kurulan “Marcionist Tapınakçılar” ör­
gütü bugün hâlâ “Societas Templi Marcioni” (STM) adı
altında Avusturya ve Almanya’d a faaliyette bulunmaktadır.
Burada Nasyonal-Sosyalist Parti teorisyeni ve Thule
üyesi Alfred Rosenberg ve S.S-Thule düşünce sistemi
üzerindeki gnostik etkileri göstermeye çalışacağım.
A. Rosenberg “20’nci Yüzyılın Mit’i” adlı kitabında
özellikle, gnostik bir mezhep olan Katharlar’dan bah­
sediyor ve Kathar din felsefesinin Almanya’nın yeni dini
olacağını söylüyordu.
Katharlar yalnız Rosenberg’i değil, S.S-Reichsführer
H. Himmler’i de çok cezbetmişti. Himmler’in S.S kur­
may heyetinde bulunan S.S-Unterscharführer (Astsubay)
Otto Rahn Katharlar ve Grail (Kutsal Kase) araştırma­
ları konusunda gerçek bir uzmandı, Rahn’ın “Luzifers
Hofgesind” adlı kitabı, bazı araştırmacılar tarafından S.S.
düşüncesini gösteren karakteristik bir belge olarak nite­
lendirilmektedir. Amerikalı araştırmacı Buechner’e göre
Rahn’ın Fransa’daki gizli misyonu Gral’ı ve Katharlar in
gizli hâzinesini bulmaktı. Rahn’ın 1939 yılında intihar
etmesi üzerine, bu görev S.S-Albayı Skorzeny’e verildi.

86
İddialara göre o, La Peyre tepeleri civarında hâzineyi bul­
muştu. İlginçtir ki 1930’lu yıllarda Rahn’ın “Kutuplar”
adlı, Hans Hörbiger’in nordik ve ezoterik dünya görüşü­
nü benimsemiş, bir Fransız gizli örgütü ile ilişkisi vardı.
Fransız Kontes Poujol-Murat Katharlar ile ilgili araştırma
masraflarını karşılıyor ve hatta özel otomobilini ve şofö­
rünü Rahn’ın emrine tahsis ediyordu.

Marcionist Sapkınlık (Heresy):

Sinop piskoposunun oğlu Marcion, Pavlus’un bir tilmizi


olarak doktrininin esasını Tevrat-încil karşıtlığı üzerine
oturtmuştu. Roma’da önceleri iyi karşılanmış olan Marcion
daha sonra keşişlere Tevrat’ın Tanrısı (Yani, Dünyanın
Yaratıcısı Demiourgos) ve İsa’nın ifşa ettiği Tanrı arasındaki
karşıtlıkları izah etmekteydi. “Anti-tezler” adlı kitabında
örneğin savaşı emreden Tanrı ile rahim, rahman sahibi
Tanrının bağdaşmayacağını göstermişti. Marcion sistemi­
nin mantıki sonucu olarak tüm Tevrat’ı toptan reddediyor
ve kitap olarak sadece Luka İncilini ve Pavlus’un dizeli on
mektubunu muhafaza ediyordu.
M.S. 144’de Roma cemaatinden atılan Marcion, rütbe
silsilesi, ayin törenleri ve dini eylemleri ile kendi kilisesini
kurmuştu. Bu İçilişe Doğuda V’nci Yüzyılın sonuna kadar
varlığını sürdürmüştü.
Il’nci Yüzyılın ortalarında Gnostik düşünce alabildi­
ğine değişik olmasına rağmen, temelde aynı kalmış olarak
Basilides, Valentinus ve Marcion gibi büyük önderlerin
yönetiminde bütün Roma İmparatorluğunu sarsmıştır.
Öbür büyük Gnostik liderlerin kısa ömürlü dini
düşünce mektepleri kurmuş filozoflar olmalarına karşı­

87
lık Marcion, mektep değil, birçok yüzyıl süren Gnostik
düşüncelerin muhafızı olmuş bir kilise kurmuştu. Onun
gözünde evren basitti. İçinde yaşadığımız gözle görü­
nür, ceza verme prensibi ile idare edilen zalim bir dünya
vardır; dünyayı yaratan, Tevrat’ın merhametsiz Yehovası
vardı. Nihayet, bir başka boyutta gerçek Tanrı, nazik ve
rahim “İyi Yabancı” vardı. O, daima mevcuttu ama kendi­
ni, insana rahim İsa’yı, Yehova’nın soğuk öğretisine Sevgi
İncili ile karşı koymak üzere, yeryüzüne göndererek ifşa
etmişti. Eski-Ahit ile Yeni-Ahit’in birbirinden ayrılan
mesajları Marcionu çok etkilemişti ve bu sonuncusunu
hiçbir surette ilkinin tamamlayıcısı olarak görmüyordu.
Hatta Tevrat’ta haberi verilmiş olan savaşçı, intikam alı­
cının İsa’ya benzer bir tarafı olamazdı. Ona göre bu iki
öğreti, keskin bir karşıtlık içindeydi ve bunu, imanının
temeli yapmıştı.
Marcion böylece dosdoğru giden bir düalistti. Ama
onun düalizmi alışılmış tipten değildi; o, iyilikle kötülüğü
değil, adaletle rahmeti, zulümle sevgiyi karşılaştırıyordu.
Yaratılmış dünya kötü değil, basitçe adil olmalıydı; ama
ne olursa olsun, ondan kaçınmak gerekiyordu. Bu itibarla
zühd ve takva gerekliydi. Dünya zevklerinde ifrat, acına­
cak bir durumdu. Her şeyden önce evlenmek ve çocuk
yapmadan uzak durmak gerekiyordu.
Marcionist Kilise ilk büyük Hıristiyan düalist Kilisesi
olmuştu ve Ortodoks yazarlar düalist Hıristiyan sapkınla­
rına “Marcionit”sıfatını yapıştırmakta biraz haklılardı.
Marcion’un kurumlan, Gnostiklerin garabetlerine
yeni bir boyut getiriyordu. Yehova Tanrı karşıtı idiyse,
Eski Ahit’in canileri kahraman olmalıydı.

88
Marcion, kuramlarının içinde yetiştiği Suriye
Hıristiyanlığı temelinden olduğu kadar, devlet dininin,
Zerdüştlüğün düalistik olduğu İran’dan da etkilenmiş olduğu
söylenebilir. Zerdüştlüğün de geç Yahudiliği ve dolayısıyla da
Hıristiyanlığı etkilemiş olduğu muhakkaktır.
Maniheizm’in kurucusu Mani de kilisesinin örgüt­
lenmesinde Marcion’u örnek almıştı. Maniheizm’de de
Zerdüşti unsurlar bulunduğu inkâr edilemez.
İzmir piskoposu Polycarpus’un “Sende Şeytanın ilk
çocuğunu görüyorum,” dediği Marcion, önemli ve etkili
bir Hıristiyan öğretmen olmuş, öğretisi ve de örgütleyi-
ci faaliyetlerinden ortaya çıkan Marcionism, II. Yüzyıl
Kilisesini derinlemesine bölmüş ve bu keyfiyet V. Yüzyıla
kadar sürmüş ve sonunda Marcion Roma cemaatinden
dışlanmıştı.

Maniheizm Sapkınlığı:

Maniheizm sapkınlığı, batı Kilisesi üzerinde uzun süre


çok etkili olmuştur. M.S 242’de Mezopotamya’d a Mani
tarafındankurulmuştuveOrtodoksHıristiyanlığınbaş raki­
plerinden biriydi. Mani, Batı Kilisesi tarafından M.S 276’da
şehit mertebesine yükseltilmiş bir şahsiyetti. İlk taraftarları
arasında Katolik Kilisesinin büyüle savunucularından olan
Aziz (St) Agustine bulunmaktadır. St. Augustine’nin “Tanrı
Şehri” adlı kitabı güçlü Manîheist etkiler taşımaktadır.
Mani, zamanının ve bölgesinin güçlü gnostik arka
plânını yansıtmaktaydı. Maniheizm’e göre kötülüğün
kökenleri maddenin içinde bulunuyordu. Bunun (yani
maddeye bağımlılığın) çoğalması Tanrı maneviyatına
karşı idi. Madde hiçbir zaman kurtarılamayacak ebedi

89
bir kötülük idi. Ruh, madde-dışı olduğu için ilahi idi.
İnsan bedeni ruhu tutsak etmiş bir hapishaneydi. Bu ha­
pishaneden tek bir kurtuluş yolu vardı; o da ölüm idi.
Daha az yaratıcı olan Demiurg, görünür dünyayı karanlık
güçlerin parçacıklarından yaratmıştı. Bu güçler, ruhsal
alandaki Tanrıya karşıydı ve ebediyyen madde dünya­
sının içine hapsolmuşlardı. Yine bu karanlık güçler, in­
sanları ayartarak, devamlı üremeleri için cinsel güçlerini
kullanmalarını sağlamış ve bu şekilde ruh parçalarının
insanların bedenlerine hapsolmalarına sebep olmuşlardı.
Aksi takdirde bedenler ölü boş kabuklar haline gelecek ve
karanlık güçlerin kontrol edebileceği kimse olmayacaktı.
Bu ikiye bölmeye (Dichotomi) anti-kozmik dualizm
deniyordu. Bu, gnostizmin bütün önemli eserlerinde fakat
özellikle Maniheizm’de görülür. Günah, madde dünyasın­
daki hayatın ta kendisidir. Yalnız hayat kıvılcımı yani, in­
san ruhu, İlâhi düşünce ve davranışlar için uygundur. Bu
düalizm’de sınırlı her şey (Yani, mana bağlı olan) kötü,
ebedi olan her şey, yani Tanrının ebedi ateşinin kıvılcımı
olan insan ruhu iyi idi.
Maniheizmin katı bir etiği vardı. İnsanları, hayvanla­
rı öldürmeleri ve kan akıtmaları yasaklanmıştı. Yukarda
anlatılan sebepten dolayı da cinsel ilişkinin her türü la­
netleniyordu. Bütün maddesel zevkler ve mutluluklar,
şeytani sayılıp reddediliyordu.
Bazı Maniheist “Seçkinler” veya “mükemmeller”
dilenerek yiyeceklerini temin ediyorlardı.
Maniheistler dinleri ile uyuşmayan seküler yasalara
aldırış etmezler ve inançları için rahatlıkla ölümü göze
alabilirlerdi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Maniheistler
Hıristiyan değildiler. Yalnız Hz. İsa’yı değil, diğer bütün

90
dini liderleri örneğin; Buda, Lao-tzu ve diğerlerini de ka­
bul ediyorlardı. Onlar ne, İsa’nın yeniden bedenlenmiş
bir tanrı olduğuna, ne de haç üzerinde öldüğüne inanmı­
yorlardı. Onlara göre İsa da diğerleri gibi bir insandı. Bazı
eleştirmenler Maniheistleri panteist olmakla suçlamışlar­
dır. Şurası da bir gerçektir ki Maniheistler Hıristiyanların
inandığı birçok şeye inanmıyorlardı. Özellikle haç onlar
için Tanrının değil, maddenin bir sembolü idi, çünkü on­
lar Tanrının her yerde var olduğuna inanıyorlardı.
Maniheist hareket muhtemelen iki sebepten yok oldu.
Maniheistler cinselliği reddettiği için çok anti-sosyal idi­
ler, ayrıca savaş, şiddet ve kan dökmeyi de reddettikleri
için, kan ve şiddetin egemen olduğu o çağların düşünce­
sine çok ters düşüyorlardı.
M.S. 450’de Agapius, Maniheizmi ve gerçek Hıristiyanlığı
bağdaştırmaya çalıştı, fakat fazla tutunamadı.
Diğer bir gnostik grup olan “Paulus’çuların
“Samosaia’h Paulus” diye birinin müridleri olduğu söy­
leniyordu. 8’nci Yüzyıldan başlayarak bunlar hızla çoğal­
maya başlamışlardı. Bu mezhep bir topluluğa, topluluk
da siyasal bir güce dönüşüyordu. Bizans imparatorları
bunları yoketmek için üzerlerine ordular göndermişler­
di. Paulus’çular Arap dünyasının sınırlarına kadar dayan­
mışlardı. Paulus’ç ular Fırat’a doğru yayılmışlar, kuzeyde
Karadeniz’e kadar uzanan Bizans topraklarını ele geçir­
mişlerdi.
Paulus’çular, Eski Ahit’i inkâr ediyorlar, ayinlerini
reddediyorlar, haçı küçümsüyor ve Bakire Meryem’e saygı
duymuyorlardı. Paulus’çular, Esld Ahit’in Yehova’ya tapan
hırsız ve hilekâr bir ırk tarafından yazıldığını ve tama­
men bir aldatmaca olduğunu savunuyorlardı. Bu sebep­

91
ten Yahudilerden nefret ediyorlardı. Fakat bir taraftan da
Yahudileri Hz. îsanın katilleri olarak görmüyorlardı çün­
kü onlar, Hz. Isa’nın haça gerilmesini bir ilüzyon olarak
değerlendiriyorlardı. Onlara göre Aziz Peter, Hz. İsa’ya
ihanet eden tipik bir Yahudi idi. Paulusçular çeşitli se­
beplerden geleneksel kiliseye saldırıyorlardı. Onlara göre
rahiplerin siyah giysileri şeytanın kostümü idi. Dış görü­
nüşte Ortodoks Hıristiyanlar gibi davranan Paulus’çular
aslında “takiyyeci”bir görüşü benimsemişlerdi.
Incil ve nefret edilen Tevrat, yalnız ezoterik kulla­
nımlar için kabul edilmiş gibi gösteriliyordu. İnançlarına
göre, kutsal kitaplardaki gizli anlamları ve vahyedilen
sözleri, ancak maddi dünyadan kaçmayı bilen, inisiyeler
anlayabiliyordu.
Bir alanda bunlar Maniheizm’d en farklıydılar.
Onların aksine, inançları için savaşıp ölmeye hazırdı­
lar. Başarılarının çoğu, önce Bizans ordularına, sonra da
Bulgar İmparatorluğuna karşı çıkmalarından ileri geli­
yordu. Paulus’ç ularm tarih üzerindeki etkileri savaşçı
güçlerinden çok, düşüncelerinden oluşmuştur.
Paulusçular güçlerinin doruğuna Tychicus zamanın­
da (M.S 801-835) ulaştılar ve bazı küçük gruplar halinde
1200 yılına kadar var olmaya devam ettiler.
950 yılında Paulusçu ve Maniheizm düşüncelerinin
sentezinden oluşmuş bir hareketin Bulgaristan’d a orta­
ya çıktığını görüyoruz. “Bogomili” denilen bu hareke­
tin kelime anlamı “Tanrı merhametlidir” veya “Tanrının
Merhameti”idi.
Düalist bir dünya görüşünü benimseyen Bogomiller’e
göre şeytan (Bogomiller ona ‘SataneV diyorlardı)

92
Tanrının oğlu ve İsa da onun kardeşiydi. Onlara göre
şeytan Adem’i yaratmak için, Tanrının ebedi ruhundan
bir kıvılcım çalmak istemiş, fakat ruh yerine geri döne-
memişti. Bogomiller’e göre, Tevrat’taki yılan, Adem’i
Satanel’in aldatmasına karşı uyarmak için görünmüştü ve
bu sebepten Satanel tarafından lanetlenmişti.
Bogomil inancına göre, Tanrı ve oğlu şöyle bir anlaş­
maya varmıştı; Tanrı ondan çalınan parçayı, yani insan
ruhunu, şeytan da bedeni yönetecekti. İnsan ırkının ve
Satanel’in insan bedenleri üzerindeki kontrolünün sonu
gelmemesi için, şeytan insan ırkının devamını sağlama­
lıydı. Ancak bu şekilde bütün ruhlar bedenlere hapsedi­
lebilirdi. Bu sebepten o, cinselliği ve üremeyi kontrolün
başvasıtası olarak kullanmaya başladı. Seks ve üreme ol­
madan Satanel’in kontrolünün bir geleceği olamazdı. Şu
halde gerçek inançlı bir Bogomil’in evliliği ve cinselliği
reddetmesi gerekiyordu.
Bogomiller, haçı şeytanın bir sembolü olarak gör­
dükleri için inkâr ediyorlardı. Onlar Hz. İsa’nın öğretile­
rini de toptan reddediyorlardı.

Kathar’lar (“Saf ve Arınmış olanlar”):

“20’nci Yüzyılın Miti” adlı kitabında, Nazi partisi teorisye-


ni Alfred Rosenberg, eserinin birçok sayfasını Katharlar a
ayırmıştı. (Katharlar Albigensi’ler veya “Arınmış Kişiler”
olarak da bilinirler.)
Rosenberg, Kathar Hıristiyanlığını Roma Katolikli­
ğine tercih ettiğini açıkça belirtmişti.
Kathar’lar Reformasyon’d an yıllar önce, Orta Avrupa’­
daki Maniheist geleneğin taşıyıcısı olup, Bogomiller’den
ve Paulusçu’lardan önemli ölçüde etkilenmişlerdi. Eğer

93
Kathar’lar askeri bakımdan faal ve savaşçı olmuş olsalar­
dı, bugün Avrupa tarihinde Hıristiyan reformcuları olarak
Luther ve Calvin’in değil, onların adı geçecekti.
Katharlar’ın ortaya çıkışı 1025 yılıdır. Bu yıl, Almanya,
İtalya ve Fransa’d a ortaya çıkan hareket, İngiltere’ye de ya­
yılma istidadı göstermiştir. Kilise onları basit olarak “Yeni
Maniheistler” olarak nitelendiriyordu. Kathar sapkınlığı­
nın kuruluşu ile ilgili birçok efsane vardır. Fakat bu konu
ile ilgili olarak ne belirli bir şahıs, ne de belirli bir grup
tespit edilebilmiş değildir. Reims başpiskoposu Aurillac’lı
Gerbert’in 991 yılında yaptığı açıklamalar gnostik ve
Maniheist olarak nitelendirilse de, Kathar dinine öncülük
ettiği veya yaygınlaşmasına hizmet ettiği söylenemez.
1028 yılında Akitanya Dükü William V, bir piskopos­
lar konseyi toplayarak sapıklığın ortaya çıktığı yeri tespit
etmeye çalıştı. Konsey, bu inancın İtalya’nın kuzeyinde
doğup büyüdüğüne karar verdi. Modern araştırmacıların
bir kısmı hareketin Bulgaristan’da doğduğuna, diğer bir
kısmı ise, Ermenistan ve/veya Bizans İmparatorluğunda
doğduğunu iddia ederler. Bazı araştırmacılar ise hareke­
tin, gnostik mezheplere büyük hoşgörü ile bakan İslam
ülkelerinde ortaya çıktığım iddia etmektedirler.
Katharlar klasik Maniheist anlamda düalisttiler. Bu
sebepten onlara “Maniheist” de denmişti. Bazı kısımla­
rı İran-Zerdüşt inancına dayanan geleneksel düalizmde,
birbirine eşit güçte iyi ve kötü iki Tanrı anlayışı vardır.
Katharlar, Yahudiler’in Yehovası’m şeytanın bir en-
karnasyonu olarak görüyorlardı.
Katharlar’ın İncil’in ezoterik yorumuna inanıyor­
lar ve kendilerine uymayan bölümleri de kutsal kitap­
tan çıkarıyorlardı. Onlara göre İncildeki bazı bölümler,

94
Yahudiler tarafından kafaları karıştırmak ve imanı sars­
mak için sonradan ilave edilmişti.
Katharlar “Mükemmerieri ile diğer halk arasında belir­
gin bir fark vardı. Diğerleri “Gerçek Hıristiyanlığı” öğrenen
insanlardı ve eğer isterlerse evlenebiliyorlardı. Fakat “son
yemini” eden inisiyelerin cinsi münasebette bulunmaları ve
bir aile çevresinde bulunmaları yasaktı. înisiye olmayanla­
rın eğitimi genellikle on yıl veya daha fazla sürüyordu. Bazı
Katharlar ancak ölüme yaklaşırken yemin etmişler ve bu şe­
kilde “MükemmeV’in uymakla mükellef olduğu moral koda
uymamışlardı.
Kathar dininin en kutsal şeyi “Consolementum” idi.
Bu bir “Mükemmel”in veya bir sempatizanın evinde bulu­
nurdu. Genellikle “Servitium” denilen günahların ve yan­
lışların itirafı ile kutsal ayin başlardı. Mevcut herkes, ister
“Mükemmel,” ister takipçi olsun bu ayinlere katılmakla
mükellef idi. Bu seremonilere ait eski yazıtlar bugünkü
tarihçilerin eline geçmiştir. Bunların aslında Ortodoks
Hıristiyanlığa karşı olmadığını yalnız, günahların bedene
ve maddi dünyaya ait olduğu konusunun özellikle vurgu­
landığını görüyoruz.
Adayın son mükemmellik rifine inisiyasyonu oldukça
basitti. Bu ayin, Kilise Babalarının kabul edilmiş yazılarını
ve Kitab-ı Mukaddesi kapsıyordu. Ama bunlardan Kathar
inancına ters gelenler rahatlıkla reddediliyordu. Bir aday et
yemekten, dünyevi zevklerden, kibirden, gururdan, yalan ve
dedikodu v.b şeylerden uzak duracağına dair yemin etmek
zorunda idi. Roma Katolik Kilisesi tam bu noktada Katolikliğe
ait bütün değerlerin inkâr edildiğini iddia ediyordu.
Kathar’lar Hıristiyanların aksine şarap içmezlerdi ve
Aşar-ı abbanı (Komünyon)’ye karşı idiler. Onlara göre

95
maddi hiçbir şey Tanrı nazarında kutsal veya arınmış ola­
mazdı.
Katharlar, Hz. İsa’nın bizler gibi bir insan olduğuna,
Yahudi olmadığına ve bir bakireden doğmadığına ve ebe-
diyyen günahtan arınmış bir kişi olmadığına inanıyorlardı.
Onlara göre çarmıha gerilen insan-Tanrı değil, insan İsa
idi. Katharlar’ın temel inancına göre Tanrı bedenlenemez-
di, çünkü insan bedeni maddeden oluştuğu için kötü idi.
Kathar’lar Hz. İsa’nın Yahudiliğini de kabul etmiyorlardı,
çünkü onlar Yahudiliğe ve Tevrat’a toptan karşı idiler.
Hıristiyanlığın geleneksel cennet ve cehennem inancı
da Kathar’lar için kabul edilemezdi. Çünkü içinde yaşadı­
ğımız dünya, şeytanın maddi dünyasıydı ve kötülüklerle
doluydu. Yalnız bedensel arzularını ve şeytanı reddeden­
ler cennete girebilecekti. “Consolamentum” kötülükler­
den arınma anlamına geliyordu. Aynı şekilde onlar ölüler
için dua etmiyorlardı. Çünkü madde dünyasının kötü­
lüklerinden kurtulmuş olan ruhların yardıma (Dualara)
ihtiyacı yoktu. Kurtulamayan ruhlar ise yeniden, bu dün­
yanın maddesine tutsak oluyorlardı.
Kathar’cılık ile ilgili çalışmaların hiçbiri
“Reenkarnasyon” (Yeniden bedenlerime) meselesine de-
ğinmemiştir. Fakat görünüşe bakılırsa, dinlerinin mantıki
neticesi bu inanca götürüyordu. Katharlar’a ait birçok kay­
nak bu konuda suskunluğunu korumaktadır.
Yüksek bir sembolik anlamı hariç, Meryem, Kathar
öğretilerinde yer almıyordu.
Katolik engizisyonu Katharlar’ı panteist olmakla suç­
lamıştı. Katharlar’a göre ruhsal alanda bütün varlıklarda
ilahi bir parça bulunuyordu. Bunun tersi olarak da hiç­
bir maddi şey, ilahilik ihtiva etmiyordu. Kathar’lara göre
Tanrı, materyalist ayrılığın ve çoğulluğun anti tezi idi.

96
Bazı Kathar’lar her şeye muktedir Tanrı’mn maddeye nü­
fuz edebileceğini veya madde görüntüsü alabileceğini ve
iradesiyle “Işık İnsanı’nı maddesel hapishaneden kurta­
rabileceğine inanıyorlardı,
Katharlara göre Yahudilerin Tanrısı Yehova hem
kötü, hem de sahte bir Tanrı idi. Şeytan-Yahve (veya en-
karne şeytan şeklinde) İbrahim ve Musa’yı etkilemişti.
Yani bu Yahudi peygamberler şeytandan esinlenmişlerdi.
Katharlar’ın temel inancına göre Tanrı bedenlenemez-
di, çünkü insan bedeni maddeden oluştuğu için kötü idi.
Kathar’lar Hz İsa’nın Yahudiliğini de kabul etmiyorlardı,
çünkü onlar Yahudiliğe ve Tevrat’a toptan karşı idiler.
Hıristiyanlığın geleneksel cennet ve cehennem inancı
da Kathar’lar için kabul edilemezdi. Çünkü içinde yaşadı­
ğımız dünya, şeytanın maddi dünyasıydı ve kötülüklerle
doluydu. Yalnız bedensel arzularını ve şeytanı reddeden­
ler cennete girebilecekti. “Consolamentum” kötülükler­
den arınma anlamına geliyordu. Aynı şekilde onlar ölüler
için dua etmiyorlardı. Çünkü madde dünyasının kötü­
lüklerinden kurtulmuş olan ruhların yardıma (Dualara)
ihtiyacı yoktu. Kurtulamayan ruhlar ise yeniden, bu dün­
yanın maddesine tutsak oluyorlardı.
Vaftizci Yahya da onlar için kötüydü, çünkü suda vaf­
tiz edilmişti—Su, madde olduğu için Kathar’lar tarafın­
dan kabul edilemez bir şeydi. Onlar için geçerli olan tek
şey, “Ruhsal Vaftiz” idi.

Rosenberg ve Gnostizm:

Katharlar’ın düşüncelerinin, Alfred Rosenberg’in Kato­


lik Kilisesine ve Yahudiliğe yönelik saldırıların da etkisi

97
oldukça fazlaydı. Rosenberg’in “20’nci Yüzyılın Miti”
adlı kitabında bu her iki grup, Hıristiyanlığı yozlaştıran,
Tanrının doğru mesajını saptıran ve Katharlar’a zul­
medenler olarak tanıtılıyordu. Rosenberg’in kitabındaki
Katharlar’la ilgili referansları, onun gerçek Hıristiyanlığın
anahtarını ele geçirdiğine inandığını ortaya koyuyordu.
Rosenberg gerek yazılarında, gerekse konuşmalarında
“Hıristiyan” olduğunu söylüyordu. O, Katolik Kilis­
esini Reformasyon sonrası Avrupasında oluşan temeller
üzerinde, eleştiriyordu. Fakat bundan çok daha fazlası da
vardı. Reformasyon görevini tamamlayamamıştı. Luther
ve Calvin doğru bir yönde harekete başlamışlar, fakat
tamamlayamamışlardı.
Protestanlar ve Waldense’ler Katharlar’m çağdaşı
idiler. VValdense’ler ne dogmatik, ne de ezoterik doktrine
fazla bağlı değildiler. Onlar diğer protestan gruplar gibi,
Katolik Kilisesi’nin ayinlerini basitleştirmek ve Katolik
din adamlarının yolsuzluklarına mani olmak istiyorlardı.
Luther, Incil’in yazıldığı şekliyle yorumuna çok önem
veriyor fakat -Katharlar’daıı farklı olarak- kutsal kitapla­
rın arasından Eski Ahit’in çıkarılmasına karşı çıkıyordu.
Calvinistler ise Katolik Kilisesinden daha fazla Eski
Ahite bağlıydı. Puritenler Eski Ahit’in teokratik yöneti­
mini yeniden canlandıracak kadar ona bağlıydılar.
Katharlar, Luther gibi St. Paul’e çok önem veriyor gibi
görünüyorlardı ama onlar için Paul, ezoterik düşüncele­
rin bir çıkış noktası, bir sembolüydü.
Rosenberg’in “Flıristiyanlıktaki en büyük mesele” de­
diği St Paul’du. Rosenberg, Paul’u ikiyüzlü bir Yahudi ola­
rak görüyordu. Rosenberg’e göre, Paul yeni bir isim altın­
da Musevi şeriatını, Flıristiyan yasaları diye yutturmaya

98
çalışıyordu. Ona göre, Paul “büyük birfesatçıydı." Yeni din
Hıristiyanlığı yenemeyeceğini anlayan Yahudiler, Paul’u
yollayarak bu dini başka bir şekle dönüştürmüşlerdi.
St. Paul sayesinde Yahudiler toplumdışı kalmamış ve
Hıristiyanlığı yönetmeye başlamışlardı. Rosenberge göre
Paul olmasaydı, Hıristiyanlık da Eski Ahiti ve Yahudileri top­
tan reddeden Bogomiller, Maniheistler, Katharlar gibi “sap­
kın”sayılan dinler arasında olacaktı.
İlginçtir ki S.S’ler de Katharlar’m okuduğu kitaplar­
dan birçoğunu ele geçirmişti. (Bunların çoğu Maniheist
mezheplerin okudukları kitaplardı).
Naziler’in Katharlar’a olan bu ilgisi onların Kathar
öğretisini Nordik Hıristiyanlığın temeltaşı yapmak iste­
melerinde yatmaktadır.
Gerçek şudur ki, hiçbir şey Maniheistlerin Yahudiler
ve Eski Ahit konusundaki düşünceleri kadar (Yahudi-
aleyhtarı) III. Reichiıı düşüncelerine uyamazdı.
Bu öğreti sayesinde Hıristiyan doktrininin kuzeyli
bir yorumu mümkün olabiliyordu.

99
YEDİNCİ BÖLÜM

HAŞİŞİLER (İslamda Ezoterik Bir Örgüt


Örneği) Nizari İsmailUerin kökeni:

1- İslâmda Mezhep Ayrımı:

“M.S. 632 yılında, batıdaki Reform hareketinden de


büyük bir ayrılık İslâmî parçalardı. İslam dinini oluşturan
iki büyük mezhep bir daha birleşmemek üzere ayrıldılar.
Şiiler, İslam önderliğinin Peygamberin ailesinde kalması
konusunda ısrarcıydılar ve bu nedenle, Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra Peygamberin amcasının oğlu Hz.
Ali’nin halife olmasını arzu ettiler.”24
“Hz. Ali, M.S. 661 yılında öldürüldü. Ancak Şii te­
olojisine göre, Ah ve onun soyundan gelenler İmamdılar,
yani Tanrısal esine sahip önderler, Tanrı ile insanlar arasında
aracılık eden Hz. İsa benzeri kişilerdi. En sonuncusu M.S 940
yılında ortadan kaybolana kadar tam 12 imam gelip gitmiş­
ti. Şii inancına göre, kayıplara karışan sonuncu imam, geniş
Arabistan çöllerinin birinde gizlenmekte ve yeniden ortaya
çıkıp, adaledi ve an bir İslam yönetimini kuracağı uygun za­
manı beklemektedir... Geri döndüğü zaman imam, Şiilerin
yüzyıllar sonrasında verecekleri en şiddedi kutsal savaşı, bü­
yük cihadı başlatacaktır.”25
Şia’nın kurduğu en başarılı örgütlerden birisi
Kahire’de üstlenmişti. Aslında bu örgüt, taraftarlarını
kutsal ve çok özel bir göreve bağlayabilen, bunun için
24 Kaynak: Gordon Thomas, Journey into Madness.
25 Kaynak: Gordon Thomas, Joumey into Madness.

100
en şaşırtıcı yöntem leri uygulayabilen bir eğitim oda­
ğı idi. Amaca ulaşabilmek adına, yetenekli eğitm en­
ler İslama özgün dem okratik fikirlerini yıkarak, o dö­
nem de M ısır’da hüküm süren Fatimi Halifesinin em ir­
lerini yerine getirmeye çalışmışlardı.”26
“Tasavvufun, en iyi bilinen mistik simgeciliğinin bü­
yük bölümü, genellikle Ömer Hayyam’ın Rubaileri saye­
sinde herkesin öğrendiği kadarı, İsmaili’ler tarafından sa-
hiplenilmiştir. Şia ile tasavvufu, şaşırtıcı ve benzersiz bi­
çimde kaynaştırarak, kendi şeyhlerine sıkı sıkıya bağlı bir
mistik topluluk oluşturmuşlardır. Diğer taraftan, mistik
esrikliğe ulaşmak için haşhaş ya da başka uyuşturucula­
rın kullanılması tasavvufta olağan uygulamalardandır.”27

2-Şeyh-ül Cebel (Dağların Şeyhi):

“1074 yılında, Ermeni asıllı Akka Valisi Bedr ül Cemali,


halifenin çağrısı üzerine, ordusuyla birlikte Suriye’den
Kahire’ye gelir ve kontrolü ele geçirir. Bu andan itibaren
Halife el-Mutansır’ın gücü tümüyle sınırlanır. Gerçek
yönetici ordu komutanıdır, artık Fatımi Halifeleri birer
kukla olmaktan öteye gidemezler.”
“Halife el-M utansır’ın 1094 yılında ölmesi üzerine,
yeni ordu kom utanı Bedr ül C em alinin oğlu el-Efdal,
el-M utansır’ın oğlu Nizar’ın Halife olmasına karşı
çıkar ve onun yerine Ni-zar’ın kardeşi el-M ustali’yi
Halife yapar. Doğuda, İran’d a bulunan İsmaili’ler bu
oldu bittiyi kabul etmezler, el-Mustali’nin Halifeliğini
reddederek Kahire ile tüm ilişkilerini keserler. Fatımi
egemenliğine böylece karşı çıkan bu grup, Nizar’a bağ­
lı olduklarını ilan ederler.”
26 Kaynak: Arkan Daraul, Secret Societies.
27 Kaynak: Edward Burman, The Assasins-Holy Killers of İslam.

101
“İşte bu sebeple, tarihte sonradan Haşişiler olarak
ün salacak olan bu yeni akımın üyeleri, ilk zamanlarda
Nizari İsmaililer’i olarak bilinirler.”28
Arapçada assesen sözü ‘koruyucu, bekçi anlamına
gelir Kimi yorumculara göre gizlerin koruyucusu deyi­
minin gerçek kökeni bu kelimededir.”29
“Haşan Sabbah, Nizari İsmailileri’nin yeni öğretisini,
yani “dâva yi örgütleyen ve uygulamaya geçiren inkılapçı
bir dahiydi. Kaiıire’deki Fatımi İsmailileri’nin dâvasının
yerine, Haşan Sabbah kendi öğretisini koymayı başardı.
Sabbah, 1060 yılında Tahranın 150 km güneyindeki Kum
kentinde dünyaya gelmişti.”
“İnce bir zekâsı, mükemmel bir teoloji bilgisi, idealini
uzun yıllar boyunca bıkmadan izleyecek olağanüstü bir
irade gücü vardı. Tıpkı bir zamanlar kendisinin eğitildiği
gibi, sabırla, dinsel kuşkulan ortaya çıkarıp yeni bir seçe­
neğin muhtemel olduğuna ikna edilinceye kadar ısrarla,
daylamlı’ları etkisi altına almış ve inançlarını değiştirme­
ye razı etmişti.”
“Teolojik tartışmaları ustaca kullanarak, inatçı bir
mantıkla Şia öğretisini titizlikle irdelemeyi başarmış,
İsmaililerin fesatçı doğasına ve geleneksel gizliciliğe da­
yanan, çok güçlü bir ayrılıkçı topluluk yaratmıştı.”
“Marco Polo’nun 1273 yılındaki ziyareti ve bunu
daha sonra kitabında “Dağlar Şeyhi ve H aşişinler” olarak
anlatması, Haşan Sabbah’ı ve yüksek bir vadide bulunan
Alamut Kalesini Batıda bir efsane haline dönüştürdü.30
“Şeyhin mahiyetinde, gelecekte fedaileri olacak, 12
yaş civarında birçok genç vardı. Onlara içmeleri için haş-
28 Kaynak: Edward Burman, The Assasins-Holy Killers of İslam.
29 Kaynak: Arkan Daraul, Secret Societies.
30 Kaynak: Edward Burman, The Assasins-Holy Killers of İslam.

102
haş veriliyor ve üç gün süreyle uyuduktan sonra dörtlü,
onlu, ya da yirmili gruplar halinde, şahane bir bahçeye bı­
rakılıyorlardı. Bahçede kendilerine gelen gençler, cennete
geldiklerini sanıyorlardı. Etrafları müzik, şarkı ve rakslar­
la onları eğlendiren, gönüllerini hoş tutan genç kızlarla
çevriliyordu. Gençlerin her türlü arzuları anında yerine
getiriliyordu. Öyle ki, kendi rızalarıyla bu bahçeden ay­
rılmayı kesinlikle istemiyorlardı.”
“Şeyh, bir düşmanını öldürtmek isteyince, gençler­
den birini yanma çağırtıp “cennete geri dönebilmen için,
düşmanımı öldürmelisin,” diyordu. Böylece, katiller gidip
hevesle, gönüllü olarak görevi yerine getiriyorlardı.”

Marco Polo, Alamut Ziyareti (1273)

.Birçoktarihçininuzunyıllartartıştığı, ancakbugünkesin-
likle kanıtlandığı şekliyle “haşhaş içenler”ya da “haşhaş yu ­
tanlar”deyimleri, asla İslam kaynaklarında rastlanılmayan,
tümüyle yanlış bir adlandırmadır. Küçük düşürücü bir
anlamda, “kötü üne sahip kişiler” ve “düşmanlar” dey­
imlerinin yerine kullanılmıştır. Deyimin bu anlamıyla
kullanımı günümüze dek süregelmiştir. 1930’lu yıllarda
Mısır’da gündelik dilde “Haşişin” sözü sadece “gürültücü
ve huzur kaçıran” anlamında kullanılmıştır. Özdenetim
sahibi olduğu her bakımdan anlaşılan Haşan Sabbah’ın
uyuşturucu kullanmak gibi bir aşırılığa kapılacağı hiç akla
uygun değildir. Alamut kitaplığı ve gizli arşivlerinde dahi,
İran Haşhaşilerinin uyuşturucu kullandıklarını ima eden
tek bir satır bile mevcut değildir.”
“Güvenli ve sürekli bir üsse sahip olmayı başardıktan
sonra, Haşan Sabbah dai’lerini (İsmaiü misyonerleri) Alamut
kalesinden dört bir yana gönderdi. Aynı zamanda, toprakla-

103
ı ıııı genişletme politikası izlemeye başladı. Yeni kaleler inşa
eti irdi, propaganda ya da kuvvet kullanarak, başka kaleleri ele
geçirdi. Bu dönemde, alamut ve diğer kalelerde yaşam, son­
suz bir disiplin ve ciddiyet içinde geçmekteydi.”
“Haşan Sabbah’tan önce, İslam dünyasında politik ci­
nayetler yok değildi. Daha eski tarikatlar da, suikastı bir
siyaset yöntemi olarak kullanmışlardı. “Haşişi” ‘Assassin
(katil) sözü, batı dilleri kelime dağarcığına, Dante tara­
fından kullanıldığı zaman katıldı. İlahi Komedya, cehen­
nem, XIX. Kitapta Dante kendini, “kötü assassin’in güna­
hını çıkartan bir keşiş” olarak betimler.31
Eserin bu kısmında, günah çıkartan suçlu kafası aşa­
ğıda olarak canlı canlı toprağa gömülmektedir. Bu sebeple
mümkün olan en büyük suçu işlemiş olmalı; yani, özellikle
dehşet verici bir günahın sahibi olmalıdır. Kötülük olgusuyla,
“assassin-katil” sözü arasında Dante tarafından kurulan bağ,
kesinliği ve berraklığı güçlendirir ve işte bu aıılamıyladır ki,
“assassin” sözü tüm batı dillerine yayılmıştır.”32

3- İsmaili’lerin Kaderi:

“... 1256 yılında Alamut Kalesinin, Moğol komutan Hül-


agu tarafından yıkılmasıyla Nizari İsmailileri’nin birçoğu
Afganistan’a, Himalayalar’a ve özellikle Sinde kaçtılar.
Bazı gruplar, zaten daha XI. Yüzyıl kadar erken bir
dönemde Hindistan’da etkinlik gösteriyorlardı. Burada,
“Bohra” adıyla bilinen İsmaili tarikatı mevcuttu. Bu tari­
katın kurucusu, henüz 1067 yılında, Cambay’a göç eden
ve buradan Gujerat’a geçen, Abdullah adında bir Yemenli
idi. Bugün de, Bohra’lar hâlâ bu bölgede gizli varlıklarını
ve güçlerini sürdürüyorlar.”
31 Kaynak: “lo stava corne il frate ehe confessa Lo perfido assassin...”
32 Kaynak: Edward Burman, The Assasins Holy Killers of İslam.

304
Bir diğer büyük kol, bugün özellikle Pencap’ta etkin
olan “Hoca”lar tarikatıdır. Bu tarikata geleneklerine göre,
kurucuları kuzeybatı Hindistan’a XIII. Yüzyıl başlarında ge­
len “Satagut” (gerçek ışığın öğretmeni) adında bir dai’dir.”
Ağa Han önderliğindeki, çağdaş İsimdiler’in da­
yandığı temel “Hocalar” tarikatıdır ve doğrudan Nizari
İsmailileri’nin yani Haşişi’lerin soyundan gelmektedir.”
“Bugün Ağa Han, tam olarak Prens Kerim el-Hüseyni,
Ağa Han IV, İsmaililer’in 49’ncu İmamı olup, doğrudan
Hz. Mııhammed’in soyundan geldiği ileri sürülmektedir.
Tüm dünya üzerindeki tahmini 20 milyon İsmaili’nin li­
deri olup, sadece bağışlardan oluşan, ydhk gelirinin, 1985
yılı için 75 milyon Sterlin olduğu açıklanmıştır.”
“Devrimci bir dahi olarak kabul edüen Haşan Sabbah’ın
teolojik ve politik görüşleri, ülkesinin Araplar tarafından
fethedümesi ve buna bağlı olarak İslam dininin kabul edil-
mesinden sonra, İrana özgü ilk dinsel ve politik bir akımdır.
Bu geniş anlamda, Haşişilerin kurucusunun düşünce ve öğ­
retilerinin Ortadoğu’daki politik akımlar ve dinsel yaşantı
üzerinde uzun menzilli bir etkisinin bulunduğu söylenebilir.
Haşan Sabbah’ın mirası, bugün bir yandan Ağa Han
tarafından, diğer yandan Lübnan ve İran’d a bulunan dev­
rimci gruplar tarafından paylaşılmaktadır.”33

Haşişi’lerin Gizli Öğretileri:

1-Düşünce Okulları:

“Genel olarak İsmaililerin özel olarak da Nizari


İsmailileri’nin asıl meselesi, her dönemde resmi İslam
tarafından sapkın kabul edilerek baskı altında tutul­
33 Kaynak: Edw ard Burman, The Assasins-Holy Killers of İslam.

105
mak istenmeleridir (Mısır Fatımi halifelerinin yöneti­
minde İsmaili inancının resmi dinsel görüş olarak
kabul edildiği dönem dışında). Bu baskının sonucu
olarak, Haşişi inancının herkesçe anlaşılabilir bir
açıklaması yapılmamıştır. Haşişiler kendi öğretilerini gi­
zli tutmuşlar, düşmanları ise, sapkın oldukları gerekçesi­
yle, inceleme araştırma yapmadan onları neredeyse yok
saymışlardır.”-34
“Haşan Sabbah, sıradan kişilerin bilgi edinmesine
engel olmuş, her kitabın tehlikesini ve her yazarın da­
ğarcığını zaten bilenler dışında, bilginlerin eski kitapları
incelemelerine izin vermemiştir. Yandaşları ile birlikte,
teoloji alanında, “Allahımız Muhammedin Allahıdır” de­
mekten öteye geçememiştir.”35
“İslam bir mesih dini değildir ve bir kurtancı-mesih
kavramına yer vermez. Yine de, büyük ihtimalle Hıristiyan
etkisi altında, İslamda Peygamberin soyundan gelen bir kişi
ya da yeniden dünyaya gelen İsa kişiliğinde, “imanın eska-
tolojik onarımcısı” yani “Mehdi” (Tanrısal Rehber) kavramı
zamanla gelişmiştir. İsa'nın ortaya çıkmasıyla, “son yargı”
dönemi başlayacaktır. İyiler cennete giderken, kötüler cehen­
neme atılacaklar; cennette ödüller, cehennemde ise cezalar
olacaktır. Böylece öngörülen “Sondan önceki dönem de ol­
dukça karamsardır.”36
“Çeşitli duygu yüklü isimler altında, Hz. İsadan
Kuranda tam otuzbeş kez sözedilir; “Allahın Habercisi”
ve “Mesih” gibi... Ama, Kuranın hiçbir yerinde Hz. İsa,
ölümlü bir peygamberden, Hz. Muhammed’in yolunu
açan kişi ve tek yüce Allahın bir sözcüsü olduğundan
34 Kaynak: Edward Burman, The Assasins-Holy Killers of İslam.
35 Kaymak: Şehrestani.
36 Kaynak: Encylopaedia Brittannica.

106
daha farklı bir niteliğe sahip değildir. Tıpkı Basilides ve
Mani’nin söyledikleri gibi, Kuran Hz. İsa’nın çarmıhta öl­
mediğini yazar; “Onu öldürmediler, onu çarmıha germe­
diler, öyle yaptıklarını zannettiler. “Bu pek de açık olma­
yan sözler dışında başka bir yorum yoktur. Ancak İslam
yorumcularına göre, ölmek üzere olan Hz. İsa’nın yerine
geçen bir başkası vardır. Her zaman olmasa da, bu kişi­
nin Sirene’li Simon olduğu ileri sürülür. Bazı İslam ya­
zarları, Hz. İsa’nın bir duvar girintisine gizlenerek, tıpkı
Nag-Hammadi yazıtlarında da belirtildiği gibi, taklidinin
çarmıhta can verişini izlediğini yazarlar.”37
“Yeniden Doğuş” öğretisi ya da doğrusu “ruh
göçü" kavramı, İran’da geniş kabul görmüş ve İslam’daki
“Mehdi” inancına evrimlenmiştir. Bu öğretinin İsmaili
versiyonu iki ayrı düşünce okulu biçiminde ortaya çık­
mıştır. İlki, İsmail’in kendisinin doğrudan ölümsüz ve
dolayısıyla “Mehdi” olarak kabul eder. İkincisi, İsmail’in
oğlu Muhammed’in Mehdi olduğunu ve tüm dünyayı fet­
hetmeden önce ölmeyeceğini ileri sürer.
Dürziler “yeniden doğuşu kendi inançlarının temel
ve ayırdedici bir ilkesi olarak benimserler. Dürziliğin
kurucusu Hakim’in 12 İmamın ruhuna sahip olduğuna
inanırlar. Hakim’in tüm dinsel yetkisi de bu olgudan kay­
naklanmaktadır, Haşişiler’e oranla daha fazla bilgi sahibi
olduğumuz Dürziler’in öğretileri aslında hemen hemen
Haşişiler’in öğretisiyle eştir. “Tüm ruhlar hep bir anda ya­
ratılmışlardır, sayıları sınırlıdır. Her ruh bir dizi ruh göçü
ile gelişir ve mükemmelliğe doğru yükselir.”38

37 Kaynak: M. Baigent, R. Leigh&H. Lincoln, The Holy Blood and The


Holy Grail.
38 Kaynak: Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam.

107
2-Haka’ik-İçrek Gerçekler:

“İnsanlığın dinsel gelişiminin, her biri yedi yıl süren,


yedi ayrı peygamber döneminde gerçekleştiği tasav­
vur edilmektedir. Bu yedi peygamberden ilk altısı: Hz.
Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve
Hz. Muhammed’tir. Bu Tanrı habercilerinin her birisi,
sıradan insanların bile anlayıp yorumlayabileceği bir din­
sel yasa ortaya koymuşlardır. Buna “zahir”yani dış görü­
nüş denilebilir. Ancak, bu peygamberlerin verdiği her bir
mesajın bir de, içrek, gizli gerçekleri vardır. Bu içrek ger­
çekleri ancak az sayıda aydınlanmış kişi anlayıp yorum­
layabilir. Buna da “batm,”ya da “içrek gerçek”adı verilir.
“Haka’ik” (İçrek gerçeklerin bütünü) bu yedi
Peygamberi izleyen birer “vasi” (elçi) ya da “samit” (sus­
kun) tarafından açıklanabilir. Her bir vasiden sonra, ayrı­
ca yedi tane imam dünyaya gelir. Yedinci imam bu dizge­
deki yeni peygamberdir ve böylece çember tamamlanır.
Son döneme damgasını vuracak olan Mehdi, herkese
tüm içrek gerçeklerin açıklamasını yapacak ve böylece
Tanrısal bilgi dönemini başlatacaktır.”
“İsmaili teolojisi, işte bu denli “vahiyci” (revelatio-
nary) bir nitelik taşır. İnsan aklından aşkın olup, insanın
anlayamayacağı düşünülen haka’ik aslında gnostik öğ­
retiden türetilmiştir. Tümüyle Neo-Platoncu değerler­
den yola çıkarak, maddî ve manevî dünyanın ilkelerini
açıklamak iddiasındadır. Gnostikler, maddi dünyanın
ikincil bir tanrı tarafından yaratıldığını düşünürler. Bu
Eski Ahitteki Yahova’dır. Yahova, gerçek Tanrının dünya­
yı yanlış inançlardan temizlemek için İsa’nın bedeninde
oğlunu göndermesine kadar, belirli bir özgürlüğe sahip
olabilmiştir.

108
Muhammed’in gnostik bir görüş olan, çarmıhta ölen
kişinin sadece bir hayal, Romalılarla Yahudilerin yaralaya-
madıkları bir görüntüden ibaret olduğunun İslama uyarla­
masıyla, birçok gnostik öğenin İslama geçiş yolu açıldı.”
“İsmaili haka’iki’nin özü, “İlkNeden” olarak Tanrının
reddedilmesinde ve kendi içinde belirli bir akılcılığa yö-
nelmesindedir. Bu öğreti aynı zamanda İsmaili sapkınlığı­
nın temelidir. Onlara göre “İlk Neden” evrensel akılla bir­
leşen Tanrısal buyruk, yani Tanrı sözüdür (logos-kelam)
Bu yüzden, İsmaillier’in buyruk-düzen-yasa hakkındaki
düşünceleri, içrek öğretilerinin çekirdeğini oluşturur ve
Neoplatoncu felsefe ile İslamın sentezini gerçekleştirir.
Haşan Sabbah’ın gücü ve fedailerinin bağlılığı, Tanrının
aşkın doğası hakkındaki İsmaili öğretisinin kategorik ıs­
rarından kaynaklanır. Böylesi mutlak bir Tanrı ve mutlak
bir imam, mutlak bir inanç ve itaat gerektirir.”
1- İmam (Ali ve Nizar’ın soyundan). Tam
Aydınlanmışlar.
2- Dai’d -Duat (Baş Dai).
3- Dail-Kebir (Büyük Dai).
4- Dai.

Yarı Aydınlanmışlar.
5- Refik.
6- Lasik.
7- Fedai.
“Her ne kadar, aydınlanma derecelerinin ayrıntıları,
1322 yılında Dürziler hakkında kaleme alınmış tarihi bir
belgeden aktarılmışsa da, Haşişiler ile asıl fark, derece sa­
yısının Dürziler’de, belki de dokuz göksel cisimle uyum
sağlamak için, dokuza yükseltilmiş olmasındadır.”39
39 Kaynak: Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of İslam.

109
3-Dolcuz Derece:

Adaylar, hayat boyu kendilerini de öğretmenleri ka­


dar önemli kılacak olan, ebedi bilgelik ve gizli güç sa­
hibi olacaklarına inanarak örgüte katılırlar ve dokuz de­
receden oluşan bir aydınlanma sürecinden geçerlerdi.

İlk Derece:

İlk derecede, öğretmenler adayları, tüm önceden öğrenip


kabul ettikleri dinsel ve siyasal düşünce ve yargılardan
kuşku duyma durum una düşürürler. Daha önce kendile­
rine öğretilen her türlü bilginin önyargılı ve sarsılabilir
olduğuna, muhtemel her çeşit tartışma tekniği kullanılarak
inandırılır. Arap tarihçi Maknzi’nin aktardığına göre; bu­
nun sonucu, öğrencilerin her sorunun en doğru yoru­
munu yapabilen tek gerçek bilgi kaynağının öğretmenleri
olduğuna inanmaları ve öğretmenlerinin kişiliklerine
bağımlı durum a gelmeleridir. Öğretmenler aynı za­
manda, formel bilginin aslında, hazır duruma geldikler­
inde öğrenecekleri, gerçek, gizli ve güçlü sırrın sadece
bir örtüsü olduğu hakkında sürekli ipuçları verirler.
Bu akıl bulandırma tekniği, öğrencinin bir öğretmene
körü-körüne bağlılık andı içecek hale gelmesine kadar
sürdürülür.

İkinci Derece:

Öğrencilere bu derecede, korunması İmama teslim edilmiş


olan içrek bilgiler olmadıkça, bu içrek öğretinin basit birer
simgesi durumunda olan dinsel kurallar izlenerek Allahın
rızasına ulaşmanın imkânsız olduğu öğretilir.

110
Üçüncü Derece:

Bu derecede, gelmiş geçmiş imamların sayısı ve


kişilikleri, yedi sayısının maddi ve manevi dünyadaki
anlamı aktarılırdı. Artık kesinlikle “12 İmamcı” inanç ve
görüşlerden uzaklaştırılarak, son altı imamın saygı duyul­
maya gerek olmayan, manevi bilgilerden yoksun, sıradan
insanlar oldukları öğretilir.

Dördüncü Derece:

Öğrenciye, yedi “Natık”(bildiren-peygamber) dönemleri,


onları izleyen altı “Samit” (suskun imamlar) ve her yeni
natığm kendinden önce gelenlerin dini öğretisini nasıl
değiştirdiği öğretilir. Bu eğitim, Hz. Muhammed’in son
Peygamber ve Kuran m da Allah’ın son vahyi olmadığının
kabul ettirilmesini içerir ki, bunlar öğrenciyi İslam
dininden çıkarır. Bu derecede ayrıca, yedinci ve son
natık “Sahih-ulAmr” (varlıkların sahibi) İsmail’in oğlu
Muhammed’in “Eskilerin Bilimi’ni (Ulum-ul Evvelin) ta­
mamlayıp, içrek öğretinin bilimi olan “Tevil” (Allegorik
yorum) bilimini kurduğu aktarılır.
Beşinci Derece:

Bu derecede, geleneklerin tümü terkedilerek, “Sayılar Bili­


m i” ve “Tevil” uygulamaları öğretimine başlanır. Sürekli
konuşulan konu dindir. K uranın sözcük anlamına gider­
ek daha az önem verilirken, İslam dininin tüm kural ve
şartları ortadan kaldırılmak istenir. 12 sayısının anlamı
ve 12 “hucca” (kanıt) öğretilir. Bu “hucca’lar, imamların
propagandasına temel oluşturan ve onların kişisel
öğretilerini yönlendiren kanıtlardır. Aynı zamanda, “huc-

m
ca” sözcüğü, her imam tarafından, baş dai olarak atanan
kişilere de ad olarak verilmiştir. Sonradan, 12 “hucca” in­
san omurgasındaki oniki sırt omuru ile bağdaştırılır, yedi
kafa omuru (cervical) ise 7 peygamber ya da 7 imamı
simgeler.

Altıncı Derece:

İslam dininin şartları (Namaz, oruç, hac, zekât, kelime-


i şehadet) ve tüm diğer ritlerin allegorik anlamları bu
derecede öğrenciye aktarılır. Görünümde uygulanan bu
şart ve ritlerin temelde önemsiz olduğu ve bilgiye ulaşmış
kişilerin bunlardan vazgeçebileceği öğretilir.
Çünkü bu uygulamalar, kurnaz yasa koyucular tara­
fından, cahil ve kaba halkı yönetmek için konulmuştur.

Yedinci Derece:

Bu ve bundan sonraki derecelere, öğretinin yapısı ve amaç­


larını kavrayabilen önde gelen kişiler kabul edilir. “Ö n­
ceden var olan” (Pre-exisient) ve “Sonradan ortaya çıkan”
(Subseqent) kavramları ve bunların dualist yapısı bu de­
recede öğretilir ve böylece, kişinin Tek Tanrı öğretisine
olan inancının yıkılması amaçlanır.

Sekizinci Derece:

“Önceden var olan” “Sonradan ortaya çıkan” ikili öğretisi


geliştirilir, öğrenci tarafından derinlemesine kavranmasına
çabşıbr. Ayrıca, en önemlisi, bu iki kavramın da üzerinde, ne
adı, ne nitelikleri bilinebilen, hakkında hiçbir bilgi bulun­
mayan, tapınmak bile mümkün olmayan bir yüce “Varlık”

112
olduğu hakkındaki ilk bilgiler verilmeye başlanır. Bu isim­
siz “Varlık,” Zerdüşt inancındaki, “Zervan Akanana”yı
(Sonsuz Zaman) andırmaktadır. Ancak, öğretinin bu
noktasında, İsmaililer arasında farklı anlayışlar, çatışma
ve karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de, Nuveyri “bu fi­
kirleri kabul edenlerin yeri, dualistlerin ya da maddecile­
rin yanından başka bir yer olamaz,” diyerek tümünü aynı
sepete yerleştirmiştir. Bu derecede, öğrenciye peygamber
olmak için, mucizeler yaratmaktansa politik, sosyal, dini
ve felsefi bir sistem yaratıp uygulamak kabiliyetini göster­
mek gerekliliği öğretilir. Ayrıca, dünyanın sonu, yeniden
doğuş, cennet-cehennem gibi allegorik kavramların yanı
sıra çeşitli “kıyamet” doktrinleri de aktarılır.40

Dokuzuncu Derece:

Aydınlanmanın bu en son derecesinde, tüm dogma­


tik din kurumlarmdan sıyrılan kişi artık, en saf ve basit
anlamıyla, bir filozof olmuştur. Kendi arzusuna ve keyfine
uygun düşen, düşünce sistem veya karışımını istediği gibi
kabul etme özgürlüğüne kavuşmuştur.
“Yedinci derece Büyük Giz’in açıklamasını getirir,
tüm insanlar ve evrendeki tüm varlıklar aslında bir bü­
tündür. En basit şey bile bu bütünün bir parçasıdır ve bu
bütünün yaratma/yoketme gücü vardır. Bir îsmaili olarak
birey, kendinde uyanmaya hazır olan bu gücü kullanma
şansına sahiptir. Bu nedenle, gücün bir parçası olduğunu
kavrayan kişi, insanlığın bu muazzam potansiyelinden
habersiz olan diğer bilgisizleri yönetebilir. Bu güç,
“Zam anın Tanrısı” (Lord of Time) adı verilen esrarlı var­
lık sayesinde edinilmiştir.
40 Kaynak: Arkon Daraul, Secret Societies.

113
“Sekizinci dereceye hak kazanabilmek için, kişi tüm
dinlerin sahtekarlık olduğuna inanmalıdır. Önemli olan
yalnızca birey ve bireysel akıldır; o da ancak, en büyük
güç olan imama hizmet ederek mükemmelliğe erişebilir.”
“Dokuzuncu derece, inanç diye bir kavramın mevcut
olmadığı, aslında her şeyin “eylem’den ibaret olduğu sır­
rının açıklandığı son derecedir. Herhangi bir eylemi dü­
şünüp uygulamak da, tüm akıl ve mantığın yegane sahibi
olan imamın elindedir.41

4-Okült Gelenek:

Şeyh-ül Cebel Sinan’a duyulan büyük saygının hatırı sayılır


bir bölümü, herkesçe bilinen telepati ve durugörü gücünden
kaynaklanmaktadır. Ebu Firaz tarafından aktarılan öyküde,
bahçede bulunan bir kişinin düşüncelerini okuyarak,
aklından geçirdiği sorulara cevap verebildiği anlatılmıştır.
Haşan Sabbah da döneminin tanınmış bir simya ustasıdır.
Haşişiler’in günümüzde okült uygulamalar olarak bilinen,
karanlık konularla uğraştıkları su götü rmez. Zaten, o zam an­
lar, simya ve astroloji felsefe eğitiminin ayrılmaz bir parçası
olarak kabul edilirdi.”42
Avrupa’d a dinsel ya da dindışı, tüm gizli örgütlerin
oluşmasına yol açan temel kavramlar Haçlılar tarafın­
dan İsmaililerden alınmıştır. Tapmak ve Hospitalye
Şövalyeleri, I. Loyola tarafından kurulan Cizvit gibi
örgütler, sert Dominikenler, ılımlı Fransisken’ler ve tüm
kardeşlik örgütleri, ya Kahire’ye ya da Alamut’a ulaşa­
cak biçimde geriye bağlanabilirler. Özellikle Tapınak
41 Kaynak: Edward Granville, St. Bards Hospital Journal (Mart 1897).
Kaynak: Arkon Daraul, Secret Societies.

42 Kaynak: Edward Burman, The Assasins-Holy Killers of islam.

114
Şövalyeleri, büyük Üstadları, dinsel adanmışlıkları ve
hiyerarşik yapıları ile Doğudaki İsmaililer’le en güçlü
benzeşmeyi gösterirler.
1004 yılında İskenderiye’de Halife Hakim tarafından
Dar-ül Hikmet kuruldu. Bu tarihte bilinen ilk “Büyük
Loca” idi.43 Burada, 872 yılında Batıni mezhebini kuran
Abdullah Ibni M aymunun fikirleri öğretiliyordu.
HollandalI tarihçi Reinhardt R Dozye göre, îbni
Maymunun takipçileri arasında yalnız Şii’ler değil,
Maniheistler, Harran’lı paganlar ve Yunan felsefesi öğren­
cileri de vardı.
Abdullar îbni Maymun mezhebi, mutlak bir itaat ve
sessizliği emreden, derecek bir organizasyondu. Daha baş­
langıçta, örgütteki bütün devlet ve din düşmanlarının faali­
yetlerine hoşgörü ile bakılmaktaydı.
Batıni mezhebi, daha sonra Haşişi mezhebine dönüşerek
tümüyle yozlaşmıştı. Alman tarihçi Hammere göre, Hasan
Sabbah, Sultan Melik Şahın büyük veziri Nizam-ül Mülkken
kaçarak, Kahire’deki Büyük Locaya (Oradaki İsmaililer’in ya­
nma) sığınmıştı. Orada çevirdiği entrikalar yüzünden Halife
Mustansir ile çatışan Hasan Sabbah, Halep’e kaçarak orada
kendi mezhebini (Haşişileri) kurmuştu.
Hammere göre, Haşişiler ve Tapınakçılar ortak
çalışıyorlardı. Tapınakçılar da Haşişiler gibi beşli inisiyas-
yon derecesine sahipti. Beş sayısının okült örgütler için
önemi büyüktür. Daha sonra Gül-Haç’lar da beş yapraklı
gülü sembol olarak kullanacaklardır.
Tapınakçı-Haşişi işbirliğinin sonucu, Tapınakçılar

43 Fatımi sülalesinin saltanatı sırasında, eski Mısırlıların Herm etik kav­


ramları, ‘Heliopolis Akademisi’ aracılığıyla Bilimler Evi’nin (Dar-ül
Hikmet) kurulduğu Kahire’d e yeniden keşfedilmişti.
Dar-ül Hikmet Locası siyasi gizli bir örgüttü ve hedefi “Dünya İhtilali”
idi, yani İslam dünyasında ateist-komünist ihtilaller çıkarmaktı.

115
1 H ‘/(ln Şilinin alınmasını engellediler. 1166’d a Kudüs
Kınlı Aıntmry, Türkler’e bir kaleyi teslim eden oniki
Tnpiımk şövalyesini idam ettirdi.
I la.şişi gizli örgütü ve Kahire Büyük Locası batıdaki
benzeri bütün gizli örgütlerin “anası”olmuştur.
Tapınakçılardan Wilhelm Von Montbard aynı
Haşişilerde olduğu gibi, Lübnan’d a bir mağarada
“Dağdaki Yaşlı” derecesine inisiye edilmişti.
“Secret Sects of Syria” adlı eserinde Springet,
“Tapınakçıların yasası Haşişilerin tamamen bir kopyasıy­
dı,” demektedir.
Moğollar, Haşişilerin başkenti Alam ut’u fethettikleri
zaman hem Halifeyi, hem de Papayı ortadan kaldırmayı
amaçlayan gizli plânlan ele geçirmişlerdi.

116
SEKİZİNCİ BÖLÜM

SÜLEYMAN TAPINAĞININ VE HZ.


İSA’NIN FAKİR ASKERLERİ
TARİKATI (TAPINAKÇILAR ) 44

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs’teki Süleyman Tapınağında


Avrupa’d an gelen dokuz kişi tarafından kurulmuştu.
1- Hugues de Payen. Champagne’nin vasal Lordu.
2- Geoffrey de St. Ömer.
3- Andre de Montbard. Champagne vasal Lordu.
4- Payen de Montdidier. Flanders yöneticileri ile
akraba.
5- Achambaud de St. Amand. Flanders yöneticileri
ile akraba.
6- Gondomare. Hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
7- Rosal. Hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
8- Godefroy. Hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
9- Geoffroy Bisol. Hakkında hiçbir şey bilinmiyor.
Her ikisi de Mason olduklarını açıkça ifade eden
Christopher Knight ve Robert Lomas “The Second
Messiah” (İkinci Mesih) adlı kitapta Tapınakçı örgütü­
nü kuran soylu Avrupa ailelerinin kökenlerinin Davud
(David) ve (Aaron) Harun’un Yahudi kan bağına dayan­
dığını iddia etmektedirler.
Yazarların iddiasına göre, Hz. İsa’nın doğumundan

44 Kaynak: (Regula Pauperum Commilitonura Christi Templique Salo-


moniaci).

117
önce Kudüs Tapmağı rahiplerinin iki okulu vardı; biri­
si erkek çocuklar, diğeri kızlar için. Tapınağın rahipleri
Mihael, Mazaldek, Cebrail (Cebrail) gibi melek isimleri
taşıyorlardı. Bu rahipler, Yahudi Levi ve David soyunun
saflığını korumakla mükelleftiler. Rahip okulundan olan
ve “bakire” diye adlandırılan Meryem’in bir oğlu vardı.
Meryem, “Melek Cebrail” diye adlandırılan bir rahip ta­
rafından ziyaret edildi. Meryem daha sonra kendinden
yaşça büyük olan Joseph (Yusuf) ile evlendi. Meryem’in
Joseph’d en dört oğlu ve üç kızı oldu. Hz. İsa çarmıha geril­
dikten sonra Kudüs Kilisesinin ana direği Hz. İsa’nın kar­
deşi James oldu, James’in yardımcıları İsa’nın Havarileri
olan Peter ve John idi. Hz. İsa’nın ölümü, halk tarafın­
dan fazla tanınmadığı için, büyük bir tepki yaratmadı.
Fakat Hz. İsa’nın kardeşi James de öldürülünce şehirdeki
Yahudi halk galeyana geldi ve Romalılara karşı büyük bir
ayaklanma başlattı.
James öldürülüp, Tapınağın son defa yokedilmesin-
den sonra, Nazaren rahiplerinden bazıları (Bu konuda
bakınız “Nazaren Kardeşliği”) önce Yunanistan’a, bura­
dan da Avrupa’ya kaçtılar. Kaçanlar yanlarına ‘kurtarı­
cıları’ James’in kemiklerini de almışlardı. Kaçanlar, M.S.
600 yılında Yunanistan’d an döndükleri zaman, James’in
kemiklerini Tapınağın harabelerinin altına sakladılar.
Tapınağın harabelerinin altında birçok oda vardı ve bu
odaların duvarlarına Tapmak rahiplerinin, Davud ve
Harun zamanına kadar geriye giden soy ağaçları işlen­
mişti.
Kaçıp kurtulanlardan bir grup, kendilerini “Rex
Deus” (Tanrının Kralları) diye adlandırıyordu. Bunlar,
Yahudi katliamından göç ettikleri ülkenin dini pratikleri­

118
ni benimsemiş görünerek kurtulmuşlardı!.. Onlar, bir gün
dünyada “Tanrının Krallığını” kuracaklarına inandıkları
Davud ve Harun adlı iki Yahudi Mesih’in kan bağından
geldiklerine inanıyorlardı.
Buradan şu ortaya çıkıyor; Harun ve Davud’un
Yahudi soyundan gelen bir grup Avrupalı soylu aile,
Kudüsteki Tapınağın sırlarını ve bu Tapınağa ait kutsal
eşyaları babadan oğula miras bırakmışlardır.
Bu aileler içinde en önemlileri; Champagne Kontları,
Gisor Lordları, Payen Lordları, Fontaine Kontları, Anjou
de Couillon Kontları, Roslin’li St. Clair’ler, Brienne,
Joinville, Chaumont, St. Clair de Gisor, St. Clair de Neg
ve Habsburg’lar idi.
İlk bakışta Knight ve Lomas’ın bulguları, Michael
Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln’un “The Holy
Blood and Holy Grail” (Kutsal Kan ve Kutsal Kase) ki­
tabındaki “Prieure de Sion” (Siyon Manastırı) örgütü ile
ilgili iddialarına benzer görülmektedir.
Baigent ve arkadaşları Hz. İsa’nın çarmıha gerilerek
ölmediğini ve Fransa’ya gittiğine inanıyorlardı. Onlara
göre, Hz. İsa Fransa’da bir aile kurmuş ve bu ailenin kan
bağı Merovenj Kralları ve Lonaine Dükleri vasıtasıyla ko­
runmuştu. Yazarlar “Prieure de Sion” (Siyon Manastırı)
örgütünün İsa’nın soyundan gelen Godfrey de Bouillon
tarafından kurulduğunu ve bu kan bağının günümüze
kadar devam ettiğini iddia etmekteydiler.
Rex Deus hipotezi ise, bilinen kan bağı ile değil, İsa
ile yalan bağlantılıdır. Knight ve Lomas’a göre, Godfrey de
Bouillon, “Tapmakçılar” kurulmadan önce ölmüş veya öldü­
rülmüştü. Knight ve Lomas’a göre, FIz. İsa çarmıha gerilerek
öldürülmüştü. Onun ölümünden sonra kardeşi James’in yap­
tığı konuşma bunu tasdik etmekteydi.
119
İlk Haçlı seferlerinde ‘Rex Deus’ grubunun bulunma­
sı çok doğaldı, çünkü onlar Kutsal Tapınakta bulunacak
hâzinenin yasal mirasçısıydılar. ‘Rex Deus’ aileleri yalnız
I. Haçlı seferinde değil, diğer bütün Haçlı seferlerinde de
hep ön saflarda yer almışlardı.
1095 yılma gelindiğinde, ‘Rex Deus’ grubunun üyeleri­
nin hemen hemen tamamı Hıristiyanlaşmışlardı. Buna rağ­
men içlerinden en az bir erkek üye Yahudi kökenlerine ait
geleneksel tarihi bilmekteydi.
Hiç şüphesiz ilk Kilisenin mirasçıları olarak kendi­
lerini “Süper-Hıristiyanlar” olarak görüyorlardı. Onlar
sessiz bir elit grup, “Tanrı’nın Kralları” idiler.
Bu grup Kudüs’ü Selçuklu Türklerinden almak için
Incil’deki Gog ve Magog (Yecüc-Mecüc) hikâyesinden
faydalanarak, böyle bir haçlı seferi için Papa Urban II’yi
ikna ettiler. Onlar Papaya Yuhanna’mn kehanetlerinin ger­
çekleşeceğini, kutsal şehir Kudüs’ün dinsiz saldırganlardan
kurtarılmakla Hıristiyanlığın yüceleceğini anlattılar.
1104 yılında Hugues de Payen beraberinde Hugh de
Champagne olduğu halde Kudüs’e geldi. Tapınağın oldu­
ğu bölgede bir keşif ve araştırma yaparak, harekete geç­
mek için bir plân hazırladılar.
1113 yılında bir grup Hıristiyan şövalye “Kudüslü St.
John Hastahanesinin Malta ve Rodoslu Egemen Askeri
Tarikatı’riı veya kısaca “Knights Hospitaller’i (Hospitaller
Şövalyeleri) kurdular. Bunlar kendilerini, I. Haçlı Seferi sı­
rasında Kudüs’de kurulmuş olan hastahanenin koruyucu­
ları olarak ilan ettiler. Bu biraderler hem hastahaneyi hem
de Kudüs’ü koruyacaklarına dair şeref yemini ettiler.
Bu tarikatın kuruluşu, Rex Deus grubunun aklına
yeni bir fikir soktu ve Hugh de Champagne ve Hugues

120
de Payen, 1114’de yeniden Kudüs’ü ziyaret ederek Kudüs
Kralı Baldwin’e yeni bir plân sundular. Ona bir grup şö­
valyenin Kudüs’teki tapmağın olduğu yerde kazı yapmak
istediğini söylediler. Maalesef kral ikna olmadı ve her iki
lord da hayal kırıklığı içinde yurtlarına döndüler.
Baldwin’in ümitsiz bir vaka olduğunu gören
Tapınakçılar, bütün dikkatlerini onun yeğenine çevirdi­
ler. Çünkü kralın varisi o olacaktı. Potansiyel kral -onun
da adı Baldwin’d i- dört yıldan beri müslümanlann esiri
idi ve ne yapılması gerektiği konusunda radikal düşün­
celeri vardı.
1118’de I. Baldwin 60 yaşında öldü. Kuzeni derhal
Kudüs Kralı II. Baldwin olarak taç giydi.
Birkaç hafta içinde, dokuz şövalye eskiden Herod
tapınağı’mn olduğu yerde, ki o zamanlar Al-Aksa
Camii’nin bir parçasıydı, kamp yaptılar. Dünyaya
Hıristiyan hacılarını Müslüman saldırılarından koruna­
cağı hikâyesi anlatılıyordu ama onların gerçek misyonu
“Kudüs Kilisesinin hâzinelerinin ve yazma rulolarının
yerlerini tespit edip, çıkarmaktı.
Oldukça zor bir görev onları bekliyordu. El aletleri
ile sert kayanın içinde yeni bir tünel açmak büyük çaba
gerektiriyordu. Açtıkları tüneli, camimin altındaki derin­
liklerde bulunan Tapınağın alanına giden orijinal geçitle
birleştirmek aylarını aldı. Labirentin içine girdiklerinde
işlemler hızlanmaya başlamıştı.
İlk önce, muhtelif altın ve gümüş kapların yanında
küçük bir torba içinde eski paralar, daha sonra, iki tahta
kutunun içinde yazma rulolar buldular.
Değerli metaller çok büyük bir heyecan yarattı ama,
rulolar onların çoğu için anlaşılmaz olan Aramca ve
Yunanca metinlerden oluşmuştu.
121
İlkel arkeoloji timi, bulduklarının ne kadar değerli şeyler
olduğunu hissetmişti. İkinci komutan Geoffrey de St. Ömer,
ruloları tercüme ettirmek amacıyla Fransa’ya yolladı.
Bu buluntuların sonucunda, Anjou Kontu Fulk der­
hal Kudüs’e giderek (1121 ’de) ilerlemeleri gözleriyle gör­
mek istedi. Çalışma alanını görmeden önce, yemin ettiri­
lerek diğerleri gibi bir “birader” oldu. Daha sonra Kudüs
Kralı olacak olan Fulk, onlara yıllık 30 Angevin Lirası
tahsis ederek, anjou’ya geri döndü.
‘Rex Deus’ grubunun amacı, sırlarım gizli tutmaktı. Bu
sebeple Kudüs’e birçok önemli kişiyi davet ederek çalışmala­
rını örtbas edebilecek hikâyelerin oluşmasını sağladılar.
1124’de Champagne’ll Hugh bir defa daha Kudüs’e gel­
di. Yolculuğu esnasmda yemin ederek bir “Tapınakçı” oldu.
Böylece Tapınakçı üyeleri 11 kişiye ulaştı. Bu grup “Rex Deus”
üyelerinden oluşan bir konseye itaat etmeye yemin ettiler.
Tim, bütün hâzineyi ve ruloları ele geçirdiklerinden
emin oldukları 1127 yılı Noeli’ne kadar kazılara devam
etti. Payen, değerli ruloları îskoçya’daki karısının evine
götürerek orada sakladı. Bu rulolarda Hz. İsa’nın ve kar­
deşi James’in yaşamlarıyla ilgili Yahudi savaşçıların ak­
tardığı hikâyeler vardı. Bu hikâyeler arasında “ölümden
sonra yeniden diriliş” ile ilgili seremoniler de vardı.
Bu belgeler yeni Tapınakçı üyelerinden bile gizli tu­
tuluyordu ve özellikle St. Clair ailesi bu sırrı muhafaza
etmekle görevlendirilmişti.
Knight ve Lomas “The Book Of Hiram” adlı yeni
çıkan kitaplarında, Tapınakçı şövalyelerinin soylarının
Süleyman Tapınağı’m inşa eden Yahudi rahiplere da­
yandığını tekrarlayarak, îskoçya Masonluğunun büyük
Üstadı olan Rosslyn’li William St. Clair ailesinin bu ma-
sonik geleneği devam ettirdiğinden bahsetmektedirler.

122
Rosslynli William St. Clair bir taraftan kuzeyli, diğer ta­
raftan da Yahudi kanı taşıyordu. St. Clair ailesinin erkek ta­
rafı EarLof More, Norveçli Rognvald ailesinden geliyordu
ama Fransa Kralı Charles’ın kızı Gizelle yoluyla da aileye
‘Yahudi Tapınak rahiplerinin’ kanı karışmıştı.
Hugues de Payen in Avrupa’daki turları bitince, 300
şövalye ile birlikte Tapınakçıların ilk “Büyük Üstadı “ola­
rak Kudüs’e geri döndü. Ona epey mali yardım yapılmış
ve büyük emlaklar hediye edilmişti. Bütün bunlar, onla­
rın çok değerli hâzinelere aniden sahip olduklarını örtbas
etmek için kullanılıyordu.
1894 yılında, yani Tapınakçıların Kudüs Tapınağı
harabelerinde yaptıkları kazıdan yaklaşık 800 yıl sonra,
bu defa İngiliz Ordusu Kraliyet Mühendislik Birliğinden
Teğmen Charles Wilson komutasında bir grup asker, ha­
rabelerde yeniden araştırma yaptılar. Kudüs Kilisesinin
efsanevi hâzinesi ile ilgili bir şey bulamamalarına rağ­
men, Tapınakçılar tarafından kazılan bu tünellerde bir
“Tapmakçı kılıcı” ve bir “Tapınakçı haçı” buldular. Bütün
bu buluntular, İskoçya’d aki Tapınakçı arşivcisi Robert
Brydon tarafından muhafaza edilmektedir. Brydon’un
büyükbabası, 1894’deki kazıya katılan bir İngiliz
Yüzbaşının arkadaşı idi.
R. Brydon’un büyükbabasına yazılan 1912 tarihli bir
mektupta, “Tapmak Dağı”nın altında gizli bir oda bulun­
duğu ve bu odanın gizli bir geçitle Ömer Camiine bağlan­
dığı yazılmıştı. Camiin içinde kazı yapmak isteyen İngiliz
subay, imamın ve cemaatın galeyana gelmesi üzerine ca­
nını zor kurtarmıştı.
Lomas ve Knight, Tapınakçıların bulduğu yazı rulo­
larının İskoçya’d aki Rosslyn Kilisesinin altında gömülü
olduğuna inanmaktadırlar.

123
İskoçya’d aki Rosslyn Kilisesi, 1440 ve 1490 yılları ara­
sında yapılmıştır ve modern Masonluğa ait olduğu rahat­
lıkla anlaşılabilen Kelt ve Tapınakçı motifleri ile kaplıdır.
(Rosslyn Kilisesinin dış cephesindeki bir oymada mason­
luğun birinci derecesine inisiye olan gözleri bağlı bir aday
görülmektedir. Bu oymaların yapıldığı tarih tak. 1450,
yani resmi Masonluğun -yani İngiltere Birleşik Büyük
Locası’n m - kuruluşundan 270 yıl öncesidir.)
Kilisenin batı duvarı ve bütün döşemeleri “Süleyman
Tapmağı” modeline göre yapılmıştır. En ilginci de
Süleyman Tapmağındaki “Boaz” ve “Jachin”sütunlarının
benzeri iki sütunun, yerlerinin ve yönlerinin Kudüs’teki
aslına uygun olarak yapılmış olmasıydı. Yer seviyesinin
üstündeki yapı ve batı du varının ilerisi, Yahudi Peygamber
Ezekiel’in “Göksel Kudüs” kehanetinin yorumlarını ihtiva
ediyordu. Özetle İskoçya’daki Rosslyn Kilisesi ‘Tapınağın’
bir kopyası olarak yapdmıştı.
Yeniden Ortaçağlara dönüyor ve Tapınağın yıkılma­
sından 1000 yıl geçtikten sonra, artık Rex Deus aileleri­
nin hâzineleri ile hem Kudüs’ü, hem de Tapmağı kontrol­
leri altında tuttuklarını görüyoruz. Rex Deus grubunda
iki branş vardı; bir kolun soyu Kral David’e, diğerinin
soyu ise Yahudi rahiplere dayanıyordu. Böylece bir kol,
Süleyman Tapınağındaki Boaz-Mişpat sütununu, diğeri
ise, Jachin-Zedek sütununu temsil ediyordu.
(Bilmeyenler için burada kısaca belirtm ekte fayda
görüyorum; “JACHİN”45 ve “BOAZ” Mason m abedi­
nin en kutsal iki sembolüdür.^
45 Yahudilik Ansiklopedisi 1. Cildinde (Yusuf Besalel, Gözlem Gazeteci­
lik Basın ve Yayın A. Ş) Süleyman Tapmağından bahsedilirken, “Tapı­
nağa giriş bir balkondandı ve bunun her İlci tarafında havaleli bir bronz
sütun vardı. Bu sütunlardan birisinin adı “YAHİN” diğerinin adı ise
“BOAZ’dı denilmektedir.

124
Tapınakçıların aslında daha büyük bir plânı olduğu
inkâr edilemez bir gerçektir. Onlar yalnız değerli hâzi­
nelere kavuşmak için kazı yapan basit birer hazine avcı­
ları değildiler. Onlar tarihi bir sitede bulunan bir hazine
için gerekenden çok fazla zaman ve enerji harcamışlardı.
Burada büyük bir komplonun varlığından söz edebili­
riz. Çok büyük miktarda para veya gücün elde edilebil­
diği yerde, insanlar inançları için olağanüstü şeyler ya­
pabilirler.
Tapınağın altında buldukları belgelerden sonra,
Tapınakçılann yaşamlarında oldukça büyük değişiklikler
oldu. Birkaç yıl sonra, tarikat hakkında acaip söylentiler
yayılmaya başladı.
Tapınakçılar’ın elinde bulunan Nasuralar’a46 ait bel­
geler, Hz. İsa ve İsa Kilisesi konusunda onların inandıkla­
rından çok farklı şeyler söylüyordu. Bu belgelerde, İsa’nın
kral gibi bir lider olduğu fakat Tanrı olmadığı, ölümden
sonra yeniden diriliş’in Paul tarafından yanlış anlaşıldığı
yazılıydı.
Ayrıca burada İsa ve taraftarları tarafından uygu­
lanan eski bir ritüel’d en bahsediliyordu ki, bu ritüelde
‘inisiye adayının’ hayatta iken “ölümden sonra yeniden
diriliş”! yaşaması öngörülüyordu. Bu amaçla beyaz bir
kefenle tabuta giren aday, simgesel bir ölümün ardından
kutsal bir ritüel ile “yeniden doğuyor” ve bu “yeniden
doğan” şahıs, Tapınakçıların yeni “biraderi” ve Kudüs’ü
savunan Yahudi askerler gibi, “Tapmakçı askeri” olmaya
hak kazanıyordu.
Tapınakçıların ayinlerinde “kuru kafalar” kullandıkla­
46 Nasura lar, Hz. İsa öncesi dönemde Yahudilik içersinden türemiş olan
ve Kudüs merkezli Ortodoks Yahudilerle anlaşmazlığa düşen, ayrılıkçı
(Heterodoks) bir gruptur.

125
rı ve ‘Baphomet’47 adlı bir varlığa taptıkları iddia edilmiştir.
Kııight ve Lomas’ın açıklamalarına bakılırsa, Tapmakçıların
insan kafaları kullanmaları şaşırtıcı değildi, çünkü masonik
“yeniden diriliş” seremonisinde kullanılan “kuru kafa ve ke­
miklerin” kökeni Tapmakçılara kadar uzanmaktadır.
Tapınakçılar, bugün Masonluğun 3’ncü derecesinde
halen uygulanan ritüelleri kullanıyorlardı. Yani adaylara
beyaz kefen ve kafatası veriliyordu.
H. Schonfıeld “The Essene Odyssey” adlı kitabında
“Baphomef’in ne olduğunu açıklamıştır. Yazara göre,
Tapınakçılar in ci Yüzyılda kullanılan ve “Atbaş Şifresi”
denilen bir Yahudi kod sistemini kullanıyorlardı. Bu
kod, Lut Gölü Yazmalarında da görülmüş olup, ha­
len modern Masonluk tarafından kullanılmaktadır. Bu
kod Tapmakçıların ‘Baphomefine uygulandığında, Yu­
nanlıların “Hikmet” için kullandıkları “Sophia”48kelime­
si ortaya çıkmaktadır.

47 Ba-pho-me-t olarak dörde bölerek kelimeyi analiz ettiğimiz zaman,


Oph’un Ophis=Yılanın kısaltılmış hali olduğunu görüyoruz. Adlarını
Grek ophis=yılan’d an alan Ophit’ler, yılanı dinin merkezi olarak kabul
eden bir gnostik tarikatın üyeleri idiler.
Baphomet” in bir diğer açılımı da Basileus-Ophis-Mequist-T’dir. Bunu
“La tres grande puissance du Serpent”=’Yılamn büyük gücü’ (Bu ko­
nuda “Kundalini” açıklamasına bakınız) şeklinde tercüme edebiliriz.
Bundan Tapmakçıların bir Gnostik-yılan kültü olduğu sonucu çıka­
rılabilir. Ophit tarikatlarının Anadolu, Suriye, Mezopotamya ve İran
etkilerinin egemen bulundukları, bir ilkel gnostizmin ilk şeklini temsil
ettikleri ortaya çıkmaktadır.
M. Michelete göre Baphomet, korkunç yüzlü bir cin olan Asmodeus’u
temsil etmekteydi. Asmodeus, Süleyman mabedinin yapımmda,
Süleyman’a yardım eden cin’dir!..
48 Sophia (ya da Pistis Sophia) = Dişil bir düşmüş varlık olan Sophia,
(Hikmet) yüce Işık tanrısından zuhurun ve böylelikle ilahi alandan
düşüş sürecinin ilk basamağını oluşturur. Varlık haline gelişi sonrası
o, Işık Tanrısı yerine karanhk alemine merak ve ilgi duyar ve onun
bu yanlış davranışı Demiurg’un oluşumuna ve daha sonraki kötü ha­
diselerin meydana gelişine neden olur. Dişi bilgelik anlamına gelen
“Sophia,” Mısır tanrıçası Isis’i simgelemekteydi. Yani Tapmakçıların
Baphomete tapmaları aslında “Bilgelik" ilkesine taptıkları anlamına
geliyordu

126
Kendisi de “Güneş Kardeşliği” (Kökeni İnkalar a daya­
nan And Dağlarındaki ezoterik bir okul) inisiyesi ve kardeş­
lik Örgütünün Kuzey Amerika direktörü olan Mark Amanı
Pink-ham,”Tlıe Return of the Serpents of Wisdom” (Bilge
Yılanların Dönüşü) adlı kitabında “Tapınakçılar ve Ejderleri
Baphomef’ konusunda şu bilgileri vermektedir;
“Filistinde öğrendikleri ritler ve gizemlerle Avrupa’ya
dönen Tapınakçılar, kendi topraklarında “Bilge
Yılanlar’ın” yeni bir şubesini kurdular. Uzun vadeli
plânları, bütün ‘yılan branşlarını’ birleştirmek ve “TEK
DÜNYA KUTSAL İMPARATORLUĞU ”nu kurmaktı.
Gnostik Elıristiyanlığın bir sığınağı olan Güney
Fransa, Tapınakçılar’In ana karargâhı idi.
Tapınakçılar burada tam bir özgürlük içinde hareket
ediyor ve kutsal geometri prensiplerine uygun olarak kili­
seler ve tapmaklar inşa ediyorlardı.
Tapınakçıların kiliseleri genel olarak daire şeklinde
dizayn edilmiş olup, içteki mihrap ise küp şeklindeydi.
Tapınakçılar bu şekilde erkek (daire) ve dişi (küp) pren­
sibin birleşmesini alşimik olarak sembolize ediyorlar­
dı. Ayrıca yaptıkları kiliselerin camlarına “Kara Ejder”
(Baphomet=Bilgeliğin Babası) imajlarını resmediyorlar­
dı.
Dhul Nun, “Kara Ejder” Baphomet imajını Mısır’dan
getirmişti. Eski Mısır’da siyah renkli “Felsefe Taşı” üreti­
liyordu. Siyah renk Mısır’d a dönüşüm ve bilgeliğin sem­
bolü idi.
Baphomet’in kökenleri Atlantis’e kadar geri gitmek­
tedir!..
19’ncu Yüzyılda yaşamış, Tapınakçı bir aileden ge­
len, üstad Mason Eliphas Levi, Baphomet’in “Mendes

127
Keçisi” ile aynı anlama geldiğini belirtir. Bu şeytani görü­
nümlü keçi başlı yaratık, eski Mısıra anavatandan (Yani
Atlantis’ten) getirilmişti.
Levi’nin iddiasına göre, Baphomet; kutsal ruh, ya­
şama gücü ve dönüştürücü “Kundalini”49 enerjisiydi.
Tapınakçı ritüellerinde büyük üstad, yeni bir adayı ağ­
zından öperek bu enerjiyi ona aktarıyordu. (“Tapınakçı
Öpücüğü”gizli ritüeli denen şey buydu.)
Alşimi, Seksüel Tantra ve Yoga’da “Kundalini “uyan­
dırma pratikleri” yapılmaktadır.
Günümüzde pek çok kişi, fal bakmak için bilinçsizce
kullandığı “Tarot” (Aslında Tarot tersten okunduğunda
“TORA”50çıkmaktadır) kartlarının, Yahudi ve Tapınakçı
inançlarını sembolize ettiğinin farkında bile değildir!..
Tarotun sıfır numaralı kartı “Budala” ile başlayıp,
dokuz numaralı kartı “Münzevi” ile biten onluk deste, .
bir kapalı halka (devre) oluşturmaktadır. Bu halkadaki
kartlar Güneş ve erkek enerji ile ilişkili dış dünyayı temsil
etmektedir.
Onbir numaralı kart (Güç)’tan yirmibir numaralı kar­
ta (Şans tekerleği) kadar olanlar, diğer bir onlu desteyi ve
halkayı oluşturmaktadır. Bu kartlar gizemin iç dünyasını
ve onunla ilişkili dişi enerjiyi (Ay) temsil etmektedir.
49 Kundalini öğretisi, Doğulu öğretiler içinde en gizemci, en ezoterik
öğretilerin başında gelmektedir. Kaynağını Tantra Yogadan alan bu
öğretide amaç herkeste varolan ve çok az insanda açığa çLkmış olan
kozmik enerjiyi, varoluş gücünü uyandırıp ete kemiğe büründürmek,
bedenleşmesini sağlamaktır.
Bu öğreti yalnız Doğu öğretilerinde değil, birçok dünya kültüründe
de varolan bir öğretidir. Tantracı’lann ‘Kundalini’ dediği bu tanrısal
yaşam enerjisi, Sümerlilerin, Cinlilerin. Eski İrlandalılar’in, Aztek ve
Yunanlıların da içinde bulunduğu pek çok dünya kültüründe “YILAN
GÜCÜ” olarak temsil edilmiştir.
Kundalini Yoga’d a amaç simgesel olan yılanı, Kundalini enerjisini
uyandırıp yaşam ağacı olan gövdeden yukarı doğru çıkarmaktır.
50 Torah: Tevrat, Eski Ahidin ilk beş kitabı.

128
Tarot kartları içinde en ilginç olan “Asılı adam”daki
adamın (çapraz duran) bacaklarının duruşu bile
Tapmakçılarını mezar kabartmalarından alınmıştır. “X”
şeklinde duran bacaklar “T aunun51 bir şekli idi ve ölümü
sembolize eden İbrani alfabesinin son harfiydi.
En ilginci de “Hierophant” (Eski Yunanistanda ka­
hin) veya “Papa” diye bilinen beş numaralı kartın, onbeş
numaralı (Şeytan) kartı ile ilişkili olmasıdır. Bu bilgilerin
ışığında Papalığın Tarot kartlarını yasaklatmasına şaşma­
mak gerekir.
Tarot konusunda araştırmalar yapan Barbara
Walker’a göre, “Hierophant” kartı (İki sütun arasında
bir tahta oturmuş bir rahibi göstermektedir.) “Tapınakçı
Büyük Üstadını” sembolize etmekteydi. Günümüzde
de Masonluğun büyük üstadları böyle -tahta ben­
zer- bir koltukta oturmaktadırlar. Sütunlar ise, daha
önce de belirttiğimiz gibi, Süleyman Mabedinin sütun­
larıdır. Knight ve Tornasın yaptığı araştırmalar sonun­
da modern Masonluğun yapısı ve temel ritüellerinin
İskoçya’daki Tapınakçılardan alındığı ortaya çıkmıştır.
(İskoçya’daki Rosslyn Kilisesini hatırlayalım.) Yazarlara
göre, Tapınakçıların Büyük Üstadı da iki sütun arasında
bulunan bir tahtta oturuyordu.
“Hierophant” kartı aynı zamanda “Kudüs Kilisesi’nin
(ve dolayısıyla Nasura hareketinin) başrahibi olan Hz.
İsa’nın kardeşi James’i sembolize etmekteydi. James’in giy­
diği piskoposluk tacı, Eski Mısır’daki “Amon-Ra” rahip­
lerinin giydiği tacın aynısı idi. Eski Mısır’ın Thebes kenti
eski Yahudi teolojisinin de merkezi idi. Eski Mısırdaki
yaratıcı tanrı “Amon-Ra” için kullanılan hiyeroglif,

51 Tau: Yunan alfabesinde “t” harfi

129
elinde “T” şeklinde bir haç tutan rahibe benzemektedir.
Bugünkü Hıristiyan piskoposlarının buna tıpatıp benzer
taçlar kullanmaları, bu inancın Thebes’ten Kudüs’e nasıl
geldiğini çok iyi açıklamaktadır.
“Hierophant” kartının sembolize ettiği şeylerden biri de,
Tapınak şövalyelerinin kendilerini yeniden dirilen Kudüs
Tapmağı nm “yüksek rahipleri” olarak görmeleri idi.
Onlara göre, rabbinik Yahudilik ve Hıristiyanlık,
“Yahve T ap m a n ın önemli, fakat bozulmuş şekilleriydi.
“Yahve’nin Yüksek Rahipleri” olan Tapınakçı Büyük
Üstadları, ‘Boaz’ ve ‘Jachin’ sütunları arasındaki tahtta
oturarak, Yahve nin hem ruhani, hem de seküler (dünye­
vi) gücünü temsil ediyorlardı.
Avrupa’d a muhtelif yazarlara konu olan “Kral
Arthur” ve “Kutsal Kase” efsanelerinin Tapınakçılar ve
Kudüs Kralları ile ilişkisi vardır. Kudüs Tapmağının al­
tındaki kazılara katılan dokuz şövalyeden biri olan Payen
de Montdidier, İngiltere Tapmakçılarının “Büyük Üstadı”
olunca Geoffrey of Monmouth’a birçok sırrını açıklamış­
tı. Takipeden üç yıl içinde onun hikâyesi bütün Avrupa’ya
yayılmıştı. Kral Arthur hikâyesi gerçekte Rex Deus hika­
yesiydi. “Kutsal Kase,” Vatikan’ın St. Peter’inden ayrı bir
İsa havarisi olarak kabul edilen Aritmathea’lı Joseph’in
kan bağı ile ilişkiliydi. Nitekim “Kutsal Kase” kavramını
da icad eden Aritmathea olmuştur.
Lomas ve Knight’ın iddialarına göre, İngiltere tarihi
üzerindeki Rex Deus ailelerinin etkilerini şöyle özetleye­
biliriz:
1- David Kraliyet hanedanın renkleri yeşil ve altın
sarısıdır.
2- İngiltere Kralı I. William (Piç William) Rex
Deus ailesindendi ve oğlu II. William, devletin resmi dini

130
olan Roma Katolikliği inancı yerine, Rex Deus inançlarını
ikame etmeye çalışırken öldürülmüştü.
3 - Stuart hanedanı mensupları Rex Deus ailelerden
geliyorlardı.

İngiltere’nin resmi dini olarak yerleştirilmeye çalışı­


lan Rex Deus inancı, Kelt Hıristiyanlığına benziyordu. Kelt
Kilisesi de Yahudi-Hıristiyan inanç sistemi üzerine inşa edil­
miştir. Bu kilise de Isa’nın Tanrı olduğunu kabul etmiyordu.
İlginçtir ki, İrlanda ve İskoçya Kiliselerinin kurucuları olan
St. Patrick ve St. Columba’nın her ikisi de Yahudi idi.
Stuartlar’ın Rex Deus ailesinden olmaları şaşırtıcı bir
olay değildi, çünkü İskoçya Kralı VI. James, İngiltere Kralı
I. James olmak için Londra’ya gittiğinde, Rex Deus dok­
trini şeklindeki “MasonIuğu”da -Süleyman Tapınağına
ait hikâyelerle birlikte- beraberinde götürmüştü. Kral
James versiyonu Anglikan İncil’inde Eski Ahit’iri son iki
kitabı yoktur, çünkü onlar Nasuralılar’a karşıydı.
James Stuart, Roma Katolik Kilisesine karşı olan nef­
retini her fırsatta dile getirmişti.

Masonik Ritüeller ve Rex Deus:

Bir Yahudi efsanesine göre, “Zadok” Kudüs’teki Tapınağın


ilk başrahibiydi. Süleymanı da kral yapan oydu. Bu se­
bepten o, Rex Deus’un gerçek kurucusudur.
1947 yılında Kumran’d a bulunan Lut Gölü Yazmaları
(yazmaları) arasında en önemlisi, Herod’un Tapınağının
altındaki gizli hâzinelerin ve kutsal yazmaların listesi bu­
lunan bakırdan yapılmış olan tomardır.
Bakır tomar üzerinde inceleme yapan uzman John
Allegrö’ya göre, Tapınağın altındaki ‘Zadok’un Mezarı’

131
diye adlandırılan mezar, Hz. İsa’nın kardeşi Jamese52 ait­
ti. Çüııkii Jamese “adil” (İbranice; “Zadok”) veya “Adalet
öğretm eni” (İbranice; “Moreh-Zedok”) deniyordu.
İbranice ‘Zadok,’ ‘Zedek’le aynı anlamdadır. Bu,
“Misphat ve Zedek” denilen Süleyman Tapınağındaki
iki sütundan biridir.
20’nci Yüzyılda bulunan Lut Gölü Yazmaları, bize
kendilerine “Zadok’un Çocukları” (Essenliler) diyen bir
grubun bu tomarları yazdığından bahsetmektedir.
Bu ‘Zadok’un Çocukları’ Tapınağın M.S. 70 yılındaki
düşüşünden sonra, Rex Deus diye bilinen rahipler soyu­
nun İbranice-Aramca adıdır.
Lut gölü parşömenlerinde “Zadok’un Çocukları”
deyimine sık sık rastlanmaktadır. (Bu konuda Essenli’ler
bölümüne bakınız) Bunlara “Şafağın Çocukları” da
denmektedir. Bu deyimin anlatmak istediği şey, eski
Mısır’daki kralların ‘yeniden doğuşunun’ sabah yıldızının
(Venüs’ün) şafakta doğması ile birlikte gerçekleşmesi idi.
Bugünkü Masonlar da ritüel olarak sabah yıldızının ışığı
altında ‘yeniden doğmaktadırlar.
M asonluktaki ‘M ükemmel Üstad’derecesi, Hiramın
cesedinin bulunup, gömülmesi ile ilgilidir. Masonik
efsaneye göre, Hiram Kudüs’teki ilk Tapınağın yapıl­
ması sırasında başına vurularak öldürülm üştü.
“Pesher” denilen bir teknik l ’nci Yüzyılda Kudüşte
yaşayan Yahudiler için çok önemliydi ve bu, Lut Gölü
yazmalarında da görülmektedir. “Pesher” kendi zama­
52 Hz. İsa’nın kardeşi James’in (İlk Kudüs Piskoposu) tarihi rolü, Roma
Katolik Kilisesi tarafından kabul edilmemiş ve Kiliseye karşı bir tehdid
olarak algılanmıştır. Katolik Kilisesi ilk zamanlardan başlayarak, bu
çok önemli kişi ile ilgili önemli bütün bilgileri ortadan kaldırarak, ta­
rihi kontrol altında tutmaya çalışmıştır. 1996 yılında Papa II John Paul
bir bildiri yayınlayarak, Hz. İsa’nın Meryem’in tek çocuğu olduğunu ve
bu sebepten James’in onun kardeşi olamayacağını açıkladı.

132
nında meydana gelen olayların, eski kutsal insanların
tanımladığı gibi tanımlanmasıdır. Hz. İsa’nın kardeşinin
öldürülmesi de bugünkü Masonlar tarafından ‘H ıram
Abif’in öldürülmesi’ diye kabul edilen bir “Pesher’dir.
Hiram Abif’in hikâyesinin “Pesher’i Yahudiler’in
ortak mesihi olan James’in öldürülmesidir. Nitekim
James’in mezarında olduğu gibi, bugünkü loca odaları­
nın iki sütun arasındaki girişi, üzerinde bir “J” harfi ihtiva
eden kare şeklinde bir taşla desteklenmektedir.
Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin onüç derece olan
“Enoş’un Kraliyet Kubbesi”53(The Royal Arch ofEnoch) veya
“Dokuzuncu Kubbe Üstadı” (The Master of the Ninth Arch)
3000 yıl önce Süleyman Tapınağının yapımı ile ilgilidir.
Bu derecenin “Pesher’i ise, Tapmak Şövalyelerinin
Herod’un Tapınağında anahtar bir taşı yerinden oynata­

53 Enoş, hem Yahudi mistiklerinin hayatında hem de, modern masonik


mitolojide önemli bir yere sahiptir. Tufanın olacağını önceden bilen
Enoş, oğlu Metuşelah’m yardımıyla hepsi birbirinin üzerinde olan
dokuz adet gizli kubbe-mezar yaptı. Bunların en alımdakine İbrani
Tanrısının konuşulamayan, söylenemez isminin yazılı olduğu üçgen
şeklinde altın bir tablet yerleştirdi. Enoş, bizzat meleklerden öğrendiği
garip sözlerin yazılı olduğu ikinci tableti oğluna verdi. Kubbe mezarlar
öylece mühürlendi ve tam üzerine Enoş, bir tanesi asla yanmaz mer­
merden, diğeri suda batmaz tuğladan iki tane yıkılmaz sütun dikti.
Mermer sütunun üzerine biraz uzakta, yeraltmdaki kubbe mezarla­
rın birisinde paha biçilmez bir hâzinenin bulunduğunu söyleyen bir
yazı yerleştirdi, tuğla sütunun üzerine de “Masonluk Arşivi” diye ad­
landırılan insanoğlunun yedi bilimi’ yazılıydı. Sonra Enoş, dini gele­
nekteki Kudüs Tapınak Dağına karşılık gelen Morya Dağına çekildi,
oradan cennete götürüldü. Zamanla, Kral Süleyman, efsanevi sarayını
yaptırırken gizli kubbe-mezarları buldu ve kutsal sırları öğrendi. Bu
iki antik direğin anısı localarına onların resimlerini asan Farmasonlar
tarafından korundu. ‘Tufan öncesi direkleri” ya da “Enoş’un direkleri”
diye bilinen bu direkler, Süleyman Tapınağının girişinde, sağda ve sol­
da durduğu söylenen ‘Yakin,’ ‘Boaz’ isimli iki dev direğin resimleriyle
yer değiştirdiler.Yahudilerin Babil Sürgünlüğü zamanında gizli kubbe-
mezarların daha sonra yitirilmesi ve yeniden bulunmasıyla birlikte bu
efsanenin Süleyman’a ait görüntüsü, bugün Zanaat Masonluğunun üç
temel aşamasını geçtikten sonra adayın girebildiği bir alt mezhep olan
‘Büyük Kemer derecesi’ olarak bilinen arkaik ritüellerde hâlâ çok bü­
yük rol oynar.

133
rak, bir yeraltı geçidine girmeleri ve burada eski yazma­
ları bulmalarıdır.
Ayrıca bu derece, Hz. Musa ve Hz. İbrahim’d en çok
önceleri yaşamış bir şahsiyet olan Enoş’un, dünyayı m ah­
vedecek olan ateş ve su ile gelen apokaliptik (Yani kendi­
sine önceden bildirilmiş) felaketleri önceden görerek, bu
bilgilerden bazılarını saklamak ve gelecek nesillere aktar­
mak ihtiyacı duyduğunu da anlatır.
Enoş’un yaptığı dokuz gizli kubbe-mezarm neyi tem­
sil ettiği tam olarak bilinmiyor. Lut Gölü toplumları ara­
sında çok kabul gören Kabala’m n gizli öğretileri arasında
olan mistik üyeliğin dokuz aşamasını işaret ediyor olabi­
lirler. Diğer yandan, belki de gizli kubbe mezarların efsa­
neleri, Kutsal Toprakta bir yerlerde insanın geleceği için
son derece önemli kutsal nesneleri gizlemek için yapılmış
gerçek yeraltı odalarını işaret ediyordu.
Masonik efsaneye göre, Enoş’un bilimin büyük sır­
larını -hiyerogliflerle- yazdığı bu sütunların tamamı tu­
fanla yok olmamış ve bazı bölümleri Yahudiler, bazı bö­
lümleri ise Mısırlılar tarafından bulunmuştu.
“Zadok’un Çocukları” diye bilinen Rex Deus aileleri
nesiller boyunca işte bu Yahudi efsanesini muhafaza et­
mişti. Eski Mısırlılarca bilinen büyük sırların Yahudilerin
eline nasıl geçtiği bu şekilde izah edilebilir.
Bir sonraki derece olan “Mükemmel İskoç Şövalyesi”
(Scotch Knight of Perfection) Enoş’un hiyerogliflerle yaz­
dığı sütun parçalarının toplandığı bir odanın ortasında
temsil edilmektedir.
İddialara göre, Kral Süleyman 13 aşağı dereceyi yönet­
mek için “Mükemmeliyet” locasını kurmuştu. Bu locanın
üyeleri ilk defa Süleyman Tapınağının altında bir yerde
bulunan “Enoş’un gizli mahzeninde” toplanmışlardı.

134
Bu, Rex Deus’un kuruluş hikâyesine çok benzemek­
tedir. Efsaneye göre, Süleyman’ın Tapınağının yapımında
kullanılan gizli bilgiler, tufanla yok olan ön ceki bir mede­
niyetten (Atlantis mi?) Yahudilere (nesilden nesile) akta­
rılan bilgilerdi.
Eski İskoç Riti Masonluğunun ondört derecede ilk
haçlı seferine katılan grubun içinde, Kudüs Tapınağının
Yahudi rahiplerinin soyundan gelen şövalyeler olduğu
anlatılmaktadır.
Bu tarikata Rex Deus ailelerinden olmayanların da
üye olarak kabul edilmeleri ile günümüz Masonluğu or­
taya çıkmıştır.
Bu derece Knight ve Lomas’ın hipotezini de tasdik
etmektedir. Buna göre, Kral Süleyman zamanından baş­
layarak, Kudüs’te kalıtımsal bir rahiplik kurumu oluştu­
rulmuştu. Tapınağın yıkılmasından sonra, bu rahipler
Avrupa’ya dağılmışlar ve onların torunları kayıp şehri
(Yani Kudüs’ü) yeniden almak için haçlı orduları ile geri
dönmüşlerdi. Onlar eski ritüelleri yeniden kullanmaya
başlamışlar ve Yahudi rahiplerin soyundan gelmeyen­
leri de buna dahil etmişlerdi. Bu ritüeller, Kudüs’teki
Tapmağın M.S. 70 yılında yıkılmasına kadar yüzlerce yıl­
dır kullanılmaktaydı ve Mason ritüelleri olarak da günü­
müze kadar gelmiştir.
Onbeş derece olan “Kılıç Şövalyesi ve Doğu
Şövalyesi,” (Knight of the Sword and Knight of the East)
Yahudilerin Babil’deki esareti sırasında ‘Zerubbabel
Tapmağının yeniden inşasını konu alır. Bu derecede loca,
esaretteki her yılı temsilen 70 mumla aydınlatılmıştır.
Bu derecede sürgündeki Yahudilerin Kudüs’e dönüş­
leri ve Rex Deus aileleri tarafından nesilden nesile ak­

135
tarılan bilgiler işlenir. Onbeş derecedeki Masonlar altın
saçaklı yeşil bir kuşak takarlar. Bu kuşakta Davud hane­
danın renkleri hakimdir (Yeşil-altınsarısı)
Onaltı derece “Kudüs Prensi’dir (Prince of Jerusalem).
On-yedi derece “Doğu ve Batının Şövalyesi”dir (Knight of
the East and West). Daha önceleri bu dereceye “Knight
of the Red Cross of Babylon” (Babil’in Kırmızı Haçının
Şövalyesi) denirdi. Bu dereceden öncekiler Eski Ahit üze­
rine odaklanmışken, bu derece İncil’in “Vahiy” bölümü­
ne ve “7 m ühüre” bir sıçrama yapar.
Onyedi derece ritüelinde 1118 yılındaki Haçlı seferi
sırasında onbir şövalyenin nasıl gizlilik yemini ettiği an­
latılır. Fakat işin en ilginç tarafı 1118 yılının belirtilmesi­
dir, çünkü Tapmak Şövalyeleri tarikatı bu yıl kurulmuştu.
İnanılmaz ama, kendilerine masonik tarihçi diyenler, bu
derecelerin anlattıkları gizli tarihten tamamen bihaber
görünmektedirler. Bazıları ise Tapınakçılar dokuz kişiy­
ken, niye onbir kişiden bahsedildiğini anlamazlar. Fakat
gerçek oldukça basitti. Tapmak şövalyeleri sonradan ara­
larına katılan ‘Fulk of Anjou’ ve ‘Hugh of Champagne’
ile birlikte onbir kişi (9+2) olmuştu.
İskoç Ritinin yirmiiki derecesi olan “Lübnan Prensi”
(Prince of Libanus) de herkes bir kılıç taşır ve bu ritüel,
adayı “Yuvarlak Masa” adayı yapar. Yuvarlak Masanın
gerek Kral Arthur efsanesi ile, gerekse Rosslyn Kilisesi ile
yakın bir ilişkisi vardır. İddialara göre, Tapınakçı gelene­
ğine bağlı bir aileden gelen St. Clair ailesinin Ortaçağlarda
ölen bütün fertleri, zırhlarıyla birlikte Rosslynin altına
gömülmüşlerdi.
Yirmiüç derece olan “Kutsal Çadır Şefi” (Chief of
the Tabernacle) bize, Süleyman Tapınağının “Rahiplik

136
Tarikatı”mn (Order of Priesthood) Harun (Aaron) ve
oğullan Eleazar ve Ithamar tarafından nasıl kurulduğunu
anlatır. Bu derecedeki Masonlara eski Yahudi rahipleri gibi
“Levi’ler denir ve bunlar eski Levi rahipleri gibi kırmızı şe­
ritli beyaz cüppeler giyerler. Rahip rolündeki aday, üç kafa­
tası ve bir iskelet ihtiva eden karanlık bir odaya sokulur.
Bu derecede, “Egemen Büyük Kurban Edici”
(Sovereign Grand Sacrifıcier) unvanını taşıyan iki yüksek
rahip de hazır bulunur. Bu rahipler altın piskoposluk tacı
taşırlar. Bu taç, Thebes yaratıcı tanrısı Amon-Ra’nın ve
ilk Kudüs Piskoposu (Hz. İsa’nın Kardeşi) James’in giydi­
ği başlıktır. İlginçtir ki, Yahve’nin Yüksek Rahipleri Musa
zamanından beri bu başlıkları takıyorlardı.
Bundan sonraki derece (yirmidört derece) “Kutsal
Çadır Prensi”dir. Burada Tanrının (Yahova’nın) Musa’d an
“Ahit Sandığım” korumak için ‘kutsal bir çadır
(Tabernacle) yapmasını istediği belirtilmektedir. Bu de­
recede ayrıca Musa’nın Tanrı için ‘kutsal çadırı’ nasıl kur­
duğu ve Yahudilerdeki kraliyet kan bağının nasıl oluştuğu
anlatılmaktadır. Bu derecedeki adaya ‘y üksek rahip’ rolü
verilir ve en yüksek varlığa, yani Yahova’ya (Yahve’nin al­
ternatif karşdığı) tapmasına izin verilir. Burada Yahova’nın
(veya Yahve’nin) Adonay’d an daha etkili olduğu öğretilir.
Daha sonra ilerleyen derecelerde, “Masonik Bilim’in
Kral Süleymana dayandığı ve bu bilimin Tapınakçılar tarafın­
dan yeniden canlandırıldığı anlatılır. Evet, inanılmaz görünü­
yor ama Tapınakçılar Yahudilerin kayıp bilgisine sahipti!..
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Tapınak
Şövalyeleri gerçek Yahudi rahiplerin soyundan gelen
“Yeni Yahve Rahipleri” olarak yapmaları gereken şeyi
yapmışlardır.

137
Bu ritüelde “Yüksek Rahip” yapılan adaya “Kraliyet
Mason Sanatı” (Royal Art of Masonry) tarihi anlatılır. Bu
tarihe göre, Masonluğun kökenleri Hz. Nuh’tan başlaya­
rak, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Süleyman’d an Tapmak
Şövalyelerinin kurucusu Hugues de Payene ve trajik bir
şekilde öldürülen Şövalyelerin son üstadı Jacques de
Molaya kadar uzanmaktadır.
Bütün Tapınakçı Büyük Üstadları açıkça “Yahve’nin
Yüksek Rahipleri” olarak kabul edilirlerdi.
Tapmakçılar Filistin’i terk ettikleri zaman, gizli bil­
gilerini İskoçya’ya taşımışlar ve ilk localarını burada
kurmuşlardı. Bu sır, Tapmakçıların “Yahova’mn Yüksek
Rahipleri” diye bilinen (Aynı soydan gelen) takipçilerine
de aktarılmıştı.
Masonik tarihçi Arthur Waite göre, Hz. İsa’ya akta­
rılmış özel bilgiler vardı ve o da, bu bilgileri inisiye olmuş
havarilerine aktarmış ve onları ‘St. Jonn’un54 otoritesi al­
tında toplamıştı.
Hz. Isa tarafından aktarılan, Mısır’ın mistizm ve hi­
yerarşik inisiyasyon bilgilerini ihtiva eden bu doktrin,
Tapmakçıların 1118’deki ilk Büyük Üstadı olan Hugues de
Payeıı’e de iletilmişti. Payen sahip olduğu apostolik (havarile­
re özgü bir şekilde) ve patriarkal (patriğe ait) güçlerle orijinal
“Yuhanna Hıristiyanlığının yasal temsilcisi haline gelmişti.
54 (St. John the Baptist =Vaftizci Yulianna-Yahya) diye bilinen Hz. Yahya’nın
gnostik bir mezhep olan Sabiililcte özel bir yeri vardır. Hz. İsanın ve ona
tabii olanların içinde yaşadıkları Yahudi toplumunca “Nasuralar” olarak
adlandırılması ile, Hz. İsa öncesi dönemlerden itibaren var olan ve içersin­
de oluşum dönemi Sabii hareketini ve Hz. Yalıya yı barındıran “Nasuraizm”
aküm arasında bir ilişki vardır. Sabiilikte Yahya'nın (Yahya-Yuhanna) çok
özel bir yeri vardır. Sabiilere göre Yahya, mucizevi bir doğumla ışık güçle­
rince yeryüzüne gönderilen ve kutsal öğreti ve ibadetleri (özellikle vaftizi)
diğer Nasuralara öğreten bir rehberdir.

138
Daha önce de bahsettiğim Tarot kartları içindeki
“Hierophant” kartı, işte böyle güçlere sahip Tapınakçı
Şövalyelerinin Büyük Üstadını sembolize etmektedir.
Bu derecelerin açıklanan sırları, ilk İngiliz Masonlarını
oldukça korkutmuştu. Bu sebepten üst derecelerin muh­
tevaları değiştirilmişti. (Özellikle İngiltere Birleşik Büyük
Locasının Büyük Üstadı olan Sussex Dükü, bazı sırların açık­
lanmasının mahzurlu olacağı endişesiyle, gerçek İskoç rimel­
lerinin birçoğunu ya örtbas etmiş ya da gizlemiştir.)
Lomas ve Knighte göre, Hugues de Payen Yahve’nin
(Yahova’mn) Yüksek Rahibiydi. Diğer bütün Tapınakçı
Büyük Üstadları da -e n son Büyük Üstad Jacques de
Molay da dahil olmak üzere- bu görevi layıkıyla yerine
getirmişlerdi.
Tapmak Şövalyeleri bu hizmetlerin karşılığında, ele
geçirdikleri sırları İskoçyaya götürmüşlerdi.
Yirmibeş derece “Tunç Ydan Şövalyesidir (Knight of
the Brazen Serpent). Bu derece Haçlılar zamanında Filistinde
askeri ve dini bir tarikat tarafından kurulmuştur.
Bu derecenin adı, Israilli’ler tarafından bilinen “tunç
yılan’ın iyileştirici özelliğinden ileri geliyordu. Bilindiği
gibi şövalyelerin görevlerinden biri de hasta yolcuları iyi­
leştirmek ve onları “imansızlar”dan korumaktı) Rex Deus
sütununun etrafına sarılmış yılan motifi Essenliler’d en
alınmıştı. Bilindiği gibi (Essenlilerin dini liderlerinin
Levi kabilesinden geldiğini hatırlayalım.) Essenliler ünlü
‘şifacı’ ve ‘iyileştirici’lerdi. Essenlilerin sembolü, bugünkü
modern tıbbın da kullandığı bir sopaya sarılmış yılandı.
İlginçtir ki, Yahudi “Levi” kabilesi Yahve (YHVH)’yi
tunç bir yılan şeklinde sembolize ediyor ve mabedlerinin
en kutsal varlığı olarak kabul ediyorlardı.

139
Levi kabilesinde Yahve’nin yılan şeklinde ken­
dini gösterdiğine inanılıyor ve ona kuzey Kenan ve
Yunanistan’d aki gibi, “Leviathan”55 olarak tapıyorlardı.
Levi kabilesinin ismini bu ejderha Leviathan’d an aldığı
sanılmaktadır.
Levili’ler arasında Yahve’nin yılan formu “Nehuştan”
yani “Tunç Yılan” olarak bilinirdi ve mabetlerin yüksek
yerinde altın veya tunç bir yılan sembolü bulunurdu.
Bundan sonraki derece (yirmialtı derece) olan
“İnayet Prensi” (Prince of Mercy) fazla önemli bir derece
değildir.
Yirmiyedi derece olan “Tapmak Büyük Amiri”
(Grand Commander of the Temple”) bir nevi engizisyon
mahkemesi gibidir. Bu askeri bir derecedir ve yuvarlak
bir masanın etrafında toplanan “mahkeme,” adayı sor­
gular. Bu ritüel Tapınak Şövalyelerine yöneltilen yanlış
ithamları ve haçın inkârının önemini anlatır.
Masonik tarihçi Arthur Waite, bu derecede kulla­
nılan haçın iki ismin baş harflerini ihtiva ettiğini belirt­
mektedir bunlar; JN ve JBM’dir. Waite göre bunlar; Jesus
Nazarenus (Nasuralı İsa) ve ‘Jacques (J) Burgundus (B)
Molay’ (M) anlamına geliyordu.
Böylece haç üzerinde ölen iki mesih belirtilmek is­
tenmiştir.
Hiç şüphe yokki, Tapınakçılar ve modern Masonluğun
kurucuları için Jacques de Molay56 ikinci Mesih’ti.
Yırmisekiz derece olan “Güneş Şövalyesi” (Knight of the
Sun) Masonlukta anahtar bir derecedir. “Gerçek Tek Tann’nın

55 Leviathan: Tevratta adı geçen büyük bir su canavarı.


56 Fransa kralı Philippe nin Papaya yaptığı baskılar sonunda, 1312 yılında
Tapınak Şövalyeleri tamamen ortadan kaldırıldı. 1314’d e J. De Molay
ve arkadaşları yakılarak öldürüldüler.

140
varlığına inanılır ama, bu Hıristiyanlığın Tanrısı değil, Marduk,
Amon-Ra, Yahve gibi isimler taşıyan bir Tanrıdır. Bu derecede
ayrıca bütün masonik semboller açıklanır.
Yirmidokuz derece üç çeşit isimle anılır; 1- “St.
Andrew Şövalyesi” (Knight of St. Andrew) 2- “Haçlıların
Patriği” (Patriarch of the Crusade) 3- “Işığın Büyük
Üstadı” (Grand Master of Light)
İddialara göre bu derece, Tapınak Şövalyeleri
Filistin’den kaçarken kurulmuştur. Şövalyeler kaçarken,
beraberlerinde Enoş’un sütunlarına ait olduğunu iddia et­
tikleri üç taşı İskoçyaya götürmüşler ve burada ilk Mason
locasını57 kurmuşlardı.
Otuzuncu derece “Siyahve Beyaz KartalŞövalyesi”dir.
(Knight of the Black and White Eagle).
Burada Jacques de Molay’ın trajik ölümü anlatılır.
Bu derece ritüelinde Molay’ın ölümünden sorumlu olan­
lara karşı (Yani Papa V. Clement ve Fransa Kralı Güzel
Philip) intikam ve nefret duyguları kışkırtılır. Bu ritüelde
Masonların iki baş düşmanı açıklanır;
1- Fransız monarşisi (Genelde bütün krallıklar)
2- Papalık makamı (Genelde bütün Katolik sistem)
Jacques de Molayı ortadan kaldıran Fransa Kralı Güzel
Philip! bu derecedeki biraderlerin öldürdüğü veya öldürttüğü,
rivayetler arasındadır.
Masonluğun otuzbir derece olan “Büyük Müfettiş
Engizitör A m ir” (Grand Inspector Inquisitor
Commander) ve otuziki derece olan “Kraliyet Sırrının
Prensi” (Sublime Prince of the Royal Secret) idari derece­
ler olduğu için bunlardan bahsetmeyeceğim. Yalnız “kra­
57 Masonluğun Presbiteryen ve Episkopalyan formları (Yani Presbiteryen
Kilisesi ve piskopos idaresi usulüne ait) İngiltere’d eki Katolik gücüne
şiddetle karşı çıkmıştı.

141
liyet” teriminin ‘Kral Davut’un soyundan gelenler için
kullanıldığı hususunu vurgulamakta fayda görüyorum.
Bütün bu anlatılanlardan şu sonuç çıkmaktadır;
Masonluk, Kudüs’te Tapmak Şövalyeleri tarafından ku­
rulmuş olan bir’ Yahve Rahipliği’ tarikatıdır!..
Şurası da bir gerçektir ki, Masonluk, Francis Bacon,
Sir Robert Moray, Benjamin Franklin ve George
Washington gibi ünlü kişilerle, akılcılığın, bilimin ve de­
mokrasinin savunucuları olarak, “Yeni Dünya D üzeni’nin
kuruluşunda önayak olmuştur.

Tapınakçı Sapkınlığı:

R. Henry (Alder) “The Battle Of The Trees” adlı kitabında


Tapmakçılann Haşişiler’den çok etkilendiklerinden ve
Tapmak Şövalyelerinden Guillaume de Montbard’ın
Haşişi tarikatına inisiye edildiğinden bahseder. Buna
rağmen doktrinlerinin veya gerçek inançlarının İslami
olmadığım belirtir. Çünkü İslam, Hz. İsa’yı bir Peygam­
ber olarak tanıyordu. Oysa ki Tapınakçılar Hıristiyanlık
aleyhtarı ve Deist58idiler. Onların bu inançları gnostik bir
mezhep olan Bogomiller’d en kaynaklanıyordu.
Bogomiller’in dualist inancına göre, Baba Tanrının
Satanael (Satan=Şeytan) ve İsa adlı iki oğlu vardı. Satanael
gökleri yönetirken oradan aşağı düşmüştü. Satanael dün-
58 Deism evrim inanışının dini bir sonucudur. Evrim Tanrısı süreci baş­
lattıktan sonra kendi kendine çalışmaya terkeden Tanrı, zati olan bir
Tanrı değildir, ne de mucizeler yaratacak bir Tanrıdır-kendisine ibade­
te layık bir Tanrı ise hiç değil. Evrim Tanrısının müdahale edebileceği
bir şey yoktur. Evrim çerçevesinde rahmetin sığabileceği bir yer var
mıdır? Bu yüzden kendilerini “Deist” (Vahyi inkar, Tanının varlığım
ise kabul eden) ve Tanrıyı da (Masonlar gibi) “Evrenin Büyük Mimarı”
olarak tanımiasalar da, evrimcilerin çoğu pratikte ya agnostik (biline­
mezci) ya da ateisttir, (tanrı tanımaz)
Fertlerin çoğu açısından evrime inanışın ilk ve belki de en önemli so­
nucu, bunların ateist olmasalar bile agnostik olmalarıdır.

142
yayı ve insanları yarattı ve yılan da onun yöneticisi oldu.
Burada açıkça şeytanın yüceltildiğini görüyoruz.
12’nci Yüzyılda şeytana inananlara ‘Satanist’ veya
‘Lüsifer’ciler’ (Lüsifer kelime itibarıyla ışık getiren anlamın­
dadır. Kurandaki ‘İblis’in karşılığıdır.) deniyordu. Şeytana
tapanlar onun göklerden haksız yere kovulduğuna ve oraya
yeniden geri döneceğine inanırlardı.
Bogomiller hem iyi Tanrıya hem de Şeytana taparlardı.
Aynı şekilde Tapmakçılar da insanla iletişim kurmayan ve
sembolik temsili olmayan iyi Tanrı ile, korkunç özelliklere
sahip kötü Tanrıya tapıyorlardı.
Tapınakçıların elinde iki baş bulunuyordu; birisi
‘Eskilerin eskisi’ denilen sakallı bir baştı, diğeri ise gümüşten
yapılmış bir kadın başı idi. Gümüş başlı kadın Ana-Tanrıça’yı
(İştar’ı) sembolize ediyordu.
Bogomiller en hararetli şekilde kendilerine dünye­
vi nimetleri ve zenginlikleri bağışlayacak olan kötülük
Tanrısına taparlardı. Onlar şöyle diyorlardı;
“Tanrının yaşlı oğlu Satanael veya Lüsifer ölümlüle­
rin sığınağıdır, Genç kardeş İsa bu şerefe layık değildir.”
Tapınak Şövalyeleri Hz. İsa’ya neden inanmadıklarını
şöyle açıklıyorlardı;
“O hiçbir şey değildir, değersiz sahte bir peygamberdir.”
Tapınakçılara göre “Baphomet” adlı ‘sakallı baş’da
madde dünyasına egemen olan aşağı bir Tanrının sem­
bolü idi. Burada Şeytana tapan Bogomiller ile hem iyi
hem de kötü Tanrıya tapan Tapmakçılar arasındaki farkı
görebiliyoruz.
Diğer bir iddiaya göre, Tapınakçıların sapkınlığı­
nın temelinde “Yuhanna” (St. John) inancı vardı. Çünkü
“Yuhannacı’lar” İsa’nın Tanrısallığım kabul etmiyorlar ve ona
143
“sahte peygamber” diyorlardı. Onlara göre sadece St. John-
Baptist (Yahya, Yuhanna) kııtsal bir kişi idi.
Özetlersek, Tapınakçıların sadakati yalnız Ana-
Tanrıça’ya ve Yuhanna’ya idi.
Wilhelm Ferdinand Wilcke’ye göre, Tâpmakçılara at­
fedilen “Müslümanlarla işbirliği” suçlamalarının ardında
Kabala ile karıştırılmış bir İslami anlayış yatıyordu. (Bu
konuda ‘Haşişiler’ bölümüne bakınız).
Tapmakçılar putlarına ‘Eskilerin eskisi’ veya ‘Uzun
yüz’ veya “Makroprosopos” deniyordu. Ünlü Mason Üstadı
Eliphas Levi’ye göre Tapmakçılar Kabalanın esrarengiz dok­
trinlerine inisiye edilmişlerdi.
1842’de Mason Ragon, Tapınakçıların “doğudaki bir
inisiyeden” St. Johna atfedilen bir Yahudi doktrinini öğ­
rendiklerini iddia eder. Ragon onların “Yuhannacı” ol­
duklarını söylüyordu ki, Eliphas Levi de aynı fikirdedir.
Tapmakçılar ve Siyon M anastırı59 (Prieure de Sion)
tarikatları birbirlerinden ayrıldıktan sonra, farklı yollar
izlemeye başlamışlardı.
Tapmakçılar “Yuhanna” öğretilerine önem verirken, Siyon
Manastın Talmudik-Kabalistik öğretilere önem veriyordu.
1- Tapmakçılar (ve Masonlar) sosyal eşitlik ve
özgürlüğe dayalı bir kardeşlik prensibini temel alarak,
insanları özgürleştirmek istiyorlardı. Sapkınlıklarının
temelinde, insanları İsa’nın ilahiliğine dayanan dininin
baskısından kurtarmak vardı.
Bu nedenle Tapınakçıların siyasi hedefleri, bütün
monarşileri ortadan kaldıran evrensel sosyalist bir düzen
kurmaktı.
59 Siyon Manastın (Prieure de Sion) konusunda daha fazla bilgi edinmek
isteyen okurlara, Türkçe tercümesi de yapılan, “The Holy Blood and
The Holy Graü” (Kutsal Kan ve Kutsal Kase) adlı kitabı öneririm.

144
2- ‘Prieure de Sion (Siyon Manastırı) tarikatı ise,
siyaseti kullanarak, merkezinde Talmud-Kabala ezoterik
Yahudi doktrini olan dini sebeplerle, monarşileri ortadan
kaldırmak ve “Işık Şehrini” yaratmak istiyordu.
1804’de “Ordre du Temple” (Tapınakçı Tarikatı)’nm
BüyükÜstadıolanFabrePalaprat’ın“ManueldesChevaliers
de 1’Ordre du Temple” (1811) ve “Levitikon” (1831) adlı
kitaplarındaki açıklamalara göre, Tapınakçılarm gizli
doktrini, Roma Kilisesinin kanunlarına tamamen zıttı.
Ayrıca bu doktrinde Hz. İsa’nın dahiliği de sorgulanmak­
taydı. Palaprat, Tapınakçılara karşı yapılan suçlamaların
“kara propaganda” olduğunu iddia etmekteydi.
Öte yandan E. Levi, Tapmakçdann gizli doktrini başlangı­
cından beri krallıkları yıkmayı hedefliyordu, demektedir.
Tapınakçı ritüellerinde düşük dereceli biraderlere
İsa hakkında kabalistik efsaneler anlatılırken, Hughes de
Payen gibi yüksek inisiyeler başka türlü bilgilere sahipti.
Sonuçta bütün şövalyeler Hz. İsa’yı ve haçı inkâr etmekte
birleşiyorlardı.
1622 yılında Portekizli rahipler Fırat kıyılarında ken­
dilerine “St. John’un (Yahya’nın) Hıristiyanları” diyen
bir mezhebe rastladılar. Bunlar Manden’ler, Sabii’ler60
veya Nasııra’lar olarak da biliniyorlardı. Mandai kelime­
si Kaide lisanındaki “Manda”dan türemiştir ve Yunanca
“gnosis” (hikmet, irfan) anlamına gelmektedir.

Sabiilerin Peygamberlik Anlayışları:

Gnostikler bölümünde de kısaca bahsettiğim günümüz


Sabiileri, yabancı biriyle konuştuklarında Yahya’nın
60 Sabiiliğin Hıristiyanlık öncesi dönemde Ürdün Nehri hav­
zasındaki (Traıısıor-dan’da) heretik Yahudi fırkaları arasın­
da doğmuş olabileceği ileri sürülmektedir.
145
(St. John) kendi peygamberleri olduğunu ifade ediyor
olmalarına rağmen, Sabiilikte gerçek bir peygamberlik
inancının olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Sabii
kutsal metinlerinde yer alan bazı ifadelerden, Sabiiler’in
birarada yaşadıkları yabancı komşularınca sık sık pey­
gamberlerinin kim olduğu, kitaplarının ne olduğu gibi
sorular sorulduğu ve muhtemelen bu sorulara cevap
olması yönünden onların Yahya’nın kendilerinin peyg­
amberi olduğunu söyledikleri anlaşılmaktadır. Sabiiler’in
gerçekte peygamberlik inancına sahip olup olmadıkları
tartışmalarının temelinde, peygamberin niteliği ko­
nusunda değişik yaklaşımlar yatmaktadır.
Peygamberi bir din kurucusu olarak tarif ettiğimiz­
de, böylesi bir peygamberlik inancının Sabii geleneğinde
mevcut olmadığını görürürüz. Zira Sabiiler dinlerinin
herhangi bir tarihi şahsiyet tarafından kurulduğunu ka­
bul etmezler. Onlar dinlerinin yüce Işık Tanrısı tarafın­
dan insana verilen bir proto-din olduğuna.inanırlar.
Dolayısıyla ne Hz. Adem, ne Yahya ne de bir başka
tarihi şahsiyet, bir inanç ve ibadet sistemi olan Sabiiliğin
kurucusudur. Diğer yönden peygamberi bir din kurucu­
su değil de, bir inanç ve ibadet sisteminin temsilcisi ve
öğreticisi olarak ilahi güçlerce görevlendirilen bir kişi
şeklinde değerlendirdiğimizde, böylesi bir peygamberlik
inancının Sabiilikte mevcut olduğunu görüyoruz.
Sabiiler’in inancına göre Sabii peygamberleri yüce
Işık Kralı tarafından Sabiiliğin örnek temsilcileri olmak
ve onu diğer ruhlara öğretmek amacıyla görevlendiril­
mişlerdir. Sabii inancına göre Peygamber Tanrı’dan vahiy
alarak bunu insanlara ileten bir kişi değildir.
Onlara göre peygamber, ilk insan Ademe yüce Işık
Tanrısının emriyle ışık elçisi Manda d Hiia tarafından öğre­
tilen ilahi mesajı dosdoğru uygulayan ve bu mesajm tipik bir
146
temsilcisi ve öğreticisi olan kişidir. Sabii literatüründe peygam­
ber (Nbiha) terimi genelde Yahya için kullanılır. Dolayısıyla
Sabiiler’in Yahya'nın kendilerinin peygamberi olduğunu söy­
lemeleri Sabii metinlerince de desteklenmektedir.
Bazı modern Yahudi düşünürler Mandenler’in
(Sabiiler’in), izleri Talmud’da, Midraş’d a ve Kabala’d a görü­
len, Yahudi etkisi altında kalmış eski bir gnostik mezhep
olduğu görüşündedirler. Şu halde haçlı seferleri sırasında,
Levi’nin bahsettiği kabalistik, Hıristiyan-aleyhtarı, özü St.
John doktrinine dayanan ‘Yuhannacı’ bir mezhebin mev­
cut olduğunu kabul edebiliriz. Yalnız, Tapınakçılann dok­
trinin doğrudan bu mezhepten alınıp alınmadığı konusu
çok belirgin değildir.
Mather, “Histoire du Gnosticisme” adlı kitabında,
Tapınakçılann St. Johriun Incil’ini tercih ettiklerin­
den bahseder. Günümüzde Macaristan’daki “Yuhanna
Masonluğunu” temsil eden localar, “Baphomet’i hâlâ
muhafaza etmektedirler.
Ortaçağda, St. John (Yuhanna)’un Hıristiyanlığın ger­
çek kumcusu olduğunu savunan gnostik düşüncelerin ana
destekçisi Tapınakçılardı. Dıştan öyle görünse de, Tapmakçı
düşünceleri kabalistik doktrine değil, Thomas İncilfne da­
yanıyordu. Tapmakçılar’ın sahip olduğu gümüş kadın başı da
onların Ana-Tanrıça inancını yansıtıyordu.

147
DOKUZUNCU BÖLÜM

CİZVİT TARİKATI
(‘Religio Clericorum Societatis Jesu’)

(V a tik a n ’ın H ır is tiy a n a le m i iç in d e k i id e o lo jik y a y ı ­


lım ın ı y ö n le n d ir e n g iz li g ü ç )

Dr. Martin Luther’in başlattığı “Protestanlık” hareketi,


Fransa, Avusturya, İtalya ve İspanya gibi katolik ülkeleri de
kapsamaya başlayınca, Roma Katolik Kilisesi ve Papalık,
ciddi bir sıkıntıya düştü. O zamana kadar mevcut rahip
tarikatları olan Dominiken’ler ve Fransisken’ler Papalığı
savunmada yetersiz kalmışlardı. İşte o sıralarda Papanın
aradığı silâhlı bir savaşçı, Basklı Şövalye Inigo Lopez de
Recalde (Ignatus Loyola) ortaya çıktı. Eski bir İspanyol
ailesinden gelen, Yahudi (Marrano)-İber melezi olan Ig­
natius Loyola, kendini katolikliğe adamış bir gençti.
Loyola, Paris’te araştırmalarına devam ederken, orada
kendisi gibi düşünen insanlarla tanışarak birbirlerine çok
sıkı bağlı bir grup oluşturdu. Bu gençler; Jacopo Laynez,
Alfonso Salmeron, Nicolas Bobadilla, Simon Rodriguez,
Francisco Xaver ve Pierre Favre (Lefevre) idi.
Loyola bu altı ‘kardeşi’ ile beraber Filistin’e (Kudüs’e)
hacı olarak gitmek istiyordu. Şayet bu yolculuğu gerçek-
leştiremezlerse, kendilerini mutlak surette Papanın hiz­
metine sunmayı düşünüyorlardı.
15 Ağustos 1534’de Montmartre’daki Marien Kili­
sesinde gizlice toplanan yedi kişi, yüksek hedeflerine

148
ulaşmak için, Papanın ve kutsal kilisenin düşmanlarına ve
imansızlara karşı mücadele edeceklerine dair yemin etti­
ler. Aynı şekilde birbirlerine karşı körükörüne bir itaat ve
sadakat yemini de ettiler. Kurdukları bu birliğe “Societas
Jesu” (İsa örgütü) adını verdiler. Bu örgütün başlıca göre­
vi, “zamanın sapkın afeti” (‘Protestanlık’ kastediliyor) ile
mücadelede Katolik Kilisesine yardımcı olmak ve bütün
dini meselelerde onu tek yetkili olarak tanımaktı.
1537 yılının başında artık on kişi olan şövalyeler
Venedik’te buluştular ve uzun zamandan beri plânla­
dıkları “Kudüse haçlı seferini” gerçekleştirmek istediler,
fakat Venedik Cumhuriyeti ile Osmanlı Türkleri ara­
sındaki savaş, bu yolculuğu imkânsız hale getirdi. 1538’de
Loyola’nın küçük grubu onu başkan seçti. Bunun üzerine
Loyola, Roma’ya giderek örgütün nizamnamesini Papa
III. Paul’e sundu ve bu yeni tarikatın tanınmasını ve ko­
runmasını rica etti.
17 Eylül 1540’d a Papa, tarikatı ve nizamnamesini üye
sayısının altmışı geçmemesi şartıyla, tastik etti.
Ayın 26’smda yeni tarikatın başına ‘general’ rüt­
besi ile atanan Ignatus Loyola, Papanın elinden tari­
katı “Regimini mili-tantis ecclesiae” (Savaşçı Kilisenin
Egemenliğini) tanıyan emri aldı.
Bu şekilde yeni “Cizvit Tarikatı” (Societatis Jesu),
Roma-Katolik Kilisesinin yeminli savaş birliği haline gel­
di. Bu birlik aynı zamanda ‘Kutsal Babaya (Yani Papaya)
“body-guard”lık yapıyordu. Onlar Papa’yı her çeşit sal­
dırıdan ve isyanlardan, özellikle “Lutherciler”den her
vasıtayı kullanarak korumak ve Papalığın düşmanlarını
yoketmek ile yükümlüydüler.

149
Böylece kuzeyli Reformasyon hareketine (Yani
Luther’e) karşı Romanın “Karşı Reformasyon” hareketi
başlamış oldu.
Cizvitler düşmanı yalnız yenmek değil, her vasıtaya
başvurarak, yok etmek istiyorlardı. Onlar için parola şuy­
du; “Gaye vasıtayı meşru kılar.”
Gerçekten de Cizvitler hedeflerine ulaşmak için, kan
dökmekten ve tarikatın görev sınırlarını aşan her türlü
acımasızca ve vicdansızca eylemden, hiçbir zaman çekin­
memişlerdir.
Ignatus Loyola böylece tarikatın ilk ‘Generali’ oldu.
Artık RS. J. Ignatius (Pater I. Societatis Jesu) diye anılı­
yordu ve ‘İsa Ö rgütü’de bundan böyle “Cizvit Tarikatı”
diye tanınmaya başlandı. Böylece Roma Katolik Kilisesi
uluslararası bir kilise boyutuna taşınmış oldu.
Cizvitler, karşı kutuptaki diğer enternasyonaller gibi,
(Dünya Masonluğu ve Dünya Yahudiliği) milliyetçilik
düşmanı idiler.
Lord Thomas B. Macaulay “İngiltere Tarihi” adlı kita­
bında, “Cizvitler Papalığı kurtarmaya geldi ve Protestanlık,
Alp Dağlarının eteklerinden Baltık Denizi kıyılarına ka­
dar geri çekilmek zorunda kaldı” diye yazmaktadır.
Cizvitler dünyanın dört bir tarafına misyonerler yol­
lamaya başladı. Ne fırtınalı okyanuslar, ne de sıra dağlar
onlara engel olamıyordu. Afrika’nın balta girmemiş or­
manlarından, Tibet’e ve Moğolistan’a, oradan da Çin’in
içlerine kadar her yere yayıldılar.
Cizvitler öğretmen, tüccar, doktor, sanatçı, asker v.b
kılığında bütün ülkelere sızma imkânı bulmuşlardı.
I. Loyola’nın öldüğü 31 Temmuz 1556 tarihinde “Societas
Jesu’nun 12 bölgede, 1000 üyesi ve 100 devamlı tesisi vardı.
1617 yılında tarikat üyelerinin sayısı 13.112’yi bulmuştu.
150
Cizvit tarikatı günümüz şartlarında gizli b ir örgüt’
sayılmaz, çünkü hedefleri, nizamnamesi, üye listesi her­
kese açıktır. Ama arka plânda gizlenen şey; Onlar için
‘ta b u ’ sayılan “kilisenin inanç öğretisf’dir.
Cizvitler dün olduğu gibi, bugün de Roma Katolik
Kilisesinin görüşlerini yaymak ve onu korumak için çalış­
maktadır. Protestanlar ve kilise düşmanları ile ve özellikle
“Aydınlanmacı” çevrelerle her vasıtaya başvurarak müca­
dele etmek, Tarikatın gücünü ve üye sayısını arttırmak,
Cizvitlerin görevleri arasındadır.
Cizvit tarikatı, haklı olarak masonik yapılanmaya
benzetilmektedir. Nasıl Masonluğun bir sırrı yok, fakat
kendisi bir sır ise, aynı şeyi Cizvitler için de söyleyebiliriz.
Tarikatın hedeflerine ulaşması için kullandığı metodlar ve
kullandığı vasıtalar, tamamen gizlidir!..
Aynı şekilde tarikatın faaliyetleri ve sadece “b ile n le ­
re ” özgü temel dünya görüşleri gizli tutulmaktadır.
Bunun haricinde Cizvitlerin ‘sırları korkunç bir sus­
kunluk ve yeminle örtülmüştür. Yemini bozan İçişinin vay ha­
line!.. Tarikatın uzun kolu o kişiyi dünyanın neresinde olursa
olsun bulur ve cezalandırır. Şunu da söyleyelim ki, dünyevi
mahkemelerin verdiği cezalar, katolik Engizisyon mahkeme­
sinin verdiklerinin yanında çok hafif kalıyordu!..
Cizvit Tarikatının kuruluşunda Yahudiliğin önemli bir
rol oynadığından ve örgütün kurucusu Iqnatus Loyola’mn
yarı-Yahudi olduğundan bahsetmiştim. İki büyük, dün­
ya örgütü olan Cizvitler ve Masonlar dıştan birbirleri­
ne düşman gibi görünmelerine rağmen, her iki örgüt de
Yahudilerin önderliğinde kurulmuş olan Marksist-Proleter
III. Enternasyonal ile işbirliği yapmaktaydı.61
61 Bu alıntıları yaptığım Egon Lützeler’in kitabının 1938 yılında
(Almanya’da) yazıldığını hatırlatmak isterim.

151
Cizvitlerin ilk güç denemesi ‘imansız’ protestan
‘Waldenser’lerin yok edilmesi ile başladı. Tarikat Generali
Jakobus Laynez’in tam yetkili kıldığı S.J.P. Antonius
Possevin, 1561 yılında Premont, Savoy ve Kalabria civa­
rındaki Protestanların kitle halinde katledilmelerine ön­
cülük etmişti.
Bu katliamlar, bütün imansızlara ve kilise düş­
manlarına karşı duyulan büyük nefretin, Roma Katolik
Kilisesine ve Papaya mutlak bir sessizlikle ve körükörüne
itaatla birleşmesinin sonucuydu.
Rahatlıkla anlaşılacağı gibi, Cizvit Tarikatı Roma
Katolik Kilisesi’nin emrinde çalışan askeri bir tarikat,
yani “Tanrı’nın Lejyonu” idi.
Tarikattaki manevi eğitim (‘Exercita spiritualia’) dış
dünyaya kapalı olarak yapılırdı. Tarikatın özel bir maksada
yönelik eğitimi yalandan incelendiğinde, eski çağlardan gü­
nümüze kadar gelen gizli örgütlerin kullandığı mistik araç­
ları ve dışarıya karşı örtülü bir düşünce yapışım kullandığım
görüyoruz. Örneğin; Antik çağlardaki “Eluisis” gizemle­
rinden, anlaşılmamış Pitagor gizli öğretilerine, oradan da
Tapmakçılara ve günümüz modern masonluğuna baktığı­
mızda, bunu açık bir şekilde görebiliyoruz.
Yoğun dinsel eğitimlerine rağmen, Cizvitler hiçbir
zaman alışılmış bir papaz tarikatı olmamıştı.
Trent Konseyi onları diğerlerinden ayırmak için, “Religio
Clericorum Sodetatis Jesu” (İsa Örgütünün Klerikal62
Tarikatı) diye adlandırmıştı. Bu sebeptendir ki, Cizvitler di­
ğer manastır rahiplerinin kullandıkları giysi ve eşyaları kul­
lanmazlar ve kimliklerini gizlerlerdi.
Cizvit Tarikaü bütün Katolik Kilisesinin ve Roma-
Papalığımn gücünü taşırdı. Tarikat Roma Katolik Kilisesinin
62 Klerikal: Papaz, Kilise taraftan.

152
üzerine inşa edildiği granit bir yeralti yapı gibiydi.
Bu kapalı toplumda doğaldır ki, bireysel özgürlük diye
bir şey mevcut değildi ve dolayısıyla yapılanlardan hiçbir bi­
rey sorumlu değildi.
Cizvitler gaye vasıtayı meşru kılar’ zihniyeti ile ha­
reket ettikleri için, kilise öğretilerine aykırı olmasına
rağmen, zenginlik ve kazanç hırsına sahip insanlardı. Bu
amaçla büyük ticari işlere ve faizciliğe girmişlerdi. Bütün
bu pis işlerini “din” aşkına veya “Yüce Tanrının Şerefine”
diye yürütüyorlardı.
Tarikat bilinenin aksine, her çeşit bilime, özellikle
coğrafyaya, etnolojiye, doğa bilimlerine, kozmik araştır­
malara çok önem veriyordu. Toplanan bilgiler tarikatın
çıkarları için kullanılıyordu.
Öte yandan bu Hıristiyan-Cizvit misyonerler, “din” adı­
na dünyadaki bütün kültürlere çok zarar vermişlerdir!..
Bugünkü bihmimizin Cizvitlerin çalışma ve araştır­
malarına çok şey borçlu olduğu, ayrı bir gerçektir. Örneğin;
Cizvitlerin Güney Amerikadaki araştırmaları bize çok şeyler
öğretmiştir. Yine onların astronomi ve dilbilim konusunda
değerli insanlar yetiştirdiği bilinen bir gerçektir. Onlar uzak
ülkelerden Avrupa’ya birçok tıbbi yeniliği ve bilinmeyen
ilaçları getirmişlerdi. Cizvit Franz Xaver Dentrecolles 17’nci
Yüzyılda Çiniden getirdiği porselenleri FransaUa üretmeye
başlamıştı.
Cizvit tarikatına girebilmek için iki yıllık “çıraklık”
devresinden geçmek gerekiyordu. Bu iki yıl aynı zamanda
hem aday, hem de tarikat için bir çeşit deneme süresi anla­
mına geliyordu. Adayın bekar ve bedensel, ruhsal sağlığı­
nın kusursuz olması gerekiyordu. En başta aranan özellik
ise, kiliseye ve Hıristiyan inancına sadakat idi. Yahudiler,

153
prensip olarak tarikata alınmıyorlardı ama -irken Yahudi
bile olsa- “vaftiz olmuş Yahudiler” (yani Hıristiyanlığı
kabul etmiş olanlar) tarikata kabul ediliyordu.
Zaten tarikatın kurucusu Loyola ve altı sadık arkada­
şı da Yahudi asıllı değil miydi?
Kilise, Yahudileri “Hz. İsa’nın katilleri” diye suçlama­
sına rağmen, basit bir vaftiz seremonisi sonunda onları
kiliseye kabul ediyordu. Vaftiz olmuş bir Yahudi, Çinli,
Hintli, zenci v.b bu şekilde ‘Katolik Yoldaş’ haline geliyor
ve uluslararası kilise devletinin (Imperium Romanum)
bir üyesi (vatandaşı) oluyordu.
Daha önce de bahsettiğim gibi, Cizvitler Papaya,
tarikat Generaline ve isimleri bilinmeyen yukarı derece­
deki tarikat şeflerine mutlak ve sessiz bir itaatla yüküm­
lüydüler.
Cizvit Tarikatı da diğer bütün gizli örgütler gibi üçlü
dereceye sahipti. Bu dereceler;
1-Çırak (Skolastikçi) 2-Kalfa (Koadjutor) 3-Usta
(Professi Spiritualis)’d an ibaretti.
Tarikata giren hiç kimsenin örgütten kendi rızası ile
ayrılması mümkün değildi. Buna karşılık örgütün kuralları­
na karşı gelenler veya örgüte faydalı olamayacağı anlaşılanlar,
örgütten uzaklaştırılıyorlardı.
Yukarıda bahsetttiğim üç derecenin dışında bir de
“görünmeyenler”in oluşturduğu bir tarikat sınıfı mevcut­
tu. Bunlar İsa örgütünün “yardımcıları” idi. Bunlar her
sınıftan meslek sahibi ve tarikata hizmete hazır insanlar­
dan oluşmuştu. Bu insanlar tarikatın dileklerine ve dün­
yevi çıkarlarına hizmet etmeye yemin etmiş, kiliseye tabii
veya kilise haricindeki kadrolardı. Bu tip “yardımcılar”
tarikatın “geçici” veya “müstesna” üyelerini oluşturuyor­
du. Bunlar sayesinde tarikat, dışarıya çok farklı bir gö­
rüntü (imaj) sergiliyordu. Örneğin; Yüksek rütbeli devlet
memuru, yargıç, tüccar gibi saygın meslek sahibi insanlar,
tarikata casusluk yapıyorlar ve kendi hayatlarını da tari­
katın arzusuna göre yönlendiriyorlardı. Kendilerinden
fayda umulan büyük mülk sahipleri de bu şekilde tarikata
kazandırıldı. Ayrıca devletin yüksek makamlarına gelmiş
insanlar, hatta prensler ve kraliyet ailesinden gelenler, ta­
rikata katıldı. Bunlar bilinçli veya bilinçsiz olarak bu gö­
rünmeyen güce’ bir şekilde katkıda bulunmuş oldular.
Cizvit Tarikatının dıştaki ‘gizli biraderlerinin’
örgütlenmeleri, yönetimi ve bunların gündelik hayatta, yani
siyasette, ekonomide ve dünya tarihinin ‘perde arkasında’ oy­
nadıkları rol hakkında, çok az bilgimiz bulunmaktadır.
Bu ‘görünmeyen’ ve bütün dünyaya yayılmış şebe­
ke ağı olan, tarikatın egemenliği o dereceye varmıştı ki,
prenslerin ve imparatorların -onların bilmediği- hiçbir
isim kalmamıştı.
Örgütün dünyevi işleri “Procurates” denilen bir yö­
netimin elindeydi. Her bölgenin bir “Prokurator P.S.J’si
vardı ve o da Rektörler ve Profess’ler tarafından belirle­
nirdi.
Daha önce de bahsettiğim gibi, tarikatın başında
‘General-kongregation tarafından oy çokluğu ile -bir
ömür boyu- seçilen ‘Ordensgeneral’ (Tarikat Generali)
vardı. Generalin sınırsız yetkileri vardı. Seçim sırasında
herhangi bir direniş olursa, bu direnişçiler, uygun bir se­
çim yapıncaya kadar, tarikat kurallarına göre, bir hücrede
7 gün ve 7 gece aç ve susuz bırakılırlardı.
Tarikat Generalinin yanında, 4 veya 6 General
yardımcısından (Bakanlardan) oluşmuş bir meclis vardı.

155
Bunlar efendileri ve üstadları kontrol etmekle yükümlüy­
düler. Burada, hiç kimseye güvenmeyen Roma Katolik
Kilisesinin, kendi seçtiği kimselere de güvenmediğini ve
böyle bir hiyerarşik kontol sistemine ihtiyaç duyduğunu
görüyoruz.
Tarikatın en önemli ve en hayati prensibi ‘körükörü-
ne’ “cesetvari” (ceset gibi) bir itaat idi.
Bu Cizvit yasalarında şöyle ifade ediliyordu;
“Alttaki (Alt derecedeki) üsttekinin elinde bir ceset
(cadaver=kadavra)tir.”
Buradan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi, itaat ve yeni­
den itaat prensibi, tarikatın A’sından Z’sine egemen bulu­
nuyordu.
Tarikat üyeleri için vatan, aile, dostluk vb. kavramlar
mevcut değildi!.. O, bütün benliği ve varlığı ile tarikata
aitti. Şöyle ki, bir üstten izin alınmadan ne bir kitap oku­
nabilir, ne de bir mektup yazılabilirdi. Bir Cizvit üstünün
izni olmadan bulunduğu yeri terkedemez ve ziyaretçi
kabul edemezdi. Cizvitler’in birbirleri ile münasebetleri,
konuşmaları, giysileri ve davranışları bile yasalarla ve ta­
limatnamelerle belirlenmişti. Önderine karşı kör ve dü­
şüncesiz bir itaat, bize onlarla benzer düşüncelere sahip
olan Haşişiler’i hatırlatmaktadır. Cizvitler’in eğitiminde­
ki ‘hipnoz ve telkin’ uygulamaları Haşişilerde de vardı.
Cizvitler siyah bir şapka ve yine tamamen siyah renkli
cüppeler giyerlerdi.63
Cizvit Tarikatının gizli iç hayatı, Tapınakçıların gizli
öğretilerini hatırlattığı gibi, masonik yüksek derecelerin

63 İlginçtir ki, Almanya’d a ki Nasyonal-Sosyalist rejim sırasında S.S’ler de


siyah şapka ve el' iseler giyer, Cizvitler gibi ‘cesetvari itaat’ (Kadaverge­
horsam) yemini ederlerdi. S.S’lerin Reichsführer’i H. Himmler S.S’leri
tamamen -Nazilerin nefret ettiği- Cizvit modeline göre örgütlemişti.

156
yarı-mistik gizliliğine -k i artık ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramları
üst derecedeki inisiyeler için çok değişik manalar ifade
etmektedir- de benzemekteydi.
Bu gizlilik, temelde dini inançlar, kilise ve Papa
maskelerinin arkasında yatan büyük bir güç ve iktidar
hırsını perdelemekteydi. Yine bu gizlilik vasıtası ile dev­
letler ve milletler, Cizvitlerin şeytani dünya egemenliği
uğruna ayaklar altına alınmaktadır.
Tapınakçılar aristokratik-şövalye dünya düzeni’
için krallıklara ve Papa’lığa karşı mücadele verirken,
Hıristiyanlık adına savaştığını iddia eden Cizvitler, ger­
çekte demokrasiyi kendi egemenliklerini pekiştirmenin
bir aracı olarak görüyorlardı.
Cizvitler dıştan Papa ve Katolik Kilisesi için uğraşır gibi
görünürken, gerçekte iktidarı ele geçirmek için mücadele
veriyorlardı. Bu nedenle yollarına çıkan engelleri, kör kit­
leleri tahrik ederek yıkmaya uğraşıyorlardı. Buna tarihten
birkaç ilginç örnek verebiliriz; 1649 yılındaki İngiliz İhtilali,
1793 yılındaki ‘Büyük Fransız İhtilali,’ 1917’deki Bolşevik
İhtilali, 1918 Kasım ayındaki Alman (Komünist) İhtilali.
Bunların hepsinde Cizvit parmağı vardı!..
Kızıl enternasyonalin ateist Marksizmi, Yahudileşmiş
Masonluğun mavi-kızıl enternasyonali, Yahudiliğin sarı
enternasyonali ile Romanın kara enternasyonali, omuz
omuza Almanya’d aki milliyetçilik hareketine karşı bir
mücadele vermektedir.64
1930’lu yıllarda Almanya’da faaliyette bulunan
“Katolik Merkez Partisi” ve “Bavyeı a Halk Partisi,” Cizvit
örgütünün uyanan Alman millî bilincine karşı, ‘dalgakı­
ran olarak kurduğu partilerdi.
64 Kitabın, 1938 yılı Almanyasının atmosferini yansıttığını belirtmekte
fayda görüyorum.

157
Cizvitlerin tarihte (Özellikle Katolik Fransa’da) bü­
yük Protestan katliamları yaptığı bilinen gerçeklerdendir.
Bunlar içinde en önemlileri 1 Mart 1562’deki ‘Vassy’ kat­
liamı ile 24 Ağustos 1572 yılındaki ‘Bartholomeus gece­
si’ katliamıdır.
1660da Cizvit tarikatı ve emrindeki siyasi güçler,
‘inançsız’ Türkleri, Papayla ihtilaflı olan Katolik Venedik
Cumhuriyetine karşı kışkırtmaya muvaffak olamayınca,
Venedik’le açık bir çatışmaya girdiler ve bunun sonucun­
da bu ülkeden kovuldular. Ancak Papa VII Aleksander
zamanında Cizvitler yeniden Venedik’e girebildiler.
Yapılan anlaşmaya göre, hiçbir Cizvit Tarikatı üyesi üç
yıldan fazla Venedik’te kalamayacaktı.

158
ONUNCU BÖLÜM

GÜL-HAÇ KARDEŞLİĞİ

“Bir Gül-Haç derecesinin masonluğun önderl­


erince ustalıkla başlatıldığını saptamak için kanıtları
çoğaltmamıza gerek yok.... Kuramının, nefretinin, gü­
nahkar uygulamalarının, Kabalanın, Gnostiklerin,
Maniciliğinkilerle özdeş oluşu, yazarların kimliğini
açıklıyor bize: Yahudi Kabalacıları.”65

Batı Simyasının Kaynağı:

‘A ydınlanma Çağından bu yana ve zamanımız dahil


simyayı, modern kimyanın ilkel bir öncüsü alarak ka­
bul etmek âdet haline gelmiştir. Simya, kökenini kadim
Mısırlıların bir ruhban sanatında bulur. Bütün Avrupa’ya
ve Yakın Doğuya yayılmış ve muhtemelen Hint simyasını
da etkilemiş olan simya geleneği, kurucusu olarak Hermes
Trismegistos’u tanır, uç kere büyük Hermes’ kadim Mısır
Tanrısı Thoth ile özdeşleştirilmişim
Simya (alchemia) ifâdesi Arapça el-kimyadan gelir, bu­
nun da Mısırın bir unvanı olan ve muhtemelen simyacıların
materia priması’nın (Asli cevher) da bir sembolü olmuş ‘kara
toprak’ ibaresine bir gönderme olabilecek kadim Mısırca
keme’den türediği söylenir.

65 Kaynak: Mons. Leon Meurin, S. J. (Cizvit Papazı), “La Franc-Maçonne­


rie, Synagogue de Satan” (Şeytanın Sinagogu Masonluk) Paris, Retaux,
1893, s. 182.

159
Her durumda, hâlâ mevcut olan en eski simya çizim-
leri, Mısır papirüslerinde bulunur.
İlk dönem Mısır belgelerinden hiçbirinin geriye kal­
maması şaşırtıcı değildir, çünkü şifahi olarak aktarılmak,
kutsal bir sanatın temel özelliğidir.
Hermes Thoth’a atfedilen bütün metinleri içine alan
Corpus Hermeticum (Hermetik Külliyat) denen eserin
bize Yunanca ulaşmış olması ve az veya çok Eflatuncu
bir dille örtülmüş olması tamamıyla doğaldır. Delil
şunu gösterir ki, ‘Zümrüt Tablet’ denen şey de Corpus
Hermeticum’un bir parçasıdır. Zümrüt Tablet, kendini
Hermes Trismegistos’ta bir vahiy olarak takdim eder ve
Arapça ve Latince yazan simyacılar tarafından sanatla­
rının kanun listesi olarak kabul edilir.
Mitolojik zeminiyle birlikte simyanın, tek tanrıcı
dinlerin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) içine dahil
edilmesinin nasıl mümkün olabildiği şüphesiz sorulacak­
tır. Bunun açıklaması şöyledir; Gerçekte hem metallerin
(ve genel olarak madenlerin) harici sahasıyla, hem de nef­
sin dahili sahasıyla ilişkili olan simyaya özgü kozmolojik
perspektifler, kadim metalürji ile organik olarak bağlan­
dı, bu yüzden zanaat ile birlikte kozmolojik arka plân, te­
rimin en geniş anlamında sadece bir tabiat (physis) bilimi
olarak devralındı, daha doğrusu Hıristiyanlık ve İslam,
müzikte ve mimarideki Pisagorcu geleneği benimsedi ve
ona tekabül eden manevi perspektifi de özümledi.
Hıristiyan bakış açısından simya, vahyedilen haki­
katler için doğal bir ayna gibiydi; Bazı metalleri altına ve
gümüşe çeviren Filozof Taşı Hz. İsa’nın bir sembolüydü
ve bu taşın, kükürdün ‘yanmayan ateşi’ ve cıvanın sebat­
kâr suyundan üretilmesi, Hz. İsa’nın doğumunu andırır.

160
Hıristiyan inancı tarafından benimsenmesi ile birlik­
te simya, manevi olarak bereketlenirken Hıristiyanlık da
onda gerçek irfana (gnosise) götüren bir yol buldu.
İslam dünyasında da Hermes Trismegistos genellikle
Hz. İdris (Enoş) ile özdeşleştirilir.
Simyacılar, çeşitli metalleri, gezegenlere, atfettikleri
semboller vasıtasıyla gösterirler ve gerçekten hem me­
tallere, hem de gezegenlere aynı ismi verirler. Altın için
‘Güneş,’ gümüş için ‘Ay,’ cıva için ‘Merkür,’ bakır için
‘Venüs,’ demir için ‘Mars,’ kalay için ‘Jüpiter’ ve kurşun
için ‘Satürn’ derler. Bu şekilde kurulmuş uygunluklar
simya ile astroloji arasındaki ilişkiyi gösterir, bu ilişki
‘Z üm rüt Tablet’inde şöyle ifade edilir; “Altta olan ne var­
sa yukardakine benzer.”
Batılı biçimlerinde Hermesçi gelenekten çıkan astro­
loji ve simya, gök ve yer gibi birbiriyle bağlantılıdır.
Astroloji, Zodyak’ın ve gezegenlerin anlamını yo­
rumlar, simya ise unsurların ve metallerin anlamını.
Zodyak’ın 12 burcu, İlahi Akılda sabit şekilde içeri­
len arketiplerin basitleştirilmiş bir resmidir. Öte yandan
ateş, hava, su ve toprak unsurları ise sembolik olarak, asli
cevherin (materia prima) ilk ve temel farklılaşmalarıdır.
Halbuki gezegenler, birbirlerine nispetle konumlarından
dolayı, farklılaştırılmış ve zamansal bir tarzda, Zodyak’ta
içerilen imkânları izhar ederler ve böylece de Sema’dan
yere inen ilahi Ruhun faaliyet yollarını temsil eder, metal­
ler kendi hesaplarına, Ruh veya Akıl tarafından olgunlaş­
tırılmış’ unsuri cevherin ilk meyvelerini temsil ederler.
Okuyucuya bu bilgileri vermemin sebebi, Gül-Haç
örgütünün simya ile ilgili bağlantılarına bir nebze açıklık
getirebilmek içindir.

161
Almanya’da 16’ncı Yüzyıl sonlarına doğru, astroloji ve
alşimi (simya) ile ilgili araştırmalar çoğalmaya başlamıştı.
Astrologlar kozmik dünya ve dünyevi olaylar arasında­
ki bağlantıları çözmeye çalışırken, simyacılar bazı doğal
maddelerden başka maddeler elde etmeye uğraşıyorlardı.
Örneğin, kömürü elmasa, kurşunu altına dönüştürme ça­
balan içindeydiler. Simyacıların yapay altın elde edebilmek
için “Bilgelik Taşı”m (Filozof Taşı) kullandıkları, insan ha­
yatını uzatan bir çeşit “iksir” buldukları söyleniyordu.
Gerek astrolojinin, gerekse simya (alşimi)’m n köken­
leri eski Sümer, M ısır ve Babil medeniyetlerine kadar
uzanmaktdır.
“Paracelsus” veya “Bombastus” adıyla bilinen ‘Philippus
Aureolus Teoprastus Von Hohenheim,’Alman simyacıları için­
de en meşhur olanıdır. Bir diğer ünlü isim ise, sihirbaz ve kahin
‘Agrippa Von Nettesheim’ idi.
Efsanevi “Kara Kimya” çerçevesi içinde 1589’da
“Historia Von Doct. Fausti” (Ünlü sihirbaz ve 'karasanaf
ustası, Dr. Faust’un Tarihi) adlı bir kitap yayınlandı.
Simyacıların, maddeleri dönüştürme işlemini ruh-
sal-manevi alana taşımaları ile, yani maddesel insanı,
ilkel, saf, ruhsal insana dönüştürme çabalan da başla­
dı. Böylece ‘maddesel’ simyadan “Simya Felsefesi" ve
“Panzofi”ortaya çıktı.
Paracelsus’a göre, insan üç ana unsurdan yaratılmıştı;
Tanrı, Gök ve Dünya. Dünyevi her şey göklerden yaratıl­
mıştı. Tanrı her yerde ve her şeydeydi. Görünen dünya
onun varlığının bir dışa yansımasıydı.
Ona göre, bütün elementlerde ve maddenin görünen
şekillerinde gizli ruhlar, elf’ler (peri’ler), gnonilar (top­
rak ruhları veya cinleri) ve cinler yaşıyordu.
‘Panzofi’bütünüyle ruhsallaştırılmış simyanın bir kar­
162
deşidir. Panzofı, temelde gnosis, Yeni-Platoncu Teozofi,
Kabala, Yahudi-Arap fantezisi ve biraz da felsefe ve batıl
inançların garip bir karışımından oluşmuştu. Panzofıstler
için ‘gül’ doğanın, ‘haç’ ise Tanrı’nın sembolü idi.
Hermes Trismegistos, Aristoteles, Albertus Magnus
gibi isimler ile, Mısır ve eski Yahudi gizli öğretileri, ka-
balistik, majik, teurji,66bu gizli atmosferi soluyan mistik
insanlar çevresinde önemli bir yer tutuyordu. Kayzer II.
Rudolf Von Habsburg, esrarengiz İskoçyalı John Dee,
Prag’lı Haham Löw, Ursinus Von Rosenberg gibi isim­
lerle, ‘Hermetik Kardeşlik’ veya ‘Gül-Haç’lar’ örgütü, o
günlerdeki simya imparatorluğunun önemli temsilcileri
arasındaydı. Yine o günlerde felsefi mistisizm veya sem­
bolik alşiminin temsilcisi ‘Jakob Böhme’ (veya Böhm)
adlı bir kişi idi. Ona “Philosophus teotunicus” (Toton
Filozofu) deniyordu.
1575 yılında fakir bir köylü çocuğu olarak
Altseidenberg-Görlitz’de (Almanya) dünyaya gelen
Böhme, mistik yazılarla uğraşıyordu ve üstad Paracelsus
Bombastus’tan çok etkilenmişti. Başlangıçta Böhme,
‘sapkın düşünceleri dolayısıyla Protestan cemaatinden
büyük tepkiler almıştı. Böhme’nin hayatı boyunca hiçbir
yandaşı, arkadaşı veya öğrencisi olmadı. O, hiçbir zaman
bir mezhep veya gizli örgütün kurucusu da olmadı. 1624
yılında tek başına yaşadığı bu dünyadan sessizce ayrılıp
gitti.
‘Gül-Haçlılar’ın Hermetik Kardeşliğini etkileyen
düşünceler arasında Böhme’nin düşünce dünyasının

66 Teurji, gizli varlıklarla (tannlar, ruhlar, cinler) eşleşen saf şeyler olan
simgeler ile, örneğin, Güneş ile altın gibi farklı şeyler arasındaki eşleş­
tirm e yasasına göre, ilişkiler olan işaretler ile uygulanır.

163
-yani Deism’in doğa felsefesinin- etkisi küçümsenemez.
Jakob Böhme’nin izinden giden HollandalI tüc­
car H endrik Beets 1660 yılında Amsterdam ‘da “Melek
Kardeşler” mezhebini, İngiliz William Law da İngiltere’de
“Böhme” mezhebi’ni kurdu.
1697 yılında Jane Lead Londra’da, temelini Böhm’ün
düşüncelerinin oluşturduğu, “Philadelphist’ler örgütü­
nü kurdu.
Almanya’da mistik Gül-Haç’çı Johannes Bermeier
Böhle’ün manevi mirasçısı olduğunu iddia ettiği
“Societas Regalis Jesu C hristi” adlı örgütü kurdu.
1754 yılında Fransa’d a Portekizli bir Yahudi olan
Martinez Paschalis, yine Böhm’ün düşüncelerine da­
yanan mistik “Martinisi” gizli örgütünü kurdu. Bu gizli
tarikatın Paris, Lyon, Marsilya, Bordo ve Toulouse’ da şu­
beleri vardı.
Martinistler’in gizli öğretileri, Gnostizm ve Yahudi
- Kabalasının bir karışımından oluşmuştu. Gerçekte
Paschalis’in düşüncelerinin arka plânında Yahudi-Tevrat
öğretileri yatıyordu. Tarikatın kurucusu ve büyük üsta­
dı Martinez Paschalis’in kendi hayatı da sırlarla doluydu.
Paschalis, devamlı olarak beklenmedik bir şekilde bulun­
duğu yerden kayboluyor ve aniden bir başka yerde ortaya
çıkıyordu (Eskilerin deyimi ile tayyi-mekân yapıyordu).
1778’e kadar devamlı olarak Paris ve Lyon’d a yaşa­
dı. Günün birinde esrarengiz bir şekilde St. Domingo
Adasına kaçtı ve 1779’d a orada öldü.
“Martinistler Tarikatı” (Orden der Martin isten) veya
diğer adıyla “Seçkin Kahanim” (İbranice ‘Kohen’ veya
‘Kahen: Yüksek rahip, kahin anlamına gelmektedir.) ör­
gütünün 9 derecesi vardı. Bu dereceler; Klasik üç maso-

164
nik dereceye (çırak, kalfa, usta) ilaveten ‘Büyük Seçkin
Üstad,’ ‘Koherı Çırağı,’ ‘Kohetı Kalfası,’ ‘Kohen Üstadı,’
‘BüyükM imar,’ ‘Konttur67Şövalyesinden oluşuyordu.
Kurucusu Paschalis’in ölümünden sonra, tanınmış
Marki de St. Martin tarikatın başkanlığına geçti. O da ta­
rikatın dünya görüşünü tamamen Jacob Böhme’nin öğre­
tilerine dayandırıyordu.
1600lü yılların başında Tübingen (Almanya) l i an-
tikçağ araştırmacısı ve Kabalist Christoph Besold, “Bütün
dünyada genel reform” adıyla bir kitap neşretti.
1614 yılında bu kitap, yazarının adı zikredilmeden,
‘Fama fraternitatis rosaceae crucis’ veya ‘R.C Kardeşliği’
adına yeniden yayınlandı. Aynı zamanlarda “Fama”68
(1614) ve 1615’de Almanca ve Latince olarak “Confessio
fratrum rosaceae crucis” adlı bir kitap yayınlandı ve ina­
nılmaz sayıda okur kitlesine yayıldı.
Tirol’de Adam Haselmayer, 1610 yılında kendi el yazısı
ile “Gül-Haç Kardeşhği’’nin kuruluşunu açıkladı. Yazısının
başlığında “Fama fraternitatis Christiani Rosenkreutz” (Gül-
Haç Kardeşliği) ibaresi vardı.
Dinkelsbühl’lü (Almanya) Kabalist Johannis Hörner,
1590 yılında “Fraternitas R.C” adlı gizli bir grubun varlığın­
dan söz etmektedir.
Adı geçen yazıların basılması, Güney Almanya ve
Avusturya’daki Katolik çevrelerce “inançsız”ların bir ey­
lemi olarak algılandı. ‘Karşı-Reformasyon hareketinin
öncüsü olan Alman Kayzeri III. Maximilian ve Cizvitler’i
bunları tedirginlik ve şüphe ile karşıladı.
1615’de Almanya’nın Köln şehrinde Themis aurea,
hoc est de Legibus fraternitatis roseae crucis’ başlığı al­
67 Kom tur: Bir papaza ait varidat (zaamet).
68 Fama: Rivayet, söylenti anlamında.

165
tında bir ‘Gül-Haç’ tarikatının kuruluş manifestosu ya­
yınlandı. Yazan Alman Kayzeri II. Rudolfs’un dokto­
ru, ‘Büyücü’ namıyla maruf, Dr. Michael Mayer’di. Bu
‘Themis aurea’ya göre, “Fama fraternitatis R.C” yani
Gül-Haç’ın kurucu babası, Christian Rosenkreutz idi. C.
Rosenkreutz, 1378 yılında St. Agnes / Zwolle’de (Alman­
ya) dünyaya gelmiş, aristokrat bir ailenin çocuğu idi. Bazı
kaynaklar Gerhart van Groot veya Croit’in Gül-Haç’ın
manevi babası olduğunu iddia ederler.
Genç Rosenkreutz, saygın eğitmeni ve baba dosdarı ile
birlikte Akdeniz ülkeleri gezisine çıkmış ve doğunun kut­
sal şehirlerini görme fırsatını bulmuştu. Bu yolculuğu es­
nasında yolu Arabistan’a düşen, Rosenkreutz orada çok sı­
cak karşılanmış ve Yemendeki ‘Damcar’ veya ‘ Damardaki
felsefe okulunu69 ziyaret etmişti. O zamanlar ‘Damarda
‘Seitid’ler (Seyitler mi?) denilen bir yüksek okul vardı.
‘Damar’ eski çağlarda “Sabiiler”in (Bu konuda
‘Gnostikler’ ve ‘Sabiiler’in Peygamberlik Anlayışlan’ bölü­
müne bakınız) -k i Hz. İbrahim’in soyundan geldiklerini
iddia ediyorlardı- başkenti idi.
Sabiiler’in koruyucu tanrısına Mısırlılar ‘Thoth’ (Tat),
Yunanlılar ise, ‘Hermes Trismegistos’ diyordu.
Tanınmış Yahudi filozof ‘Moses ben Maimon ben Jo-
seph’ (Maimonides olarak bilinir.) ve Tyana’lı Apollonius’un
eserleri de ‘Sabii’ kaynaklarına dayanıyordu.
Sabiiler’in kozmik olaylar hakkındaki bilgileri­
nin etkileri, C. Rosenkreutz’un “Liber Mundi (Yeryüzü
kitabı=Gök cisimlerinin hareketleri ile ilgili Tanrısal yasa-
69 Tarih içinde, İbrani Sabiiler’in Mısır’a göç etmeleri gibi, Sabiiler’in bir
kolu da Yemen’e gitmişti. Kuranda da bu Yemen inanışına değinilmekte
ve onlardan ‘Tek tanrı inanırları” olarak bahsedilmektedir. İslamiyet
üzerinde öğretileriyle etkili olan da büyük bir ihtimalle Sabiiliğin bu
koludur.

166
larm açıklanması) adlı kitabında açıkça görülür. R. C’nin
bir diğer kitabı ise, ‘Liber Naturae’ (Doğa kitabı=Dünyevi
yaratılışı ve Mikrokozmoz’u yöneten yasalar) idi.
Gül-Haç’ın kurucu babası Christian Rosenkreutz
Arap topraklarında, arap bilgeliğini, “Kraliyet Sanatı’nm
gizli hâzinelerini ve insan hayatanı uzatma sanatını öğ­
renmişti. Mısır’da bir süre kaldıktan sonra-bilindiği gibi
Mısır “Kara Sanatlar”ın vatanıdır-Rosenkreutz Fas’a git­
ti. Orada “Alşimistlerin Hermetik Kardeşliği” örgütü ile
tanıştı ve bu kardeşliğin gizli çevresine katıldı. Christian
Rosenkreutz burada edindiği bilgileri Almanya’ya taşı­
dı. İspanya ve Fransa yoluyla Güney Almanya’ya dönen
Rosenkreutz, burada eski okul arkadaşlarının üçüyle
bir grup kurdu. Bu grup üyeleri zamanla sekize çıktı.
Birbirlerine sessizlik yemini ile bağlanan bu gizli grup,
daha başka üye kabul etmeme kararı aldı. Yedi sadık ar­
kadaşı ile tam bir ruhsal uyum ve denge içinde bulunan
Christian Rosenkreutz, birliğin gizli lisanı olarak ka­
bul edilen “Büyülü Yazıyı” yani ‘Liber M undi’yi yazdı.
Ayrıca en ince ayrıntılarına kadar ele alınmış gizli bir ta­
rikat yasası hazırladı. Christian Rosenkreutz, tarikat için
yüzyıl ötesine kadar uzanan bir çalışma plânı hazırladı.
Zengin tecrübelerini ve bilgilerini yalnız ‘Rosenkreutz’
inisiyelerinin anlayabileceği bir lisanla kitaplara aktardı.
Sekiz arkadaş birbirlerine sadakat ve sessizlik yemini
ile bağlandıkları gibi, üstatlarına da körükörüne ve mut­
lak itaat edeceklerine yemin ettiler.
Yüzyıl boyunca bu gizli birlik, bütün dünyaya karşı
sessizliğini korudu. Sekiz biraderin her biri kendi ölümle­
rinden sonra yerlerine kimin geçeceğini bile tespit ettiler.
Biraderlerin beşi, her yıl dönüşümlü olarak ve tanınm a­
dan öğrenciler yetişterecek “Yüksek Bilimi” ve tarikatın

167
düşüncelerini yayacaklardı. Biraderlerin herbiri tanın­
mamak için üzerlerinde tarikata ait herhangi bir işaret
taşımadıkları gibi, birbirlerine de herhangi bir el işareti
yapmaktan kaçınırlardı. Tarikatın yegâne kimlik belirtisi
kamufle edilmiş ismi ve büyülü yazı ile yazılmış Christian
Rosenkreutz harfleri idi.
Her yıl C hristian Rosenkreutz Kardeşleri belirli
bir saatte tarikat evinde (Sti Spiritü) sessizce toplanır
ve tarikatın m eselelerini tartışırlardı.
Christian Rosenkreutz 1484 yılında 106 yaşında
öldü. Rosenkreutz’un bütün hayatı olduğu gibi ölümü de
sırlarla doludur. Mezarının da nerede olduğu, biraderleri
tarafından gizli tutulduğu için bilinmemekteydi.
Fama’da anlatıldığına göre, R.C’nin kurucu babasının
ve üstadının ölümünün üstünden 120 yıl geçtikten sonra,
1604’de tarikat evinde tadilat yapmak isteyen biraderler,
üzerinde altın varaktan harflerle “Post CXX annos pate-
bo!” (120 yıl sonra açılacak) yazan gizli bir kapı ile kar­
şılaştılar. Bu esrarengiz kapı, yapay bir şekilde aydınlatıl­
mış yedi köşeli bir odaya açılıyordu. Odanın tabanı düz
taşlarla örülmüştü. Bütün oda yanan ampullerle gün ışığı
gibi aydınlatılmıştı. Duvarlarda bir sürü dolap ve dolap­
larda her çeşit mistik alet ve edavat, aynalar, lâmbalar ve
nadir ‘mucizevi’ kitaplar bulunuyordu. (Bunlar arasında
‘Vocabularium Theophrasti Paracelsi de vardı.) Ayrıca ta­
rikat yasaları ve Christian Rosenkreutz’in kendi el yazısı
ile kaleme almış olduğu, özgeçmişi ve yolculukları hak­
kında geniş bilgiler vardı.
Ama daha da ilginci, biraderlerin bir katafalk’ın al­
tında tarikatın kurucusu C. R’nin bozulmamış cesedini
bulmaları idi. Cesedin elinde, parşömen kağıt üzerine

168
altm harflerle yazılmış, kutsal kitap, “Kitap T” bulunu­
yordu. Bu kitapta Luther’in evanjelik-Hıristiyan öğretisi
ile ilgili bilgiler vardı.
Kitapta bulunan tarikat nizamnamesine göre,
Yahudiler, çocuklar ve kadınlar tarikata giremezlerdi.
Burada her ne kadar özel bir siyasi gündem yoktuysa da,
Alman Reich’ına ve Kayzerine itaat edilmesi gerektiği
söyleniyordu.
İlginçtir ki, üstad Christian Rosenkreutz’un yeraltın-
daki mezarı, Romalılar zamanında yapılmış ‘Mitra kül­
tüne’ ait mağara tapmaklardan biriydi.
“Confessio” (itiraflar) ’da açıklanan Gül-H aç
tem el düşüncelerinde, o nların M üslüm anlığa ve
Papa’lığa karşı old u ğ u n u öğreniyoruz.

Gül-Haç Örgütünün İslami Menşei:

Yazar Emile Dantinneye göre, esrarengiz Rose-Croix (Gül-


Haç) cemiyetinin tarihini bilmek için 17’nci Asrın başında
Avrupada varlığını kanıtlayan eski belgelere danışmak şarttır.
Bu belgeler arasmda en önemlisi yazarları meçhul olan 147
sayfalık Reformasyon veya “Genel Reform” (Allgemeine
und generale Reform ation des ganzen weiten Weltes heneben
der Fama Fratenitatis des löblichen Ordens des Rosenkreutzes
an aile Gelehrte und Häupter Europae geschrieben”) 1614’de
Cassel-Almanyada Wilhelm Wessel matbaası tarafından
basıldı. Reformasyonun esas kısmı Fama Fraternitatis, 1614
baskısının 91 ve 118 arasındaki sayfaları oluşturuyordu.
Fama Fraternitatis hayatını özetlediği Christian Rosen­
kreutz tarafından yazılışından iki asır önce kurulan gizli bir
kardeşlikten söz ediyor.

169
Asil bir aileden doğan Christian Rosenkreutz, erken
bir yaşta yetim kalmıştı. Bir manastırda yetişip, 16 yaşında
Arabistan, Mısır ve Fas’a seyahat etmişti. Müslüman ülkele­
rine yaptığı bu seyahatlar sırasında çevirdiği ‘M’ kitabından
kaynaklanan evrensel armoni bilimini ona öğreten Doğulu
bilgelerle temas kurmuştu. Bu öğretilere dayanarak, aynı
anda evrensel dini, felsefi, siyasi ve sanatsal reform plânını
tasarladı. Bu plânı gerçekleştirmek için birkaç müridiyle bir
araya gelerek topluluğa “Gül-Haç” adını verdi.
Fama’ya göre, Christian Rosenkreutz gençliğinde
“kardeş” RA.L ile birlikte kutsal yerleri ziyaret etmeye
teşebbüs ettiğini, ancak bu kardeşin Kıbrıs’ta öldüğünü,
dolayısıyla Kudüs’e gidemediğini, bunun yerine ülkesi­
ne dönmeyerek Şam’a gittiğini anlatmaktadır. Şam’d an
Kudüs’e gitme plânlarını hastalık nedeniyle erteleyen
C.R, kullanmasını bildiği tıbbi ilaçlar sayesinde Türkler’in
dostluğunu kazanmış ve Arabistan’d a (Damkar) bilginleri
ile temas kurmuştu. Bu bilginlerin, gerçekleştirdikle­
ri mucizeleri ve doğunun bütün sırlarının onlara nasıl
açıklandığını öğrenmişti. Daha fazla sabredemeyen C. R.
Araplarla bir anlaşma yaparak belirli bir para karşılığın­
da, onu Damkar’a götürmeleri konusunda anlaştı.
Eğer 1378 yılını Christian Rosenkreutz’un doğum
yılı olarak kabul edersek, Orta Doğudaki yolculuğunu
1389-1402 yılları arasında yapmış olması gerekir.
C.R. gibi Arap kültürünü takdir eden ve seven genç biri­
nin, İslam ülkelerinde bilgili çevreler tarafından kabul görüp
aralarına girme fırsatmı kaçırmaması gayet doğaldır.
Halifeliğin sonu ile ortaya çıkan entelektüel çöküntü­
ye rağmen, Kahire, Bağdat ve Şam üniversiteleri halen çok
itibarlıydı. Papa IX. Gregory’in Aristo ve Arap filozofları
üzejrindeki yasağı kaldırmasının Ortaçağ Skolastiği üze­

170
rinde çok yoğun etkileri olmuştu.
Bu açıdan genç bir Alman bilginin Kudüs’e gitmesi ve
Arap felsefesi öğrenmeye çalışması hiç de yadırganacak
bir şey değildi.
C. Rosenkreutz ile ‘Damasco’ bilginleri arasında­
ki ilişki konusunda ‘Fama Fraternitatis’ aslında pek açık
değildir. Bu yer ‘Damascus’ (Şam) olabilir mi? Bu şe-
hire Araplar “Damaşkun” derlerdi. Dolayısıyla DMKR
(Damkar) kelimesi esrarını korumaktadır.
C. Rosenkreutz Damkar’d a Arapça’sını geliştirerek,
bir yıl sonra “M” kitabını Latinceye çevirdi. Yazarın “M”
kitabı ile ne kastettiğini anlamak oldukça zor. Belki de bu
adı taşıyan Aristo’nun kayıp bir kitabının tercümesi ima
edilmektedir, ancak bu pek mümkün görünmemektedir.
Çünkü Fama’d a aynı şekilde tek bir harfle adlandırılan
başka kitaplardan sözedilmektedir.
Özellikle tıp ve matematik üzerinde çalıştığı üç yıllık bir
süreden sonra, Arabistandan araştırmalarını bitki ve hayvan­
lara yoğunlaştırdığı Mısır’a hareket etti. Fas’a doğru yolculuğa
çıkmadan önce Mısır’da pek uzun kalmadığı gözükmektedir.
Fas için söyledikleri ise oldukça dikkat çekicidir;
“Her yıl Araplar’m gönderdiği temsilciler toplanır ve
birbirlerine sanatlarda (Bilimlerde) daha iyi bir şeylerin
keşfedilip keşfedilmediğini veya deneylerin temel ilkele­
rini çürütüp çürütmediğini sorgularlar. Dolayısıyla her
yıl matematiği, tıbbı ve maji’yi geliştiren yeni şeyler or­
taya çıkar.”
Christian Rosenkreutz, Arap nıajilerinin tam olarak
saf olmadığını ve Kabalanın dini doktrinlerle yozlaştığını
farketti. Rosenkreutz’a göre Fas’ta tanıştığı bilginler, diğer
Müslüman ülkelerdeki bilginlerle sürekli temas halindey­

171
diler ve elementleri araştıran bazı bilginler, ona birçok
sırlarını açıklamışlardı.
Bu sıralarda Fas, felsefi ve okült araştırmaların mer­
kezi idi; burada Abu-Abdullah, Gabir ben Hayan ve imam
Cafer al Sadık’ın simyası, Ali-aş-Şabramallişi’nin astroloji
ve majisi, Abdarrahman ben Abdullah al îskari’nin ezote-
rik bilimleri vardı.
Sırların söz konusu oluşu, kesin bir şekilde gizli ce­
miyetlerin öğretilerini ima etmektedir. Daha önce de de­
ğindiğim gibi, Sabiiliğin Arap dünyasındaki gizli bilim­
lerde çok geniş etkisi vardı. Aslında C. Rosenkreutz’un
M.S. 622 yılında Basra’d a gelişen Ihvan-üs-Safa (Saflık
Kardeşleri)’d an bazı sırlar aldığını düşünmek akla daha
yatkın gelmektedir. Bu gizli cemiyetin doktrini Yeni-
Pitagor’cu yorumlara dayanmaktaydı. Pitagor ekolünden
olanlar, her şeyi sayısal değerlere göre algılardı. İhvan-üs-
Safa’nın İslami yorumlarının heterodoks oluşu dolaysı
ile, toplumdan gizli tutulurdu. Örneğin, diriliş anlamına
gelen ‘kıyamet’ kelimesinin aslında kıyam’d an geldiğini,
dolayısı ile ruh bedeni terk ettiğinde kendi cevherinden,
özünden geçinerek varlığını sürdürdüğüne ve kıyametin
gerçek anlamının bu olduğu kabul edilirdi.
İhvan-üs-Safa öğretisinin gizli kısmı teurji, kutsal ve
melek isimleri, çağrı ve celpler, Kabala ve egzorsizm (Şer
etkileri defetmek veya şeytan kovma) gibi konular üze­
rinde yoğunlaşmıştı. İhvan-üs-Safa, Sufi’lerden farklıydı
ama birçok doktrini de paylaşıyordu.
Bu öğretiler, C. Rosenkreutz gibi bir Hıristiyan inisi-
yenin dikkatini çekecek kadar Hıristiyanlıktan kaynakla­
nan karşılıklı etkileşim taşıyordu. Onlarda bulunan logos
(kelam) doktrinin, Hıristiyanlıktan farklı olduğu kesindir,

172
ancak Hermetik ve Yeni-Platoncu doktrinlerin Gül-Haç
rimellerinde bir şekilde senkronize olduğunu (kaynaştı­
ğım) görmekteyiz.
Gül-Haç’çıların “Yaratılış D oktrim ’nin aynısını îbni
Sina’nın felsefesinde de görebiliriz.
Tanrı doğrudan doğruya dünyayı yaratmıyor, ancak
‘İlk Sevkedici’ sıfatında bir saf zekâ (Akl-ı küll) olarak zu­
hur ediyor.
Christian Rosenkreutz’un tbni Sina veya Abdülkerim
al-Jili’nin öğretilerinden etkilendiği sanılmaktadır. Gül-
Haç teurjisi, Sufi’lerinki ile hemen hemen aynıdır, ama
Sufıler Kuf andan kaynaklanan çok zengin bir melek bili­
mine sahiptirler.
1616 yılında “Chymische Hochzeit” (Kimyasal
Nikah) başlığını taşıyan satirik-fantastik bir roman yayın­
landı. Yazarı Lutherci din adamı Johann Valentin Andrea
idi. Kitabın gerçek yazarı Valentin değildi. Bu kitap ilk
kez 1459’d a “Gül-Haç Kardeşliği” örgütünün kurucusu
Rosenkreutz tarafından hazırlanmış bir çalışmaydı.
Simyacılar ‘Kurşun elementine “Saturnum ” derlerdi
ve bu, kırmızı ve beyaz kükürtün (Yani kırmızı veya be­
yaz gülün) içinde çözülürdü. .
Efsanevi “Saturnum”a, Alşimistlerin lisanında
“Acidum naturae” veya “Gül-Haç” denirdi. Görüldüğü
gibi her çeşit ‘Gülhaççılık,’ Simya felsefesi ve Panzofı’den
çıkmaktaydı. Johan Valentin Andrea’mn Tübingendeki kü­
çük gizli grubu, “sapkın” Jakob Böhme’nin düşüncelerini
‘Rosenkreutz’ etiketi altında Avusturya, Macaristan, Leipzig,
Rostock, Stettin, Strassburg’da yaymaya çalışıyordu. Andrea
Linz ve Tunada bir çeşit ‘Rosenkreutz’ örneğine göre Lutherci
bir loca kurmuştu.

173
Valentin Andrea gerçekten bir Gül-Haç mıydı bilin­
mez ama, onun o günlerin siyasi hayatından fazla uzak
olmadığı kesindir. Andrea, 1612-1619 yılları arasında
Avusturya’da faal olan “Brüderschaft Christi” (Hıristiyan
Kardeşliği) gizli örgütünün kurucusu idi. Bu örgütün ku­
ruluş amacı, Avusturya’ya egemen olan katolik Cizvitlere
karşı protestanlığı savunmaktı. Bu örgüt üç yıl sonra hü­
kümet tarafından kapatılıp, yasaklandı. Kardeşlik örgü­
tünün yasaklanmasında, Papalığın onayını almış olan
katolik “Mavi Haç Tarikatı”mn büyük rolü olmuştu.
J. V. Andrea’nın ‘Gül-Haç’ tutkusu o derece ilerle­
mişti ki, kendi ailesinin asalet armasına bile “Fraternitas
Rosaceae Crucis” yazdırmıştı. Ayrıca miğferinin yanları­
na da Gül-Haç’ın mistik parolasını yazdırmıştı; “S.U.A.T.
}.” (Yani, ‘Sub umbra ala-rum tuarum, Jehova! = Senin
kanadının gölgesinde, Yehova)
Gül ve Haç insanlığın en eski sembollerindendir.
Hıristiyanlığın ilk başlangıç yıllarında ve çok daha önce­
leri, Örneğin; Eski Hint Tanrılarının efsanelerinde ‘Gül
ve Haç’ önemli bir rol oynuyordu.
Ortaçağdaki Trabadur70 şarkıcıları ve aşk şiirleri (şar­
kıları) okuyanlar da bu sembolleri kullanıyorlardı. Burada
‘Gül’ mucize anlamına geliyordu. Bu sembolleri Alman
inşaat loncaları da kullanıyordu. Bu loncaların gotik kili­
selerin yapımında mistik inşa sembollerini kullandıkları
bilinmektedir.
1597 yılında Petrus Winzig (Breslau) ve 1613 yılında
Valentin Weigels panzofik yazılar yayınladılar. Prenslik
danıştay üyesi Julius Sperber “Bin Yıllık Reich” adlı tarihi
ve okült ifşaatlarında “Süleyman Kardeşleri Tarikatı”nı

70 Ortaçağda şatoları dolaşarak şiirler okuyanlar.

174
kurduğunu açıklamıştı.
1600’lü yılların Almanya’sında en önemli Gül-Haç
üyeleri olarak şu şahısları sayabiliriz; Josephus Stellatus
(asıl adı: Christoph Hirsch), Johann Gerhard (Jena),
Johann Schubert (Nürnberg), Polycarp Lyser (Leipzig),
Daniel Sennert (Wittenberg), Balthasar Goschelius
(Ulm).
Johan Valemin Andrea, Prag’lı Böhm’cü bilgin Amos
Comenius ve öğrencisi Danzig’li Yahudi Samuel Hartlib
ile çok yakın ilişkiler içindeydi. S. Hartlib, “Societas
Christiana” (veya ‘Collegium Spiritus Sancti’ = Kutsal
Ruh Okulu)’nın kurucusuydu. Bu okuldan daha sonra
“Antilia” veya “Macaria” adlı ‘teozofik kardeşlik’ örgütleri
türemiştir.
J. Sperber’in “Gül-Haç’ın Tanrı Tarafından
Aydınlatılmış Kardeşliğinin Sesi” adlı dergide yazdığına
göre, Gül-Haç örgütünün kökenleri Hz. Ademden baş­
layıp Hz. Nuh’u izleyerek, Hz. İsa’ya kadar dayanıyordu.
Sperbere göre ilk Gül-Haç yasasını Hz. İsa yapmıştı!..
Gül-Haç’ın Hıristiyanlık anlayışı, kiliseden çok fark­
lıydı. Çünkü temelde Gül-Haç, Komadaki Papadan da
Katolik Kilisesinden de nefret ediyordu!..
Onlara göre Papa Deccal (İsa-aleyhtarı)’in ta kendisi
idi. Gül-Haç Katolik Kilisesinin cadı ve şeytan avına karşı
çıkarak, bunları ‘batıl inançlar’ olarak değerlendiriyordu,
fakat öte yandan kendileri Paracelsus’un Öğretilerindeki
elemanter ruhlara, şeytanlara ve meleklere inanıyordu.
Altın yapmayı ve diğer alşimist sanatları gülünç ve değer­
siz şeyler gibi gösteren Gül-Haç, aslında ‘Kraliyet Sanatı’
vasıtasıyla her çeşit dünyevi hâzineye sahip olmaya ve ha­
yatlarını uzatmaya çalışıyordu.

175
Ama en ilginci kendilerini görünmez yapmaya uğ­
raşmaları, ruh çağırmaları ve cinlerle temas kurarak,
dünyevi arzularını tatmin etmek için, onları egemenlik­
leri altına almaya çalışmalarıydı.
Gül-Haçlı’lar yaratılışın bütün sırlarını bildikle­
rini, hayvan-insanı Tanrı’nın oğluna ve Tanrının oğ­
lunu, evrendeki diğer tanrısal yaratıklara bağlayan
“Filozof Taşı’na sahip olduklarını iddia ediyorlardı.
Gül-Haçlılar’in sembolü inciFdeki TNRF (Jesús
Nazarenus Rex Judaeorum=Yahudilerin Kralı Nasıralı
İsa) idi ama onlar için bunun anlamı “Igne Natura
Regenerando integrat” (Doğa ateş tarafından durmadan
yenilenir) idi. (Buradaki ateşten maksat Güneş olup, ma­
sonlukta önemli bir semboldür.)
. Tübingenli dost çevresinin ve dış üyelerinin za­
manla ölmesi ile ve nihayet tarikatın manevi önderi J.
V. Andrea’nın da ölümüyle Gül-Haç Kardeşliği efsanesi
sona erdi.
Tarikat unutulmuşluğun karanlığında iz bırakmadan
aniden kayboldu. Fakat bu kayboluştan birkaç yüzyıl son­
ra 18’nci Yüzyılda yeniden ortaya çıkacaktı. Bu, tarikatın
uzun süreli gizlilik stratejisinin bir icabı idi.
İtalya ve İspanyada da bazı görünmeyen, hayaletvari insan­
ların Gül-Haç mensubu olduğu sanılmaktadır. İspanyada
bunlara “Alumbrados” (Görünmeyenler) deniyordu.
Paris’te 1623 yılında 36 üyeden oluşan bir Gül-Haç
topluluğunun olduğu tespit edilmiştir. Bunların 12 si
Alman, 6 sı Fransız, İspanyol ve İtalyan, 4 u İsveçli ve 2 si
İsviçreli idi.

176
Gül-Haç ve Okültizm:

Maji ve din, insanın tabiat üstüne yaklaşabileceği iki yol­


dur. Dindar bir insan, ibadeti ile Tanrıyı ve insanüstü
varlıkları etkilemeye çalışır. Duasına bir cevap almayı
ulvi varlıkların takdirine bırakır. Maji veya sihir matery­
ali vasıtası ile ulvi varlıklar, insanın isteklerini yerine ge­
tirmeleri için zorlanırlar. Bu insan, tabii veya tabiatüstü
ara bağlantıları kavrayarak, onu hatasızca maksadına
götürecek mekanizmaları bulur.
Batı dünyasında maji, çok ehemmiyetli bir yer işgal
etmiştir. Batıda çok eski çağlardan beri bu konu üzerinde
geniş bir literatür gelişmiş ve bunların önemli bir kısmı ise
basılmıştır. Maji, İslam toplumunda pratiğe döküldüğünde,
çok çeşitli isimler altında tezahür etmiştir. Fakat Osmanlıda
bunun için en sık kullanılan başlık “îlm-i havass’âır. Bu ta­
bir dar anlamda “sempatetik özellikler bilimi” manasma
tekabül etmekte ise de, Osmanlı maji literatüründe genel
anlamda majiyi ifade etmek için kullanılır.
Araplar, ‘sihir’ olarak adlandırdıkları majinin çeşitli
şekillerini göstermişler, sınıflandırmışlar, değerlendir­
mişler ve kaynağını araştırmışlardır.
İbn en-Nedim majiyi;
1- Tarika el-mahmude (övülen yöntem)
2- Tarika el-mezmume (yerilen yöntem) olm
üzere ikiye ayırmıştır.
Buna göre majiyi “ak” ve “kara” maji gibi de ifade
edebiliriz. Ak maji olarak Süleyman’ın tatbik ettiği, cinle­
rin hizmeti alındığı, azimetleri gösterebiliriz. Burada azi­
metlerin pozitif olarak değerlendirilmesi, tabii ki Kuran-
ı Kerime dayandığı içindir. Zemmedilen (negatif) türü

177
ise, İblis’in veya torunu olan Bayzah’ın ortaya çıkardı­
ğı (es-sahara) şeklidir. Bu türün temsilcileri arasında,
Kallisthenes, Balmas ve Hermes bulunmaktadır.
Kısaca, Maji evrensel münasebetleri, yıldızların
pozisyonlarını ve bunun dünyevi olaylarla alâkasını, yani
tabiat alemini özel bir bakış açısı ile inceleyen ve bu ter­
kibin neticesi, nadir tesirler ve harika eserler ile bunla­
rın kaynağı olan nedenleri araştıran ve ortaya çıkaran bir
ilimdir.
Taşköprüzâde, majinin dört çeşidini belirlemektedir;

l ’nci Metod: Hintlilerin metodu olup, ruhların


temizlenmesinden ibarettir.
2’nci Metod: Nabati’lerin metodu olup, burada çeşit­
li azimetler belirli vakitlerde muamele olunurlar.
3’ncü Metod: Yunanlara aittir. Kainatın ve
kevkepler’in ruhaniliğinin teshir edilmesi ile ilgilidir.
4’ncü Metod: İbrani, Kıpti ve Arapların metodudur.
Bu metod’da mânâsı müphem bazı isimler, azimet for­
müllerinde kullanılarak, cinler üzerinde etkisi olan me­
lekler teshir edilirler.
İngiliz Gül-Haç mensubu Robert Fludd, ‘Maji yi şöy­
le sınıflandırmaktaydı:
1- Doğal Maji: Fiziğin en okült ve gizli bölümüy­
dü. Bununla doğal maddelerden mistik özelliklere sahip
maddeler elde edilebiliyordu.
2- Matematiksel Maji: Üstadlarm geometrik bilgi­
leri vasıtasıyla olağanüstü makinaları yapma sanatıydı.
3- Venefik Maji: Muhtelif zehir çeşitlerini hazırla­
ma sanatıydı.
İlginçtir ki, bütün bu maji çeşitleri günümüzde artık

178
bilimin bir parçası olmuş ve artık nıajikal sanatlarla bir
ilgisi kalmamıştır.
Fakat Fludd’un Nekromantik Maji (Necromancy;
Ölülerle haberleşerek fala bakmak, sihirbazlık, büyücülük
anlamına gelmektedir.) adı altında topladığı bazı maji’ler
de vardı. Bunlar;
1- Goetik Maji: Arınmamış ruhlarla ve ölülerin
ruhlarıyla ilişki kurmak için yapılan çağrıları ve ritüelleri
ihtiva ediyordu.
2- Malificient (Kötü) Maji: Şeytanları ve kötü
ruhları çağırmak için kullanılıyordu.
3. Teurji: İyi melekleri çağırmak için kullanılan bir
majiydi ama, genellikle iyi melekler yerine kötü ruhlar
(cinler) geliyordu.
4- Thaumaturji (Görüntü Majisi): Bu maji ile ha­
yaletler ve bunlara benzer görüntüler elde ediliyordu.
5- Göksel Maji: Gezegenlerin etkisi (Astroloji) ile
uğraşan bir maji türüydü.

İngiliz gizli örgütler uzmanı, Nesta H. Webster’a göre,


‘Paracelsus’ diye bilinen Teophrastus Bombastus Von
Hohenheim’ın metodları bugünkü modern bilimsel araş­
tırma düşüncesine çok yakındı. Bir Alman doktorun oğlu
olarak 1493 yılında dünyaya gelen ‘Paracelsus,’ doğuya
yaptığı ziyaretlerinde bazı gizli doktrinleri öğrenme imkâ­
nı bulmuş ve öğrendiklerini hastalıkların tedavisinde kul­
lanmıştı. Öğrendiği bilgiler, Yahudi Kabalasının dayandı­
ğı aynı kaynaktan geliyordu!.. Fakat buna rağmen, Para­
celsus bir kabalist olarak bilinmemektedir. Paracelsus’un
Raymond Lulli’ııin (13’nci Yüzyılda yaşamış ‘Illuminist’
bir doktor) “Hıristiyan Kabalistler” okulundan da ol-

179
madiği biliniyor. Bu okul, Yahudi Kabalasından ilham
alıyordu. Ünlü Mason üstadı Eliphas Levi, “Devamlı
yanan lambalarım sırrına sahip olan Kabalist-Haham
Jechiel’in St. Louis tarafından korunduğunu belirtir. Levi,
Gül-Haçlılar’ın ‘p arlak gaz’ veya elektrik ışığı bilgisini
Yahudilerden almış olabileceğini belirtir.
14’ncü Yüzyılın ünlü alşimisti Nicholas Hamel’in
“Yahudi Abraham, Rahip, Levi, astrolog ve Filozof adlı ki­
tabın çok etkisinde kaldığı bilmiyor. Bu kitap, daha sonra
Kardinal Richelieu’nun eline geçmiştir.
15’nci Yüzyılda yaşamış olan Florentinalı mistik
Yahudi ‘A lemanus’ veya ‘Datylus’ (Pico della Mirandola
olarak bilinir) Kabaladan faydalanıyor ve Kabalada
Hıristiyanlığın doktrinlerini bulduğunu iddia ediyordu.
Mirandola’mn etkisi ile, Papa IV. Sixtius, kabalistik yazı­
ların Latince’ye çevrilerek ilahiyat öğrencilerine okutul­
masını emretti.
Aynı zamanlarda Kabala, Reuchlin yoluyla Almanya’ya
giriyordu. Reuchlin, III. Frederik’in saray doktoru olan
Haham Jacob B. Jechiel Loans’dan İbranice öğrenmişti.
Haham Loans, ‘De Verbo Mirifıco’ adlı bir kitap yazarak, bü­
tün bilgeliğin ve gerçek felsefenin Yahudilerden (Kabaladan)
kaynaklandığını iddia ediyordu. Bu yaygın kabalistik-Haham
hteratürünün etkilerine karşı, 1509’da Hıristiyan olmuş bir
Yahudi olan Pfefferkom, Alman İmparatoru I. Maximilian’ı
uyararak, Eski Ahit haricindeki bütün Yahudi kitapları­
nın yakılmasını tavsiye etti. Reuchlin bunu duyunca, yalnız
Toledot Yeshu’ ve Haham Liprnann’m ‘Sepher Nizzachon
adlı kitapların yok edilmesinin doğru olacağım, çünkü bu
eserlerin Hz. İsa’ya ve Hıristiyan dinine karşı iftiralar ve ya­
lanlarla dolu olduğunu belirtti.

180
Reuchlin Yahudi literatürünü savunurken, kendisini
profesör olarak Ingolstadt’a atayan Bavyera Dükü’nün de
güçlü desteğini aldı ve savunmasını ‘De Arte Cabalística’
adlı Yahudi-Kabala’sını öven bir kitapla yaptı. Reuchlin’in
çağdaşı olan Agrippa Von Nettesheim de onun kabalis-
tik düşüncelerini paylaşıyordu. Bu öğretilerin bir sonucu
olarak, Kabalizm birçok Hıristiyan din ve devlet adamı,
asker ve düşünür arasında hızla taraftar bulmaya başladı.
Athanasius Kircher ve Knorr, ‘Kabala Denudata’yı yazan
Baron Von Rosenroth, 17’nci Yüzyılda Kabala ve tercü­
mesini Hıristiyan çevrelerde yayan isimler olarak bilinir.
Jewish Encyclopedia (Yahudi Ansiklopedisi) ‘Kabala’
ve ‘Reuchlin ile ilgili maddesinde;
“Birçok Hıristiyan, eski bilgeliğin kaynağı olarak
nitelendirdiği Kabalanın gerçek Hıristiyanlığa ait de­
liller ihtiva ettiğine inanmaktadır. Yine birçoğuna göre,
Kabaladaki Hıristiyanlık eski ezoterik doktrinlerin m an­
tıki gelişiminin sonucundan başka bir şey değildi,” de­
mektedir.
Gül-Haçlıların hem Paracelsus’un, hem de Kabalanın
öğretilerine bağlı kaldıkları anlaşılmaktadır.
Gül-Haç isminin kökenleri neydi? Ünlü Mason
Mackey’in “Lexicon of Freemasonry” adlı kitabın­
da belirttiğine göre, Latince ‘Ros’=Çiğ damlası, Crux’
(Cross=Haç) ise ‘ışığın’ kimyasal hiyeroglifi idi. (Aslında
Rose=Hem’ ‘Gül’ hem de ‘Çiğ Damlası’ anlamında kul­
lanılmıştır. ‘Çiğ Damlası’ alşimistler tarafından ‘A ltının
içindeki Sır’ anlamında kullanılıyordu.)
Gül-Haçlılar haçın üzerindeki ‘INRP harflerini “Igne
Nitrum Roris Invenitur” olarak yorumluyorlardı. Bu deği­
şik yorum doğru ise, 1614 yılındaki ‘Fama Fraternitatis’de

181
sözedilen ‘Rosie Cross’ ve Prag’h Haham Sabatay Sheftel
Horowitz’in 1612 yılında çıkan kitabı “Shefa Tal” (‘Çiğ
Damlasının Dökülmesi’) arasında bir bağlantı olabilir mi?

Gül-Haç Tapmakçılar’ın devamı mıydı?:

Ünlü Fransız devrimcisi ve mason Mirabeau, 17’nci


Yüzyıl Gül-Haç Masonlarının, eski Tapmakçı tarikatının
gizli bir devamı olduğunu ileri sürmüştü.
Lecouteuk de Canteleu, “Les Sectes et Societes
Secretes” adlı kitabında şöyle diyordu;
“Fransa’da Tapmakçılar taıikatlanm -m ecburen- ter-
kederken, gizlice ‘Parlayan Yıldız’ ve ‘Gül-Haç’ tarikat­
larını kurdular. Bunlardan Gül-Haç, 15’nci Yüzyılda
Bohemya ve Silezya’da çok yaygındı. Bu tarikatların üs-
tadları bütün hayatları boyunca ‘kızıl haç’ taşır ve her
gün St. Bernard duasını tekrar ederlerdi.”
Eclcert, “La Franc-Maçonnerie dans sa veritable
signification’adlı kitabında, Gül-Haçlılar’ın ritüel ve sem­
bollerinin Tapınakçı’lardan alındığını iddia eder. Ona
göre, tarikat ‘yaratılışın yedi gününü sembolize eden yedi
dereceden müteşekkildi.
Gül-Haç mensubu Kenneth Mackenzie, “Mason ry
Cyclopedia’d a aşıtlarının Tapmakçı kökenlere dayandığı­
nı belirtmektedir.
İskoçya Kraliyet Tarikatında (Royal Order of
Scotland) muhafaza edilen bir efsaneye göre, Gül-Haç
derecesi Tapmakçılar tarafından 1314’d e kurulmuştu. Ne
ilginç bir rastlantıdır ki, Roseııkreutz adlı kişi de örgütü­
nün temellerini Tapmakçılar gibi, doğunun gizli doktrin­
lerine dayandırmıştı.

182
N. VVebstere göre, Christian Rosenkreutz tamamen
mitolojik bir şahsiyetti ve onun doğuya yaptığı iddia edi­
len yolculukları gerçek kaynakları, yani Tapmakçılardan
alınan Arap, Suriye maj isini ve Yahudi Kabalasını ama
daha önemlisi, Almanyadaki kabalistlik Yahudilerden
alınan bilgileri gizlemek için ortaya atılmıştı.
Mirabeau, Gül-Haçları mistik, kabalistik, teozofık ve
majikal bir mezhep olarak nitelendirir.
Gül-Haç, bu şekilde 17’nci Yüzyılda Kabalizm,
Teozofi, alşimi, astroloji ve Mistisizmi kapsayan gizli bir
hareketin ismi oldu.
Birbirinin devamı olduğu iddialarına rağmen,
Tapınakçılarla Gül-Haç örgütü arasında belirgin bir fark
vardı o da; Tapınakçıların alşimist olmaması ve Hıristiyan
aleyhtarı bir örgüt olmasıydı. Gül-Haç ise dış görünüşte
Hıristiyan gibiydi. Tapınakçıların alşimi pratikleri yap­
mamaları, Gül-Haççıların Tapınakçılarla ilişkisi olmadığı
anlamına gelmez.
Gerek Gül-Haç, gerekse Tapınakçılar gizli bir gelene­
ğin takipçisiydiler. Ayrıca okültizme karşı duydukları ilgi
ve doğal olaylarla ilgili gizli bilgilere sahip olduklarını id­
dia etmeleri, her iki örgütü birleştiren ortak payda olarak
ele alınabilir.

Gül-Haç ve Hıristiyanlık:

Kabalacı bir Gül-Haç mensubu olan Julius Sperber “İlahi


Aydınlatılmış Gül-Haç Tarikatının Sesi” adlı kitapta,
Eski Ahitteki ‘Adem’i ilk Gül-Haç mensubu olarak
tanımlamaktaydı. Ona göre İsa ve müritleri “Maji Kole­
ji” kurmuşlar ve St. John ve St. Paul’e büyük sırlar ifşa

183
edilmişti. Burada, gizli cemiyetlerin ısrarla sürdürdükleri
“iııisiye İsa” iddiası ile karşılaşmaktayız.
1624 yılında yayınlanan bir broşürde, Gül-Haç örgü­
tünün Yahudilerin ve Kabalist-Yahudilerin stratejilerinin
bir icabı olarak kurulduğunu iddia edilmişti.
“Bilinmeyenin AraştırılmasıveGül-HaçKardeşliğinin
Kabalası” adlı kitapta, bu görünmeyen kolejin başında
“Şeytan” olduğu ve ilk yasasının da ‘Tanrıyı inkâr etmek’
olduğu iddia edilmişti. Kitaptaki bir diğer iddiaya göre,
Gül-Haç mezhebi gizlice şeytanla işbirliği yapıyor ve kü­
çük çocukları kurban ediyordu.
Her ne kadar bu iddialar Gül-Haçın bilinen karakteri
ile uyuşmuyor gibi görünse de, Gül-Haç’m yaptığı iddia
edilen büyü pratikleri tamamen hayali ve uydurma şey­
ler değildi. 17’nci Yüzyılda Gül-Haç ortaya çıktığı zaman,
“Kara Büyü Ayinleri” büyük bir suç olarak kabul ediliyor
ve Fransa, İngiltere, İskoçya ve Almanya’d a her iki cinsten
de büyücüler yakılarak öldürülüyorlardı.
Avrupa K ıtasındaki Gül-Haç Kardeşliği, kim lik­
leri meçhul, “görünm eyen” bir grup oluştururken, ta­
rikatın İngiliz üstadları ise, gün ışığına çıkmışlardı ve
zamanlarının ve ülkelerinin tanınm ış insanlarıydı.
Francis Bacon’un bir Gül-Haç inisiyesi olduğu
Masonlarca da kabul edilmektedir.
Fakat kıta Gül-Haç Kardeşliği ile kesin bağlantısı olan
şahıs ise, Robert Fludd idi. Robert Fludd altı yıl içinde
Fransa, Almanya, İtalya ve İspanyayı ziyaret etmiş ve ora­
daki Yahudi-Kabalistler ile ilişki kurmuştu. Fludd’un ilişld
kurduğu Kabalistler içinde en ünlüsü Alman İmparatoru
Rudolf’un doktoru olan Alman Yahudisi ve Gül-Haç üye­
si Michel Maier’di.

184
Fludd, 1616 yılında ‘Tractatus Apologeticus’ adlı
Gül-Haç örgütüne yönelen suçlamaları redden (Örgüt,
Libavius tarafından Maji ve şeytanla işbirliği yapmakla
suçlanmıştı) bir kitap yayınladı.
“Eugenius Philalethes” takma adını kullanan İngiliz
Gül-Haç mensubu Thomas Vaughan’ın 1652’de yazdığına
göre, Gül-Haç gizli bilgilerini Araplar’d an almıştı.

185
ONBİRİNCİ BÖLÜM

MASONLUK, OKÜLTİZM VE
GNOSTİSİZM

Fransız Haham Elie Benamozegh, “Israël et l’Humanite”


adlı, ‘Yahudi düşüncesini’ anlattığı kitabında (Bu kitap,
Fransa’daki Yahudi Temsilciler Konseyi Başkanı Dr. Mo­
diano ve Başhaham Toaff tarafından 1961’de yeniden
bastırılmıştı.) şöyle diyordu;
“Masonik Teolojinin Kabalaya dayandığını kesin
olarak söyleyebilirim.”
Kitabın editörleri olan Dr. Modiano ve Başhaham
Toaff aynı sayfadaki dipnotta şöyle bir açıklama yapıyor­
lardı;
“Böyle bir ifadeyi kullanmamız birçok kişiyi şaşırtsa
da, Hürmasonlukta 1717 yılında Gnostik Gül-Haç’lar ta­
rafından sokulmuş, gizli, felsefi ve dini bir doktrin, yani
‘Masonik bir Teoloji’ mevcuttur. Bu gizli doktrin veya
gnosis, Masonluğun yüksek ve felsefi derecelerinde bu­
lunmaktadır.”71
Bu açıklamayı yapan kişilerin kimlikleri gözöniine
alındığında, bunun sıradan bir Masonun açıklaması ola­
rak geçiştirilemeyecek kadar önemli olduğu anlaşılacak­
tır.

7İ Kaynak: (Rabbi E. Benamozegh: ‘Israël et l’Humanité,’ S.73).

186
Mason Wilmshurst “The Masonic Initiation” adlı ki­
tabında şöyle demektedir:

“Modern spekülatif Masonluğun başlangıç tari­


hi 1717 yılıdır. Bu yıl, İngiliz Mason yasası çıkarılmıştı.
Fakat Masonluk bu tarihten çok önceleri de iki şekilde
varlığım devam ettirmişti.; l-Exoterik yani operatif in­
şaat loncaları olarak, 2- Ezoterik (batini) yani muhtelif
mistikler ve okültistler topluluğu olarak.
Bunlar, pratik olarak inşaat’la ilgileri olmamasına
rağmen, “inşaatçı-yapıcı” terminolojisini kendi sembolik
çıkarlarf için kullanıyorlardı.72
“Hıristiyankğın hüküm sürdüğü bütün asırlar boyunca,
dinsel faaliyetlerin ve kilisenin resmi çakşmalarının arkasın­
da, daha yüksek, ezoterik ve mistik Masonluğun izlerine rast­
lamak mümkündür.”73
“İngiliz ve Avrupa tarihinde akademisyen tarihçile­
rin farkına bile varmadıkları olayların ‘bir içyüzü’ var­
dır. Paracelsus, Basil Valentine, Jacob Böhme, Thomas
Vaughan ve Elias Ashmole gibi isimler, yüzeydeki olay­
ların altında, hiçbir tarihin kaydetmediği yüzey-altı faali­
yetlere öncülük ederek, gizli masonik bilimin devamlılı­
ğını sağlamışlardır.
15’nci Yüzyılda ki dini reformasyon, batının entelek­
tüel, sosyal ve siyasi hayatım etkileyen büyük bir devrim
hareketidir ve daha sona ermemiştir. Bu hareket, zama­
nın yoğun materyalizmine ve yozlaşmış dini kuramları­
na karşı, eski mistik Gnostik geleneğe bağlı, uzak görüşlü
aydınlar tarafından ortaya atılmıştı.74

72 Kaynak: (W. Wilmshurst, a.g.e. 183-184).


73 Kayrak: (W. Wilmshurst, a.g.e. 188).
74 Kaynak: (W. Wilmshurst, a.g.e. 190-191).

187
17 Ocak 1953 tarihli “Observatore Romano” ga­
zetesi (Vatikanın resmi gazetesi) AvusturyalI B.
Scheichelbauer’in “Die Johannis Freimaurerei” (Yuhanna
Masonluğu) adlı kitabını eleştirirken şöyle yazıyordu;
“Yazar Avusturya ‘Yuhanna Masonluğunun Büyük
Üstadıdır. Bu kitapta, Masonluğun amacının, üyelerine
“İlahi Öz”e ulaşmak ve iman ile bilim arasındaki zıtlığı
yenmenin yegane yolunun ‘Gnosis’d en geçtiğini anlat­
mak, olduğu belirtiliyordu.
Aslında Gnosis ‘A ntropozofi’d en75 başka bir şey de­
ğildi!.. Bunun temel dogması Panteizmdir.76
Kitapta, Masonluk hariç hiçbir dinin ve kurumun
(Katolik Kilisesi kastediliyor) tüm hakikate ulaşamayaca­
ğı belirtiliyor, buna karşı ‘Gnosis’ yegâne hakikat bilimi
olarak gösteriliyor. Yine bu kitapta Masonların bütün va­
hiy dinlerine karşı olduğu belirtilmiştir.”
“Ünlü Mason Üstadı Albert Pike, “Morals & Dogma”
adlı kitabında, eski ezoterik inançların -İlk zamanlar
Hıristiyanlıkta da olduğu gibi- hem gizli hem de açık yan­
ları olduğunu belirtir. Bu yüksek bilimin takipçileri onu
nesilden nesile aktarmışlardı. Bu gizli gelenek “Gnosis”
olarak bilinmektedir.
Pike’a göre Gnostikler doktrinlerini ve düşünce­
lerini, Philo ve Eflatunun düşüncelerinden, Persler’in
75 Antropozofi: Viyanah felsefe doktoru Rudolf Steiner (1861-1925)’in
kurduğu bir ekol. Steiner evreni ve insanı birçok teozofi yazarının yap­
tığı gibi Sanskrit diline göre değil, Alman 1 akış açısına göre yorumla­
dı. Steiner kozmos ve insanı kendi terminolojisi ile ayrıntıda teozofık
terminolojiden farklı bir görüş katmış ve aynı zamanda bazı eski din­
dışı düşünceleri yeniden canlandırıp, kendine ait yeni düşünceler de
katarak, Hıristiyanlıkla birleştirmeye çalışmıştır.
76 Panteizm: Her şeyin temelinin Tanrı olduğunu, Tanrının şeylerde ve
ruhlarda içkin olarak var olduğunu (Hegel) öne süren felsefi öğreti.
Panteizm düşüncesini en yetkin biçimde dile getiren Spinozaya göre
dünya Tann’nın bir yansımasıydı ve Tanrı ile doğa aynı gerçekliğe veri­
len iki değişik isimden başka bir şey değildi.

188
Zendavesta’sından, Yahudilerin Kabalasından, Mısır ve
Hint’in kutsal kitaplarından almışlardı.”77
T. M. Stewart’a göre dünya Gnosis’le aydınlanmış’
iken Kilise Babalarının baskısı sonucu, yüksek bir inisi-
ye olan Hypathia öldürülmüştü. Bu şekilde onlar geçici
olarak ‘ışığı’ söndürmeye muvaffak olmuşlar ve insanlığı
‘Hıristiyanlığın karanlık çağlarına’ mahkûm etmişlerdi.
Fakat bütün bu baskılara rağmen, Gnosis gizlice yaşamaya
devam etmiş ve ‘karanlığa’ rağmen, kesintisiz olarak yeraltı
kanallarından aktarılmıştı. Fakat bugün (Gnosis) Masonlukta
yeniden hayat bulmuş ve dünyaya yayılmaya başlamıştır.
1945 yılında İtalya (Floransa)da basılan “La
Massoneria” adlı gizli bir masonik belge, localarda elden
ele dolaşmaya başlamıştı. Aşağıda okuyacağınız açıkla­
malar bu belgeden alınmıştır:

“Gül-Haç natüralisti John Teophilus Desaguliers ve


Protestan Rahip Anderson ve diğerleri 24 Haziran 1717’de
Londra’d a toplandılar. Bu toplantıya zamanın faal dört lo­
casının üyeleri de katılmıştı. Bu birliğin hedefi, “Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Kardeşliği’ni, “Gül-Haç Alşimist
Derneği” ile birleştirerek, Gül-Haçlılarm alşimistik araştır­
malarına devam etme imkânı tanımak ve onların gnostik
ve rasyonalist (akılcı) düşüncelerini, kardeşliğin saygın gö­
rüntüsü altında yayabilmelerine fırsat vermekti. Bu birlik­
ten ‘Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar’ kazançlı çıkmışlardır,
çünkü Gül-Haç’ın zengin, etkili ve hırslı üstadlarmdan on­
lar da faydalanma imkânı bulmuşlardı.
Meclis bu birleşmeyi onayladı ve böylece 24 Haziran
1717’de bu uzlaşmadan “Hür Masonluk” ortaya çıktı.

77 Kaynak: (T. M.Stewart: “Masonry and its Message”. s.55-56).

189
Böylece “İnşaatçılar Kardeşliği” ebediyyen kayboluyor ve
“Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar” ve “Hür Masonlar”
yani saf Gnostizmin savunucuları, yozlaşmış ve sahte bir
Gnostizmi savunan Hıristiyan Kilisesine karşı kesin bir
tavır alıyorlardı.78
“Masonluğun çırak, kalfa ve usta dereceleri saf
Gnostizmin dünyayı fethedecek ordusudur.”79
“Yalnız Masonluk, saf Gnostizm olan gerçek dine sa­
hiptir. Bütün diğer dinler ve özellikle Katoliklik doktrini
gerçekleri Masonluktan almışlardır. Onların doktrinleri
saçma ve yanlış teorilerle doludur.”80
“Masonluk devrimci bir harekettir ve siyasi ve dini
despotizme karşı sürekli bir “fesat” (conspiracy) içersin­
dedir.”81
N. Deschamps tarafından yazılan “Les Societes
Secretes et la Societe” adlı kitap, Masonluk hakkında ya­
pılmış en kapsamlı araştırmalardan biridir. Deschamps’m
açıkladığı 1535 tarihli eski bir masonik belgeye göre (Köln
Beratı) Bu yıllarda Katolik Masonluğa, gnostik kökenli
anti-Hıristiyan etkiler gizlice sızmaya başlamıştı.
Bu etkiler uzun bir süre karanlıkta kaldıktan sonra,
18’nci Yüzyılda belirginleşerek, yüzeye çıkmaya başlamıştı.
Deschamps, Ortaçağda ve Rönesans döneminde
Masonluğun gelişimini şöyle anlatmaktadır:
“Almanyada ve İtalyada Masonluğun “Egemen
Papalığı”nm (Sovereign Pontiffs) ağırlıklarını koymaları
sonucunda kiliseye karşı düşmanlığın izlerine rastlanmı­
yordu.

78 Kaynak: La Massonneria s. 14.


79 Kaynak: La Massonneria s.69.
80 Kaynak: (a.g.es. s. 177).
81 Kaynak: (a.g.e).

190
Buna rağmen, 1535’de ‘Hür-Masonlar’ adı altında -
ki onun anti-Hıristiyan prensipleri modern Masonluğun
prensipleri ile tam bir uyum içersindedir- bir tarikatın
varlığına ilişkin bir belgeye rastlıyoruz. Bu gizli birliğin
“Masonik Lonca” adını nasıl aldığı tarihin çözemediği
bir meselesidir.”82
“Gnostizm, Maniheizm, Katharlar ve Tapınakçılar,
işte bunlar Masonluğun dayandığı kökenlerdir.”8384
Deschamps bu sapkınlıklar üzerindeki Yahudi etkisi­
ni şöyle anlatıyor;
“Güney Fransadaki aristokrasinin tamamı Yahudi
ve Arap-lardan oluşmuştu. Bunların dış görünüşleri ve
davranışları, kuzeydeki cahil ve dindar Fransız şövalye­
lerinden çok farklıydı. Bunlar hırsızlık, soygun, yağma ve
cinayetlerle o bölgede (yani Güney Fransa’da) tam bir te­
rör havası estiriyorlardı. “Languedoc” denilen Fransa’nın
bu Yahudi bölgesi, yalnız zeytin ağaçları ile değil, yörenin
‘Sodom ve Gomorra’sı olarak da ün kazanmıştı. Nitekim
daha sonra Katolik Kilisesinin intikamını alması ile bu
bölge kendi “Lut G ölüne (!!!) de kavuşmuştur. Pers dü-
alizmi, Maniheizm ve Gnostizm’in bu bölgede yayılması
hiç kimseyi şaşırtmamıştır. Bütün sapkın doktrinler ve
özellikle Maniheizm burada kök salmıştır.”8'1
Deschamps bu konuda şunları eklemektedir:
“16’ncı Yüzyıl Masonluğu, Tapınak Şövalyelerinin
harabeleri üzerinde yükselirken, modern Masonluğun,
Hz. İsa’nın eserlerine tamamen karşı olan sapkınlıklara
dayanan ‘karşı bir kilise,’ yani ‘Şeytanın Kilisesi’ olduğu-

82 Kaynak: N. Deschamps a.g.es. s.317.


83 Kaynak: N. Deschamps a.g.es. s.282-283.
84 Kaynak: Michelet: Histoire de France, vol. II s. 404, aktaran N. Desc­
hamps, a.g.e s.298-299.

191
mı belirtmek isterim.
Katolik Kilisesi taralından birçok kere takibata uğraması
ve yenilmesine rağmen, aynı düşman, batıdaki huzursuzlu­
ğun ve Hıristiyan dünyasındaki Protestan-Katolik bölün­
müşlüğünün de sorumlusudur.”85
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında ‘Gnostik sapkınlık’
Roma dünyasında oldukça yaygındı. ‘Kilise Babaları’
bu akıma karşı yoğun bir mücadeleye girişmişlerdi.
Gnostizm, heterodoks Yahudi kökenli bir doğu teozofısi
idi ki, bu bizi yeniden ‘Masonluk ve Yahudilik’ arasındaki
bağlantıya götürmektedir.
Ağustos-Eylül 1930’d a “Le Voile d’Isis”de Gnostizm’e
özel bir bölüm ayrılmıştı. Bu önemli bölüm, 1860’da
Strasburg’d a yayınlanan “Nouvelle Revue de Theologie”
dergisinde M. Nicholas tarafından yazılan bir makaleyi
ihtiva ediyordu.
Yazar Gnosis doktrinin doğasında bulunan Yahudi
etkisini şöyle açıklıyordu:
“St. Paul kiliseye saldıranların sisteminin Yahudi mit­
lerine ve yanlış düşüncelerinin isĞ prensip olarak Yahudi
milletine dayandığını söylüyordu.
Teozofıstler tabii ki kilisenin üyesi değillerdi ve
Hıristiyan inancı ile uzaktan yakından ilişkileri olma­
yan insanlardı. Bu kişiler Teozofı’nin Hıristiyan inancı­
na dayandığını iddia ediyor ve hatta Hz. İsa’nın gerçek
öğretilerinin onlarda olduğunu söylüyorlardı. İşte bu,
Gnostizm’in karakteristik özelliklerinden birisidir.
Teozofistler birçok doktrini assimile etmişler ve
kendi sistemlerine katmışlardı. Bunlar arasmda Yahudi

85 Kaynak: N. Deschamps a.g.e s.283.

192
dogması, Yunan felsefesi, Parseizm, Budizm vardı.
Teozofistlerin tanrılar panteonunda ise Hermes, Satürn,
Zerdüşt, Pitagoras, Vaftizci Yahya, Hz. İsa, Epikür ve kol-
lektivist-Mazdek bulunuyordu.
Gnostik okullar, antik çağların pagan gizemlerine
benzemekle birlikte, kökenleri Yahudi-Samiriyeliler e da­
yanmaktadır. (Samiriye eski Filistinde bir şehirdir.)
Filistin dışındaki Gnostik okullar da İskenderiye,
Küçük-Asya ve Suriye’deki Yahudi cemaatlerine dayan­
maktaydı.

(Michael Nicholas’ın “Nouevelle Revue de Theologie” der­


gisinde çıkan makalesi, Strasburg, 1860. Bu makale Ağustos-
Eylül 1930’da ‘La Voile d’Isis’de yeniden yayınlanmıştı.)

193
ONİKİNCİ BÖLÜM

HÜR-MASONLUĞUN KÖKENLERİ

R o y a l M a so n ic C y c lo p e d ia (K r a liy e t M a so n A n sik lo -
p e d i s i) ’y a g ö re M a so n lu k şu u n su rla rd a n tü re m işti:
1- Patriklerden (Patriarchs).
2- Pagan gizemlerinden.
3- Süleyman Tapınağından.
4- Haçlı seferlerinden.
5- Tapınak Şövalyelerinden.
6- Antik Romanın ‘Collegia’ yapı ustalarından.
7- Ortaçağdaki ‘Operatif’ Masonluktan.
8- 16’ncı Yüzyıldaki Gül-Haç’lardan.
9- Oliver CromwelFden.
10- Siyasi nedenlerle Prens Charles Stuart’tan.
11- Sir Christopher Wien ve St. Paul’un yapımından.
12- Dr. Desaguliers ve arkadaşları tarafından (1717).
Bu sıralama aslmda kafa karıştırıcıdır, çünkü bu teoriler­
den yalnız biri Masonluğun gerçek kökenini ortaya koyabilir.
Gerçekte modern Masonluk iki ayrı geleneğin karışı­
mından ortaya çıkmış, ikili bir sistemdir. Bunlardan biri
‘Operatif Masonluktur ki, yapı ustalığına dayanır. Diğeri
ise, hayat ve ölüm üzerine ortaya atılan spekülatif teorileri
içeren ‘Spekülatif Masonluktur.

Operatif Masonluk:

Bazı masonik yazarlara göre, Druidler aslmda Mısır’d an


gelmişler ve beraberlerinde yapı sanatı ile ilgili gelenekleri
de getirmişlerdi.
194
Daha güçlü başka bir ihtimal de, antik Romanın
meşhur mimarlar ‘Collegia’sı olabilir.
Operatif Masonluğun kökenlerinin ‘Roma Collegia’sı
olduğunu savunan yazarlara göre, İngiltere’deki masonik
loncaların kökeni İngiltere’nin Roma işgaline kadar geri
gidiyordu. ‘Collegia’ mensupları, Roma İmparatorluğu
içinde, sanatlarını rahatça ortaya koymaları için her yer­
de dolaşmalarına izin verilen hür insanlardı. Avrupa’nın,
Roma imparatorluğu dışında kalan bölgelerinde dahi,
yapı işleri için Collegia’cılar özellikle aranıyorlardı. Ancak
bir süre sonra Avrupa’da derebeylik sistemi ortaya çıktı ve
bu hür sanatkarların dahi birer serf durumuna düşmeleri
söz konusu oldu. İşte o zaman, collegia’lar manastırlara
katıldılar ve din adamlarına tanınan haklardan faydala­
nabilmek için, inşaatçı rahiplerden kurulu olan manastır
dernekleri olan “Loncaları” oluşturdular.
İstanbul’un 1453’de Türkler tarafından alınması ve Bizans
İmparatorluğunun son buluşu ile, birçok Bizanslı İtalya’ya
göç etti. Göç edenler arasında bilim adamları ve filozofların
yanı sıra, ‘Ortodoks Collegia Kardeşleri’ de bulunuyordu.
İtalyadaki Mason Localarına katılan bu yeni kardeşler, olay-
lann ivmesinin tırmanmasına neden oldular.
İngiltere’deki York şehri ilk masonik merkezlerden
biri haline gelmişti. Aynı tarihlerde İskoçya’da Kilwinnig,
Melrose ve Aberdeen’deki masonik ‘Collegia’lar aktif bir
vaziyette idi.
Ne yazık ki, bu örgütlerin varlığına dair elimizde bir
belge bulunmamaktadır. Masonik loncaların kuruluş ta­
rihi olarak verilen ‘York B eratının tarihi (M.S 926) de
tartışmalıdır.
Fransa’d a duvarcı loncalarına “Compagnonnages,”
Almanya’da ise “Steinmetzen” deniyordu. Bunlar dışa ka­

195
palı, mesleki kuruluşlardı ve meslekleri ile ilgili birtakım
sırları muhafaza ediyorlardı.
Bu devrin muhteşem katedrallerinin bu loncaların
eseri olduğu bilinmektedir.
Abbe Grandidier 1778’de (Strasburg) bütün masonik
sistemin Alman loncalarına dayandığını iddia etmektey­
di. Ona göre, ‘Masonlar Cemiyeti’ eski ve faydalı gerçek
Masonların -k i merkezleri Strasburg’d u ve nizamname­
leri İmparator Maximilian tarafından 1498’de tasdik edil­
m işti- taklidinden başka bir şey değildi.
İngiltere’deki duvarcı loncaları aralarına güçlü aris­
tokratları da alarak, dışardan üye alma geleneğini de
başlatmış oldular. VI. Henry’in hükümdarlığı dönemin­
de, Mason toplantılarının bir parlamento yasası ile ya­
saklandığını görüyoruz. Daha sonra Kraliçe Elizabeth’in
de York’taki ‘Büyük Locanın yıllık toplantısını, yolladığı
silâhlı birliklerle, bastırdığı bilinmektedir. Kardeşliğin et­
rafını saran gizlilik çemberinin İngiltere’deki siyasi otori­
tenin şüphesini çektiği inkâr edilemez bir gerçektir.
17’nci Yüzyıl yazarlarından Plot, ‘Natural History of
Staffordshire’ adlı kitabında, Masonluk ile ilgili aynı şüpheleri
dile getirir. Ona göre, bu örgütün sakladığı sırlar, inşaat sanatı
ile ilgili değil, localara sokulan spekülatif unsurlarla ilgiliydi.
Bu unsurlar, inşaat sanatı ile ilgisi olmayan asil patronları ol­
duğu kadar, basit centilmenleri de localara çekmekteydi.
Ünlü Mason Üstadı Elias Ashmole’nin 16 Ekim 1646
yılında günlüğüne düştüğü notlardan, örgüt üyelerinin
çoğunun operatif olmayan Masonlardan oluştuğu anla­
şılıyordu. Aralarında mimarlar ve yapı ustaları olmasına
rağmen, Masonluğun 17’nci Yüzyılda inşaatçılar birliği
olmaktan çıktığına dair deliller vardır.

196
1703 yılında Londra’d a ‘St. Paul Locası’ resmen açıl­
dı ve ‘Mason olma imtiyazı,’ yalnız opératif Masonlarla
sınırlı kalmayıp, diğer muhtelif meslek mensubu in­
sanları da kapsamaya başladı. Bunu 1717 yılındaki
“Büyük Loca”nm kuruluş darbesi izledi ve bugün “Hür-
Masonluk” olarak bilinen spekülatif Masonluk, ritüelleri,
kuralları ve yasaları ile ortaya çıkmış oldu.

Spekülatif Masonluk:

Yukarıda adı geçen Elias Ashmole’nin günlüğünden


bir masonik inisiyasyon seremonisinin daha önceki
yüzyılda da var olduğunu anlıyoruz. Dr. Anderson ve
Desaguliers’in bunu gözden geçirdiği, fakat ritüelleri ve
yasaları değiştirmediği anlaşılmakladır.
Modern Masonluk İngiltere’de ortaya çıkmasına rağ­
men, ona egemen olan düşünceler, antik çağlara kadar geri
gitmekteydi. Bazı masonik yazarlar Masonluğun, Kabala ile
aynı soyağacını takip ettiğini yazmaktadırlar. Bu soyağacı,
Mısırlılar, Kaideliler, Persler ve Yunanlılardan daha da geri
giderek Hz. Adem’e kadar dayanmaktaydı.
Albert Churchward, Masonluktaki spekülatif unsu­
run Mısır kökenli olduğunu iddia etmekteydi.
1794 yılında bir masonik tapınağın açılış konuşma­
sında, Rahip Dr. William Dodd, Masonluğun kökenle­
rinin Kaideli ilk astronomlara, Mısır rahiplerine, Yunan
bilgelerine ve Roma filozoflarına dayandığını söylemişti.
Bu gelenekler batıya nasıl ulaşabilmişti? Bunlar bilinmi­
yor ama, tarikatın hem spekülatif, hem de opératif ge­
leneğinin yapı loncalarından yani, İngiltere’deki ‘Roma
Collegia larından esinlendiği bilinmektedir.

197
Churchward, bu antik Eskatoloji’nin86 (Mason) du­
vara loncalarına nasıl ulaştığını ne kadar açıklayamasa
da, modern Masonluğun eski Mısır, Asur, Hint ve Pers
izlerini artık taşımadığı bir gerçektir.
Eski gizli geleneğin bazı kısımları Druid’ler veya
Romalılar tarafından İngiltere’ye taşınmış olabilir. Fakat
masonik geleneğin diğer önemli kısmı da Yahudi-
Kabalasmdan oluşmaktadır. Bazı masonik yazarlar bu çift
geleneğe dikkat çekmektedirler; Yani bir taraftan Mısır,
Kaide ve Yunanistan, diğer taraftan da Yahudilerden ge­
len gelenek. Bazı yazarlar masonik sistemin tamamen
Yahudi geleneğinden türediğini iddia etmektedirler.
Bilindiği gibi, modern Masonluk ‘Süleyman’ ve ‘Hiram’
efsanelerine dayanmaktadır.
Dr. Oliver87 ve Dr. Mackey, gerçek Masonluğun Hz.
Nuh’a dayandığını (Nuh’tan, İbrahim, îsak, Yakup, Musa
ve Süleyman’a geliniyordu) ve Masonlara “Nuh’c ular”
da dendiğini belirtiyorlardı. Onlara göre Süleyman
Tapmağının inşaası sırasında Yahudi Hiram Abiffin
kurduğu örgüt, yani Yahudi-Masonluğu, bugünkü
Masonluğun temelini oluşturuyordu.
Hiram Abiff’in gerçekten yaşayıp yaşamadığı meç­
huldür ve bu efsane, gerçek olmaktan öte, bir ezoterik
doktrindir. Hiram efsanesinin bir benzerini eski Mısır’ın
İsis-Osiris efsanesinde de görüyoruz.
Maniheizm’in kurucusu olan Manes de Hiram gibi vah­
şice öldürülmüştü ve Maniheistler’ce “Dul Kadının çocuğu”
olarak biliniyordu.
Masonluktaki şekli ile bu efsane tamamen Yahudi
kökenlidir ve eski bir geleneğin Yahudileştirilmiş bir ver­
86 Eskatoloji: Ölümden sonraki hayata ait doktrin.
87 A Lexicon of Freemasonry, pp.323-5; Oliver, “Historical Landmarks of
Freemasonry’” 1.60.

198
siyonundan türediği anlaşılmaktadır. Süleyman Tapmağı
ve Jakin, boaz sütunları gibi konular Yahudi-Kabalasından
alınmıştır. Jakin ve Boaz sütunları Kabaladaki on
Sefirottan ikisini oluşturmaktadır!..
The Jewish Encyclopedia (Yahudi Ansiklopedisi) da
“Hiram hikâyesi, Süleyman Tapmağı ile ilgili rabbinik
(Hahamlara ait) efsanelere kadar geri gitmektedir,” diye­
rek kabalistik bilgi aktarımını doğrulamaktadır. Peki, bu
‘Haham efsanesi’ Masonluğa nasıl girmişti?
‘Roma Collegia’ teorisini savunanlar bunu şöyle izah et­
mekteydi;
“Süleymanın Tapmağı inşaa edildikten sonra, bu­
rada çalışan duvarcılar (Masonlar) Avrupa’ya dağıldılar.
Bunlardan bir kısmı Marsilya’ya, bazıları da muhtemelen
Roma’ya gittiler ve buradaki ‘Collegiaya Yahudi efsane­
sini soktular. Daha sonra bu efsaneler, 7’nci Yüzyıldaki
“Comacini Üstadlan” tarafından ortaçağlarda, İngiltere,
Fransa ve Almanya’daki loncalara sokuldu. İddialara bakı­
lırsa, ortaçağlarda Fransa ‘Compagnonnages’leri arasında
‘Süleyman Tapınağı’ hikâyesi çok yaygındı. Bu gruplar­
dan ‘Süleymanın Çocuklarında Hiram efsanesi, bugünkü
şekline çok benzer bir şekilde mevcuttu.”
Fakat efsanenin ortaya çıktığı tarih kesin olarak
bilinmemektedir. Clavele göre ‘Yahudi gizemleri’ Roma
Collegia’ları zamanından beri vardı. Ona göre, bu
Collegia’lar oldukça Yahudileşmişti.
Eckert ve Yarkere göre Yahudi unsurların Masonluğa
girişi Haçlı Seferleri sırasında olmuştu.
Modern Masonluk geniş çapta Kabalaya dayanması­
na rağmen, muhtelif Kabalalar arasında bir ayırım yap­
mak gereklidir.

199
Hu /umana kadar bilinen üç çeşit Kabala vardı. Bunlar;
I l’alriklerin88 eski gizli geleneği, ki bu eski
M ısırırlardan, Yunanlılara ve Romalılar’a ve muhtemelen
Collegialar vasıtasıyla İngiltere’nin Masonlarına geçmiştir.
2- Bu geleneğin Yahudi Versiyonu, yani Yahudilerin
ilk Kabalası, Hıristiyanlıkla uzlaşması mümkün olmayan
bu gelenek, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman yoluy­
la Essenliler’e ve aydınlanmış’ Yahudiler’e ulaştırılmıştı.
3. Sapkın Kabala, Yahudi Hahamlarının büyü, batıl
inançlar ve -Hz. İsa’nın Ölümünden sonra-Hıristiyanlık
aleyhtarı efsaneleri karıştırmasından oluşmuştu.
Masonluğa Haçlı Seferleri sırasında giren kabalistik unsur­
lar, daha çok yukarda belirtilen ikinci gruba girmektedir.
Sapkın olmayan Kabala türü ise, Essenliler tarafından
bilinmekteydi. Gerçekten de Masonluk ve Essenizm arasında
belirgin bir benzerlik vardır. Essenliler’in ‘Sabii’ geleneğin­
den aldığı bazı unsurlar, localarda güneş ve yıldız sembolizmi
şeklnıde kendini göstermektedir.

Tapınakçı Geleneği:

Birçok, masonik yazar, Yahudi unsurunun Masonluğa


Tapınakçılar tarafından sokulduğu konusunda hemfikirdir.
Bu unsurlar, Tapınakçı Tarikatının yokedilmesinden son­
ra, masonik loncalara (atölyelere) sızmışlardı. Yahudi gelene­
88 Patrikler: M.S IV. Yüzyıl gibi çok erken dönemlerde Roma
İmparatorluğunda, dini konularda tüm Yahudilerin Patriklere (Patri-
arch) boyun eğmek zorunda kaldığı bir sistem oluşturulmuştu. Roma
kaynaklarında ‘Patrik’ olarak isimlendirilen bu yüksek makam, Yahudi
kaynaklarında Başkan (President) olarak (İbranicedeki ‘Nassi’ kelimesi
ile) adlandırılmıştı. Bu kişi, Yahudilerin en yüksek yargı organı olan
‘Sanhedrine başkanlık yapmakta, Filistin’deki mahkeme üyelerinin ata­
makta ve diğer dini görevlileri seçmekteydi. Makamı kalıtsal olan Pat­
rik, Roma devlet hiyerarşisi içinde oldukça yüksek, resmi bir rütbeyi
temsil etmekteydi.

200
ğinin Mason localarına girişi, Tapınakçılar vasıtasıyla olmuş­
tu ve bu gelenek, masonik loncalara Roma Collegialar ından
miras kalan eski efsanelerin üstüne aşılanmıştı.
Yarker’e göre, ‘Tau haçı’ ve ‘parlayan yıldız’ sembo­
lizmi Tapınakçılar tarafından Masonluğa sokulmuştu.
Nitekim Salisbury Katedralindeki ‘beş köşeli yıldız,’
Westminster Abbey’deki içice geçmiş iki üçgen ve Jakin-
Boaz sütunları, 14’ncü Yüzyıl Masonluğunun eserleridir.
Dahası, masonik bir geleneğe göre, bu dönemde
Tapınakçılarla masonik loncalar arasında sıkı bir ittifak
kurulmuştu. Fransa’d a Tapınakçı Tarikatı takibata uğradı­
ğı zaman, Üstad Pierre d’A umont ve yedi şövalyenin “du­
varcı ustası” (Mason) kılığında gizlice İskoçya’ya gittiği
(1307) ve Mulî Adasına yerleştikleri iddia edilmektedir.
îskoçya’daki Tapınakçılar 1307 yılında St. John (Aziz
Yuhanna) gününde ilk toplantılarını yaptılar. îskoçya Kralı
Robert Bruce onları koruması akına aldı. Buna karşılık
Tapınakçılar da yedi yıl sonraki ‘Bannockburn’ savaşında
İngiltere Kralı IL Edward’a karşı Bruce’un saflarında dövüştü­
ler. (II. Edward İngiltere’deki Tapınakçı tarikaüm kapamıştı.)
Bu savaştan sonra Robert Bruce’un ‘Royal Order of H.R.M’
(Heredom)= ‘Kraliyet Heredom Tarikaü’ ve ‘Knights of the
R.S.Y.C.S’ (Rosy Cross)= ‘Gül-Haç Şövalyelerini’ kurduğu
iddia edilmektedir. Bu iki derece “Royal Order of Scotland”
(îskoçya Kraliyet Tarikatı)’nı oluşturuyordu.
Bazı masonik yazarlar Gül-Haç derecesinin 1188
yılında Filistin’de kurulduğunu iddia etmektedirler.
(‘Heredom,’ Hebrid adalarının güneyinde bulunduğu id­
dia edilen mitolojik bir dağdı. Burada Yahudi “Culdee”
mezhebi rimellerini uygulamaktaydı.)
1314 yılında îskoçya Kralı Robert Bruce, Tapınakçılar

201
ve ‘Royal Order of H.R.M’u duvarcı (Mason) loncala­
rı ile birleştirdi. Böylece İskoçya opératif Masonluğun ve
Tapmakçıların kalesi haline geldi. îskoçyadaki ‘Heredom
of Kilwinnig’ de Masonluğun ‘kutsal evi’ oldu.
F. H. Buchmaster ‘The Royal Order of Scotland’ adlı
kitabında Kilwinnig’in 1150 yılından beri Masonluğun
büyük buluşma alanı olduğunu belirtir.
Tapmakçılar ve İskoç duvarcı loncaları arasındaki
ittifak, masonik otoriteler tarafından da kabul edilmekte­
dir. Masonluk sistemi üzerindeki Tapmakçı etkisinin bir
başka göstergesi de dereceler ve inisiyasyonlardır. Çırak,
Kalfa ve Ustad Mason dereceleri İskoçya’d an çıkmıştır.
Bu dereceler ve Haşhaşin dereceleri arasındaki benzer­
liğe daha önce dikkat çekmiştim. Nitekim, Masonluğun
dış örgütlenmesi ile ‘İsmaili sistemi’ arasındaki benzerlik,
birçok yazarın dikkatinden kaçmamıştır.
Dr. Bussel’e göre, ezoterik kutsal geometri bilgisi ve
birçok sembol, bize çok eski çağlardan gelmekteydi. Fakat
ezoterik bilginin daha belirgin bir modeli, Kahire’deki
İsmaililer’in “Büyük Locası” yani “D ar-ül Hikm et” vası­
tası ile intikal etmişti. Seyid Amir Ali’ye göre, Makrisi’nin
muhtelif inisiyasyon dereceleri, localara uyarlanmış ve
bunlar Masonluğu biçimlendirmişti. Gerçekten de Kahire
Locası, Hıristiyanlığın doğuşu sonrasında kurulan bütün
localara model olmuştur.
Bu sistemin Masonluğa, Tapmakçılar ve onların bağ­
lantılı olduğu HaşhaşiTer (Dar-ül Hikmet) yoluyla girdi­
ğine şüphe yoktur.
1825’de basılan ‘Manuel des Chevaliers de l’Ordre du
Temple’ adlı kitapta şöyle bir açıklama vardı;
“Jacques du Molay’ın ölümünden sonra, takipçileri
İskoç Tapmakçıları ‘The Royal Order of Scotland’ adı al­
tında yeniden örgütlendiler. İşte, İskoç Masonluğunun ve

202
diğer masonik ritlerin kökeni bu örgüte dayanmaktadır.
İskoç Tapınakçıları 1324 yılında Papalık tarafından aforoz
edildi. Tapınakçıların ‘Yuhanna’ doktrini ve ‘Süleymanın
Tapmağı’ile ilgili Yahudi efsaneleri, Kilisenin Hıristiyanlık
öğretileri ile uzlaşamaz bulunmuştu.
İşin ilginç yönü, Katolik Kilisesinin yalnız İskoç
Tapmakçılarım değil, “Knights of St. John of Jerusalem”
(Kudüs’ün St. John Şövalyeleri) tarikatım da aforoz etmiş
olmasıdır.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, Tapınakçılar do­
ğudan gizli bir doktrin getirmişlerdi ve yoruma göre
Hıristiyan veya anti-Hıristiyan olarak görülüyordu.
Onların ‘Royal Order of Sco tland’ ve ‘Knights of St. John
of Jerusalem’bağlantıları, bu yorumları muhafaza etmiş
ve Masonluğa intikal ettirmişlerdi.
Bazı masonik otoritelere göre, her iki St. John’un
Masonluğun patron azizleri olarak kabul görmesi,
Yuhannacılıktan değil, Tapınakçılarla St. John Şövalyeleri
arasındaki ittifaktan ileri geliyordu.
18’nci Yüzyıl Kıta Masonluğunun temellerinde
‘Tapınakçılar’ bağlantısı olduğunu hatırlamak her zaman
faydalı olacaktır.

M asonluğun Gül-Haç Kökeni:

Masonluğun eski ve tanınmış simalarından birinin Fran­


cis Bacon olduğu konuyla ilgili herkesin malumudur.
Bacon, Gül-Haç mensubu olarak bilinir ve ‘New Atlantis’
(Yeni Atlantis) adlı kitabında savunduğu felsefi doktrin,
masonik doktrine oldukça benzemektedir.
Bacon insan ırkının eski patriklerine dayanan giz­
li bir gelenek bilgisinin, efsanevi kıta Atlantis’ten kay­

203
naklandığına inanıyordu. Modern masonik yazarlardan
Augustus Le Plongeon’d a89 kadim Maya uygarlığından
Mısır kültürüne uzanan olağanüstü izlerini araştırdığı
kitabında, uzakçağlarda Mısırlılar, Mayalar ve Batı ülke­
sinin sakinleri (Atlantis) arasında ilişkiler olduğuna dair
ipuçları aramıştı.
Bacon’a göre bu gelenek en saf şekli ile Yahudi-
Kabala’smda bulunuyordu. Bacon ‘New Atlantis’ (Yeni
Atlantis) adlı kitabında Peru’dan Çin’e giden bir geminin
yolda fırtınaya yakalanıp, Güney Denizinde henüz keşfedil­
memiş bir adaya sürüklenişinden bahseder. Bu adadaki halk,
demokratik prensiplere uygun olarak yönetiliyordu ve baş­
larında aydınlanmış’ bir kral vardı. Bu adaya “Bensalem”
deniyordu ve Eflatunun bahsettiği efsanevi Atlantis’ bu ada
idi. Bacon mı ‘Bensalem adasında Yahudiler de vardı. Bunlar,
Musa'nın ‘Bensalem kanunlarına uygun olarak hazırladığı
bir ‘Kabalaya inanıyorlardı. Onların inancına göre, “Mesih
geldiği ve Kudüs’deki tahtına oturduğu zaman, Bensalem
Kralı onun ayağının dibinde oturacaktı “Bu pasaj özellikle il­
ginçtir, çünkü Bacon burada Musa’dan kaynaklanan eski gizli
gelenekle, Hahamların sapkın Yahudi-Kabalası arasındaki
ayrımını ortaya koymuştu.
Bacon’un bu Atlantis ütopyasında denizaltılar, uçak­
lar gibi zamanın çok ilerisinde teknolojik buluşlar da vardı.
Bacon’un 1600’lü yıllarda yaşadığı göz önüne alındığında, bu
bilgilere nasıl ulaştığını düşünmek hayli ilginç olacaktır.
“Francis Bacon and his Secret Society” (F. Bacon ve Gizli
Cemiyeti) adlı kitabı yazan Bayan Potta göre, Bacon Gül-Haç
örgütünün kurucusu idi. Ona göre Bacon, bu örgütün dayan­
dığı düşüncelerin yaratıcısı değil, mirasçısı idi. Nitekim onun
‘New Atlantis’ kitabı Masonluktan alıntılarla doludur.
89 Bu konuda bakınız: Augustus Le Plongeon, “Mısırlıların Kökeni,” Ege
Meta Yayınları.

204
Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılacağı
gibi, Gül-Haç bir başlangıç değil, eski gizli dernekleri
Masonluğa bağlayan uzun zincirin bir parçası idi.
Ünlü Mason yazar Dr. Mackey’in, ‘Gül-Haçlılar’m
Masonlukla bir ilişkisi yoktur,’ demesine rağmen, Masonluk
ve Gül-Haç arasındaki bağlantı, Masonluk ve Tapmakçılar
bağlantısı gibi oldukça tartışmaya açık bir konudur.
İlginç olan bir başka husus da, 18’nci Yüzyılda İngiliz
Masonlarının listesinde bulunan şahısların, aynı zaman­
da Gül-Haç örgütünün de üyeleri olmalarıdır.
Masonluk ve Gül-Haç bağlantısıyla ilgili çok önemli
bir şahıs da -O peratif Masonluk ve Spekülatif Masonluk
konusunda adı geçen- Elias Ashmole’dir.90Ashmole, as­
trolog, alşimist ve Oxford’daki ‘A shmole Müzesinin ku­
rucusu olup, 1617 yılında doğmuştu. Ashmole isim yap­
mış bir Gül-Haç mensubu ve Masondu. Yazar Ragon’a
göre, Ashmole nin Masonluğa kabul edildiği tarihte, Gül-
Haçlı’lar ve Masonlar toplantılarını aynı salonda yapıyor­
lardı. Yarkere göre, Elias Ashmole Masonluğun ve Gül-
Haçlılarm önde gelen simalarından biriydi.
Yukarda anlatılanlardan sonra “Masonluk ve Gül-
Haç arasında herhangi bir bağlantı yoktur” denilebilir
mi? Yorumu okuyucuya bırakıyorum.

17’nci Yüzyıl Hahamları:

Yahudi efsanelerinin Masonluğa sızdığı üçüncü bir kanal


da 17’nci Yüzyıl Hahamlarıdır. Yahudi yazar Bernard
Lazare “LAntisemitisme” adlı kitabında “Masonluğun
90 Theodor Fritsch, “Handbuch der Judenfrage” (Yahudi Meselesinin El
Kitabı) adlı kitabının (Hammer Verlag, 35. Auflage, Leipzig 1933) 81.
Sayfasında 1717 yılındaki İngiltere Büyük Locasının kuruluşunda Ya­
hudi asıllı Elias Ashmole’nin hazırladığı belgelerin çok etkili olduğunu
belirtmektedir.

205
beşiğinde Yahudiler vardı,” diye yazmaktadır. Bu
açıklamanın ışığında Büyük Locanın kuruluşuna (1717)
bakarsak, bazı gerçekleri daha iyi anlayabiliriz.
Nitekim Büyük Locanın ‘hanedan arması Amsterdam h
bir Yahudi olan Jakob Yehuda Leon Templo tarafından tasar­
lanmıştır. (Bu şahıs Cromwell’in yalcın dostu olan Kabalist-
Haham Menassah ben İsrael’in arkadaşıydı)
Bugün bile İngiliz BüyükLocası tarafından Templo’nun
tasarladığı ‘hanedan armaları’ kullamlmaktdır.
1920’li yıllarda İngiliz Yahudi cemaatinin önde ge­
len isimlerinden biri olan Lucien Wolf, masonik arma’da
Yahudi Peygamber Hezekiel’in vizyonuna ait insan, as­
lan, kartal ve boğa sembolleri bulunduğunu belirtir.
Bütün bunlar İbrani sembolizminin mistik alanına gi­
ren sembollerdir. Diğer bir ifade ile, Hezekiel’in vizyonu
Yahudilerce “Merkaba”91olarak biliniyordu.
Şimdiye kadar anlatılanları özetlersek, Masonluğun
1717 yılında belirlenen rimelleri ve yasaları, eski Mısır
ve Pitagor doktrinlerine ait bazı parçaları ihtiva etse de,
İngiliz Büyük Loca sistemi, gizli geleneğin Yahudi versi­
yonuna, yani Kabalaya dayanmaktadır.

91 Merkaba: Ortaçağın ilk yüzyılında Yahudiler arasında yaygın olan, ‘taht


misti-sizmi’dir. Ayrıca İbrani harflerinin permütasyonlarını yapan Kabalist
mistikler tarafından “savaş arabası” ve “birlik” (birleşme) olarak da tanım­
lanır. Peygamber Hezekiel’in ‘Kutsal Taht Arabası’ vizyonu ile bağlantılıdır.
(Kaynak: Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, cilt: 2, Gözlem Gazetecilik
Basın ve Yayın AŞ).

206
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BÜYÜK LOCA DÖNEMİ

Masonluk, ‘Londra Büyük Locası’ adı altında yeniden or­


ganize olarak, doğu ezoterik doktrinlerine dayalı, insanları
ortak bir amaç için biraraya toplayan gizli bir sistem haline
geldi. Fakat 17’nci Yüzyılın birbirine muhalif düşünce
akımları localarda da kendini göstermeye başlamıştı. Lu-
therci-Masonlar Papalığa karşı, Katolikler ise yayılmaya
başlayan Protestanlığa karşı, güçlerini birleştirmeye
uğraşıyorlardı. Cromwellci Cumhuriyetci’ler ile Stuartcı
Kralcılar ve nihayet rakip kraliyet hanedanları arasındaki
savaş, localara da yansımıştı. Bu çeşit bir örgütle bir dâva
için gizlice çalışmak ve görünmeden çok sayıda insanı
harekete geçirmek, kabil olduğu için her parti Masonluğu
kendi çıkarları için kullanmak istiyordu.
Bazı masonik yazarlara göre, Gül-Haçlı’lar tarafın­
dan Papalığa karşı kullanılan sistem, Cizvitler tarafından
tam tersi bir amaç için kullanılmıştır.
Lecouteuk de Canteleu, 1714 yılında Cizvitlerin Gül-
Haç gizemlerini kullandıklarından bahseder. Cizvitler, I.
Charles’in iç meselelerle uğraşmasını fırsat bilerek, Gül-
Haç Masonlarının sembollerini ve alegorilerini kendi çı­
karları için kullanmışlardı.
Diğer bazı yazarlar da Katolik Kilisesinin başdüşma-
nı olan Cromıvell’in yüksek dereceli bir Mason olduğunu

207
ve sistemi kendini iktidara taşımak için kullandığım be­
lirtmişlerdir.
Bütün bu iddialarda spekülasyon payı bir hayli yük­
sektir. Nitekim, Cizvitlerin Gül-Haç sistemini kullandı­
ğını iddia edenlerden biri de, kendisi de Gül-Haç m en­
subu olan Eliphas Levi idi. Bu iddialara rağmen, bazı
Cizvitlerin 17’nci Yüzyılın siyasi entrikalarında önemli
rol oynadıkları inkâr edilemez bir gerçektir.
17’nci Yüzyıl sonundaki localar kralcı idi ve 1688 ih­
tilali patlak verdiği zaman, Fransa’ya kaçan Kral II. James
ve Jakobit’ler92 Masonluğu da beraberlerinde götürmüş­
lerdi. Bunlar Fransızların yardımıyla Stuartlar’ın davasına
hizmet eden masonik ritler ve semboller kullanan Mason
locaları açtılar. Örneğin; burada “Vaadedilmiş Ülke”
İngiltere’yi, “Kudüs” Londra’yı, Hiram’ın öldürülmesi de,
I. Charles’ın idam edilmesini sembolize ediyordu.
Londra’daki kralcı -Masonlar doğal olarak Stuart’ları
desteklemiyor, tam tersine Hannover hanedanına sempati
duyuyorlardı- Dr. Bussel’e göre “Büyük Loca” Hannover
hanedanlığını desteklemekteydi. Yani İngiltere’deki loca­
lar Hannover kulüplerine, İskoç locaları ise, Jakobit ku­
lüplerine dönüşmüştü.
Masonluk, sık sık ‘Deist’ olarak suçlanmasına rağ­
men, büyük Locanın kurucuları arasında “Deism” oku­
lunun öncüleri olan Toland, Bolingbroke, Woolston,
Hume gibi isimlere rastlamamaktayız.
Büyük Locanın kurucuları, kiliselerde Hıristiyanlık
doktrinini vaaz eden din adamlarıydı. Şu halde 1717 yı­
lındaki Masonluk ‘Deist’ bir kuruluş değildi. Localara
92 Jakobit: İngiltere tarihinde 1688 Devriminden sonra sürgüne yollanan Kral
II. James! ve Hannover sülalesine karşı son Stuart’ları destekleyen hareketin
yandaşlarına verilen ad.

208
‘Deist’ görüşleri taşıyan özgür-düşünceli (free-thinker)
Sussex Dükü olmuştur. (1813)

Fransa’da Masonluk:

Londra’daki ‘Büyük Locanın kurulmasının ardından,


1721’de Mons’da, 1725’d e Paris’te, 1728’de Madrid’de,
1731’de Hague’d a ve 1733’d e Hamburg’d a birbiri ardına
Mason locaları açıldı. Bunların birçoğu İngiltere Büyük
Locasından ‘ruhsat’ almasına rağmen, “Paris Büyük
Locası” 1743 yılına kadar bunun dışında kaldı.
‘Paris Büyük Locasının kurucuları, Stuart hane­
danlığını yeniden ihya etmek isteyen Jakobit liderler­
di. Bu grubun lideri olan Charles Radcliffe, kardeşi ile
birlikte (İngiltere’de) hapse atılmıştı. Charles, Newgate
Hapishanesinden kaçarak Fransaya gitti ve orada -idam
edilen kardeşinin asalet unvanı olan- Lord Derwentwater
unvanını kullanmaya başladı. (Bu Lord Denvent-water
da daha sonra 1745 ayaklanmasına katıldığı için idam
edilecektir.) Lord Derwentwater ve diğer Jakobit dostları
1725 yılında ‘Paris Büyük Locası’nı kurdular. Bu sebep­
ten Paris Locası ‘Jakobit’ bir karakter taşımıştır.
‘Paris Büyük Locası,’ Londra Büyük Locasından türe­
mediği için bir ‘ruhsata sahip değildi, zaten sahip olması da
mümkün değildi, çünkü onlarm Masonluğu Fransaya taşıdı­
ğı tarih, Londra Büyük Locası’nm kuruluşundan önceydi.
Londralı Masonların kralcı, apolitik (politika-dışı) bir
kardeşlik örgütü olmasına rağmen, Fransadaki Jakobitler si­
yasetin içinde idiler.
19’ncu Yüzyılın başında Fransa’da yayınlanan “Ordre
du Temple” adlı kitaptan 1312 yılındaki resmi yasaklama

209
ve baskılara rağmen, Tapınakçıların yok olmadıklarım ve
Jacques du Molay’d an Duc de Cosse-Brissac’a (1792 yı­
lında öldürülmüştür) kadar ‘Büyük Üstadlar’ geleneğinin
sürdüğünü öğrenmekteyiz. 1705 yılındaki ‘Büyük Üstad’
ise Orleans Dükü Philippe idi.
1740 yılında Fransa ve Almanya’d a Tapınakçıların
yeniden ortaya çıktığı görülmektedir. Bu tarihteki Alman
Tapınakçılan “Stricte Observance,” Fransa’daki ise,
“O rdre du Temple” adını taşıyordu. Daha önce adı geçen
Lord Derwentwater’i ve ‘Fransa Büyük Locasını des­
tekleyenler arasında Andrew Michael Ramsay (Şövalye
Ramsay olarak biliniyordu) vardı. Ramsay, İskoçya’da
(Ünlü Kilvinnig Locası yakınlarındaki) Ayr’d a doğmuştu.
(Bilindiği gibi 1314 yılındaki Tapınakçı+Mason ittifakı
burada doğmuştu)
Ramsay, Fransa’daki ikameti sırasında Orleans Dükü
Philippe ile tanışmıştı. O sıralar Philippe, “Ordre de Saint
Lazare’nin93 Büyük Üstadı idi. Fakat Ramsayi ‘Ordre
du Temple’ örgütüne inisiye eden Orleans Dükü değil,
Dangeau Markisi olmuştur.
1737 yılında Bourbon Dükü Tapınakçıların Büyük
Üstadı seçildi. Aynı yıl Ramsay Kardinal Fleury’e bir
mektup yazarak, Paris’teki Masonları himayesi altına
alıp alamayacağını soruyordu. Ramsayin Kardinale yol­
ladığı mektupta. Haçlı Seferleri arasında Tapınakçıların,
“Kudüs’lü St. John’un Şövalyeleri Tarikatı” ile birleştiği­
ni ve o tarihten bu yana Tapınakçı localarının ‘St. John
Locaları’ olarak anıldığını yazmıştı.
Ramsay’in 21 Mart 1737 tarihli mektubu, Masonlar
arasında çok sert tartışmalara yol açmıştı. Çünkü burada,
93 Bu örgüt Haçlı seferleri sırasında ‘Hospitalie Şövalyeleri tarafından
kurulmuş ve daha sonra 1608 yılında ‘Ordre du Mont-Carmel- ile bir­
leşmiştir.

210
Tapınakçılar ve Masonlar arasındaki bağlantı açıkça göz­
ler önüne serilmişti.
1738 yılında Ramsay’in talep ettiği kraliyet koruması
reddedildiği gibi, Papa XII Clement resmi bir tebliğ, “in
Eminenti” yayınlayarak, Masonluğu yasakladığını ve bu
örgüte üye olan Katoliklerin aforoz edileceğini bildirdi.
Fakat bu yasaklar Masonları yıldırmadığı gibi, mevcut
derecelere yeni dereceler ilave ettiler. Bu tarihi takip eden
otuz yıl içinde çıkan masonik literatürde, Tapınakçı bağ­
lantısı daha belirgin bir şekilde ele alındı.
Örneğin; Şövalye de Berage 1747de ilk baskısı ya­
pılan küçük kitabında “İngiliz ve İskoç Şövalyelerinin
Metropolitan Locasının” ‘Heredom Dağı’nda kurulduğun­
dan sözetmekteydi. “Beragee göre masonik genel konsey’
halen orada toplanıyor ve ‘Egemen Büyük Üstad’ın ofisi de
orada bulunuyordu. Bu dağ batı ve kuzey İskoçya arasında
ve Edinburg’a 60 mil uzaklıkta bulunuyordu.
Bu kitapta Haçlı Seferlerine katılan bazı şövalyeler­
le, Kilwinnigdeki ‘Heredom Locası’ arasındaki ilişkinin
varlığı, 1747 gibi erken bir tarihte reddedilemez bir bi­
çimde ortaya konuyordu.
Baron Tschoudy, 1766 yılında yazdığı “Etoile
Flamboyante” adlı kitabında, Masonluğun Filistin’deki
Haçlı Seferlerinden çok önce kurulduğundan bahseder.
Ona göre Masonların gerçek ataları “Filistin ve Aurora
Şövalyeleri” idi. Yahudiler’in sürülmesinden sonra, bu
şövalyeler, babalarının topraklarına geri dönmek ve
Süleyman Tapınağını yeniden inşaa etmek için, ayin ve
dua usûllerini gizlice muhafaza etmişlerdi. Tschoudy on­
ların “okült bilimlerin sadık bir öğrencisi olduğunu -ki
alşimi bunun bir parçasıydı- ve Hıristiyan inancını takip

211
edebilmek için Yahudi dini prensiplerinden kesin olarak
feragat ettiklerini” yazmaktadır.
Haçlı Seferleri sırasında bu şövalyeler çölde saklan­
mışlar ve daha sonra Kudüs’te kalan haçlılara katılmışlar­
dı. Burada, kendilerinin ‘Süleyman Tapınağında çalışan
Masonların soyundan geldiklerini açıkça ifşaa etmişlerdi.
Bu tarihten itibaren onlar ‘Hür-Masonlar’ adını almışlar
ve kendilerini haçlılara bu şekilde tanıtmışlardı.
Bu kitapta anlatılanları tarihi gerçekler olarak ka­
bul etmek saçma olur. Önemli olan husus, “Yuhanna-
Tapmakçı” bağlantısının bu teori ile desteklenmesidir.
İngiliz Masonluğunun kökenleri operatif duvarcı
loncalarına dayanırken, Fransız Masonluğu 1737’den itibaren,
kökenlerini ‘Haçlı Şövalye Tarikatı’na’ (Yani Tapmakçılara)
dayandırmaktaydı. Yine bu tarihlerde Fransız Masonları ara­
sında “İskoç Riti” denilen üst dereceler ortaya çıktı. Bu dere­
celer Tapınakçılardan esinlenerek hazırlanmıştı.

Berage’in kitabında verilen dereceler şöyledir;


1- Parfait Maçon Elu.
2- Elu de Perignan.
3- Elu des Quinze.
4- Petit Architecte.
5- Grand Architecte.
6- Chevalier de l’Epge et de Rose-Croix.
7- Noachite ou Chevalier Prussien.
6’ncı sırada yer alan ‘Gül-Haç Şövalyesi,’ modern
Masonlukta “Prince of the Rose-Croix of Heredom or
Knight of the Pelican and Eagle” (‘Heredom’un Gül-Haç
Prensi’ veya ‘Pelikan ve Kartal Şövalyesi’) olarak bilinir

212
ve daha sonra “İskoç Ritfnin, günümüzde ise “Eski ve
Kabul Edilmiş İskoç R itfnin 18. ve en önemli derecesini
oluşturacaktır.
Gould, “History of Freemasonry” adlı kitabında bü­
tün İskoç Masonluğunun ‘İskoç Büyük Locası’veya ‘Royal
Order of Scotland’ ile ilişkisi olmadığını belirtir. Fakat iş
Gül-Haç derecesine geldiğinde durum değişmektedir.
‘Royal Order of Scotland’daki geleneğe göre, bu derece
İskoçya Kralı Robert Bruce’un ‘Bannockbum’ Savaşı’ndan
sonra Tapınakçılarla yaptığı ittifaka dayanmaktaydı.
İddialara göre H. R.M. (Heredom) ve R.S.Y.C.S (Rosy
Cross) derecesi Robert Bruce tarafından kurulmuştu.
Ünlü masonik otorite Dr. Mackey, ‘Royal Order of
Scotland’ geleneğini araştırırken, halen mevcut Gül-Haç
derecesinin kökenlerinde ‘Rose-Croix de Heredom’ ola­
bilir demektedir.
Fakat Rose-Croix derecesi, dayandığı Tapınakçılar
geleneği gibi, muhtelif yorumlara açıktır, ,ki böyle bir şey
diğer dereceler için söz konusu değildir. Gül-Haçlılar’ın
lata Avrupası’ndaki alşimist gruplardan türemiş olması
da çok muhtemeldir.
R.S.Y.C.S. (Rosy Cross) derecesinin doğudan ithal
edilerek, 1314 yılında ‘Royal Order of Scotland’a eklen­
diğine inanmak oldukça zordur. Rose-Croix derecesi­
nin 1741 yılındaki kuruluşunda, 17’nci Yüzyıl Gül-Haç
Kardeşliği ve diğer örgütlerle ilişkileri, kesin ve net bir
şekilde ortaya çıkarılamamıştır.
Fransız Masonları tarafından 1741 yılında kabul edi­
len Gül-Haç derecesi hem Hıristiyan, hem de Katolik bir
karaktere sahipti. Gül-Haç derecesinin bu Katolik görün­
tüsü, derecenin Katolikliğe karşı saldırıları önlemek için

213
Cizvitler tarafından kurulduğu izlenimini vermiştir.
J. S. Tuckett, ilave dereceler konusunda yazdığı ki­
tabında, ‘İskoç Masonluğunun’ hem Roma Katolikliğini,
hem de Masonluğun ‘Stuart’ formunu korumak için ku­
rulduğunu iddia etmekteydi.
Fransa’ya Gül-Haç derecesini sokanların niyetle­
ri, ateistleri Deist, Deistleri ise Katolik Hıristiyanlara
döndürmekti. Siyasi açıdan bakıldığında, 18’nci Yüzyıl
ortalarında Fransa’ya sokulan üst derecelerin İskoç-
Jakobit kaynaklı olduğu söylenebilir. 1754 yılında ‘Rite of
Perfection’ (Mükemmeliyet Riti) yahut ‘İskoç Derecesi’
denilen yüksek dereceler şu şekilde sıralanmaktaydı:

(Mükemmeliyet Riti) RITE OF PERFECTİON


1- Çırak
2- Kalfa
3- Üstad Mason
4- Gizli Üstad
5- Mükemmel Üstad
6- Mahremiyet Sekreteri
7- Bina Emini
8- Amir ve Hakim
9- Dokuzlar Seçilmişi
10- Onbeşler Seçilmişi
11- Oniki Kabilenin Şefi
12- Büyük Üstad Mimar
13- Dokuzuncu Kubbe Şövalyesi
14- Eski Büyük Seçilmiş
15- Kılıç Şövalyesi
16- Kudüs Prensi

214
17- Doğu ve Batı Şövalyesi
18- Gül-Haç Şövalyesi
19- Büyük PontiP4
20- Büyük Patrik
21- Mason Anahtarının Büyük Üstadı
22- Lübnan Prensi veya Krallık Baltası
23- Egemen Prens Üstad
24- Siyah ve Beyaz Kartal Komutanı
25- Kraliyet Sırrının Komutanı
1786’d a 7’nci ve 8’nci derecelerin yeri değiştirildi,
l i n ç i derece Seçilmiş Yüce Şövalye, 12’nci derece Bütün
Sembolizmin Büyük Üstadı oldu. 21’nci derece Nuh
Patriği veya Prusya Şövalyesi, 23’nci derece Ahit Sandığı
Şefi, 24’nci derece Ahit Sandığı Prensi ve 25’nci derece
Tunç Yılan Şövalyesi olarak değiştirildi.
Bu derecelendirmeye baktığımız zaman operatif
Masonluğun iki ana unsura dayandığını görüyoruz:
1- Haçlı Şövalyeleri.
2- Yahudi Geleneği (Kabala).
Bu iki unsur zaten Tapınakçılık’tan başka bir şey miydi?
Gould, “History o f Freemasonry” adlı kitabında
Masonluktaki ‘Taptnakçı’ etkisini şöyle anlatmaktadır;
“Fransa’daki bazı İskoç Locaları, yeni derecelerin ka­
bulü ile -ki bu dereceler İskoç Masonluğunun Tapınak
Şövalyeleri ile birleşmesinden oluşmuştu- Tapınakçıların
istilasına uğradı. İlk defa 1741’de Lyon Masonları,
Tapınakçıların intikamını sembolize eden “Kadoş”9495 de­
recesini icat ettiler. Yine bu tarihte Fransa ve Almanya’da
94 Pontif: Piskopos, özellikle Papa.
95 Kadoş: İbranıce ‘kutsal’ demektir. Kabalada ‘Tetragramma-
ton’ (YHVH) ile birleşmiş bir vaziyette bulunur.
215
yeni ritler geliştirildi, fakat hepsi Fransız kökenli idi ve
şövalyeliğe, yani Tapmakçı derecelerine dayanıyordu.”
‘Kadoş’ derecesi “Büyük Seçilmiş” derecesinin ge­
liştirilmiş halidir ve ‘Hiram’m öldürülmesinin intikamı
konusunu işleyen üç ‘intikam’ derecesinden biridir. Fakat
“Kadoş” derecesi daha sonra “Eski ve Kabul Edilmiş İskoç
Riti’nin otuzuncu derecesi haline gelecek ve Hiram efsa­
nesi de Molay’ın öldürüldüğü Tapınakçı hikâyesine dö­
nüştürülecektir. Bu derecede Masonlar, öldürülen üstad
Hiram efsanesi yardımıyla Tapınakçı Üstadı Jacques du
Molay’ı öldürten Fransa Kralından öç almaya yönlendi­
riliyorlardı.
(Aslında bu derece Masonların başta Katolik Fransa
Kralı olmak üzere diğer Katolik monarşilere de düşman­
lıklarını açığa vuruyordu.)
Üst derecelerin siyasi ve anti-Hıristiyan eğilimleri,
Masonluğun temel prensibinden, yani localarda dinsel veya
siyasi nitelikli konuşmalar yapılamayacağı prensibinden,
sapma anlamına geliyordu. Bu sebeplerden yalnız anti-ma-
sonik yazarlar değil, Masonların kendileri de bunları eleştiri­
yorlardı. Clavel, Ragon, Rebold, Thory, Findel gibi masonik
yazarlar, bu üst dereceleri ‘düzeri için bir tehlike olarak görü­
yorlardı.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, ‘İskoç Masonluğu’
Tapınakçılar için bir ‘örtü’ vazifesini görüyordu.
“Tapınakçılık” düşüncesi, Gül-Haç’ın türediği kökenler­
den oldukça farklı bir düşünce biçimiydi.
“Fransız Büyük Locası” içinde iki farklı grup, o denli
şiddetli bir rekabet içine girmişti ki, 1767 yılında Fransız
hükümeti “Büyük Locayı” kapatmak zorunda kaldı.
Tapınakçılar iki ayrı örgüt kurmuşlardı. Bunlardan

216
biri ‘Doğunun Şövalyeleri’ (1756) ve diğeri de ‘Doğu ve
Batı İmparatorları Konseyi’ (1758) idi.
1761 yılında Stepnen Morin adlı bir Yahudi,
‘İmparatorlar’ tarafından Amerika’ya yollandı ve kendisi­
ne ‘Paris Büyük Locası’ ve Clermont Dükü tarafından bi­
rer ruhsat verildi. Morin, Amerika’d a ‘Rite of Perfection’ı
kurmaya muvaffak oldu. Bu ritteki “Büyük Müfettiş” de­
recesindeki Masonların onaltısı Yahudi idi. Bunlar ara­
sında Isaac Long, Isaac de Costa, Moses Hayes, B. Spitser,
Moses Cohen, Abraham Jacobs, Hyman Long vardı.
Fransa’d a locaların kapatılması, Büyük Locanın
toplantılarını engelleyememişti. Clermont D ükünün
1772 yılında ölmesi ile bu grup, Chartes D ükünün
Üstadlığında “Grand Orient” (Büyük Doğu)’i kurdu.
“Grand Orient,” daha sonra ‘Büyük Loca ile birleşe-
rek, büyük bir devrimci parti haline geldi. Chartres Dükü
de bütün konseylerin, şapitr’lerin ve Fransa’d aki İskoç
Localarının ‘Büyük Üstadı’ oldu.
1782’de ‘İmparatorlar Konseyi’ ve ‘Doğunun
Şövalyeleri,’ “Grand Chapitre General de France’ı kur­
mak için birleştiler. Bu örgütte 1786’d a ‘Grand Orient’
ile birleşti. Böylece ‘devrimci parti’ tam manasıyla zafere
ulaşmış oldu.

217
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ALMAN TAPINAKÇILARI VE
FRANSIZ İLLUMİNİZMİ

1738’de Prusya veliahtı Frederick, yani geleceğin


“Büyük Frederick”i, Voltaire96 ile iki yıl süren mektuplaş­
malarının sonunda, Masonluğa karşı büyük bir ilgi duy­
maya başlamıştı. İddialara göre, Frederick, Brunswick’ten
geçerken, bir otelde -M ason Locasında değil- Hamburg
Büyük Locasından Graf Von Lippe-Bückeburg tarafın­
dan inisiye edilmişti.

Prusya Kralı Büyük Frederick’in M asonik Kariyeri:

Frederick, 1740 yılında tahta çıktıktan sonra, Masonluğa


olan ilgisi artarak devam etmeye başlamıştı. Frederick’in
isteği üzerine Baron de Bielfeid ve özel meclis üyesi Jor-
dan, Berlin’de 1740 yılında “Üç Küre” Locasını kurdular.
1740 yılında Voltaire, Kral Frederick’in acil daveti
üzerine Almanya’ya geldi. Voltaire’in Mason olduğu ge­
nellikle pek bilinmeyen bir husustur. İddialara göre, 1778
yılında Paris’deki “Neuf Soeurs” Locasına inisiye edil­
mişti. Fakat bu, onun daha önce herhangi bir masonik
tarikata üye olmadığı anlamına gelmiyordu.
Voltaire’in Almanya'yı ziyareti sırasında Fransız
Mason dünyasında iki önemli olay vukubuldu.
Bunlardan birincisi, ilave derecelerin mevcutla­
96 Voltaire (1694-1778): Fransız yazar. Filozofluğunun yanı
sıra bir polemikçi de olan Voltaire, mutlakiyetçi monarşiye,
yerleşmiş dinlere ve metafizik dogmatizme karşıydı.
218
ra eklenmesi idi. İkincisi ise Almanya’d an Paris’e Von
Marschall adlı masonik bir delegenin gelmesiydi. Von
Marschall “Tapınakçı Tarikatı’nı yeniden canlandırmak
için beraberinde bazı talimatı da getirmişti.
Von Marschall’ı iki yıl sonra, Baron Von Hundt ta­
kip etti. Hundt 1741’d e Masonluğun üç derecesine inisiye
edilmişti ve şimdi Paris’te yeni bir Loca kurmaya gelmiş­
ti. Hundt’un anlattıklarına bakılırsa, Lord Kilmarnock
(Stuart partizanı olduğu için 1746’d a idam edilmiştir)’un
huzurunda, kullandığı ‘Kırmızı Tüylü Şövalye’ lakabının
dışında hakkında hiçbir şey bilinmeyen biri tarafından,
‘Tapınakçı Tarikatına kabul edilmiş ve -H undt’un tari­
katın üstadı zannettiği- Prens Charles Edward’la tanış-
tırılmıştı.
Daha sonra bütün bu anlatılanların uydurma oldu­
ğu anlaşılmıştır. Aslında Hundt’un anlattıkları gerçeğin
tam tersi idi. Hundt, Marschall aracılığı ile Prens Charles
Edward’a yeni Alman tarikatına girmesini rica etmiş ve
‘Tapınakçı Tarikatının yeniden organizasyonu ile -H undt
14’nci Yüzyıl Tapmakçılarınm gerçek sırlarına sahip ol­
duğunu iddia ediyordu- Stuart dâvasına tam des tek vere­
bileceğini açıklamıştı.
Lecouteuk de Canteleu’ya göre, Culloden yenilgi­
sinden sonra, Hundt, Prens Charles Edward’i tarikata
girmeye ikna etmişti. Fakat bu iddia da oldukça şüphe­
lidir. 1751’de Von Hundt resmen yeni Tapınakçı örgütü
olan ‘Stricte Observance’ı kurduğu zaman, Prens Charles
Edward bu şemada hiçbir şekilde yer almıyordu.
‘Stricte Observance’ Tarikatı gerçekte tamamen
Alınanlardan oluşmuş ve üyeleri entellektüel ve aristok­
rat sınıftan olan, geçmişteki şövalye tarikatlarını tak­

219
lit eden bir örgüttü. Bu örgütte herkes birbirini şövalye
adıyla tanıyordu. Örneğin; Hess Prensi Charles, ‘Eques a
Leone Resurgente,’ Brunswick Dükü Ferdinand, ‘Eques a
Victoria,’ Prusyalı Bakan Von Bischoffswerder, ‘Eques a
Grypho,’ Baron de Waechter, ‘Eques a Ceraso’ v.b gibi.
Fakat tarikatın deklarasyonuna göre resmi liderler
olarak görünen ‘Ay Şövalyeleri,’ ‘Yıldız Şövalyeleri’ gibi
unvanlara sahip olanlar, sadece şekilsel liderlerdi. Gerçek
liderler, yani “Bilinmeyen Üstünler” geri plândaydı ve şö­
valye unvanları taşımıyorlardı ama tarikat üzerinde üstün
yetkilere sahiptiler. Sistem, 17nci Yüzyıl Gül-Haçlılarmın
“Görünmeyenler” yönetimini andırıyordu.

M irabeau bu “esrarengiz yöneticileri” şöyle anlatıyor;


“1756 yılında ‘Bilinmeyen Üstünler’ sanki toprak­
tan çıkmış gibi birdenbire ortaya çıktılar. Söylentilere
bakılırsa, onlar Masonlukta büyük bir reform yapmak ve
onu eski saflığına kavuşturmaya niyetliydiler.
Bu misyonerlerden biri olan Johnson, Weimar’a ve
Jena’ya gelerek İçimliğini açığa çıkardı. O, Mason kardeşleri
tarafından hararetle karşılandı ve en iyi şekilde ağırlandı.”
Lecouteuîx de Canteleu tarafından yayınlanan Hess
Prensinin el yazmalarından anlaşıldığına göre, “Tarikatın
Başrahibi” olduğunu iddia eden Johnson, aslında Leicht
veya Leucht isimli bir Yahudi idi.
Gould, onun isminin Leucht veya Becker olduğunu,
bir İngiliz iş adamı gibi görünmesine rağmen, İngilizce
konuşamadığını belirtir.
Baron Von Hundt bile Johnson’u tehlikeli bir ma­
ceracı olarak nitelendirmişti. Bunun üzerine Johnson,
Hundt’un arkadaşlarından biri olan Von Pritsch farafın-
220
dan tutuklanarak, Wartburg şatosuna hapsedildi ve, bura­
da aniden ölerek kariyeri sona erdi.
Gould, ‘History of Freemasonry’ adlı kitabında
Tapınakçıların locaları istilası ile, İskoç Masonluğunda
‘Jakobit’ tesirlerin azaldığına, buna karşılık Alman etki­
sinin tırmanışa geçtiğinden bahseder.
‘İskoç Masonluğu’ Tapınakçıların, özellikle Alman
Tapmakçılarmın faaliyetlerini gizlemek için kullandığı
bir etiket miydi? Bu hareketin beyni Prusya Kralı Büyük
Frederick miydi?
Bu konuda ortaya atılan iki teori Büyük Frederick’i
Tapınakçılarla ilişkilendirmektedir. Bunlar;
1- ‘Ordre du Temple’ adlı 19 neu Yüzyılda basılan
bir kitapta yer alan iddiaya göre, Tapmakçı dereceleri,
Büyük Frederick adına hareket eden Von Hundt tarafın­
dan sokulmuştu.
2- M. Matter’in iddiasına göre, “Ordre du Temple”
adlı kitaptaki iddialar uydurmaydı. “Bilinmeyen
Üstünler” deyimi Almanya’d aki “Stricte Observance’Tn
uydurmasıydı. Gerçekte bu “Bilinmeyen Üstünler” Büyük
Frederick ve Voltaire idi.
Bu iki teoriden hangisinin doğru olduğu kesin olarak
belirlenememiştir. Yalnız Büyük Frederick’in entrikaları
için, Masonluğu bir alet olarak kullanmış olması m üm ­
kün görünmektedir.
Gizli bir örgütte etkin olabilmek için, bu örgütün ‘üs­
tün’ bir bilgiye sahip olduğunun bilinmesi gerekir, işte,
Tapınakçılar böyle bir esin kaynağı olmuştur, denilebilir.
Peki tarikata böyle bir bilgi nereden gelmişti? Antikçağ
ve Ortaçağ konusunda derin bilgi sahibi olan Voltaire’in,
Katolik Kilisesine karşı duyduğu derin nefretle, Katolik

221
inancını yıkmak için, tarihi bir romantizmi yeniden can­
landırmış olması çok mümkündür. Voltaire’in Tapınakçı
sapkınlığını yeniden canlandırmak için, Gnostikler,
Manden ler veya St. John “Yuhanna” Hıristiyanlığına ait
eski belgeleri inceleyerek, Katolik Kilisesine karşı ‘Gerçek
Hıristiyanlığı’ “Yuhanna Hıristiyanlığım” ortaya çıkarmış
olması mümkündür.
Tarikata gizli arşivlerinde bulunduğu iddia edilen bel­
geleri ‘imal’ edecek bir sahtekar bulmak zor bir iş değildi!..
Hundt’un Tapınakçı arşivlerinde bulunduğunu iddia
ettiği belgelerin, güvenilir, gerçek belgeler olmadığı, bun­
ların Voltaire’in çalışmaları ve muhtemelen Suriye elyaz-
malarmın bir Yahudi tarafından tahrif edilmesiyle, ortaya
çıktığı anlaşılmıştır.
Findel, ‘History of Freemasonry’ adlı kitabın­
da, yukarda adı geçen Johnson’un Tapınak Şövalyeleri
Tarikatının devamlılığı hikâyesini uyduran kişi olduğunu
iddia etmektedir.
Büyük Frederick de bilindiği kadar, karanlık işleri
için Yahudileri kullanmaktan hiç çekinmeyen bir kişiydi.
Frederick kendisi için sahte metal para basan Ephraim gibi,
Johnson u da belgeleri tahrif etmek için kullanmış olabilir.
Frederick’in tarikat üzerindeki kontrolü arttıkça, et
kişi de artmaya başladı ve tarikatın yeni yasasını Frederick
hazırladı ve dereceler yeniden düzenlenerek, 33’ncü dere­
ceye kadar yeni ilaveler yapıldı.
İlave dereceler şunlardı:
26- Merhamet Prensi.
27- Tapınağın Egemen Komutanı (Amiri).
28- Güneş Şövalyesi.
29- St. Andrevv’un Büyük İskoç Şövalyesi.

222
30- Kadoş’un Büyük Seçilmiş Şövalyesi.
31- Büyük Müfettiş Engizitör Komutan (Amir).
32- Kraliyet Sırrının Yüce Prensi.
33- Egemen Büyük Müfettiş -General.
Son dört derecede, büyük Frederick ve Prusya önemli
bir rol oynamıştı. Otuz derece olan ‘Kadoş Şövalyesi,’ Alman
“Vehmgerichts”97 (Vehm Mahkemeleri) model, alınarak
oluşturulmuştu. Bu derecede şövalyeler tötonik haçlı giysiler
giyiyorlardı. Tahtın arkasında da Prusya’nın çift başlı kar­
talı bulunuyordu. ‘Üç defa güçlü’ Büyük Üstad da (Başkan)
Prusya Kralı Büyük Frederick’den başkası değildi!..
___ 32’nci derece olan “Kraliyet Sırrının Yüce Prensi’Yıde
97 Vehm Mahkemeleri (Vehmgerichts): Bu dehşet mahkemeleri M.S
772 yılında Şarlman tarafından Westfalya’d a kurulmuştu. 12 nci Yüz­
yılda ‘Vehm Mahkemeleri’ devamlı infazları ile gerçek bir “Kızıl Te­
rör” yaratmıştı. Bu yüzden Almanya’nın doğusu ‘Kızıl Ülke’ olarak
biliniyordu. Lecouteuk de Canteleu’ya göre ‘Kutsal Vehm’ 1371 yılın­
da Tapınakçılar’ın dağıtılmasından sonra bazı ‘Tapınak Şövalyeleri’
tarafından kurulmuştu, Tapmakçılar bir yolunu bulup Almanya’ya
kaçmışlar ve burada ‘Gizli Mahkemelere’ kabul edilmişlerdi. Vehm
Mahkemelerinin elinde Tapınakçılara ait ne gibi gizli bilgiler olduğu
bilinmemekle beraber, Vehm inisiyasyon seremonileri ve masonik ri-
tüel arasındaki benzerlikler şaşırtıcıdır. Bilge’ veya ‘A ydınlanmış’ kişiler
olarak bilinen ‘Vehm’ üyeleri üç inisiyasyon derecesinden geçiyorlardı;
1- Özgür Hakimler
2- Gerçek Özgür Hakimler
3- Kutsal Mahkemenin Kutsal Yargıçları
İnisiye adayı, aynı Masonlukta olduğu gibi, gözleri bağlı olarak Üstad
(Stuhl-herr)’ın karşısına getiriliyor ve ‘Kutsal Vehm’in sırlarını açıkla­
mayacağına dair korkunç bir yemin ediyordu. Daha da korkuncu ada­
yın annesi, babası, kardeşi veya arkadaşlarından herhangi biri ‘Vehm’
için bir tehdid oluşturursa, onu Örgüte ihbar etmekle mükellefti. Eğer
herhangi bir ‘Vehm’ üyesi örgüte ihanet eder ve sırlarını açıklamaya
kalkışırsa, onun önce gözleri bantlanır, sonra elleri arkasından bağlanır
ve dili kopartılırdı. Bundan sonra ölünceye kadar ayaklarından asılırdı.
Ölünün cesedi de parçalanması için kuşlara bırakılırdı. Anlaşılıyor ki
‘Kutsal Velim’ de Masonluk gibi ortak bir kaynaktan besleniyordu; yani
eski pagan geleneklerinden veya Tapınakçı sisteminden/Vehmgericht’
ve Tapmakçılar arasında bir bağlantı varsa, bu Haşişiler olabilir. Ayn-
ca ‘Gizli Mahkeme’ üyelerinin ‘Gül-Haç’ üyesi oldukları da belirtil­
mektedir. Bilindiği gibi Gül-Haç 17’nci Yüzyılda Tapınakçı geleneğinin
bir devamı idi.

223
Frederick, kıta Masonluğunun başı olarak kabul edilmek­
teydi. 33’ncü derecenin sembolü olan çift başlı kartalla,
‘Egemen Büyük Komutan’ yani Prusya Kralı Frederick
temsil edilmektedir. İlginçtir ki, ‘Büyük D oğunun Büyük
Üstadı Orleans Dükü Philippe, Frederick’in yardımcısı
durumundaydı.
Bütün bu yenilikler içinde en önemlisi otuziki derece
idi. Çünkü gerçekte bu, bütün ülkelerdeki Masonları tek bir
başkanın (Yani Frederick’in) emrine sokan bir sistemdi.
1786 yılına gelindiğinde, Fransız Masonları tamamen
Prusyalılaşmış bir vaziyette idi ve Frederick de her yerde
Masonluğun bir idolü haline gelmişti.
‘Stricte Observance’m resmen kuruluşundan (1752)
birkaç yıl sonra, Lord Holdernesse, Paris’teki İngiliz Elçisi
Lord Albemarle’ye yazdığı mektupta “Prusya Kralının
bütün Fransız Konseyleri üzerindeki güçlü etkisinden”
bahsediyordu. Birkaç hafta sonra, Lord Albemarle ce­
vabi mektubunda “Prusya etkisi o kadar fazla ki Fransız
Konseyleri kendi adlarına karar verememektedirler,” diye
yazıyordu.
Fakat Büyük Frederick ve Masonluğunun etkilediği
bir başka alan daha vardı; Diderot ve Ansiklopedist’ler.
Ansiklopedinin98 yazun çalışmalarının arkasındaki gizli
devrimci etkiler hesaba katılmadan Fransız İhtilali anlaşıla­
maz. Resmi tarih bu konuda bizi hiç aydınlatmamaktadır.
98 Ansiklopedi (Eııcylopedie): Tanı adı “Ansiklopedi veya Bilim, Sanat ve
Zanaatların Sınıflandırılmış Sözlüğü” (Encyclopédie ou Dictionnaire
raisonne des sciences, des art des metiers) olan 35 ciltlik belgesel ve
felsefi eser. (1751 1752) Ansiklopedinin yazım çalışmaları, Diderot ve
D’A lembert tarafından yönlendirildi; çok sayıda bilim ve fikir adamı
(Montesquieu, Voltaire, J. J. Rousseau, Jaucourt, d’Holbach v.d) bu
çalışmada yer aldı. “Ansiklopedi” yayımlanır yayımlanmaz çok sayıda
saldırıya hedef oldu; bunun nedeni, gelenek, görenek ve düşüncede
evrim adına, otorite ve geleneği reddetmeğiydi. Yine de “Ansiklopedi,”
18’nci Yüzyıl sonlarında Avrupanuı aydın çevresi üzerinde çok büyük
etki yaptı.

224
Ansiklopedi, gerçekte masonik bir yayındı. Ünlü
Mason Üstadı Papus (Dr. Gerard Encausse) bunu şöyle
açıklıyordu;
“Fransız İhtilali iki aşamada gerçekleştirilmiştir:
1- Entelektüel devrim: Duc d’A ntinin verdiği il­
hamla, Fransız Masonları tarafından Ansiklopedinin ba­
sılması ile.
2- Okült devrim: Üyelerinin büyük bir çoğunluğu
‘Tapmakçı Riti’ne bağlı localar tarafından yürütülmüştü.”
Ansiklopedinin masonik yazarları ve bunların ih­
tilalci doktrinler üzerindeki etkisi, hiç şüphesiz Fransız
Masonlarının çalışmaları sonucunda elde edilmiştir.
1904 yılında ‘Grand Orient’ (Büyük Doğu) kongre­
sinde konuşan birader Bonnet bunu şöyle dile getiriyor­
du;
“18’nci Yüzyılda Ansiklopedistler’in çabaları sonu­
cunda tapmaklarda, halkın daha o günlerde bilmediği,
devrimin parolası oluştu: “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik.”
İhtilalin tohumu bu eliflerin ortamında yeşerdi. Ünlü
Masonlarımız dAlmbert, Diderot, Helvetius, d’Holbach,
Voltaire, Condorcet v.b zihinlerdeki evrimi tamamlayıp,
onu yeni bir döneme hazırladılar. Ve Bastille düştüğü za­
man, “İnsan Hakları B eyannam esini insanlığa sunma
şerefi de Hür-M asonluğa ait oldu.”
Ansiklopediciler locaları devrimin tohumlarını
ekmek için kullandıklarında yalnız monarşiye değil,
Masonluğa da ihanet etmiş oluyorlardı. Çünkü gerçek
masonik prensiplere göre locaların dini ve siyasi tartış­
maların dışında tutulması gerekiyordu.
Ansiklopedistlerden dAlembert ve Diderot (1751’de
Ansiklopedi yayınlandıktan sonra) Prusya Kraliyet

225
Akademisine üye yapılmıştı. Takipeden yılda, Frederick,
d’A lemberte Akademi başkanlığını teklif etti. 1763’de
dAlembert Almanya’ya Büyük Frederick’i ziyaret etme­
ye geldiğinde, Berlin’den düzenli olarak emekli maaşı al­
maktaydı.
Öyle anlaşılıyor ki, Büyük Frederick Prusya’nın üs­
tünlüğünü sağlamak amacıyla masonları, filozofları ve
Yahudileri kullanmakla yetinmemiş, yine kendi çıkarları
için Fransa ve Avusturya arasındaki ittifakı bozmuş ve ni­
hayet Fransız monarşisini yok etmişti.
18’nci Yüzyılda Kralcılar ve Katolikler tarafından
kurulmuş bir örgüt olan Masonluk, devrimci entrikalar
tarafından bir yoketme aygıtına dönüştürülmüştü. Rit’ler
ve semboller aşamalı olarak saptırılmış ve sonunda ku­
ruluş amacının tam tersine hizmet eder bir vaziyete gel­
mişti. Gül-Haç’ın iki derecesi ve Kadoş Şövalyesi, dine ve
Fransız monarşisine karşı savaşın sembolleri haline geti­
rilmişti.
Ünlü Mason Üstadı Eliphas Levi, “Histoire de la
Magie” adlı kitabında “Fransız İhtilalinin Orleans Dükü
başkanlığındaki Masonlar tarafından yapıldığını” yaz­
maktadır.

Fransız İlluminizmi:

Büyük Frederick, Masonlar, Ansiklopedist’ler ve Dük


d’Orlean taraftarları Kiliseyi ve Fransız monarşisini yıkmaya
çalışırken, 18fici Yüzyılın ortalarında localarda başka bir ‘kült’
ortaya çıktı. Bu okültizm’in yeniden canlanışı idi. ‘Yeniden
dirilen okültizm’ bir orman yangını gibi Bordeaınc’tan St.
Petersburg a bütün Avrupayı sarmıştı.

226
18’nci Yüzyıl Rus ve Alman aristokrasisi içinde sayısı
hiç de azımsanmayacak insan, hizmetlerindeki okültistle-
rin etkisi ile, hayatı uzatan iksirlerle (Hayat iksiri) büyük
güç verdiği iddia edilen 'Felsefe Taşı’ ve ‘Ruh Çağırm a
Seansları’ ile meşgul olmaya başlamışlardı.
Fransa’d a okültizm bir sisteme indirgenmişti ve okült
doktrinler dış görünüşte masonik formlarla örtülmeye
başlanmıştı.
1754’de bir Gül-Haç Masonu olan Martines de
Pasqually (veya Paschalis) “Kohen’in Seçkinleri
Tarikatı”nı kurdu. (Martines de Pasqually için ‘Gül-Haç
Kardeşliği’ bölümüne bakınız.) ‘Kohen’in Seçkinleri’ iler­
de “M artinistes” veya Fransız “Iliumines” olarak biline­
cektir. Pasqually daha önce de belirttiğim gibi bir Yahudi
idi. Kendisi de bir ‘Martinisi’ ve ‘Amis Réunis’ üyesi olan
Baron de Gleichen, hatıralarında Pasqually’in Yahudi
olduğunu ve takipçilerinin de Yahudi öğretilerine bağlı
kaldığını yazmıştır.
HenriMartin,‘HistoiredeFrance’adlıkitabmda,Fransacla
üçüncü büyük masonik güç haline gelen Martinistler’in “ka-
balistik bir mezhep” olduğunu yazmaktadır. (Martinisi rit’ler
için ‘Gül-Haç Kardeşliği’ bölümüne balanız.)
Martinistler’in Fransa’d a güç kazanmasından sonra,
diğer okült tarikatlar da ortaya çıkıp, süratle yeni üyeler
kazanmaya başladılar. 1760’da Dom Pernetti “Illumines
d’A vignon”u kurdu. Pernetti, yüksek dereceli bir Mason
inisiye olduğunu ve Swedenborg" doktrinlerini öğrettiği­
ni iddia ediyordu.9

99 Emanuel Swedenborg (1688-1772): Jeoloji, fizik ve anatomi üzerine


çalışan, İsveçli bir bilim adamı ve maden mühendisiydi. 1743’de me­
lekleri, başka ruhları ve hatta Tanrının kendisini görmeye başladığını
iddia etti. 1747de kendini teolojik yazılar ve öte dünya deneyimlerini
yazmaya adamak için, maden danışmanlığı görevinden istifa etti.

227
Daha sonra Chastanier, “Illumines Theosophes”!
kurdu. Bu, Pernetti riti’nin modifıye edilmiş bir şekli idi.
1783’de Marquis de Thome “Swedenborg Riti’ni kurdu.
Bütün bu okült mezheplerin ortak ilham kaynağı
Yahudilerin sapkın ve büyülü Kabalasıydı.
Bu kabalistik etki muhtelif Gül-Haç derecelerinde de
görülmektedir. (Bu derece, bütün masonik örgütlerde en
yüksek ve çok gizli bir derece olarak bilinir.)
“Gül-Haçın Egemenleri veya “Kara Kartal Şövalyeleri
Tarikatı”nın rimellerine ait gizli ve basılmamış bir belgedeki
yayınlanmış rimellerin tamamından farklıydı— ‘Süleymamn
Anahtarı’ olmadan kimsenin kabalistik bilimin gerçek sırla­
rına ulaşamayacağı belirtiliyordu.
Fransa ve Amerika’daki ‘Rite of Perfectiona göre ça­
lışan localarda ‘kabalistik etki’ “Kutsal Dereceler” de
kendini gösteriyordu..
“Kutsal Dereceler,” Yahudilerin ‘Tanrının Kutsal
Adı’ inancından kaynaklanıyordu.
Yahudi geleneğine göre, Yehova veya Yahve’yi oluştu­
ran yod, he, vau, he (YHVH)-ki bunlar* Tetragrammaton’u
oluşturuyordu—kutsal olduğu için telaffuz edilmesi ya­
saktı. Yahudiler bu sebepten onun yerine “Adonai” keli­
mesini kullanıyorlardı.
Yahudi inancına göre Tetragrammaton’un (YHVH)
büyük bir gücü vardı. Onu telaffuz eden kimse gökleri ve
yeri sarsabilir, melekleri dehşete düşürebilirdi.
Bu batıl Yahudi inancı, Gül-Haç geleneğinin bir par­
çasıdır. Üçgen içinde bulunan ‘Tetragrammaton’ sembo­
lü dünyadaki bütün Mason locaları tarafından benimsen­
miştir. Ayrıca bu sembol Fludd’un kabalistik sisteminde
de görülmektedir.

228
Kolayca anlaşılacağı gibi, “Kutsal Dereceler” Yahudi
teolojisinin mistik atmosferi ile çevrilmiştir.
Gül-Haç derecesinin alşimik versiyonunda da “Kutsal
İsim” Yahudi Kabalacında olduğu gibi, majikal bir güce
sahiptir.
Ragon, ‘Maçonnerie Occulte’ adlı kitabında, Yahudi
seremonisindeki “Kutsalların Kutsalının100 Yüksek
Rahibi’nin “Yehova” kelimesini telaffuz etmesinden
sonra, Tetragrammaton için kulandan diğer bir keli­
me olan “Şemamfor”u101 telaffuz ettiğini, yazmaktadır.
"Şemamfor,” İskoç derecesi için de kutsal bir kelimedir.
Otuz derece olan “Kara Kartal Şövalyesindeki (Gül-Haç)
ritüelinde ‘Kutsal îsim şöyle geçmektedir;
Soru: Pentaculum içindeki Tanrının en güçlü adı ne­
dir?
Cevap: Adonai
Soru: Gücü nedir?
Cevap: Evreni hareket ettirir.

“İyi bir şansa sahip şövalyelerden biri onu (Kutsal


İsmi) kabalistik olarak telaffuz etmiş ve dört elementi
(Su, hava, toprak, ateş) ve semavi ruhları harekete geçiren
güçlere sahip olmuştu.”
Yukardaki masonik açıklamalardan kolayca anlaşıla­
cağı gibi, Gül-Haç’ın bu şeklinin tamamen Yahudi köken­
li olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Gustave Bord, “La Franç-Maçonnerie en Francs, des
Origines a 1815” (1908 baskısı) adlı kitabında “Contrat
100 Yahudi Tapınağının en iç kısmı.
101 Şemamfor’lar “Süleyman’ın Anahtarıdır. Doğru bir şekilde yerleştirile­
cek olursa. Tanımın 72 adı, Majisyen ve Kabalistlere bakılırsa mucizevi
etkiler yaratıyordu.

229
Social” Locasında ‘Gül-Haç’ derecesine inisiye olacak adaya
şunların söylendiğini yazmaktadır;
“Bu ‘Mükemmel Masonlar Tarikatı’nı da kapsa­
yan derece, birader R. tarafından Leyden-Hollanda’daki
sinagogun başkanı Doktor Rabbi Neamuth’un kabalistik
hâzinesinden alınmıştır. Rabbi Neamuth, Kabalanın ve
esrarengiz Talmud’un sırlarına vakıf birisiydi.”
1782’de bir İngiliz Mason biraderin yazdığına göre,
kendisi Cezayirde Gül-Haç örgütü ile ilgili İbranice bir
yazı görmüştü. O tarihlerde örgüt aynı formdaydı, ama
başka bir isim altında tanınıyordu.
Uzun zamandan beri Yahudi ve Mason yazarlar,
Yahudilerin Masonlukla hiçbir ilgisinin olmadığını, çün­
kü onların localara kabul edilmediklerini ileri sürmüşler­
dir. Bu iddia acaba ne derece gerçeklere uyuyordu?
De Luchet, “Essai sur la Secte des Illumines” adlı ki­
tabında David Moses Hertz adlı Yahudi’nin 1787 yılında
Londra’d a bir locaya alındığım yazmaktadır.
1746 yılında basılan “Les Franc-Maçons ecrases” adlı
kitapta Amsterdam’daki bir locaya alınan üç Yahudiden
bahsedilmektedir. Avrupa kıtasındaki “Melkizedek
Locaları”na Hıristiyan olmayanlar da almıyordu ve bu­
rada Gül-Haç derecesinin önemli bir yer tuttuğunu gö­
rüyoruz. Bu ritin en yüksek dereceleri “Asya’nın İnisiye
Kardeşleri,” “Bilge Ustadlar” ve “Kraliyet Rahipleri”
(‘Melkizedek’ veya ‘Gerçek Gül-Haç Kardeşliği’ olarak
da bilinir.) idi.
‘Asiatic Brethren (Asyalı Kardeşler) olarak bilinen bu
tarikatın merkezi Viyana ve lideri Baron Von Eckhoffen
idi. ‘Asiatic Brethren (Asyalı Kardeşler) “Altın ve Gül-Haç
Kardeşliği” örgütünün bir devamı idi.

230
“Altın ve Gül-Haç Kardeşliği” 1710 yılında bir Salcson
rahibi olan Samuel Richter (Sincerus Renatus olarak da
biliniyordu) tarafından kurulmuştu.
“Asyalı Kardeşler” örgütünün gerçek kökenleri tam
olarak bilinmemektedir.
“Asyalı Kardeşîer”in bir diğer adı da “Evanjelist St.
John’un Şövalye ve Kardeşleri” idi.
Burada ‘Yuhannacı’ bir esinlenme var gibi görünüyor
ama bu apaçık bir sahtekârlıktı, çünkü üyeleri Yahudiler,
Türkler, İranlı’lar ve Ermenilerden müteşekkildi.
İlk elden masonik kaynaklara ulaşabilen De Luchet,
Asyalı Kardeşler’ tarikatını tamamen bir ‘Yahudi
Ö rgütü’ olarak tanımlıyordu.
Luchete göre üst yönetim “Avrupa'nın Küçük Sanhed-
rini”'02 olarak adlandırılıyordu ve yönetimdeki isimler doğal
olarak hep Yahudi idi. Örgütün üçüncü derece (Yani Gül-
Haç) işareti “Urim ve Tumim”102103idi.
Muhtelif ‘M ümine’ mezheplerin önderliğinde bir
okültizm dalgası bütün Fransa’yı sarmıştı. Localar Kabala,
büyü, kehanet, alşimi ve teozofı merkezleri haline gelmişti.
Masonik ritler ruh çağırma seremonilerine dönüştürül­
müştü. Bu toplantılara kabul edilen kadınlar, çığlıklar atı­
yor, kendilerinden geçiyor, titreme krizlerine kapılıyor ve
kendilerini en korkunç tecrübelere kurban ediyorlardı.
Bu okült pratikleri ile ‘Illumine’ler Fransa’da üçüncü
büyük masonik güç haline geldi. Bunun üzerine rakip ta­
rikatlar da güçlerini birleştirme kararı aldılar. Bu sebep­
ten 1771’de bütün masonik gruplar, yeni kurulan ‘A mis
102 Sanhedrin: Eskiden Yahudilerin millet meclisi.
103 Urim ve Tumim: Yahudi Başkahini nin göğüs levhasındaki kehanet.
Yusuf Besalel, Yahudi Ansiklopedisi Cilt: 1.

231
Reunis’ locası etrafında toplanmaya başladılar. Bu loca­
nın kurucusu Savalette de Langes, ‘Grand Orient’ (Büyük
Doğu)’in ‘Hazine Emini’ ve ‘Büyük Amiri’ ve yüksek
dereceli bir Masondu. De Langes, bütün locaları birleş­
tirmek için, sofıstik, Martinist ve masonik sistemden bu
locayı ortaya çıkarmıştı.
Amis Reunis’in gelişmesi ile ‘Philalethes’ riti or­
taya çıktı. 1773’de Savalette de Langes’in Swedenborg,
Martinist ve Gül-Haç gizemlerini Amis Reunis’in yüksek
dereceli inisiyelerine açmasıyla bir çok ünlü şahıs tarikata
inisiye edildi.
Bu ritin modifıye edilmiş bir şekli, 1780’de
Narbonne’d a “Primitif Rit’in Hür ve Kabul Edilmiş
Masonları” adıyla kuruldu. Kurucusu Marquis de
Chefdebien d’A rmisson idi. D’A rmisson “Büyük Doğu”
(Grand Orient) ve “Amis Reunis” üyesiydi. O, bu locayı
Alman Masonlarından esinlenerek kurmuştu. Burada
kastedilen Alman M asonları ‘Stricte Observance’ olm a­
lıdır. Çünkü Chefdebien bu tarikatın bir üyesiydi ve
“Eques a Capite Galeato” unvanını taşıyordu.
Marquis de Chefdebien ve Savalette arasındaki yazış­
maların Fran-saüa yayınlanmasından sonra, filozofların ve
aristokratik loca üstadlarının arkasındaki gücün, esrarengiz
profesyonel majisyenler, yani gizli örgütlerin perde arkasın­
daki gerçek yöneticileri olduğu anlaşılmıştır.

Majisyenler (Büyücüler):

Fransız İhtilalinde majisyenlerin oynadığı rol, Fransız tari­


hinde bilinen, ancak resmi tarihin görmezlikten geldiği
konulardan biridir.

232
Birdenbire sahneye çıkıveren bu ‘Büyücüler Takımı
filozoflar gibi, hep Masonların arasından çıkıyordu.
Majisyenlerin önde gelenleri, yalnız Mason olmakla kal­
mayıp, aynı zamanda okült gizli örgütlerin de üyesi idi­
ler. Bunlar tecrit edilmiş şarlatanlar değil, gizli bir gücün
ajanları idiler.
Bu alanda ilk göze çarpanlardan biri Leipzig’li kahve­
hane sahibi Schroepfer idi.
Schroepfer, hiç kimsenin maji pratikleri yapmadan
gerçek bir Mason olamayacağını söylüyordu. O, kendi­
ni masoııik bir reformcu olarak tanıtıyordu. Schroepfer
evinde Gül-Haç ritine dayanan bir loca açmıştı. Burada
gece yarısı ruh çağırma seansları yapılıyordu. Çok geç­
meden, Schroepfer yaptığı sihirlerin kurbanı oldu. Önce
delirdi sonra bir gün Leipzig yakınlarındaki bir bahçede
intihar etti.
Lecouteubc de Canteleuya göre, modern masonik lo­
caların ünlü üstadı Saint-Germain Kontu’nu da eğiten
Schroepfer idi. St. Germain Kontu’nun gerçek kimliği ise
hiçbir zaman ortaya çıkarılamadı.

Gizemli Bir Kişilik; Kont St. Germain:

Saint Germain Kontu (yaklaşık 1710-1784) 18’nci Yüz­


yılda birçok Avrupa ülkesine seyahat eden tuhaf ve gizem­
li bir kişiydi. Türlü siyasal görevler aldı ve bir kez Fransa
Kralı XV. Louis için de çalıştı. Kendisi Transilvanya’d an
Prens Rakoczi olduğunu öne sürerken, Levi, de Villars’ın
‘Gabalis Kontu adlı kahramanının türetildiği kişi olan
‘Comes Cabalicus’ adında birinin öz ya da üvey oğlu
olduğunu söyler. Kont St. Germain bir ressam, kimyager

233
ve simyacı idi. Altın yapmadı, ancak görkemli taşlar üret­
ti. Ayrıca, varolan mücehverleri büyüttü ve kusurlarını
yok etti.
‘Filozof Taşı’nı bilirmiş gibi davranırdı ve arkadaşla­
rıyla geçmiş deneyimleriyle ilgili konuşmayı severdi. St.
Germain in üst derecelerde yer alan bir Mason ve St. Jakin
ya da St. Joachim örgütünün üyesi, belki, de başı olduğu
sanılmaktadır.
Bazı çağdaşlan St. Germain’in Portekiz Kralının oğlu
olduğunu, diğerleri ise onun Polonyalı bir Prensesle, bir
Yahudi’nin evliliğinden doğduğunu iddia etmekteydiler.
Duc de Choiseul, onun Portekizli bir Yahudi’nin oğlu
olduğunu iddia etmiştir. 1780’lerde St. Germain’in babasının
Bordeaux’lu bir Yahudi olduğu iddiası oldukça yaygındı.
Marquise de Crequy’un anılarında St. Germain’in
Strasburg’lu bir Yahudi doktorun oğlu olduğu belirtil­
miştir. St. Germain’in asıl adı Daniel W olf’du ve 1704’de
doğmuştu.
Anlaşılacağı gibi genel kanaat St Germain’in Yahudi
olduğu yönündeydi.
St. Germain adı ilk defa 1740’larda Almanya’da
duyulmaya başladı. St. Germain’in esrarengiz güçle­
ri, Maréchal de Belle-Isle’nin dikkatini çekince, Fransa
Sarayına davet edildi. Burada hızla ve kolaylıkla Madame
de Pompadur’un güvenini kazandı. Kısa bir süre sonra
St. Germain’in Kralın huzuruna çıktığı ve ona bir apart­
man tahsis edildiği görüldü.
St. Germain 1761’de Hollanda’d a büyük bir zenginlik
içinde yaşarken görüldü. 74 yaşında olduğunu söylemesi­
ne rağmen, 50 yaşında görünüyordu. 1784’de Schleswig’de
öldüğünde 91 yaşındaydı. Ama 1920’li yıllarda bile onun

234
Doğu Avrupa’nın bir köşesinde yaşadığına inanılmaktay­
dı. Bu inanç, St. Germain’in kendisinin yaydığı bir teo­
riden kaynaklanmaktaydı. Bu teoriye göre, St. Germain
18’nci Yüzyılda muhtelif enkarnasyonlardan geçmiş ve
sonuncusu 1500 yıl sürmüştü.
Barruel, St. Germ ainin yaşı konusunda masonik bir
lisan kullandığını iddia eder. Bu lisana göre İnci dereceye
inisiye olan kişi üç yaşındadır, 2’nci derecede beş, 3’ncü
derecede yedi yaşında olur. Bu şekilde yüksek derecelere
gelindiğinde, bir üstad 1500 yaşma gelmiş olur.
St. Germain, modern yazarlar tarafından bir çeşit ‘sü-
permeri gibi sunulmaktadır. Fakat, ‘Memories authentiques
pour servir a l’histoire du Comte de Cagliostro’ adlı kitap­
ta belirtildiği gibi, onun asıl önemi ‘Masonluğun Büyük
Üstadı’ olmasından kaynaklanmaktadır. Cagliostro’yu ‘Mısır
Masonluğunun Gizemlerine’ inisiye eden de odur.
1743’de doğan Joseph Balsamo (Kont de Cagliostro)
üstadı St. Germain gibi bir majisyen ve yine onun gibi bir
Yahudi idi. Cagliostro, Yahudi asıllı Sicilyalı tüccar Pietro
Balsamo’nun oğlu idi. Pietro Balsamo sık sık Yahudi ırkı­
na mensup olmakla övünürdü.
J. Balsamo ailesinin ölümünden sonra, Palermo’daki
manastırından kaçarak, Ermeni asıllı dostu Altotas’la bera­
ber önce Yunanistan’a, sonra da Mısır’a yolculuklar yapmıştı.
Cagliostro’nun yaptığı yolculuklar Polonya ve
Almanya’yı da kapsıyordu. Cagliostro hem Fransa’d a hem
de Almanya’da Masonluğa inisiye edilmişti.
Cagliostro 1782’de ünlü “Mısır Riti’ni kurdu. Kendi
iddialarına bakılırsa, M ısır Riti’ George Cofton adlı esra­
rengiz bir İngilizin elyazmalarına dayanıyordu. Cagliostro
bunlan tesadüfen (!!!) Londra’dan satın almıştı.

235
Yarker a göre, Cagliostro riti gerçekte Pasquallye aitti
ve muhtemelen onun Londra’daki bir m üridinden satın
alınmıştı. Akla daha yakın gelen başka bir açıklama ise,
Pasqually’in ‘M artinistler Tarikatı’ için kullandığı kay­
nakla, cagliostro’nun kaynağının aynı olmasıdır. Bu kay­
nak büyük bir ihtimalle ‘Kabala’ idi. Londra’daki ünlü
bir Yahudi Kabalist’ten aldığı elyazması da tek değildi.
Cagliostro açıklamalarında ‘kabalistik sanata’ ve ‘Gül-
Haç’a inisiye olduğundan bahseder. Cagliostro kendi ritini
kurduktan sonra kendine “Büyük Kopt” (Mısır Mason­
luğunun Başyöneticisi) unvanını layık görmüştü.
St. Germain ve Cagliostro gibi üst kategoride bulunan
bir diğer isim de Doktor Mesmer idi. 1780’de Mesmer104
büyük buluşu olan ‘hayvansal manyetizmi ilan etti.
104 F. A. Mesmer (1734-1815): Kendisinin ‘Hayvansal manyetizma dediği
izleyicilerinin ise onun onuruna ‘Mesmerizm’ dediği olguyu kurdu.
Mesmer, İsviçre sınırında Constance’d a doğdu ve önceleri rahip olmak
istedi, ancak Viyana Üniversitesinde tıp okudu. ‘Gezegenlerin Bedene
Etkisi’ adlı bitirm e teziyle 1766’d a mezun oldu. Böyle bir konu, o gün­
lerde tuhaf olarak algılanıyordu ve büyük ihtimalle kabul edilemezdi,
ancak dönem in önde gelen profesörlerinden biri olan Van Swieten, tıp­
ta ün yaptıysa da okültizmle de ilgileniyordu. Mesmer aynı zamanda,
Viyana’d a astronomi profesörü, cizvit M. Hell ya da Hehl’le (1720-1792)
• dost olmuştu. Hehl büyük çelik levhalar ve mıknatıslarla deneyler ya­
pıyordu ve bir bölümünü Mesmer’e tıp çalışması için ödünç verdi. Ar­
dından Mesmer, mıknatısların bazı hastaları iyileştirmede etkili oldu­
ğunu gördü. Bunu Hehl’e anlattı. Kısa süre sonra Hehl'in mıknatısların
iyileştirme gücü üzerine bazı yazılar yazmasına sinirlenen Mesmer, bir
astronomun tıpla ilgili olaylara karışmaya hakkı olmadığım düşündü.
Mesmer, başlangıçta hastalarını mıknatıs yardımıyla iyileştiriyordu,
ardından mıknatısa gerek olmadığını gördü ve sonunda mıknatısların
dışında başka nesnelerin de aynı etkiyi yaratacağına inandı, çünkü ona
göre nesneler, manyetik sıvıyla yüklüydü. Bunun insan bedeninde de
var olduğuna ve dokunuşla aktarılabileceği sonucuna vardı.
Mesmer, Paris’de seanslar tertiplemeye başladı. Seansları büyük bir
odada yapıyordu. Büyük bir kovanın içinde bulunan şişelerce su, oda­
nın ortasına konurdu. Demir çubukların bir ucu suya daldırılır ve di­
ğer ucundan hastalar tutardı. Hastaların birçoğu cinnet benzeri haller
geçirir ancak olağanüstü bir iyileşme sağlanırdı. Mesmerizm araların­
da çok önemli hekimlerin de bulunduğu birçok kişinin ilgisini çekerek,
iki düşünce ekolünün doğuşuna neden oldu; 1-Fizyolojik olarak, insan
bedeninin fiziksel, manyetik ya da manyetiğe benzer etkenlerden etki­
lendiğini savunan ekol, 2-Psikolojik olarak, zihinsel etkenlerin neden
olduğunu savunan ekol.

236
Bugün ‘M esmerizm hipnotizma ile aynı anlama
gelmektedir, fakat artık okültizmin bir kolu değildir.
O günlerde ‘sihirli kovalar’dan çok etkilenen ve bu
işin sırrını öğrenmek isteyen Masonlar, Doktor Mesmer’i
tarikatlarına davet ettiler. Mesmer, 1785 yılında “Hür ve
Kabul Edilmiş Masonlar Primitif Riti’ne kabul edildi.
1740 ile 1790 yılları arasında Almanya ve Fransa’d a
bir sürü küçük ‘majisyen ortaya çıktı. Bunlar majikal, te-
ozofık, alşimik tecrübeler yapıyor ve bu arada birçok şar­
latan da ceplerini dolduruyordu.
De Luchet, Fransız İhtilalinin arifesindeki günle­
rin atmosferini anlatmak için, İsa’d an önce yaşamış olan
Kabalacı bir Yahudi olan Gablidone’nin kehanetini akta­
rır;
“1800 yılında dünyamızda çok ilginç bir ihtilal olacak
ve dünyada Patriklerin dininden (Yahudilikten) başka
bir din kalmayacaktır!..
18’nci Yüzyılda batı Avrupayı saran bu olağanüstü
‘Kabalizm’ akımı nasıl açıklanabilir? Bu akım kimlerden
esinlenmişti? Şayet Yahudi yazarların ısrarla belirttikleri
gibi, ne M. Pasqually, ne St. Germain, ne Cagliostro, ne
de herhangi bir ‘görünür’ okültist veya majisyen Yahudi
değilse, mesele o zaman daha da karmaşık bir hal almak­
tadır.

237
ONBEŞİNCİ BÖLÜM

YAHUDİ KABALİSTLER

Qui operatur in Cabala Si errabit in öpere aut non purifi-


catus accesserit, deuorabitur ab Azazale” (Burada Kabala
ile uğraşılıyor.... İşlemlerde yanılınırsa, anlığa ulaşılamaz
ya da Azazel tarafından yok edilir.)105
Bu konuya girmeden Önce ‘Kabala’ hakkında kısa
bir bilgi vermem gerekiyor.
Yusuf Besalel’in “Yahudilik Ansiklopedisinin 2’nci
cildinde ‘Kabala konusunda şu bilgiler verilmektedir;
“Kabala: Gelenek anlamındadır. Burada söz konusu
olan gelenek, ilahi olan her şeyi kapsar. Kabala, belirli bir
konuyu inceleyen bir kitap değildir. Yahudilerin Helen
Medeniyeti zamanında İskenderiye’de işlemeye başladık­
ları, İspanyada, Ortaçağda ve hatta kısmen günümüze
dek sürdürdükleri bir çalışmadır. Bu çalışmaya katılan-
lara ‘kabalist’ adı verilir. Kabalist bir mistiktir. Tanrıyla
görsel, işitsel ve ruhsal bir iletişim kurar ve kutsal yazıları
özel bir şekilde yorumlayarak bu yola girer. Kabalada To­
ra ve Musevi dini, evrensel bir dinin; İsrailoğullarımn
tarihçesi ise evrensel olgunun simgesi olur. Kabalanın te­
mel öğretilerinden bir tanesi teolojik felsefedir. Bununla
Tanrıyla ilgili gizemler, Tanrısal yaşamla ilişkiler, insan ve
yaratılış gibi konular incelenir. Yudaik yasalar ve Tora iki
bölümden oluşur: “Torah Şe Bihtav” veya “Yazılı Öğreti
105 Kaynak: Pico della Mirándola, conclusiones Magicac.

238
ve Torah Şe Beal Pe” veya sözlü öğreti (Mişna) Sözlü din
Musa’nın Sina Dağında sözlü olarak almış olduğu bilgi­
lerden; diğer yanda da zaman içersinde babadan oğula ve
Hahamdan Hahama, ağızdan ağıza iletilen dinsel malze­
melerden ve bunun yorumlarından ve dinsel otoritelerin
söylevlerinden olduğu kadar “Alaha’yı oluşturan örf ve
âdetlerden oluşur.
Kabalanın yaygın tanımlarından biri de Musa’ya Sina
dağında verilen ‘Sözlü D inin belirli bir aydınlar çevresi
tarafından algılanan kısmı şeklindedir. Çağlar içersinde
Kabala bir sihir ilminden ziyade “Mistik Bir Teoloji” şek­
linde oturmuştur. Kabalada adı geçen ‘Sefırot,’ yaratılışın
mistik yapısının ancak simgelerle ifade edilebileceğini be­
lirtir. Bu simgeler:
1- Keten Eıı yüksek taç.
2- Hokhma: Bilgelik.
3- Bina: Akıl.
4- Gedula (Yücelik) Hesed (İyilik).
5- Gevura (Güç) Din (Yargı).
6- Tifareth (Güzellik) Rahamim (Şefkat).
7- Netzah (Zafer).
8- Hod (Haşmet).
9- Tzadik (Adil ve Adalet)-Yesod Olam (Dünyanın
Kuruluşu).
10- Malkhut (İktidar, hükümdarlık).

Bu kozmik ağaç (Sefirot Ağacı) ‘Yaratılışın Ağacı’


olarak da şekillenir ve dalları şöyle sıralanır: Keter, Bina,
Hokhma, Gevura, Gedula, Tifaret, Hod-Yesod, Malkhut-
Netzah.

239
İlk Sefîrot, beyni (Zohar, kitabında beynin üç lobu­
nun); dördüncü ve beşinci, kolları; altıncı Sefirot, gövdeyi;
yedinci ve sekizinci Sefîrotlar, dizleri; dokuzuncu, cinsel
organı; onuncusu ise erkeğin yaratılıştaki arkadaşı kadını
da içeren toplam görünümü simgeler. Mükemmel insanı
simgeleyen bu duruma ‘Şiur Hokhma’ (Akıl ve Bilgelik
Ruhu) adı verilir.
Israel Shahak&Norton Mezvinsky’in “İsrail’de Yahudi
Fundamentalizmi” adlı kitabında ise ‘Kabala’ şöyle anla­
tılmaktadır;
“1550 ile 1750 yılları arasında Doğu Avrupa’daki
Yahudiler’in büyük bir bölümü, Kabala adı verilen Yahudi
mistisizmini ve onun inanç dizisini kabul etti. Modern
ulus devletlerin yükselmeye başladığı ve modernizmin
etkilerinin hissedildiği bu dönem, Yahudi tarihinin 3’ncü
döneminin sona erdiği periyottur.
Mistisizm, hâlâ Yahudi köktendinciliği tarafından ka­
bul görmekte ve kurtarıcılık (Mesihçilik) inancının öne­
minden dolayı onun en hayati bölümünü oluşturmakta­
dır. Yahudi köktendinciliğinin ‘Mesihçi’ inanç ideolojisi
‘Kabalaya dayanmaktadır.

Modern Yahudi Kabalası:

Bugün varolan biçimiyle çoğu Yahudi Kabalacı, Zohar’ın


öğretilerini ve onun ‘A ri’ olarak bilinen Rabbi İsaac Luria
(1524-1572) tarafından yapılan yorumlarını izlemekte­
dir. Luria’cı Kabalacılık son derece karmaşıktır. Bununla
birlikte, temel kuramı, özüne indirgendiğinde, evrenin
yaratılışını ve evrimini tanımlamada modern fizikle dik­
kate değer bir biçimde uyum içindedir.

240
Luriacı Kabalacılık, Batı Kabalacılık geleneğini iz­
leyenler tarafından neredeyse hiç bilinmemektedir. Batı
Kabalacıları daha çok ‘Hayat Ağacı’ ve ‘Sefirot’larla il­
gilenmişlerdir. Bu, Yahudi Kabalasının bir parçasıdır,
ama asla tümü değildir. İki ana grup, Yahudi ve Batılı
Kabalacılar özünde birbirlerini tanımamaktadır.
Yahudi Kabalacılığı ve Batı Kabalacılığı çok farklı
iki gelenektir. Batı Kabalası, Yahudi Kabalasının parça­
larının bir sentez yaratacak biçimde başka geleneklerle
birleştirildiği ve Yahudi olmayan dünyaya geçmesiyle
doğmuştur. Bu geçiş, büyük ihtimalle 12’nci Yüzyılda
Yahudi Kabalasının mutlak gizliliğinden kurtulması ve
onu Hıristiyan komşularına öğreten Avrupalı Yahu diler
arasında daha iyi bilinir duruma gelmesiyle başlamıştır.
Batı Kabalacılığı, Rönesans döneminde Gül-Haç ör­
gütü, astroloji, Sufi mistisizmi, maji, simya, Hıristiyan
mistisizmi, Hermetizm ve doğaldır ki Yahudi Kabalasının
birleşmesiyle biçimlenmeye başlamıştır.
Şurası da bilinen bir gerçektir ki, Hıristiyanlık döne­
minin başlangıcından günümüze okült ve anti-Hıristiyan
mezheplerin oluşumunda ‘Yahudi Kabalası’ önemli bir
rol oynamıştır.
Ayrıca Yahudilerin modern ihtilallerdeki rolleri de
gözardı edilemez. Tarih boyunca Yahudi etkisinin kendi­
ni gösterdiği iki alan vardı; Finansal ve okült.
Ortaçağlar boyunca Yahudiler 'büyücü’ ve ‘faizci’ ola­
rak tanınıyorlardı. 17. Yüzyıldan itibaren onları, bu tanın­
mış vasıflarına ilaveten ihtilallerin arka plânında görmeye
başlıyoruz. Sosyal ve politik karışıklıklardan para kazanıl­
dığı ortamlarda, Yahudiler zenginleşiyor ve kazanan tarafı
destekliyorlardı. Hıristiyanlar kendi kuramlarına karşı çık­
tıklarında en hararetli desteği, Yahudi Hahambaşılardan,

241
profesörlerden, filozoflardan ve okültistlerden alıyorlardı.
Bu, bütün devrimci hareketleri Yahudilerin çıkarttığı anla­
mına gelmez ama, onlar devrimci hareketleri kendi çıkar­
ları için kullanmayı çok iyi biliyorlardı.
Örneğin; Cromwell’in “Büyük İsyanı”sırasında onla­
rı devlet konseyinin üyeleri arasında veya Cromwell ta­
raftarları arasında göremiyoruz ama, ihtilalcilere para ve
bilgi akışını onlar sağlıyordu. Ayrıca ordu müteahhitleri,
faizle borç verenler ve casuslar olarak (yani siyasi istihba­
ratçı olarak) devrime büyük katkılarda bulunuyorlardı.
Yahudilerin bir çeşit ‘gizli servis’i kontrolleri altında
tutmaları onlara gizli bir giiç’ vermişti. Bu gücün gizli kal­
ması çok önemliydi, çünkü 1290 yılında İngiltere Kralı I.
Edward onları ülkesinden kovmuştu. Yani Yahudiler 350
yıldan beri İngiltere’ye giremiyorlardı. Fakat yine de ül­
kede “Gizli Yahudiler” veya “M arrano”lar vardı. Bunlar
çevrelerine uyumda olağanüstü bir başarı göstermişlerdi.
Fakat gizli sinagoglarında ibadetlerini yerine getirmeyi de
ihmal etmiyorlardı. İngiltere’de bulunan ‘Gizli Yahudiler’
(İspanyol ve Portekiz Yahudileri) koyu ‘Roma Katolikleri’
gibi görünüyor ve hatta İspanyol Elçiliğindeki katolik ayi­
nine muntazam olarak katılıyorlardı. Fakat İspanya ile
İngiltere arasında savaş çıkınca, Marrano’lar ilk iş olarak
inançlı bir Hıristiyan gibi görünmeyi bir kenara bıraka­
rak, kendi Yahudi inançlarına geri döndüler.
17’nci Yüzyıl Yahudilerin “Mesih” bekledikleri bir
zamandı. Cromwell de bu ‘Mesih’ tarifine uygun düşü­
yordu. Hatta bazı Yahudi araştırmacılar Cambridge ar­
şivlerinde Cromwell’in Yahudi atalarının izini aradılar.
Bu bir sonuç vermeyince, Amsterdam’ın ünlü Kabalist
Hahamı Menaseh ben Israel, Cromwell’e bir dilekçe ya­
zarak, Yahudilerin İngiltere’ye yeniden kabul edilmesini

242
rica etli. Yahudilerin ülkeye kabulü halinde, İsrail halkı­
nın onun koruyucularını mükafatlandıracağı da belirtti.
Yahudiler bu dilekçe ile yetinmeyip, St. Paul
Katedralini ve Bodleian Kütüphanesini satın alması için
ona 500.000 Sterlin teklif ettiler. Cromwell bu miktarı ye­
tersiz buldu. Ayrıca artan muhalefet yüzünden Yahudilerin
ancak küçük bir bölümü kabul edilebildi. Bunlara da bü­
tün haklar verilmemişti. Ancak II. Charles’in tahta çıkıp,
Yahudilerin finalisai desteğini talep etmesiyle birlikte,
bazı haklara sahip olabildiler.
Amsterdam Yahudilerinin yardımıyla, William
of Orange 1688’de tahta çıktı. Ancak bundan sonra,
Yahudiler İngiltere’ye göç etmeye başladılar. Bir Yahudi
yazar bunu şöyle anlatıyordu;
“'Kraliyet tacını Yahudi altınına borçlu olan bir kral
İngiltere’yi yönetiyor.”
Şurası açıkça belli olmuştur ki, Yudaizmin mistik ide­
alleri 17’nci Yüzyılın ortalarında Avrupa’nın her yerine
sızmış bir vaziyette idi. Bunların yayıldığı bazı kabalistlik
merkezler var mıydı? Bunu görebilmemiz için gözlerimi­
zi Doğu Avrupa’ya çevirmemiz gerekiyor.
16’ncı Yüzyılda Polonya’da büyük bir Yahudi kitlesi
yaşamaktaydı. Bunların arasında ‘mucize yaratanlar’ ola­
rak bilinen ‘Zaddikim’ veya ‘Ba’al Şems mezhebi’ ken­
dini göstermeye başlamıştı. Ba’al Şems1“ (Kutsal İsmin
Üstadı) Alman-Polonya Yahudileri arasından çıkmıştı ve
Yehova’nın kutsal adım (Tetragrammaton) mucizevi kul-
106 Israel Ben Elizer, Baal Şem Tov (1698-1760): Hasidizrvnn kurucusu­
dur. Podolya’d a doğmuştur. Tanrının kutsal isimlerini birleştirerek
söylediği cümlelerle insanları iyileştirdiği ve mucizeler yarattığı söyle­
nir. Etrafına toplanan mistiklerle bir Tsadik (dürüst, aziz) liderliğinde
örgütlemenin Hasidiznıin (Tsadik’izm) temelini oluşturdu. Müritleri
Baal Şem Tov’un mucizeler yaratmaktan öte, bir dinsel akımın öğretici
ve mesajcısı olduğunda ısrar ederler. Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklo­
pedisi, cilt: I.

243 ,
244
lammı olan kabalistik inanca dayanıyordu.
Bir Ba’al Şem, “İlahi Adın” gücünü kullanarak muska
yazan, ruh çağıran ve muhtelif hastalıklar için tedavi uy­
gulayan bir kişi anlamına geliyordu. Polonya ve özellikle
Podolya böylece ‘Kabalizm’in bir merkezi haline gelmişti.
Kabalist Yahudiler, 1666 yılında ‘M esih D önemi’nin
yaklaştığına inanıyorlardı ve bütün Yahudi dünyası
Sabatay Sevinin107 ortaya çıkışı ile sarsılmış bir vaziyette
idi.
Mordehay adlı İzmirli bir tavukçunun oğlu olan Sevi,
beklenen ‘Mesih’in kendisi olduğunu iddia ediyordu. Bir
anda Filistin, Mısır ve Doğu Avrupa’d a binlerce taraftar
bulmuştu. Samuel Pepys günlüğünde (Diary of Samuel
Pepys, dateofFebruary 19,1666) Londra’daki Yahudilerin
arasında bile İzmirli bir Yahudi’nin “Dünyanın Kralı” ve
“Gerçek Mesih” olarak bilindiğini yazmaktadır.
Müritleri, bir Kabala uzmanı olan Sabatay’ın
‘Yehova’nm Kutsal Adını’ kullanarak, mucizeler gerçek­
leştirdiğini iddia ediyorlardı. Sabatay’ın kendisine yakış­
tırdığı “Dünyanın Krallarının Kralı” sıfatı Yahudiler
arasında bir bölünmeye yol açmıştı.
Sabatay Sevinin ölümü ile bu hareket sona ermedi.
Sabataycılık diğer yüzyılda da (18’nci Yüzyıl) taraftar bul­
maya devam etti.
Polonya’d a ‘Kabalizm’ yenilenmiş bir enerji ile
‘Zaddikim’ ve ‘Ba’al Şems’ olarak ortaya çıktı. Polonya’daki
Yahudi Kabalistler içinde en önemlisi, Fîasidim mezhebi­
nin kurucusu Ba’al Şem Tov’du. (İsminin başharflerinin
107 Sabatay Sevi ile ilgili bilgi edinmek isteyen okurlara üç kitap öneririm:
1- Gershom Scholem, “Sabbatai Sevi, The Mystical Messiah” (Bu kita­
bın Türkçe çevirisi mevcuttur) 2- İlgaz Zorlu, “Evet, ben Selanikliyim”
(Türkiye-Sabef aycılığı) 3- Prof. Abraham Galante, “Sabetay Sevi ve Sa-
bctaycıların Gelenekleri.”

245
kısaltılmış haliyle ‘Besht’ olarak biliniyordu.)
Besht, Haham öğretilerine karşı çıkıyor ve “Zohar’ı108
esin kaynağı olarak kabul ediyordu. Besht, tamamen
Kabalaya bağlı değildi. O, evrenin Tanrı olduğunu kabul
eden Panteist bir doktrine inanıyordu. Besht’in müritleri
kendilerine “Yeni Azizler” diyorlardı. Besht’in zamanla
40.000 kişiyi bulan müritleri yalnız Talmudu değil, bütün
geçerli ahlak ve namus kurallarını reddediyorlardı.
Aynı dönemde Satanov’lu Joel Ben Uri’nin (‘Heilprin
takma adıyla biliniyordu) de ‘İlahi İsmi’ kullanarak muci­
zeler yarattığına inanılıyordu.
Fakat bu kabalistik gruplar içinde en önemlisi
Frankistlerdir ki, “Zohar’cılar” veya “Aydınlanmışlar”
olarak da biliniyorlardı.

Jakob Frank ve PolonyalI Sabataycılar:

Frankist’ler Podolya’da (Polonya) Sabataycı inancı


gizlice sürdüren, masonik. örgütlenmeye benzer bir
şekilde organize olmuş, Yahudilerdi.
Bu mezhebin kurucusu Jakob Frank, 1755’de
Podolya’d a kendine epey bir mürit kitlesi toplamıştı.
Hahamlar Frank ve taraftarlarına basla ve zulüm yap­
maya başlayınca, Frank Katolik kilisesinden yardım
talebinde bulundu. Bunun üzerine Katolik din adam­
ları Frankistler’e sahip çıktılar. Kaminick. Piskoposu,
Hıristiyan teslis akidesine uyan ‘Zohar’ı tanıdığını açık­
layarak, bütün Talmud nüshalarını yaktırdı. Zohar’cı
frankist’ler teslisi tanıyorlardı ama onların inandıkları
‘Mesih’ İsa değil, Sabatay Sevi idi.

10 8 Zohar: Muhteşem Işık-Kabala’nın ana kitabı.


246
Piskopos böyle bir manevra ile aldatıldıktan sonra,
1759’da Zoharcılar Hıristiyan olduklarını açıkladılar. Jakob
Frank da vaftiz olarak, Hıristiyan ‘Joseph’ adını aldı.
Frankist’lerirı Hıristiyanlığa sadakatsizliği kısa za­
manda ortaya çıkmasına rağmen, onlar kendi aralarında
evlenmeye ve Franka “Kutsal Üstad” demeye devam et­
tiler. Daha sonra onların Katolik olmadıkları, gizli Yahudi
oldukları anlaşıldı.
Burhan Oğuz, “Türk ve Yahudi Kültürlerine
Mukayeseli Bakış” adlı kitabında “Hasidizm” hareketi
konusunda şu bilgileri vermektedir.
“İsrail Baal Şems’in XVIII. Yüzyılın ortalarından he­
men önce tesis etmiş olduğu Hasidizm’in, Almanya’da ki
Ortaçağ Hasidizmi ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Ba’al Şems hareketinin ilk zuhur ettiği bölgelerin
Sabatay Sevi hareketinin en güçlü köklerini salmış olduğu
Podolya ve Volhynia olması rastlantı değildir.
Sabataycılık buralarda sürekli olarak Hahamlık
Ortodoksluğu tarafından zulüm görmekte olup, her an
daha çok nihilist olmaktaydı. İşte böyle bir zamanda Ba’al
Şems işe başlamıştı.
Ömrünün sonuna doğru, ifadesini Frankist harekette
bulan büyük antinomianism (yani ahlaki kanun sınırla­
malarına muhalefet) hareketi patlak vermişti.
Nihilizm bilindiği gibi realitenin inkârıdır.
Sabatay Sevinin tilmizleri, Gazali Nathan, Nehemia
Hiyun ve Jakob Kardozo, Sabataycılığın bir yeni
Kabalasını tesis ettiler.
Jakob Frank’m (1726-1791) başmı çektiği, Sabataycı
hareket içinde çok belirgin bir doktrin vardı; o da “Günahın
Kutsallığı”doktrini idi.
247
Frank,109 laik mistik takımından olmakla birlikte,
Kabalacı literatüre, özellikle ‘Zohar’a gömülmüş bir kişiydi.
O kendisi Sabatay Sevinin yeniden bedenlenmiş hali olarak
görüyor ve Sabataycı harekete yeni bir ivme kazandırıyordu.
Frank, yeni Sabataycı doktrininde çözülmekte olan ‘Kutsal
Teslis’ fikrini ileri sürüyordu. Frank, Sabatay Sevide Tanrı ile
bir dişil mukabilinin, yani ‘Shekinalıın cisimleşmiş olduğu­
nu ileri sürüyor ve kendisinin de bir “Mesih” olduğunu iddia
ediyordu.
O, Talmud’un kesin emirlerinin bir yana bırakılma­
sını ve sadece ‘Zohar’ın kutsal kitap olarak tanınmasını
istiyordu. Eril-Dişil Tanrı fikri, cinsel dini uygulamalar
için vesile oluyordu!.. Frank, kanunlar öldü, eski Tevrat’ın
boyunduruğundan artık kurtulalım diyordu. Ona göre
Tevrat’ın boyunduruğu sadece Mesih gelmediği için kur­
tarılamamış bir dünya için geçerliydi.
Franka göre yalnız “Günah” yoluyla kurtuluş gele­
cektir. Büyük günahkarlıktan artık günahın bulunmaya­
cağı bir dünya doğacaktı. Frank, “bugüne kadar mevcut
olmuş olan tüm kanun ve nizamlardan dünyayı kurtar­
maya geldim,” diyordu.
Zohar’da cinsi mecaz çok serbestçe kullanılmıştır. Bu
sebeplerden dolayı Frankistîer arasında cinsi aşırılıklar ve
sapkınlıklar oldukça fazlaydı.
Gerçekten Hitit, Geldani ve eski Yahudi kanunların­
da bazı haller dışında eşcinselliği yasaklayan bir madde
bulunmuyordu. Her türlü eşcinsel ilişkinin daha genel
yasaklanması M.Ö. VII. Yüzyıl civarında Babilonya sür-
109 Jakob Frank, bir iş doîayısıyla Türkiye’ye gelmiş ve burada
Kabalayı tetkik etmiş ve bir Sabataycı tarikat olan “Dön­
me” cemaatine katılmıştı. Franka göre kimse iffetle necata
erişemezdi. Necata erişmenin tek yolu iffetsizlikti!.. Dolayı­
sıyla Frankin mistik ayinleri sefahat alemleriyle doluydu.
248
gününden dönüşte vaki olmuştu.
Bütün o bölgelerin uluslarında olduğu gibi, hertürlü
cinsel ilişki Yahudi dini ayinlerinde de yer almaktaydı.
Frank doktrinin koşutunu İbabiyye’d e110 buluyoruz.
Arapça-Osmanlıca “ibahat-ibahe,” yasaklanmış olan bir
şeyi haram veya yasak olmaktan çıkarıp onu mubah kıl­
maktır. “Ibahi”de her şeyi mubah sayan kişidir.”
Sabataycılık konusunda araştırmalar yapan Rabbi
Antelmana göre, Jacob Frank ve müritleri ‘Satanist’ idi­
ler. Çünkü Sabatay Sevi ‘Tanrı dininin tam tersini savu­
nuyordu. Antelman, Sevinin takipçilerinin onun sapık
düşüncelerini daha da ileri götürdüğünü iddia ediyordu.
Yahudi Ansiklopedisinde ve bazı İsrailli akademis­
yenlerin yazılarında -k i bunlar arasında Prof. Y. Tishbi,
Yehuda Liebes ve Yakov Katz gibi akademisyenler de
bulunmaktaydı- Sabataycı kült’lerin ensest, zina ve ho­
moseksüel ilişkiler ihtiva eden ayinler yaptıkları belgelen­
miştir.
Frankist-Sabataycılar “Illunıinati” örgütü ile bir ‘fe­
sat işbirliğine’ giderek, dünyadaki bütün dinlerin ortadan
kaldırılması ve bütün milletlerin tek bir millete dönüş­
110 îbahiyyunun esası İran Mazdak doktrini olup, bunu Haşan Sabbah
ele almıştır. (Haşan Sabbah konusunda ‘Haşişiler’ bölümüne bakınız)
Buna göre emirlerin yerine getirilmesi, yasaklardan sakınılması insan
gücünün üstündedir. Kişi, bu dünyanın zevkine varabilmek için iste­
diği her şeyi yapmalıdır. Kişi yeryüzüne nimetlerden sakınsın, önüne
bir sürü yasak konsun diye gelmemiştir, dünyada yapabileceğimizi
yapmalıyız, başka türlü davranış kişinin doğal hayatına ayları düşer.
Mazdakizıriden de etkilenerek dindeki buyruk ve yasakların bir yük
olduğunu, insanların yasasız, emirsiz ve yasaksız olarak diledikleri gi­
bi davranabileceklerini savunan, dolayısıyla miras, mülkiyet, aile gibi
kurumlan ortadan kaldırmayı amaçlayan bu batini (ezoterik) görüş,
İslam dışı (zındık) bir akım olarak kabul edilir. Batindik ve İsmaililiğin
önde gelenlerinden Haşan Sabbah’m yaydığı işte bu akımdı. Muhteme­
len, Sasani İran’d a sürgün hayatı yaşayan Yahudi cemaati de Mazdak’in
düşüncelerinden etkilenmişti. İbahiyye akımları, faizi ortadan kaldı­
rırken, şarap içmek, zina ve eşcinsellik gibi kesin olarak yasaklanmış
bütün haram lan da helal sayıyordu.

249
türülmesi (TEK DÜNYA HÜKÜMETİ PROJESİ) için
uğraşmışlardı.
Ünlü İsrailli araştırmacı Gershom Scholem,
Sabataycıların ensest pratiklerini ‘D ünya Ana’ tap m a­
na111 bağlamaktaydı.
Rabbi Antelmanm kronolojisine göre, 1770’lerde
Jacob Frank, Yahudi kökenli Cizvit A. Weishaupt ile bir
anlaşma imzalayarak, birçok Sabataycmın ‘Illuminati’ ta­
rikatının saflarına katılmasına vesile olmuştu.
Frankistler’in 1759 gibi erken bir tarihte “Illuminati”
tarikatının oluşumuna katkıda bulundukları tarihi bir ger­
çektir. Illuminati tarikatı resmen 1776 yılında kuruldu.
Gerek ‘Illuminati,’ gerekse Frankistler metod ve he­
defleri açısından büyük benzerlik taşımaktaydı. Gerçekte
‘Illuminati’ örgütü Frankistlerin bir alt kuruluşu veya
doğrudan onun bir devamı mıydı? Bu somlar bugüne ka­
dar cevaplandırılamamıştır.
Acaba her iki tarikat da daha büyük bir ‘Ana Fesat
Plânının bir parçası mıydı? Bu tez bazı araştırmacılara ol­
dukça mümkün görülmektedir.
Frankist hareket gözönüne alındığında, hareketin
tabiatını belirleyen iki unsur göze çarpıyor; bir yandan
batini ve Kabalacı doktrinlere eğilim ile öbür yandan
‘A ydınlanma’ felsefesine duyulan cazibe.
Sabatay Sevinin zuhurundan sonra, her ülkede sayısı
hiç de küçümsenmeyecek Sabataycı gruplar oluşmuştu.
İlk olarak Selanik’te, 1683’de “Dönme” tarikatı kurulmuş
olup, mensupları zahiren İslama bağlıydılar. Gerek bunlar,
gerekse 1759’d a Katolik Kilisesine intisap eden J. Frank
taraftarları kendilerine “maamminim” (Müminler) de-
111 Prof. Abraham Galante, “Sabatay Sevi ve Sabataycıların Gelenekleri”
adlı kitabında Sabataycılann mum söndü geleneğinin izlerinin, antik
doğu tarihine kadar geri gittiğini tespit etmişti.

250
meyi sürdürüyorlardı. Kendilerini Hahamcı Yahudilikten
açıkça ayırmamış olan bu unsurların etkileri, Fransız
Devriminden sonra, birçok Yahudi çevresinde reform,
liberalizm, ve “aydınlanma” düşüncelerini besleyen ana
kaynaklardan biri olmuştu.
Sabataycılık, rasyonalizme (akılcılık) birçok yolla ek-
lemlenmişti. 19’ncu Yüzyılın ortalarında Macaristan’daki
Yahudi reform hareketinin önderi olan Leopold Loew,
gençliğinde Moravia’d aki Sabataycılarla temas kurmuş
bir kişi olarak, kendi çevresinde, yeni rasyonalist hareketi
teşvik etmek için çok çaba harcamıştı. Batı rasyonalizmi­
ni ve Fransız Devriminin Avrupa’d a yarattığı maddi ma­
nevi havayı, Osmanlı ülkesine taşıyanlar sık sık Avrupa’ya
gidip gelen gayri-müslim unsurlardı ve bunların başını
Yahudiler çekiyordu.
Çekoslavakya’nın Brno kentinde ikamet izni almış olan
Salamon Zalman (Levi), Morovyadaki başlıca Sabataycı
merkezi olan Prossnitz’de Jakob Frank’ın kuzeni ile evlen­
mişti. XVI-II. Yüzyılın altmışlı yıllarında bu zengin ka­
dın Morovya’daki Sabataycılarm hamisi olup, Ortodoks
Hahamların bütün şimşeklerini üzerine çekmişti.
İlginçtir ki bu Yahudiler Avusturya-Macaristan İmpa­
ratorluğunun başlıca gelir kaynağı olan tütün satış tekelini
ellerine geçirmişlerdi.
Salamon Zalman (Levi) Dobruşka’nm oğlu Moses
Dobruşka, babaevinde bir Yahudi ve Rabbinik eğitim gö­
rüyor; aynı zamanda da tarikat mensuplarının Sabataycı
“imanın sırrı” ve “m üm in’lerin kaderi hakkında bilgi
ediniyordu. Bu çift eğitim, görünüşte Rabbinik Yahudiliği
uygularken, gizlice tarikata girmiş birçok ailede bu alışı­
lagelmiş bir olaydı. Babası ona ve kardeşlerine bir öğ-
retmen-Haham tutmuştu; bu Frankist eğilimli ‘ihtiyar
251
Yahudi Haham Salamon Gerstl,’ 1773’de Prossnitz’de
bütün bir Frankist grupla birlikte Hıristiyanlığı kabul et­
mişti (tenassur etmişti).
Moses Dobruşka Avusturya’d a tenassur etmeden asa­
let unvanına sahip olan ilk Yahudi olup, yeni adı Joachim
Edler (Şövalye) Von Popper’e dönüşmüştü.
Baba Salamon Dobruşka’nm oniki çocuğu olmuş,
bunlardan sadece iki kız Yahudi kalmıştı. Öbürlerinin
hepsi, muhtemelen Frank’m Brno’ya gelişinden sonra,
Hıristiyan olmuşlardı. Bu din değişimlerinin hepsinin
müşterek yanı, erkek çocukların az çok hepsinin asker­
lik mesleğini seçip subay olarak hizmet etmeleriydi. Bu
durum, Jakob Frank öğretisini özgünleştiren gerçek ordu
kültü ile açıklanmaktadır.
Faaliyetlerini Brno’d an yürüten Frank, ona Polonya
ve Moravya’d an gönderilen gençleri bir yönetim altında
topluyor, bunlara askeri üniforma giydirip, talime tabii
tutuyordu. Çok sonra, Morovya’d a Sabataycı kökenli bazı
Yahudi ailelerinde, bu talimlerde kullanılmış olan kılıçla­
rın muhafaza edildiği görülmüştür. Frank’ın askeri ide­
olojisi Yahudilerde, kendilerine daha önce yabancı olan
hevesler yaratmıştı.
Yahudi Dobruşka ailesi Hıristiyan olduktan sonra
‘Schönfeld’ adını almıştı. Adolf Ferdinand Edler Von
Schönfeld, Prag İmparatorluk ve Kraliyet Üniversitesinin
matbaacısıydı. Kendisi ve ailesinin başka fertleri bu ken­
tin Mason Locasının faal üyelerindendi.
Schönfeld, Viyana’ya yerleşip oradaki aydın ve rasyo­
nalist çevrelere girmişti. Schönfeld, özellikle dış politika
konusunda Avusturya İmparatoruna raporlar sunuyor ve
özellikle Osmanlı İmparatorluğunu çökertmek için sava­

252
şa teşvik ediyordu. İmparatorun 1788’de Türkler’e karşı
askeri seferi sırasında Schönfeld ordu levazımında birinci
derecede rol oynuyordu.
Jakob Frank’ın tilmizi Schönfeld (Moses Dobruşka)
tenassurunu izleyen on yıl içinde edebi çalışmalarının
yanı sıra daha gizli faaliyetlere de girişmişti. Bu faaliyet­
ler Mason hareketine bağlı teşekküller içinde olmuştu.
İngiliz kaynaklı Mason dernekleri, Alman İmparatorluğu
çerçevesinde varlığını sürdürüyor ve çok sayıda kralcı
ve aristokrat çevrelerin, bu arada İmparator II. Joseph
de dahil olmak üzere, desteğinden faydalanıyordu. Ama
bunların yanı sıra, bu dönemde, özel bir yapıya sahip
batini (ezoterik) eğilimli Mason tarikatları da yeşermeye
başlamıştı. Masonlukla bu yeni dallar arasındaki başlıca
fark, ideolojik düzeydeydi; birincilerin doktrini daha çok
hem Hıristiyan ve rasyonalist ve hatta deist iken, öbürleri
mistik eğilimlere sahipti. Jakob Böhme’nin ve daha baş­
kalarının öğretisi olan ‘Hıristiyan Teozofizi sine, simya ve
bir ölçüde de, birtakım sihirsel uygulamalara yer veriyor­
lardı. Bu çeşit unsurlar kendilerini Gül-Haç tarikatının
devamı olarak görüyorlardı. Bu tarikatlar, rasyonalizmle
mistisizm arasında gidip gelen ve bazen de bu iki eğilimin
sentezini gerçekleştirmeyi deneyen kuruluşlardı.
Bu iki eğilim arasındaki ‘boş bölgede’d e “Gerçek
Işığın Şövalyelerinin (Ritter vom wahren Licht) yeniden
örgütlenmesinden ortaya çıkan “Asyalı Kardeşler Tarikatı”
(The Order of the Asiatic Bretheren) bulunuyordu.

Asyalı Kardeşler Tarikatı:

18.yy’d a saflarına hem Yahudileri hem de Hırıstiyanları


kabul eden ilk masonik tarikat,” Asyalı Kardeşler Tarikatı”

253
veya orijinal adı ile “Die Brüder St. Johannes des Evange­
listen aus Asien in Europa” idi.
Bu tarikat 1780-81 yılları arasında Viyana’da kurulmuş
olup, kurucusu Bavyeralı aristokrat Hans Heinrich von
Ecker und Eckhofen idi. Bu şahsın kardeşi Hans Carl da
Almanya’daki birçok masonik cemiyetin kurucusuydu.
Ecker’ler arazilerini ve servetlerini kaybetmiş aris­
tokrat bir aileden geliyordu.
Heinrich, Bavyera ve Avusturya Gül-Haçları arasın­
da en faal olan üyelerden biriydi. Bazı anlaşmazlıklar do­
layısıyla onlarla ilişkisini kesti ve 1781’de onların sırlarını
ifşaa eden bir kitap yazdı. Aynı tarihte, daha sonra “Asyalı
Kardeşler” adını alacak olan, “Die Ritter vom wahren
Licht” (Gerçek Işığın Şövalyeleri) tarikatını kurdu.
Kudüs’teki Yahudi Kabalistleri iyi tanıyan Fransisken
keşişi Justus tarikatın önde gelen üyelerinden biriydi.112
Justus, kabalist tarikatın müritleri ile tanışmış ve daha
sonra onlardan aldığı el yazmaları ile tarikatın teozofık
doktrinini ve ayinsel kurallarını oluşturmuştu. Justus’a
elyazmalarını veren şahıs Azariah adlı bir yahudiydi.
Ephraim Joseph Hirschfeld Azariah kabalistik bir mezhebe
üyeydi. Başka bir iddiaya göre ise o bir Sabataycı idi.
“Asyalı Kardeşler’in Sabataycılarla ilişkisi bir başka
kaynaktan da doğrulanmıştır. Azariah hakkında ise ye­
terli bilgiye sahip değiliz. Elimizdeki mevcut bilgiler ise
eksik ve çelişkilerle doludur. Onun varlığı, köklerinin
doğuda olduğunu iddia eden “Asyalı Kardeşler Tarikatı”
tarafından da uydurulmuş olabilir.
Fakat bir başka şahıs daha vardır ki onun bu tarikat -
taki önemi inkar edilemez. Bu şahıs Baron Thomas von
112 Kaynak: The Clifford Shack Blog-Jews and Freemasons in Europe by
Jacob Katz. (Internet)

254
Schönfeld adlı bir Yahudidir. Schönfeld tarikatın kurucu­
larından biriydi. Fransız Devrimi sırasında Paris’te idam
edilmiştir. Yahudi kabalistik çalışmaları kopyalayan ve
tercüme eden Schönfeld idi.Tarikatm tarihçisi Franz Josef
Molitor’a göre Schönfeld, Sabataycı-kabalistik bir kitap ko­
leksiyonuna sahip R. Jonathan Eybeschutz un torunuydu.
Shönfeld, Brünnlü Dobruşka ailesinin bir üyesiydi
ve kan veya evlilik yoluyla Eybeschutz ailesinin bir ferdi
olmuştu.
Asıl adı Moşe Dobruşka olan Thomas von Schönfeld,
sabataycı hareketin aktif bir üyesiydi. Sabataycı doktrin­
leri tarikatın öğretileri arasına sokan da oydu. Ecker ve
Eckhofen’in kabalistik düşünce sistemleri arasında her­
hangi bir ayırım yapabilmesi mümkün değildi. Örgütün
spesifik Sabataycı karakteri Schönfelde dayanıyordu.
Diğer taraftan Ecker’in gerçekten tarikatın Yahudi ve
Hıristiyan karışımı olmasını isteyip istemediği şüpheli­
dir. Ecker, yukarda bahsettiğim kitabında Gül-Haçlıların
Yahudi üye kabul etmediğinden bahsediyordu. Onun bu
şövalye tarikatına Yalıudileri kabul etmeye niyetli olma­
dığı açıkça bellidir.
“Ritter vom wahren Licht” tarikatının doktrinin
kabalistik kaynaklardan türediği doğrudur ama, bu dü­
şüncelerin Hıristiyanlığa uygun yorumu yapılmakta ve
Yahudilerle Hıristiyanlar arasında onları kaynaştırmaya
yönelik senkretik bir eğilim bulunmamaktaydı.
Ecker, masonik programını 1782 yılında
Wilhelmsbad’da yapılan Mason Konferansına sundu.
Konferansa bütün Alman Masonlarının büyük üsta­
dı olan Brunswick dükü Frederick başkanlık ediyordu.
Yardımcısı ise bir diğer aristokrat olan Cari von Hessen

255
idi. Von Hessen Danimarka monarşisi adına Schleswig
bölgesini yönetmekteydi. Ecker konferansa katılanları
von Hessen vasıtası ile etkilemek ve kendi masonik prog­
ramını kabul ettirmek için uğraştaysa da muvaffak olama­
dı.
Ecker bu konuda başarısız olunca, bazı Yahudileri
grubuna dahil etmeyi denedi. “Asyalı Kardeşlerin ilk ya­
sası 1784 Kasımında yürürlüğe girerek, Hıristiyanlar ile
Yahudiler arasındaki mevcut engelleri ortadan kaldırdı.
Bu şekilde herhangi bir kardeş dini, ırkı, sınıfı ve inancı
ne olursa olsun tarikata girmeye hak kazanıyordu.
Bu tarikata girebilmek imkanı Viyana’nın zengin ve
aydınlanmış Yahudi çevrelerini çok cezbetmişti.
Ecker, bunlar arasında ruhsal faaliyetlerine yardımcı
olabilecek bir kişiyi de buldu.
Bu kişi "Ephraim Josef Hirschei (Hirschfeld) idi.
Hirschfeld 1782’d en beri Innsbruck’ta yaşıyor ve zen­
gin bir Yahudi kitapçı olan Gabriel Uffenheimer’in yanın­
da çalışıyordu.
Hirschfeld, Karlsruhe’de (Almanya) doğdu. Babası
bir Talmud-Kabala araştırmacısı idi. Aynı zamanda Rabbi
Moşe Alshek’in Tevrat yorumunun tercümesini yapmıştı.
Baba Hirschfeld çok hırslı bir insandı. Yaptığı yorumlar
nedeniyle yerel haham Nathaniel Weill ile anlaşmazlığa
düşmüştü. Buna rağmen yaptığı yorumlar diğer şehirler­
de yaşayan önde gelen hahamlardan onay almıştı. Bunlar
arasında Prag’lı meşhur haham Ezekiel Landau da bulu­
nuyordu.
Baba Hirschfeld eserini Baden prensi Karl Friedriche
ithaf etmişti. Bu şekilde baba Hirschfeld aristokrat çevre­
lerin dikkatini çekmiş oldu.

256
Oğul Hirschfeld ise Strasbourg’d a tıp tahsiline başla­
mış, fakat tamamlayamamıştı. Çağdaşı diğer Yahudilerin
aksine felsefe, edebiyat ve sosyal davranışlarla ilgilenme­
ye başladı. Hirschfeld Strasbourg’d an ayrıldıktan son­
ra, dostu Schlosser’in tavsiyesi üzerine Berlinde Moses
Mendelsohn’u ziyaret etti.
Friedlander’in kayınbiraderi Isaac Daniel Itzig’e göre
Mendelssohn Hirschfeld ile çok ilgilenmişti.
Hirschfeld, Mendelssohnun akılcı ve aydmlanmacı
doktrinlerine inanan biri olmamasına rağmen, onunla
çok yakınlaşmıştı.
Hirschfeld daha sonra açıkça Mendelssohna karşı
tavır almış ve onun çevresindeki entelektüellerden sıkıla­
rak, Berlin’i terketmişti.
Hirschfeld, Berlin’den Innsbruck’a giderek Ecker ile ta-
nışü ve orada “Asyalı Kardeşler” ve onun ruhsal dünyasını
tanıma fırsatını buldu.
1785 ilkbaharında Hirschfeld Eckere katıldı ve onun
evinde kalmaya başladı. Kısa zamanda ikisi çok iyi dost
oldu. Viyana’da herkes onlar için “orijinal bir çift” diyor­
du.
Hirschfeld’in katılımıyla “Asyalı Kardeşler” tarikatı­
nın yazılı bir yasası oluştu. En azından Viyana grubunun
bu yasalarla yönetildiğini biliyoruz. Grubun Yahudi ol­
mayan üyeleri arasında Lichtenstein Dükü, Westenburg
Kontu, Kont Thun ve anonim olarak Avusturya Adalet
Bakam bulunuyordu.
Diğer bir kaynağa göre bu listed e, Max Joseph Freiherr
von Linden, Otto Freiherr von Gemmingen, Freiherr von
Stubitza gibi aristokratlar bulunuyordu.
Üç zengin Viyanalı Yahudi de (Arnstein, Eskeis ve

257
Itzig) tarikatın üyeleri arasındaydı.
Bu ünlü Yahudileri tarikata kazanan ismin Hirschfeld
olduğuna hiç şüphe yoktur. Hirschfeld’in zengin banker
dostları da vardı ve birçok mali transferi Berlin’deki dostu
Itzig vasıtasıyla yapıyordu. Bu mali transfer operasyonla­
rı ile hem tarikatın kasaları, hem de Hirschfeld’in cepleri
dolmaktaydı.
Zamanla Hirschfeld’in “Asyalı Kardeşler” içindeki
fonksiyonu artmaya başladı. Aslında tarikatın temel bil­
gileri onun tarafından değil, Baron Schönfeld tarafından
oluşturulmuştu.
"Asyalı Kardeşler’in sembolleri ve doktrini kabalis-
tik literatürden alınmaydı. Bu yazıları anlayan ve bilen
sadece birkaç üye vardı. Grup tamamen Justus ve Baron
Schönfeld’e dayanıyordu.
1785’d en 1787’e kadar tarikatın sekreterliğini kod
adı İbranice “Oker Harim” olan Ephraim Joseph yürüt­
tü. Tarikatın birçok ofisi İbranice isimlerle anılıyordu.
Üyelerin kod adları da İbrani kaynaklarından alınmış­
tı. Örneğin; Heinrich von Ecker’in kod adı “Abraham”,
Justus’un “Ish Zadik”, Baron Schönfeld’in kod adı ise
“Isaac ben Joseph” idi.
Tarikatta İbraniceniıı öne çıkması buna katılan
Yahudilere çekici gelmekteydi.
“Asyalı Kardeşler” Yahudileri aralarına almak için
İngiliz Mason yasasının bir paragrafını kendilerine göre
yorumlamışlardı. Tarikatın amacı her iki dinin sentezin­
den yeni bir düşünce yaratmaktı.
Teorik olarak “Asyalı Kardeşler” masonluğun bir yan
kuruluşu olarak değil, düzenli masonik yapmın üstünde bir
seviyede bulunuyordu. Tarikat, diğer Masonlar gibi ilk üç de­

258
receden sonra (yani Çırak, Kalfa, Üstad) diğer yüksek İskoç
Riti derecelerini uygulamaktaydı.
O tarihlerde Yahudiler, Mason localarına kabul edil­
medikleri için onları açıkça tarikata almak mümkün de­
ğildi.
Eckert, Yahudileri masonik kardeşler safına katabil­
mek için epey uğraştı. Düzenli localar Yahudilere kapa­
lıydı. Eğer “Asyalı Kardeşler” eski mason ritlerini kulla­
nabilirse, bu şekilde Yahudileri aralarına alabilirlerdi.
Böylece bir çözüm bulundu. Bu amaçla özel “Melkizedek
Locaları” kuruldu.
“Asyalı Kardeşlerin yazılarında Melkizedek riti-
ne rastlanması Türklerin, îranlıların, Ermenilerin ve
Kıptilerin işin içinde olduklarının bir delili sayılıyordu.
“Asyalı Kardeşlerin ideolojisi İsrailli Kabala uzmanı
Profesör Gerslıom Scholem tarafından da analiz edilmiş­
tir. Onun araştırmalarına göre, tarikatın ideolojisi teorik
seviyede Hıristiyan ve Yahudi kaynaklardan alıntıların
bir sentezine dayanıyordu.
Burada kabalistik ve sabataycı düşünceler, Hıristiyan
teozofi doktrini ile harmanlanmış vaziyette idi. Tarikat
Hıristiyan bayramlarının yanı sıra Yahudi festivallerini
de kutlamaktaydı. Örneğin; Musa’nın doğumu ve ölümü,
Exodüs vb gibi.
Kendisi de bir sabataycı olan Moses Dobruşka
Schönfeld, sabataycı düşünceleri tarikata taşıyan kişiydi.
Tarikata katılan birçok Yahudinin sabataycı olduğu tespit
edilmiştir. “Asyalı Kardeşler” bu haliyle bir Hıristiyan tari­
katından çok, bir Yahudi-Hıristiyan karakteri taşıyordu.
Yahudi üyelerin dinlerinin sınırlarını aşmaya hazır
veya tamamen ilişkilerini koparmış olmaları, bir başka

259
ilginç durumdu. Hirschfeld, “Asyalı Kardeşler” tarikatı­
na girmeden önce de yahudi dinsel uygulamalarına çok
uzak bir kişiydi. Sabataycı kökenden gelmeyen diğer bazı
Yahudiler de Yahudi geleneğinden oldukça uzaklaşmış
kişilerdi. Örneğin; Berlinli Itzig ve Arnstein aileleri bu
yabancılaşmanın tipik örnekleriydi.
Masonik tarikatlar yerel organizasyonlar değildi.
Onların ağları muhtelif şehir ve ülkelere yayılmıştı. Bu
yeni tarikatın kurucuları onun etkilerini Viyana sınırları
dışına taşımaya niyetliydi.
Ecker, bütün Alman Masonlarını “Asyalı Kardeşler”
çatısı altında toplamaya çalıştıysa da başarısız oldu. Bu
nedenle muhtelif yerlerde yeni örgütler kurmaya çalıştı.
Ecker, 1783 ve 1785 yılları arasında Almanya ve
Avusturya’nın muhtelif şehirlerine yolculuk yaparak ör­
gütün propagandasını yapmaya çalıştı. Bu işte ne derece
başarılı olduğu ise bilinmemektedir. 1786 sonu ve 1787
başında hareketin merkezi Viyana idi. Tarikatı yöneten
Sanlıedrin in 113 merkezi burasıydı.
Prag, Innsbruck, Berlin, Frankfurt ve Hamburg’da “Asyalı
Kardeşler” locaları olduğu bilinmektedir. 1822’de basılan
“Encyclopedie der Freimauerei” (Masonluk Ansiklopedisi)
Wetzlar ve Marburg’da da tarikat mensuplarının mevcudiye­
tinden bahsetmektedir, innsbruck’ta tarikatı oluşturanların
çoğu yerel aristokrasi mensuplarıydı.
Berlin’de yahudi Itzig’in yanında Bischofswerder,
Wulnerr ve hatta daha sonra kral olan Frederick
William’d an (O zamanlar veliahttı) bahsedilmektedir.

113 Sanhedrin:Yahudi Yaşlı Bilgeler Meclisi. Sanlıedrin üyeleri, Kabala


eğitimi almış hahamlar arasından seçilirler. Bu gizli kadronun içinde
genel yönelimi gözeten 70 kabalist Haham bulunur.

260
1783 yılında Ecker’in genç kardeşi Cari, iki yahudiyi
bünyesinde barındıran (Isaac Oppenheimer ve Gottschalk
Samson) yeni bir loca açtı. Bu kısa ömürlü locanın kapan­
masından iki yıl sonra Cari von Ecker 1785’de yeni bir
loca açtı. Ecker’in Viyana’d a yaşayan ağabeyi Hamburg’a
gelerek, bu grubu “Asyalı Kardeşler’e katılmaya ikna etti.
1786’da “Asyalı Kardeşler” üyelerine baktığımız zaman
çoğunun önde gelen mevkiilerde ve aristokrat olduklarını
görüyoruz. Üyeleri arasında altı yahudi de vardı. Bunlar;
Yukarda da adı geçen Samson, Isaac Guggenheimer, Jacob
Gutz, Wolf Nathan Liepmann, Hirsch Wolf ve Marcus
Jacob Schlesinger idi.
Yesevizade, Abraham Danon’un “Etudes Sabbatiens”
(Paris 1910) ve Salamon Rosane’nin “Karot ha Yahudim
be-Türkiah ve-Artsot hakedem” adlı kitaplarından derle­
diği Sabataycı-Frankistlerle ilgili şu bilgileri vermektedir;
“Cinsi patoloji bakımından Jacob Frank’ın hasta ol­
duğu şüphe götürmez görünmektedir. Bu hususta İsrailli
uzman Bychowski’nin ‘Psikiyatrinin ışığı altında Frank
ve mezhebi’ isimli bir çalışması vardır. Jacob Frank’ın her
çeşit vicdani kayıttan uzak ve bozuk ahlaklı birisi olduğu
muhakkaktır.
Almanya’nın Offenbach şehrini faaliyetlerinin mer­
kezi yapan Frank, Selanikli Sabataycı Barukiya Ruso’nun
(Yani Müslüman adıyla Osman Baba, 18’nci Yüzyıl başla­
rında Selanik’teki Radikal Dönmelerin-Karakaşiler’in-li­
deri) fikirlerinin takipçisiydi. Onun Selanik’teki müritle­
rini (yani Karakaşi’leri) yalandan tanımıştı. Nutuklarında
onu sık sık zikretmekteydi. Frank’ın kurduğu mezhep de
uzun bir müddet Dönmelerin sadece Katolik görünüşlü
ve özellikle radikal bir kolundan başka bir şey olmamıştır.

261
Selanik ve Varşova’daki bu iki mezhep arasındaki m ü­
nasebetler herhalde 19’ncu Yüzyılın sonlarına kadar de­
vam etmiştir.
1920’li yıllarda Viyana’yı ziyaret etmekte olan bir
Dönme, Yahudi bir dostuna, kendi cemaatinin Varşova’da
zahiren katolik olarak görünen bazı ailelerle irtibat halin­
de olduğunu ifade etmişti.
Tarihi açıdan Dönmelerin (Sabataycıların) mevcudi­
yetinin en mühim sonucu Jön Türk hareketi üzerindeki
tesirinden başka, işte bu Polonya Frankizm’ini doğurmuş
olmasıdır.
Frank, bir iyilik Tanrısının ve üç tane kötülük
Tanrısının bulunduğunu ve bu ölümlü dünyayı kötülük
Tanrılarının yarattığına inanıyordu.
O, her çeşit ahlâksızlığı, cinsi sapıklığı meşru gör­
mekteydi. Vazettiği en büyük esaslardan birisi, aynen
Sabatay Sevi gibi, mutlak ve kati suskunluk, gizlilik ve ol­
duğundan farklı görünmekti.
Frank, bütün geçmişi bir darbede silip süpürerek
dünyayı yeni baştan inşa etmeye imkân verecek evren­
sel bir ihtilalin (Dünya İhtilali) hayalini kurmaktaydı.
(Bütün belirtiler Sabataycılık-Frankizm-Illuminizm ara­
sında sıkı bağlar bulunduğunu göstermektedir.)
Sabataycı müminler kendilerini mevcut dinlerin hep­
sinin ortadan kaldırılmasıyla doğacak yeni bir dünyanın
öncü kolu olarak görmekteydiler.
Fransız İhtilali, Sabataycı ve Frankistler’in, dini
ve eski ahlâkı yıkma projelerine uygulama sahası açtı!..
Nitekim Jacob Frank’m yeğen] erinin, Paris ve Strasburg’un
ihtilalci çevrelerinde faal bir rol oynadıkları bilinmekte­
dir.

262
Avusturya gettoların Dönmeleri, kiliseden ve papaz­
lardan nefret etmekte, onlara karşı büyük bir kin besle­
mekteydiler. Onun için de Fransız İhtilalinin o devirde
moda olan Kilise aleyhtarlığını hararetle desteklemektey­
diler.
18’nci Yüzyılda Offenbachdaki Frankistler tarafından
kaleme alınmış olan ‘İşaya’nın Kehaneti’ adlı eser dikkatle
incelenseydi, onların gerçekten ‘kurulu düzeni’ yıkmak
amacında oldukları tespit edilebilirdi.
1815’d en sonra, Prag ve Çekoslavakya’d a Dönmeler
(Frankistler) Yahudi cemaatine karıştılar. Örneğin,
Amerikalı ünlü Siyonist lider Hakim Louis Brandeis’in
(1856-1941) ataları bunlardandı.
18’nci Yüzyılın ikinci yansında Polonya’d an bir miktar
Sabataycı gelerek Selanikteki ‘Dönme’ cemaatine katıldı.
Öyle ki, ta 1915’de Selanikte kendilerine “Lehli” denilen
dönme aileler mevcuttu.
Batı ve Orta Avrupadaki Sabataycı harekete katılan ai­
lelerin çoğu Yahudiliğin sinesinde kalmaya devam ettikleri
gibi, bunların sülalesinden gelen birçokları, 19’ncu Yüzyılda
bilhassa Avusturya’da meşhur fikir adamları, bankacılar ve
nüfuzlu siyasiler olarak yüksek mevkiiler edindiler.”
Polonya ve Almanya’daki ‘büyücülerin’ kariyerle­
rini incelemek için Fransa’dakileri de gözönüne almak
gerekir. “Baron Von Offenbach” (Jakob Frank), “Saint-
Germain Kontu” ve “Kont Cagliostro”ımn ailelerinin
ortak bir yönü olduğunu, yani üçünün de Yahudi olduğu­
nu görmüştük. Ayrıca bu üç şahsiyet de “Kabalist” ola­
rak biliniyordu. İşin bir diğer ilginç yönü, üçünün de bir
süre Almanya’da yaşamış olmasıdır. Frank, ‘Baron Von
Offenbach’ sıfatı ile Frankfurt (Bu kent ünlü Yahudi ban­

263
ker ailesi Rothschild’lerin ikametgâhı idi.) yakınlarında
bir yerde yaşarken, Cagliostro da Frankfurt’tan birkaç mil
ötede, bir yeraltı odasında ‘Stricte Observance’ tarikatına
kabul ediliyordu. Cagliostro’nun kariyerinin başlangıcın­
da Frank’ın ülkesi Polonya’yı ziyaret ettiği bilinmektedir.
Kariyerleri birbirine çok benzeyen bu üç adamın aynı za­
manda aynı yerde bulunması bir tesadüf müydü? Fransa’da
‘Kabalist’ büyücülerin birdenbire ortaya çıktığı bir za­
manda, Almanya ve Polonya’d a da ‘Yahudi Kabalistlerin
ortaya çıkması basit bir tesadüf sonucu muydu? Martinez
Pasqually’in Kabalist ‘Illumines’ tarikatını 1754’de, Jakob
Frank’ın ise Zohar’cı tarikatını (‘A ydınlanmışlar’) 1755’de
kurması basit birer tesadüf olarak açıklanabilir mi?
O günlerde Avrupa’ya yayılmış olan büyücülerin çoğu­
nu Ba’al Şems Tov ve J. Frank’ın müritleri oluşturuyordu.
Burada şu soru akla gelebilir. Ba’al Şems’in veya
Kabalistlerin masonik ve gizli örgütlerle ilişkisi olduğuna
dair bir delil var mıdır?
O tarihlerde ‘Bütün Yahudilerin Şefi’ olarak bili­
nen Ba’al Şems’in bir Mason inisiyesi olduğu ve gizli
Örgütlerin lider kadrosu ile doğrudan ilişkisi olduğuna
dair kanıtlar vardır!..
Bu olağanüstü şahıs, ‘Londra’nın Ba’al Şemsi’ olarak
bilinen Hayinı Samuel Jakob Faik (Dr. Faik olarak bili­
niyordu) adlı kabalistik bir Yahudi idi.
Faik veya Falkon 1708’de Podolya (Polonya) da doğ­
muştu. Faik, Sabatay Sevinin müritlerinden biriydi ve
Podolya ‘daki Zoharcı’lar (Frankistler) ile temas halin­
deydi.
Yahudi Ansiklopedisinde ‘Londralı Ba’al Şems’ şöyle
anlatılmaktadır:

264
“Falk’ın taumaturjik güçlere sahip olduğu­
na ve gizli hâzineleri keşfedebildiğin e inanılırdı.
Archenholz (‘England und Italien adlı kitabında) Falk’ın
Brunschwick’te gerçekleştirdiğini iddia ettiği bazı muci­
zelerden ve onun özel bir simya bilgisi olduğundan bah­
seder.
Almanya’nın Westfalya eyaletinde Faik, bir büyü­
cü olarak yakılarak ölüme mahkum edilmiş fakat o,
Ingiltereye kaçmayı başarmıştı. Faik, İngiltere’de büyük
bir saygı ve kabul gördü ve mucizeler gerçekleştiren bir
Kabalist olarak ün yaptı. İddialara göre, Londra’daki büyük
Sinagogda bir yangın başladığı zaman, o kapının yanında­
ki sütuna dört İbranice harf (YHVH) yazarak bir felakete
mani olmuştu.”
1742 yılında H. S. Jakob Falk’ın, Podolya’d an
Londra’ya geldiğini görüyoruz. Müritleri tarafından o
bir Sabataycı olarak biliniyordu. Londra’ya varışından
bir m üddet sonra Falk’ın büyük bir zenginlik ve refaha
kavuştuğu ve hatta özel sinagogu olan bir eve taşındığı
görülmektedir.
‘United Synagogue’ (Birleşik Sinagog) da hâlâ m u­
hafaza edilmekte olan günlüğünde ‘Epping Ormanlarına
yaptığı esrarengiz yolculuklardan, ormandaki gizli buluş­
ma odalarından ve orada gömülü olan altınlardan bahse­
dilmektedir.
Onun hayranları arasında uluslararası maceracı ve
Korsika Kralı olduğunu iddia eden Theodore de Stein da
vardı. Stein, Falk’ın alşimik deneyleri vasıtası ile elde etti­
ği altınlarla tahtını geri almayı düşünüyordu.
Yahudi Hay yum Azulai (‘Ma’gal Tob’ adlı kitabında)
Faik’d an şöyle bahsetmektedir;

265
“1778 yılında Marchesa de Crone Londralı Ba’al Şems’in
ona Kabalayı öğrettiğini iddia ediyordu. Falk’m dostları
arasında acaip maceracı Baron Theodor de Neuhoff bu­
lunmaktaydı. Fakat Falk’m en yakın dostları Yahudi banker
Aaron Goldschmidt ve oğlu idi. Faik, tefecilik ve spekülas­
yon vasıtası ile büyük bir servet kazanmıştı.”
Dr. Adler, “The Gentlemans Magazine”in Eylül
1762 tarihli sayısında Falk’m adını anm adan bir Yahudi
Kabaliste ait korkunç hikâyeler anlatmaktaydı. Burada
Falk’tan ‘Hıristiyanlaşmış bir Yahudi ve’ dünyadaki
en büyük serseri ve hain’ diye bahsedilmekteydi. Aynı
yazıda Kabalistlerin kanlı keçi kurban ritüelinden de
bahsedilmekteydi.
Bütün bu açıklamalardan sonra okuyucu şu soruyu
sorabilir; Falk’m masonik veya gizli örgütlerle bağlantısı
olduğuna dair delil var mıdır?
Gerçekten de Yahudi Ansiklopedisinin Falk’la ilgili
maddesinde ‘Masonluk’tan hiç söz edilmemiştir.
Fakat Ba’al Şemse ait bir portre’de o, elinde bir'pergel
tutmuş vaziyette (‘Pergel’ ve ‘Gönye’ masonik sembol­
lerdendir.) ve önünde ‘Süleyman’ın M ührünü (6 köşe­
li yıldız) ihtiva eden bir masa ile birlikte resmedilmişti.
‘Davud’un Kalkanı’ da denilen altıköşeli yıldız, önemli
masonik sembollerden birisidir.)
“Royal Masonic Encylopaedia’tia Gül-Haç mensubu
Kenneth Mackenzie’nin Faik hakkında uzun ve detaylı
bir makalesi bulunmaktadır. Fakat burada Falk’m maso­
nik bağlantılarına dair hiçbir kayıt yoktur. Acaba belirli
bazı iç masonik çevreler, Falk’m önemi dolayısıyla, onun
inisiye olmayanlara açıklanmasını istemiyorlar mıydı?
“Ars Quator Coronatorum” adlı masonik dergide

266
Gordon Hills, Falk’ın masonik harekette bir rol oyna­
mış olabileceğinden bahsetmektedir. Hills’e göre, eğer bir
‘Yahudi Kardeş’ kabalistik öğretilerini ‘yüksek derecelere’
aktarmışsa, bunu yapabilecek kapasitede tek kişi Faik ola­
bilirdi.
Faik, gerçekten de sıradan bir Mason değil, yüksek
dereceli bir inisiye idi.
Savalette de Langes ve Marki de Chefdebien ara­
sındaki yazışmalarda, Savalette Londralı Ba’al Şems ile
ilgili olarak şunları söylüyordu;
“Bu Doktor Faik Almanya’da çok tanınmış bir şahsi­
yettir. Her açıdan çok olağanüstü bir adam. Bazıları onun
‘Bütün Yahudilerin Şefi’ olduğunu söylüyor. “Memoirs of
the Chevalier de Rentzov” adlı kitapta onun bir Gül-Haç
mensubu olduğu belirtilmiş.
Onun, ‘Filozof Taşını arayan Mareşal de Richelieu ile
epey maceraları olmuş. ‘Gizli Bilimler,’ konusunda üstüne
kimse olmadığı söyleniyor. O, halen İngiltere’de. Baron de
Gleichen onun hakkında size bilgi verebilir. Frankfurt’tan
daha çok bilgi edinmeye bakın.”
Mektupta diğer şahsiyetlerle ilgili notlar arasında
yine Faildin ismine rastlıyoruz;
“12’nci dereceden ‘A mis Reunis’ üyesi ve Direktörler
Başkanı Prens Louis d’Harmstadt gençliğinde Falk’m öğ­
rencisi olan bir Yahudi ile çalışmıştı.”
Bu yazışmalardan anlıyoruz ki, ‘Stricte Observance,’
‘Amis Reunis’ ve Philalethes örgütlerinin arkasındaki ger­
çek inisiyelerin kimlikleri her zaman gizli tutuluyordu.
Falk’m öğrencilerinin ‘iç sırlara’ vakıf oldukları anla­
şılıyor. Acaba bu öğrencilerden biri de Cagliostro muydu?
Cagliostro’nun İngiltere’d en aldığı herhangi bir kabalistik

267
belgeden esinlenmek yerine, Falk’tan talimat almış olma­
sı daha muhtemel gözükmektedir.
Cagliostro’nun meşhur ‘Mısır Riti’114 gerçekte çok iyi
gizlenmiş Kabalizm’d en başka bir şey değildi!..
1770de ünlü Alman şairi Gotthold Ephraim
Lessing, Brunswick Dükü tarafından şehir kütüphanesi­
ne atanmıştı. Falk’ın ünü Lessing’in kulağına da gelmiş
olmalıdır. Lessing, 1771 yılında Hamburgda bir Mason
locasına girdi ve 1778de meşhur masonik draması “Bilge
Natharí’i yayınladı. Bu eserde Kudüs şehrinde yaşayan
Yahudilerden hayranlıkla bahsediliyordu. Lessing ayrıca
bütün Alman Localarının Büyük Üstadı olan Brunswick
Düküne ithafen, beş adet -Masonluk üzerine yazılmış-
diyalog içeren bir kitap da yazmıştı. Kitap, “Ernst ve Faik,
Masonluk Üzerine Konuşmalar”115başlığını taşıyordu.
Lessing’in ünlü Yahudi Moses Mendelssohn ile olan
dostluğunun kitabındaki ‘Nathan’ karakterine ilham ver­
diği iddia ediliyordu. Ama bu iddia oldukça şüpheli gö­
rünmektedir.
Bu karakter Brunswickde mucizeler yaratan Faik
olmasın? Her halükârda diyaloglara baktığımızda bu ko­
nuda şüphemiz kalmamaktadır!.. Burada Faik ismi açık­
ça belirtilmekte ve Masonluğun yüksek sırlarına inisiye
edildiği iddia edilmekteydi.116
Ernst ve Faik arasındaki diyalog, Masonluğun arka
planındaki etkilere ışık tutmaktaydı.

114 Cagliostro, Memphis Ritinin kurucusudur. Daha'sonra bu, ‘Memphis-


Misraim Eski ve ilkel Riti’ olacak, derecelerinin sayısı da 90’a çıkacaktır.
115 The Royal Masonic Cyclopaedia ‘Bilge Natharî ve ‘Ernst ve Faik’ adlı
kitapları Masonluk üzerine yazılmış, değerli çalışmalar olarak nitelen­
dirmektedir.
116 Mamafih Lessing’le aynı dönemde yaşamış olan Hamburg’lu Yahudi
John Frederick Faik da kastedilmiş olabilir. Londralı Ba’al Şems ile
Hamburg’lu Faik ‘in ortak noktalan vardı: Her ikisi de Yahudi ve Kaba­
list idiler.

268
Diyalogda Faik, Masonluğun her zaman varoldu­
ğunu fakat başka isimler altında bilindiğini anlatıyordu.
Yine ona göre, örgütün gerçek amacı hiçbir zaman açık­
lanmıyordu.
Falk’in diyaloglarda sorduğu Üginç bir soru vardı;
“Niye insanlar arılar veya karıncalar gibi hükümetsiz var
olamıyorlar?”
Faik daha sonra, Evrensel Devlet” (DÜNYA
HÜKÜMETİ) düşüncesini açıklar ve insanların millî,
sosyal ve dini önyargılara dayanmadan ve bölünmeden
yaşayabileceği büyük bir eşitliğe dayalı devlet ütopyasın­
dan bahseder.
İlginçtir ki, “Dünya Devleti” “Evrensel Cumhuriyet”
gibi söylemler, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasmda
Enternasyonal Sosyalistlerin ve Grand Orient (Büyük Doğu)
Masonlarının safları arasında sıkça duyulur olmuştu.
Peki Faik bir devrimci miydi? Faik bir Kabalist ve
yüksek dereceli bir Mason inisiye olabilir ama Fransız
İhtilalinin liderleri ile bir bağlantısı var mıydı?

Yahudi Ansiklopedisi bu konuda şunları yazmaktadır:


“Faik, Orleans Düküne, tahta geçişini kolaylaştırmak
amacı ile, üzerinde tılsım bulunan bir yüzük vermişti.
Bu yüzük Philippe Egalite’nin idamından sonra, Yahudi
Juliet Goudcaux’un eline geçmiş, o da bunu Louis
Philippe’ye vermişti.”
Falk’ı gayet iyi tanıdığını iddia eden Baron de
Gleichene göre, tılsımlı ‘lapis-lazuli’ (lacivert taş) taşı,
Yahudilerin Başhahamı ‘Şeyh’ Faik tarafından Orleans
Düküne verilmişti.
Buradan da açıkça anlaşılmaktadır ki, Fransız İhtilali

269
sırasında görülen ‘Orleans’cı Komplo’nun arkasında
Yahudi gücü bulunmaktaydı.
Orleans Dükü Londra’da Faik’la temas halindeydi ve
Faik onun Fransa tahtını gaspetme teşebbüsüne yardımcı
olmuştu.
Böylece İhtilalin ‘baş-fesatçısı’ Orleans Dükünün ar­
kasında ‘Bütün Yahudilerin Şefini görmekteyiz.
“Lor de Pitt”de anlatıldığı gibi, Orleans Dükü ihtilal­
deki ayaklanmaları Faikın altınları ile finanse etmişti.
Fransız Monarşisine saldırı ile, İngiltere’deki Yahudi
çevreleri arasındaki bağlantıyı ortaya koyan yazarlardan
biri de Gordon Riots’dır.
1780’de Lord George Gordon Riots İngiltere’deki
Protestan çetenin önderliğini yapıyordu. Riots aslında bir
Yahudi idi ve ‘The Public Advertiser’ adlı dergide Fransa
Kraliçesi Marie Antoinette’yi suçlayıcı yazılar yazdığı
için hapse mahkum olmuştu.
Lord George Gordon’un 1786 yılında Londra’da
Cagliostro ile buluştuğu bilinmektedir. Fransa Kraliçesi
Marie Antoinette’in saygınlığını zedeleyen “Gerdanlık
Meselesi”117de bu çevreler tarafından tezgahlanmış ola­
bilir miydi?
Görüldüğü gibi İngiltere Fransız Monarşisinin yoke-
dilmesine yönelik ‘fesafın ana üssü haline gelmişti.

---------------------- »
117 ‘Kraliçenin Gerdanlığı’ skandalini Cagliostro düzenletmişti. A. Du-
mas, bu olayı m onarşinin saygınlığını azaltmak için çevrilmiş bir ‘Ma­
son dolabı’ olarak niteliyor.

270
ONALTINCI BÖLÜM

SABATAYCI-FRANKİST ELİT

Avrupa’daki Sabataycı-Frankistelitünlü entelektüellerden,


teologlardan ve Avrupa’nın en etkili finans çevrelerinden
oluşmuştu.118
Frankistler de Türkiye’deki Sabataycı kardeşleri gibi
yalnız kendi aralarında evleniyorlardı. Bu elit çevre za­
manla giderek genişlemeye başladı. Frankist ailelerin
birçoğunun geçmişi tam olarak belgelenememekle be­
raber, düşünce ve davranışlarından Yahudi (Frankist-
Sabataist)olduklarmı anlamak mümkündür.
Bunlar içinde en önemlilerinden biri Israel Jacobson
(1768-1828) idi.
Dobruşka ailesini incelediğimizde, bu aile üyelerinin
aile içi evlilikler yoluyla finansal güçlerini büyük ölçüde
arttırdıklarını görüyoruz. Frankist-Sabataist ailelerin bü­
yük bir kısmı görünürde Hıristiyandı. Örneğin; Moses
Dobruşka ünlü bir banker olan Joachim Popper’in (1720-
1795) yeğeni ile evlenmişti.
Moses’in kızkardeşi Franceska Dobruşka sonradan
aristokratik ünvan alan “ von Hönigsberg” ailesinin bir
ferdi ile evlenmişti.
Yahudi Hönigsberg ailesi, yedi yıl savaşları sırasında
(1756-1763) Avusturya ordusunda tedarikçi olarak bü­
118 www.geocities.com/diif-schack/eliminataopiatel_ll html. To elima-
nate the Opiate: “The İnside story of Communist and Conspiratorial
Group efforts to destroy Jews, Judaism and Israel” Volume: 1(1974) by
Rabbi Marvin S.Antelman.

271
yük bir servet sahibi olmuştu.
L obdur en büyük oğlu Israel Hönig (1724-1808)
Avusturya tütün tekelini elinde tutuyordu. Avusturya
İmparatoru II. Joseph bu tekeli 1784’te bir hükümet şirke­
tine dönüştürdü ve Israeli şirketin müdürü yaptı. Böylece
Avusturya İmparatorluğu tarihinde ilk defa bir Yahudi (Israel
Hönig) bir devlet memuriyetine getirilmiş oluyordu.
İsrael’in tütün işindeki ortağı kardeşi Aaron Moses
(1730-1787) idi. Aaron Moses’in on çocuğu vardı ve
bunların hepsi Hıristiyan olarak vaftiz edilmişlerdi.
Israelin ise altı oğlu ve bir kızı vardı. Oğullarından biri
olan Leopold (1744-1815) Prag’ın Frankist cemaatının
önderi Jonas Wehle’nin kızı ile evlenmişti. Leopold faal
bir Frankistti. O, hahamların dinsel baskı yaptıklarından
şikayetçi olarak, polisten koruma istemişti. Leopold bu
şekilde bir hile ile hahamların otoritesini sarsmayı amaç­
lıyordu. Leopold, Prag’da 32 sayfalık bir anti-semitik bro­
şür yayınlayarak hahamlık kurumunu protesto etmişti.
Leopold Hönigsberg’in kayınbiraderi Rabbi Wolf
Eibeschutz, Jonas Wehle’nin diğer bir kızı ile evlendi.
Jonas Wehle (1752-1823) Prag’ın önde gelen aristokratla­
rından biriydi. Yeğeni Gottlieb Wehle ünlü bir Sabataycı
idi. Gottlieb Wehle, diğer birçok Bohemya ve Moravyalı
Sabataycı gibi, 1848 devriminden sonra ABD’ye göç
etti. 1881 yılında arkasında bıraktığı vasiyet, Scholem’in
“The Messianic Idea in Judaism” kitabına konu olmuş­
tur. Scholem’in kitabından G. Wehle’nin hakim Louis
D.Brandeis’in119 büyük amcası olduğunu öğreniyoruz.
L. D. Brandeis’in büyükbabası, Dembitz adını taşıyordu
ve faal Frankistlerden biriydi. Dembitz’in oğlu L. Naftali
Dembitz (1833-1907) Cumhuriyetçi Partinin 1860 yılı
119 L. D. Brandeis: 1930’lu yıllarda ABD’nin en yüksek federal yargıcı.

272
toplantısında Lincoln tarafından aday gösterilmişti.
Yargıç L. Brandéis, büyük bankerle çok içli dışlıydı ve
bilinçli, inanmış bir Siyonistti. Ünlü Yahudi banker Jacob
Schiff 1907 yılında “Bir insan hem gerçek bir Amerikalı,
hem de gerçek bir Siyonist olamaz ” dememiş miydi?
Brandéis ise “İyi bir Amerikalı olmak için iyi Yahudi
olmak, iyi bir Yahudi olmak içinse Siyonist olmak gere­
kir” diyordu.
İlginçtir ki, bugün ABD’nin önde gelen üniversitele­
rinden biri olan Brandéis Üniversitesinin kurucuları ve
yöneticileri şiddetli Hıristiyan düşmanı ve aşırı solcu ola­
rak bilinmektedir.
J. Wehlenin kardeşi Aaron Beer Wehle (1750-1825)
Gottlieb Wehle’nin babası ve önde gelen Frankistlerdendi.
İlginçtir ki, yargıç Brandeis’in karısı da Frankist bir köken­
den gelmekteydi. (Bu husus nasılsa G. Scholem’in gözünden
kaçmış) Brandeis’in ABD’deki Sabataycı-Frankist bağlantıları
onun yükselişinde çok etkili olmuştur. Brandéis, G.Wehlenin
torunlarından biriyle evlenmişti. Brandeis’in kızkardeşi ise
Felix Adler adlı bir yahudiyle evlenmişti.
Daha önce “Asyalı Kardeşler” adlı Illuminati locasının
Moses (Dobruşka) Schönfeld tarafından kurulduğundan
bahsetmiştim. Bu loca Viyanalı Sabataycı-Frankistlerin
toplantı yeriydi.
O tarihlerde Mason locaları Illuminati, Jakobenler ve
Frankistlerin sızdığı gizli toplantı yerleri haline gelmişti.
Bu gruplar masonluğu kendi devrimci doktrinlerini yay­
mak için kullanıyorlardı.
Katz, bize Viyanalı “Asyalı Kardeşler” üyelerinin bir­
çoğunun isimlerini vermektedir. Bunlar arasında Hönig
ailesi ve Nathan Adam Arnstein (1748-1838) bulunmak­

273
tadır. Arnstein, Berlin li Isaac Daniel Itzig’in kayınbirade­
riydi. Itzig, aynı zamanda Berlin’deki “Friedlaender Özgür
Yahudi O kulunun da kurucularından biriydi.
Itzig, Prusya Kralı IL William’in mali danışmanıydı. (F.
William daha veliaht- prens iken Berlin Illuminati demeği­
nin bir üyesi olmuştu)
Daha önce sözünü ettiğim “Asyalı Kardeşler”
Illuminati nin bir yan kuruluşuydu ve Prag, Innsbruck,
Berlin, Frankfurt ve Hamburg’d a locaları vardı. Itzig,
Berlin’deki “Asyalı Kardeşler’in bir üyesiydi.
Arnsteinin kaymbiraderi Bemhard von Eskeles (1753-
1839) de Viyana locasının bir üyesiydi. Eskeles, Itzig’in kız-
kardeşi Cecelia ile evlenmişti. Arnsteinin karısı Barones
Fanny olarak bilinmekteydi. Kızı Charlotte, Mettemich’in
baş bankeri Leopold Edler von Hertz’in karısı oldu. Kuzeni
Leopold ve beş çocuğu ise 1819 yılında Hıristiyan oldu.
IL Frederick William tahta geçince, Illuminati geçmişini
unutturmaya çalışarak, kendisini Gül-Haç mistisizmi ile ilgili
araştırmalara verdi.
1790’d a Berlin’in önde gelen yahudi finansörleri ta­
rafından “Tolerans Locası” kuruldu. Bu loca kendisini
Almanya Büyük Locasına kabul ettirmek istediyse de baş­
vurusu reddedildi. Ancak banker Itzig Kral William’d an
bir tasdik mektubu alabildi.
Katz, “Illuminatizm”kelimesinin sosyal ve politik aşı­
rılık anlamına geldiğini belirtmektedir.
Prusya Kralı örneğinde olduğu gibi, Illuminizm fel­
sefesini savunanlar dışardan muhafazakar görüşleri savu­
nur gibi görünmelerine rağmen, aslında içten radikal gö­
rüşlere sahiptiler. Aslında “Aydınlanma” ve “Illuminizm”
eşanlamlı kelimelerdi.

274
Prusya Kralı William “aydınlanmış” bir örgütün başın­
da bir “Magus-Kral” gibi ruhsal ölümsüzlüğü arıyordu.
Prusya Kralının örnek aldığı monarşi, Pers
İmparatorluğunu yöneten I. Kavad (449-531) idi. Kavad,
soylularla devamlı bir çatışma içindeydi. O, bu krize si­
yasi bir çözüm bulabilmek amacıyla komünist öğretiyi
yayan Mazdak’tan yardım istemişti. Mazdak, soylulara
karşı bir gerilla savaşı başlattı ve Pers İmparatorluğunu
bir sınıf savaşının içine soktu. Kavad, oturduğu yerden
zevkle Mazdakçıların büyük ekonomik merkezlerde soy­
luların polisini ve ordusunu yok etmesini izledi. Sonunda
Mazdak galip gelerek bütün soyluların mallarına, mülk­
lerine, paralarına el koydu ve onların karılarım taraftar­
larına dağıttı. Mazdak inancına göre yalnız mal ve mülk
değil, eşler de ortak olarak kullanılıyordu.
Mazdak ayaklanması sırasında Yahudiler servetle­
rini işlerini, yaşamlarını, kızlarını ve karılarını kaybetti­
ler. Bütün ümitler kaybolmuş gibi görünürken, Yahudi
Cemaati Başkanı (Sürgündeki Prens) II. Mar Zutra, Yahudi
cemaati üyelerini silahlandırmaya ve organize etmeye mu­
vaffak oldu. Mar Zutra’nm ordusu ayaklanmacıları dur­
durmayı başardı ve onları yendi. Mar Zutra’nm başarısı
Mazdakileri büyük bir ümitsizliğe sürükledi. Mazdakilerin
Zutra’yı şatosunda öldürme teşebbüsleri de başarısız oldu.
En sonunda (520 yılında) Mar Zutra’nm ordusuna ağır
kayıplar verdirdiler ve onu yakalayıp, idam ettiler. Mar
Zutra’nın idam edildiği gün karısı III. Mar Zutra’yı doğur­
du ve doğumun hemen akabinde Kudüs’ü terketti.
III. Mar Zutra Yahudi Tarihine “Kudüs
Talmud’unun Editörü” olarak geçti. Babası II.Mar
Zutra ise diaspora’da “Komünizmle Mücadele eden
Yahudi Prensi” olarak tarihe geçti.

275
IL Mar Zutra’nın ölümünden dokuz yıl sonra, Kavad
ve oğlu Chosroes, Mazdakların yokedilmesi için bir fer­
man yayınladılar. Bunun sonucunda Mazdak asıldı ve
Komünist terör de sona erdi. Şimdi artık Kavad’ın krallığı
birleşmiş ve soylulardan gelen tehdid de ortadan kalkmıştı.
Komünizm, Kavada çok faydalı bir şekilde hizmet etmişti.
Prusya Kralı Frederick William ve Avusturya Kralı II.
Joseph, yukarda anlatılan politik oyunlara benzer bir oyun
oynayarak -k i bu oyunun başaktörleri Sabataycı-Frankist
elitti- Fransız Devriminin şartlarını hazırladılar.
Berlin’deki “Asyalı Kardeşler’i Itzig ailesi yönetiyor­
du. Bu aile evlilik ve sosyal çevreleri vasıtasıyla 18. Y.Y
sonu ve 19. Y.Y başındaki bütün Illuminist-Frankist poli­
tik entrikalara karışmıştır.
Isaac Daniel Itzig (1750-1806) Daniel Jaffe’nin (1723-
1799) oğluydu. Itzig’ler banker bir ailenin üyeleri olmakla
beraber, aynı zamanda Kraliyet Prusya’sının gümüş teda­
rikçisi idiler. Daniel, banker-tüccar H. Ephraim (1703-
1755) ile beraber “Yedi Yıl” savaşı sırasında çıkardığı ma­
deni paralarla hem enflasyonun fırlamasına sebep olmuş,
hem de Prusya hükümetinin savaşı yürütebilmesine yar­
dımcı olmuştur.
Daniel’in kızı Leah, B. Seligman (1771-1815) ile
evlenmişti. Seligman, Felix Adler’in solcu “Etik Kültür
Cemiyeti’nin başkanı idi. Adler kendisini “özgür düşün­
celi” olarak adlandırıyordu ama aslında tam bir ateistti.
Daha önce bahsettiğim Felix Adler’in karısı, Louis
D. Brandeis’iıı baldızı ve Varşovalı Joseph Goldmark’m
(1819-1881) kızıydı.
Goldmark, 1848 devriminde rol almış radikal bir
komünistti. O, Öğrenci Birliği başkanıyken Avusturya

276
Savaş Bakanı Latour’un öldürülmesi komplosuna ka­
rışmıştı. Goldmark yakalanmamak için ABD’ye kaçtı.
Avusturyada gıyaben yargılanarak, Latour’u öldürmek
suçundan idama mahkum edildi.
1868’de marxist radikaller Avusturya yönetimini ele
geçirince, Avusturya’ya geri döndü. Latour’u öldürme su­
çundan aklanarak beraat etti.
Joseph, Frankist Gottlieb Wehle’nin kızıyla evlendi.
Oğlu Henry (1857-1942) Panama kanalının havuzlarını
tasarladı. Kızkardeşi Pauline (1874-1962) “Ulusal Tüketici
Derneği’nin sekreteri idi.
Daniel Itzig’in kızı Blümchen (1752-1814) ünlü
filozof Mendelssohn’un dostları çevresinden David
Friedlander ile evlendi.
Friedlander, Tora’yı (Tevrat’ı) Almanca’ya çevirerek
“Biur” sapkınlığına katıldı. Naftali Herz Weisel (1725-
1805) ise “Biur’un Leviticus yorumlarım yayınladı.
Weisel, Rabbi Jonathan Eibeschutz seminerlerinin
bir müdavimi idi. Bu seminer 1726 yılında sabataycı öğ­
retilerinden dolayı hahamlıkça yasaklanmıştı.
Talmud yorumcusu Rabbi Jacob Joshua Falk (1680-
1756) 1752 yılında Eibeschutz’u musevi cemaatinden tar-
detti.
Weisel 1782 yılında “Divrei Sholom V ’E met” (Barış
ve Gerçeğin Sözleri) adlı bir kitap yayınladı. Fakat Berlin
Başhahamı Rabbi H. Lewin kitabı yasakladı.
Bunun üzerine Itzig ailesi kitabı serbest bırakması
için Lewin’e baskı yapmaya başladı.
Arnstein ler Weisel’i Trieste musevi cemaati mensup­
larıyla tanıştırdılar ve filozof Mendelssohn’un “Biur” pro­
jesine fınansal yardımda bulundular.
277
Rabbi Wertheimer (1658-1724) 1694-1704 yılları ara­
sında Avrupanm en zengin yahudisi olarak biliniyordu.
Wertheimer, İmparator I. Leopold’un mali yöneticisiydi.
Ayrıca İmparator I. Joseph ve VI. Charles’m da diploma­
tik misyonlarını yürütmekteydi. Bu yüzden Wertheimer’a
“Judenkaiser” (Yahudi İmparator) deniyordu.
Arnstein’lar ve Eskeles’ler siyasi devrimi amaçla­
yan gizli politik entrikalara katıldılar ve aktif Illuminati
üyesiydiler. Bunların operasyon merkezi Vivana’daki
“Asvalı Kardeşler” locası idi.!!!
Bu loca İmparator II. Joseph’in yahudi asimilasyonu­
nu hızlandıran “Toleranz-Patent”i (Tolerans Fermanı)
yayınlamasına neden olmuştu.
“Toleranz-Patent” entrikası isimsiz bir kişi tarafından
ifşaa edilmişti. Tarihçilere göre bu isimsiz yazar Bernhard
Eskeles idi. Bu, II. Joseph’in “Toleranz-Patent”i yeniden
gözden geçirmesine neden oldu. 1788’de İmparator Joseph
Yahudilere “aydınlanmış” imparatorluk yasaları haricinde­
ki yasa ve törelerden uzak durmalarını emretti.
Bernhardin kızkardeşi Lea’nın adı Prusya casusluk
skandalına karışmıştı. Bernhardin karısı Cecelia ve kız-
kardeşi Barones Fanny von Arnstein, Viyana sosyetesini
sarsan balo salonları açtılar. Fanny, Mozart’la tanışmak
fısatım buldu. Cecelia ise Illuminist, hümanist Goethe ile
flört ediyordu. Ceceîia’nın baldızı, Lea Günther düzenli
olarak Goethe ile mektuplaşmaktaydı.
Viyana Kongresi sırasında Metternich, Hardenberg ve
Talleyrand yukarda adı geçen balo salonlarında dans ettiler.
Bu salonlar aynı zamanda politik entrika merkezleriydi.
Cecelia’nın kızı Henrietta, ailece Hıristiyanlığa dön­
müş yahudi banker Pererra (1774-1835) ile evlenmişti.

278
Arnstein ve Eskeles aileleri Fransa ve Bavyera’ya kar­
şı ayaklanan Tirol’lü köylüleri finanse ettiler. Arnstein ve
Eskeles bankacı aileleri 19.Y.Y başlarında Rothschild’lerin
rekabeti karşısında dayanamayıp iflas ettiler. Yine bu sıra­
larda Yahudi inançlarından tamamen kopmuş olan bu ai­
leler Hıristiyanlığa döndüler. Örneğin; Cecelia Eskeles’in
bütün ailesi 1824 yılında vaftiz oldu.
“Asyalı Kardeşler” localarına Frankist rit’lerin egemen
olduğu kesindir.” Asyalı Kardeşler” locaları Hıristiyan sem­
bolleri kullanıyorlardı ama Prof. Scholeme göre, tarikata sa-
bataycı düşünce yapısı egemendi.
Viyana’daki A.K locası kurucusu Dobruşka’nm
ölümünden sonra, Sabataycı-Frankist ve filozof
Mendelssohn’un çevresinden, Viyana locasının aktif üye­
lerinden Ephraim Joseph Hirschfeld (1755-1820) onun
yerine geçti. Flirschfeld, “merkezi manevi sütun” diye
anılmaktaydı. O, Kabala ile uğraştığı için müslümanlı-
ğm, yahudiliğin ve katolikliğin ötesinde “tek, gerçek ve
evrensel bir din” e ulaştığını iddia ediyordu. 1792’den
1820 yılındaki ölümüne kadar, Hirschfeld Sabataycı-
Frankistlerin Almanya’daki merkezi olan Offenbach şeh­
rinde yaşadı. Hirschfeld’in yakın arkadaşı tarihçi Franz
Joseph Molitor da Viyana locasındandı.
Molitor (1799-1860) 1812’de Frankfurt’taki Illuminati
locasındaki Yahudi-Masonların başkanı oldu.
Molitor, Hirschfeld ve A.K tanıtmak için uğraş-
tıysa da bu teklifi loca tarafından reddedildi. Bu loca,
Illuminati’nin Paris Grand-Orient Locasına bağlı olarak
çalışıyordu.
Molitor, Frankist Jonathan Eibeschutz’a büyük bir
saygı duyuyordu ve bu nedenle Moses Schönfeld’in

279
Eibeschutz’un torunu olduğunu iddia ediyordu. Aslında
bunun tam olarak doğru olmadığı biliniyor. Sabataycı -
Frankist aile bireyleri arasında cinsel ilişki normal kabul
edildiği için, Schönfeld’in Eibeschutz’un gayrimeşru to­
runu olması mümkündür. Wolf Eibeschutz’un Brno’daki
Dobruşka ailesini ziyaret ettiği bilinmektedir. Frankistler
arasında zina çok sık rastlanan bir durum olduğu için,
yukarda bahsedilen akrabalık ilişkisinin doğru olma ihti­
mali vardır. O zamanlar en saygın bilinen hahamların bile
gizli Sabataycı olduğu bilinmektedir.
BuihtimaligüçlendirenbirbaşkaolaydaEibeschutz’un
etkilediği çevre ve locadır. Eibeschutz’un nihilist ve her
türlü ahlak kurallarına karşı çıkan kitabı "V'Avo Hayam
El Haayin”(Ben Bugün Göze Yaklaşacağım)i özellikle bu­
rada belirtmek gereklidir.
Buradaki “göz” “Aydınlanma”nm (Illuminati’nin)
gözüdür.
Eibeschutz’un kitabındaki sinsi ifadeler, Weishaupt’un
“Illuminati” örgütünde gerçek anlamını bulmuştur.
Illuminati örgütünün kullandığı semboller arasında yer
alan “Her şeyi Gören Göz” ve “Daire içindeki Nokta”
(Seksüel Anarşinin ve Doğurganlığın Sembolü) gibi sem­
boller bunun en tipik örneğidir.
Bunlar bugün masonluğun hâlâ kullandığı semboller
arasında yer almaktadır. Bu semboller, Illuminati örgütü­
nün temellerini oluşturan Sabataycı-Frankizmi ve Platonik-
Komünist düşünceleri anlatmaktadır.
Illuminati üyesi Brunswick dükü Friedrich gibi (Dük,
ölüm yılı olan 1792’e kadar Viyana’daki Asyalı Kardeşler
Locasının ana sponsoru olarak kalmıştır) Rothschild’ler
de Illuministik-Alman-Yahudi Masonluğu vasıtasıyla

280
bütün localarda kontrolü ele geçirmeye başlamışlardı.
Rothschild’ler başkatipleri -k i Berlindeki Itzig’d en
yardım almaktaydı- Sigmund Geisenheimer vasıtasıy­
la “Illuminati Tolerans Locası”m ve Paris’teki “Grand-
Orient Locası”nı kullanıyorlardı. Geisenheimer, “Mayence
Masonik Illuminati Locası”nın bir üyesiydi ve Frankfurt’taki
“Judenlogemn (Yahudi Locasının) kurucusuydu. Bu loca
üyeleri Frankfurt Başhahamı Zvi Hirsch Horowitz tarafından
musevi cemaatinden tard edilmişlerdi.
Daha sonra Rothschild’ler de “Judenloge’ye katıl­
mışlardı. Solomon Mayer (veya Meir) Rothschild (1774-
1855) de Viyana’ya taşınmadan önce kısa bir süre bu lo­
canın üyesi olmuştu.
Frankistler 1786 yılında Frankfurt varoşlarından biri
olan Offenbach’da örgütlenirken, Frankfurt cemaatinin
kimliği bilinmeyen bazı hayırseverlerinden yardım al­
mışlardı.
Rothschild’lerin doğrudan Frankistlerle ilişkisi olduğuna
dair bir belge bulunamamıştır. 1791 yılında Sabataycı Mesih
Frank öldüğü zaman, A. Mayer Rothschild (Rothschild kar­
deşlerin en büyüğü) 18 yaşındaydı ve kardeşlerin en genci
olan James ise daha doğmamışü.
Frankfurt Locasının kuruluş yıllarında “Judenlogemn
üç aktif üyesi öne çıktı. Bunlar; Gersenheimer, Michael Hess
ve Justus Hiller idi.
Michael Hess, M. Amschel Rotschild’in çocuklarına
öğretmenlik yapıyordu.
Sigmund Gersenheimer, “Reformcu Yahudilik” oku­
lunu kuran hayırseverlerden biri olarak bilinir.
Frankfurt “Judenloge”, Reformcu Yahudilik hareketi
liderlerinin bir karargahı gibiydi.
281
1848 devrimi sırasında, Abraham Geiger’in devrimci
arkadaşı Berthold Auerbach ve reformcu G. Salamonu
bu locanın üyeleri arasında görüyoruz.
Justus Hiller bu locanın konuşmacısıydı. Locanın ku­
ruluş aşamasında Frankist öğretilerin ağır basması sonu­
cu, ahlakdışı düşüncelere doğru bir eğilim gözlenmiştir.
J. Hiller, Westfalyali banker Israel Jacobson (1768-
1828) ile birlikte Fransız “Sanhedrin”in delegesiydi.
Jacobsona “İsrail’in çocuğu Jakoben” denmek­
teydi. Jacobson, Frankist A. K. tarikatı sponsoru olan
“Illuminatus” Brunswick düküne hizmet etti.
Jacobson, Westfalyah bir banker olarak Napolyonun
mali ajanlığını da yaptı. Bunların haricinde Jacobson re­
formcu Yahudi hareketinin hahamı olarak bilinir.
17 Temmuz 1810’d a Jacobson reformcu Yahudi ayin­
lerinin içine Hıristiyan unsurlar da kattı. Bu uygulama­
larda filozof Mendelssohhun etkisi büyüktü.
Jacobson birkaç yıl sonra, Berlin’e taşındı. 1815’de
orada ilk Reform Sinagogunu açtı.
Bunlar Yahudilik içindeki Reformcu ve Muhafazakar
kanatlar arasında düşünce farklılıklarını ortaya koyan
oluşumlardı.
Jacobson’dan günümüze değişen fazla bir şey
olmamıştır. Reformcu Yahudi gruplar Yahudiliği
Hıristiyanlaştırma ve Hıristiyanlığı Yahudileştirme yoluy­
la “bütün dini sistemleri yoketmeye” çalışmaktadırlar.
Jacobson, Aaron Chorin (1776-1844) onu destekleme­
ye başlamasından sonra, reform hareketini başlatmıştı.
Chorin bir Sabataycıydı ve bütün kirli işlerini
Macaristan’d a açtığı Reformcu Sinagogundan yürütüyor-

282
du. O, Yom Kipur’120daki “Kal Nidre” törenini kaldıra­
rak, Hıristiyanlarla evliliği ve asimilasyonu savunmaya
başladı.
Frankist elitlerin bir listesini yapmak ve onları derin­
liğine incelemek, birkaç cildi doldurabilir.
Scholem kitabında 1820 yılı civarında Frankistlerin
yeraltına çekildiğinden bahsetmektedir. Onların takipçi­
leri Sabataycı ailelerin elindeki gizli yazıları ve belgeleri
toplamışlardı.
1845’de Woltgang Wessely “Bir Sabataycının
Mektupları’nı yayınladı. Bu kitapta Prag’daki sabataycı fa­
aliyetlerden bahsedilmekteydi. Yıllar geçtikçe Frankistlerin
ekonomik ve entellektüel durumları iyileşmeye ve güçlen­
meye başladı. Onlar fabrikalar kurmaya ve masonik örgüt­
lerde aktif roller almaya başladılar. Frankistlerin 9 Av’da
gizlice toplanarak yahudi bayramını kutladıkları bilinmek­
tedir. Frankistlerin harekat merkezi zamanla Frankfurt-
Offenbach’d an önce Prag’a sonra da Varşova’ya kaydı.
Varşova’daki Frankist’ler Katolik aileler gibi gö­
rünüyorlardı ve bunların II. Dünya Savaşı’na kadar
Türkiye’deki Dönme-Sabataycılarla ilişkisi vardı.
Bilindiği gibi Dönmeler İttihat ve Terakkinin kuru­
luşunda ve Jön-Türk hareketinde çok faaldi.
Polonyalı şair Adam Mickiewicz (1795-1855) Frankist
bir aileden geliyordu ve radikal siyasi görüşleri yüzünden

120 Yom Kipur: İbrani Takvimindeki en kutsal ve en ciddi gün olup; 10


. günlük tövbe süresinin en dorukta noktalandığı 10 Tişri gününe isabet
eder. Yom Kipur arifesi, gün atımı ile birlikte başlar ve ertesi günün
akşamı 25 saatlik kesin bir oruç süresinin tamamlanması ile birlikte
son bulur.
Yom Kipur akşamı sinagogda “Kal Nidrew(Kişilerin gerçekleştireme­
diği tüm vaad ve adakların iptalini talep eden bir müşterek yalvarış)
töreni ile başlar.
Kaynak: Yusuf Besalel, “Yahudilik Ansiklopedisi” Ciit:3
Rus hükümeti tarafından hapse atılmıştı. Mickiewicz,
Goethe ile de görüşüyordu. Onun şiirleri paganizmi ve
mistik dinsel felsefeyi yansıtmaktadır.
18. Y.Y sonlarına doğru bir sabataycı ve frankist olan
Samuel H. Faik (1710-1782) Londra’ya gelerek Londra
Köprüsünde Alşimi ve Kabala ile ilgili bir laboratuvar
açtı.
Faik daha önce Köln (Almanya) şehrindeki radikal
faaliyetleri yüzünden şehrin başpiskoposu taralından
sürgün edilmişti.
Falk’ın mistik faaliyetleri “Yahve” adının kullanıldığı
gizli formüllerle ilgiliydi. Londra’d a bu yüzden ona “Baal
Shem”(İsmin Üstadı) deniyordu. Ona bu adı Frankistler
vermişlerdi, çünkü büyük düşmanları olan Hasidik
Yahudilerin Kabala üstadı olan manevi önderlerinin adı
“Baal Shem Tov” (1700-1760) idi.
Gerschom Scholem, Frankistlerin izlerini 1920’le-
rin Varşova’sına ve II. Dünya Savaşından önce Selanik’e
(Buradaki “Dönme” kolonisine) kadar sürebilmiştir.
Frankistler ABD’deki Marxist-Leninist, zenci dostu
ve III. Dünyacı faaliyetlerde hep ön planlarda görülmüş­
lerdir.121
Frankistler bugün artık kendilerini bu isimle tanım-
lamamaktadırlar. Frankistlerden oluşan uluslararası bir
örgüt, inisiye olmayanlar, hariciler tarafından “H er şeyi
Gören Göz Kült’ü” olarak tanımlanmaktadır.
Frankistler bugün kendilerini hiçbir dine bağlı olarak his­
setmiyorlar. (Bu dinler içine Yahudilik, İslam, Hıristiyanlık,
Budizm, Konfüçyüsçülük ve Hinduizm dahildir)

121 Türkiye’d eki Marxist-Leninist faaliyetlerde ön plana çıkan kadrolar


da bunlardan farklı değildi.

284
Frankistlerin ABD’de en faal oldukları şehirlerin ba­
şında Boston, NewYork, Washington ve San Francisco
gelmektedir.
ABD’deki Frankistler arasında çok ünlü kişiler, ünlü
diplomatlar, senatörler, valiler ve din adamları bulun­
maktadır.
Frankistler daha çok “Reformcu Yahudilik” çevre­
sinde toplanmış olarak görünmekle beraber, onları m u­
hafazakar yahudiliğin üst kademelerinde de bulmak ka­
bildir. Reformcu din adamlarından Maurice Eisendrath
ve Muhafazakar din adamı Abraham Joshua Herschel
onlardandır. Eisendrath, her zaman Komünizm davasına
hizmet etti ve Siyonizm hareketini sabote etmeye çalış­
tı. Herschel ise “Yeni Sol” hareketinin organı Ramparts
Magazinede muhtelif makaleler yazdı.
Herschel’in“The Prophets” adlı kitabı gizli-Sabataycıların
iki yüzlülüğünü yansıtır. Bu kitap Frankist elit tarafından çok
tutulmuştur.
Frankistlerin ABD’de egemen olduğu diğer Yahudi
örgütlerden bazıları şunlardır; Anti-Defamation League,
The American Jewish Congress ve Federations of Jewish
Charities.
Almanyadaki Sosyalistler ve Komünistler Frankist
elitleri kendi çıkarları için kullandılar. Fakat Nasyonal-
Sosyalistler, Frankistleri diğer Yahudiler gibi irken yalıudi
saydıkları için dışladılar.
Frankistlerin Illuminati ve Mendeîssohn’un Haskala
Hareketi ile ilişkileri konusunda bir fikir verebildiği­
mi sanıyorum. Frankistler Mendelssobn’un öğretile­
rinden etkilenmişlerdi. Mendelssohn’un takipçilerinin
Jakobenlerle ilişkisi vardı. Illuminist-Frankist aileleri iz­

285
lediğimizde onların Reformcu ve Muhafazakar hareketle­
rin oluşumunda rol aldıklarını ve bazı büyük elit Frankist
ailelerin “Bund der Gerechten” (BdG) (Adı daha sonra
1848 devriminde “Komünist Parti’ye çevrilmiştir.)’in iç
çekirdeğini oluşturduğunu görüyoruz. Böylece dünyada­
ki ilk Komünist Partisi oluşumunda Yahudi-Frankistlerin
rol aldığını tespit edebilmiş oluyoruz. BdG> 1848 devri­
minde çok önemli bir rol almıştı.

286
ONYEDİNCİ BÖLÜM

ROTHSCHİLD’LERİN
SABATAYCI MESİH
J. FRANK’LA İLİŞKİSİ

Rabbi Antelman “To Eliminate the Opiate” adlı kitabında


şöyle yazıyordu:122
“Rothschild’lerin Illuministik-Alman-Yahudi Mason
Localarının kuruluşunda rol aldıklarım ve bunları yönet­
tiklerini biliyoruz. Fakat, Frankistler 1786’d a Offenbach’da
örgütlenirken Rothschild’lerden yardım aldıklarına dair
elimizde bir belge bulunmamaktadır.”
Marvin S.Antelman bu konuda yanılıyordu. Böyle bir
belge mevcuttur. PolonyalI yazar Alexander Kraushar’m yaz­
dığı “Jacob Frank ve Polonyalı Frankistler” adlı kitapta (Bu
kitap “Jacob Frank: Sabataycı Sapıklığın Sonu” adı altında
yeniden basılmıştı.) şunlar yazıyordu:
“Offenbach şehri sakinleri J. Frankın akrabalarının
onların kaderleri üzerindeki olumlu çabalarım hayırla an­
maktadırlar. Bu manevi çabaların haricinde bir de onların
Avrupa sarayları ile güçlü bağlantılarını gözardı etmemek
gerekiyor. Bu bağlantılar sayesinde Frankfurt’taki en gözde
bankaları açmış ve hemşehrilerine hizmet etmişlerdi.
Frankfurt’taki RothschildTer de onlara inananlar ara­
sındaydı.!”
Shenk Rink “Die Polen in Offenbach” adlı kitabında
bunu ayrıntıları ile açıklamıştır.
122 www.geocities.com/cliff. schack/rothschild-franlc-link.html

287
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM

BAVYERA AYDINLANMIŞLARI
(ILLUMİNATÎ)

“Kont hazretleri, yadsımanın bir yaran yok, çünkü


Avrupa’nın büyük bir bölümünün gizli dernekler ağıyla
kaplandığını gizlemek imkânsız, tıpkı şimdi yeryüzünün
demiryollarıyla kaplanmakta oluşu gibi.”
Disraeîi’nin 14 Temmuz 1856’d a Avam Kamarasında
yaptığı konuşma.

Illuminatinin Kökenleri:

Weishaupt, Tlluminizm’ denilen sistemin yaratıcısı


değildi. Ondan önce de, mevcut düzeni ve dinleri
ortadan kaldırmak isteyen benzeri örgütler tarih boyun­
ca var olmuşlardı. Bunlar arasında en önemlileri olarak
Kainit’leri, Karpokrat’lan, Maniheist’leri, Batıniler’i,
Fatimiler’i ve Karmati’leri sayabiliriz.
‘Illuminati’ kelimesinin kökenleri Maniheist’lere
kadar uzanmaktadır. “Gloriantnr Manichaei se de caelo
illuminatos.”
Weishaupt’un kendi organizasyon sistemi için mo­
del aldığı örgüt, (Batıniliğin kurucusu) Abdullah ibni
Maymun123 mezhebiydi. (Fatimi’ler ve Karmati’ler bu
mezhepten türemişlerdir.)
123 Abdullah ibni Maymun, Güney iranlı özgür düşünceli bir doktorun oğlu­
dur. Gnostik Düaiizm doktrini ile yetiştirilmiştir. O da babası gibi bir ma­
teryalistti.

288
Peki bu doğulu mezhepler nasıl olmuş da Bavyeralı
bir profesöre kadar ulaşmıştı? Bazı yazarlara göre bunları
‘Cizvitler’ getirmişlerdi. Weishaupt’un Cizvitler tarafından
eğitilmiş olması, Illuminati nin esin kaynağının onlar oldu­
ğu konusunda delil olarak ileri sürülmektedir.
Weishaupt, Cizvit rejiminin özellikle otoriter yapışım ve
yöntemlerini benimsemişti. Ama bunu kendi görüşleri doğ­
rultusunda -ki bu Cizvitlerin Hıristiyan dünya görüşlerinin
tamamen zıddı idi- kullanmıştır.
Barruel, “Mémoires sur le Jacobinisme” adlı kitabın­
da Cizvitlerin dini itaatları ile ‘Uluminist’ itaat biçimi ara­
sında büyük bir fark olduğunu ileri sürmektedir.
Bilindiği gibi ‘kesin itaat’ ve ‘birinin iradesine tama­
men teslim olmak’ gibi kavramlar bütün askeri disipli­
nin temelini oluşturur. Cizvitler, başlarında bir General
olan askeri bir tarikat olarak, tam bir askeri disiplinle
yetiştiriliyorlardı. Fakat Weishaupt’un sistemi bunlardan
tamamen farklıydı. Askerler ve Cizvitler, aldıkları emir
doğrultusunda ne yapacaklannı ve hedeflerini bilirken,
Weishaupt’un takipçileri bilinçli olarak hazırlanmış al­
datmacalarla, bilinmeyen bir hedefe doğru yol alırlardı.
İşte bu, şerefli ve şerefsiz gizli örgütler arasındaki farkı
ortaya koymaktadır.
Gizli örgütlerin arkasında ‘Cizvit entrikası var,’ iddi­
ası, aslında gizli cemiyetlerden kaynaklanıyordu ve amacı
kendi izlerini örtbas etmekti.
Cizvitler, Tapınakçılar ve Illuminati’nin aksine 1793
yılında -hem de hiçbir adil yargılanma yapılmaksızm-
kapatıldı.
Cizvitlerin dostu olduğu hiç söylenemeyecek olan
Marki de Luchet, cizvitlerin hedeflerinin Illuminati ve

289
Masonlukla aynı olduğu iddialarının gülünç ve saçma ol­
duğunu ileri sürer ve üç örgütün de çok farklı amaçlarla
kullanıldığından bahseder.
Ayrıca şu soruyu da sormak gereklidir; Cizvitlerin
monarşilere ve kiliseye karşı bir fesadın içinde olmala­
rını gerektirecek ne gibi sebepler olabilirdi? Cizvitler ki­
lise ve prensler vasıtasıyla devlet üzerinde etkinlik sağ­
lamadılar mı? Şurası çok açık bir gerçektir ki, dinsiz bir
Cumhuriyette din adamlarının bütün güçleri yokedilmiş
olacaktı.
Gerçekte Cizvitlerin kapatılması ile eski rejim, dev­
rim dalgalarına direnebilecek son engeli de ortadan kal­
dırmış oluyordu.
Weishaupt’unesinkaynağıneydi?BarruelveLecoutelx
de Canteleu’nun araştırmalarına göre, 1771’de Jutland’lı
Kölmer adlı bir tüccar -ki Mısırda uzun yıllar kalmış ve
Avrupaya dönüşünde doğuda öğrendiği Maniheizme da­
yanan gizli bir doktrini geliştirmişti- Fransa’ya giderken
Maita’ya uğramış ve burada Cagliostro ile buluşmuştu.
Bu buluşma halk arasında büyük bir hoşnutsuzluk
yarattığı için Kölmer, ‘Malta Şövalyeleri’ tarafından ada­
dan kovularak, Avignon ve Lyons kentlerine gitmişti.
Buradaki ‘Illumine’ler arasında birkaç taraftar bul­
muş ve aynı yıl Almanya’ya giderek orada Weishaupt’la
karşılaşmıştı. Kölmer, Weishaupt’u gizli doktrininin bü­
tün sırlarına inisiye etmişti. Barruel’e göre, VVeishaupt beş
yılını sistemi üzerinde düşünmekle geçirmiş ve sonunda
1 Mayıs 1776’da ‘Illuminati’ ismini bulmuştu. Weishaupt
kendine de ‘Spartacus’ takma adını uygun görmüştü.
Kölmer’in gizli kabalistik Yahudilerden biri olma ih­
timali de yüksektir. Kölmer adı, çok iyi bilinen bir Yahudi adı

290
olan ‘Calmer’in biraz değiştirilmiş bir versiyonu olabilir.
Lecoutebc de Canteleu’ya göre Kölmer ve -
Cagliostro’nun büyük saygı ve hayranlık duyduğu- sim­
yacı Altotas aynı kişiydi. Gizli örgütlerin hiç değişmeyen
bir kuralı vardır; Gerçek yöneticiler hiçbir zaman asıl
kimlikleri ile ortaya çıkmazlar!..
Şayet Kölmer ve Altotas aynı kişiler ise, onun bir
Yahudi ve Kabalist kimliği ile değil, Ortadoğu’daki gizli
bir cemiyetin -muhtemelen İsmaililer’in - bir inisiyesi
olarak ortaya çıkmış olması çok mümkündür.
Lecouteuhc de Canteleu, Altotas’ın bir Erm eni ol­
duğunu ve sistem inin Mısır, Suriye ye İran’d an alın­
dığını belirtir. Canteleu’nun açıklamaları, Barruel’in
Kölmer’in M ısır’dan geldiği ve düşüncelerinin tem e­
linde ‘Maniheizm’ olduğu şeklindeki açıklamaları ile
uyuşmaktadır.
‘Spartacus’ arkadaşı ‘Cato’ya ‘Gheber’ler ve ‘Farisiler’e da­
yanan eski bir sistemi yeniden canlandırdığını yazıyordu.124
Gheber’ler, Abdullah İbni May mun’un gerçek des­
tekçisi olan mezheplerden biriydi. Weishaupt (Spartacus)
yazısına şöyle devam ediyordu;
“Gizemler ve yüksek derecelerdeki alegoriler “Ateşe
Tapınma” ve “Zerdüşt” felsefesi ile ilgilidir. Bu sebepten
ileri derecelerde tarikatı, Ateşe Tapanlar,’ Ateş Tarikatı’
veya ‘Pers Tarikatı’ olarak adlandırmak uygundur.”
Aynı zamanda ‘Illuminati’ Pers takvimini125 kabul et­
mişti.
Aslında Weishaupfun sistemi kısmen Maniheizm’e,
yani sapkın Zerdüştlüğe dayanıyordu. Maniheizm de

124 Originalschriften des Illuminatenordens.


125 İskoç Riti ise Yahudi takvimini kabul etmiştir.

291
Batıni ve Fatimi metodları gibi doğulu bir kişi tarafın­
dan Weishaupt’a getirilmişti. Weishaupt’un organizasyon
plânı ile Abdullah ibni Maymunun plânı, siyasi entrika
açısından olağanüstü bir benzerlik gösteriyordu. Bu se­
bepten Weishaupt’un sisteminde ne Yahudi ifade tarzına,
ne de kabalistik efsanelere ve Martinistler’in mistik ha­
yallerine yer yoktu. Teozofınin bütün formları, okültizm,
spiritüalizm ve maji konusunda Weishaupt hiçbir şey
söylemiyor ve bütün bunları son derece küçük görüyordu.
Bu sebeplerden Gül-Haç Masonları Illuminati’yi Cizvitler
gibi düşmanları arasında sayıyorlardı. Weishaupt’un sis­
teminde ne Gül-Haç derecesi, ne de diğer masonik de­
receler mevcut değildi. Tarikatın ifadelerinde rastlanı­
lan ‘Gizemler’ (Büyük ve küçük gizemler şeklinde) eski
Mısır’d an alınmış olmakla beraber, yüksek inisiyelere
verilen “Epopte” ve “Hierophant” unvanları ‘Eleusis’
Gizemlerinden alınmıştı.
Weishaupt’un sisteminin içine nüfuz ettikçe, bu­
nun hiçbir dini kaynakla -yani ne Pers, ne Mısır veya
Hıristiyanlıkla- ilgisi olmadığını görüyoruz. Kullanılan
bütün formüller, materyalist amaçlarla toplumun kurulu
düzeninin yıkılmasına yönelikti.
Illuminizm’de gerçekten eski yıkıcı bir düşünce
yeniden canlandırılmıştı ve bu organizasyon metodu
da doğudan ithal edilmişti. Illuminati yazışmalarında
‘Uluminizm’ daima bir dairenin içindeki nokta ile sem­
bolize ediliyordu.
Weishaupt’a göre bütün sistem kendi dehasının ve
çalışmasının ürünü idi. O sebepten en üst yönetim sadece
onun elinde olmalıydı!..
Barruel, Robison’un Illumizmi Masonluktan çıkmış
bir düşünce olarak belirtmesini büyük bir yanlış ola­
292
rak nitelendirir. Gerçekten de Weishaupt tarikatını ku­
runcaya kadar Mason olmamıştı. Weishaupt’un 1777 e
kadar Masonluğa giremediği doğrudur. (Bilindiği gibi
‘Illum inati’ 1776’d a kurulmuştu) Weishaupt, Münih’teki
‘Théodore de Bon Consei’ Locasına kabul edilmişti.
Weishaupt Masonluk hakkında araştırmalar yaparken
bile, kendisinin daha üstün bir bilgiye sahip olduğuna
inanıyordu.
Bir Mason olan Mirabeau,126 Berlin’i ziyareti sı­
rasında (1786) Illuminati tarikatına kabul edilmişti.
Mirabeau hatıralarında Weishaupt’tan hiç bahsetme­
mesine rağmen, ‘Histoire de la Mo-narchie Prusienne’
(Prusya Monarşisinin Tarihi) adlı kitabında ‘Bavyera
Illuminatisi’nden ve Weishaupt’tan bahsetmektedir. Bu
kitapta da Illuminati’nin Masonluktan doğduğu iddia
edilmekteydi.
Mirabeau, Illuminati tarikatının en büyük hedefinin
mevcut hükümet ve yasa sisteminin ıslahı’ olduğunu ve
ne kadar iyi olursa olsun hiçbir prensi istemediklerini,
yani monarşinin ortadan kaldırılması için çalıştıklarını
yazmıştı.
Tlluminizm’ gerçekten Théodore Locasında
Weishaupt tarafından mı ortaya atılmıştı? Bunu kesin
olarak tespit etmek mümkün değildir. Fakat Robison’un
Illuminatinin ‘Masonluktan doğduğu’ tezinde de doğru­
luk payı olabilir. Yoksa hedefleri klasik masonluğun çok
dışında olan bir grup Mason tarafından mı ortaya atıl­
mıştı? Bunları kesin olarak bilemiyoruz.
126 Mirabeau: Fransız siyaset adamı (1749-1791) Başarılı bir hatip olan
Mirabeau, Etats generaux ve Ulusal Kurucu Mecliste kendini kabul
ettirdi. Devrim ilkelerini savundu, rahipler sınıfının mallarının halka
verilmesini önerdi. Mayıs 1790’d a gizlice XVI. Louis in hizmetine girdi.
Meclis başkanlığına getirildi.

293
Illuminatinin hedefleri neydi? M. Barthou’ya göre
sosyal ve politik bir reformdu. Onların istekleri çok
sonraları Fransız Kurucu Meclisi tarafından yerine geti­
rilmişti. Yani 1789daki Fransız Kurucu Meclisi, 1776da
Illuminati’nin çekirdeğini oluşturan bir grup Alman
Masonun formüle ettiği programı gerçekleştirmişti!..
Buna rağmen, birçok tarihçi Illuminatinin Fransız
İhtilali üzerinde hiçbir etkisi olmadığım iddia etmektedir.
Weishaupt’un çok daha tecrübeli ‘fesatçıların -ki
bunlann siyasi hedefleri ‘sosyal reform plânı’ söylemi ile
perdelenmişti- aj anı olması mümkündür.127Organizasyon
yeteneği olan Bavyeralı Profesörün, bazı çevrelerin daha
kapsamlı plânları için kullanılmış olması pek ihtimal dışı
değildir.
Illuminatinin yazılarından ‘Illuminizm’in anarşik bir
felsefe haline geldiğini anlıyoruz. Fransız tarihçi Henri
Martin, ‘Spartacus’ (Weishaupt) tarafından ortaya atılan
sistemi şöyle anlatıyor;
“VVeishaupt, Rousseau’nun mülkiyet ve toplum hak-
kındaki düşüncelerini dikkatle incelemişti. Weishaupt,
Illuminizm’in sonunda mülkiyetin, sosyal otoritenin,
milletlerin ortadan kalkacağını ve tek bir aileye dönüşen
insan ırkının suni ihtiyaçlara gerek duymayacağını belir­
tiyordu.
Ayrıca dinler de ortadan kaldırılacağı için, din adam­
ları bilinen dinler yerine ‘Doğa Tanrısına’ yöneleceklerdi.
Birçok belirti bize, Weishaupt’un Diderot ve
d’Holbach gibi ‘Doğaçlan başka ‘Tanrı’ tanımadığını gös­
termektedir. Bu doktrinden Alman Ultra-Hegel’ciliği ve

127 Burada Fransa’yı yıkmak ve Fransa-Avusturya ittifakını bozmak iste­


yen Prusya İmparatoru ‘Büyük Frederik’ m i kastediliyor?

294
Fransa’da gelişen ‘A narşi’ doğmuştur.”
Yukarda özetlediğimiz Illuminati’nin hedefleri,
Barruel ve Robisonun anlattıkları ile uyum içindedir
ve 19’ncu Yüzyılda yaşamış sosyalist ve özgür düşünce­
li Louis Black’in ‘Révolutionnaires Mystiques” (Mistik
Devrimciler) adlı kitabında Weishaupt’tan ‘şimdiye kadar
gelip geçmiş en büyük fesatçı,’ diye bahsetmesiyle de doğ­
rulanmış olmaktadır.
Sosyalist ve Mason dostu olan yazar George Sand
yazdığı bir kitapta, ‘Illuminizm’in Avrupa fesadından ve
‘mistik Almanya’nın gizli cemiyetlerinin güçlü etkilerin­
den bahsediyordu.
Illuminati tarikatına ait gizli belgeler, örgüt üyelerin­
den Von Zwack ve Von Bassus’un evlerinde yapılan ara­
malar sonucunda, Bavyera Hükümetinin eline geçmiştir.
Bunların arasında Illuminati örgütüne ait gizli yazış­
malar da bulunuyordu.

Ele geçirilen belgeler şunlardı:


1- Einige Originalschriften des Illuminatenordens
(Illuminati tarikatına ait birkaç orijinal yazı) Münih-1787.
2- Nachtrag Von weitern Originalschriften
(Orijinal yazılara ek) M ünih-1787.
3- Die neuesten Arbeiten des Spartacus und Philo
in dem Illuminatenorden (Spartacus ve Philo’nun en yeni
çalışmaları) M ünih-1794.
1779’da Illuminati nin kurucusu Büyük Üstad ve
Tarikatgenerali (Ordensgeneral) Adam Weishaupt
(Spartacus)’un altında takma isimleriyle şu şahıslar bulunu­
yordu:

295
1- Von Zwack (Cato) — Bavyeralı Saray müşaviri
2- Von Merz (Tiberius) — Elçilik katibi
3- Von Hohenaicher (Alkibiades) — Saray müşaviri
4- Berger (Scipio) — Temyiz müşaviri
5- Freiherr Von Bassus (Hannibal)
6- Graf Von Kobenzl (Arrianus)
7- Freiherr Von Schreckenstein (Muhammed) —
Hükümet müşaviri
8- Von Hertel (Marius)
9- Dr. Med. Baader (Celsius) — Münihte Profesör
10- Rahip Michel (Solon)

İlginçtir ki, 1783’de Prens Kari August Von Sachsen-


Weimar’m Illuminati’ye katılmasının ardından Wolfgang Von
Goethe’de128 (Abaris) takma adıyla tarikata inisiye edilmişti.
Aynı yılın Nisan ayında Gottfried Von Herder129 (Damasus
Pontifex) de tarikata katılmıştı.

Illuminizm ve Masonluk:

Weishaupt, Masonluğa kabul edildiği andan itibaren


masonik yasayı çiğnemeye başlamıştı. Belirli inisiyas-
yon kademelerinden geçmek yerine, kendisi birtakım
gizlilikler uydurarak, bunları çıkarları için kullanmaya
başlamıştı. Weishaupt, örgüte inisiyasyonundan bir sene
sonra Cato (Zwack)’ya şöyle yazıyordu:
“Masonların derin sırlarına gözatma fırsatını bul­

128 Johann Wolfgang von Goethe (1749-1803): Alman yazar. Dünya edebiya­
tının en büyüle yazarlarından biri ve Öncü bir düşünür olan Goethe, deha­
sıyla Avrupa ve Alman edebiyatı üzerinde derin bir etki bırakmıştır.
129 Johann Gottfıed Herder (1744-1803): Alman yazar ve filozof. Kant’in
derslerini izledi, Protestan rahibi oldu. Düşüncesi Alman romantizmi
üzerinde büyük bir etki bıraktı.

296
dum. Onların bütün hedeflerini biliyorum ve bunları
doğru zamanda yüksek derecelerden birine sokacağım.”
Cato, İtalyan M asonu Abbe Marotti’yle konuşmala­
rını günlüğüne şöyle yazmıştı:
"Abbe Marotti ile Masonluk meselesi ile ilgili olarak
konuştum. O bana yüksek İskoç dereceleri ile ilgili bütün
sırları açıkladı. Spartacus’a bunu bildirmem lazım.”
VVeishaupt, aydınlanmış’ Aeropajit’lerin Masonluğun
ilk üç derecesine sahip olmasına karar vermişti. VVeishaupt
bu konuda şunları yazıyordu:
“Biz kendimize ait bir Mason locasına sahip olacağız.
Burası bizim ana okulumuz olacaktır. Bu Masonlardan
bazılarına normal Masonların sahip olduklarından daha
fazla bir şey açıklamayacağız. Her fırsatta kendimizi bu
Masonlukla gizleyeceğiz. Beraber çalışmaya layık olma­
yanlar, masonik locada kalacak ve sistem hakkında daha
fazla bilgiye sahip olamayacaklar.”130
Çok gizli tutulan “iç gizli daire” günümüz Masonlu­
ğunda da bulunmaktadır.
VVeishaupt’un Masonluğa ait birçok sırrı öğrenmesi­
ne, dostu Mason ve ‘Stricte Observance’ üyesi Baron Von
Knigge (Philo) çok yardımcı olmuştur. (Von Knigge Stricte
Observance’da ‘Eques a Cygno’ takma adıyla biliniyordu.)
Bütün bunlar VVeishaupt’un yalnız entrikacı değil,
aynı zamanda gizemler ve yeni dereceler uyduran ‘büyük
bir şarlatan olduğunu ortaya koymaktadır.
VVeishaupt Masonluğu, teozofiyi, Gül-Haççılığı ve her
çeşit mistisizmi hakir görürken, Philo ile beraberliği, bü­
tün bunları yem olarak kullanmaya yöneltti. VVeishaupt,

130 Originalschriften p.300.

297
Philo’d an ‘İskoç Şövalyesi’ derecesi için plânlar yapmasını
istemişti. Illuminati’nin Masonluğa olan sadakatsizliği bu
şekilde ortaya çıkmıştı.
Bavyera Hükümetinin ele geçirdiği ve yayınladı­
ğı ‘Illuminati’ belgeleri, Illuminatimn Masonluğun bir
şeklini kullandığını, fakat derecelendirmelerin tamamen
farklı olduğunu göstermektedir.
Amerikalı Mason yazar Mackey, Weishaupt ve
Illuminati için belirli bir sempati duymasına rağmen,
Illuminati ile ilgili yazısının dipnotunda “Robison’un
‘Proofs of a Conspiracy’ (Bir Fesadın delilleri) (Bu kitapta
Illuminatinin fesatları anlatılmaktadır.) kitabı bu sözde
masonik kuruluş hakkında çok mükemmel açıklamalar­
da bulunmaktadır,” diye yazmıştı.
Gerçekte VVeishaupt İngiliz Masonluğunun ve gerçek
Masonluğun en büyük düşmanlarından biriydi!..

Illum iııati’n in Düşünceleri:

Illuminatinin takip ettiği metodlar 9’ncu Yüzyılda Abdul­


lah İbni Maymun tarafından geliştirilmişti!..
Prusya Kralı Büyük Frederick’in, Voltaire’in ve onun
filozof biraderlerinin (yani Masonların) politikalarında
bunun izlerini görmek mümkündür.
Weishaupt’un yazışmaları ile Voltaire ve Büyük
Frederick’in arasındaki yazışmalar, çok çarpıcı bir şekilde
birbirine benzemektedir.
Bütün bu şahıslar Hıristiyanlığa karşı saygı duyuyormuş
gibi davranırken, aslmda onu yok etmeye çalışıyorlardı.
Weishaupt’un reci/’politik teorisi, modern ‘Anarşiden
başka bir şey değildi!..

298
Weishaupt bir yazısında131 vatanseverliğin’ kötülüğü­
nü şöyle anlatmaktadır:
“Milletlerin ve halkların ortaya çıkışı ile, büyük bir
aile, tek bir krallık, doğa ile bağlarını koparmış oldu.
Milliyetçilik, ‘insan sevgisinin yerini aldı. Şimdi
birinin anavatanını savunması bir ‘değer’ haline geldi.
Halbuki ‘vatan’ dar sınırlar içinde yaşamak, bu sınırlar
dışındaki yabancıları hor görmek ve hatta onlara saldır­
mak anlamına gelir. İşte bu özelliğe ‘vatanseverlik’ deni­
liyor. Vatanseverlikten, bölgecilik, aile ruhu ve sonunda
da egoizm doğar. Vatanseverliği yok ederseniz, insanlar
birbirlerini tanıma fırsatını bulur ve bu şekilde birbirleri
ile dayanışmaları son bulur ve birlik bağları gevşer.”
Görüldüğü gibi Weishaupt teorisini bütünüyle eski
gizli bir geleneğin (Yani Adem ve Havva’nın işlediği ilk
günah ve sonuçlan, ilk mutluluğun kaybı ile ilgili) yeni
bir yorumuna dayandırıyordu.
Weishaupt, insan ırkının kurtuluşunun nasıl
olabileceğini şöyle anlatıyordu:
“Bu ancak gizli hikmet okulları vasıtası ile olabilir.
İnsanlar ancak doğa’dan ve ‘insan haklarından’ faydala­
narak, ‘îlk Günah’tan kurtulabilirler. Bu şekilde prensler
ve milletler, şiddet kullanılmadan, ortadan kaldırılabilir,
insan ırkı ve dünya akılcı insanlara dayanan tek bir aile
haline gelebilir.
Her aile babası, eskiden İbrahim ve patriklerin oldu­
ğu gibi, ailenin rahibi ve bağımsız efendisi olabilir. Burada
"Akıl”insanlığın yegâne rehberi olacaktır.
İşte bu, bizim en büyük sırlarımızdan birisidir.”
Weishaupt, insanın dışında bir ilahi güç olduğu dü-
131 Nachtrag von vveitem Originalschriften 11,67.

299
şüncesini inkâr ederken, sistemini tamamen siyasi çiz­
gilerin içine oturtmuştu. Weishaupt, takipçilerini şüp­
helendirmemek ve onları şoke etmemek için Hıristiyan
doktrinlerine açıkça saldırmıyordu. Tam tersine her vesi­
le ile Hz. İsa ve doktrininden bahsediyordu.
Daha önce de belirttiğim gibi, Weishaupt’un ilk dü­
şüncesi “Ateşe Tapınma”yı IUuminizmin dini haline getir­
mekti. Fakat o, Hıristiyanlığı kendi yıkıcı düşünceleri için de
kullanabileceğini anlamış ve Hz. İsa’yı bir komünist ve gizli
örgüt üstadı olarak tanıtmaya başlamıştı.
Weishaupt’un yazılarında da belirttiği gibi, “Akıl”''2
insanlığın dini haline geldiği zaman bütün sorunlar çö­
zülecekti.
Illum inati’nin Arkasındaki Gizli Güç:

Büyük Frederick ve ‘Stricte Observance,’ ‘St. Theodore’


Locasının iç dairesini oluşturan Masonlar vasıtası ile diğer

132 Fransız devriminden sonra Anti-katolik hareket Paris’te öyle bir nokta­
ya gelmişti ki, 17 Brümerde, Piskopos Gabel, kendisi gibi kırmızı başlık
giymiş olan ve bütün ruhani yetkilerinden vazgeçtiklerini belirten 11
yardımcısı ile birlikte Konvansiyon salonlarında boy gösterir. Konvan­
siyon üyesi olan büyük sayıda din adamı da bu örneğe göre hareket
eder. 10 Kasım 1793’d e Komün tarafından Notre-Dame Kilisesinde
bir şölen düzenlenir/Us Mihrabı’ (Akıl Mihrabı)’nm önünde ‘gerçeğin
meşalesi yakılır; bu sırada opera oyuncusu bir kadın da ‘özgürlüğü’
temsil etmektedir. Bir grup temsilci, gidip Konvansiyondan Notre-
Dame Kilisesinin bundan böyle ‘Us Tapınağı’ olarak anılmasını ister.
Konvansiyon bu ad değişikliğini karara bağlar; opera oyuncusu bir ka­
dın meclise gidip başkanla kucaklasın Daha sonraki günlerde, Paris’te
birçok kilise ‘Us Tapmağı’ haline gelir. İllerde yeni inanç içtenlikle ve
ağırbaşlılık içinde örgütlenmektedir. Buralarda ‘Us Tanrıçaları’ Paris’te­
ki gibi tiyatro oyuncuları değil, seçkin burjuvazinin güzel ve erdemli
kızlarıdır. Hebert’c ilerin iyice kızıştırdığı ‘Hıristiyanlığa karşı’ hareket
başkentte öylesine şiddetli bir noktaya gelir ki 24 Kasım 1793’de Ko­
mün, Paris’teki bütün kilise ya da tapınakların kapatılmasını, bütün din
ya da inançların en kısa zamanda önlenmesini kararlaştırır. Bir kilise
ya da bir tapmağın açılmasını isteyen kimse tutuklanacaktı. Rahipler
bütün kamu görevlerinden olduğu gibi, bütün ulusal yapımevlerinden
de uzaklaştırılacaktı. (Albert Bayet, “Dine Karşı Düşüncenin Tarihi”)

300
Masonları yönlendirmişse, bu Kölmer’in Weishaupt’u
doğulu organizasyon metodlarına niye inisiye ettiğinin
açıklanmasında yardımcı olabilir. Fakat Weishaupt’un
anarşik felsefesini hangi kaynaktan aldığı konusu tam
olarak açıklığa kavuşmuş değildir.
Weishaupfun gerçek esin kaynağının Yahudiler olduğu
da sıkça dile getirilen bir husustur. (Konuyla ilgili olarak ‘Yakob
Frank ve PolonyalI Sabataycılar bölümüne bakınız.) Yahudi ya­
zar Bernard Lazare “Weishaupfun133çevresinde kabalistik Ya­
hudiler vardı,” diye yazmaktadır.
‘La Vielle France’ yazarlarından biri, Weishaupfun
çevresinde ünlü Yahudilerden Moses Mendelssohn,
Wessely ve bankerlerden Itzig, Friedlaender ve Meyer ol­
duğunu iddia ediyordu.
Daha önce de belirttiğim gibi, Kabalanın teozofık
düşüncelerinin ‘Illuminizm’ sistemi üzerinde bir etkisi yok­
tu. Tarikatın ele geçen belgeleri arasında kabalizm’le ilgili ola­
rak, düşük yapmak, afrodizyak imal etmek ve çok etkili bir
zehir olan ‘Aqua Tofana’ yapımı hakkında gerekli formüller
vardı. (Bütün bunlar ‘Kabala Majör’ başlığı altında toplan­
mıştı.) Bu reçetelere bakarak, IOuminati’nin ‘venefik maji’
ve bazı doğal maddelerin kullanımını Yahudi Kabalistlerden
öğrenmiş olabileceğini çıkarıyoruz.
Weishaupt’un iki yardımcısı olan Zwack ve
Massenhausen saf kan Almandı. Buna rağmen,
Weishaupfun düşünceleri ile Lessing’in “Falk’ı arasında­
ki yakın benzerlikler de gözden kaçmamaktadır!..
Illuminati’nin yazıları ile Lessing’in ‘Diyaloglarının
her ikisinde de Masonlukla ilgili ironiye rastlamak m üm ­
kün olmaktadır. Her ikisinde de mevcut sosyal düzenin
ve burjuva düzenin inkârı ve milletlerin arasındaki fark­
133 Birçok kaynak Weishaupt’un da Yahudi olduğunu belirtmektedir.

301
lılıkların ortadan kaldırılması (yani millet düzeninin
reddi) söz konusuydu. Her ikisinde de insan hayatında
arı kovanına benzer bir yapılanma öngörülmekteydi.
İlginçtir ki, anarşist Proudhon da bu ‘arı kovanı’134 m o­
delini benimsemişti.
Lessing de Weishaupt’un esin kaynağı olan, Moses
Mendelssohnun arkadaşı ve hayranlarından biriydi.
İlk bakışta Mendelssohn gibi ortodoks bir Yahudi’nin
Weishaupt gibi anarşik düşünceleri olan birine sempati
duyması acayip gelmektedir -aslmda Weishaupt’un dok­
trinleri Ortodoks Yahudi prensipleri ile uyuşmuyordu- ama
Weishaupt’un Illuminist sistemi özünde Yahudi-patriar-
kal konsepte dayanıyordu. Yahudi-patriarkal sisteminin
Weishaupt’un ‘Akıl Dinine dahil olamayacağı düşünülebilir.
Ancak, unutulmamalıdır ki, Yahudi zihniyetine göre, insan
ırkı iki farklı kategoriye ayrılmaktadır; Tanrının seçkin ırkı
(Yahudiler) ve bunun dışındaki kısanlar.
Moses Mendelssohn, kendisini Hıristiyanlığa davet
eden Papaz Lavatere şunları yazıyordu:
“Dinimin prensiplerine göre, bizim yasalarımıza göre
doğmamış hiç kimseyi dinimize (yani Yahudiliğe) döndüre­
nleyiz. Hahamlarımızın bize öğrettiğine göre, dinimizi oluş­
turan yazılı ve sözlü yasalara yalnızca halkımız uymakla mü­
kelleftir. Biz diğer halkların ‘doğa kanunlarına’ ve ‘patriklerin
dinine’ göre Tanrı tarafından yönetildiğine inanırız.
Hayatını bu ‘doğa ve akıl dini’ icaplarına göre dü­
zenleyenler, diğer milletlerin erdem sahibi insanlarıdır
ve onların çocukları ebedi kurtuluşa’135 kavuşacaklardır.
134 Kovan m odelinde yürütme gücü merkezdeki bir komitenin veya kliğin
emrine verilmektedir.
135 Bu ifadeler doğru değil, çünkü Kabalada belirtildiğine göre yalnız İsra­
il geleceğin dünyasının sahibi olabilir. (Zohar, bölüm Vayschlah, folio
177 b). Talmud ise İsrailin kayıp 10 kabilesinin bile geleceğin dünyasın ­
da yeri yoktur, der. (Tract Sanhedrin).

302
Hahamlarımız başkalarını dinimize döndürme çaba­
sından çok uzaktırlar.” (Talmuda göre, ‘din değiştirenler
îsraili bir yara gibi rahatsız eder’.)
Yukardaki açıklamalar Weishaupt’un ‘doğa ve akıl
dininden başka bir şey mi?
Illuminati’nin Yahudi bağlantıları gözardı edile­
meyecek bir faktördür. Mirebeau,136 dostu Moses Men-
delssohnun ölümünden sonra, berlinde onun takipçileri
tarafından Yahudi Henriette Herz’in salonunda kabul edil­
mişti. 1 Eylül 1922 tarihli ‘Jewish Chronicle’a göre “Fransız
devriminin en ateşli destekçileri bu Yahudilerdi.”
Özetlersek, ‘Illuminizm Hıristiyanlığı yok etmek için
örgütlenmiş bir fesat hareketi olmasa bile, mevcut sosyal
136 Illum inatinin Yüksek Konseyi (13 kişiden oluşmuştu.) îngoldstadt Lo­
cası vasıtasıyla bir kampanya düzenledi. Bu kampanya ile, Illum inatinin
ajanları veya hücreleri ‘Kıta Masonluğuna sızacaklardı. Bu politika üzerin­
de anlaşmaya varıldıktan sonra, Yüksek Konseyin ajanları Fransada, kendi
çıkarlarına hizmet edebilecek en uygun kişi olarak gördükleri Marki Mi-
rabeau ile temas kurdular. O bir aristokrattı ve saray çevresinde tanınmış,
etkin bir isimdi. Aynca Illuminatinin Fransız devriminde ‘Cephe Adam’
olarak kullanmayı düşündüğü Orleans Dükünün de yalan arkadaşı idi.
Fakat en önemli husus, Mirabeau’nun düşük ahlaklı bir insan olması ve bu
yüzden ağır borç yükünün altına girmiş olmasıydı.
Tefeciler ve ajanlarının Mirabeau ile temas kurması fazla uzun sürme­
di. Ona finansal güçlüklerini yenmede yardımcı olabileceklerini söyle­
diler. Borçlarının ertelenmesi için, Mirabeau bir toplantıda büyük Ya­
hudi finansörlerden Mendelssohn ile tanıştırıldı. Bir sonraki aşamada
Mirabeau, Illuminizme inisiye edildi. Örgüt içinde ona verilen görev,
Orleans Dükünü Fransa’d aki devrim hareketinin başına geçirmekti.
Mirabeauya tabii ki Fransız devriminin gizli amacı anlatılmamıştı. Ne
Orleans Dükü, ne de Mirabeau, Fransa Kral ve Kraliçesinin ölüm ferman­
larının çoktan imzalanmış olduğunu bilmiyorlardı. Onlar Mirabeau ve
Orleans Düküne, devrimin amacının siyaseti despotizmden ve dini batıl
inançlardan kurtarmak olduğunu söylüyorlardı. Illuminatinin Orleans
Dükünü ‘Cephe Adamı’ olarak seçmesinin bir nedeni de onun Fransız Ma­
sonluğunun Büyük Üstadı olması idi. Mirabeau, Orleans Dükünü dostla­
rı Talleyrand ve Weishaupt ile tanıştırdı. Weishaupt gerek Talleyrand’ı
gerekse Dükü ‘Grand Orient’ (Büyük Doğu) Masonluğunun sırlarına
inisiye etmişti. 1773’ün sonlarına doğru Orleans Dükü ‘Grand Orient’
ritüelini Fransız Masonluğuna soktu. 1788’de ‘Grand Orient’e bağlı
2000 loca ve 100.000’i aşkın üye bulunuyordu. Böylece Moses M en­
delssohn ve Weishaupt’uıı Illuminati’si ‘Grand Orient’ adı altında ‘Kıta
Masonluğuna sokulmuş oldu. Artık Illuminati, ‘Grand Orient’ locala­
rında gizli devrimci faaliyetlerini rahatlıkla sürdürebilirdi.

303
ve moral düzene karşı eski isyan ruhunun dinamik gücü
idi ve Yahudiler’de ‘Illuminizm sistemini kendi çıkarları
için kullanmışlardı.
Weishaupt’un büyük başarılarından biri, geçmişteki
ve o günlerdeki gizli örgütlerin işe yarar kısımlarını bir-
leştirmesiydi. Örneğin; Gnostiklerin ve Maniheistlerin
yıkıcı doktrinlerini, ansiklopedistleri, modern filo­
zofları, İsmaili ve Haşhaşiler’in metodlarım, cizvit ve
Tapınakçılar ın disiplinini, Hür-Masonların organizasyo­
nunu ve sırlarını, Makyavelli felsefesini ve Gül-Haçlılar’ın
gizemleri ile birleştirerek, bunlardan korkunç etkili
bir sistem yaratmıştı. Ayrıca o, mevcut örgütlere doğru
insanların nasıl üye yapılacağını ve bunların kendi çıkar­
ları için nasıl kullanılacağını çok iyi biliyordu.
Bu sebepten Illuminati ordusu saflarında şair Goetheye,
entrikacılara, idealistlere, sosyal reformculara ve her çeşit
hırslı insana rastlamak mümkündü. Weishaupt’un sistemi
sayesinde bütün bu farklı insanlar bilinçli veya bilinçsiz aynı
hedefe doğru yol alıyorlardı.

304
ONDOKUZUNCU BÖLÜM

ILLUMİNİZM’İN FRANSIZ
İHTİLALİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Illuminati’nin ittifak yaptığı ilk masonik örgüt ‘Stricte


Observance’ idi. Aynı zamanda Illuminati üyesi olan
Knigge ve Bode, bu örgüte de üye olmuşlardı.
Cagliostro da Frankfurt yakınlarında ‘Stricte
Observance’a inisiye edilmişti ve her iki örgütün (yani
Illuminati+Stricte Observance) ajanı olarak faaliyet gös­
teriyordu.
Cagliostro’nun itiraflarından onun misyonunun,
masonluğu Weishaupt’un projeleri doğrultusunda yön­
lendirmek olduğu anlaşılıyor. O, bu projeler için gerekli
parayı da yine Illuminati’d en almıştı.
Cagliostro, Martinist’ler (Bu konuda Gül-Haç bölü­
müne bakınız) ile de bir bağlantı kurmuştu. Çünkü ta­
rikatın mistik karakteri, Illuminati’nin nefret uyandıran
düşüncelerine karşılık, oldukça çekici idi. Barruele göre,
Gül-Haç tarikatının takipçileri olan Martinistler’i ikna et­
mek için, Weishaupt Hz. İsa’yı “Illum m atus” (Aydınlatıcı)
olarak tasvir etmeye başlamış ve bu propaganda Protestan
din adamlarının üzerinde oldukça etkili olmuştu.
O sıralar Alman ve Fransız Masonları, masonluğun te­
mel konularında ihtilaflı idiler ve kendilerini aydınlatacak
birilerine ihtiyaçları vardı. Bu sebeple 16 Temmuz 1782’de

305
Wilhelmsbad Mason Kongresi toplandı. Toplantıya bütün
dünyadan masonik delegasyonlar katıldı. Tapınakçılarm
(yani ‘Stricte Observance’ın) Büyük Üstadının ortaya attığı
soru şu idi “Tarikatın gerçek hedefi ve kökeni nedir?”
Mirabeau bu soruyu istihza ile karşılamış ve “Aynı
Büyük Ustad ve yardımcıları yirmi yıldan beri bu örgütte
çalışıyor, nasıl olur da örgütün hedefleri ve kökeni hak­
kında bir şey bilmez,” diye karşılık vermişti.
Weishaupt bütün masonluğu kontrol etmeye ka­
rarlıydı ve bu amaçla kendisini temsilen yardımcısı
Knigge’yi-Knigge Almanya’d a dolaşarak kendisini büyük
bir masonik reformcu olarak tanıtıyordu—tam yetki ile
Wilhelmsbad’daki Mason Kongresine yolladı. Knigge
burada birçok din ve devlet adamını Illuminati’ye kazan­
maya muvaffak oldu ve aynı zamanda Saint-Martin ve
Willermoz yetkilileri ile bir ittifak yaptı.
Güçlü rakibi karşısında ‘Stricte Observance’ varlığını
daha fazla sürdüremedi ve meydanı Illuminizme bıraktı.
15 Şubat 1785’de Paris’te bir masonik kongre daha
yapıldı. Bu defa konvanı ‘Philalethes’ örgütü toplamış­
tı. Illuminati bu konvanda Bode (Amelius) ve Baron de
Busche (Bayard) ve ‘Büyücü Cagliostro’ tarafından tem­
sil ediliyordu. Toplantıya manyetizmacı Mesmer, Kabalist
Duchanteau, ‘Philalethes’ liderleri, Savalette de Langes,
(Kongre başkam olarak seçilmişti) Marki de Chefdebien
ve aynı tarikatın birkaç Alman üyesi katılmıştı.
Bu kongreden pratik bir sonuç alınamadı ve takibe-
den yılda (1786’da) Frankfurt’ta bir ‘Büyük Loca’ daha
kuruldu.
İddialara göre, bu Loca’da Fransa Kralı XVI. Louis
ve İsveç Kralı III. Gustav’ın ölüm kararları alınmıştı.

306
Paris’teki maşonik kongrenin yapıldığı yıl, yani
1785’de devrimci dramamn ilk perdesi sahneye kon­
du; Ünlü ‘Gerdanlık Meselesi.’ Resmi tarih tarafından
bu olay, yeterince iyi değerlendirilebilmiş ve anlaşılmış
değildir. Ancak, gizli örgütlerin işleyiş mekanizmaları
kavranabilirse, bu olağanüstü hikâyeye bir açıklık geti­
rilebilir. Napoleon’un düşüncesine göre bu mesele, 1789
Fransız İhtilalinin patlak vermesine her şeyden fazla se­
bep olmuştu.
‘Gerdanlık Meselesinin ortaya atılması ile kilise ve
monarşi zayıflatılmış, böylece hem Illuminati, hem de
Büyük Frederick amaçlarına ulaşmış oluyordu. ‘Gerdanlık
komplosunu düzenleyen Cagliostro talimatlarını ve pa­
rasını Illuminati’d en almıştı!..
Aynı yılın Kasım ayında Cagliostro’yu Londra’da
yeni kurulmuş bir gizli örgüte girerken buluyoruz.
Kendisini Avignon’lu bir örgüt üyesi ‘Kont Sutkowski’
diye tanıtan Cagliostro, oradaki Teozofı Derneğinde
Swedenborg’cularla tanışmış ve onlara kendisinin bu
konularda üstün bilgilere sahip olduğunu iddia etmişti.
İddialara göre ‘Morning Herald’ gazetesinde (Morning
Herald, 2 Kasım 1786) Gül-Haç şifresi ile yazı yazan da
Cagliostro idi.
Fakat bu olaylardan bir yıl önce, çok olağanüs­
tü bir şey olmuştu. Lanze isimli bir Evanjelik rahip ve
‘Illuminatus,’ Temmuz 1785’de Illuminati görevlisi olarak
(kurye) Silezya’ya giderken yolda yıldırım çarpması sonu­
cu ölmüştü. Tarikatın talimatlarının cesedin üzerinde bu­
lunmasıyla, bütün entrika plânları Bavyera Fliikümeti’nin
eline geçmiş oldu. Bunun üzerine Illuminati mensupları
Zwack ve Bassus’un evlerine ani baskınlar düzenlenerek,

307
diğer belgeler ve deliller de ele geçirildi.
Bu ele geçen belgeler hükümet tarafından “Illuminati
Tarikatının Orijinal Yazıları” başlığı altında yayınlandı.
Fakat bundan önce, dört eski Illuminati mensubu Münihli
Profesör iki ayrı ciltte topladıkları delillerle Illuminati’nin
iç yüzünü ortaya koydular.
Artık kimsenin Illuminizm’in şeytani doğası konu­
sunda şüphesi kalmamıştı. Bütün bunlardan sonra tarikat
hükümet tarafından kapatıldı.
Barruel ve Robison gibi Illuminati muhalifi yazarlar
Illuminizm’in sonunun geldiğini ilan ettiler. Fakat bu biraz
erken bir açıklamaydı çünkü, Illuminati varlığını devam
ettirmiş ve yirmi-beş yıl sonra bile hem Weishaupt’un,
hem de Illuminati nin Masonluğun arka plânında faali­
yetlerini sürdürdüğü anlaşılmıştır.
Illuminati nin görünürde olmadığı 1786 yılında,
‘A lman Birliği’ isimli bir örgüt ortaya çıktı. Bunun ori­
jinal Illuminati’nin yeniden organize olmuş bir şekli ol­
duğuna inanılmaktaydı. Ayrıca Illuminati’nin Fransa’daki
gizli örgütler vasıtası ile faaliyetlerine devam ettiği bilin­
mekteydi.
Illuminizm aslında bir tarikattan çok bir prensipti ve bu
prensip, herhangi bir şeyin altına saklanarak çok daha iyi bir
şekilde çalışabilirdi.
Weishaupt, Illuminizm’in başka isimler ve meslekler
altında çok daha başarılı olacağını belirtmişti!..
Böylece çok maharetle hazırlanmış bir kamuflaj örtüsü
altında, örgüt faaliyetlerine devam edebiliyordu. Bu ‘kamuf­
laj’ örgütlerden biri Paris’deki ‘Amis Reunis’ Locası idi. (Daha
önce Illuminati’nin bu örgütle ilişkiler kurduğunu görmüş­
tük. Bu konuda balanız ‘Fransız Illuminizmi’)

308
1787’de bu locayla kesin bir ittifak sağlandıktan son­
ra, Illuminati mensuplarından Bode ve Busche, locanın
daveti üzerine Paris’e geldi. Burada eski ‘Illuminatus’
Mirabeau ile karşılaştılar. Gustave Bord.’La Franc-
Maçonnerie en France’ (Fransa’da Masonluk) adlı kita­
bında bu Alman kardeşlerin toplantısında Talleyrand’ın137
büyük rolü olduğunu iddia etmektedir. Bu toplantıya ay­
rıca ‘Stricte Observance’m iki önemli ismi yani, Marki
de Chefdebien d’A rm isson (Eques a Capite Galeato)
ve bir AvusturyalI olan Kont Leopold de Kollowrath-
Krakowski (Eques ab Aquilla Fulgente) katılmıştı. (Kont
Krakowski aynı zamanda Illuminati üyesi idi.)
‘A mis Reunis Locası’nın (Birleşen Dostlar)
Locasının oynadığı rolün çok önemli olduğunu burada
bir defa daha belirtmek gereklidir. ‘Loge des Neuf Soeurs’
(Dokuz Kızkardeşler Locası) daha çok orta sınıf devrim­
cilerden oluşurken (Brissot, Danton, Camille Desmoulins
ve Champfort gibi) ‘Loge de La Candeur’ (Safiyet Locası)
ise aristokrat devrimcileri barındırıyordu. (Lafayette, Dük
d’Orleans taraftarları, Marki de Sillery, Dük d’Aiguillon,
Marki de Custine ve Lameths gibi).
‘Loge du C ontrat Social’ ise güçlü kralcı ve devrime
hoşgörü ile bakmayan unsurlardan oluşmuştu.
Amis Reunis’in görevi localardaki bütün yıkıcı unsurları
yani, Philalethes’çileri, Gül-Haççıları, ‘Dokuz Kızkardeşler’
Locasım (Loge des Neuf Soeurs), ‘Loge de la Candeur’ üye­
leriyle, Grand Orient’in en gizli komitelerini ve bölgedeki
‘Illumine’ görevlilerini biraraya getirmekti!..

137 Talleyrand-Perigot prensi. Fransız siyaset adamı (1754-1838) Çok eski


bir soylu aileden geliyordu. Askerlik mesleğine girmesini imkansız kı­
lan bir sakatlık nedeniyle, ailesi tarafından din adamlığına yöneltildi.
1788’de Autun piskoposu oldu ve ruhban temsilcisi olarak, 1789 Etats-
Generaux’suna girdi. 1792’d e göç etmek zorunda kaldı. ABD’yi gezdik­
ten sonra 1797’d e Paris’e dönüp Barras’m dışişleri bakanı oldu.

309
Rue de la Sourdiere (Sourdiere Sokağındaki)’deki
Locada, Savalette deLanges’in önderliğinde, Weishaupt’un,
Swedenborg’un ve Saint-Martinin müritleri, devrimi pra­
tik olarak gerçekleştirenler kadrolar ve 1789 ihtilalinin
ajitatörleri ve demagogları bulunuyordu.
Alman Illuminizmi’nin bütün bu heterojen unsur­
lar üzerindeki etkisi çok büyüktü. İki Almanın (Bode ve
Busche) Fransa’ya gelmesiyle birlikte, komplonun son rö­
tuşları da tamamlanmış oldu.
Weishaupt doktrinlerinin etkinliği o kadar artmıştı
ki, ‘Contrat SociaT Locası mensubu kralcı biraderler bile
monarşinin geleceğinin tehlikede olduğunu görmüşlerdi.
Hatta, ‘Kadoş Şövalyesi’ derecesine kadar yükselebilmiş
olan mason biraderler Papa’d an ve Bourbon Monarşi sinden
nefret etmeleri gerekirken, kral taraftarı olmuşlardı.
Görünüşe göre bu locada Fransız ruhu, masonik ruhu
yenmişti. Fakat Weishaupt’un doktrinleri, ‘Fransız ruhunu
altedecek ve ‘intikam derecesindeki (Kadoş Şövalyesi) ri­
meller gerçek hayata geçirilecekti.
Birçok tarihçi 1789 devriminin mason localarında
hazırlandığını kabul eder. Fakat Fransız Masonlarının
yanında, ‘Illumine Masonluğunun bu ihtilali gerçekleş­
tirdiği gerçeğinin de k^Jjul edilmesi gereklidir.
Nitekim ünlü ‘Jakobenler,’ Fransız localarındaki
Weishaupt taraftan ‘Illum ine’ Masonlardır.

Jakobenizm’in Gerçek Kimliği:

Fransız Devrimindeki en büyük, rol, kuşkusuz devrim


liderlerinin çoğunun üye olduğu Jakoben kulüpleri
tarafından oynanmıştı. Devrimin ardından da, ‘Jakoben-

310
lik’ siyasi literatürde çok önemli yeri olan bir terim haline
geldi. Bu terimle, tepedeninmeci ve baskıcı bir yöntemle
halkı halka rağmen yönetmeye soyunan kişiler ve kurum ­
lar tanımlandı.
Jakobenlik, insan hakları, demokrasi, eşitlik, özgür­
lük gibi süslü sloganlar altında belli bir grubun gerekti­
ğinde zor da kullanarak topluma hakim olma isteği olarak
bilindi. Jakobenlerin ortak özellikleri hepsinin aşırı laik’
oluşları ve ‘laik’ düzenler kurmak için toplumu reforme
etmeye çalışmalarıydı.
Jakobenler Kulübü, devrimin ilerleyen dönemin­
de kapatılmış, tarih sahnesinden çekilmiştir. Ama,
Jakobenliğin ardında, Jakoben geleneği devam ettiren,
“Jakoben likten de öte” bir yapı vardı. Nitekim masonluk­
la Jakobenlik arasındaki ilişki incelendiğinde, İkincisinin
birincisi için bir paravandan başka bir şey olmadığı an­
laşılır.
Görünen odur ki, masonlar, devrimdeki rollerini
gizlemek için Jakoben Kulübünü kurmuşlar ve gerçek
kimliklerini bu sayede perde arkasında tutabilmişlerdir.
Fransız yazar Pierre Miquei ‘La Grande Revolution adlı
kitabında Jakobenlerin çoğunun mason localarına üye
olduğunu yazmaktadır.

Bastil’in Yıkılışı:

Bir ‘IUuminati’ kuruluşu olan ‘Protestan K onfedera­


syonu,’ “BİRLEŞİK HÜR AVRUPA” projesine (Bu proje
sanıldığı gibi 20’nci Yüzyıla değil, 18’nci Yüzyıla aittir)
engel teşkil eden bazı ‘diktatör’ monarşilerin ortadan
kaldırılması kararını almıştı. Ortadan kaldırılması iste­

311
nen monarşilerin başında (Katolik) Fransız Kralı 16’ncı
Louis ve (Katolik) Kraliçe Marie Antoinette geliyordu.
Bu ‘diktatörlüğü’ yıkmak için Bastil Hapishanesi -ki
o günlerin siyasi ve ideolojik baskılarının bir sembolü
olarak görülüyordu- hedef olarak seçilmişti.
Bastil Hapishanesine yapılan saldırı ‘Dokuz Kız kar­
deşler Locası’ tarafından organize edilmişti. (Bu locanın
üyeleri arasında Cagliostro, Voltaire ve Helvetius gibi
ünlü isimler vardı)
‘Dokuz Kız kardeşler Locası’ üyesi Camitle
Desmoulins tarafından organize edilen bazı çeteler, hal­
kı tahrik ederek onları Bastil hapishanesine yöneltti. Bu
kışkırtmaların sonucunda ortaya çıkan kaos ve anarşi,
Kral ve Kraliçenin giyotinle idamına kadar devam etti.
16’ncı Louis’in idamı, Avrupa’daki monarşilere ‘Yılanlar
Tarikatı’ndan bir mesaj niteliğindeydi.
1787 yılındaki Fransız Masonlarının hep­
si Illuminati’nin bilinçli müttefiki değildi. Cadet de
Gassicourt’a göre bütün localarda yalnız 27 gerçek ini-
siye vardı, geri kalanlar çok az veya hiçbir şey bilmiyor­
lardı. İlginçtir ki, ihtilal hareketinin hararetli destekçileri
üst sınıflardan veya Avrupa’nın kraliyet ailelerinden ge­
liyordu!..
Illuminizm’in rahiplerinin ‘beyin yıkama’ faaliyet­
lerinin sonucunda bunlar, hiç anlamadıkları bir dini sa­
vunmaya başlamışlardı. Weishaupt, doğaldır ki bu kralcı
ahmakların tarikatın gerçek hedeflerini anlamaması için
her türlü tedbiri almıştı.
Illuminati ile işbirliği yapan aristokrat çevreler ara­
sında, bir büyük Dük bile bulunuyordu!..
Prensler ve aristokratlar böylesi bir siyasi körlüğün

312
içindeyken, büyük tehlikeyi gören ve uyaran bazı aklı
başında kimseler de vardı. Bunlardan biri de Viyanah
Kardinal C aprara idi. Caprara, Papaya gizli bir me­
saj yazarak, Almanyadaki Illumine’ler, Perfectibilist’ler,
Masonlar v.b mezheplerin yıkıcı faaliyetlerinin artarak
devam ettiğini bildirmişti.
Fakat daha ilginç bir kehanet te Marki Luchet’in
‘Essai sur la Secte des Illumines’ adlı kitabından geldi.
Luchet devrimci hareketin bazı kısımlarında rol almış,
liberal bir aristokrattı. İhtilal daha başlamadan önce,
1789’un başlarında Luchet şunları yazıyordu;
“Halk özgürlüklere karşı bir despotizm komplo­
su ile aldatıldı. Gerçekte bu örgüt (Illuminati) sonunda
“DÜNYAYI YÖNETMEYİ” hedefleyen evrensel bir ege­
menlik peşinde. Bu plân olağanüstü, inanılmaz gibi gö­
rünüyor ama dünya henüz böylesine bir felaketi daha
yaşamadı.”
Luchet kitabında, 3-4 yıl sonra olacakları da büyük
bir doğrulukla bilmişti. Nitekim yazdıklarının hepsi,
1792’deki ‘Giron-din’ yönetimi sırasında bir bir gerçek­
leşmişti. 1793 yazındaki yok etme kampanyası ile ilgili
olarak da şunları yazmıştı;
“Illumineler’in yönettiği ülkenin yok olacağını söy­
lemek istemiyoruz ama, ülkenin siyasi olarak tanınmaya­
cak rezil bir duruma düşeceği kesindir. Nüfus azaltılacak
ve buna direnenler başka ülkelere kaçmak zorunda kala­
caklardır.”
Luchet, Avrupa güçlerine ümitsizce son bir çağrıda
bulunmuştu. Gerçekten de beş yıl sonra, Fransa tamamen
perişan bir duruma düşmüş, sanat ve ticaret yokedilmiş
ve durmadan çalışan giyotinler nice kardeşleri ve koca­

313
lan öldürmüştü. Bu şekilde Luchet’in kehanetleri doğru­
lanmıştı ama ne yazık ki, o günlerde bunları anlayacak
insanlar mevcut değildi.
1791’de yayınlanan ‘Mysteres de la Conspiration
adlı bir broşürde bütün devrim plânları açıklanmıştı. Bu
broşürün editörü, burada açıklanan ‘Croquis ou Projet
de Revolution de Monsieur de Mirabeau’ adlı belgenin,
Mirabeau’nun yayıncısının karısı olan Madame Lejai’nin
evinde bulunduğunu yazmaktadır (6 Ekim 1789)

Belgeyi olduğu gibi aktarıyorum;


“Bütün düzeni yıkmalı ve bütün yasaları kaldırarak,
halk anarşi içinde bırakılmalıdır. Bizim koyacağımız ya­
salar hemen yürürlüğe girmeyecektir. Halka güç verildik­
ten sonra koruduklarına inandıkları özgürlükleri adına
direneceklerdir. Biz onların kibirliliklerini dikkate almalı
ve onların gururlarını okşamalıyız. ‘Eserimiz’ faaliyette
olduğu sürece onlara mutluluklar vaadetmeli ve kapris­
lerine göz yummalıyız. Halk için yasa koyucular (millet
meclisi üyeleri) çok tehlikelidir. Çünkü onların tutkuları­
na uygun kanunlar çıkarırlar. Halkın bilgi edinme isteği
de ancak kötülüklerin doğmasına sebep olur. Halk, ka­
nun yapıcıların istediği gibi kullanabileceği bir levye ise,
biz bunu gerekli bir destek olarak kullanmalı ve onların
nefretini dilediğimiz her şeye karşı kullanmalıyız. Biz,
metodlarımızın propagandasını yapacak ve saldıracağı­
mız düşmanları gösterecek kalemler (basında) satın al­
malıyız.
Din adamlarını ancak, onları gülünç duruma düşürü-
rerek yok edilebiliriz. Din adamlarını ikiyüzlü canavarlar
olarak göstermeliyiz. Yalan ve iftiralarla din adamlarına

314
karşı nefreti kışkırtmalıyız. Onların zenginliklerini m ü­
balağa etmeli, bireysel kusur ve günahlarını, bütün din
adamlarını kapsayacak şekilde göstermeliyiz. Özellikle
onları her türlü kötülüğün kaynağı gibi göstermeliyiz.
Çünkü ihtilal zamanlarında dinsizlik, cinayet, iftira vb.
şeyler geçerlilik kazanır.
Asilleri kötülemeli, aşağılamak ve lekelemeliyiz, ki
halkı onlara karşı kışkırtabilelim. Asillerin en inatçıla­
rını kurban etmeli, mülklerini yakmalı ve yoketmeliyiz.
Ancak bu şekilde geride kalanların gözü korkar. Asiller
hakkmdaki önyargıları tamamen yokedemesek de, onu
zayıflatabiliriz ve halk bütün aşırılığı ile onların gurur ve
kıskançlıklarım ayaklar altına alacaktır.”
Yazının devamında, askerlerin vatanlarına ve
hükümdarlarına olan sadakatlannm bozulması için neler
yapılması gerektiği anlatılıyor ve hükümetin baş makam­
larım işgal eden yetkili sivil memurlar da ‘despot’ olarak
nitelendiriliyordu. Halk ise, “zalim, vahşi ve cahil oldu­
ğu için yalnız kötülükleri görür, hiçbir şeyin iyi tarafını
görmez,” diye tanımlandıktan sonra, onlara (yani halka)
belediyelerde sınırlı güç verilmesi öneriliyordu. Yazı şöyle
devam ediyordu;
“Onlara (yani halka) çok fazla güç vermekten sakına­
lım, onların despotizmi çok tehlikelidir. Devrim kurban­
larının ve sayılarının ne önemi var? Yoketme, yıkım ve
yakma bir devrimin gerekli unsurlarıdır. Machiavelli’nin
de dediği gibi “Gaye vasıtayı meşru kılar.”
Bütün bu düşünceler M. de Mirabeau nun muydu?
Illum inati’nin ele geçirilen belgelerinde de görüldüğü
gibi, bu bir “fesat program ı” mıydı? Ben bunun bir
‘Illum inist’ fesat program ı olduğuna inanıyorum.
Böyle bir plânın var olduğundan ve uygulamaya

315
konulduğundan ilk defa bahseden, Mirabeau’nun yakın
dostu Chamfort olmuştur.
Lam bard de Langes,‘Histoire des Jacobins’(1820) adlı
kitabında Fransız devriminde bir “Cehennem Plâm’nın
uygulandığından bahseder. Acaba bu ‘Cehennem Plânı’
yukarda bahsettiğim ‘Devrim Projesinde (Projet de
Révolution) açıklananlar mıydı?
Daha sonraları ‘A lta Vendita Yazışmalarında,
Maurice Joly’in ‘Dialogues aux Enfers entre Machiavel et
Montesquieu’ (Cehennemde Machiavel ve Montesquieu
Arasındaki Konuşmalar) kitabında, Bakunin’in kateşiz-
minde, ‘Siyon Önderlerinin Protokollerinde ve 20’nci
Yüzyıldaki Rus Bolşevizmi sırasında buna benzer bilgile­
rin gün ışığına çıktığını görüyoruz.
Yukarda adı geçen belgelerin gerçekliği tartışma­
lı olsa bile, şurası bir gerçektir ki, 1789’un başlarında
‘Makyavelist-ihtilalci’ bir plân vardı ve bu, halkı kullana­
rak, halk adına bir azınlık diktatörlüğünü iktidara taşı­
mak için formüle edilmişti. Fransız devriminde, “İhtilal
Projesi”nde açıklanan metodlar bu plâna göre aynen uy­
gulanmıştı.
22 Temmuz 1789’da bütün FransaUa çok okunan “Büyük
Korku” kitabının yazarı Adrien Dupost, 21 Mayıs 1790’da
şunları yazıyordu:
“M. de Mirabeau Fransa’d a vukubolan devrimin
Avrupa’daki halklarının özgürlüklerinin uyanması, fakat
Avrupa Krallarının ölüm uykusu olduğunu söylerken bir
gerçeği dile getiriyordu.”
Aslında Illumine Masonluğun gerçek amacı, bir dün-
ya-ihtilalinden başka bir şey değildi!..
Fransız İhtilalini sadece Orléans Dükü’nün bir eseri

316
olarak görmek doğru değildir. Onun arkasında daha ka­
ranlık güçl er vardı.
Devrimin başlangıç günlerinde Orleanscılar ve m a­
sonlar birleşik bir cephe oluşturmuşlardı. Lombard de
Langres ‘Histoire des Jacobins’ (1820) adlı kitabında
bunu şöyle anlatıyor;
“1789’da Fraıısada ‘Grand Oriente (Büyük Doğu) bağ­
lı 2000’den fazla loca vardı. Üstadların sayısı ise 100.000’nin
üstündeydi. 1789’un ilk olaylarında masonlar işbaşmdaydı.
Kurucu Meclisi oluşturan bütün devrimciler üçüncü derece­
ye (yani üstadlığa) inisiye edilmişlerdi.
Bu sınıfa Orleans Dükü, Syllery, Laclos, Sieyes,
Petion, Menou, Biron, Montesquiou, Fauchet,
Condorcet, Lafayette, Mirabeau, Garat, Rabaud, Dubois-
Crance, Thiebaud, Larochefoucauld ve diğerleri giriyor­
du. Bu diğerleri arasında ‘Girondin partisinin çekirdeğini
oluşturan Brissotin’ler ve Marat, Robespierre, Danton ve
Desmoulins gibi terör taraftarları bulunuyordu.
Bazı Jakoben liderler -Weishaupt’un Illuminati’sini
örnek alarak- takma adlar kullanıyorlardı. Örneğin;
Chaumette (Anaxagoras), Clootz (Anacharsis), Danton
(Horace), Lacroix (Publicola) ve Ronsin (Scaevola). Aynı
Illuminati tarzında şehir isimleri de değiştirilmiş ve dev­
rimci bir takvim kabul edilmişti. Jakobenlerin (ve dolayı­
sıyla devrimin) sembolü haline gelen “kırmızı şapka”da138
Illuminati localarından alınmıştı.”
Teröristler eylemlerini Illuminati’nin plânlarına uy-

138 Antik Mitras gizemciliğinin de sembolü olan bu şapka, aslında bir


‘Frig Külahı’ idi. Mitraizm’in beşinci kademesinde adı geçen Perseus,
Pers’lerle bağlantılıydı ve bir ‘Frig Külahı’ giyiyordu. (Illuminati’nin
yüksek derecelerinin * Pers Tarikatı’ olarak bilindiğini hatırlayalım.
Ayrıca Illuminati Pers takvimi de kullanıyordu.) İsa’dan önce Étrüsk
paraları üzerindeki Dioskurlar’ın (İkiz tanrıların) başlarında Frig baş­
lıkları vardı.

317
gun olarak yürütürlerken, gerçekte onlar ‘komplonun en
gizli sırlarına inisiye edilmiş değillerdi. Konvansiyonun,
kulüplerin, devrimci mahkemelerin arkasında ‘çok daha
gizli bir konvansiyon (Convention secretissime) vardı.
İşte bu, 31 Mayıstan sonra meydana gelen bütün olayları
yöneten korkunç okült güçtü. Illuminati’nin basit inisi-
yelerinden oluşan konvansiyon, bu gizli gücün kölesi ol­
muştu. Bu güç Robespierree de, hükümet komitesine de
hükmediyordu.
Bu okült gücün hedefi neydi? Bu Bavyeralı bir profe­
sörün yirmi yıl önce tasarladığı bir yok etme plânı mıydı,
yoksa Weishaupt’un ve müttefiklerinin zincirlerini çö­
zerek dünyaya saldığı, çok eski canlı ve korkunç şeytani
bir güç müydü? Fransa’daki ‘Terör Yönetimi,’ Ortaçağdaki
‘Satanizm gibi, yalnız maddi sebeplerle açıklanamaz.
Nefret Orjisi,139şehvet çılgınlıkları, yalnız zenginlere de­
ğil, fakir ve savunmasız insanlara da yönelik zulüm ve şiddet,
bilim ve sanatın yokedilmesi, kiliselerin kudsiyetinm çiğnen­
mesi, asil ve kutsal olan her şeye karşı organize kampanya
düzenlenmesi, “Satanizm’den başka bir şey midir?
Jakobenler’in kiliselere karşı yürüttüğü kampanya
aslında ‘kara büyünün140ta kendisiydi. Çünkü, ‘cehenne­
min güçlerinin uyandırılması için dinin seremonilerinin
dünyevileştirilmesi ve ‘kutsal sembollerin ayaklar altına
alınması’ gerekiyordu.
Fransa’d a ‘Büyük Terör’ döneminde yaşayanlar, ülke­
nin karanlık güçlere’ teslim olduğuna tanık olmuşlardı.
O zamanlar yaşamış bir Fransız yazarının deyimiy-

139 Orji: Eski Yunanistan ve Roma’da tanrılar ve özellikle Baküs için yapı­
lan gizli dinsel törenlerde fazla heyecanlı şarkı söyleyip dans etme ve
çılgınca hareketlerde bulunma.
140 A. E.Waite,’The Mysteries of Magic’ (Maji’nin Gizemleri).

318
le, “medeniyetin büyük bir gemi enkazı” olan Fransız
İhtilali, Kabalistler’in, Gnostikler’in ve gizli örgütlerin
onsekizyüzyıldan beri uğraştıkları ‘Hıristiyanlığı te­
mellerinden sarsma’ projesini gerçekleştirmiş oluyordu.
Marki de Sade’m Meryem için, ‘Yahudi Köle,’ ‘Zina
yapan ka dın’ ‘Galile’li Fahişe’ gibi suçlamalarının ar­
dında ‘Toledot Yeshu’nun141142sesini duyar gibi oluyoruz.
Ünlü Fransız devrimcisi Marat’ın112 takipçilerinin “Hz.
İsa sahte bir Peygamberdi,” diye haykırışlarının ardında,
Tapınakçıların gizli doktrininin izlerini görebiliyoruz.
Bilindiği gibi Tapmakçılar da ‘İsa gerçek bir Tanrı değildi,
o sahte bir peygamberdi’ diyorlardı.
Bütün bu benzerlikler sadece tesadüfi midir, yoksa
Hıristiyan inancına karşı yüzyıllardan beri süregelen bir
suikastın dışa vurumu muydu?

Fransız Devıiminde Yahudilerin Rolü:

Bunu anlamak için o dönemdeki Yahudiler’in Fransa’daki


durumlarım tespit etmemiz gereklidir.
Fransa Kralı. VI. Charles’m 1394’de çıkarttığı sürgün
yasasından sonra, Yahudi nüfusu iyice azalmıştı. 15’nci
Yüzyılın sonlarına doğru, İspanya ve Portekiz’den kovulan
Yahudilerin Bordeaux’ya yerleşmelerine izin verilmişti. Bu
‘Sefarad’lar’ diye bilinen Yahudiler Hıristiyan dinini benim­
semiş gibi görünüyorlardı (Bunlar ‘Dönme-Marranos’ diye
bilinen Yahudilerdi) ve resmen Yahudi olarak tanınmıyorlar­
dı. Fransa Kralı II. Henri onlara bazı imtiyazlar tanımıştı.

141 Daha önce de belirttiğim gibi, Yahudi kutsal kitapları olan ‘Toledot*
Yeshu ve ‘Talmud’d a Hz. İsa bir büyücü olarak nitelendiriliyordu.
142 Fransız devrimmin önder kadrosundan olan Marat hem yahudi, hem
de masondu. İspanyadan kaçıp Bordeaux’a yerleşmiş bir ‘Dönme
(Marrane) aileye mensuptu. (Henry Coston.’Les Juifs dans le France
d’aujourd’hui, Documents et Témoignages, Paris 1965, p.25).

319
18’nci Yüzyılın başlarında Yahudiler Paris’te yeni­
den görünmeye başladılar. Bu arada önceki yüzyılda
‘Alsas’ bölgesinin Fransa’ya ilhakı ile, bu bölgede yaşayan
Alman Yahudileri (Aşkenaz’lar) de krallık sınırları içine
girmiş oldu. Bu iki etnik Yahudi grubu arasında belirgin
farklılıklar göze çarpıyordu. ‘Sefarad’lar’ iyi vatandaşlar
olarak bilinir ve herhangi bir baskıya maruz kalmazken,
Aşkenaz’lar’ kanunsuz bir şekilde “tefecilik” yaptıkları
için halkın nefretini kazanmışlardı. Hükümet, bunların
açgözlülüklerini sınırlamak için sert yasalar çıkarmak
mecburiyetinde kaldı. Millet Meclisini karıştıran gö­
rüşmelerde ‘Yahudi Meselesi’ tartışıldı. Burada özellikle
Alsas Yahudileri’ söz konusuydu.
1784 yılında XVI. Louis tarafından Bordeaınc
Yahudilerine ek ayrıcalıklar tanındı. 1776’d a bütün
Portekiz Yahudilerine dinsel özgürlük ve kraliyetin her­
hangi bir bölgesine yerleşebilme izni verildi.
28 Ocak 1790 tarihli bir kararname ile Bordeaınc
Yahudilerine Fransız vatandaşı olma hakkı verildi. Fakat,
bu imtiyazların Alsas Yahudileri’ni içine alacak şekilde
genişletilmesi teklifi meclisi karıştırdı. O sıralarda tefeci
Yahudilerin mağdur ettiği Alsas’ı köylüler arasında bir
ayaklanma çıkmıştı. Bu sebepten halkın yararı düşünüle­
rek, bu teklif geri çevrildi.
Abbe Maury, “Yahudiler onyediyüzyıl boyunca di­
ğer milletlerle karışmadılar. Onlar sadece ticaret yapıp,
para biriktirdiler. Tarım bölgelerinin felaketi olmalarına
rağmen, kimse onları ellerinde sabanla toprağı işlerken
görmedi,” diyordu.

320
Maury yazısını şöyle bitiriyordu;
“Yahudiler birey olarak korunmalı, Fransız vatandaş­
ları olarak değil!.. Ne yaparsanız yapın onlar her zaman
aramızdaki yabancılar’ olarak kalacaklardır.”
Nancy Piskoposu Monsinyör de la Fare de aynı tezi
şöyle savunuyordu;
“Onlara korunma, emniyet, özgürlük sağlanmalı ama
ailemize yabancı bir kabileyi aramıza kabul etmeli miyiz?
Halk haklı olarak onlardan korkmaktadır. Alsas’taki halk
ayaklanmasının sebepi de onlardı”
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Yahudilere
yapılmış bir baskı veya zulüm söz konusu değildi. Fakat
kendisini toplumun geri kalanından -kendi çıkarları ve
avantajları için- izole etmiş bir topluluğa karşı ihtiyatlı ve
tedbirli olma durum u vardı.
Bordeaux Yahudileri ayrıcalıklarını kaybetmek is­
temedikleri için, Alsas, Lorraine vb. bölgelerde yaşayan
Alman Yahudileri’nden kendilerini uzak tutuyorlardı.
Meclis’teki bütün protestolara rağmen, Alsas
Yahudilerini özgür kılan yasa, Eylül 1791’de yürürlüğe
girdi.
Leon Kahrı, ‘Les Juifs de Paris pendant la Revolution
(1898) adlı kitabında Fransız İhtilalinde rol alan
Yahudilerin isimlerini açıklamıştı.
Bu kitapta anlatılanlara göre, Yahudi Rosenthal ken­
di adıyla anılan bir lejyona önderlik yapmış ve “Vendee
Savaşı”na katılmıştı. Eskici Zaikind Hourwitz din
adamlarının mallarına el koyan biriydi. Lang isimli başka
bir Yahudi, Tuileries sarayının kapısındaki beş İsviçre’li
muhafızdan üçünü öldürmüştü. 16 Eylül 1792’de kraliyet
mücehverlerini şu Yahudiler yağmalamıştı; Lyre, (daha

321
sonra idam edildi) Clootz, Pereyra, Hebert, Chaumette
ve Momoro. Bu sonuncu şahıs, 1793 Kasım ayında
Başpiskopos Gobel’i tehdit ederek, Hıristiyanlığı inkâr
etmesini istemişti.
Fransız Devrimindeki büyük din aleyhtarlığı kam­
panyası başladığı zaman, Yahudiler -kendilerininki de
dahil olmak üzere- bütün dini inançlara saldırmaya baş­
ladılar. Fransız Yahudileri’nden devrime gelen bu destek,
onların dinsel fanatizminden değil, bir etnik grup ola­
rak, avantaj sahibi olma arzularını yansıtıyordu. Onların
eski rejimi devrilmesiyle, çok büyük kazançlar temin
ettikleri bilinen gerçeklerdendir. Nitekim, 1796 yılında
yapılan Millet Meclisi toplantılarının birinde “devrim,
bankerlerin bir spekülasyonu muydu?” diye sorulmuştur.
Proudhomme, ‘maliyeciler ırkının devrim sırasında ya­
şanan karışıklıklardan en çok çıkar sağlayanlar olduğunu
iddia etmişti.
Marks, “YahudiMeselesi’nin Fransız Devrimini ana­
liz eden bölümünde, daha önceki dönemlerde Yahudi
para sermayesi ancak vaftiz olduktan sonra “Yeni
Hıristiyanlar” olarak Hıristiyan devleti içinde ticaret ya­
pabiliyorlardı, demektedir.
Oysa devrim, Hıristiyan devletine karşı bu kontro­
lü kaldırarak ticaret ve tefeciliğin önünü resmi olarak
‘Sefarad Yahudilerine açmıştır. Marks buradan yola
çıkarak, Fransız Devriminin burjuva karakterinin altını
özellikle ‘Yahudi’ olarak çizmektedir.
Alman Masonluğunun Büyük Üstadı Brunswick
Düküne göre, (Dük, ‘Stricte Observance’da “Eques a
Victoria,” Illuminati ‘de “Aarori” talana adıyla biliniyor­
du.) masonluğun içinde faaliyet gösteren gizli bir mez­

322
hep, Fransız Devrimini gerçekleştirmişti ve gelecekteki
devrimleri de onlar gerçekleştireceklerdi.
Fransa’daki (1796) Komünist Babouef Ayak­
lanm asından sonra, 1799 yılında İngiliz Parlâmentosu
masonluk hariç bütün gizli örgütleri yasaklama kararı
aldı. İngiliz Hükümeti bu örgütlerin arzettikleri tehlike­
lerin farkındaydı.
Barruel’in kitabında belirttiği gibi, Illuminizm ve
‘Grand Orient’ “Büyük Doğu” Masonluğu yalnız Fransız
Devrimini gerçekleştirmekle yetinmemişti. Devrimden
üç yıl sonra bile bunlar hâlâ faal vaziyette idiler.
İlginçtir ki, Illuminati’nin Bavyera Elektörü tarafın­
dan 1786’d a (Yani Fransız Devriminden üç yıl önce) ya­
saklanması, ne Weishaupt’u ne de Illuminati’yi durdura-
mamıştı. Illuminati ve Weishaupt, Fransız Devrimi sona
erdikten sonra bile faaliyetlerini sürdürmeye devam etti.
“Terör” dönemi bittikten sonra, devrim sırasında maso-
nik locaların yerini alan kulüpler, yerlerini yeniden localara
terketmişlerdi.
Illuminati’nin düşünceleri başka milletler için yıkı­
cı idi ama ‘A lman Vatanseverleri’ için böyle değildi. Bu
ilginç paradoksu, 19’ncu ve 20’nci Yüzyıldaki Illuminati
faaliyetlerinde gözlemlemekteyiz.

323
YİRMİNCİ BÖLÜM

FRANSIZ İHTİLALİNİN
FİNANSÖRLERİ

Bugün artık uluslararası Yahudi bankerlerin İngiliz


Devrimini (1640-1649) olduğu gibi, 1789 Fransız Devrimini
de plânladıkları ve finanse ettikleri ortaya çıkmıştır.
İşin ilginç yanı şudur ki, aynı finans çevreleri 1789’d an
başlayarak günümüze kadar devam eden bütün savaşların
ve devrimlerin arkasındaki 'İtici Güç haline gelmiştir.
Yahudi Ansiklopedisine göre, Adom’un modern
Yahudilik için önemi çok büyüktür. Bu çok önemli bir
kabullenmedir, çünkü ‘Adom’ (‘A dam’) kırmızı anlamına
gelmektedir.
Amschei Moses Bauer adk (Aşkenaz) Yahudi bir ku­
yumcu 1750 yılında Frankfurt’a (Almanya) yerleşmeye ka­
rar verir ve ‘Judenstrasse (Yahudi Caddesi) bölgesinde bir
dükkan açar. Bauer’in dükkanın kapısının üstünde işinin bir
sembolü olarak ‘kırmızı bir şilt’ (Roth=Kırmızı, Schild-Şilt)
asmıştı. İlginçtir ki bu sembol daha sonra devrimci doğu
Avrupa Yahudilerinin ‘kırmızı bayrağına’dönüşecektir.
Amschei Moses Bauer’in 1743’de bir oğlu oldu ve ona
Amschei Mayer Bauer adı verildi. Baba Bauer, 1754’de
Mayer daha onbir yaşındayken öldü. Fakat Mayer küçük
yaşma rağmen, tefecilik işinin bütün sırlarını ve incelik­
lerini öğrenmişti. Aslında babası onun bir ‘H aham olarak
yetişmesini istiyordu, ama ömrü vefa etmemişti.
Babasının ölümünden birkaç yıl sonra A. Mayer Bauer,
Oppenheimer Baıık’da memur olarak işe başladı. Bankacılık

324
işinde yeteneğini kanıtlayan Bauer, bankanın küçük ortakla­
rından biri oldu. Daha sonra Frankfurt’a babasının kurduğu
işe geri döndü. Kırmızı şilt hâlâ kapının üzerinde duruyordu.
Bauer ‘kırmızının143 gizli anlamını çok iyi biliyordu. Bu ne­
denle yeni bir aile ismi almaya karar verdi. Böylece Almanca
‘kırmızı şilt’ anlamına gelen ‘Rothschild’ adı ortaya çıktı.
Amschel Mayer Bauer 1812 yılma kadar yaşadı.
Bauer’in beş oğlu olmuş ve hepsi birer finans uzmanı
olarak yetiştirilmişlerdi. Oğullarından Nathan çok yete­
nekliydi ve yirmibir yaşında ‘Bank of England’ı (İngiltere
Bankası) kontrolü altına almak için İngiltere’ye gitti.
Bu kontrol, diğer kardeşleri ve babası ile bağlantılıydı.
Böylece Avrupa’da ilk defa “Uluslararası Bankacılık
Tekeli” kurulmuş oldu.
Uluslararası bankerler tarafından finanse edilen
Lenin’in kullandığı ilk kızıl bayrakta, orak-çekiç sembo­
lünün dışında beş köşeli değil, altı köşeli Davut yıldızı
bulunuyordu. (Bu, daha sonra derhal beş köşeli yıldıza
dönüştürülmüştür.)
1773’de Mayer Rothschild, oniki zengin Yahudi ban­
keri Frankfurt’taki evine davet etti.
Bunlar, ‘Dünya Devrimci Hareketi’ni finanse ve
kontrol etmek için bir ‘kaynak havuzu’ oluşturdular.
Bu toplantıda Rothschild onlara İngiliz Devriminin
nasıl organize edildiğini anlattı ve burada yapılan hatalar­
dan ders alınması gerektiğini belirtti.
İngiliz Devrimini kışkırtan bankerler, millî ekonomi
143 Encyclopaedia Judaica (Yahudi Ansiklopedisi) “adam” sözcüğünün
‘kırmızı’ anlamı konusunda net bir tutum almaktadır. Tevratta ilk in­
sanın yaratıldığı toprağın ‘ kırmızı’ olduğuna inanılmaktadır. Ayrıca
“adamu” sözcüğü İbrani’ce “kan” anlamına gelmektedir. Demek ki ‘kır­
mızı’ adam anlamına gelmektedir. (Yalçın Küçük, ‘Şebeke’-Network).

325
üzerinde mutlak bir kontol sağlamışlardı. Uluslararası dü­
zeyde yürütülen entrikalarla, ve ayrıca savaşlar ve ihtilallerle
ulusal borçları yükseltmişlerdi. (1694den beri savaşan taraf­
lara ve ihtilalcilere borç para veriyorlardı.)
Rothschild, diğer bankerlere dikkatlice hazırlanmış
bir eylem plânı sundu. Bu plân dünyanın zenginlikleri­
ni, doğal kaynaklarını ve insan gücünü kontrol etmeye
dayanıyordu. (1773deki bu toplantıya katılanlar dünya
servetinin büyük bir kısmını ellerinde bulunduran ban­
kerlerdi. Bugün de hâlâ öyledir.)
25 maddelik bu plânın 20 nci maddesinde son hedefleri­
nin “DÜNYA HÜKÜMETİ”ni kurmak olduğu belirtiliyor­
du. 23ncü maddede ise ‘Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl kuru­
lacağı anlatılıyor ve ‘Tek Dünya Hükümeti’ üyelerinden biri­
nin “diktatör” olarak atanacağı anlatılıyordu. Gerçekte bu bir
‘ILLUMİNATİ’ plânıydı, ama 20’nci Yüzyıl başında birçok
yazar tarafından yanlışlıkla, ‘Siyon Bilgelerinin Protokolleri’
veya kısaca ‘Siyon Protokolleri’ diye adlandırılacaktır.
Unutulmamalıdır ki 1773 yılında ‘Siyonizm’ resmen
mevcut değildi.
Bu belge 1901 yılında Rus Profesör S. Nilus’un eline
geçti ve o da bunu ‘Yahudi Tehlikesi’ başlığı altında ya­
yınladı. Nilus’un yayınladığı belgede ilk baskısından bu
yana büyük bir değişiklik görülmüyordu. Fakat bazı ilave­
ler yapılmıştı. Örneğin, fesatçıların Danvinizm, Marxism
ve hatta Nietzcheizm’i nasıl kullanacakları anlatılıyor­
du. Burada hatırlanması gereken önemli bir husus da,
1901’de ele geçen belgede Siyonizmin de kendi amaçları
için kullanılacağının açıklanmasıdır!.. Hatırlanmalıdır ki,

326
‘Siyonizm’144 1897 yılında organize olmaya başlamıştı.

144 ‘Siyonizm’konusunda “Teşkilatı Mahsusa” Başkanı Em. Süvari Albayı Hüsa­


mettin Ertürk’ün ilginç açıklamaları vardı: “Ben Teşkilatı Mahsusa’da çalı­
şırken dünyaya hakim olmak isteyen bu ‘Milletlerarası Siyonist Teşkilâtının
elimize geçen 21 maddelik düsturları vardı ki ne kadar manalıdır. Burada
şöyle yazılıdır:
1- Genç nesilleri mugayiri ahlâk telkinlerle bozmalı
2- Aile hayatını yıkmalı
3- İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli
4- Sanatı zayıflatmak, edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı
5- Mukaddesata hürm eti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında
rezilane vakalar uydurmalı
6- Hudutsuz bir lüks, başdöndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfi­
yatı teşvik etmeli
7- Kalabalıkların vakitleri, eğlenceler, oyunlarla oyalanmak herkes
düşünmekten alıkonmah
8- Müfrit nazariyelerle fikirler zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar
yaratılmalı, içtimai sınıflar araşma kin ve itimatsızlık sokulmalı
9- Aristokratlara müthiş vergiler koyarak onları bunaltmalı, aralarına
kin ve itimatsızlıklar saçmalı
10- Mal sahipleriyle işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertib
ettirmeli
11- Yüksek tabakanın manevi kuvvetini her çareye başvurarak kırmalı
12- Sanayiin ziraati ezmesine imkân vermeli, böylece köylü sınık ortadan kal­
dırılmalı
13- Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayri kabili tatbik fikirlerle
dolambaçlı yollara sevketmeli
14- Hayat pahalılığını körüklemek, giderleri arttırmak
15- Beynelmilel meseleler ihdas ederek milletler arasında kin ve nefret
tohumlan serpmek
16- Milletlerin m ukadderatını tahsil ve terbiyeden m ahrum kimselerin
ellerine tevdi ettirmeli
17- Bütiin hükümet şekillerini değiştirmeli, birçok sırları ifşa etmeli
18- Meşru hükümet tarzlarından mutlak bir istibdata gitmeli
19- Siyasi, iktisadi buhranlar yaratmak, servetleri mahvetmek
20- Mali istikrarı bozmak, iktisadi krizleri çoğaltmak, spekülasyonla­
ra, enflasyonlara yol açmak, altını mahdut ellerde toplamak, muazzam
sermayeleri felce uğratmak
21- Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı; İnsaniyet, elem, ıstırab ve yoksul­
luk içine atılmalı
Teşkilatı Mahsusa nın dikkatli tetkikleri neticesinde vardığımız hakikat
şudur ki, 1892’den beri dünyamız bu zihniyetteki Yahudilerle mücadele
halindedir. Bunlar bir “DÜNYA İHTİLALİ” hazırlamaktadırlar. Arap
dünyasını elinde tutan Ruslarla, İsrail Devletini destekleyen Amerikan
ve İngiliz bloğu arasında çıkacak bir 3’ncü Dünya Savaşının tohumu
Ortadoğu’d a gömülüdür.”
(Samih Nafiz Tansu, ‘İki Devrin Perde Arkası’)

327
Kanadalı askeri istihbarat uzmanı William G.Carr’m
‘Pawns in The Game adlı kitabmda açıkladığına göre, Bavyera
Hükümetinin eline geçen Illuminati belgelerinde (Bu konuda
‘Illuminizm’in Fransız İhtilali Üzerindeki Etkileri’ bölümüne
bakınız) Rothschildler’i Frankfurt’taki Illuminati’ye, onu da
Fransız Masonluğuna “Büyük Doğu” (Grand Orient) bağla­
yan olaylar, kronolojik bir sıraya göre anlatılmıştı.
Yine bu belgelerden anlaşıldığına göre, tefeciler, ban­
kerler, bazı yüksek rahipler ve direktörlerden oluşan bir
grup insan, şeytani çıkarlarına hizmet edecek çok gizli bir
örgüt kurmuş ve buna ‘Illuminati’ demişlerdi. Illuminati
kelimesi ‘Lüsifer’d en (Şeytan, İblis) türemişti. Lüsifer
‘Işık Getiren’ anlamındadır. Yani Illuminati, “Lüsifer
Başrahiplerinin kabalistik ayinler sırasında (muhtemelen
cinlerden) aldıkları ilham ve bilgileri hayata geçiren bir
örgüttü. Hz. İsa bunları “Şeytanın Sinagogu” diye nite­
lendirmekte çok haklıydı. (Illuminati’nin köklerinin antik
Sümer medeniyetine kadar uzandığını hatırlatmak isterim.
Bununla ilgili olarak, “Hitler Almanyasının Gizli Tarihi”-
‘Sümer Yılan Kardeşliği Örgütü’ S. 152- kitabıma bakınız.)
Illum inati ‘Yüksek Konseyi’ onüç kişiden145 oluşmuş­
tu. Bunlar ‘33’ler Konseyini yönetiyorlardı. Illuminatinin
şefleri, dinsel doktinler, ayinler ve seremoniler konusunda
her şeyi bildiklerine inanıyorlardı.

145 Son yemekteki 12+1 üzerine kurulan Hıristiyan geleneğinde 13, ço­
ğunlukla cehenneme ait mertebelenmenin sayısı olarak zikredilir; aynı
şekilde cadılar da sık sık 13’lü gruplar halinde ortaya çıkarlar. Ayrıca
tahmin edilebileceği üzere 13, cadılık ve kara büyü ile de irtibatlıdır.
Kadim Maya kültüründeki gibi 13 Yahudi geleneğinde de kutsal ve
uğurlu bir sayıdır.
İbranice’d eki (Arapçada olduğu gibi) sayısal değeri ‘A had’ (Bir) keli­
mesini verdiği için ‘Kabala onu uğurlu bir sayı olarak kabul eder. Çıkış
34:6’d an 13 ilahi sıfat çıkarılır ve ‘Hamursuz Bayramı Haggada’sı açık
bir şekilde bu sayının önemini vurgular. (Annemarie Schimmel, ‘Sayı­
ların Gizemi’).

328
‘Yüksek Konseyin onüç kişi olması, onlara esas görevle­
rinin Hz. İsa ve oniki havarisi tarafından kurulan dini (yani
Hıristiyanlığı) yok etmek olduğunu hatırlatıyordu.
Illuminati ye inisiye edilen herkes, 33’ler Konseyinin
başkanına mutlak itaat edeceğine ve onun üstünde hiç­
bir ölümlüyü tanımayacağına dair yemin ediyordu.
Illuminati gibi bir organizasyonda, 33’ler Konseyinin
başkanı yeryüzünde yaşayan bir tanrı gibiydi.
‘Yüksek Konsey,’ Ingolstadt LocasTnm ajanları ve
hücrelerinin yardımıyla, kıta Masonluğuna sızma kararı
almıştı. Kıta Masonluğuna sızanlar burada Grand-Orient
(Büyük Doğu) localarını kurdular. Rüşvet, yolsuzluk v.b
metodlarla, Grand Orient üyeleri, Illuminizm’in bilinç­
li veya bilinçsiz müritleri haline geldiler. Bundan sonra
Grand Orient Masonluğu ateist ve materyalist ideolojile­
rin başta gelen savunucularından biri oldu.
Yüksek Konseyin ajanları, kendi çıkarları için
kullanabilecekleri en uygun adamın Marki Mirabeau ol­
duğuna karar verdiler. (Mirabeau konusunda daha önce
bilgi vermiştim) Mirabeau, Illuminati’ye inisiye edil­
dikten sonra, ona Orleans Dükünü Fransa’daki İhtilalci
Hareketin liderliğine getirme görevi verildi.
Mirabeau, Orleans Dükünü Fransa’daki ‘mavi’ veya
‘ulusal’ denilen Masonluğa sokmaya muvaffak oldu.
Dükün borçları bir hayli kabarıktı ve 1780 yılındaki bor­
cu 800.000 Livre idi.
Tefeciler ona (Mirabeau gibi) fınansal yardım tekli­
finde bulundular. Dük borçlarına karşılık, ‘Palais Royal’
(Kraliyet Sarayı) diye adlandırılan evi de dahil olmak üze­
re birçok mülkünü ipotek etti. Dük, Yahudi finansörlerin
mallarını ve mülklerini idare etmelerine -kendisine de

329
bir miktar gelir bırakılması şartıyla- kabul etti. Böylece
Orleans Dükü tamamen Yahudi bankerlerin avucuna
düşmüş bulunuyordu.
Fransız Devrimini yöneten ‘Gizli Güçler,’ Choderlos
de Laclos’u başta ‘Palais Royal’ olmak üzere, Dükün
mülklerini yönetmekle görevlendirdiler. De Laclos bir
İspanyol Yahudisiydi. Laclos, ‘Palais Royal’ı zamanının en
kötü ününe sahip evine çevirdi.
Burada her çeşit şehevi eğlence, ahlâksız ve utanmaz
şovlar, müstehcen resim galerileri, pornografik kitaplar ve
cinsel sapıklığı en hayvani şekillerde ortaya döken sergiler
bulunuyordu. Ayrıca erkekler ve kadınlar için en haya­
sızca sefahat alemleri de düzenleniyordu. Böylece ‘Palais
Royal’ Fransız dini inançlarının ve ahlakının sistema­
tik olarak çökertildiği ve yokedildiği bir yer haline geldi.
Bütün bu yapılanlar en iyi devrimci, ahlak kurallarına hiç
uymayandır’ düsturunun kaynaklandığı Jakob Frank’in
kabalistik teorisine dayanıyordu.
De Laclos’la işbirliği yapan bir başka Yahudi daha
vardı o da; Palermo’lu Cagliostro, yani Joseph Balsamo
idi. Balsamo, ‘devrimci propagandayı’ organize etmekle
görevlendirilmişti. Balsamo aynı zamanda bir casus hal­
kasını da yönetiyordu ki bunlar, devrimin arkasındaki
‘Gizli Güç’ün emirleri mucibince, “L’Infamie” (Haksız
yere karalama, suçlama) kampanyasını yürütüyorlardı.
Laclos ve Balsamo’nun şantaj ağma düşen erkek ve
kadınlar, onların istediklerini yapmak mecburiyetin­
de kalıyorlardı. Bu şekilde Orleans D ükünün mülkleri
‘Devrimci Politika Merkezleri’ haline geldi.
Bavyera Hükümetinin ele geçirdiği Illuminati örgü­
tüne ait belgelerde ‘Dünya Devrimci Hareketi’ne ait baş­

330
ka deliller de bulundu. Bunun üzerine Bavyera Hükümeti
Fransa, İngiltere, Polonya, Avusturya ve Rusya’ya devri­
min uluslararası doğası’ konusunda uyarıda bulundu,
fakat bütün uyarılara rağmen, bu ‘şeytani fesat’ hareketi
durdurulamadı.
Çünkü, “Dünya İhtilal Hareketi”nin arkasındaki in­
sanlar, seçilen hükümetlerden çok daha güçlüydiı.
1785 yılında Bavyera Hükümetinin diğer ülke
hükümetlerine verdiği bilgiler, onları harekete geçirmeye
yetmemişti. Fransa Kraliçesi Marie Antoniette’nin kız-
kardeşi, bir mektup yazarak, onu devrimci bir komploya
karşı uyarmıştı. Kızkardeşi uluslararası bankerlerin ve bir
kısım masonların ortak bir devrim hazırladığını, bu se­
bepten hayatının tehlikede olduğunu yazıyordu.
Marie Antoinette (1755-1793) Avusturya İmparatoru I.
Francis’in kızıydı ve Fransa Kralı XVI. Louis ile evlenmişti.
M. Antoinette, kızkardeşinin yazdığı ‘Illuminati Komplosu’
uyarılarına hiç inanmamıştı. Kızkardeşinin uyarı mektupla­
rına devam etmesi üzerine, Marie Antoinette cevabi mektu­
bunda şöyle yazıyordu; “Fransa söz konusu olduğunda ma­
sonların rolünü çok abartıyorsun. Onlar Fransa’da Avrupa’nm
diğer ülkelerine nazaran çok daha önemsizdirler.” Tarih, M.
Antoinette’nin kızkardeşini acı bir şekilde haklı çıkarmıştır.
Joseph Balsamo ve propagandacıları, Marie
Antoinette’e her türlü yalan ve iftirayı atarak onu halkın
gözünde küçük düşürmek için uğraşıyorlardı. Weishaupt
ve Mendelssohn, M. Antoinette’i karalamak için “Elmas
Gerdanlık” hikâyesini uydurmuşlardı.
O zamanlar Fransa’nın mali durumu çok bozuktu ve
Fransız Hükümeti Uluslararası Para Baronlarından ek
kredi dilenmekteydi.

331
Büyük fesatçıların gizli bir ajanı sarayın kuyumcusuna
-Kraliçenin arzusu imiş gibi- elmas bir gerdanlık siparişi
verdi. Bu gerdanlığın o günkü fiyatı çeyrek milyon livre idi ve
tabii, Kraliçe adına sipariş edilmişti. Saray kuyumcusu elmas
gerdanlığı Kraliçeye getirince, Kraliçe onu derhal iade etti ve
gerdanlıkla ilgili hiçbir para ödemediğini bildirdi. Kraliçenin
bütün iyi niyetine rağmen, gerdanlıkla ilgili söylentiler,
komplocuların istediği şekilde gelişiyordu.
Balsamo’nun propaganda makinası yoğun bir biçim­
de çalışmaya başlamıştı, Bunun sonucunda, M. Antoinette
yoğun bir eleştiri bombardımanına maruz kaldı. Bir anda
Kraliçenin şeref ve itibarı zedelenmiş, karakterine leke sü­
rülmüştü. Bu işlem tamamlandıktan sonra, Balsamo’nun
yayın organları binlerce, hatta onbinlerce broşür basıp da­
ğıtarak, Kraliçenin gizli bir âşığı olduğunu, gerdanlığı da
bu şahsın gönderdiği yalanını yaymaya başladılar. Fakat
Kraliçeyi hedef alan yalan ve iftira kampanyası bununla
sona ermemişti. Fesatçılar, Kardinal Prens de Rohan’a
Kraliçenin imzasını taklid ederek bir mektup gönderdiler.
Mektupta, “gece yarısı ‘Palais Royal’de buluşalım ve elmas
gerdanlık’ meselesini görüşelim,” diye yazıyordu. Gece
yarısı, Kraliçe yerine ‘Palais Royal’den bir fahişe gelerek
Kardinale kendini Kraliçe diye tanıtmıştı. Bu olay erte­
si gün gazetelere ve broşürlere yansıdı. Böylece kilise ve
devlet’in en yüksek makamlarına ulaşmış iki insanın şah­
sında, hem kilise hem de devlet yıpratılmış oldu.
Tarihi kayıtlar, elmas gerdanlığın görevi’ sona erdik­
ten sonra İngiltere’ye gittiğini göstermektedir. Elmaslar,
İngiltere’de Eliason adlı bir Yahudi’nin eline geçmişti.
Lady Queensborough “Occult Theocrasy” adlı kita­
bında Fransız devriminde İngiliz Yahudi tefecilerin rolü ile

332
ilgili ilginç bilgiler vermektedir. Lady Queensborough’un
iddialarına göre, İngiltere’deki Yahudi bankerlerden
Benjamin Goldschmidt, kardeşi Abraham ve ortaklan
Moses Mecatta ve yeğeni Sir Moses Montefiore, Fransız
devrimini finanse etmişlerdi. Daha sonra Berlin’li Daniel
Itzig, üveyoğlu David Friedlaender ve Alsas’lı Herz
Gergbeer’in Rothschildler’le ortak olarak ‘büyük fesat’ın
içinde olduklarına dair deliller ele geçirilmiştir.
İşte, ‘Dünya Devrimci Hareketi’nin arkasındaki
‘Gizli Güç’ yukarda belirtilen şahsiyetlerdi.
Fransa Hükümeti, devamlı savaşlar dolayısıyla
yüksek faizle yeniden borç para bulmak mecburiyetin­
de kalmıştı. Aslında bu savaşları çıkaranlar da borç ve­
ren ‘Uluslararası Fesatçılardan başkası değildi!.. Fransa
Hükümeti ile bu bankerler arasında yapılan anlaşma
gereğince, M. Necker adlı bir kişinin ‘Fransız Kraliyet
Konseyine ‘Finansal Meseleler Bakanı’ (Maliye Bakanı)
olarak atanması şartı vardı. Yahudi maliyeciler bu mali­
ye sihirbazının Fransa’nın maddi meselelerini çözeceğini
iddia ediyorlardı.
Maliyecilerin gönderdiği ‘kurtaracı’ M. Necker sa­
yesinde Fransa’nın borçları azalmak şöyle dursun, dört
yılda korkunç bir şekilde artarak 170.000.000 Sterling’e
(İngiliz Lirası) çıkmıştı.
Joseph Balsamo’nun propaganda broşürleri kili­
se ve devletin yüksek rütbeli memurlarını kötülerken,
Illuminati’nin özel ajanları -ki ‘Terör Dönemi’nin lider­
leri olarak kullanıldıktan sonra harcanacak insanlardı-
devrimci çabalara destek veriyorlardı.
Bu liderler arasında Robespierre, Danton ve Marat
vardı. Jakoben Konvan’ın da kararlaştırıldığı gibi, hapis­

333
hane ve tımarhane kaçkınları sokaklara salınarak, 'Terör
Dönemi’ için uygun bir psikolojik ortam yaratıldı.
Bu konvan’d a ayrıca ‘tasfiye edilecek’ (yani öldürü­
lecek) gericilerin listesi de hazırlanmıştı. Caniler ve de­
liler, sokaklarda katliamlar ve tecavüzlerle halkı dehşete
düşürürken, ‘Kom ünün146 pezevengi’ Manuel’in yöneti­
minde örgütlenen yeraltı unsurları, bütün önemli siyasi
şahsiyetleri, önde gelen din adamlarını, Krala sadık su­
bayları tutuklamaya hazırlanıyordu. Bu iyi örgütlenmiş
yeraltı Yahudi şebekesinin elemanları Jakoben Kulüpleri
tarafından belirlenmişti. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, ‘Te­
rör Dönemini, görünmeyen efendilere’ hizmet için, yö­
netenler Jakoben Kulübü üyeleri idi.147
Devrimin başlaması ile Jakobenler kontrolü ele geçirdi­
ler. Daha önce de belirttiğim gibi, bunlar Illuminati ve Grand
Orient Masonluğu tarafından derlenmiş insanlardı.
Orleans Dükünü, kuzeni Kralın öldürülmesi lehinde
oy kullanmasını sağlayarak, onu kendi amaçları için kullan­
dılar. Dük meşruti bir monarşinin kurulacağını sanıyordu
ama Jakobenlerin gündeminde başka talimatlar vardı. Kralın
ölümü için oyunu kullandıktan sonra, ‘devrimin arkasındaki
gizli güç’ onun da ‘tasfiye edilmesini emretti. Dük yoğun bir
karalama ve iftira kampanyasının cırdından, inanılmaz kısa
bir zaman içinde kellesini giyotine kaptırdı.
Jakobenler, gizli üstadların hedef gösterdiği bütün
insanları sistematik bir şekilde ortadan kaldırıyorlardı.
Mirabeau, bu korkunç intikam aletinin çalışmasın­
dan çok huzursuz olmuştu. O, Krala karşı şiddet uygu­
lanmasına karşıydı. Şahsi inancına göre, devrimin amacı
146 Paris Komünitesi’ne, Jakobenler’in Sanhedrin i deniyordu. (Bilindiği
gibi, eskiden Musevilerin millet meclisine ‘Sanhedrin deniyordu.)
147 Sir Walter Scott, ‘Life of Napoleon,’ Vol.2, P.30.

334
XVI. Louis’in yetkilerini kısıtlamak olmalıydı. (Bu arada
kendisi de Kralın Başdanışmanı olmayı düşünüyordu.)
Efendileri’nin Kralı öldürmeye karar verdiklerini öğre­
nince, XVI. Louis’i sadık generallerinin korumasında
Paris dışına kaçırmaya kalkıştı. Fakat bu da onun sonu
oldu. Çünkü, Jakobenler kaçış plânını öğrenmişlerdi.
Mirabeau’yu halkın önünde idam etmeye cesaret edeme­
yen yönetim, onu zehirleyerek öldürttü. Onun ölümüne
intihar süsü verildi.
Illuminati’nin ‘Terör Yönetiminin başında ‘bedenlen-
miş şeytan denilebilecek iki şahıs yer alıyordu; Danton ve
Robespierre. Bu ikili yollarına çıkan bütün insanları göz
kırpmadan ölüme gönderdiler. Fakat görevleri tamamla­
nınca, bu iki cellat da giyotinden kurtulamadı.
Danton ve Robespierre148 gibi devrimin kullandığı
birçok insan, belirli bir süre sonra hizmet ettikleri insan­
lar tarafından idama gönderildi.
Sir Walter Scott’un ‘Life of Napoleon adlı kitabında
belirttiğine göre, Fransız Devriminin kilit şahsiyetlerinin
çoğu yabancılardı. Scott’a göre, bu yabancılar çalışmala­
rında ‘Direktörler ve ‘Yaşlılar’ gibi tipik Yahudi terimleri­
ni kullanıyorlardı.
Sir Walter’in belirttiğine göre, ‘Communaute de
Paris’ (Paris Belediye Konseyi) Jakobenler’in “kan ve daha
çok kan” diye bağıran ‘SANHEDRİN’i haline gelmişti.
Scott Robespierre, Danton ve Marat’m ‘JAKOBENLER
SİNAGOGU’NDA önemli mevkiiler işgal ettiğini söyle­
mektedir. Kral ve Kraliçeye saldırarak onları giyotine gö­
türen ‘Komünün pezevengi’ Manuel olmuştu. Manuel’in
148 M. Louis Marchand (1895) Robespierre’in Alsas’lı bir yahudi olduğunu
ve asıl adının ‘Ruban olduğunu yazıyordu. Aynı yazara göre Danton da
bir Polonya yahudisi idi.

335
en yakın destekçisi, ‘Halk Güvenliği Komitesi’ üyesi olan
David idi. David de arkadaşı gibi kan ve ölümden yana idi.
Hıristiyan Tanrı inancı yerine, “Yüksek Varlık K ültünü
ortaya atan yine David idi. Bu kültün ritüelleri aslında
‘Kabalaya dayanıyordu.
Sir Walter Scott, Talais Royal’ın yöneticisi olan
Yahudi Choderlos de Laclos’un devrimin hazırlanmasın­
da önemli bir rolü olduğunu söylemektedir.
Robespierre idam edildikten sonra, “Yaşlılar Konseyi
Direktörleri “ne Reubel ve Gobir adlı iki Yahudi atanmış­
tı. Bunlar o dönemde Fransa’nın gerçek yöneticileri idiler.
Direktörler kurulu beş kişiden oluşuyordu.
Robespierre, Marat ve Danton, Fransız İhtilalini yö­
neten Illuminati’nin onüç direktörü tarafından kullanılan
alet’ lerdi.
Fransız Devriminden sonra, bankerler Napoleon’u
alet’ olarak kullandılar ve Avrupa’daki krallıkları yıkmak
için, Napolyon savaşlarını organize ettiler.

336
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

ABD DÜNYANIN
İLK MASONİK CUMHURİYETİ

Yahudi Ansiklopedisi, Masonluğun Amerikaya nasıl


taşındığını şöyle açıklıyor;
“Koloni Amerikasmda masonluğun kurucuları ara­
sında çok sayıda Yahudi ismi göze çarpıyor. Gerçekte,
Masonluğu Amerika’ya ilk kez getirenler Yahudiler ol­
muştu. îlkkez 1658’de New Port, Rhode Island’da oluşan
Mason locası durumundaki Örgütün kuruluşu, o bölgede
yaşayan bir Yahudi’nin, Mordecai Campanall’ın sayesin­
de olmuştu. 1734’de Georgia Savannah’ta kurulan locanın
kurucuları arasında dört Yahudi bulunuyordu. Bir başka
Yahudi Moses Michael Hays, İskoç ritini Amerika’ya so­
kan kişi oldu. 1768’de tüm kuzey Amerika Masonluğunun
genel müfettişi seçildi. 1769’d a Hays NewYork’ta King
David Lodge (Kral Davud Locası)’nı kurdu. Bu loca­
yı 1780’de New Port’a taşıdı. 1788-1792 yılları arasında
Massachusetts Büyük Locasının Büyük Üstadlığım yü­
rüttü.
Rhode Island Büyük Locasını kuranların başında
bir diğer Yahudi, Moses Seixas geliyordu. 1802-1809 yıl­
ları boyunca bu locanın üstad-ı muhteremi oldu.
Moses Hays ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir di­
ğer Yahudi, Salomon Bush, Pennsylvania masonluğunun
genel müfettişi oldu.

337
1781’de Pennsylvania’d a kurulan ve Amerikan
Masonluğunun tarihinde önemli bir yeri olan ‘Sublime
Lodge of Perfection’ adlı locanın içinde de Yahudiler son
derece etkin konumdaydılar. Eski dönem Amerikan ma­
sonluğunun önemli isimleri arasındaki diğer Yahudiler
şunlardı: Charlestondaki King Salomons Lodge’ın kuru­
cularından Isaac da Costa, 1781’de Virginia bölgesinde
genel müfettiş seçilen Abraham Forst ve aynı görevi
önce Maryland, sonra da Charleston’d a yürüten Joseph
Mayers. 1793’te Charleston, South Carolina’daki büyük
sinagogun açılış töreni, Mason localarındaki ritüellere
uygun olarak yapılmıştı.
Yahudi isimleri daha sonraki dönemlerde de
Amerikan localarında dikkati çekti. B’nai B’rith tarafın­
dan da benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özel­
likler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilen­
diğine kuşku yoktur. B’nai B’rith Yahudi toplumu içinde
Masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır.”
Yahudi önde gelenlerinin Amerika’d a Masonluğu
yayma yönünde giriştikleri hummalı faaliyetin ardından,
ABD “dünyanın ilk masonik cumhuriyeti” olarak tarih
sahnesine çıktı.
Amerikalı tarihçi Robert Hieronimus “America’s
Secret Destiny” (Amerika’nın Gizli Kaderi) adlı kitabın­
da, bu ülkenin kuruluşunun ardındaki masonik etkenler­
le ilgili şu bilgileri veriyor:
“Günümüz tarihçileri, 17’nci ve 18’nci Yüzyılları Akıl
ve Aydınlanma çağı’ olarak kabul ederler ve bu dönem­
deki tüm zihinsel faaliyetlerin ‘evrenin bilimsel yasalarım
ispata’ harcandığını söylerler. Oysa İd, ABD’nin kurucu­
ları, bunların yanında, mistisizm, okültizm ve illuminizm

338
üzerinde yoğunlaşmışlardı. Astroloji, simya ve Kabala ile
derinden ilgilenmişlerdi. Ezoterik tarihçiler ABD’nin ku­
rucuları arasında elliye yakın mason sayıyorlar. ABD’nin
dört kurucusu-Washington, Jefferson, Franklin ve
Adams-Gül-Haç Tarikatı üyesiydi. Bu kurucuların üçü
-Jefferson, Benjamin Franklin ve John Adams- aynı
zamanda Illuminati tarikatına da üye idiler.
George Washington ve bağımsızlık savaşının
Fransız destekçisi olan General Lafayette, yalnızca ya­
kın arkadaşlar değil, aynı zamanda aynı locanın üyesiy-
diler. Bağımsızlık savaşma komuta ederken, Washington
düzenli olarak askeri localarda yapılan toplantılara
katılıyordu. Washington, ‘Bağımsız Büyük Loca’nm
(Independent Grand Lodge) Büyük Üstadlığına seçildi.
Bu loca, 1805 yılında onun anısına ‘Alexandria Washing­
ton Locası’ adını aldı.
ABD’nin kuruluşunda gizli dernekler, özellikle m a­
sonların etkisi genelde atlanır. Oysa ezoterik tarihçiler,
‘Bağımsızlık Bildirgesini imzalayan ellialtı kişiden ellisinin
mason olduğunu bildiriyor. Bunun yanısıra, Amerikan
ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun mason ol­
duğu ve askeri localarda toplandıkları biliniyor.
Kendisi de bir mason olan General Lafayette, George
Washington’un mason olmayan subaylarına hiçbir zaman
içinden gelerek emir vermediğini, zaten neredeyse tüm
yakın askeri çevresinin ona mistik bir bağ ile bağlanmış
biraderleri olduğu bildiriliyor.
Birçok dokümanda Washington’un Gül-Haç üyesi
olduğu da belirtilmektedir.
Masonik tarihçiler, Benjamin Franklin’i döneminin
en büyük Amerikalı masonu olarak kabul ediyorlar.

339
1726 yılında Franklin kendi gizli derneğini kurdu:
‘LeatherApron Club’ (Deri ÖnlükKulübü) Organizasyonun
adı bile olaydaki masonik etkiyi gösteriyor, çünkü masonik
önlükler deriden yapılıyordu.
Franklin, ittifak oluşturmak amacıyla 1776’da
Fransa’ya geldikten hemen sonra, Fransız mason loca­
larıyla bağlantı kurdu. 1778 yılında Voltaire’in ‘Dokuz
Kızkardeşler’ adlı locadaki tekris töreninde Franklin de
bulunuyordu. Ertesi yıl bu locanın üstadlığına seçildi. (Bu
locanın siyasi faaliyetleri ile ilgili olarak ‘Bastilin Yıkılışı’
bölümüne bakınız) Bunun yanında iki Fransız locasıy­
la daha ilişki kurdu: ‘Saint Jean de Jerusalem’ (Kudüslü
Aziz Jean) ve ‘Loge des Bon Amis’ (İyi Dostlar Locası).
Benjamin Franklin, Fransızlarla kurduğu ilişkiyi,
Am erikan-Fransız ittifakının kurulm asında kullandı.
İki taraf arasındaki diplomasi ve gizli görüşmeler, m a­
sonik protokole uygun olarak yürütülüyordu.
Franklin’in Gül-Haç üyeliğini ise çeşitli kaynaklar
bildiriyor. Franklin’in Philadelphia’d a bir Gül-Haç loca­
sı kurduğu biliniyor. Konunun uzmanlarından Dr. H.
Spencer Lewis de Franklin’in tarikata üye olduğunu doğ­
ruluyor. Bu arada Franklin’in genç bir doktorla birlikte
çeşitli simya denemeleri yaptığı, bazı rit ve seremonileri
uyguladığı biliniyor.
Thomas Jefferson herhangi bir gizli örgüte üye miy­
di? Masonik kaynaklar bu soruya evet’ cevabını veriyor­
lar. 1960 yılında yayınlanan ‘Masonic Bible’ Jefferson’ın
aktif bir mason olduğuna kuşku olmadığım’ bildiriyor.
Bunun yanında ‘Gül-Haç uzmanı’ Dr. Spencer Lewis,
Jefferson’ın Gül-Haç olduğuna dair önemli deliller sunu­
yor. Dr. Lewis, Jefferson’ın yazdığı bir kâğıtta garip bazı

340
işaretler bulduğunu, bu işaretlerin de eski ve kutsal Gül-
Haç metinlerinde yer alan bir şifre türü olduğunu söylü-
»
yor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşında George Was-
hingtonun yanında çok sayıda Yahudi yeralmıştı.
Yahudiler, kendileri için bir tür “Vaadedilmiş Toprak” ola­
rak gördükleri ABD’nin bağımsızlığına özellikle finansal
yönden büyük destek verdiler.
İki ünlü Yahudi banker, Hayim Saiomon ve Robert
Morris,
Washington’un ordularını finanse ettiler. Ayrıca
Hayim Saiomon “büyük bir masondu. Savaş sonrası
da karşılıklı muhabbet sürmüştü. Washington, 1781’de
Newport’u ziyaret ettiğinde Yahudiler tarafından “Kral
Davut Locası” nda yapılan masonik bir törenle karşılan­
mıştı.

Amerikan M ühründeki Kabalistik Mesajlar:

Amerikalı tarihçi Robert Hieronimus, ABD’nin ‘Büyük


Mührü’ konusundaki sayılı uzmanlardan biridir. Konu
hakkında “Amerikan Büyük M ührünün arka yüzünün
tarihsel bir analizi ve Hümanist psikoloji ile ilişkisi”
başlıklı bir doktora tezi veren Robert Hieronimus, mühür
hakkındaki bazı önemli bilgileri “America’s Secret Des­
tiny” adlı kitabında şöyle anlatmaktadır:
“4 Temmuz 1776’d a Kongre, Benjamin Franklin,
Thomas Jefferson ve John Adams’d an oluşan bir komi­
teye Amerikan m ührünü tasarlama görevini verdi. Pierre
Eugene Du Simitiere adlı bir portre ressamı komiteye
alındı. Böylece büyük ölçüde Franklin’in tasarısına daya­

341
lı olarak ilk m ühür oluşturuldu: Bir yüzde Hz. Musa ve
onunla birlikte denizden kurtularak güvenli bir toprağa
ayak basan îsrailoğulları yer alıyordu. Musa eliyle denizi
işaret ediyor, denizde ise Firavunun askerleri boğulurken
görülüyordu. Bulutlardan çıkan bir ateşin ışıldan Musa’ya
ulaşıyordu. Bunun yanında Jefferson da bir öneri getirmiş­
ti: M ührün ön tarafına, çölde gündüzleri bir bulut, ge­
celeri de ateşten bir sütunla kendilerine yol gösterilen
îsrailoğullannın konulmasını teklif ediyordu.”
Fakat Kongre -fazla açık ve cüretkar bulduğundan
olacak- Ocak 1777’de bu birinci komitenin teklifini ka­
bul etmedi. Üç yıl sonra yeni bir komite oluşturuldu. Bu
komitenin teklifi de kabul edilmeyince, m ührü belirleme
işi 4 Mayıs 1782’de toplanan üçüncü komiteye kaldı. Bu
komite, bugünkü m ührü oluşturdu. İsrailoğullarının izi,
ilk komitenin mühründeki kadar belirgin olmasa da bu
mühürde de yer alıyordu. Ön yüzde, kartalın başının he­
men üstünde, beş köşeli yıldızlardan oluşan altıköşeli bir
siyon yıldızı bulunuyordu. Arka yüzde ise Yahudi-maso-
nik sembol “üçgen içindeki göz’’yerini koruyordu.
1934 yılında eski başkan yardımcısı Henry A.
Wallace, başkana, m ührün her iki yüzünün de demir pa­
ralar üzerine basılmasını içeren bir öneri götürdü. Başkan
Roosevelt bunu kabul etti ve o tarihten sonra mühür ABD
paraları üstünde görülmeye başlandı. Wallace’in mühür
ile yakından ilgilenmesinin ardında, ezoterik konulara
olan yakın ilgisi vardı. Bir teori, Wallace’in ilgisinin kaba-
listik amaçlara dayandığını ileri sürer. İşin bir başka ilginç
yönü, hem Wallace’in hem de Başkan Roosevelt’in mason
olmasıdır.
Ezoterik geleneğe bağlı yazarların çoğu da mührün
özellikle arka yüzünün, masonluk, Gül-Haç ve Illuminati

342
gibi örgütlerden kaynaklandığını bildirmiştir.
‘Üçgen içindeki göz’ sembolünün altında yeralan pi­
ramit de gerçekte m asonikbir semboldür. Mühürde yera­
lan piramit, ünlü Büyük Giza Piram iti’dir. İlginç olan ise
Giza Piramiti ile Kabala arasında ilişki olmasıdır.
Oxford’lu bir matematikçi ve Astronom olan John
Greaves, büyük Piramit hakkında yaptığı araştırmalarla
tanınmıştır. Greaves’in araştırması, aynı zamanda pira-
mitin kabalistik yorumlarının da temelini oluşturmuştur.
Diğer bir deyişle, ABD m ührünün arka yüzündeki pira-
mitin kökenleri kabalistik etkenler taşımaktadır. Greaves’e
göre büyük piramit ‘Kabala’ ile ilişkilidir.
Bazı Gül-Haç ve mason ekolleri, büyük Piramitin rit-
lerdeki dereceleri temsil ettiğine inanırlar.

343
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

ILLUMİNATİ VE ‘KAOS’TAN
DOĞAN DÜZEN’ PLÂNLARI

1829 yılında Illuminati NewYork’ta, İngiliz Illuminist


Wright’in konuşmacı olarak katıldığı gizli bir toplantı
düzenledi. Toplantıya katılanlara, Illuminati nin bütün ni­
hilist ve ateist grupları, diğer yıkıcı unsurlarla birleştirerek,
uluslararası bir organizasyon kuracağı bildirildi. Bu
uluslararası örgüt “Komünist Enternasyonal” olarak bi­
linecektir. Bu yıkıcı güç sayesinde, Illuminati gelecekteki
savaşları ve devrimleri gerçekleştirebilecekti.
Clinton Roosevelt, Horace Greeley ve Charles
Dana’darı oluşan bir komite, bu yeni oluşumu finan­
se etmekle görevlendirilmişti. Bu komite, Karl Marks
ve Engels’in “Sermaye” (Das Kapital) ve “Komünist
Manifesto” adlı kitaplarını finanse etti.
1830da Weishaupt öldü. Herkes onun ölümüyle bir­
likte Illuminati’nin de tarihe karıştığını sanıyordu. (Daha
doğrusu yapılan propaganda bu şekildeydi)
Weishaupt’un emin ellere teslim ettiği Illuminati,
bütün uluslararası organizasyonları ve grupları kontrol
ediyordu.
Bir grup Illuminist, Karl Marks’m ‘Komünist
Manifestosunu yazmasına yardımcı olurken, diğer bir
grup da Frankfurt Üniversitesi Profesörlerinden Kari

344
Ritter’e bunun anti-tezini yazdırıyordu. Böylece toplum
birbirine düşman iki kampa bölünmüş oluyordu. Fakat
Illuminati her iki kampı da kontrol etmekteydi. Ritter’in
başladığı çalışmayı Alman filozofu Friedrich Nietzsche
(1844-1900) sürdürdü.
Nietzscheizm, daha sonra Faşizme ve Nazizme dö­
nüşecek ve Illuminati’ye bu ideolojileri kullanarak İkinci
Dünya Savaşını çıkarma fırsatını verecekti.
1834’de İtalyan devrimci lideri Guiseppe Mazzini,149
Illuminati’nin ‘dünya ihtilali programını’ gerçekleştir­
mek için direktörlüğe atandı. Mazzini bu mevkiide ölün­
ceye kadar (1872) kaldı. Jüri Lina, ‘Under The Sign Of The
Scorpion adlı kitabında Yahudi Guiseppe Mazzini’nin
(Doğ. 1805) Illuminati grubunun başına getirildiğini tas­
dik etmektedir. Mazzini 1837 yılından beri ‘Illuminatus’ve
otuzüç dereceli Mason idi. Onun Bavyera IUuminatisi’nin
de başkanı olduğu sanılıyor. Mazzini’nin ölümünden son­
ra, aynı görevi bir başka İtalyan Yahudisi olan Adriano
Lemmi devraldı. Lemmi tipik bir devrim-fesatçısı ve
İtalyan ‘Grand Orient’inin “Büyük Doğu” ‘Büyük Üstadı’
idi. İtalyan devrimcilerinden Guiseppe Garibaldi de bir
‘Illuminatus’ idi. Garibaldi taraftarları ‘kırmızı gömlek’gi­
yiyorlardı.
New York’taki konferans’tan kısa bir müddet sonra,
İtalya, Fransa, İspanya, Avusturya ve Rusyada (monarşi
aleyhtarı) terör hareketleri ortaya çıktı. Mazzini 1854 yılında
Parma Dükünü öldürttü. Bununla da yetinmeyip, katilleri
mahkum eden yargıcı da öldürttü. Böylece, anarşist terör ar­
149 Mazzini, Roma Belediye Başkam (Yahudi) E. Nathan’m babası tarafın­
dan eğitilmişti. Jessie White, “The Birth of Modern Italy” adlı kitabında
Mazzini’nin 1844 yılında Londra’dan yazdığı bir mektupta şunları yaz­
dığını söylemektedir,” Fransa’d a ‘A ltın Buzağı’ çok güçlü. Rothschild (I.
James) isterse burada kral olabilir.”

345
tan bir tempo ile, Birinci Dünya Savaşına kadar devam etti.
Bu arada onbinlerce masum insan hayatını kaybet­
miş ve dünya birbirine düşman muhtelif bloklara ayrıl­
mıştı. Bütün bu operasyonlar Londra’d an yönetiliyordu.
Bireysel terör o derece arttı ki, 29 Temmuz 1900’de
İtalya Kralı II. Umberto mason Angelo Pressi tarafından
öldürüldü.
1861 yılında Abraham Lincoln ABD başkanı seçildi.
Lincoln, Illuminati için bir engel teşkil ettiği için ABD’de iç
savaş çıkarıldı. (Güneyli Konfederasyon Illuminist’ Fransa
tarafından finanse ediliyordu.) Illuminati, ABD’yi ele geçir­
mek ve Avrupa’daki bankacılık sistemini burada da kabul
ettirmek istiyordu. (Avrupa’da parayı özel bankalar basıyor
ve hükümetler yüksek faizle borçlanmaya zorlanıyordu.)
Lincoln Illuminati plânını, yani Amerikan ekono­
misinin Rothschild bankası tarafından kontrolünü ka­
bul etmedi. Bu karar aynı zamanda onun ölüm fermam
oldu. Yahudi Tlluminatus’ John Wilkes Booth tarafın­
dan 15 Nisan 1865’de Washington’d a öldürüldü. Savaşın
bitiminden birkaç gün sonra Booth’u bulan ve kiralayan
Rothschildler’in ajanı Judah P. Benjamin idi.
Konfederasyon Generali Albert Pike (Doğ. 1809)
masondu ve 1850’li yılların sonuna doğru Amerikan
Illuminatisi’nin bir üyesi oldu. Mazzini’nin devrimci fa­
aliyetleri (anarşik şiddet) ‘Grand Orient’i çok yıpratmıştı,
o sebepten Mazzini bunun yerine yeni ve çok gizli bir ör­
gütü, yani ‘Palladium’u kurmayı düşünüyordu. Mazzini
22 Ocak 1870’de General Albert Pike’a gönderdiği bir
mektupta şöyle diyordu;
“Bu en yüksek ritle bütün masonluğa egemen olaca­
ğız, bu bizim uluslararası merkezimiz olacak ve yönetici­
lerinin bilinmemesi bizi daha güçlü kılacaktır.”
Albert Pike, “The New and Reformed Palladian
Rite” adlı bu çok gizli örgütü kurdu. Bu örgütün üç önemli

346
merkezi vardı: ABD’de Charleston, Roma (İtalya) ve Berlin.
(Almanya) Mazzini’nin çalışmaları sayesinde örgüt dünya­
nın stratejik yerlerinde 23 alt komite kurdu.
Palladianizm gerçekte sâtanik bir kült’tü. Bu kült’te
‘Lüsifer’ (İblis) tanrı idi. Aslında General Pike da eşine az
rastlanan ‘şeytani’bir adamdı. Pike, Amerikan İç Savaşında
Konfederasyon bayrağı altında savaşırken (ordusu muhte­
lif yerli kabilelerinden oluşmuştu) birçok katliam yapmış
ve bu sebepten Konfederasyon başkanı Jefferson Davis
(1809-1889) tarafından görevden alınmıştı.
Güneyli General Albert Pike, ABDdeki ünlü ırkçı gizli
örgüt ‘Ku Klux Klan’ın 150kurucularından biridir. Klanın
ilk ‘Grand Dragon u (Büyük Ejder) o idi. Örgütün nizam­
namesini de Pike yazmıştır. Bugün Washington DC’nin
‘Judiciary Square’inde masonlar tarafından Albert Pike’in
anısına dikilmiş bir heykel bulunmaktadır.
Pike, Illuminati’nin “TEK DÜNYA HÜKÜMETİ”
düşüncesini kabul etmiş bir insandı. Bu sayede ‘Lüsifer
Rahipliğinin başkanlığına kadar yükselmiştir. Pike, 1859-
1871 yılları arasında üç dünya savaşı ve üç büyük dünya
ihtilalinin askeri plânlarını yaptı.
Ona göre, büyük komplonun son sahnesi 20’nci
Yüzyılda sergilenecekti!..
Pike’in plânı hem basit, hem de etkili idi. Pike,
Komünizm, Faşizm, (Nazizm) Siyasi Siyonizm gibi ideo­
lojileri kullanarak, üç büyük savaşın ve üç büyük ihtilalin
çıkarılmasını plânlamıştı.

150 Klan, 1860’larda Tennessee’d e İskoç ritine bağlı bir grup mason tarafın­
dan kurulmuştur. Örgüte katılanlar arasında iç savaş öncesi kurulmuş
olan “Knights of the Golden Circle” (Altın Çember Şövalyeleri) adlı
mason locasınm üyelerinin çokluğu dikkat çeker. Hem ‘Knights of the
Golden Circle’ hem de Ku Klux Klan örgütlerinin en büyük finansal des­
tekçisi B’nai Brith (Yahudi Masonluğu) üyesi ünlü yahudi finansör Judah
P. Benjamindir. Masonluk ve B’nai B’rith arasındaki ittifak, KKK gibi
örgütlerle sürmüştür ve halen de sürmektedir.

347
Pike’ın plânına göre;
“Birinci Dünya Savaşı çıkarılarak, bu savaşın so­
nunda Çar (Illum inati tarafından) devrilerek, ülke
ateist-Komünistlere teslim edilecekti.
Birinci Dünya Savaşının çıkması için, İngiliz ve
Alman imparatorlukları arasındaki anlaşmazlıklar kö-
rüklenecekti. Savaş sona erdikten sonra, Rusya’d a komü­
nist bir rejim kurulacak ve bu rejim, hükümetleri ve din­
leri zayıflatmak için kullanılacaktı.
İkinci Dünya Savaşı Faşistler (Naziler) ve Siyonistler
arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanacaktı. Bu savaşın
sonunda Nazizm yok edilecek ve Siyasi Siyonizm’in gücü
arttırılarak, Filistin’de bir İsrail Devleti kurulacaktı.
Yine İkinci Dünya Savaşı sırasında Enternasyonal
Komünizm güçlendirilerek, bütün Avrupa’yı tehdit eder
bir duruma getirilecekti. (İkinci Dünya Savaşı sonrası
Roosevelt ve Churchill’in politikaları, bu bilgilerin ışığın­
da şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.)
Üçüncü Dünya Savaşı, Illuminati’nin Siyonistlerle
İslam dünyası liderleri arasındaki anlaşmazlıkları körük­
lenmesi ile çıkarılacaktı. Savaş, İslam (Arap dünyası) ile
Siyasi Siyonizm (İsrail Devleti) karşılıklı olarak birbirini
yok edecek şekilde yönetilecekti.
Geride kalan milletler, bu konuda yeniden kendi ara­
larında bölünecek ve aralarında savaşacaklardı.
Bugün Ortadoğu’da yaşananların bu plâna uygun
olarak gelişmediğini kim iddia edebilir?
Pike, Mazzini’ye yazdığı 15 Ağustos 1871 tarihli
mektubunda, “Üçüncü Dünya Savaşı sona erdikten sonra,
dünya egemenliğini ele geçirmek isteyen güçlerin dünya­
da şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir sosyal kıyameti
kışkırtacağını,” söylüyordu.
Bugün Londra’daki ‘British Muséum’ kütüphanesin­

348
de bulunan bu mektubun son bölümünde Pike, “Bu poli­
tika ile Papanın gelecekte bir gün İtalya’d an sürüleceğini,
Hıristiyanlığın son sığınağının ise Rusya olacağını” anla­
tıyordu. Mektup şöyle devam ediyordu:
“Rusya, Papa Hıristiyanlığının kalesi haline gelince,
biz de devrimci nihilist ve ateistleri bunların üzerine salalım.
Sosyal felaket kışkırtıcılığı yaparak, bütün dehşeti ve ina­
nılmazlığıyla, vahşetin anasını ve kanlı kargaşayı tüm dün­
ya milletlerine gösterelim. Ardından her yerde kendilerini
devrimci çılgın azınlığa karşı korumak zorunda kalan halk,
medeniyet düşmanlarını yok edecektir. Hıristiyanların çoğu
pusulasız ve nereye ibadet edeceğini bilmiyor olacak, işte o
zaman saf Lüsifer doktrinin evrensel inancı ile doğru ışığa
kavuşacaklar. Ateizm ve Hıristiyanlığın aynı anda yıkılışı ve
yok oluşunu takiben, yükselen Lüsiferci manifesto, sonunda
açığa çıkan olacak.”
Birinci Dünya Savaşı sırasında Illuminati’nin ka­
rargâhı İsviçre idi. İkinci Dünya Savaşı sırasında
NewYork’taki Harold Pratt binasına taşınmıştı. (Bugün
bu bina CFR=Council On Foreign Relations örgütünün
merkezidir.) Bugün Illuminati’yi Rothschildler yerine
Rockefellerler finanse etmektedir.
Illuminati, yeryüzündeki bütün masonik kuruluş­
ları kontrol etmektedir. Bugün Rotary, Lions, B’nai
B’ith, Trilatéral Komisyon ve Bilderberg gibi örgütler
Illuminati’nin kontrolündadır.
Rotary International B’nai B’rith üyesi, Yahudi Paul
Harris tarafından 1905 yılında kurulmuştur. Lions Kulüp ise
Chicago’daki Bnai B’rith locası tarafından (1917’de) kurul­
muştur.

349
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ETNİKİ ETERYA (‘Ulusal Kardeşlik’)

1789 yılında (Fransız İhtilalinin olduğu yıl) Phelestine’de


(Teselya) Konstantin Rigas adlı Yunanlı bir ilkokul
müdürü. Yunan halkım Türk boyunduruğundan kurtar­
mak ve Bizans İmparatorluğunu yeniden ihya etmek için
gizli bir örgüt kurdu. Bu örgütün parolası “Yunanistan,
Yunanlılarındır,” idi.
Yunanlı şair ve özgürlük şarkıları bestecisi
Rigas, Bükreş’te yakın arkadaşları olan Aleksander
Mavrokordatos, Aleksander İpsilanti, Antihomos
Gazis ve diğerleri ile birlikte gizli siyasi bir kardeşlik ör­
gütü kurdu. Bu örgütün adı; ‘Eterya’ (Kardeşlik) idi.
Temelde bu örgütün, gizli İtalyan örgütü ‘Car-
bonariadan pek farkı yoktu. Bu gizli örgütü kuran üyeler
kendilerine “Philiker” (Yoldaşlar) diyorlardı. Rigas, 1796
yılında Viyana’ya yerleşerek, Yunanistan’ın özgürlüğü ko­
nusunda ateşli şiirler ve şarkılar yazdı.
Her ne kadar yazdıkları Avusturya Hükümetinin
hoşuna gitmiyorsa da, o günlerin Fransız konsülü (daha
imparator olmamıştı) Napolyon Bonapart’m olduk­
ça ilgisini çekmiş ve ‘Eterya’yı koruması altına almıştı.
Rigas 1797 yılında yaptığı propaganda gezilerinin birinde
Avusturya polisi tarafından tutuklandı ve adi bir suçlu
gibi Belgrad’d aki Türk Paşasına teslim edildi. Rigas ve beş
arkadaşı ölüme mahkum edildi. Rigas’ın öldürülmeden
önce şu sözleri söylediği iddia edilir;
350
“Bakın bir Palikarya gibi ölüyorum.”
Liderlerinin ölümü ve Napolyonun koruma vaatle­
rinin etkisiz kalması nedeniyle, geri kalan ‘Eterya’ m en­
supları, 1812de Atinada “Philomusen Eterya’sı” adlı yeni
bir gizli örgüt kurdular.
Örgütün amacı, Avrupada, Akdeniz Adalarında,
Küçükasya (Batı Anadolu) kıyılarında yaşayan
Yunanlıları tek bir dil ve kültür altında birleştirmekti.
(Pan-Hellenizm) Birliğin gizli amacı ise, Yunanlıları Türk
boyunduruğundan kurtarmaktı. Bunu gerçekleştirmek
için, Avrupalı büyük güçlerle işbirliği yapmaya hazırdılar.
Nitekim, Rus Çarının örgüte yardım elini uzatması çok
uzun sürmedi.
Viyana Kongresine katılan Rus delegasyonundan
Baron Johannes Kapodistrias aslen Korfülu bir Yunanlı
idi. Kapodistrias, Çar adına Eterya’nm bütün faaliyetlerini
büyük bir samimiyet ve sempati ile karşılıyordu. Bavyera
ve Württemberg (Almanya) veliahtı bile Eterya’nm fahri
üyesi olmuştu.
‘Philomusenin gizli amacı, Yunanistan’ı, eski Yunan
adalarını ve Küçükasya kıyılarını (Batı Anadolu’yu) kur­
tarmak ve özellikle İzmir’e Yunan bayrağım dikmek idi.
1814’de Odessa (Rusyada) da “Philike Heteria” kuruldu.
Kurucuları arasında siyasi hayatta adları duyulmamış kişiler
vardı. Örneğin; Tüccar Nikolaus Skufas, yüksek dereceli ma­
son E.Xanthos ve Athanos Tsakalof. Bu üç kişilik yönetim
kurulunun arkasında, Anagnostopulos, Komitsopulos,
Karaiskakis, Sekeris, Levendis, Dikaos, Gazias, Parimadis,
Mavrokordatos, Mavromikailis, Zaimis ve Nikolaus,
Georgios, Demetrios İpsilanti kardeşler gibi karanlık
adamlar bulunuyordu. Piskopos Ignatlos, Patrik Gregorios

351
ve Sırp Prensi Miloş bu yeni gizli örgütün önde gelen yöne-
ticilerindendi.
Bu gizli derneğin iç çekirdeği, tamamen masonik
yapılanmaya uygun bir şekilde örgütlenmişti. Örgütte
yedi derece vardı:
1- Çırak.
2- Kardeş.
3- Eleusis Rahipleri.
4- Çobanlar.
5- Çobanbaşı (veya Pralat’lar).
6- İnisiyeler.
7- Yüksek inisiyeler.
Son iki derece askeri bir şekilde organize edilmişti ve
görevi ‘Eterya’nın genç üyelerine askeri eğitim vermek ve
onları geleceğin Yunan millî ordusunun çekirdek subay­
ları olarak yetiştirmekti.
Eteryaya giriş, çok dikkatli bir seçim işleminden
sonra gerçekleşiyordu. Ayrıca aday eski zamanlardaki
‘Eleusis gizem ritleri’ni151 andıran ritlere katılmak mec­
buriyetinde idi.
ilginçtir ki, her yeni çırak’ derecesindeki üye, kendi
silâhını ve mühimmatını temin etmek ve ‘yukardan gelen bir
emirle ‘Helen vatanının ölümcül düşmanları olan Türklere
karşı savaşmak için her an hazır olmakla mükellefti.
‘Görünmeyen üst yönetim, yani ‘yüksek seçkinler’
örgütün bütün yönetiminden, seferberlik plânının uygu­
lanmasından, Türkler’e karşı yapılacak saldırıların yerini
151 Uyuşturucu kullanılması, bu alışılmadık deneyimlere giden kolay yol­
lardan birini oluşturur. Bir zamanlar Eleusis ayinlerinde, ekin başakları
üzerinde yetişen bir tü r m antar olan çavdar mahm uzunun kullanıldığı
iddia edilmektedir. Bunun suda çözünen bileşiğinde LSD benzeri m ad­
deler olduğu söylenmektedir. Ayrıca bu gizem kutlamalarında şehevi
bilgiler de kullanılmaktaydı.

352
ve zamanını belirlemekten ve diğer özel görevleri yürüt­
mekten sorumluydu.
Eteryanın alet olarak kullandığı’ insanlar arasında
‘temiz olmayan unsurlar’ bir hayli fazlaydı. Bunlar ‘vatana
hizmet’ parolası ile her çeşit hırsızlık, soygun, yağma ve
cinayete karışmış insanlardı. Eterya bu insanları nefret et­
tiği Müslümanların üzerine salarak, hem bunların kan ve
şiddet ihtiyacını doyuruyor, hem de Müslümanlar arasın­
da bir terör havası estiriyordu. Eteryanın sözde ‘gaddar ve
vicdansız Osmanlı Paşalarına’ karşı yürüttüğü mücadele
metodları, çok daha acımasız ve vicdansızdı.
‘Eleusis Rahibi’ denilen üçüncü derece, masonluğun
‘üstad’ derecesine tekabül ediyordu ve o derecenin yetki­
lerine sahipti.
Diğer bütün gizli örgütler gibi Eteryanın da özel işa­
retleri, parolaları ve şifreleri vardı.
Örneğin; bir üye diğerinin göğsüne sağ eliyle hafifçe
dokunarak ona ilk parola olan ‘Sipsi’ (Arnavutça ‘d üdük’
anlamında) der, diğeri de ona ‘Sarru Kia (çarık) diye ce­
vap vererek selamlardı. ‘Çırak’ derecesindekiler kendile­
rini “Lon” ve “don” (London=Londra) diye tanıtırlardı.
Bütün parolalar, sözcükler ve diğer gizli işaretler zamanla
değiştiriliyordu. Yüksek dereceler için çok gizli tutulan
bir tanıtma sistemi geliştirilmişti. Bu sistemde parolalar
ve tanıtma sözcükleri devamlı değiştiriliyordu.
Yüksek dereceli biraderlerin, özellikle görünmeyen
üstadlar’ın isimleri çok gizli tutuluyordu. Buna karşılık
Rus Çarı I. Aleksander’in Türkler e karşı yürütülen bu gizli
savaşta, Eterya’ya gizlice silâh yardımı yaptığı için, ‘bilin­
meyen üstatları’ gördüğü iddiaları vardı. Üst derecelerde,
Rus Bakan ve soydaş Kont Kapodistrias’ın bu ‘vatansever

353
halk hareketine şahsen katıldığı ve Eteryanın önde gelen
yöneticilerinden biri olduğu biliniyordu. 1820’de Kontun
arkadaşlarından biri olan Prens Aleksander İpsilanti
-ki Rus ordusunda tümgeneraldi- Çarın haberi olma­
dan “General-Ephore” olarak Eteryanın başına geçmişti.
Ona bu cesareti veren çarların örgüte ve Yunanistan’ın ba­
ğımsızlığına sempati ile bakmaları olmuştu. Fakat, İpsilanti
sanıldığı gibi iyi bir siyasetçi ve komutan değildi.
1818 yılında Eterya merkezini aslanın inine’ yani
Kons-tantinopolis’e (İstanbul) taşıdı. Bundan sonra hare­
ket buradan yönetilecekti. Kısa bir zaman içinde Osmanlı
İmparatorluğunun sınırları içinde gizli “Ephori” şebeke­
leri veya çok iyi gizlenmiş Eterya hücreleri organize ol­
maya başladı. Hücrelerin yönetimi sadece İstanbul’daki
merkeze karşı sorumluydu.
1819 yılında yeminli kardeşlerin sayısı oldukça art­
mıştı. Fakat bazı kişilerin ihaneti, Türk makamlarının
şüphelerini örgütün üzerine çekmeye yetmişti.
Genç Eterya, eski üyelerinden biri olan levanten
Yahudisi Galatis sayesinde kötü bir tecrübe yaşamak zo­
runda kaldı. Özel bir görevle Petersburg’a (Rusya) gön­
derilen Galatis, kendini beğenmişliği ve gururu yüzün­
den Rus gizli polisi tarafından aniden tutuklandı. Rus
gizli polisinin eline geçen belgeler, hem Eterya için hem
de Çarlık Rusyası için istenmeyen sonuçların doğması­
na sebep oldu. Kont Kapodistrias’m araya girmesi bir
felaketin vukubulmasına mani oldu. Bu sayede örgütün
sırları deşifre olmadan olay örtbas edildi. Çarın alicenap­
lığı sayesinde, Galatis Sibirya’ya sürülmekten kurtularak
İstanbul’a geri döndü. Örgüt, Galatis’in para hırsı ile, çift
taraflı olarak hem Türkler, hem de Ruslar için çalıştığı­

354
m tespit etti. Bunun üzerine Eterya’nın üst yönetimi onu
görevli olarak bir yolculuğa yolladı ve orada öldürttü. Bu
tatsız olaya rağmen, örgütün yönetim merkezi İstanbul’da
kalmaya devam etti.
Bu arada Rus topraklarında askeri eğitim alan Eterya
gençleri, gizlice Mora ve Hydra’ya gönderilmeye baş­
lanmıştı. Komutan Petros Mavromikailis’in Eterya’nın
askeri gücünün başına geçmesi ile, stratejik önemi olan
Maina örgütün eline geçti.
1820’de Eterya birçok bölgesel gruplar oluştur­
maya başlamıştı. Bunlar arasında; Mora, İon Adaları,
Kiklad’lar, Sporad’lar, Onikiada, Girit, Küçükasya
(Batı Anadolu) vardı. Bu gruplar Yunanca konuşulan her
yerde örgütlenmiş durumdaydı.
Örgütün üst yönetiminin görevlendirdiği Xanthos,
Rusya’ya giderek Çar Aleksander’d en Yunanistan için as­
keri (özellikle silâh yardımı) ve diplomatik destek istedi.
Fakat Çardan ancak Yunanlılar için platonik sevgi ve m u­
habbet’ mesajları alabildi. Çar, taktik sebeplerle Yunan sa­
vaşının destekçisi olarak görünmek istemiyordu. Böylece
‘Büyük Üstad’ için geri dönmekten başka yapılacak bir
şey kalmamıştı.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, yukarda adı ge­
çen Rus Generali Aleksander İpsilanti, 20 Haziran 1820’de
bu desteği kendisinin verebileceğini söyledi. Bu amaçla
Odessada bir karargâh kuruldu. General İpsilanti asker ol­
masına rağmen, ne bir değerli devlet adamı, ne de önemli bir
stratejist idi. Bu sıralarda Osmanlı yönetimi Yanya mutasar­
rıfı Tepedelenli Ali Paşayı merkezi yönetime karşı ayaklanan
Yunanlılara karşı kullanıyordu. (Çarın Yunan ayaklanmacıla­
ra destek vermemesinin bir nedeni bu olay olabilir.)

355
Hayalperest General îpsilanti bütün Türk cephane­
liklerini havaya uçurmayı ve hatta Osmanlı Padişahı II.
Mahmud’a bir suikast düzenlemeyi bile düşünmüştü.
Doğaldır ki, bu tip hayaller asla gerçeğe dönüşmemişti.
1821 yılının başında, beklenen isyan Theodor
Vladimirescu adlı bir ‘Boyar tarafından başlatıldı.
Gerekli bütün hazırlıkların yapıldığı ve halk desteğinin
bulunduğu Mora yerine, Prens îpsilanti bütün birliklerini
Besarabya’ya göndermiş ve orada General Georgakis ön­
derliğinde bir ‘Tuna Ordusu’ ve Perrhaivos yönetimin­
de bir ‘Epirus Ordusu’ kurulmuştu. Özgürlük savaşının
Tuna Prensliklerinde başlatılmasının sebebi, Rusya’d an
hemen yardım geleceğinin umulmasıydı. Fakat bu bek­
lenti asla gerçekleşmedi. Eterya’ya ihanet ettiği için öldü­
rülen Yahudi Galatis’in kardeşi Asimakis, İpsilanti’nin
bütün harekat plânlarını ve örgütün Yunanistan’daki halk
ayaklanması için öngörülen seferberlik emirlerini Türk
polisine sattı. Ayrıca Kamarinos adlı bir başka hain de
Petersburg’d aki Rus sarayı ile Eterya’nın ilişkilerini ortaya
koyan çok gizli belgeleri yayınladı. Kamarinos yeminini
bozduğu için örgüt tarafından öldürtüldü ama iş işten
geçmiş, Türkiye’ye kuzeyden ve güneyden darbe vurmak
imkânsız bir hale gelmişti.
General îpsilanti, 7 Mart 1821’de Moldavya’nın başkenti
‘Yaş’ı herhangi bir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi.
O sıralar Avrupa’da, AvusturyalI siyaset adamı Prens
Metternich (1773-1859) kurduğu ‘Kutsal İttifak’ saye­
sinde muhafazakar Avrupa’yı örgütlüyordu. Metternich,
İttifakı Eski Kıtanın jandarması haline getirmişti. 1821’de
şansölye olan Metternich, liberalizmin her türlü biçimini
ve bütün ulusçu eğilimleri bastırmak amacıyla Aachen

356
(1818), Troppau (1820), Laibach (1821) ve Verona (1822)
kongrelerini toplamıştı.
Rus Çarı I. Aleksander da -Metternich gibi- her çeşit
ulusçu harekete karşıydı. Yunan Eteryası ona, İtalyan ih­
tilalci gizli örgütü ‘Carbonaria’nm başka bir isim altında
devamı gibi görünüyordu. Carbonaria’ Fransız ve İtalyan
Masonları tarafından kurulan ateist, jakoben, devrimci,
cumhuriyetçi bir gizli örgüttü.)
Çar, Prens İpsilantinin asil düşüncelerle ihtilalcilere
yardımcı olmasını anlayışla karşılamasına rağmen, Eterya’yi
adil Türk Sultanı II. Mahmuda karşı ayaklanan yasadışı ihti­
lalci bir örgüt olarak görüyordu. Bu sebepten Çar ordusuna,
Eterya’ya hiçbir şekilde yardımcı olunmamasını ve gerekirse
onların zorla silâhtan arındırılmasını emretti.
Bab-ı Ali (Osmanlı Hükümeti) diplomatik yollar­
la Rus Hükümetine baskı yaparak, Rusların Eterya’ya
yardım etmesine mani olmak istiyordu. Bunun sonu­
cunda Rusya hem General İpsilanti’yi, hem de Eterya
asilerinin ihtilalci eylemlerini desteklememe kararı aldı.
Çarın isteği doğrultusunda İstanbul Patriği Gregorius ile
Edirne, Kudüs, Kayseri, İzmit ve Ankara Yunan-Katolik
Kiliseleri Metropolitleri Prens İpsilanti ve onun yıkıcı
gizli örgütünü aforoz ettiler. Orgakis ve emrindeki güç­
lerde 19 Hazirandaki Türk saldırısı ile Dragatçani’deki
mevziilerinden geri atıldılar.
Eterya’nın Yunan halkı için verdiği ‘sözde özgürlük
mücadelesi’ burada sona ermiş gibi görünüyordu.
Avusturya Hükümeti General İpsilanti ve diğer sı­
ğınmacılar için seyahat izni vermişti. Fakat Bab-ı Ali
(Osmanlı Hükümeti) ısrarla Avusturya Hükümetine
baskı yaparak, onun Türkiye’ye iade edilmesini istiyor­

357
du. İpsilanti buradan kaçmayacağına ve Türklere karşı
silâhlı bir ayaklanmaya kalkışmayacağına dair yazılı bir
şeref sözü verdi. Buna rağmen Kayzerin emri ile adi bir
suçlu gibi, Munkacs Kalesindeki zindana atıldı. Buradan
da Bohemyadaki Theresienstadt’a götürüldü. Ancak 1827
yılında Rus Çarının aracılığı ile serbest bırakıldı ve 31
Ocak 1828’de Viyana’da terkedilmişliğin ve unutulmuşlu-
ğun acıları içinde hayata veda etti.
Eterya’mn geri kalan askerlerinden Türklerin eline
düşenler idam edildiler. Eterya’nın kahramanları sayılan
Georgakis ve Phermakis’in birlikleri, 1821 yılında Türkler
tarafından kuşatılarak geri çekilmek zorunda kaldılar.
Georgakis kaçtığı bir manastırın kulesinde kendisini
havaya uçurdu. Phermakis ise İstanbul’a yollandı ve orada
idam edildi.

358
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

MARX VE ENGELS’İN AKIL


HOCASI; HAHAM MOSES HESS

Estonyalı yazar Jüri Lina, “Under the Sign of the Scor-


pion” (Akrep İşareti Altında) adlı kitabında (1998) Kari
Marks’ın Frankizmden çok etkilendiğini belirtmekte­
dir. (Bu konuda ‘Yakob Frank ve PolonyalI Sabataycılar’
bölümüne bakınız.) Marksın babası Frankist’lerle temas
halindeydi ve çocuklarına da bu ideolojiyi aşılamıştı.
Marks’ın babasının Hıristiyanlığa geçmesi sosyal bir
manevra idi. Yakob Frank da aynı şekilde davranarak
“Katolik!..” olmuştu. Marks’ın gençlik yıllarında yazdığı
bazı şiirlerinde ‘şeytana övgüler’yazdığı bilinmektedir.
Kari Marks’ın şiddete tapmasına neden olan kişi,
1841de henüz 23 yaşında iken, tanıştığı Frankist-
Komünist bir Yahudi olan M oritz Moses Hess idi.
Moses Hess 21 Haziran 1812de Bonnda (Almanya)
zengin bir Yahudi sanayicinin oğlu olarak dünyaya gelmiş­
tir. Hess 6 Nisan 1875de Paris’te öldü ve cenazesi Filistin’e
götürülerek orada gömüldü.
Jüdisches Lexikon (Yahudi Ansiklopedisi) da (Berlin
1928, Sayfa 1577-78) Hessin Komünist bir Haham ve
modern Sosyalizmin babası olduğu belirtilir.
Hess, 1841de ‘Rheinische Zeitung’u (Ren Gazetesi)
kurdu ve bir yıl sonra 24 yaşındaki Marks’ı gazetenin edi­

359
törü yaptı. Theodor Zlocist 1921 yılında Hess’le ilgili bir
kitap yazdı. Kitabın adı “Moses Hess, der Vorkaemper des
Sozialismus und Zionismus” (Moses Hess, Sosyalizmin
ve Siyonizmin öncüsü) idi.
Hess, Marks’ı işe aldıktan kısa bir zaman sonra,
onu Masonluğa girmeye ikna etti. Marks artık yalnız bir
Mason değil, aynı zamanda bir Sosyalist ajitatör idi. Ama
hâlâ bir Komünist olamamıştı. Çünkü bu düşüncelerin
tatbik imkânı olmadığını düşünüyordu. Fakat Moses Hess
kısa bir süre içinde onun bütün düşüncelerini değiştirdi.
Hess artık Marks’ın arkasındaki ‘gölge adam’ olmuştu,
onu yönlendiriyor ve çalışmalarım etkiliyordu.
1844’de Paris’te Moses Hess 26 yaşındaki Marks’ı
yarı-Yahudi Friedrich Engels ile tanıştırdı.
Moses Hesse göre, bir sınıfı diğer bir sınıf aleyhine
kışkırtarak onların işbirliğine mani olmak lazımdı.
O, Yahudiliğin yardımı ile bir sosyalist ihtilali, bir
sınıf savaşını gerçekleştirmek istiyordu. Hesse göre, sos­
yalizm ayrılmaz bir şekilde enternasyonalizme bağlıydı,
çünkü sosyalistlerin vatanı yoktu!.. Gerçek bir sosyalistin
milleti ile herhangi bir ilişkisi olamazdı!..
Hesse göre enternasyonalizm Yahudi çıkarlarına hizmet et­
mekteydi
Hess bu konuda şunları yazıyordu;
“Her kim Yahudi milliyetçiliğini inkâr ederse o yal­
nız dini anlamda bir ‘d önme değil, aynı zamanda ailesine
ve halkına ihanet eden bir alçaktır.” (Moses Hess, ‘Seçme
Eserleri’ Köln, 1962)
Alman Bolşevik-Yahudilerinden biri olan Rosa
Luxemburg da hem enternasyonalist hem de büyük bir
‘Yahudi vatanseveri’ idi. O, Yahudi geleneğine uygun ola­
360
rak ‘kaşer’ (koşer)152yiyecekler yerdi.
Moses Hess ‘A lman Halkı İçin Kızıl Kateşizm’ adlı
kitabında şöyle diyordu;
“Sosyalist devrim benim dinimdir.”
Moses Hess Yahudi sosyalist lider Ferdinand Lasalle’e
şunları yazıyordu;
“Proleter mücadeleye karşı olan herkese karşı kılıcı­
mı kullanırım.” Hess doğaldır ki burada Yahudilerin m ü­
cadelesini kastediyordu.
Hess kendisi dindar bir Yahudi olmasına rağmen,
Yahudiliğin Tanrısız devrimci bir sosyalist ideolojiye dönüş­
mesi gerektiğini söylüyordu. Ona göre Yahudiliğin insanları
vahşi hayvanlara dönüştürme misyonu vardı. (Para Sistemi,
Rheinische Jahrbücher,Vol. 1,1845)
İlginçtir ki, Hess’in Siyonist doktrini daha sonra
Macar Yahudisi T. Herzl tarafından 1890’larda geliştiri­
lecektir.
Marksın rehberlerinden biri olan diğer bir Yahudi Levi
Barudi, ‘devrimci elit Yahudiliğin Yahudiliğini inkâr etmeme­
si gerektiğini söylüyordu.
Aslında Hess, Marks, Baruch ve birçoklarının hepsi
Yahudiliklerini Marksist söylemlerin ardında gizliyorlardı.
Baruch’un Marksa yazdığı mektuplar yayınlandı­
ğı zaman büyük bir skandala sebep olmuştu. Çünkü bu
mektuplarda ‘Yahudiliğin proleterya yardımı ile iktidarı
ele geçireceği’ yazıyordu. Baruch’a göre, Yahudilerin ön­
derliğinde kurulacak yeni hükümet bütün özel mülkiyeti
yasaklayacak ve bu suretle bütün zenginlikler Yahudilerin
eline geçmiş olacaktı. Böylece Talmud’daki ‘bütün dünya

152 Kaşer (Koşer): Genellikle Yahudi dini kurallarına uygun olarak hazır­
lanan yiyeceklerin tümü.

361
zenginlikleri Yahudilerin olacak’ şeklindeki söz doğrulan­
mış olacaktı. Baruch, yazısının devamında Yahudiliğin he­
deflerinin bütün dünyada gücü ele geçirmek, diğer bütün
ırkları karıştırmak, bütün millî güçleri çökertmek, bütün
kraliyet ailelerini tasfiye etmek ve sonunda “SİYONİST
DÜNYA DEVLETİ”ni kurmak olduğunu açıklıyordu.
(Sallaste, “Les origines secretes du bolschevisme” Paris,
1930, sayfa 33-34)
Marksa göre Ruslar aşağılık’ bir millet idi. Marks
Çinlileri sevmediği gibi, Slav’ları da etnik pislik’ diye
nitelendiriyordu. Marks’ın aşağıladıkları arasında savu­
nuculuğunu yaptığı işçi sınıfı da vardı. Ona göre işçiler
aptal’ ve ‘budala insanlardı. Marks köylülere de ‘mağara
adamları diyordu.
Bakunin’in153 Marks’d an uzaklaşmasının bir sebebi
de Marksizmi Yahudiliğin gelişmiş bir şekli olarak gör-
mesiydi.
Marksizm’in Yahudilik ve Musevi dini ile hiçbir ilişkisi
olmadığını ispatlamak için birçok Komünist lider (Bunların
başında Marks, Proudhon ve Foumier geliyordu) Musevi
dininin Marksist ideoloji için bir tehdit olduğunu belirten
yazılar yazarak, Yahudileri eleştirmişlerdi.
Bazı Komünist liderlerin anti-semitizm (Yahudi düş­
manlığı) ile suçlanması, aslında şüpheleri Komünizm’in
Frankist-Kabalist yönünden uzak tutmak için düzenlen­
miş taktik bir manevraydı.
Marks 1848’de yazdığı ‘Yahudi Meselesi’ adlı kitabın­
153 Bakunin (Mihail Aleksandroviç) Rus anarşist (1814-1876) Devrimci bir su­
bay olan Bakunin 1842’de kaçmak zorunda kaldığı Paris’te Herzen, Marks
ve Proudhon’la tanıştı. Almaııyada 1848-1849 Devrinıine katıldı. 1849’da
tutuklandı. 1857’de Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Buradan kaçarak 1867’de
Birinci Enternasyonale katıldı. Napoli’de Birinci Enternasyonalin İtalya ör­
gütünü, 1868'de Sosyal Demokrat ittifakı kurdu.

362
da, Yahudilerin Avrupa’yı kontrol ettiğinden bahsetmiş
ve onların ‘dünyevi tanrısının para’ olduğunu yazmıştı.
4 Ocak 1856’d a Kırım Savaşının ortalarında, Marks
‘New York Daily Tribune’ gazetesine yaptığı açıklamada
gerçekte savaşı kazananın ‘entrikacı bir örgüt,’ olduğunu
söylüyordu.
İngiliz devlet adamı Benjamin Disraeli154‘Coningsby’
adlı romanındaki Rothschildleri anlatmaktaydı—gizli bir
Yahudi örgütünün bankalar aracılığı ile dünyayı yönettiğin­
den bahsediyordu. Disraeli bu örgüt için, imparatorlukları
yıkmak ve yerlerine yenilerini (Cumhuriyetleri) kurmanın
çok kolay bir iş olduğunu açıklıyordu. Babası İtalya’d an
İngiltere’ye göç eden Sefarad Yahudileri’nden olan Disraeli,
Frankistler’in sırlarını çok iyi biliyordu. Disraeli roma­
nında, Almanya’da Yahudilerin hazırladığı korkunç bir
ihtilal olacağını, Komünist ve Sosyalist partilerin başında
Yahudilerin olduğunu yazıyordu. Ona göre Yahudi ihtilal­
cilerin amacı Hıristiyanlığı nötralize etmek ve dünyayı şid­
dete dayalı bir Yahudi dünyasına dönüştürmek idi.
‘Big Brother’ (Büyük Birader) masonik bir terim
olup, bunu ilk kullanan kişi Disraeli olmuştur. Daha sonra
George Orwell 1948’de ‘Big Brother’ düşüncesini “1984”
adlı kitabında kullanmıştır.
Marks, ‘Yahudi Meselesi’ adlı kitabından dolayı anti-
semit olmakla suçlanmasına rağmen, aynı olayları anla­
tan Disraeli’nin bu şekilde suçlanmaması oldukça garip­
tir. Acaba bunda Marks’m açıkça Komünist olmasının bir
rolü var mıydı?
154 Benjamin Disraeli: İngiliz devlet adamı. (1804-1881) 1837’d e Muhafa­
zakâr Parti’den milletvekili seçildi. 1848’de başkam olduğu bu partiye
yeni bir soluk getirdi. 1852,1858-1859 ve 1866-1868 yıllarında Maliye
Bakanlığı yaptı; ardından Lord Derby’in yerine Başbakan oldu. Disrae­
li 1868 ve 1874-1880 yılları arasında İngiltere Başbakanı oldu ve ‘Lord
Beaconsfeld’ unvanını aldı.

363
Illuminati Ajanları; Marks ve Engels:

Bugün Moses Hessin Iliuminati ile ilişkisi olduğunu


bilen çok az insan vardır. Marks ve Engels’i Iliuminati’ye
takdim eden Hess’dir. Marks ve Engels, ‘The League of
Just Men (Adil İnsanlar Birliği) adlı Illuminati cephe
örgütünün üyesi idiler. Bu örgütte Yahudi Jakob Venedy
önemli bir rol oynuyordu.
Bu gizli örgüt, 1836 yılında Paris’te ‘Devrimci Yahudi
sosyalistler’ tarafından kurulmuştu. 12 Mayıs 1839’da
‘The League of Just Men,’ diğer bir fesatçı grup olan ‘The
Seasons’ (Mevsimler) ile beraber Fransa’d a iktidarı ele ge­
çirmeye teşebbüs etmişlerdi.’The League of Just Men ör­
gütünün kurucusu Louis Auguste Blanqui idi. Darbe te­
şebbüsünün başarıya ulaşamaması üzerine Blanqui yaka­
lanarak hapse atıldı. Örgütün lideri Yahudi ‘Illuminatus’
Joseph Moll ise Londra’ya kaçtı.
Moll ve Schapper tarafından yönetilen ‘The League
of Just Men giderek uluslararası yıkıcı bir örgüt niteliğini
kazandı. 1831 yılında Polonya ve Fransa’d a benzer darbe
teşebbüsleri olduysa da hiçbiri başarılı olamadı.
Bankacı elit ve Illuminati gücü ele geçirme’ arzularını
bir ideoloji ile kamufle etmek istiyordu. Komünizm onlar
için, hem bazı fesat plânlarını yürütmek, hem de ateizm
propagandası yapabilmek için biçilmiş bir kaftandı.
Kasım 1847’de Moses Hess ‘The League of Just Men
örgütünün adını ‘Komünist Parti’ye çevirdi. Marks, Engels
ile birlikte ‘Ligi’ yeniden örgütledi. Yeni örgütte şu şahıs­
lar önemli roller oynuyorlardı; Moses Hess, Karl Marks,
Friedrich Engels, Wilhelm Weitling, Hermann Kriege,
Joseph Weydemeyer, Ernst Wolf, Ferdinand Wolf.

364
Marks, ‘Komünist Manifestosunu yazmakla görev­
lendirildi. Şubat 1848’de ‘Komünist Manifesto’ Londra’da
basıldı. Marksın manifestoda yaptığı iş, A. Weishaupt ve
Clinton Roosevelt’in mevcut düşüncelerini geliştirmek­
ten ibaretti.
Marks’ın yol göstericilerinden biri de ütopyacı
Komünist ve ‘Illuminatus’ François Noel Babeuf (1760-
1797) idi. Bu şekilde ‘Komünizm ve Sosyalizm’ Illuminati
programı için kod isimler haline geldi. Bu ideolojiler
llluminati’nin isteklerine uygun olarak bütün moral de­
ğerleri inkâr ediyordu.
Marks bütün dinlere karşı şu sloganı ortaya atmıştı;
“Din halkların afyonudur.”
Marks eski toplumun tek bir metodla -devrimci te­
rörizm yoluyla- yıkılacağına inanıyordu. Marks ve Engels
‘Komünist Manifestoda açıkça dünyayı ele geçirmek için
‘güç kullanılması gerektiğini’ söylüyorlardı. Marks sosya­
list eylemlerde şiddet kullanılmasının gerekliliğini savu­
nuyordu.
‘Bütün Dünya İşçileri Birleşiniz!’ gibi sloganlar
Illuminati’yi iktidara taşımak için ortaya atılmıştı.

365
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

1848 İHTİLALİ-İLK DALGA

Komünist Parti kurulduktan birkaç ay sonra, birçok ül­


kede ihtilaller çıkmaya başladı. 1848 yılı ‘büyük devrim­
ler yılı’ oldu. Rothschild ailesi, hem ‘Komünistler Liginin
kuruluş aşamasında (plânlamasında) hem de finanse ed­
ilmesinde önemli bir rol oynamıştı.
Daha önce de bahsettiğim gibi, Rothschild’ler Fransız
İhtilali sayesinde (1789-1799) muazzam servetler kazan­
mışlardı.
Rothschild’ler Avrupa’nın en iyi istihbarat ve enfor­
masyon ağma sahiptiler. Bu sayede bütün savaşlardan
onlar kârlı çıkıyorlardı.
1847 yılında Lionel Rothschild İngiliz Parlemento-
sunun ilk Yahudi üyesi oldu.
Avrupa’d aki ihtilaller, Yahudi-Illuminati örgütü ve
onun yardımcıları tarafından çıkarılmıştı.
Bütün devrimler buğday rekoltesinin en düşük ol­
duğu 1846 yılında başladı. Bu arada ‘görünmeyen bir el’
aniden büyük miktarlarda hububat almalarına başlamıştı.
1847-1848 yılları arasında hububat fiyatları önce iki, son­
ra üç katına çıktı. Bu arada gıda maddeleri gizlice dük­
kânlarda stoklanmaya başlamıştı. Halk açlığın pençesine
düşünce, kanlı ihtilaller için uygun zaman oluşmuştu.
Bütün hububatı satın alan Yahudi işadamı Ephrasi aslın-

366
da James Rothschild için çalışıyordu.
1848 İlkbaharında bir ihtilal çıkarılması, 1847
Mayıs’ında Strasburg’d a toplanan masonik bir konferans­
ta kararlaştırılmıştı.
Delegeler arasında çok önemli Yahudi-Illuminati
mensuplarından şu şahıslar bulunuyordu;
1- Aiphonse Lamartine (1790-1869) Fransa’daki
‘çağdaş devrimci hükümeti’ kurmakla görevlendirilmişti.
(Aslında resmen Dışişleri Bakanı idi.)
2- Adolphe (Isaac Moise) Cremieux.
3- Goudchaux.
4- Leon Gambetta.
5- Simon ve Louis Blanc (Bu ikili 1848’deki Paris
Devriminin liderleri olacaktır.)
6- Fickler.
7- Friedrich Franz Karl Hecker (1811-1881).
8- George Herweg.
9- Robert Blum.
10- Feuerbach.
11- Johann Jacoby (1805-1877).

Bu isimlerin hepsi ihtilalin lider kadrosunu oluştu­


ruyordu.
Mayıs 1860’da, Haham Elie-Aristide Astruc, Narcisse
Leven, Jules Garvallo ve diğerleri ile beraber Yahudi-
Mason Locası ‘LAlliance Israelite Universelle’i kuran
Cremieux idi. Yahudi B’nai B’rith Locası, ‘Alliance’nin
yürütme organı görevini görüyordu.
1863’de Cremieux ‘merkez hareket komitesinin baş­
kam oldu. Bu örgütün parolası:

367
“Bütün İsrailliler yoldaştır,” idi.
Cremieux aynı zamanda ‘Grand O rient de France’m
Büyük Üstadı idi.
Cremieux, güçlü İngiliz Yahudisi Hayim Monteflore
(1784-1885) ile beraber çalışıyordu. Bu ikili Şam’daki
Yahudi ritüel cinayetine karışan Yahudileri kurtarmak için
olağanüstü bir çaba sarfetmişti.
Biz yine konumuza dönelim. İlk ihtilal Sicilya’da
patlak verdi. 12 Ocak 1848’de Palermo’lu devrimciler
Sicilya’nın bağımsızlığını ilan ettiler. 8 Şubatta Piemonte’de
de devrimci hareket başlatıldı. Tuscany’d e ise ihtilal 17
Şubatta başlamıştı. İtalya’daki ihtilal iki Yahudi liderin,
yani Giuseppe M azzini ve Adriano Lemmi’nin koordi­
nasyonunda yürütülüyordu. Lemmi fesatçı-devrimci bir
insandı ve 1872’de Mazzini’den sonra ‘Grand Orient’in
Büyük Üstadı oldu. İhtilalin plânlama aşamasında Mason
Guiseppe Garibaldi de rol almıştı. Bundan sonra olay­
lar Fransa’ya sıçradı. 22-23 Şubat tarihlerinde Paris’te bir
ayaklanma çıktı. Isaac Cremieux yönetimindeki ihtilal­
ciler, Fransa Kralı Louis Philippe’yi taht’tan indirdi ve
Kral 24 Şubatta Londra’ya kaçmak mecburiyetinde kaldı.
Lamartine iktidarı ele geçirdi. Aynı tarihlerde ‘Komünist
Manifesto’ ilk defa yayınlanıyordu.
5 Mart 1848’de Heidelberg’de yerel masonik lo­
canın büyük üstadı başkanlığında bir ön parlâmen­
to toplantısı yapılıyordu. Bu toplantıya katılanların
çoğu -Strasburg’d aki Illuminati konferansına katılan-
Yahudilerdi.
11 Martta Illuminati Prag’da ‘Saint Wencesias’
Konseyini kurdu.
13 Martta Avusturya’nın başkenti Viyana’d a bir seri

368
ayaklanma çıktı. Bu ayaklanmanın ‘mimarları’ iki Yahudi
doktor olan Adolf Fischhof ve Joseph Goldmark idi.
14 Martta Roma’da bir ayaklanma çıktı. Burada lider
Guuseppe Mazzini idi. Mazzini ‘Papa Devletinin bir
cumhuriyet’ olduğunu ilan etti. (Bu cumhuriyet daha
sonra Garibaldi’nin inatçı savunmasına rağmen ortadan
kaldırılacaktır).
15 Martta Macaristan’ın Pest kentinde çok iyi plânlan­
mış bir isyan çıktı. Macar isyanının kahramanları Yahudi
Mahmud Paşa (Freund) ve Mason Lajos Kossuth idi.
22 Ağustos 1849’d a AvusturyalIlar bu ‘cumhuriye­
ti’ ortadan kaldırmayı başardılar. Manin diğer Yahudi
Illuminist feastçılarla birlikte Paris’e kaçtı.
Münih’teki Mart devriminde de Masonlar Bavyera
Kralı I. Ludwig’i tahttan çekilmeye zorlamışlardı.
İşte böylece ‘resmi tarih’te anlatılan ‘kendiliğinden
gelişen halk hareketlerinin perde arkasını kısmen aydın­
latmış olduk.

369
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

1848-49 İH TİLALİ-İKİN Cİ DALGA

12 Nisanda Yahudi Friedrich Hecker Baden’de (Alman­


ya) bir ayaklanmayı organize etti.
15 Mayıs’ta Masonlar Viyana’d a ikinci bir ayaklanma
başlattılar ve imparatoru tahttan çekilmeye zorladılar.
Bohemyadaki (Şimdiki Çek Cumhuriyeti) ihtilal,
Prag’daki ile aynı zamanda yani 12 Haziran 1848’de çıktı.
Fakat 17 Haziranda bastırıldı. Bu eylem ‘Uluminatus’ Michail
Bakimin tarafından hazırlanmıştı.
3 Mayıs 1849’da Dresden’de (Almanya) de bir ihtilal
teşebbüsü oldu, fakat bastırıldığı için Bakunin 9 Mayıs’ta
şehirden kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra idama mah­
kum edilen Bakunin, Rusya’ya iade edilecek ve 1861’de
sürgüne yollandığı Sibirya’d an Japonya’ya kaçacaktır.
22 Haziran 1848’de Paris’te yeni bir ayaklanma başla­
dı. 18 Eylülde Frankfurt’ta (Almanya) bir ayaklanma or­
ganize edildi. 6 Ekimde Viyana’d a üçüncü bir ihtilal teşeb-
büssünde bulunuldu. Adolf Fischer ‘Güvenlik Komitesi
Şefi’ olarak Avusturya’nın gerçek diktatörü oldu. Bu dev­
rim hareketi de 31 Ekim tarihinde bastırıldı.
1848 yılında Avrupa’yı sarsan bu devrimci hareket­
lerin (Avusturya, İtalya, Fransa, Macaristan, Bohemya,
Almanya, İsviçre, Danimarka ve İsveç) arkasında Mason
locaları bulunuyordu.

370
Almanya’daki ihtilal hareketi tamamen bastırıldıktan
sonra 1849 Mayısında Marks sürgüne gönderildi.
Benjamin Disraeli, “Lord George Bentinck: A Political
Biography” (London, 1882) adlı kitabında Yahudilerin
önderliğindeki Illuminati’nin, 1848 yılındaki Avrupa’yı
sarsan ihtilal hareketlerinin arkasındaki güç olduğunu
belirtir.

Illuminist Terör:

28 Eylül 1864’de Londra’da ‘Uluslararası İşçiler Birliği’


kuruldu. Bunu takipeden günlerde Hess, Marks, Engels
ve Bakunin T. Enternasyonali’ kurdular. Bu enternasyo­
nal resmen kapanan ‘Komünist Liginin görevlerini
sürdürmek için kurulmuştu.
Marks’m yardımcısı ve I. Enternasyonal üyesi olan
Yahudi terörist Karl Cohen, 7 Mayıs 1866’d a Başbakan
Otto Von Bismarck’ı Berlin’de öldürmeye teşebbüs etti.
Marksistlerin terör eylemleri yalnız bununla sınırlı kal­
madı. Maxim Kowalevski’nin anlattığına göre, Alman
İmparatoru Kaiser I.Wilhelm’e yönelik suikast teşebbü­
sünün başarısızlığa uğraması (1878) nedeniyle Marks
müthiş sinirlenmiş ve o başarısız teröriste lanetler yağ­
dırmıştı.
18 Mart 1871’de Marksistler Paris’te dünyanın ilk
“Proleterya Diktatörlüğünü” ilan etme fırsatını buldular.
‘Devrimci Paris Komünü’nün üyelerinden çoğu aynı za­
manda I. Enternasyonal üyesi idiler. Bu Komün, karan­
lık Illuminati güçleri tarafından medeniyetimize gön­
derilmiş bir sinyal idi. Komüncülerin çoğu masondu ve
Hıristiyanlığa karşı aktif bir mücadelenin içindeydiler.

371
Paris Komünü 71 gün sonra (28 Mayıs 1871’de) orta­
dan kaldırıldı. Jakobenler’in ve Blankistler’in terör eylemi
20.000 insanın hayatına mal olmuştu.
Zaten Weishaupt da şöyle dememiş miydi?
“İkna edemediğiniz kişileri ortadan kaldırın!”
1872’de Karl Marks Avrupa’daki Enternasyonali ka­
patma kararı aldı. Bu kararda Marks’ın anarşist Bakunin le
olan iktidar mücadelesi etken olmuştu.
1 Mayıs 1890’d an itibaren (Illuminati 1 Mayıs 1776’da
kurulmuştu) dünyanın her tarafında sosyalist ve komü­
nistler, Rothschildler’in kızıl bayrağı altında (aslında sü­
rekli devrimi sembolize ediyordu) ‘İşçiler Günü’nü kut­
lamaya başladılar. Aslında bu kuruluş gününü kutlamak
için çok daha ‘proleter’ bir bahane bulmak gerekiyordu.
Bu amaçla 1886’d a (Illuminati’nin kuruluşunun 110’ncu
yılında) Chicago (ABD) da bir provokasyon düzenlendi.
Bunu düzenleyenler, işçilerle polis arasında ciddi bir ça­
tışma çıkacağını ve sonunda birkaç işçinin öleceğini ümit
ediyorlardı. Teşebbüs başarıya ulaşamadı fakat 3 Mayısta
polis, bir grup grev-kırıcıya saldıran işçilere ateş açtı ve
bunun sonucunda bir işçi Öldü. Nihayet bir ‘proletarya
şehidi’ olmuştu ama istenilen günde olmamıştı.
Bu provokasyonu düzenleyen Yahudi ‘Illuminatus’ ve
milyoner sendika başkanı Samuel Gompers idi.
Gompers, Marksa inanmış bir sendika lideri idi.
1 Mayıs 1889’da Paris’teki Ifnci Enternasyonal, bu
günü kana bulamak ve ‘proletarya şehitleri’ yaratmak için
uğraşıyordu.
İngiliz tarihçi N. Webster’a göre, Illuminati H’nci
Enternasyonali (1889-1899) tamamen kontrolü altında
tutuyordu.
372
Marks Miti’nin Arkasındaki Gerçekler:

Marks ile ilgili birçok mit vardır. Ama bunlar arasında en


meşhuru, “Marksın hiç parası olmadığı ve Engels’in eko­
nomik desteği ile yaşadığı”dır.
Gerçekte Marks, Nathan Rothschild tarafından
finanse ediliyordu!.. Bunu Marksa çok yakın bir kişi
olan Mikhail Bakunin’in ‘Polémiqué contre les Juifs’
(Yahudilere Karşı Polemik) adlı kitabından öğreniyoruz.
Bakunin ‘Marks ve arkadaşlarının bir ayağı bankada diğer
ayağı sosyalist harekette olduğu için onlardan ayrılmıştı.
Frankist-Illuminist’lerin temel sloganı “Paranın satın
alamayacağı hiçbir şey yoktur,” idi.
Engels, Marks’ı “içi nefret dolu şeytani bir adam,”
diye nitelendiriyordu.
Marks her türlü burjuva lüksüne, özellikle içki
(Özellikle Fransız şarabına) ve yiyeceklere çok düşkün­
dü.
Diğer bir Yahudi sosyalisti, mason ve ‘Illuminatus’
olan Marksin yoldaşı Mazzini onun için, “Yıkıcı ruhlu
biridir,” diyordu.
Çok ilginçtir ki, komünist Karl Marks ABD’deki ‘kö­
lelik’ kurumunu destekliyordu. Diğer ‘Illuminatus’ Albert
Pike gibi o da zencilere düşmandı.

373
YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

1870 ALMAN-FRANSIZ SAVAŞI VE


III. NAPOLYON’UN DEVRİLMESİ

1869’d a Roma’da ‘Assocciazone Democrática Romano’


(Roma Demokrasi Derneği) kuruldu. Derneğin sem­
bolü ‘kurukafa ve altında çapraz olarak duran iki kemik­
ti.’ (Günümüzde ABD’de bulunan ‘Skull and Bones’ gizli
örgütünün sembolü de aynıdır.)
Demeğin programının l ’nci maddesini “Papalığın
şiddet yoluyla yıkılması ve İtalya’nın birleştirilmesi” oluş­
turuyordu.
Papa IX. Pius 8 Aralık 1869’da ‘Ekumenik Konseyi’
toplantıya çağırdığı sırada, Napoli’de alternatif bir “Anti-
Ekumenik Konsey” toplanmıştı. Turin’deki Masonların
başı olan Riboli kendisini temsilen G. Valerian’ı bu top­
lantıya yollamış ve oraya “Roma Katolik dini bir yalandır,
egemenliğinin sürmesi de suçtur,” mesajını yollamıştı.
Fransız Kralları Katolik Roma Kilisesinin koruyucu­
ları oldukları için, Roma’yı devredışı bırakmak Evanjelik
Prusya’ya düşüyordu.
Berlin ve Paris arasındaki silâhlı çatışmanın suçu as­
lında III. Napolyon’undu. Çünkü Napolyon kurulmakta
olan Alman Birliği’ni parçalamaya uğraşıyordu.
Dışta bazı olayların gelişmesi ile, III. Napolyon
19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açtı. Fakat III.
Napolyon’un bilmediği bazı güçler iş başındaydı. Bismark,

374
tahrikçi masonlukla Fransa’nın yenilgisi konusunda an­
laşmıştı bile. Böylece III. Napolyon savaş alanındaki açık
düşmanın dışında, Fransız saflarında bulunan gizli bir
düşman ile savaşmak zorunda kalacaktı. Fakat ne yazık
ki, Napolyon bu gizli düşmanın farkında bile değildi.
Rus tarih araştırmacısı Boris Brasol, “Dörtyol ağzın­
daki Dünya” adlı kitabında emekli Rus Dışişleri Bakanı
Nikolai Karwowitsch Girsin anılarından (1872) bahse­
der.
Girs anılarında şöyle demekteydi;
“1870 yılında Bern’de (İsviçre) elçi idim. Bu şehirde
çok iyi organize olmuş bir örgüt, Fransız birliklerinin
dağılımı, hareketleri, yedekleri konusunda istihbarat top­
luyordu. Bu istihbarat, Fransız Mason localarına m en­
sup Fransız subaylarının edindiği bilgilere dayanıyordu.
Bu bilgiler alışılmamış bir hızla şifrelenip, bir kurye ile
Berlin’deki Prusyalı Mason mutemetlere teslim edili­
yordu. Masonlar konusunda yaptığım araştırmalardan,
Fransa’nın uluslararası yüksek dereceli masonluk tarafın­
dan yenilgiye mahkum edildiğini anladım. Hiçbir askeri
strateji ve askeri fedakarlık onları yenilgiden kurtaramaz­
dı. Bu körlerin görenlere karşı yürüttüğü bir savaştı.”
Nitekim savaş kaçınılmaz bir şekilde Fransa’nın ye­
nilgisi ile sonuçlandı. Localar bu kaotik durum dan ya­
rarlanmanın yollarını arıyorlardı. Bununla ilgili ilk karar,
nefret edilen krallıkların yıkılması idi. Almanların Paris’e
doğru yaklaştığı günlerde (9 Ağustos) bir dizi karışıklık
çıkarıldı. Fakat bunlar sarayı ele geçirmeye yetmedi.
2 Eylülde Mac Mahon Sedan’da teslim oldu. Fransız
ordusundan 83.000 kişi Alınanlara teslim olmuştu. 4 Eylül
günü önceden satın alınmış ajitatörler vasıtası ile meclis­

375
te büyük bir karışıklık çıkarıldı. Fransa Kraliçesi ülkeyi
terk ederek İngiltere’ye kaçtı. Senato kendini feshetti ve
Yahudi-Mason Gambetta ‘Halk Hüküm etinin kuruldu­
ğunu açıkladı.
Yeni kurulan III. Cumhuriyet Hükümeti tamamen
masonlardan oluşmuştu. Dışişleri Bakanı Mason Jules
Favre, İçişleri Bakanı Mason-Yahudi Leon Gambetta,
Eğitim Bakanı aydınlanmış’ Yahudi Jules François
Simon oldu. Daha önce de bahsetmiş olduğum, ‘Alliance
İsraelite Universelle’in kurucusu ve ‘Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nin Büyük Üstadı ve III. Napolyon’un başmu-
halifi Isaac Adolphe Cremieux hükümette Adalet Bakanı
olarak yer aldı.

376
YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

YAHUDİ MASONLUĞU
B’NAİ B’RİTH’İN ‘İSKOÇ
MASONLUĞU’ İLE BİRLEŞMESİ

12 Eylül 1874’de B’nai B’rith ve İskoç Riti Masonluğu


arasında bir ‘Konkordat’155 imzalanarak gelecekteki be­
raber çalışmanın temelleri atılmış oldu. Anlaşma İskoç
Riti adına Albert Pike, B’nai B’rith adına Armand Levy
tarafından imzalandı.
Armand Levy B.B’in Almanya başkanı ve Alman,
Amerikan ve İngiliz B.B localarının da temsilcisi idi.
Anlaşmada kısaca şunlar yazıyordu;
“Bizler, büyük Üstadlar ve “Kutsal Palladium’un
Konservatorları,” Genel Masonluğun en üst Patrikleri
olarak, B’nai B ‘rith’in Amerika, İngiltere ve Almanya en
üst üç Konsistörü ile bu anlaşmayı imzalıyoruz.”
İmza: Limmud Ensof (Aibert Pike’in masonik adı)
Tarih: 00847 ‘Gerçek Işık Yılının 7’nci Ayının 12’nci
Günü (Hürmasonluğun Anderson tarafından tespit edi­
len tarihi, değişik kronolojileri ilham etmiştir. Bu yüzden
Masonik takvimler yaşadığımız takvimlerden farklıdır.
En çok bilinen Anno Lucis=Işık Yılıdır. Genelde ‘Işık
Yılını’ belirlemek üzere yaşadığımız takvim yılına 4000
ilave edilmektedir.)

155 Konkordat: Papalık ile diğer bir devlet arasında yapılan anlaşma.

377
B.B’in merkez karargâhı Hamburg’d a (Almanya) idi
ve ‘En Büyük Patriksel Birlik’ sıfatım taşıyordu.
İlginçtir ki, Yahudi olmayan hiçbir mason birader
B’nai B’rith’e üye olamıyordu.
Bir yıl sonra, yani 26 Eylül 1875’de İsviçre’nin Lozan
şehrinde masonik bir kongre toplanarak, ‘Uluslararası
İskoç Masonluğunun Yüksek Konseyleri’ (33’ncü derece­
den Masonlardan oluşuyordu) “Lozan Konfederasyonu”
adı altında birleştirildi. Bu şekilde her bağımsız devletin
sadece bir ‘Yüksek Konseyi’ olabilecekti. ‘Eski ve Kabul
Edilmiş İskoç Riti,’ Lozan’daki Konfederasyon toplantı­
sında kararlaştırıldığı gibi evrensel bir “Dünya Riti’ ha­
line geldi. Böylece en üst seviyede bir füzyon işlemi ger­
çekleştirilmiş oldu. Ulusal masonik dernekler, bu yüksek
makam vasıtasıyla dünya politikalarını156 yönlendirmeye
başladılar.

156 Örneğin, Fransız ‘Grand Orient’i 1875 yılından itibaren gelecekteki ilk
hedef olarak ‘A lman halkının yok edilmesini’ benimsemişti.

378
YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM

ANGLO-İSRAİLVEYA
İNGİLİZ -YAHUDİ MEDENİYETİ

Teoman Duralı, “Çağdaş Küresel Medeniyet” adlı kitabında


‘İngiliz-Yahudi Ana İdeolojisi Küreselleşmenin Etkenleri’ni
şöyle anlataıaktadır;
“Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümeleri
vücut vermesine rağmen, Hür-Sermayeciliği asıl belir­
leyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten mahfil,
milletlerüstü bir teşkilat olan Farmasonluktur. Cinsiyet
hariç, din ile milliyet nevinden hiçbir ayırım gözetmeyen
Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleş­
mesini herhalükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler
arasında üstün olanlar, yine de İngilizler olup, onları Ya-
hudiler takip ederler. İngilizler arasındaysa, günümüzde
tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca de­
recelenme söz konusudur.
İşte, ilkin 1789 İhtilali ile Fransa’da köprübaşı tutup
oradan Avrupa’nın değişik yörelerine intikal eden, ön­
celikle de sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her
tarafında özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kök
salıp yeryüzünün dört bir köşe bucağına yayılan İngiliz-
Yahudi medeniyetinin asıl taşıyıcısı Far-masonlar’dır.
Taktik ve stratejisiyle Farmasonluk İngiliz-Yahudiliğinin
ana örnekliğini teşkil eder.
Maddi-iktisadi-serüveninde 1650’lerden itibaren
İngilizin, adeta tabii ortağı İsraillidir. Teşebbüsün başlatı-

379
a sı yahut mucidi Ingiliz’dir. Tarihi şartların kazandırdığı
tecrübelerinin, hüneri ile zeyrekliğinin sağladığı birikimi
sayesinde olayın künhüne varan İsrailli, İngilizle yaşam
ortaklığına (Symbiosis) girmiştir. Kavmi milliyetçi olan
Anglikan İngiliz ile Yahudi - İsrailli maddi düzlemdeki
yaşama ortaklıklarını, yani çıkar birlikteliklerini soyca
karışma raddesine taşımazlar. Her iki unsur, soyca da kül­
türce de ayrılıklarını muhafaza etmeye bakar.” (Aslında
bu tez doğru değil, çünkü İngiliz soylularının hiç azım­
sanmayacak bir kısmı Yahudi kanı taşımaktadır.)
19’ncu Yüzyılda Asya’daki uyuşturucu ticareti İngiliz
Yahudilerinin -özellikle David Sassoon’u n - tekelinde idi.
David Sassoon’a157 Asya’nın Rothschild^’ deniyordu. O,
Japonya’ya kadar bütün Asya uyuşturucu ticaretini tekelinde
tutuyordu. Fakat Çin İmparatoru uyuşturucu ticaretini ya­
saklamaya kalkınca, Sassoon’un baskısı ile İngiliz Hükümeti
Çin’e ‘Afyon Savaşı’m açü. Bu savaş sonunda Çin İmparatoru
uyuşturucu ithalatı yasağını kaldırmak zorunda kaldı.
Sassoon ailesi uyuşturucu ticaretinden muazzam paralar ka­
zanırken, İngiliz Emperyalizmi de Uzak doğuda etkinliğini
arttırmış oluyordu.

D’Israeli ve Süveyş Kanalının Satışı:

Süveyş Kanalı Projesi Fransız Vikont Ferdinand de Les-


seps tarafından geliştirilmişti. Kont, 5 Ocak 1856’d a Mısır
Hidivi Said Paşa’dan kanalın 99 yıllık inşa ve kullanım
hakkını elde etti. Lesseps de kanalın yapım işini bir Fransız
şirketine devretti. Her şey düzgün gidiyordu ve Siyonist
157 Sir Albert Abdullah David Sassoon 'uyuşturucu taciri’ olarak 1872’de
İngiliz şövalye’ unvanını aldı. 1890’d a ise Baron unvanını aldı. Sir
Edward Sassoon, Rothschild ailesinden biriyle evlendi. Yüksek dereceli
bir mason olan Sassoon, İngiliz Kralı VII. Edward’m yakın dostuydu.

380
Moses Hess’in (Bu konu ile ilgili olarak ‘Marks ve Engels’in
Akıl Hocası Haham Hess’ bölümüne bakınız.) alkışları
arasında 25 Nisan 1859’d a kanal yapım çalışmaları başladı.
Şimdi okuyucu bu Moses Hess de nereden çıktı diye sor­
abilir. Açıklayayım; Moses Hess 1862 yılında yazdığı ‘Rom
und Jerusalem. Die letzte Nationalitaetenfrage’ (Roma
ve Kudüs. Son Milletler Meselesi) adlı kitabında Süveyş
Kanalının inşası ile Fransa’nın Ortadoğu’da daha rahat
yayılabileceğini savunuyordu. (Komünist Moses Hess
Fransız Emperyalizmini savunuyordu.)
Komünist-Haham bu şekilde ‘batı medeniyetinin yo­
lunun açılacağını’ iddia ediyordu.
Aslında Hess’in gerçekte düşündüğü ‘Fransız
Emperyalizmi’ değil, Süveyş’in Filistin’e yakınlığı idi. Hess,
Fransanın Filistin’de kurulacak bir ‘Yahudi Yurdu’na des­
tek veren önemli bir sömürgeci ülke olduğuna inanıyordu.
Hess’e göre Filistin’de kurulacak olan ‘Yahudi Devleti’ siyasi
açıdan tamamen Fransa’nın çıkarlarına uygun düşecekti.
Bu Hess’in büyük yanılgılarından biriydi. Çünkü kanal
yapımı 1869 Mart’ında tamamlandı ve 17 Kasım 1869’da
törenle hizmete açıldığında, Fransızların Mısır’daki varlı­
ğı da sona ermek üzereydi.
İngiltere’de Benjamin D’Israeli 1874’de Başbakan ol­
muştu ve İngiliz emperyalizmi onunla doruk noktasına
ulaşmak üzereydi.
Hess gibi D’Israeli ve yakın çevresi de Süveyş Kanalı
Projesinin ‘Siyonizm için ne kadar önemli olduğunun
farkındaydı. Bu sebepten kanalın İngiliz egemenliğine
geçme manevrasının, tamamen Yahudiler’in inisiyatifi ile
gerçekleşmesine hayret etmemek gerekir.
Sina Yarımadası boyunca yapılacak kanalın maliyeti 640

381
Milyar Frank’ı buluyordu. Masrafların bir kısmı Fransız hisse­
darlar tarafından karşılanacaktı. Hisselerin büyük bir kısmı
ise, Mısır Hidivi İsmail’in elinde bulunuyordu.
Bu sıralarda Fransa Hükümeti, Alman-Fransız Savaşı
dolayısıyla Rothschild bankasına büyük miktarlarda
borçlanmıştı. Hidiv de borçları dolayısıyla hisselerini art-
tıramıyordu.
D’Israeli hükümeti, Alman-Fransız Savaşının Fransız
Parlâmentosu üzerinde yarattığı şok ve sarsıntıyı kullanarak,
bir fınans-darbesi ile Süveyş Kanalı hisselerini ele geçirdi.
1875 sonbaharında, Londra’daki Siyonist bankacı­
lık hanedanın şefi Lionel Rothschild, İngiliz Başbakanı
Benjamin D’Israeli’ye 4 Milyon Sterlin (İngiliz Lirası)
vererek, hükümete Süveyş Kanalı Şirketinde başhissedar
ve kanalın sahibi olma fırsatını tanıdı. (Rothschild’ler 4
Milyon Sterlini doğrudan hisselerini satan Mısır Hidivi’ne
vermişlerdi.)
Böylece İngiltere Ortadoğu’nun en etkin siyasi ve
ekonomik gücü haline gelmiş oldu.
Fakat D’Israeli’nin başka planları da vardı. 1878
Berlin Kongresinde o, yalnız Romanya’daki Yahudilerin
özgürleşmesini değil, Tiirkler’in Kıbrıs’ı (İngiltere’ye) ver­
mesini de istemişti. Böylece Ortadoğu’ya açılan önemli
bir kapı (Kıbrıs) da güvence altına alınmış olacaktı.
Afrika’nın büyük bir bölümünün, Hindistan’ın ve
Pakistan’ın fethedilmesi, Kraliçe Viktoria’nın ‘Hindistan
İmparatoriçesi’ ilan edilmesi, Başbakan D’Israeli’nin kişi­
sel başarıları hanesine yazılmıştı.
1880 yılında yapılan yeni seçimlerde ‘Liberaller’ 350
sandalye kazandılar. Buna karşılık D’Israeli’nin de men­
subu bulunduğu ‘Muhafazakarlar’ ancak 230 saridalye çı­

382
karabildiler. Bunun üzerine 19 Nisanda D’Israeli istifa etti
ve yerine Gladstone Başbakan olarak atandı.

Gladstone ve M ısır’ın Fethi:

Gladstone, D’Israeli emperyalizmine karşıydı ve bu


sebepten dış politikada barışçı ve pasifist bir yol izle­
di. Bu dönemde Güney Afrika’daki Boerlere (1881)
bağımsızlıkları verildi. Bu arada İrlanda da bağımsızlığını
istemeye başlamıştı.
Dış politikadaki bu radikal değişikliklere rağmen,
İngiltere’nin Mısır politikası değişmedi. Muhafazakârların
‘emperyalist’ politikası devam ettirildi.
1882’de İskenderiye kentinde çıkan milliyetçi
Mısırlıların ayaklanması, kanlı bir şekilde bastırıldı ve
ülke Ingilizler tarafından tamamen işgal edildi. Böylece
emperyalizme muhalefetle iktidara gelen Gladstone hü­
kümetinin baş icraatı Mısır’ın işgali oldu.
Böylece ‘Liberallerin’ de ne kadar yalancı olduğu or­
taya çıkmış oldu.
Henry Noel Brailsford ‘The War of Steel and Gold’
(Londra, 1914) adlı kitabında Mısır’ın işgaline yol açan
başlıca etkenin Rothschild’ler olduğunu belirtir.

Rhodes, ‘Round Table’ (Yuvarlak Masa) ve Rothschild:

Filistin’in Sina Yarımadası yoluyla Mısırla komşu


olduğu iyi bilinirse, Nathaniel Meyer Rothschild’in
Mısır’ın işgaline niye bu kadar önem verdiği kolaylıkla
anlaşılabilir. Meyer Rothschild’in bu operasyondaki
ortağı Cecil John Rhodes idi. Rhodes, İngiliz sömürge
politikasının ateşli savunucusu, milyoner bir işadamı

383
idi. Rhodes, Güney Afrikadaki elmas işinden zengin ol­
muştu. 1884’de Kap kolonisinin Maliye Bakanı, 1890 da
ise -Yahudiliğin desteği ile- Başbakanlığa kadar yük­
seldi. Rhodes Afrika’nın istilasında Rothschild’lerin tam
desteğini almıştı.
Rhodes, etkileri günümüzde de hissedilen bir gizli
örgütün kurucusu idi. Rhodes’in kurduğu ‘Round Table’
örgütü, (1891) bugün Londra’da ‘Chatham House’ adı al­
tında faaliyetine devam etmektedir.
Bu masonik yapılanmanın amaçlarından biri İngiliz
İmparatorluğunun sınırlarım genişletmek, İkincisi bir
‘Commonwealth’ (İngiliz Milletler Topluluğu) oluşturmak,
üçüncüsü ise, ABD’yi İngiltere’ye bağlamaktı. Bu şekilde
‘merkezileşmiş bir dünya’ (Yani İngiltere hakimiyetinde bir
‘DUNYA DEVLETİ’) kurulmak isteniyordu.
Dr. Quigley’e göre, ‘English-Speaking Peoples’
(İngilizce Konuşan Halklar) in ideologu H. W. Armstrong,
İngilizleri ‘İsrailin kayıp kabilelerinden biri’ ile özdeşleş­
tirmekteydi.
Nathaniel Meyer Rothschild de ‘Round Table’ üyele­
rinden biriydi. Aslında ‘muhafazakâr’ Salisbury Hükümetini
destekleyenler de, emperyalizmi İngiliz millî bilincine yerleş­
tirenler de Rothschild’ler idi. Yalnız muhafazakarlara değil,
Lord Rosebery’in158‘liberal’ hükümetinin ‘dünya egemenliği’
projesine destek verenler yine Rothschild’ler idi.
1895’de İngiliz emperyalizmi doruk noktası­
na tırmandığında, Siyonist Joseph Chamberlain’i
Sömürgeler Bakanlığına taşıyanlar da onlardı.
1896 yılında İngiltere 28 milyon lcm’lik sömürge top­

158 Archibald Philip Primrose (Earl of Rosebery), Baron Meyer


Rothschildm kızı Hannah ile evlenmişti.

384
rağına -sahipti. Bu anavatanın 88 katı genişliğindeydi ve
378 milyon kişiyi kapsıyordu. Buna karşılık ikinci emper­
yalist güç, Fransa’nın 4 milyon km lik sömürge toprağı ve
buralarda yaşayan 40 milyon insan vardı.
Theodor Herzl Siyonist Kongresinde İngiltere ile il­
gili şöyle bir kehanette bulunmuştu;
"İngiltere, güçlü bağımsız bir İngiltere bizim taleple­
rimizi anlayacaktır. İngiltere’nin desteği ile Siyonist dü­
şünce daha güçlü ve yüksekte olacaktır.”
Gerçekten de Londra, ortağı Siyonizme düşünülebi­
lecek her türlü yardımı yapmaya hazır durumdaydı.

385
OTUZUNCU BÖLÜM

II. ABDÜLHAMİD’E KARŞI


DÜZENLENEN İHTİLALDEKİ
YABANCI PARMAĞI

Doktor raporları sonucu Sultan V. Murat’ın iyileşmeye­


ceği ortaya çılanca, Veliaht Abdülhamid’in Osmanlı tahtına
oturması zorunlu hale gelmişti. İngilizler, Yeni Osmanlılar
ve masonlar tarafından daha Sultan Abdülaziz zamanında
Padişah olmasına çalışılan ve hatta bu uğurda onun için ‘hal’
olayına bile başvurulan Sultan V. Murat’ın işbaşından uzak­
laştırılması, adı geçen taraftarlar için kolay olmamıştı.
Sonra bunlar, Veliaht Abdülhamide şüphe ile ba­
kıyorlardı. Onun cülusunu müteakip Yeni Osmanlıları
takibata alması ise, ona şüpheyi düşmanlığa çevirmeye
başlamıştı. İşte buna başka sebepler de eklenince, Yeni
Osmanlılar onu halledip yerine iyileştiği iddia edilen V.
Murat’ı yeniden başa getirmeye yönelik ihtilal olayları
kendini gösterdi.
Sultan II. Abdülhamid’i hal’i esas alan ilk ihtilal ha­
reketi 20 Mayıs 1878’de ortaya çıkan ve adına “Ali Suavi
Vakası” veya “Çırağan Vakası” denilen ihtilal hareketidir.
Adı geçen ihtilalin lideri Ali Suavi idi. Yeni Osmanlılarm
bir üyesi olan Ali Suavi Türkiye’de Meşrutiyet propagan­
dası yapması sonucu Avrupa’ya kaçmış, burada dokuz yıl
kalmış, Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesini müte­

386
akip İstanbul’a gelerek, İngiliz Sait Paşanın onu Sultana
takdim etmesi sonucu, Sultanın ‘has müşaviri’ olmuştu.
Sultan II. Abdülhamid daha sonra Ali Suavi’yi
Saraydan uzaklaştırarak Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne
atadı. Ali Suavi dengesiz hareketlerinden dolayı bir m üd­
det sonra bu vazifeden azlolundu. Bu yüzden sefalete dü­
şerek Abdülhamid’in can düşmanı kesildi.
Bu sırada İstanbul’d a V. Murat’ın iyileştiği söylentileri
dolaşıyordu. Bu söylentiyi annesi Sevkefza Sultan çıkar­
mıştı. Amacı, oğlunun hastalığı sebebiyle tahtı “vekaleten
işgal ettiğini öne sürdüğü” II. Abdülhamid’i iş başından
uzaklaştırarak yerine oğlunu getirmekti.
Ali Suavi, acaba Sultan II. Abdülhamid’e karşı ihtilal
girişiminde bulunurken, bunu sırf kendi şahsi ihtirasını
tatmin için mi yapmıştı? İşin içinde başka sebepler de var
mıydı? Çeşitli kaynaklara göre, bunda İngiliz ve Rus par­
mağı vardı. Buna sebep 1877-78 Türk-Rus Harbinin mey­
dana getirdiği kargaşa ortamı idi. Rusya’nın galibiyeti ile
sonuçlanan savaş, 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos
Antlaşması ile sona erdirilmişti. İçinde kendisinin bu­
lunmadığı adı geçen andlaşmayı menfaatlerine aykırı
bulan İngiltere buna itiraz etmişti. Bu itiraza, bir kısım
Avrupa devletleri de katılınca, yeni bir sulh andlaşması
için Berlin’de konferans toplanması kararlaştırıldı.
İngiltere, bu konferansta Türkiye lehine yardım
karşılığı ondan taviz koparmak peşine düşmüştü. Bu
uğurda Kıbrıs’a yerleşmenin yanında, Doğu Anadolu’da
Ermeniler lehine ıslahat istiyor, Sultan bunları kabul
etmemek için direniyordu. Rusya ise, toplanacak olan
Berlin Konferansında II. Abdülhamid’in rolünün kendisi
açısından zararlı olabileceğini düşünüyordu.

387
İşte bu sebeplerden dolayı İngiltere ve Rusya,
Osmanlı Devletinden istedikleri tavizleri almak için adı
geçen konferansa “Sultan Abdülhamidsiz” bir Türkiye ile
girmek istiyorlardı.
İngiltere, Sultanı gerek Rus ve gerekse ‘hal’ korkula­
rıyla yola getirmeye çalışırken, Rusya da önceden ‘deli’
olduğunu ileri sürerek ‘kendisi ile çalışılamayacağı’ doğ­
rultusunda aleyhine propaganda yaptığı deli V. M urat’ı
iş başına getirip, onun bu pozisyonundan faydalanarak
tavizler koparmak peşine düşmüştü.
Her iki devlet de bu emellerini gerçekleştirmek uğ­
runda en müsait kişi olarak Ali Suavi’yi bulmuşlardı.
Ali Suavi öteden beri İngilizlere taraftar birisi idi.
Ayrıca Suavi’nin karısı da İngiliz idi. Ali Suavi, İngiliz si­
yasetine taraftar ve saray müşaviri İngiliz Sait Paşa’nın
da dostu idi. Fakat o İngilizlerin II. A bdülham id’e iti­
mat etmediklerini de biliyordu. Bu sebepten Sultan V.
Murat’dan faydalanmayı lüzumlu görüyordu.
Ali Suavi bazı İngilizlerle mektuplaşarak “Sultan
Murat’ın saraydan alınarak bir İngiliz gemisine götürül­
mesini ve Londra’ya kaçırılmasını” plânlıyordu.
Bu sırada V Murat’ı159destekleyen masonlar da onun iyileş­
mesini ve bunun sonucu tahta yeniden geçmesini istiyorlardı.
İstanbul’da bulunan Sultan Murat taraftarları bir ta­
raftan da harekete geçmek için toplantılar yapıyorlardı.
Kendisi de bir mason olan Ali Suavi, masonların
desteği yanında İngilizlerin de aktif desteğini almaya
çalışıyordu. Ali Suavi ile işbirliği halinde çalışan Sultan
159 Mimar Sinan Dergisinde Süha Umur, V. Murat’ın nasıl ve nerede Ma­
son olduğunu araştırarak sonucu açıklamıştır. Buna göre V. Murat
‘Prodos ‘Locası’nda eriştirilmiştir. 1868’d e açılmış bulunan bu locada
1872 yılında Kleanti Skalyeri Üstadı Muhterem idi. V. Murat’ın eriş­
tirilmesi ise gizlice Luis Amiable’nin Kadıköy’deki evinde yapılmıştır.
Kaynak: Abdurrahm an Erginsoy, “Türkiye’de Masonluğun Doğuşu”
(Erciyaş Yayınları).

388
V. Murat’ın annesi, İngiliz Sefiri Layard’a gizli bir ajanını
göndererek, oğlunun lehine İngiltere’nin desteğini iste­
miş, hatta Sefirin bizzat Çırağan Sarayına giderek Murat
ile görüşmesini talep etmişti.
İngiliz Sefirinin V. Murat’la görüşüp görüşmediği
bilinmemekle beraber, İngiliz Konsolosluğu baştercü-
mem İstavridis’in kardeşinin Ali Suavi ve V. Murat’la iş­
birliği halinde olduğu bilinmektedir. İstavridis, Sarayda
bir gece kalmış, Sultan V. Murat’ın dairesinde yatmış ve
Murat’ın kaçması için bir plân yapmıştı.
Bu plâna göre Saray’ın karşısına bir İngiliz gemisi ge­
lip demirleyecek ve bu geminin geldiği gün Sultan Murat’ı
kaçırmaya memur olanlar bir yolunu bulup Çırağan’a gi­
recekler ve gece yarısı gemiden fenerle Saraya bir işaret
verilecek ve bir de sandal göndereceklerdi. Gemiden veri­
len işaret üzerine Saraya girmiş olanlar Sultan Murat’ı alıp,
yavaşça rıhtıma inecekler, oradaki nöbetçilerden birisini
güzellikle veya zorla elde edip, sandal ile Sultan Murat’ı
İngiliz gemisine götüreceklerdi. Çırağan’a giren İstavridis,
Sultan Murat’ın kaçırılma planını tertip ettikten sonra er­
tesi gün yine çıkıp gitmişti. Bu kaçırma olayı çerçevesinde
diğer bir iddiaya göre, Sultan V. Murat, bir İngiliz gemisi ile
Londra’ya değil, bir Rus gemisi ile Odesa’ya kaçırılacaktı.
Bu olayı plânlayanlar İstavridis’in yanında yer alan
üç kişi idi: İstanbul’d a Prodos Locası’na kayıtlı Leh asıllı
Mihalovsky, Maliye Nezareti memurlarından Hüsnü Bey
ve Adliye Nezaretinden memur Mehmet Bey. İ. Hakkı
Uzunçarşılı’ya göre, V. Murat ilkin Odesa’ya kaçınacak
buradan Londra’ya götürülüp, iyileştirildikten sonra,
İngiltere ve Rusya devletlerinin ittifakı ile hükümdar ilan
edilecekti. V. Murat’ın Odesa yoluyla Londra’ya kaçırıl­

389
ması plânının Ali Suavi Vakası ile ilişkisi olup olmadığı
bilinmemektedir.
Ali Suavi’nin kaçırma teşebbüsünde, Türk-Rus Harbi
sonucu İstanbul’a gelen Rumeli göçmenlerinden bazıları­
nı kullanılmıştır.
Ali Suavi’nin Çırağan Sarayı Baskınında kullandı­
ğı göçmenler içinde öncü rolü oynayan Nişli Salih ve
Çerkeş Nazi’nin 1877-78 Türk-Rus Harbinde Rusya he­
sabına casusluk yaptıkları iddia edilir. Bu iki casus, Türk
ordusu Şıpka Geçidini almak için Ruslarla canla başla
savaşırken, askerlere moral bozucu propaganda yapmış­
lardı. Süleyman Paşa bunları yakalatıp, Edirne Divan-ı
Harbine sevketmiştir. Daha sonra bunlar, bir yolunu bu­
lup, buradan İstanbul’a kaçarak Ali Suavi Vakasına Rusya
hesabına katılmışlardı.
Ah Suavi veya Çırağan Vakası, 20 Mayıs 1878’de şöyle
cerevan etti: Ah Suavi, Türk-Rus Harbi mağduru Rumelili
Müslümanları müdafaa için bir cemiyet kurduğunu ileri
sürerek, etrafında topladığı 500 kadar göçmeni, “Padişahın
ihsan ve hediyesini almak” bahanesi ile Çırağan Sarayı önüne
toplayıp, bunlarla Sarayı aniden basarak içeri girdi. Doğruca
harem dairesine giden Ah Suavi burada V. Murat ile karşı­
laşınca, Sultan Murat bunlara “Kardeşimi ne yaptınız,” diye
sormuş onlar da Abdülha-mid’e henüz bir şey yapmadıkla­
rını ve evvela kendisine biat edilerek onu ‘hal edeceklerini’
söylemişler ve bunu müteakip Sultan Murat’ı sürükleyerek
götürmeye başlamışlardı.
Sultan Murat, Aİİ Suavi ve Çerkeş Nazi’nin kolları ara­
sında idi. Baskına katılanlar, “Sultan Murat çok yaşa,” diye
bağırıyorlar ve alkışlıyorlardı. Bu sırada, hemen Beşiktaş
Muhafızına haber ulaştırılmış, Haşan Paşa, bir miktar as­

390
kerle acele olay yerine gelerek, Ali Suavi’nin “Yaşa Sultan
Murat,” diye bağırdığını görünce, elebaşlarınm bu oldu­
ğunu anlayıp, elindeki sopayı başına vurarak onu öldür­
müş, bunun üzerine, baskına katılanlar kaçmışlardı.
Netice olarak, ilk bakışta delice bir teşebbüsten ibaret
gibi görünen bu hadisenin, iyi incelendiği takdirde gayet
şümullü bir mahiyet taşıdığı anlaşılmaktadır. Hele, ara­
dan on gün geçmeden Babıali’nin İngiltere’nin istediği
andlaşmayı kabul etmesi hakiki bir tesadüf eseri değildir.
II. Abdülhamid, bu işte İngiliz parmağı bulunduğundan
şüphelenmişti. Hadisenin oluş şeklinde, hem İngiliz hem
Rus parmağı, hem de Sultan Murat taraftarlarının büyük
tesiri bulunduğu merkezindedir.
Ali Suavi Vakası, Sultan II. Abdülhamid’in vehmini
büsbütün arttırdı. Kendisini koruyacak bütün tedbirleri
almaya şevketti.
20 Mayıs 1878deki Çırağan Vakasından sonra V. Murat’ı
padişah yapmak uğruna 8 Temmuz 1878’de bir diğer saray
darbesi teşebbüsü daha ortaya çıktı. Bu teşebbüsün adına
tarihimizde “Skaliyeri-Aziz Bey Komitesi” denilmiştir.
Komitenin başı, Kleanti Skaliyeri, 1868’de İstanbul’da
kurulan Prodos Locası’mn üstad-ı azami (Büyük Üstadı)
olup, Yunan kökenli biriydi.
Fransız Maşrık-ı Azamlığından (Grand Orient’ten)
Veliaht Murat Efendiye masonluk teklif mektubunu ge­
tiren Kleanti Skaliyeri idi. V. Murat tahttan indirilince,
onun hakkında Avrupa’daki mason localarına düzenli
bilgi veren K.Skaliyeri olmuştu. Skaliyerinin bu sıradaki
emeli, V. Murat’ın bir an evvel iyileşmesini sağlayıp onu
tekrar tahta çıkarmaktı. Hatta bu uğurda Paris’e kadar git­

391
miş, planını Fransa masonları ve devlet adamlarına açmış
oradan manyetizmacı doktor getirtmiş, V. Murat’ı on gün
kadar gizlice Çırağan Sarayında muayene ettirmiş, muaye­
ne sonunda doktor iyileştiğine dair rapor vermişti. İyileştiği
iddia edilen V. Murat, K. Skaliyeri’ye kendisinin tahta yeni­
den çıkarılması için mektup yazarak, “gayret edin hakkımı
isterim” talebinde bulunmuştu. Ayrıca ona, bu uğurda sar-
fedilmek üzere bilvasıta para gönderiyordu.
K. Skaliyeri, V. M urat’ı kaçırma plânları uğrunda
İtalya m asonlarının üstad-ı azami Josef Massoni ile
devamlı mektuplaşıyordu. Ayrıca Skaliyeri o tarihte
İstanbul’da İtalya Büyükelçisi ve yüksek dereceli bir
mason olan Marki Guiseppe De Falko’dan yakın ilgi
görmüş, sefarethanede onu misafir etmiş ve kapitülas­
yonların sağladığı imtiyazlardan faydalanarak dilediği
gibi faaliyette bulunmuştur.
Sultan II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusam tatil et­
mesi karşısında buna tepki gösteren devletlerin başında
İngiltere geliyordu.
Bu tepki, Meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymaya
yönelikti.
İngiliz Büyükelçisi H. Elliot’un yerine atanan
Henry Layard da Londra’ya gönderdiği raporda, 1867
Anayasasının yeniden yürürlüğe konulması için Avrupa
devletlerinin Saraya baskı yapmalarını istiyordu.
Bu şuada İngiltere’de V Murat'ın durumuyla ilgilenen­
lerin başında Gal Prensi (sonra İngiltere Kralı VII. Edward
olarak anılacaktn) geliyordu. Hatta onu muayene ve teda­
vi için İstanbul’a bir doktor göndermişti. O tarihte Büyük
Britanya (İngiltere) veliahtı olan ve daha sonra VII. Edward

392
adıyla tahta geçen Gal Prensi, İngiltere Mason Locasının
Büyük Üstadı idi ve Sultan V. Murat’ın gerçekten iyileşip iyi­
leşmediğim anlamak için özel hekimlerden Geroge Denny’i
gizlice İstanbul’a göndererek, İngiltere Büyükelçisine bir ko­
layım bulup devrik Osmank Padişahını muayene ettirmesini
emretti. Kleanti Skaliyeri’nin bu çakşmalarını bilen elçi, dok­
torun Saraya sokulması için çare bulmasını istedi.
Şeytani bir zekaya sahip olan Kleanti Skaliyeri, bu­
nun Saraya su getiren geniş borulardan, su vanaları bir
süre kesilerek mümkün olacağı sonucuna vardı. Büyük
paralar vererek buradaki su yolcusunu elde etti ve deneme
başarıya ulaştı. Dr. Denny, Saraya girerek bir hafta kaldı.
Doktor, Sultan Murat’la konuşmuş, onun günlük yaşan­
tısını incelemiş, tamamen normale döndüğünü tespit et­
miş, hatta kendisinden İngiliz Veliahtına Fransızca yazıl­
mış teşekkür mektubu almış, bir hafta kaldığı Saray’d an
aynı su yolu ile dönebilmişti. Gal Prensinin özel doktoru
Denny’in Çırağan Sarayına girme ve çıkma işini başaran
K. Skaliyeri, V. Murat’ı kaçırıp tahta çıkarma plânlan için
adı geçen prensle yazışmalarda bulunmuştu.
Skaliyeri Aziz Bey Komitesinin ikinci başkam ise, yine
bir mason olan Aziz Bey isminde birisi idi. Komite üyeleri­
nin sayısı, yarısı memur yirmi kişinin üzerinde idi.
Skaliyerinin yeğeni Mihal ve V. Murat’ın annesinin
cariyelerinden Nakşibend Kalfa da Komiteye dahildi.
Komitenin plânı şu şekilde işleyecekti; V. Murat, su
yolundan kaçırılıp, Seraskeriye, Meclis-i Mebusan binA-
sı, Topkapı Sarayı veya Fatih Camisine getirilip kendine
biat edilecek, bu sırada ikna edilmeye çalışılan Yıldız
Taburu Kumandam Halil Ağa, II. Abdülhamid’i tevkif

393
edecekti. Bu biat ve hal gerçekleşirse, Mithat Paşa da160
Sadrazamlığa getirilecekti. Bu plânları yapmak uğrun­
da K. Skaliyeri ve komite üyelerinden Ali Şevket Bey,
Çırağan Sarayına su yolundan birçok defalar girerek, V.
Murat’la görüşmüşlerdi. Komitenin bazı zaruri masrafla­
rı da Çırağan Sarayı tarafından karşılanıyordu.
Komitenin plânı gereği, V. Murat, Çırağan Sarayı’ndan
kaçırılıp İstanbul’da biat gerçekleştirilmezse, İngiltere,
Fransa veya İtalya elçiliklerinden birisinde saklanacak ve
harekete hazır bir gemiye bindirilerek yurtdışına çıkarı­
lacaktı.
Skaliyeri Aziz Bey Komitesi, yukarıdaki plânı yürürlü­
ğe koymak uğrunda bütün hazırlıkları yapmıştı. İcraat için
8 Temmuz 1878’de Aziz Beyin evinde toplanılmıştı. Komite
üyelerinden Hacı Hüsnü Bey, durumu Saraya ihbar edince,
ev basıldı. Skaliyeri, Nakşibendi Kalfa ve Ali Şevki Bey, evden
kaçmayı başardılar. Daha sonra bunlar, İstanbul’dan mason
localarının yardımıyla Yunanistan’a kaçırıldılar.
Komitenin ikinci başkam olan Aziz Bey ve diğer üye­
leri tevkif edildiler.
Yargılama sonucu, Skaliyeri, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve
Doktor Agâh Efendi ölüme mahkûm edildi. II. Abdülhamid
bunların cezasını müebbet hapse çevirdi. Cezalandırılan bütün
üyeler, İstanbul’dan sürüldüler. Sultan II. Abdülhamid en çok K.
Skalyeri’nm peşine düştü. Çünkü, komitenin içyüzünü ortaya
çıkaracak olan bütün belgeler onun tarafından Atina’ya kaçırıl­
mıştı. Belgeleri elde etmek için Sultan hafiyeleri Skaliyeri’yi sıkı
160 Fransız milliyetçisi ve kralcı E. D rum ont (1844-1917) ‘La France Juive,
Essai d’histoire contemporaine’ adlı kitabında Mithat Paşa’nın Maca-
ristanlı bir haham ın çocuğu olduğunu, Yahudi milyarderleri Camondo
ve Sason’la işbirliği yaptığını ve Avrupadaki sırdaşının Yahudi Simon
Deutsch olduğunu iddia etmektedir.

394
takibata aldılarsa da başarılı olamadılar. Yunan makamları on­
ları korumak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Görüldüğü gibi Skaliyeri olayını, batı Avrupa mason
locaları tertip etmişti ve siyasi iktidarlardan da esaslı yar­
dım görmüştü.

395
OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

SİYONİZMİN İDEOLOJİK
TEMELLERİ

“Sosyal kurumlar ve düşünceler, dinler gibi ırkların


yarattığı şeylerdir. Millî ve özgürlük meselelerinin
arkasında ırk meselesi yatmaktadır. Bütün insanlığın
geçmişi aslında ırk ve sınıf savaşlarından başka bir şey
değildir. Irklar savaşı önde gelir, sınıf savaşı onu takibe-
der.”161
“Siyonizmin hedefi, Yahudileri yaşadıkları ülkeler­
deki baskılardan kurtarmak ve hayat standartlarını iyi­
leştirmek değildir. Siyonist devletin kuruluşu ve varlığı,
diğer bütün düşüncelerin üstündedir. Bu sebeple ‘Siyonist
Hareket’ Avrupa’d aki Yahudileri kurtarma çabasına gir­
memiş ve içinde yaşadıkları ülkelerdeki demokratik hak­
larının savunulması için herhangi bir girişimde bulun­
mamıştır.”1'’2
Jakob Katz,163 ilk Siyonistlerin ideolojik açıklamala­
rının ve adil bir Yahudi düzenine olan inançlarının, eski
Yahudi peygamberlerin mesihçi açıklamalarına dayandı­
ğını iddia etmektedir.
Katz’a göre Rabbi Zvi Hirsch Kalischer ve Sosyalist
Moses Hess, proto-Siyonist vizyona sahip kişilerdi.

161 Kaynak: Moses Hess, “Roma ve Kudüs” 1862, Yeni baskı Newyork
1958, Sayfa 10.
162 Kaynak: İsrailli Sosyolog Tikva Honig-Pamass.
163 Jakob Katz, ‘Zwischen Messianismus und Zionismus’ Jüdischer Verlag,
Frankfurt am Main. 1993.

396
Hess, mesihçi Yahudi geleneğinin dünyevi yorumu­
na, Kalischer ise dini yorumuna inanıyordu. Modern bir
düşünür olarak Hess, dogmatik inançların dışında bir in­
sandı ve mesihçi geleneği kendi tasavvurlarına uygun ola­
rak yorumlamakta gayet özgür davranıyordu. Kalischer
ise mesihçi geleneğin fundamentalist (köktendinci) yoru­
muna inanıyordu. Fakat her ikisi de ortak bir noktada,
yani bir Yahudi devletinin gerekliliği üzerinde uzlaşmış
görünüyordu.
Kalischer mesihçi doğmaya inanmakla birlikte, me-
sihin gelişinin ileri bir tarihte -yani İsrail halkının ana­
vatanda toplanmasından sonra- gerçekleşeceğine inanı­
yordu.
Hess, Siyonizmi toplumbilimsel alanda hem
Yahudilere, hem de Yahudi olmayanlara tanıtan ilk in­
sandır. Daha 1841 yılında bu aydınlanmış’ kişi, bugünkü
“Avrupa Birliği’nin öncüsü olan Avrupa Tetrarşisi’ dü­
şüncesini ortaya atmıştı.
Diğer taraftan o, sosyalist ideolojinin yaratıcısı, Marx
ve En-gels’in akıl hocasıydı.
Komünist-Haham Moses Hess, “Roma ve Kudüs,
Son Milletler Meselesi” adlı kitabında (1862) Yahudilerin
kendi devletlerine sahip olması gerektiğini savunmuştu.
Bu sebepten Hess’i Siyonizmin ilk ideolojik kuramcısı
olarak tanımlayabiliriz.
Hess için dünyadaki diğer bütün milletler ‘Dünya
Vatandaşları’ idi ve ‘Yahudi-olmayan’ milliyetçiler de ‘dar
görüşlü’ insanlardı. Ama Hess soydaşları için bunun tam
tersini savunuyordu;
“Her kim Yahudi milliyetçiliğini inkâr ederse, o kendi
halkına ihanet etmiş bir kimsedir. Yahudi özgürleşmesinin

397
Yahudi milliyetçiliği ile bağdaşamayacağım iddia edenler,
Yahudileri özgürleşmeye kurban etmelidirler. Her Yahudi,
önce bir Yahudi vatanseveri olmalıdır.”164
Hasidik165Yahudilerden olan Martin Buber, Hess’i ‘mo­
dern Siyonizm düşüncesinin kurucusu diye nitelendirmekte
ve ‘Romund Jerusalem adlı kitabında bu düşünce taslağım
ilk defa ortaya atan kişi olduğunu savunmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında Siyonist ‘vizyoncu’ Hess’in
neden doğduğu ülke olan Almanya’da değil de Filistinde
gömüldüğüne hayret etmemek gerekir.
Moses Hess’in Siyonist Düşüncesinin Esin Kaynağı;

Tevrat:

Komünizmin ve Sosyalist Enternasyonalin babası Moses


Hess’in ‘Avrupa Birliği’ vizyonunda Avrupa ülkelerinde­
ki Vatan düşüncesinin yok edilmesi hedeflenmişti. Buna
karşılık, Siyonizmin hedefi ise dünyadaki bütün Yahu-
dilerin bir ‘vatan sahibi’ olması idi.
Hess’in Siyonizm ülküsü dinsel motifler de taşıyor­
du. Örneğin; Hess ilk kitabı olan İnsanlığın Kutsal Tarihi’
adlı kitabında, bu tarihin ‘Hakikatin Kutsal Ruhunun
164 Moses Hess, Ausgewaehlte Schriften, Melzer Verlag, Köln 1962.
165 Hasidizm: İsrael ben Elizer Ba’al Şem Tov (genellikle ‘Beşt’ kısaltılmış
ismi ile anılırdı) tarafından 18 nci Yüzyıl Podolyasında kurulan yeni­
likçi bir dinsel halk akımıdır. Polonyada Hasidizm dört önemli liderin
başkanlığında branşlara bölündü. Ayrıca bu dönemdeki diğer önemli
Hasidik liderler arasında şu isimler yer alıyordu: Berdiçevli Levi îzak.
Bratslav’lı Nahman, Lyad’iı Şnor Zalman ve Kotsk’lu Menahem Men-
del. Geleneksel Rav’ın yerini ‘Tsaddik’ veya ‘Ribbi’ almaktaydı ve kendi
grubunu yönlendirmekteydi. ‘Ribbi’ ölünce, ona en yakın müridi onun
yerine geçmekteydi. Daha sonraları ölen ‘Ribbi nin yerine oğullan geç­
meye ve böylece ‘Tsaddikirn sülaleri oluşmaya başladı. Hatta bu süla­
leler arasında mücadeleler cereyan etti. Hasidizm, tamamen yeni bir
Yahudi felsefesi olmaktan ziyade. Kutsal Kitapta, Talmudda ve özellikle
Zohar ve Kabalistik literatürdeki bazı fikirlerin vurgulanmasıdır. Bu
hareket ‘kitleler için mistisizm’ olarak da tanımlanabilir. (Kaynak: Yu­
suf Besalel’Yahudilik Ansiklopedisi, Cilt:l)

398
Eseri’ olduğuna inanıyordu.
Hess, ‘Vaftizci Yahya’ gibi insanları aydınlatmak’ ile
görevlendirildiğine inanıyordu. Hess’in dini meselelere
yaklaşımı tamamen ırkçı açıdan idi. ‘Roma ve Kudüs’
adlı kitabında “her Yahudi erkekte bir mesih potansiyeli,
her Yahudi kadında Mater Dolorasa potansiyeli vardır,”
diyordu. Ona göre, Yahudiler bir mesih gibi İlâhi plâna
göre dünyayı yönetmeliydi. Hess diğer bütün dinleri la­
netleyip, yerin dibine batırırken, Tevrat’tan “kutsal kitabı­
mız,” “atalarımızın kutsal sözleri,” “bizim kült umüz,” diye
bahsediyordu. Ama en ilginci şu sözleridir:

“Tarih sahnesine ilk çıktığı günden bu yana, bizim


dinimizin temelleri ırk üstünlüğüne dayanır.”

Yine aynı kitaptan ‘(diğer) dinlerin halkların afyonu’


olduğunu söyleyen Komünist-Hahamın Ibranice dualar
ettiğini öğreniyoruz.
Moses Hess, ‘Dünya Tarihinin Anahtarı’ adlı
Tevrat’tan alıntılarla dolu olan kitabında, “Biz Yahudiler,
tarihin başlangıcından bu yana ‘mesih devri’ inancımı­
zı devamlı beraberimizde taşıdık. Bu inanç ‘Şabat ‘bay­
ramlarında Yahudi bilincinde kökleşti. Tevrat’ın ‘Yaratılış
Tarihi’ Şabat dolayısı ile verilmiştir.
Yahudi halkı Fransız Devrimine kadar millî ve ‘hüma­
nist’ külte sahip tek halktı. Ancak Yahudilik vasıtası iledir ki,
insanlık tarihi ‘kutsal bir tarih’ haline gelmiştir,” diyordu.

Dinci-Siyonist Emperyalizm:

Dinci Siyonizm, dünyada Tanrının (Yahve’nin) Krallığını


kurmak isteyen siyasi bir harekettir. Amacı Tevrat’taki

399
(Eski Ahitteki) kehanetleri ne pahasına olursa olsun
gerçekleştirmektir. Yahudi devleti İsrail, Eski Ahid ke­
hanetlerinin gerçekleştirilebilen bir kısmıdır ama tamamı
değildir. Yahvenin Krallığı sadece Filistin’i değil, Kenan
ülkesini de kapsamaktadır. Kenan ülkesi ise dünyevi bir
cennettir ki bu bütün dünyayı kapsamaktadır.
Achad Haam (Dr. Asher Ginzberg) Rusya’d a kültür-
Siyonizminin öncülüğünü yapıyor ve dünyanın merke­
zi olarak Filistin’i gösteriyordu. Filistin bir çeşit hasidik
‘Vatikan Devleti’ olarak dünyanın her yerinde yaşayan
diaspora cemaatlerine sahip çıkacaktı.
Bu (Yahudi) medeniyet merkezi, dünyanın hangi ül­
kesinde Yahudiler egemen veya etkili ise onunla bağlan­
tılı olacaktı.
Siyonizm’in çocukluk günlerinde birbiriyle çatışan
muhtelif görüşler mevcuttu. Yahudilerin büyük bir kısmı,
kurulacak İsrail devletini, devamlı baskı altında yaşayan
Yahudi halkı için bir kaçış noktası olarak görüyordu.
Theodor Herzl de dahil olmak üzere bazı Yahudi ön­
derlerin en büyük arzusu, Yahudi halkının yaşayabileceği bir
toprağa sahip olmasıydı.
Buna karşılık Ortodokslar gerçek Yahudi hayatını
temsil ediyorlar ve diğer ülkelerdeki hayati haklarını za­
yıflatacağı kaygısı ile Siyonizm’i reddediyorlardı. Onlar
İsrail’in diğer milletler gibi olmasına muhalif oldukların­
dan, bilinçli olarak İsrail’in kurulmasına karşı çıkıyorlardı.
1929 Ağustos ayında Zürih’te yapılan Siyonist
Kongresinde, Mosos Hess hayranı M artin Buber muh­
telif görüşleri dile getirmişti. Bu kongrede Yahudi milleti
ile ilgili üç görüş ileri sürülmüştü. Birincisi; İsrail’e ‘hayır’
diyenler, İsrail bir millet teşkil edemeyecek kadar az nü­

400
fusa sahiptir, diyenlerdi.
İkincisi; İsraili modern milletler arasına yerleştiri­
yordu. Üçüncüsü ise -b u Buberin görüşüydü-İsraili bü­
tün milletlerin üstünde tutan görüştü.
Sonunda ‘dinci-millî devlet’ düşüncesi diğer bütün
alternatiflere üstün gelmişti.

Tevrat’taki ‘seçilmiştik’ düşüncesi ve Rus Çarlarının


asimilasyon politikaları;

Siyonistler Filistine yerleşmeyi plânlarken önemli bir mese­


leyle yüz yüze geldiler. Yahudilik, pratik olarak dünyadaki
hiçbir ülkede, el sanatları ve tarımla uğraşmıyordu. Halbuki
bir koloni kurmak için bunlar elzemdi. Bu sebeple millî dev­
let hareketi’ (yani Siyonizm) Yahudilerin tarımla uğraştıkları
bir ülkeye yöneldi. Burası Rus Çarlığı idi.
Siyonistlerin bütün aleyhte çabalarına karşılık, Rus
Hükümeti uzun süreden beri Yahudilere uygulanan kı­
sıtlamaları ve Özel yasaları kaldırarak, onları ‘vatansever
vatandaşlar ‘olarak Çarlığa kazandırmaya uğraşıyordu. Bu
politikaların uygulayıcısı Rus Çarı II. Aleksander idi.
Çar 1861’de büyük toprak sahiplerinin emirlerin­
de köle çalıştırmalarını yasakladı. Aynı yıl monarşi
Israilli’lerin üniversitelere gitmesine, Rusya içinde başka
topraklara yerleşmelerine ve devlet memuru olmalarına
imkân tanıdı.
Çarın bütün çabaları Yahudi tebalarının durumlarım
iyileştirmek yönündeydi. Fakat Aleksander’in çabaları
Ortodoks Yahudileri ve Siyonistleri memnun etmemişti.
Her iki grup ta etno-antropolojik saf, asimile olma­
mış Yahudi halkı istiyordu.

401
Çar, bazı muhaliflere rağmen, liberalleşme politika­
sına devam etti.
1866’d a Rusya’d a yaşayan Minsk’li Rabbi Jakob
Brafmann, Hıristiyan oldu ve Yahudiliğin içyüzünü
anlatan bir dizi kitap yayınladı. “Kahal Kitabı,” “Yahudi
Kardeşlikleri” adlı kitaplarında Brafmann, Minsk’deki
‘Kahal’ (Yahudilerin sivil yönetim kuruluşu) ve Beth
D inler (Talmud Mahkemeleri) hakkında binlerce dos­
yayı açıklayarak, Yahudilerin Rusya’d aki gücünü gözler
önüne serdi.
Brafmann, genel Vali Kaufmann’a da bu belgelerden
göndermişti. Kaufmann bu belgeleri bir araştırma komis­
yonuna havale etti. Yapılan araştırma sonucunda Yahudi
Kahal örgütü 1867 yılında kapatıldı. Bu şekilde Yahudilikle
Rus Hükümeti arasındaki işbirliği imkânsız hale getirildi.
Siyonizm çok uygun bir provokasyon fırsatını gayet iyi de­
ğerlendirmişti. Fakat provokasyonlar bununla bitmeyecekti.
Rus tarihçisi Ivanov ‘I. Peter’d en günümüze’ adlı ki­
tabında şöyle yazıyordu;
“Londradaki Yahudi ve mason devrimcilerinin gizli
toplantısında Çar II. Aleksanderin öldürülmesine karar ve­
rildi. Çarı öldürme plânı, komite üyelerinden Liebermarm,
Goldenberg ve Zuckermann tarafından yürürlüğe konacak­
tı. Yahudi Goldenberg Çarı tek başına öldürmek istediyse de
teklifi reddedildi, çünkü tek bir Yahudi’nin gerçekleştireceği
suikast, halkın gözünde fazla etkili olmayabilirdi.”
Aynı tarihlerde esrarengiz bir “Halk Partisi” yeral­
tından ortaya çıktı ve Rusya’nın destabilizasyonundan
sorumlu tek parti gibi çalışmaya başladı.
1878 Ocak ayında Petersburg şehri merkez komutanı
General Trepov, 26 yaşındaki Vera Sassuliç tarafından

402
caddenin ortasında vuruldu. Fakat Trepov şanslıydı, ağır
yaralı olmasına rağmen kurtuldu ve Çar tarafından sada­
kat madalyası ile ödüllendirildi.
Fakat inanılmaz bir şey oldu ve suikastçı kadın çı­
karıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Bundan
sonra seri suikastlar birbirini takip etmeye başladı.
Kiev’de Jandarma Albayı Baron Von Heyking, Harkov’da
Prens Aleksey K ropotkin ve daha sonra General Von
Drenteleıı meçhul kişiler tarafından öldürüldü.
16 Ağustos 1878’de General Mesenzev kimliği meçhul
iki nihilist tarafından öldürüldü. Bütün bu suikastlara rağ­
men, Çar reform hareketlerine devam etti. İlk suikast dizi­
sinden bir ay sonra bile, Yahudilerin eczacı, hemşire, doktor
vb. mesleklere alınmasına müsaade etti.
Cesur Rus monarşisi bu politika ile gücünü daha da
arttırmış oluyordu. Ama meçhul eller 1879 yılında Çar
II. Aleksander’ın ölüm fermanını imzalamışlardı bile.
Çara yapılacak suikastta iki gönüllü vardı; Öğrenci A. K.
Solovyev ve Polonyalı Yahudi Goldenberg.
2 Nisan 1879’da Solovyev hiçbir şeyden habersiz ge­
zintiye çıkmış olan Çara beş el ateş etti. Elleri titreyen su­
ikastçı kurşunları isabet ettirememişti. Suikastçı yakalan­
dı ve iki ay sonra asılarak idam edildi. Fakat Çara yönelik
tehdit henüz ortadan kalkmamıştı.
II. Aleksander, 1 Aralık 1879’d a yazlık istirahatgâhı
olan Livadya’dan Petersburg’a dönerken yola döşenen bir
mayından şans eseri kurtuldu.
17 Şubat 1880’de Çarın kışlık sarayına dinamit atıldı.
Bu eylem de görülmeyen ellerin Çarı öldürmeye ne ka­
dar kararlı olduğunu ortaya koyuyordu.
1881’de II. Aleksander demokratik anayasal reform­
lar yapmaya hazırlanıyordu ki, yeraltındaki terör rejimi,
403
Çarın ölüm fermanım gerçekleştirmek için bütün gücüy­
le harekete geçti. Suikast için 47 gönüllü vardı. Eylemin
önderliğini Yahudi Schelyabov yürütüyordu. Rus polisi
bu eylemi bilmesine rağmen çok geç harekete geçmişti.
13 Mart 1881’de II. Aleksander, Petersburg’daki bir
askeri merasime katıldıktan sonra kışlık sarayına döner­
ken Nihilist Ryssakov Çar’ın arabasına bir bomba attı.
Bomba hedefini şaşırıp, küçük bir çocuğun ölümüne se­
bep olmuştu. Çar arabasını durdurup kurbanın durumu
ile ilgilenmek isterken, diğer suikastçı Grinevitzki’nin at­
tığı bomba tam arabanın içine düştü ve araba parampar­
ça oldu. Birçok ölü ve yaralı arasında Çar ve suikastçının
kendisi de bulunuyordu.
Suikasta katılan bütün katiller ele geçirildi, araların­
da Yahudi kadın Jessy Helfmann da dahil olmak üzere
hepsi asıldı.

İlk Siyonist Göçmenler:

Yahudi ziraatçilerin Rusya’da bulunması dolayısı ile


Siyonistler gözlerini Çarlık Rusya’sına dikmişlerdi.
1870 yılında Rusya’d a ilk Siyonist örgüt olan
‘Chowewe-Zion (Siyon’un Dostları) örgütü kurul­
du. Örgütün amacı vaadedilmiş ülkeye geri dönmekti.
1878’de Filistin’in Yafa kenti yakınlarında ilk Siyonist ko­
loni kuruldu.
1880’de St. Petersburg’d a (Rusya) ‘OrtReconstruction
Fund’ adlı Siyonist bir kuruluş, ‘Doğu Avrupa Yahudileri
ve çeşitli ulusal hükümetlerle işbirliği’yaparak Filistin’deki
çiftliklere göçü organize ediyordu. Bu örgütün başkanla-
rından biri B’nai B’rith üyesi ve ünlü Siyonist banker ai-

404
leşinden gelen P. Felix Warburg idi.
Aynı şekilde 1880’de Parisli banker Baron Edmond
de Rothschild, Menahem Uşişkin ile beraber, sonraki
gelişmeleri adeta önceden görerek, o günlerde Türklerin
yönetiminde bulunan Filistin’d en arazi satın almaya baş­
ladı.
Böylece İsrail devletine giden yolda iki önemli şart
yerine getirilmiş oldu: Toprak sahibi olmak ve gelecekteki
göçmenler için uygun eğitim tesisleri kurmak.

Rothschild’ler:

Siyonizmin ilk destekçileri olan bu banker ailesinin Il­


luminati ve Frankistler’de olan ilişkilerinden daha önce
bahsetmiştim.
Rothschild’ler emirlerindeki localar vasıtası ile hem
devletlerin borçlarını hem de savaşları finanse ediyorlardı.
Rothschild biraderlerin annelerinin dediği; “Eğer
oğullarım istemezse hiç savaş olmaz!” sözü bir yasa ha­
line gelmişti.
İngiliz Rotschild bankasının şefi Baron Lionel
Rothschild, başından beri ‘Yahudi Özgürleşmesi’ hareke­
tini destekleyen kişilerden biriydi. Lionel Rothschild, ra­
kiplerini acımasızca mahveden veya boyunduruk altına
almaya zorlayan bir kişi olarak tanınmıştı.
Bu güçlü şahsiyet sayesinde 1858’de İngiltere’de
Yahudilerin haklarını kısıtlayan son yasa da yürürlükten
kalkmıştı.
Londra’daki Rothschildler’in çok gizli bir istihbarat
örgütü vardı ve gücü hemen hemen devletin istihbarat
örgütü ile aynı idi.

405
Disraeli ‘Sidonia adlı romanında Baron Lionel
Rothschild’i anlatır. Multimilyoner Rothschild’in sayısız
casusu ve onun için çalışan Karbonari, Masonluk gibi giz­
li örgütleri vardı.
Rothschild’ler Moses Hess’in düşüncelerinden çok
etkilenmişler ve Siyonizm kampanyasında anahtar rolü
oynamaya başlamışlardı. Daha önce de bahsettiğim
gibi, Süveyş Kanalı Projesi için gerekli parayı verenler
de Rothschild’ler idi. Çünkü burası Filistin’e açılan çok
önemli bir kapı idi.
1879 yılında Baron Lionel Rothschild öldü
ama Siyonist miras devam ettirildi. 1880 yılında
Rothschildler’in Fransız kolu Filistin’den toprak satın
almalarını finanse etmeye devam etti.

Siyonizm’in Rusya’daki faaliyetleri; Pogrom’lar (Yahudi


Katliamları).

1881 yılında Rusya’da Çar’a karşı yapılan suikastte Yahudi-


lerin yer alması, ilgili unsurlar (!!!) tarafından der­
hal ülkede yaşayan Yahudilerin aleyhinde kullanılmaya
başlandı. Rusya’daki bu kampanyaya katılmayan hiçbir
gazete ve yayın kurumu kalmamıştı. Peki bu nasıl oluy­
ordu? Çünkü Rusya’da basın ve yayın kuruluşları Yahu­
dilerin tekelindeydi. İlk bakışta anti-semit tahrikçilerin166
166 Dinci-Siyonist anti-semitlere çok ilginç bir örnek Uya Gurland’dır.
Gurland, Rus Hükümetinin resmi yayın organı ‘Rossijanın baş redak­
törü ve Çar II. Aleksander üzerinde çok etkili bir şahsiyet idi. Uya aynı
zamanda ünlü Rasputin in de sekreteri idi. Uya aslında Odessa lı bir
Hahamın oğlu idi. Olgunluk çağında Hıristiyanlığa dönmüş ve fana­
tik Yahudi-düşmanı olmuştu. Gurland’m anti-semit ‘Beilis’ dâvasında
tahrikçi olduğu iddia edilmektedir. Gurland’in Hıristiyan olduktan
sonra Yahudi- aleyhtarı hükümet çevrelerini ve kamuoyunu provoke
ettiği bilinmektedir.

406
Yahudi olması hiç kimsenin dikkatini çekmemişti. Bird­
enbire birçok Yahudi Çar taraftarı olmuştu. Halkı Yahu-
dilerin aleyhine kışkırtanlar hiç şüphesiz Siyonistlerdi,
Bu tahrik kampanyası sonucunda Rus-Polonya sınırında
ve güney Rusya’da organize Yahudi katliamları yani
‘Pogrom’lar başladı. Böylece ilk ‘modern antisemitizm’
1881 yılında Çarlık Rusya’sında ortaya çıkmış oldu.
Çok az kimse saldırıların hedefinin üçüncü smıf
Yahudiler olduğunu fark etmişti. Fabrikatörler, doktorlar,
saygın işadamları, saray Yahudileri ve tüccarların kılma bile
dokunulmazken, yüz binlerce Musevi zanaat erbabı ve çift­
çi hayatlarını kurtarmak için kaçmak zorunda kalmışlardı.
Pogromlardan kurtulanlar, Filistine göç etmeleri gereken
-Siyonistlerin kolonizasyon için ihtiyaç duydukları- insan­
lardı. Pogrom korkusu ‘zorunlu göç için yeterli olmayınca,
1882 yılında (‘Mayıs Yasaları’ denilen) yasalarla, Yahudilerin
çiftçilik yapmaları, öğrenim görmeleri vb. özgürlüklerine
kısıtlama getirildi. Bütün bunlar Yahudilerin ‘mecburi göçü’
için yapılıyordu. Gerçekten de onbinlerce Yahudi Rusya’yı
terk etmek üzereydi. Fakat bu insanlar nereye gideceklerini
kesin olarak bilemiyorlardı. Dinci-Siyonistler için bu sorunun
cevabı hazırdı: “Kutsal Ülke”ye yani İsrail’e gideceklerdi.
Rusyadaki iç politik durum dolayısı ile Siyonist mis­
yon hedefine çok yaklaşmış gibi görünüyordu. Topraktan
fışkıran mantarlar gibi birdenbire bir sürü Siyonist örgüt
ortaya çıktı. Ortodoks Yahudi yazar Moshe Lilienblum
“Bizim bir yurda ihtiyacımız var” diye yazıyordu. Aynı
şekilde Odessa’d an göç eden doktor Leo Pinsker Berlin’de
yayınlanan “Autoemanzipation-Warnung eines russis-
chen Juden an seine Rasse” adlı kitabında “İsrail’de bir
yurt” hareketinin ilk programını açıklıyordu.

407
Fakat Rus pogromlarım düzenleyenler tam olarak
amaçlarına ulaşamamışlardı. 1881-82 yılları arasında
Rusya’yı terk eden 20.000 Yahudi’d en ancak birkaç yüzü
Filistin’e gitmişti. Geri kalan çoğunluk yeni bir vatan bul­
mak için dünyanın her tarafına dağılmıştı. Bu durum
Siyonist merkezlerde alarm zillerinin çalmasına sebep
olmuştu.
Siyonizm, Filistin’e çiftçileri zorla gönderemeyin-
ce, bu defa Yahudileri çiftçi olârak eğitmek yolunu seç­
ti. Bunun için sponsorlar yeteri kadar mevcuttu. Bunlar
arasında en önemlisi Münihli Baron M oritz Von Hirsch
(1831-1896) idi. Hirsch özel bir bankanın sahibi olarak
sınırsız kaynaklara sahipti. Fransa’daki ‘A lliance Israelite
Universelle’de bu kaynaklardan faydalanıyordu. Baron
Avrupa ve Amerika’daki Yahudilerin eğitimi için büyük
miktarda paralar ayırdı. Hirsch 1891 yılında İngiltere’de
on milyon sterlin sermayeli “Jewish Colonization
Association” (Yahudi Kolonizasyon Derneği) (JCA)’yı
kurdu. Bu örgütün esas amacı Filistin’deki toprak satmalı­
na işlemlerini yürütmek ve Filistin’e göç edecek Yahudiler
için tarım okulları açmaktı.
JCA, ayrıcaArjantinde (30.000kişilik), ABD’de (75.000ki­
şilik), Kanada, Güney Afrika, Rusyada büyük çiftçi kolonileri­
ni finanse etti. Hirsch ayrıca Arjantin’e düzendi olarak kitleler
halinde giden, Yahudi göçmenlerin yerleştirilmesini organize
etti. Arjantine gelen binlerce Rus Yahudisi Pampa ovalarında
hayvancılıkla uğraşmaya başladı.
Siyonizm’in bir diğer dostu da Polonyalı Yahudi
David Lubin (1849-1920) idi. Lubin 1884’de radikal
Yahudi kuruluşlara tahsis edilmek üzere ABD’de geniş
araziler satın almıştı. Lubin Filistini ziyaret ettikten son­

408
ra, Rusya’ya dönerek Çarlığa karşı savaşan Yahudi-terö-
rist Kramolo kampanyasını destekledi.
Lubin, Filistin’deki Türk yönetimi ile iyi ilişkiler ku­
rarak -Rothschildler’in programını desteklemek için-
Araplardan geniş araziler satın almaya başladı. 1893 yı­
lında ABD’yi vuran ekonomik depresyon fırsatını çok iyi
kullanan Lubin, Kaliforniya’d a geniş arazileri çok ucuz
fiyatla kapatmaya başladı.
Unutulmamalıdır ki, Filistinin istilası böyle arazi sa­
tın alınılan ile başlamıştı!..

Almanya’daki Siyonist Anti-semitizm:

Rus Yahudilerinin doğrudan Filistin’e kanalize olmaması,


Siyonizmin aktif fraksiyonunu şaşırtmış olmasına
rağmen, onlar kendi misyonlarına iyi hazırlanmışlardı.
Bunun yanında siyonizmin egemenliğindeki yeraltı
akımları sadece Rusya ile sınırlı değildi. Bu bütün ülkel­
erde çok iyi koordine edilmiş bir şekilde yürütülüyordu.
Batı Avrupa’nın ileri ülkelerindeki Yahudiler her türlü
hakka sahip, toplumun, ekonominin ve siyasetin zirvesin­
de bulunuyorlardı. Fakat aniden, sanki önceden sipariş
edilmiş gibi, Siyonizm’in onu siyasi alana taşıması ile
“Anti-semitizm” tartışmaları başladı. Almanya’d aki ‘An-
tisemitizm’ 1878’de ortaya çıktı.
Antisemitizm’i yazıları ile ilk ortaya atan Alman
Yahudisi Willhelm Marr’dır.
Marr, oyuncu ve rejisör Heinrich Marr’ın oğlu olarak
1819 yılında dünyaya geldi. 1848 devriminin hazırlanma­
sında çok aktif bir rol aldı. Marr aynı zamanda muhtelif giz­
li örgütlerin de üyesi idi. Marr’ın Hıristiyanlığa karşı olan
nefreti Nietzsche’ninkini bile aşıyordu. Sonunda Wilhelm

409
Marr, aşın Antise-mitizmi Almanya’d a ilk propaganda
eden şahıs oldu. Marr, “Yahudi meselesi din meselesi değil,
ırk sorunudur.” diyordu. Marr, Yahudileri “Avrupa’yı köle­
leştirmek isteyen semitik bir kavim” olarak görüyordu.
Marr, Yahudilere karşı başlattığı haçlı seferini
“Zwanglose antisemitische Hefte” adlı dergide sürdür­
meye devam etti. Ayrıca Berlin’de “Antisemiten-Liga”
(Antisemitler Ligi’ni) kurdu. Bu örgütün amacı ‘anava­
tanı tamamen Yahudileşmekten kurtarmak’ idi.
Diğer bir ünlü Yahudi antisemit ise Thule ör­
gütünün üstadlarından olan Max Liebermann ‘Von
Sonnenberg’dir. Liebermann, Almanya-Polonya sınırın­
daki Bielscastruga’d a doğmuştu. Liebermann, 1880’lere
kadar muhafazakar sağın temsilcisi idi. 1880’de Musevi
asıllı Libermann Alman ordusunda subay iken birdenbire
antisemit oluvermişti. 1881’de “Deutsche Volk-zeitung”u
çıkarmaya başladı. Daha sonra 1880’li yılların ortalarında
Bochum’d a ilk antisemit parti olan “Deutsch sozialen
Partei” (Alman Sosyal Partisi’ni) kurdu. Parti prog­
ramında Yahudi özgürlüklerinin kaldırılması, Alman
Reich’ınm sınırları içinde yaşayan Yahudilerin ‘yabancılar
kanununa’ tabii olması gibi istekler bulunuyordu.

410
OTUZ İKİNCİ BÖLÜM

THEODOR HERZL VE SİYONİZM

“29 Ağustos 1897’de Teodor Herzl bana ve yanımdaki


birkaç arkadaşa çok ilginç bir açıklamada bulundu.
Anlattığına göre, Bulgar Yahudileri uzun bir süreden beri
beklenen ‘Mesihin 1 Eylülde doğacağına inanıyorlarmış.
Herzl “onlar haklıydı,” diyerek sözlerine devam etti.
‘Bugün burada Siyonist Kongresinde bir Mesih doğdu,’
dedi ve sözlerine şöyle devam etti; ‘Bu Mesih burada
büyüyecektir.’
Herzl’in batıl inançları yoktu ama güçlü dini duygu­
lara sahipti.”
(Nahum Sokolov’un Zürih’teki 16’ncı Siyonist
Kongresinde yaptığı konuşma)
“Antisemitler bizim güvenilir dostlarımız, antisemit
ülkeler ise bizim müttefiklerimizdir.”
(Theodor Herzl, Tagebücher, Berlin 1934, Sayfa
93/209f)
“Siyonizm şeytani bir buluştur.”
(Rabbi Teitelbaum)

Birinci Siyonist Kongresi:

Dr, Theodor Herzl, Viyana’daki ‘Neuen Freien Presse’


gazetesi adına Fransa’d aki Dreyfüs Olayı’nı araştırmak
üzere Paris’e yollandığı günlerde, oradaki Yahudi-

411
aleyhtarı atmosfer yüzünden ‘köklerine’ geri dönmüştü.
Herzl, Viyana’ya döndüğünde görevinden istifa etti ve
kendini Yahudi davasına adadı. Herzl’e göre ‘özgürleşme’
yoluyla ‘A ntisemitizm’ akımıyla mücadele etmek m üm ­
kün değildi. Herzl 1869’d a kaleme aldığı “Der Judenstaat”
(Yahudi Devleti) adlı kitabında Yahudilerin de bir devleti
olması gerektiğini savunuyordu. Bu düşüncelere pratik bir
taban oluşturmak üzere Max Nordau ile birlikte 1897’de
bir ‘Uluslararası Siyonist Toplantısı’ düzenledi. Bu şekilde
Yahudi millî hareketinin ilk çatı örgütünün kuruluşuna
giden yol açılmış oldu.
1897 Mart’mda bütün dünyadaki Yahudi kuruluşla­
rına bir çağrı yapılarak, Ağustos ayında yapılacak olan
‘Siyonist Kongresi’ için temsilcilerini Münih’e gönder­
meleri istendi. Yahudi millî hareketini Avrupa’daki güç
merkezlerine bağlı bulan Alman Hahamları kongreyi
protesto ettiler. Yahudi-Mason Locası B’nai B’rith de
kongreyi veto etti. Loca başkanı Dr. Merzbacher’in Herzl
ile kişisel olarak görüşmesinin ardından, kongre merkezi
Münih’ten Basel’e taşındı.
28 Temmuz 1897’de İsviçre’deki toplantıya bir hazır­
lık olarak, Karlsbad’d a bir on konferans’ düzenlendi.
İlginçtir ki, Siyonistler programlarını ısrarla kamuo­
yundan gizliyorlardı. Bu yüzden ön konferansta neler ko­
nuşulduğu bilinmemektedir. Praglı Yahudilerin temsilcisi
Dr. A. Kammka “Odessa örgütü ve Rus Yahudiliğinin
çıkarlarının göz önüne alınmasını” istemişti. Daha sonra
Baron Edmund de Rothschild’in kongre başkanlığından
bir isteği olduğu ortaya çıktı. Rothschild, “Mümkünse
Rothschild adının ve Rusya’nın resmi konuşmalarda ağza
alınmamasını” talep ediyordu. Burada konuşulanların
bugüne kadar gizli kaldığı da tarihi bir gerçektir.

412
Resmi açıklamalara göre, muhtelif Siyonist gruplar
Basel’de bazı tartışma platformları oluşturmuşlardı. Bunu
takiben “Siyonist Dünya Örgütü” oluşturuldu ve Herzl
bunun başkanlığına seçildi.
Organizasyonun hedefi ‘Yahudilik için bir yurt’ olarak
belirlenmişti. Bu örgüt o kadar güçlüydü ki başkan Teodor
Herzl “Yahudi Devleti şu anda mevcuttur,” diyordu.

Siyonistlerin 1898-1902 yılları arasındaki başarısız


görüşmeleri:

Siyonistlerin güçlenmesi ile, Avrupa’daki ‘A ntisemitizm’


hayaleti birdenbire ortadan kayboldu. 1898 yılında yapılan
İkinci Dünya Siyonist Kongresinde, göç faaliyetlerine
başlamak için Osmanlı İmparatorluğu yetkililerinden bir
‘İmtiyaz Mukavelesi’ alınması gerektiği ortaya çıktı. İşte
burada Siyonizm önemli bir engelle karşılaştı; İstanbul,
mukaveleyi vermeyi kabul etmemişti. Çünkü böyle bir
şey, İmparatorluğun parçalanması anlamına geliyordu.
Osmanlı’mn bunu kabul etmeme düşüncesinin ardında,
topraklarının elden gitme endişesi olduğu kadar, Filistin’in
Yahudi yerleşimcilere açılması ile Araplar’la meskun
Türk topraklarında genel bir ayaklanmayı körükleyeceği
ve oradaki egemenlik hakkının zedeleneceği korkusu
yatıyordu. Bu akılcı düşünen her devlet adamının alacağı
bir karardı.
Fakat bu karar, Teodor Herzl ve arkadaşlarını yıl-
dırmamıştı. Bu defa Siyonistler Osmanlı yönetimini ‘sa­
tın almayı’ denediler. Bu strateji, 1898’d en itibaren m a­
son birader Ferdinand Rothschild167 ve ‘Anglo-Jewish
167 Ferdinand de Rothschild Wadesdon/Buckingsharashire’deki kendi adı­
nı taşıyan 'Ferdinand Rothscild Lodge Nr.2420’ Locanın kurucuların­
dan biridir. Loca 1892’de kurulmuştu.

413
Association’ tarafından kurulan Siyonist banka ‘Jewish
Colonial Trust’ tarafından desteklenmeye başladı.
Siyonizm, bu yeni kurulan bankayı siyasi rüşvet meka­
nizmasının merkezi haline getirdi.
Bu ‘rüşvet politikasına karşı çıkan tek kişi, kendisi­
ne ‘İsrailli Peygamber’ denilen ortodoks-dinci-Siyonist
Achad Haam’dı.
Theodor Herzl’in “G ünlüğünün bir kısmı Yaşar
Kutluay tarafından Türkçeye çevrilmiş ve ‘Siyonizm ve
Türkiye’ adı altında yayınlanmıştır.
Herzl’in bu ilginç günlüğünden bazı pasajları aktar­
makta fayda görüyorum:
“Belki İngiltere’den Kıbrıs’ı alabiliriz, bir taraftan da
Güney Afrika veya Amerika’yı el altında bulundururuz ve
o halde Türkiye’nin dağılmasını beklemeliyiz.”
“Halen tek bir plân aklıma geliyor: Türkiye’nin içinde
bulunduğu şartlar her gün biraz daha kötüye gidiyor.
Sultana karşı bir kampanya açmak, bu iş için de sür­
gün edilmiş Prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı, aynı
zamanda Yahudi sosyalistlerini faaliyete geçirip, Avrupa
Devleüerini Yahudileri kabul etmesi hususunda Osmanlı
Devletine baskıda bulunmasını sağlamalı.”

Herzl’in Osmanlı ‘rüşvet metodu’

16 Şubat 1903, Viyana “Bugün mektupları İstanbul’a


postaladım ve Greenberg’ten gelen telgrafla meşgul old­
um. “Burada Sultanın adamı bizim aleyhimizde çalışıyor,
vaziyet son derece ciddi. Zannederim Sultandan aldığı
talimat üzerine bizim aleyhimizde elinden geleni yapıyor.
Hidivin Sultana bağlı olduğunu unutma,” diyor.

414
Buna şifre ile şu cevabı verdim:
“Perexile Cohnsman Both Guy Months after
Rumoren Chisel” Yani: Türk komiserine 2000 altım
‘İmtiyaz Mukavelesinin Mısır Hükümetince imzalanma­
sından sonra vermek üzere vaadediniz.”
Mısır’daki Osmanlı temsilcisi komiserin ve Mısır
mukavemetinin “Rüşvet Metodu” ile ortadan kaldırıl­
ması fikri bugün Dr. Abdullah Cevdet Bey ile yaptığımız
konuşmanın sonucudur.
Bu yeni tanıdık enteresan bir adam.
Cevdet, Neue Freie Presse’nin edebiyat sayfasında
yayınlanan bir şiiri dolayısı ile bana teşekküre geldi ve bir
randevu istedi. Kendisini davet ettim ve konuşmamız dö­
nüp dolaşıp benim projeye intikal etti.
Dr. Abdullah Cevdet kendisini bir Jöntürk ve Yahudi
dostu olarak takdim etti.
İkinci konuşmamızda aklıma Sultana yazacağım
mektupları ona tercüme ettirmek düşüncesi geldi. O da
muvafakat etti. Bu iş için İstanbul’d an telgrafla gelmesini
istediğim Badi Efendiye bir telgraf daha çekerek gelme­
mesini bildirdim. Cevdet üç gün çalışarak Sultana mektu­
bu ve ‘İmtiyaz Mukavelesinin metnini tercüme etti.
Kendisine şükran nişanesi olarak bir çift mücevherli
kol düğmesi hediye ettim. O bunları kabul etmek istemedi
ve verdiğim “Altneuland”ın168kendisini daha çok memnun
ettiğini söyledi. Sonra söze başladı: İstanbul’da doğrudan
doğruya Nazırlar ile konuşabilecek bir adamım var mıdır?
Kendisinin Dahiliye Nazırı Memduh Paşa ile arası çok iyi­
dir. Bir konudan diğerine atlayarak bu çiçek bozuğu yüzlü,
kara gözlü adam bana bir sürü şeyden bahsetti.
168 ‘Yeni Arz-ı Atik’ anlamına gelen bu eser Dr. Herzl’indir ve gelecekteki
Yahudi Devleti üzerine yazılmıştır.

415
Kendisi Jön Türklerdenmiş ama Memduh şimdi ken­
disini susturmuş, Viyana Sefareti tabibi olarak ayda 1500
frank çekiyormuş.
Ve bana -imtiyaz mukaveleleri imzalandıktan sonra
verilmek kayıt ve şartı ile- bir hisse programı hazırla­
dı ki şöyle: Sadrazam Ferid Paşa, Harbiye Nazırı Hasan
Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Adliye Nazırı
Abdurrahman, Maliye Nazırı Nazif, Maarif Nazırı Celal
ve Şeyhülislam 2000 er altın lira alacaklardır.
Buna muhtemelen bazı ilaveler yapılabilir. Bundan
başka ben kendisine 2000 altın ve Memduh’un katipleri
Faik ve Dr. Baha ile Şükrü Paşanın katibi yüzbaşı Vasfı
Beye 100 er altın vadettim. Mamafih Şükrü Paşa Harbiye
Nazırının oğlu olduğu için bir çift at hediye edilecek­
ti. Yarın bu Şükrü’yü davet edeceğim. Cevdet, bu Şükrü
Paşa vasıtasıyla muhaberata girişilerek onun babasının
diğer nazırları kazanması işinde kullanılmasını planladı.
Harbiye Nazırı, Abdullah Cevdet’e nazaran, bir milyoner­
dir ama iki altınlık bir hediyeye dahi tenezzül eden bir
adamdır.
Bütün bunlara derhal muvafakat ettim. Çünkü im­
tiyaz mukavelesi imzalanmadıkça hiçbir mükellefiyet
altına girmiyordum. Sonra Cevdet’in nazırlar için biçtiği
fiyatı İstanbul’dakilerle mukayese edince doğrusu ucuz
buluyordum. Abdullah Cevdet ise bir meslektaş olarak
benim üzerime yüklenen ağırlığı, takdir ettiğini, kendi­
sinin para almasa dahi sırf hakikat aşkı ile çalışacağını,
2000 değil, 1500 hatta 1000 altının bile kifayet edeceğini
söylüyordu.”
Alman Kayzeri II. Wilhelm 31 Ekim 1898’de “kutsal
ülke’yi ziyaret amacı ile Filistin’e geldiği zaman, Teodor

416
Herzl’i Kudüs kapılarında karşılamıştı. Kayzer, Herzl is­
terse Osmanlı Sultanına Alman himayesi altında bir Siyo­
nist örgüt kurulması teklifini götürebileceğini söylemişti.
Bu deney de başarısız olunca Herzl diğer yüzünü göste­
rerek, Siyonizmi desteklemeyen ülkeleri ihtilal ile tehdit
etmişti. Herzl, “Bizim çalışmamız başarısız olursa, yüz-
binlerce taraftarımız devrimci partilere girer,” diyordu.
Yüzyılın başında Herzl, bütün Avrupa ülkelerinden
beklentilerinin karşılanmasını istiyordu. 1905’d e Herzl,
Sultan Abdülhamid ile buluştu ve Filistin’de ‘otonom’ bir
bölgenin kendilerine bırakılması karşılığında Sultana 1,6
Milyon Sterlin teklif etti.
Herzl bütün bu çabalarının sonucunda ancak
Mezopotamya’d a (İran’da) küçük bir bölge sözü alabildi
ki bu doğal olarak Siyonist-Fundamentalistlerin (kökten-
dincilerin) isteklerini hiçbir şekilde karşılamıyordu.
Kayzer Wilhelm 1902 yılında yeniden Filistin’i ziya­
ret ettiğinde (Herzl de ona eşlik ediyordu) acil olarak aktif
bir Ortadoğu politikası izlemeye karar verdi. Bu ziyaretin
bir sonucu olarak 1903’de Berlin-Bağdad Demiryolunun
yapılmasına karar verildi. Bu şekilde bölgedeki Alman
nüfuzu da güçlenecekti. Pragmatik düşünen Herzl de bu
konuda Almanlarla işbirliği yapmaya hazırdı.
Aslında Bağdat demiryolunun her iki tarafına Yahudi
yerleşimciler yerleştirilmesi ve bu şekilde demiryolunun
yerli halkın saldırılarından korunması planlanmıştı.
Bütün bu girişimlere rağmen bir Alman-îsrail ittifakı
gerçekleşmedi. Bunun sebebi ‘Dünya Siyonist Örgütündeki
fundamentalist Rus Yahudilerinin ve Almanya’nın ezeli raki­
bi İngiltere’nin muhalefeti idi.

417
İngiliz Uganda Projesi:

İngilizler uzun zamandan beri Siyonistleri müttefikleri


olarak görüyorlardı. (Bu konuda Anglo-İsrail veya
İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ bölümüne bakınız.) Ayrıca
İngiliz tacına dünya egemenliğini sağlayanların başında
Benjamin D’israeli ve Rothschild’ler geliyordu.
Teodor Herzl, 13 Ağustos 1900’de yapılan 4’ncü
Siyonist Kongresinde şöyle bir kehanette bulunmuştu:
“Güçlü ve bağımsız bir İngiltere bizim isteklerimizi
anlayacaktır. İngiltere ile birlikte Siyonist düşünce her za­
man daha güçlü ve yüksekte olacaktır.”
İngiltere Hükümeti bu mesaji çok iyi anlamış ve
değerlendirmişti. Birkaç ay sonra Filistin’in El-Ariş böl­
gesi (Sina Yarımadası üzerinde) Siyonistlere tahsis edildi.
Göç imkânlarının araştırılması için buraya ortak bir ko­
misyon yollandı. 1902 yılında tamamlanan raporda pro­
jeden sessizce vazgeçildiği bildiriliyordu.
Kariyerine Yahudi desteği ile başlayan Sömürgeler
Bakanı Joseph Cham berlain (Kendisi de Musevi asıllıy­
dı) Afrika’d aki İngiliz kolonilerini gezerken, Uganda’nın
Yahudiler için uygun ve değerli bir yurt olabileceğini
düşünmüştü. Bu buluşu derhal Dışişleri Bakanı Lord
Lansdowne ve yardımcısı Lord Percy’e bildirdi. Bu plan
onları da heyecanlandırmıştı. Lord Landsdowne 1903 yı­
lında Dışişleri Bakanlığından Herzle gönderdiği mektup­
ta “Durumu büyük bir ilgi ile araştırdım ve Majesteleri
Hükümetinin Yahudi ırkının durum unun iyileştirilmesi
için burayı (yani Uganda’ya yerleşme plânını) uygun gör­
düğünü” yazıyordu.
Mektubu alan Herzl, kesin bir karar vermeden önce

418
dünyanın her tarafındaki Siyonist önderler ile görüşmek
istediğini söyledi. Dünya Siyonist örgütü başkanı da bu
fırsatı geçici bir çözüm olarak görüyordu.
1903’de Teodor Herzl Rusya’yı ziyaret etti ve orada ya­
şayan Yahudiler tarafından bir ‘mesih’ gibi coşku ile karşı­
landı. Herzl bu fırsatı değerlendirerek, Çar Hükümetinin
Sultan Abdülhamide baskı yaparak Filistin’e göçü ser­
best bırakmasını sağlamak istiyordu. Rus İçişleri Bakam
Plehve, Sultanla görüşme sözü verdi ve Rusya’d a Siyonist
bir koloni bankasının kurulabileceğini belirtti.
Herzl, Plehve’ye muhtemelen ‘ya Siyonizm ya da dev­
rim’ argümanını ileri sürmüştü. Herzl, Rusya’daki görüş­
meleri esnasında rejim muhalifi Yahudilerden devrimci
faaliyetlerini geçici olarak durdurmalarını istemişti.
İlginçtir ki o tarihlerde Rus solu tamamen Yahudilerin
kontrolü altındaydı. Herzl’in sözleri, ağırlığım bazı ilginç
siyasi gelişmelerle hissettirmişti. Yurtdışındaki Yahudi
Rus solcu partisi (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) 1903
yılında dört fraksiyona bölündü: Bolşevikler (Lenin),
Troçkistler (Bronstein), Menşevikler (Zederbaum ve
Akselıod) ve tamamen Yahudilerden oluşan ‘Bund.’
Herzl, Rus otoriteleri ile halkının ‘eşitliği’ konusunda
görüşmeler yapmış, fakat bu hareketi ile kendi vasiyetini
de imzalamış oldu. Çünkü dinci-talmudistlerin gözünde
artık o bir 'hain ve ‘sapkın idi. Herzl “seçkin halk” efsa­
nesine karşı gelmiş ve Yahudiliğin eşitliğini savunmuştu.
Rusya’daki Ortodoks Hahamlar, inananlarının eşitliğine
karşı ön cephede mücadele vermekteydiler. Bu Hahamlar
‘Yahudi özgürleşmesine’ de karşıydılar. Bununla cemaat­
leri üzerindeki kontrolü kaybedeceklerine inanıyorlardı.
Şayet Herzl’in Rus yetkilileri ile yaptığı görüşmeler olum­

419
lu bir sonuca ulaşırsa, Yahudilik kısa bir süre içinde dün­
yevileşebilir ve Çarlık Rusya’sına karşı sürdürdüğü sol-
devrimci mücadeleden demokratik-evrimci bir çizgiye
kayabilirdi. Hahamlara göre bu, Yahudilerin Tevrat’ta
belirtilen Tanrısal görevlerine ters düşüyordu.
Herzl, 6’ncı Siyonist Dünya Kongresine katdmak
üzere Avrupa’ya döndüğünde, Rus Yahudilerinin temsil­
cilerini tek bir yumruk halinde karşısında buldu. Artık
o coşkuyla karşılanan bir lider değil, lanetlenen ve kötü­
lenen bir adamdı. Herzl üzerindeki baskıdan kurtulmak
için ‘Uganda kartını’ oynamaya karar verdi ve bu ara çö­
zümü’ kongrede oylamaya sundu. 175 delege aleyhte oy
verirken, 295 delege evet’ dedi.
Böylece Teodor Herzl’in bütün dünya Yahudilerinin
adına konuşmadığı da ortaya çıkmış oldu.
Kongrede alman sonuçlar göstermişti ki, dünyevi-ba-
tılı Yahudilik ve dinci-ortodoks-doğulu Yahudilik arasında
bir kopukluk vardı. Örgütsel bağlılığı olmayan Yahudi kit­
lesi açıkça Herzl’in yanında yer almıştı ve onlar Filistin’de
değil, Amerika veya Rusya’d a yaşamak istiyorlardı.
Filistin’de yaşayan bazı Siyonist aktivistler de169
İngilizlerin Uganda teklifini sıcak karşılamışlardı. Uganda
projesine karşı çıkanlar genellikle Filistin’in dışında yaşa­
yan Yahudilerdi.
Yalnız Thora-fundamentalistleri ellerindeki bütün
güçlerle Herzl’e karşı çıkıyor ve onu Tevrat’taki kehanet­
lere ihanet etmekle suçluyorlardı. Talmud Yahudiliği için
Uganda projesini kabul etmek ‘kıyam etgünü’ anlamına
geliyordu.

169 Bütün güçlüklere ve direnişlere rağmen, Leo Pinsker ve komitesi


“Chibbat Zion” (Siyona Sevgi) 1882 Ue 1894 arasında yaklaşık 25.000
Yahudi’yi Filistin’e getirmeyi başarmıştı.

420
Ufuktaki savaş bulutları:

Daha önce de belirttiğim gibi, Siyonistler Uganda


projesini toplanma istasyonu’ veya ‘ara istasyon’ olarak
değerlendiriyorlardı. Onların nihai amacı Filistin’e
yerleşmekti. Fakat burada en büyük engel Türkiye idi. Bu
durum uzun vadede değişeceğe benzemiyordu.
Türkiye’nin kısa vadede çökertilmesi ancak bir savaşla
mümkün olabilirdi. Bu savaş ancak “yahveci-millî devlet
hareketi’nin temsilcileri olan ‘A vrupa Güçlerini kullana­
rak çıkartılabilirdi. Gerçekten de “Yahudi millî hareketi,”
hakiki şeytani bir taktikle hedefine ulaşmak (yani Birinci
Dünya Savaşını çıkarmak) üzereydi.
29 Ağustos 1903’de -yani 6’ncı Siyonist Kongresinin
kapanmasından sonraki gün- American Jewish News’
raportörü Litman Rosenthal, Herzl’i Basel’deki otelinde
ziyaret ettiği zaman, ondan örgütün başkan yardımcısı
Max Nordau’nun Paris’teki bir kongrede konuşma yapa­
cağını öğrenmişti. Rosenthal’in de bulunduğu toplantıda
Nordau şunları söylemişti:
“Kişinev’deki170 olaylardan sonra, büyük güç İngiltere
bizim halkımıza büyük bir sempati göstererek, Yahudi mil­
letine Uganda’da otonom bir koloni imkânı sundu. Uganda
tabii ki Filistin değil ama, hiçbir şey büyük bir güç olan
İngiltere’nin dostluğundan daha kıymetli olamaz. Bu se­
bepten Uganda fırsatını geçici olarak kabul edebiliriz.
Er veya geç ‘şark meselesi’ İngiltere’nin çıkarlarına
uygun olarak çözülecektir. Bu mesele doğal olarak Filistin
meselesini de kapsamaktadır. Herzl, bütün dünyayı sar­
sacak korkunç bir krizin eşiğinde olduğumuzu biliyor­
170 Romanya’nın bir parçası olan Besarabya’nm başkenti. Buradaki Yahu-
dilere karşı kısa süren bir pogrom düzenlenmişti.

421
du. Muhtemelen bu çeşit bir dünya kongresinin ardın­
dan, İngiltere bizlere Uganda fırsatını tanıyacaktır. Şayet
bana İsrail’in Uganda’d a ne yapacağını sorarsanız sîzlere
şu kadarını söyleyebilirim, olaylar şu şekilde adım adım
birbirini takip edecektir; Herzl, Siyonist Konferansı, gele­
cekteki Dünya Savaşı (Birinci Dünya Savaşı) ve bunu ta-
kibeden, özgür İsrail’in İngiltere yardımıyla yaratılacağı,
bir barış konferansı.”

422
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

19’NCU YÜZYILIN SONUNDA


MODERN OKÜLTÎZMİN ÖNCÜ
AKIMLARI

Modern okültizm, 19’ncu Yüzyılın sonu ve 20’nci Yüzyılın


başlarında bazı iddialı ve kapsamlı akımların sonucunda
ortaya çıkmıştır.
Bir yandan H. P. Blavatsky önderliğinde Teozofi ta­
raftarları Hint ve Tibet ezoterizmi öneriyordu, diğer taraf­
tan bazı okültistler bu görüşe tepki olarak ‘Batı Ezoterik
Tradisyonu’ndan sözediyorlardı ve alternatif sistemlere
gerek olmadığını iddia ediyorlardı. Bü mücadele devam
ederken, inisiyasyonunu Bektaşi, Nakşibendi gibi Sufi tek­
kelerinde, şaman çadırlarında alan G. İ. Gurdjieff sessizce
kendi sistemini ortaya koyuyordu ve tamamen farklı bir
akımdan söz ediyordu. “Farkındalık,” “kendini bilme" “ken­
din üzerinde çalışma,” “Enneagram” gibi birçok kavramlar
bu yeni sistem çerçevesinde alışagelmemiş görüşleri ön
plâna çıkarıyordu. Gurdjieff, Batı Ezoterizmi ve Hint köken­
li Yoga, Vedenta v.s üzerine kurulu Doğu Ezoterizminden
farklı ve bunların dışında farklı bir geleneğin bulunduğunu
iddia ediyordu.
Aslında modern okültizm çelişkili ve yetersiz bir ifa­
dedir. Okültizm kadim ve gizli bir konu değil mi? O hal­
de nasıl modern olabilir? Gerçekten okült gizli anlamına
gelir.

423
Ne yazık ki bazen onun yerine koyacak daha uygun
kelime bulamıyoruz. Bir şeyi hatta çok basit bir şeyi bile
anlamadığımızda o bizim için okülttür. Sezgi ve idrakları-
mız berraklaştığında okült bilgilere, okült şeylere ulaşırız,
o kadar basit.
Asırlardır belirli okullarda bazı öğretiler gizli tutul­
muştur. Bu okulların bazıları halen mevcuttur. Ancak
bunların varlığını bilmek, nerede olduklarını ve ne öğ­
rettiklerini öğrenmek için onlara inisiye olmak gerekir.
Zamanımızda asırlardır gizli tutulan bazı öğretileri bir şe­
kilde açığa çıkarmaya yönelik çabalar olmuştur. Aşağıda
belirli ezoterik geleneklerin bünyesinde ortaya çıkan üç
modern akımı anlatmaya çalıştık.

Blavatsky ve Teozofi:

Helena Petrovna Blavatsky, 31 Temmuz 1831’de Ekat-


erinoslav, Ukrayna’da doğdu. Bebekken onu vaftiz eden
rahibin kıyafeti mumlara değerek tutuşmuş ve kendisi
kötü bir şekilde yanmıştı. Bu sanki, ileriki yıllarda onun
Hıristiyanlığa karşı tepkisinin bir ön göstergesiydi. Ne
de olsa ileride İtalya’da Garibaldi saflarında erkek gibi
dövüşüp, kendi deyimi ile “Papa taraftarlarını devirmeye”
çalışacaktı.
Aristokrat Alman asıllı bir aileden gelen Albay Peter
Hahn’ın kızıydı. Öte alemlere temas göstergeleri daha
çocuk yaşında başladı. O zamanlar bile arkadaşlarına
fantastik öyküler anlatırmış ve bunlar bir şekilde ço­
cukların hayallerinde berrak bir şekilde canlanıvermiş.
18 yaşında kendisinden çok daha yaşlı Erivan Vali yar­
dımcısı Nicephore Blavatsky ile evlendirildi. Bu vesile

424
ile Blavatsky soyadını aldı. Ancak evliliği üç ay sürmüş­
tü ve Blavatsky kocasını terk ederek İstanbul’a kaçmıştı.
Burada bir süre bir sirkte at üzerinde akrobasi yapmıştı,
ancak atın düşerek üzerine çökmesiyle ağır bir şekilde ya­
ralanmıştı. Mısır’a giderken bulunduğu gemi infilak ede­
rek battı, 400 yolcudan Balavatsky de dahil olmak üzere,
sadece 17 kişi kıyıya yüzerek canlarını kurtarabilmiş­
ti. Blavatsky (veya müritlerinin adlandırdığı gibi HPB)
bundan sonra genelde akrabaları eşliğinde dünya turuna
çıktı, Teksas, Avrupa, Güney Amerika, Afrika ve Hindis­
tan’a gitti. Yasak ülke Tibet’e girmek için birkaç teşebbüsü
olmuşsa da yetkililer tarafından geri çevrildi. O zamanki
meşhur medyumlardan D. D. Home yanında asistanlık
ve hatta medumluk yapmıştı. Ancak daha ilerde ruhçu
seanslara genelde aldatıcı elemental ve elemantari varlık­
ların geldiğini, bu tür çalışmaların bilinçsiz yapıldığında
bir tür nekromansi (cesetlerle yapılan fal ve kara büyü)
olduğunu iddia etmişti.
Blavatsky, 1848 ve 1858 yılları arasında neler geçtiği
konusunda fazla bilgi vermekten kaçınmıştır. Tibet’e gire­
rek bazı Mahatmalar tarafından eğitildiğini ima etmek­
tedir. Mahatmalar Sanskritçe’de “yüce varlık” anlamına
gelir. Bu Mahatmaların reenkarnasyon zincirinin son
halkasına varmış, çok uzun ömürlü, beden olarak kusur­
suz, kâmil ve büğe kişiler olduğunu anlatmaktadır.
Blavatsky daha sonra Amerika’ya giderek vatandaş
olur. Bu sıralarda Madam Blavatsky, 110 Kg ağırlığında,
günde 200 sigara içen, erkek gibi açık sözlü ve dinamik
bir kişiydi. Gençliğindeki güzelliğini yitirmişti ama çekik
mavi gözlerinin hâlâ çok etkili ve manyetik olduğu söy­
lenirdi.

425
13 Eylül 1875 tarihinde New York’ta Albay Henry
Steel Olcott ve William Quan Judge ile birlikte ‘Teozofık
Cemiyeti’ kurdu. Teozofi (Teos-Tanrı, Sofı=Bilgelik)
Grekçe ‘Tanrı Bilgeliği’ ve İlahi H ikm et’ anlamına gelir.
Cemiyetin üç amacı vardı:
1- Evrensel insan kardeşliğini kurmak
2- Kadim din, felsefe ve bilimleri araştırmak ve
açıklamak
3- Doğa kanunlarını araştırmak ve insan içinde
potansiyel olarak yatan ilahi güçleri geliştirmek.
1877 yılında “Isis Unveiled” (Açıklanmış îsis) kitabı­
nı yayınladı. Bu kitap bomba etkisi yapar ve çok satılır.
İki cilt şeklinde 1500 sayfalık bu kitap, ruh ve evren sır­
larını açıklamaya yönelik etkileyici ve yarı-akademik bir
stilde yazılmış bir eserdir. İnsanlar her fikrine katılmasa
da, belki de en etkileyici yönü referans ve konuların zen­
ginliğidir. îlk cildin adı “Bilimdi ve o günkü bilimin daha
öğrenmesi gereken şeyler olduğunu belirtmişti. Eski çağ­
larda doğa, metafizik ve beşeri sırları açıklayan çok ileri
seviyede bir bilgi olduğunu, insan tarihinin sanıldığından
çok daha eski olduğunu anlatır ve kanıtlar ortaya koyar.
İkinci cildin adı ise “Din,” bu kitapta HPB o günkü din
anlayışını eleştirir. Özellikle Hıristiyanlık ve Yahudilik
ağır eleştirilere maruz kalır. Bunlara karşılık kadim felsefe
ve inançların daha ileri olduğunu ortaya koyar.
Doğu dinlerinin, özellikle Hint-Aryan kökenli
Sanskritçe eserlerin önemini vurgular ve savunur. Uzak
Doğuda bazı ezoterik ve inisiyatik okulların varlığından
söz eder.
Blavatsky’nin ikinci önemli eseri ve başyapıtı 1888’de
yayınlanan “The Secret Doctrine” (Gizli Doktrin) idi.

426
Ancak HPB’nin 1891 yılında ölümünden sonra tamam­
lanmıştır. Daha sonra HPB’nin yazılarından yeni ciltler
basıldıysa da, özellikle yeni başkan Annie Besant’a karşı
olan William Q. Jııdge fraksiyonu tarafından fazla itibar
görmemiştir. Gizli D oktrinin ilk cildi “Cosmogenesis”
evrenin yaratılışı, yapısı ve arkasındaki kozmik yasaları
anlatmakta, ikinci cildi “Anthropogenesis” insan ırkının
devinimlerini, yedi kök ırk ve yedi alt kök ırklar, Lemuria
(Mu) ve Atlantis gibi kayıp uygarlıklar, reenkarnasyon ile
insanların ruhsal ve psişik tekamülü vs anlatmaktadır.
Kitabın tamamı ‘Dzyan Stanzalar’ı diye adı geçen kısa ve
kadim bir kutsal metnin satır satır açıklamasıdır. Bu kitap,
Gizli Doktrin in birçok kaynak eserleri gibi dünya litera­
türünde bilinmeyen kitaplar arasındadır. Üstelik ‘Senzar’
denilen kayıp bir dilde yazıldığı iddia edilmektedir. Son
zamanlarda HPB’nin bazı esrarengiz kaynak eserleri
bulunmuştur. Bunların haricinde ‘Gizli Doktrin 50 bin
kitabı kaynak olarak gösteren oldukça karmaşık ve zor
anlaşılan bir eserdir. Anlayabilmek için birçok Sanskritçe
kelimeyi Öğrenmek, klasik eserler ve felsefe konusunda
biraz eğitimli olmak lazımdır.
HPB’nin yakınları, örneğin Albay Olcott, eserlerini
yazarken boşluğa baktığını ve sanki bir televizyon ekra­
nına bakar gibi yanında olmayan kitapların sayfalarına
girip alıntı yapabildiğini, Mahatma’lardan telepatik bilgi
ve destek aldığını aktarmışlardır.
Bazı ender kitapları, örneğin sadece Vatikan’d a bulu­
nan elyazmalarını dahi bu yolla aktardığı söylenir.
Teozofık harekatı kısa sürede yüz bine yakın taraf­
tar toplamıştı. Daha sonra Blavatsky Teozofi Cemiyetinin
merkezini Adyar / Hindistan’a taşımıştı ve Batıkların yanı

427
sıra kendisine Hintli taraftar da toplamaya başladı. Daha
da fazla taraftar toplama çabasında HPB mucizeler ya­
ratıyordu. Bir el hareketiyle elinde kelebekler uçuşuyor,
zil sesleri duyuluyor, Mahatma’lardan gelen mektuplar
tavandan düşüyordu v.s. Zaman zaman hile yaptığı fik­
ri, Londra’d aki Psişik Araştırma Cemiyetinin (S.R.R-
Society of Psyhical Research) olumsuz raporundan sonra
Teozofıye büyük bir darbe olmuştur. Ama hızını yavaşlat -
sa da durduramamıştır.
HPB’nin ölümünden sonra, Teozofi Cemiyetinin
gelişmesi olaylı olarak devam etmiştir. Cemiyet Judge
ve Olcott-Besant adları altında iki fraksiyona ayrıl­
dı. Olcott’un ölümünden sonra, bir Anglikan rahipken
Teozofiye geçiş yapan C. W. Leadbeater ve önceden bir
sosyal reformcu olan Annie Besant, düşünce formları,
sahralar, aura, astralplân gibi ilginç bazı konular üzerinde
eserler yayınladılar. Bu arada Co-Masonluk ve Liberal Ka­
tolik Kilise gibi örgütleri şemsiyeleri altına aldılar.
Bir duru-görü medyumu olarak ün yapmış olan
Leadbeater günün birinde K rishnam urti adında bir gen­
ci keşfederek onun gelecekte ‘Dünya Öğretmeni’ olacağını
beyan etmişti. Teozofi Cemiyetinin himayesinde yetişen
K rishnam urti, günün birinde Teozofi ile bütün bağlarını
kopararak bağımsız bir düşünür olarak yola koyulmuş­
tu. Tabii ki bu Teozofi için büyük bir fiyasko olmuştu. Bu
arada Krishnamurti dünya çapında ün kazanır ve eserle­
ri Türkçe dahil birçok dile çevrilir. Belki de durum biraz
farklı olsaydı, Krishnamurti gerçekten Teozofıyi diriltici
güç olabilirdi. Ancak Teozofi giderek kurumsallaştı, öğ­
retileri çağa uyum sağlayamadı ve Blavatsky sayesinde
pratik çalışmalar yerine felsefi tartışmalar ön planda

428
tutuluyordu. Bu durum Krishnamurti’yi isyana zorladı.
Krishnamurti felsefesini Gurdjieff gibi farkındalık üzeri­
ne kurmuştu.
Bu farkındalık anlayışı ile Teozofînin okült bilgileri
biraraya gelseydi günümüzün insanına hitap eden dina­
mik bir sistem oluşabilirdi.
Bütün bu pürüzlere rağmen, Teozofinin modern
okültizme büyük kalkılan olmuştur. Teozofı, idealist bir
yaklaşımla bir dünya kardeşliği kurmak için büyük çaba
harcamıştı. Özellikle ‘New Age’ (Yeni Çağ) hareketi bü­
tün o parlak fikirlerini Teozofıye borçludur.

Gurdjieff ve Dördüncü Yol:

“Kendini bilme konusunda kısa durum şöyledir: Yapa­


bilmek için bilmen gerekir. Ancak bilmek için önceden
nasıl bilindiğini öğrenmen gerekir. Bunu da tek başımıza
öğrenemeyiz.”

G.I. Gurdjieff:

Gurdjieff’le ilgili olarak “Sarman Kardeşliği” bölü­


münde yeteri kadar bilgi verdiğim için burada kısaca
bahsedeceğim.
G. Ivanovitch Gurdjieff 1866 yılında Kafkasya’d a
fakir Rum bir babadan ve Ermeni bir anadan doğmuş­
tu, çocukluğu Kars’ta geçmişti ve 1949 yılında Paris’te
dünyaca ünlü bir öğretmen olarak vefat etmişti. Gurdjieff
sistemini kurmadan önce bir gezgin olarak Hindistan,
Tibet, Orta Asya, Anadolu, Ortadoğu ve Mısır’d a hayatın
sırlarını öğrenmek üzere 20 yıllık bir arayış yolculuğuna

429
çıkmıştı. Kendisi bu gezileri sırasında bazı kadim ezoterik
okullara girdiğini iddia eder. Anlattığına göre bu arayışta
yalnız değildi ve kendilerine “Hakikati Arayanlar” diyen
bir grubun üyesiymiş. Bu grubun amacı çeşitli kadim öğ­
retilerden bilgi kırıntıları toplamaktı. Gurdjieff’in deyi­
miyle “Okullardan söz etmişken, sadece özel okullar var­
dır, genel okullar yoktur. Her guru veya öğretmen kendi
konusunda uzmandır, örneğin biri astronomdur, diğeri
heykeltıraş, üçüncüsü ise müzisyendir. Her bir öğrenci
ilk başta onun uzman olduğu konuyu öğrenmelidir, daha
sonra başka konu v.s. her şeyi öğrenmek bin yıl sürer. Ben
yalnız değildim. Aramızda birçok uzman vardı. Herkes
kendi özel konusunda eğitim gördü. Daha sonra bir araya
geldiğimizde öğrendiklerimizi bir araya koyduk.”
Gurdjieff 1913 yılında Taşkent’ten Moskova’ya taşınır ve
etrafına bir kaç mürit toplayarak ezoterik okulunu kurar.
1915 yılında, Ouspensky, Gurdjieff’le tanıştığında
Rusya, Birinci Dünya Savaşına girmek üzeredir. Dokuz
yıllık beraberlikleri olaylı geçmiştir. Rusya’d a Ekim
Devrimi Bolşevikleri iktidara getirmişti ve Gurdjieff m ü­
ritleri ile birlikte ülkeden kaçarak birçok Beyaz Rus gibi
İstanbul’a göçmüştü. Bir süre sonra Batıya iltica ederek
1922 yılında Fransa’da okulunu kurmuştur. (Prieure,
Fontainebleau-Avon’d a Insititute for the Harmonious
Development of Men) Bütün bu olayları, Ouspensky
“Mucizeler Peşinde Bir Arayış, Bilinmeyen Öğretinin
Parçaları” adlı kitabında aktarmıştı.
Kısaca “Dördüncü Yol” veya “İnsanın Ahenkli
Gelişimi” diye tanımlayabileceğimiz Gurdjieff sistemi­
ni ayrıntılı olarak incelemek konumuzu aşar. Esas te­
ması insan hayatının aslında bir uyku halinde geçtiği-

430
dir. Uyanmak için özel içsel çalışmaya girmesi gerekir.
Sonucunda insan farkındalık ve daha yüksek şuur düze­
yine ulaşır. Bunu sağlamak üzere felsefiye psikolojik semi­
nerler dışında, bazı özel hareketler ve danslar uygulanır.
Aklın normal seyrini bozmak, farklı şuur hallerini uyan­
dırmak için çeşitli yöntemler de kullanılır.
Bu esrarengiz adam etrafındaki insanlar üzerinde
güçlü bir etki bırakmıştır, öğretileri dolaylı veya dolaysız
bir şekilde 20 nci asır üzerinde derin bir iz bırakmıştır.
Doğal tıbbi terapi metodları, ruhsal şifa, dans hareketleri
gibi sayısız konuda yenilikler getirmiştir.
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, Blavatsky daha
sahneye çıkmadan önce, Batıda özellikle Fransada bazı
okültistler ezoterik bilgileri halka sunma provası yapıyor­
lardı. Aslında bu pek de yeni bir girişim sayılmaz, daha
eski çağlarda Paracelsus ve Agrippa gibi birçok kişi, Batı
Ezoterizminin temel esaslarını yalın bir dille açıklamaya
çalışıyorlardı. Diğer yandan, birçok şifreli simya kitabı
ortalıkta dolaşıyordu. 19’ncu asırdan önceye inmek bu
kısa yazımızın kapsamını aşar, daha yakın zamanlarda,
1801 tarihinde İngiliz Francis Barret, “Magus, Komple bir
Okült Felsefe Sistemi olarak Semavi Bilgilenme Yöntemi”
adında bir kitap yayınladı. Bu kitap yazarın çizdiği cin ve
ifrit resimleri, Agrippa ve çeşitli Grimoire’ler (büyü reçe­
teleri içeren ortaçağ kitapları) den alıntılar içerir. Konu
olarak doğal maji bilimi, simya ve Hermetik felsefe, insa­
noğlunun yaratılışı ve düşüşü, astrolojik ve tılsım majisi,
manyetizm, kabalistik ve ritüel maji gibi bölümler içer­
mekteydi.
Ünlü Fransız okültist, kabalist ve majisyen Eliphas
Levi Zahed (asıl adı olan Alphonse Louis Constant’ın

431
İbraniceye çevrilmiş şekli) 1810 yılında Paris’te doğdu.
Din eğitimi alırken, genç yaşta Katolik Kilisesine ters
düşen doktrinler öğrettiği için rahiplikten kovulmuştu.
1839 yılında sosyalist bir dinin propagandasını yapan
Ganneau’m etkisi ile “Özgürlük İncili” adında bir broşür
yayınladı ve bundan dolayı altı ay hapiste yattı. 16 yaşın­
da bir kadınla başarısız bir evlilikten sonra, Levi kendi­
ni tamamen maji, kabala ve Hermetizm etütlerine verdi.
1855 yılında Transandantal Maji Doktrini,’ 1856 yılında
‘Transandantal Maji Rimeli,’ 1861 yılında ‘Maji Tarihi,’
yine aynı yıl ‘Yüce Misterlerin Anahtarı,’ 1864 yılında
‘Masallar ve Sembolleri yayınladı. Spence’e göre “Levi
okült bilimler konusunda bilgisini önemli ölçüde hayal
gücüne borçluydu ve eserlerini okurken insan genelleme­
leri ve hipotezleri acele kabul etmeme konusunda dikkat
etmelidir. “Bu görüş oldukça yaygındır, Eliphas Levinin
başarısız ve genelde alay edilen bir çalışmasında şuuru­
nun değiştiğini ve birçok konularda bilgilerin kendiliğin­
den aktığını iddia etmiştir. Buna rağmen, Eliphas Levi
eserlerinde ezoterik ve okült konuya anlamlı açıklamalar
getirmiştir.
Levi, Batı Ezoterizmi’nin etrafındaki sır perdelerini
açma konusunda tam bir başarı sağlayamamışsa da, en
azından deneme cesaretini göstermiştir.

Eliphas Levi’ye göre m ajinin üç unsuru vardı;


1- İrade Gücü
2- Astral Işık
3- Tekabül
Bu üçlüye ileride ‘Altın Şafak Cemiyeti’ dördüncü
bir unsur olarak ‘imgelemeyi katacaktı. İrade en önem­

432
li unsurdur. Örneğin, Levi’ye göre büyücülerin karmaşık
ve bazen de son derece saçma reçeteleri iradeleri belli bir
konu üzerinde yoğunlaştırma görevini görür. Astral Işık,
Anton Mesmer tarafından ortaya atılan, iradeyi hede­
fine götüren suptil manyetik alanlardır. Bunlar genelde
astrolojiktir. Yani belirli bir ot, tütsü, taş belirli bir geze­
gene bağlıdır. Dolayısıyla, belirli bir gezegenin etkisinden
faydalanmak için, o gezegene bağlı tütsü, renk v.s kulla­
nılır. Bu tabii ki yeni bir bilgi değildir ve binlerce yıldır
açık veya kapalı bir şekilde Agrippa veya Paracelsus’un
eserlerinde dile getirilmiştir.
Teozofiye girip çıkan kişiler arasında bulunan Anna
Kingslord, zamanında kadın hakları ve vejeteryanlık ko­
nusunda hırslı bir kampanya yürütüyordu.
Kalem arkadaşı Edward M aitland ile birlikte zama­
nında çok beğeni kazanan Batı Ezoterik temalı birkaç eser
yazdılar. Hayranları arasında bulunan W. W. Westcott ve
S. L. Mac Gregory Fathers, Kingsford un kurmuş oldu­
ğu Hermetik Cemiyetiyeti (Hermetic Society) konuş­
macı olarak iştirak ediyorlardı. Bunlar daha sonra kendi
cemiyetlerini kuracaklardı. S. L. Mac Gregor Mathers,
Kingsford’a hayranlığını başyapıtı “Kabbalah Unveiled”i
ona ithaf ederek ve hayat boyu eşi Moina ile birlikte veje-
teryan olarak hayatlarını sürdürmekle gösterecekti.

Altın Şafak Cem iyetinin Kuruluşu:

1891 yılında, H. P. Blavatsky’in ölümünden sonra yayınla­


nan “Teozofi Sözlüğünde o zamanın tanınmış Gnostizm
ve Hermetizm araştırmacılarından Teozofist G. R. S.
Mead şöyle bir önsöz yazmıştı; “Kabala, Gül-Haç veya

433
Hermetik Doktrinlerde bulunan kelimelerin açıklanması
HPB’nin özel ricasıyla Birader W. W. Westcott MB, PM
ve P. Z. Rosicrucian (Gül-Haç) Genel Sekreteri ve ‘Her-
metic Order of the G.D’ (Altın Şafak Hermetik Cemiy­
eti) Başkanı tarafından yazılmıştır ve (w.w.w) olarak işa­
retlenmiştir.”
HPB’nin son yıllarında batı kökenli bu ezoterik cemi­
yetlerle nasıl bir irtibatı olduğu tam olarak bilinmiyor.
Ancak sözlüğünde ona yer verecek kadar itibar göster­
mişti. Eğer birkaç yıl daha yaşasaydı nasıl gelişmeler olacağı
bilinmiyor, çünkü soıı günlerinde “Altın Şafak Cemiyeti”nin
kurucuları ile yakın ilişkiler içindeydi. W. W. Westcott
Teozofi cemiyetinde konuşmalar yapıyordu ve birçok HOGD
(Golden Dawn/Altın Şafak) üyesi gibi Teozofı’nin ezoterik
bölümünde bulunmuştu. HPB tarafından kurulan bu ezote­
rik bölüm, Teozofi nin iç çemberi idi.
Batı ezoterik Tradisyonu varlığını pek açıkta
sürdürememiştir. Bunun başlıca sebebi kilise tarafın­
dan hoşgörülmemesidir. Kilise her zaman ruhsal konu­
lar üzerinde bir tekel kurmaya çalışmıştır, halbuki okült
çalışmaların kökeni Hıristiyanlıktan önceki dönemlere
dayanmaktaydı. Bunun dışında inisiyatik öğretiler her
zaman gizli sürdürülmüştür, çünkü her şeyden önce söz­
lü olarak aktarılır, kişiye özel bir şeydir, halka açık bir
tiyatro değil. Ayrıca içerdiği bilgilerin ayağa düşmemesi,
anlamayan kişiler tarafından hor görülüp aşağılanmama­
sı için gizlilik kullanılmıştır.
Yine de okült adeptlerin (üstadların) her zaman in­
sanları bir şekilde aydınlatmak için bir başeser bıraktıkla­
rı söylenir. Böylece gizli öğretiler yavaş yavaş yüzeye çıkar
veya en azından yeni adaylara yol gösterilir.

434
Yakın tarihte Batı Ezoterik Tradisyonun en ünlü
Ezoterik Majikal Cemiyeti “Altın Şafak Hermetik
Cemiyeti” idi.
‘A ltın Şafak Hermetik Cemiyeti’ 1887 yılında Dr.
William Wynn Wescott, Dr. William Woodman ve
Samuel Liddell Mathers tarafından kurulmuştu. ‘Societas
Rosicruciana in Anglia’ (İngiliz Gül-Haç Cemiyeti) ce­
miyeti bünyesinde ortaya çıkmıştı. Her iki cemiyette
Gül-Haç geleneğini takip etmekteydi. Bilindiği gibi, İskoç
Masonluğu derecelerinde ‘Rose-Croix of Heredom’ diye
adlandırılan 18 dereceli bir rit bulunmaktadır. Ancak şurası
da unutulmamalıdır ki, Gül-Haçla ilgili ‘Fama Fraternitas’
manifestosu Farmasonluğun kuruluşundan yüz yıl ön­
ce, yani 1617 yılında yayınlanmıştır. Gül-Haç ve Fama
Fraternitas konusunda daha önce bilgi verdiğim için bu­
rada ayrıntılara girmeyeceğim. Yalnız Gül-Haç örgütünün
kurucusu Rosenkreutz’un Fas’ta iki yıl kalarak üstadlardan
‘cin çağırmayı ve hükmetmeyi,’ ayrıca “İslami Kabala”yı
öğrendiğini burada belirtelim.
İlginçtir ki ‘Rosicrucian’ adını taşıyan bir Amerikan
cemiyeti Sokrat ve Akhenaton’un üyeleri olduğunu iddia
etmekteydi.
İngiliz Gül-Haç Cemiyeti SRIA’nın kurucusu Robert
Wenthworth Little’ın (1840-1878) 1865 yılında Mason
arşivlerinde bazı elyazmalarını bulduğu söylenir.
Bu el yazmaları efsanevi Gül-Haç cemiyetlerinden bi­
rinin inisiyasyon ritüellerini içeriyormuş. Bunun üzerine
kendisi hermetik bilimler, simya ve ezoterizm’le ilgilenen
yüksek dereceli masonların bir araya gelebileceği bu ce­
miyeti kurmuştu. Bazı yeni bulgulara göre Little, arkadaşı
Mason Hughan ile Edinburgh’d a Anthony O’Neal Haye

435
adı altında İskoç Gül-Haç cemiyetine inisiye olmuşlardı.
Cemiyet üyelerinden Kenneth H. MacKenzie kapsamlı
“Masonik Ansiklopedfnin yazarı idi. Onu bilinmeyen
konulara iten ölüm sonrası ile ilgili geçirdiği bir dene­
yim idi. Arkadaşı Buckley ile bir anlaşma yapmıştı, kim
önce ölürse arkadaşına gözükecekti. Böylece ölüm ötesi
hayatın olup olmadığını diğer arkadaşına açıklayacaktı.
Buckley otuz yaşında öldü. Kısa bir süre sonra Mackenzie
önünde kendisine anlamlı bir şekilde bakan arkadaşının
suretini görmüş ve suret bir süre sonra esrarengiz bir şe­
kilde ortadan kaybolmuştu. Bunun üzerine daha önce
bir agnostik olan MacKenzie, kendini doğaüstü ve okült
konularla araştırmaya vermişti. MacKenzie ilk iş olarak
Fransa’ya giderek ünlü okültist Eliphas Levi’d en ders almış­
tı. MacKenzie’nin AvustralyalI Kont Apponyi tarafından
Gül-Haça inisiye edildiği kaydedilmektedir. HOGD’nin
(Altın Şafak Cemiyeti) kurulmasına neden olan elyazma-
sınm Kont’tan kaynaklandığı iddia edilmektedir.
MacKenzie’nin ölümünden sonra, arkadaşı okültist
ve duru-görü medyumu Fred Hockley onun kitaplarının
bir kısmını devralmıştı. Fred Hockley birçok ezoterik ve
okült kitaplar toplamışü ve 1885’de öldüğü zaman bazı ev­
rakları MacKenzie’nin yakın dostu rahip A. F. Woodford’a
bırakmıştı. Bunlar arasında baştan sona şifreli garip bir Gül-
Haç elyazması vardı. Bu elyazmayı Woodford üyesi olduğu
SRIAnın başkanı W. W. Westcott’a vermişti. Westcott el yaz­
masındaki şifreyi hemen tanımıştı. Bu şifre Rahip Johann
Withemius’un eseri ‘Polygraphia’ da verilen gizH bir şifreydi
ve Mather’in yardımıyla çözülüp, kâğıda dökülmüştü.
Bu elyazması Gül-Haç ve kabalistik ritüelleri açıklı­
yordu. Ayrıca majikal ismi “Sapiens Dominabitur Astris”

436
veya ‘Soror S.D.A’ olan Anna Sprengel adında bir Alman
Bayan Gül-Haç adepti (üstadı) tarafından yazılmış,
Almanya’daki Nürnberg veya Stutgart’tan gönderilmiş
bir mektup vardı. W.W. Westcott bu bayana mektup yaz­
dı ve karşılıklı görüşmeler sonucunda Londra’da, Alman
ana loca “Die Goldene Daemmerung” (Altın Şafak) dan
az çok bağımsız ‘İsis Urania’ mabedi kurma yetki belgesi
(charter) alındı.
Böylece yakın zamanların en ünlü majikal cemiyeti
“Altın Şafak Herm etik Cemiyeti” doğmuş oldu. Hem
S.R.I. A, hem de H.O.G.D üyesi ve H.O.G.D’nin deva­
mı olan ‘Stella Matutuna’nın başkanı olan Dr. Felkin’e
göre “1880 yılında önce Orta Avrupa’daki gizli Gül-Haç
Kardeşliği, kişisel olarak eğitilmeye yatkın buldukla­
rı adayları büyük bir titizlikle seçiyordu. Seçilen bu öğ­
renciler, sonradan dış örgütte verilen geleneksel teorik
bilgiyle donatılıyorlardı. 3-4 yıllık yoğun bir çalışmadan
sonra, örgütün üstadlarının karşısına çıkarılıyorlar, eğer
sınavları geçip onay görürlerse “Roseae Rubeae et Aureae
Criucis” cemiyetine inisiye ediliyorlardı.”
Ancak Orta Avrupa’d a siyasi iklimin ısınması ve
İngiltere’nin nispeten daha ılımlı ve demokratik bir ülke
oluşu, ayrıca onların İngiltere’de az çok halka açık olma­
ları, örgütün sıcak karşılanmasında önemli bir etken ol­
muştu.
Örgütün kurucularından biri olan Dr. W. W. Westcott
Kraliçeye bağlı bir adli tıp uzmanı idi. Majikal adları ‘Sapere
Aude ve Nom Omnis Moriar’ (S. A ve N.O.M) idi. Birçok
kabalistik ve hermetik eser yazmış ve tercüme etmişti.
İbranice’den tercüme ettiği ‘Sepher Yetzirah’ (Tezahürat
Kitabı-50 Zihin Kapısı ve 32 Hikmet Yolu) en önemli ve en

437
eski kabalistik eserler arasında yer alır. Westcott, “Sayılar,
Okült Güçleri ve Mistik Erdemleri” adlı bir diğer kitabın da
yazarıdır. Bunun dışında birçok hermetik, simya, kabalis­
tik eser yayınladı. Westcott’un birçok eseri Teozofı yayınevi
tarafından yayınlanmıştır.
Diğer kurucu S. L. Mac Gregor Mathers’in majikal
adı ‘S. Rhiogial Madream’ (S. R. M. D) idi ve tercüme etti­
ği kitaplar arasında ‘The Qabbalah Unveiled’ (En önemli
kabalistik eserlerden biri olan Zohar’ın tercümesi), ‘Kral
Süleymanm Anahtarı,’ ‘Kral Süleyman’ın Goetia Kitabı,’
‘A rrnadel Grimoire’ı, ‘Majisyen Abramel’in Kutsal Maji
Kitabı’ gibi kitaplar bulunmaktadır.
Mesleği icabı bir kenara çekilen Westcott’un yerine
geçen S. L. Mac Gregor Mathers cemiyetin okült kapsa­
mını hayal edilemez boyutlara genişletmişti.
W. R. Woodman cemiyetin kuruluşundan bir süre
sonra, 1891 yılında öldü. Westcott kendisi gibi adli tıp
uzmanı olan Woodman’i “İngiltere’nin en yetkin İbrani
Kabala uzmanlarından biriydi” diye anmıştı.
HOGD üyeleri arasında pek çok tanınmış kişi vardı.
Bazıları okült eserler bırakmışlardı. Örneğin; A. E. Waite
ezoterizm ve okültizmle ilgili her konuda sayısız kitap
yazmıştı. Diğer bir ünlü HOGD üyesi ise İngiltere’nin en
ünlü şairlerinden İrlanda asıllı William Butler Yeats idi.
Yeats, HOGD’un faal bir üyesiydi ve okültizm hayatında
önemli bir rolü vardı. Diğer ünlü üyeler arasında Aleister
Crowley, Arnold Bennett, Dr. Felkin, Paul Foster Case ve
Francis Israel Regardie’yi sayabiliriz.
Altın Şafak Cemiyeti, masonluk gibi kuruluşlardan
farklı olarak kadınlara da açıktı. Cemiyet din ve ırk farkı
gözetmeyen bir ezoterik okuldu ve ezoterik okulların esas­
larına uyarak, kişilerde herhangi bir sınıfsal veya parasal

438
ayrımcılığı, sosyal imtiyazı dikkate almazdı. Üyeleri ara­
sında Arnold Bennett gibi bilgili ve yetenekli, fakat para­
sız üyeler de vardı. Başkan Mather de bir kasabın oğluydu
ve Westcotf un yardımıyla geçiniyordu. Ünlü kadın üyeler
arasında bulunan Florence Farr, o zamanın meşhur tiyat­
ro sanatçılarındandı. Yeats ve Bernard Shaw ile yakınlığı
ile tanınmıştı. Florence Farr da aktif bir üyeydi ve ilginç
çalışmaları vardı. ‘Mısır Majisi’ adlı kitabı zamanının çok
iîersinde idi. Daha sonraki tarihlerde ‘Enokyan Maji’ ve
‘Sembolizm’ konusunda yazıları yayınlandı. Moina veya
Mina Mathers, MacGregor Mathers’in Yahudi asıllı karısı
ve IIOGD’e kayıtlı 5. üye idi. Kendisi filozof Bergson’un
kardeşiydi ve ilerde Mac Gregor Mathers’in ölümünden
sonra bir süre HOGD başkanlığını yürütmüştür. Maud
Gonne, W. B. Yeats’e yakındı. Birçok HOGD üyesi gibi
Kelt (İrlanda, İskoçya ve Galler) kökenliydi. Daha sonra
İrlanda’nın bağımsızlığı için çeşitli faaliyetlerde bulun­
muştur. Gerçek adı Violet Firth olan Dion Fortune ikin­
ci nesil HOGD inisiyeleri arasında yer aldı. Daha sonra
kendi okült cemiyeti olan ‘Society of the Inner Light’ı
(İçsel Işık Cemiyeti) kurdu.
Muhtemelen “Westcott tarafından hazırlanan cemi­
yetin tarihi bildirgesinde şunlar yazmaktadır:
“The Hermetic Order of the Golden Dawn (HOGD)
üyelerine okült bilimleri, prensiplerini ve ‘Hermes
Majisini’ öğreten Hermetik bir cemiyettir. Son asrın ikin­
ci yarısı başında cemiyetin İngiltere ve Fransa’d a bazı
önemli adeptleri ve başkanları vefat etmiştir ve ölümleri
mabet çalışmalarında geçici bir boşluk yaratmıştır.
Cemiyetimizin önde gelen adeptleri (üstadları) arasın­
da Eliphas Levi, modern Fransız adeptlerinin en büyüğü,

439
Ragon, birkaç okült kitabın yazarı, Kenneth MacKenzie,
ünlü ve kapsamlı Masonik Ansiklopedinin yazarı ve el
yazmaları büyük itibar gören kristalle duru-görü yetene­
ğine sahip Frederick Hockley vardı. Günümüzün diğer
adeptleri bilgilerini ve güçlerini eşit değerde ve hatta daha
da muhteşem kişilerden devralmışlardır. Onlar gerçekte
el almışlardı ve Teozofık doktrin ve sistemleri, Herme-
tik bilimleri ve yüksek simyalarını Almanya’daki ‘Fratres
Rosae Crucise (Gül-Haç Kardeşliği) uzanan bir dizi pra­
tik araştırmacılardan günümüze devretmişlerdir.
Gül-Haç mistik dirilişi, daha eski olan kabalistik
Hahamların ve bundan çok daha kadim Mısır gizli bil­
gisinin sadece yeni bir gelişmesiydi, ki Tevratta anlatıl­
dığına göre Musevi dininin kurucusu Musa, ‘Mısır’ gizli
bilimlerinde bilge, yani inisiye idi.”
HOGD’nin nihai amacı kişiyi “insanüstü” bir konu­
ma getirmekti ve kişinin yüksek benliği ile birleşmesini
sağlamaktı, yani örgütün renkli ve edebi dilinde buna
“Koruyucu meleğin bilgisine varmak,” deniyordu.
Batıda gerçek ezoterik cemiyetler her zaman loca
sistemini kullanırlar, çünkü loca sisteminde kişi değil,
sistem ön plândadır. Bir ‘order’ ve kült arasındaki fark
budur. Bir kült kuvvetli bir kişi tarafından kurulur ve et­
rafında kolayca yönetebileceği zayıf insanları toplamaya
çalışır. Bir “order” ise tam tesine kendi ayakları üzerin­
de durabilen, güvenilir, olgun ve erdemli kişiler arar. Bu
kişiler ‘order’ veya kardeşliğin bir parçasıdır ve yetki ve
kıdemlerine göre pay sahibi olurlar. Hermetik sözcüğü
yelpazenin geniş tutulması, kadim ve evrensel bilgelik

440
anlamına gelir. Golden Dawn yani Altın Şafak derin an­
lamlar içeren bir sözdür. Altın Şafak-Golden Dawn be­
şinci inisiyasyonda Adeptus M inör’ derecesine girmeyle
ilgilidir. Daha önceki dört inisiyasyon dört elemente te­
kabül eder. Adeptus M inör’ inisiyasyonu ile kişide kalp
merkezi uyanışı ile egosunu aşması ve ruhsal özellikleri­
nin kaynağı olan üstbenliği ile temas kurmasını simgele­
mektedir. Artık kişi bir adepttir ve ikinci cemiyet ‘Roseae
Rubeae et Aueae Criucis’ cemiyetine inisiye olur. Bir de
‘Gümüş Yıldız’ olarak tanınan üçüncü bir cemiyet var­
dır. Bu cemiyette sadece “görünm ez şefler,” ‘Yüce Beyaz
Kardeşliğin’ üstadları bulunur. Bütün gerçek ezoterik
cemiyetlere yön verenler, zaman zaman misyon da yük­
lenirler.
HOGD’nin sırları ve tüm iç örgüt yazışmaları ancak
1937 yılında açığa çıkmıştır. HOGD Batı Ezoterizminin
tek ezoterik okulu değildir, ayrıca Fransa ve Almanya’daki
örgütler dışında, ‘Lüksor Işık Kardeşliği/ A urum Solis,’
‘Eulis,’ OTO gibi başka okullar da mevcuttu. Bunların ço­
ğunun faaliyetleri günümüze dek devam etmektedir.
‘Golden Dawn’ günümüzde birçok yeni ezoterik ce­
miyetin kuruluşuna malzeme olmuştur. Örneğin batıda
tamamen HOGD kökenli bir örgüt, İslami ve Ortadoğu
kökenli majiyi ön plâna almıştır.

441
OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

LEON TROÇKİ VE 1905 YILINDAKİ


HÜKÜMET DARBESİ TEŞEBBÜSÜ

“Siyonizmi meydana getiren dört unsurdan birinin Komü­


nizm olduğunu söylemiştik. Daha Siyonizm171 emekleme
çağında iken Yahudi asıllı aydınlar sosyalist ve devrimci
partilere rağbet etmişler, Marksist fikrin ateşli taraftan
olmuşlardı. Siyonistlerin sosyalizme yakınlık duyması
aslında tabii bir hadise idi. Zira Yahudi aleyhtarlığının ade­
ta hükümet politikası haline geldiği Rusya ve Orta Avru­
pa krallık rejimlerinin devrilmesi, devrimci sol güçlerin
olduğu kadar Siyonistlerin de başlıca amaçları idi.
(M. Kemal Öke, II. Abdülhamid, Siyonistler ve
Filistin Meselesi S.21).
Leon Troçki, Leiba Bronstein adı altında 1879 yılın­
da Ukrayna'nın Kherson eyaletindeki Yanovka Köyünde
doğdu. Leiba'nm babası Yahudi David Bronstein toprak
sahibi, zengin bir insandı. Gerçekte bütün köy Bronstein
ailesine aitti.
1888 yılında Leiba yedi yaşındayken Yahudi Heder oku­
luna giderek burada İbranice ve Talmud öğrenimi gördü.
1911 yılında yalnız Odessa’d a Yahudilerin 43 tane
dini eğitim veren okulu vardı. Leiba sekiz yaşında por­
nografik resimler kolleksiyonu yapmaya başlamıştı.

171 Sovyet Bilimler Akademisinde bir bilim adamı olan Sergei Lezov, “Kim­
se Siyonizmiıı Marksist-Sosyalist bir hareket şeklinde ortaya çıktığını
bilmiyor. Siyonizm gerçekte bir devrimdir,” diyordu. Institute for Scienti-
fic Information ‘Strana i Mir’ Magazine (Münih) Nr. 3,1988, p.94.

442
17 yaşındayken bir Çek Yahudisi olan Franz
Schwigowski ile tanıştı ve onun vasıtası ile gizli bir cemiyet
olan “İşçiler Ligi’ne girdi. Ligin üyeleri, Bronstein da da­
hil olmak üzere 28 Ocak 1898’de hapse atıldılar. Bronstein,
Sibirya’ya sürülmeden önce (Sibirya’d a dört yıl kalacaktır)
iki yılını Odessa’d a bir hapishanede geçirmişti.
Bronstein, 21 Ağustos 1902’de Sibirya’d an kaçarak,
önce Viyana’ya gitmiş ve burada devrimci-mason-Yahudi
Viktor Adler’le buluşmuştu. Adler o sıralarda Arbeiter
Zeitung’u (İşçi Gazetesi) çıkarmaktaydı. Buradan
Bronstein’in Londra ziyareti ayarlanır.
Leiba Bronsteinı Leon (Lev) Troçki adında ihtilalci bir
canavar haline getiren adam Yahudi ‘Illuminatus’ ve yüksek
dereceli bir mason olan (Aleksander Parvüs olarak tanınan)
Israel Lazareviç Helphand’dır. İşte 1902 sonbaharında
-ki Bronstein artık kendine ‘Troçki’ diyordu- Bronstein’m
Londrada buluştuğu adam Aleksander Parvüs idi.
Leiba Bronstein’a ilk devrimci eğitimini veren kişiler
Pavel Akselrod ve Parvüs idi.
Batılı Ansiklopediler Troçki’nin üniversite eğitimini
aldığını yazmalarına rağmen, o hiçbir zaman bir üni­
versiteli olmamıştı. Deyim yerinde ise onun üniversitesi
‘Parvüs’ olmuştu.
Helphand’m Bronstein (Troçki) ile nasıl temas kur­
duğu bugün bile bilinmemektedir. Bronstein’in, Parvüs u
Lenin vasıtasıyla tanıdığı ileri sürülmektedir.
Troçki 1905 Ocak ayma kadar Batı Avrupa’d a kalır.
Parvüs’le beraber Rusya’ya döndüğünde bir ihtilal orga­
nize ederler. Bu ikili ayrıca ‘Nachalo’ (Başlangıç) adlı bir
sosyalist gazete çıkarmaya başlamıştı.
Troçki’nin adı etrafında devamlı mitler dolaşmakta­
dır. Bu mitlerden biri de, “Troçki Merkez Komitesi Genel
443
Sekreteri olsaydı, her şeyin daha iyi olacağı,” şeklindedir.
Peki bu doğru muydu?
Tarihi belgeler ve Troçki’nin kendi elyazıları ve diğer
kaynaklar bunun tam tersini ispatlamaktadır. Aslında
Troçki’nin Komünist Partisinin başında olmaması Rusya
için bir şanstı. Çünkü, Troçki Stalin’d en çok daha korkunç
bir alternatif idi!..
Troçki miti, “Troçki’nin iyi Komünizminin Stalin’in
kötü Komünizmine karşı olduğu” tezine dayanmaktadır.
Bu amaçla Stali’nin cahil ve eğitimsiz, Troçki’nin ise kül­
türlü olduğu sıkça belirtilmektedir.
Gerçekten Troçki miti kendisi tarafından yaratılmıştı.
Yahudi tarihçi Isaac Deutscher Troçki’nin iyi bir aldatma
ustası’ olduğunu belirtir. Troçki hiç bilmediği konularda
saatlerce konuşabilirdi.
İsveçli tarihçi Kristian Gerner, Troçki’nin ‘Rus
Devrim Tarihini saptırdığını söylemektedir. (Svenska
Dagbladet, 6 Eylül 1988)

Troçki bir Mason muydu?

Leiba Bronstein 1897 yılında mason ve daha sonra dos­


tu Parvüs’ün sayesinde yüksek rütbeli bir ‘Illuminatus’
olmuştu. Bronstein, Yahudi-mason örgütü olan B’nai B’rith
ile de temas kurmuştu. B’nai B’rith172 örgütü RusyaUaki Ya­
hudi devrimcilere açıkça yardımda bulunuyordu.
172 B’nai B’rith Doğu Yahudi örgütleri yardımıyla 1905 devrimini organize
etmişti. B.B, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya ve Avusturya’nın as­
keri sırlarım müttefiklere vererek casusluk faaliyetlerinde bulunmuş,
İngiltere’d eki örgüt, propaganda ve para yardımı ile Almanya’daki
devrimi desteklemişti. 1917 yılında B. B örgütü loca biraderi Troçki’yi
büyük m iktarda parayla Rusya’ya yollamıştı. Parvüs Helpland da B. B
biraderlerindendi. (Kaynak: Theodor Fritsch “Handbuch der Judenfra-
ge” Hammer-Verlag 40. Auflage, 1936 S. 156/157)

444
Kuhn, Loeb&Co. bankacılığın patronu ve
Rothschild’lerin ortağı olan Jacob Schiff, Rusya’d aki dev­
rimci hareketle B’nai B’rith arasındaki bağlantıyı sağlayan
adamdı.
Leiba Bronstein 1898’de masonluğun ve gizli örgütle­
rin tarihini araştırmaya başlamıştı. Bu araştırmaları Odessa
hapishanesinde geçirdiği iki yıl içinde de devam etti.
“Internationaler Freimaurer Lexikon” (Uluslararası
Masonluk Sözlüğü) Leiba Bronstein-Troçki’nin Bolşe-viz-
me masonluğa araştırırken ulaştığını ileri sürmektedir.
‘Askeri Meseleler Halk Komiseri’ olarak-masonik pen-
tagramı-beş köşeli yıldızı Kızıl Ordunun bayrağına sembol
yapan da Troçki idi. KabalisÜer bu ‘kam büyü’ sembolünü
eski Kaidelilerden almışlardı.
Parvüsun yardımıyla Troçki, masonluğun amacı­
nın ulusal devletleri ve kültürleri ortadan kaldırmak ve
Yahudileşmiş bir ‘DÜNYA DEVLETİ’ kurmak olduğunu
anlamıştı.
Çarlık Rusyası Yahudilerin haklarını kısıtlayan
“Mayıs Yasalarını çıkardığı zaman, beynelmilel ban­
kerler Rus İmparatorluğuna karşı ekonomik yaptırım­
lar (Rusya’ya ticari ambargo koymuşlardı.) uygulamaya
başladılar. Bu yaptırımlar sonucunda, bankerler Rusyayı
ekonomik çöküşün eşiğine getirdiler. 1904 yılında' Rus
İmparatorluğu Japonya ile savaşa girince, İngiltere’deki
Rothschild’ler Rusya’ya söz verdikleri mali yardımı as­
kıya alırken, Rothschildler’in ortağı Kuhn-Loeb&Co.
NewYork, Japonların istedikleri bütün kredileri hemen
vermişti.
Rus-Japon Savaşının başlangıcında Rothschild’ler çı­
karları gereği Rusya’ya dost gibi gözükürken, onların part­

445
neri olan Kuhn-Loeb&Co. NewYork, Japon Hükümetine
mali yardımda bulunuyordu.
Rusya’nın savaştaki yenilgisini kesinleştiren şey, en ih­
tiyaç duydukları anda Rothschildler’in mali yardımı kes­
mesi idi. Rothschild’ler ajanları vasıtası ile Uzakdoğu’daki
Rus nakliye ve muhabere hatlarına sabotajlar düzenlete­
rek, Ordu mensupları arasında kaos ve kargaşa yarattılar.
Lojistik desteği kesilen Rus ordusu (yani kara ve deniz
kuvvetleri) Japonlara yenildi.
Uluminati ajanı Parvüs un yardımıyla Bronstein inançlı
bir ‘enternasyonalist’ oldu ve ondan “Yahudi halkının kendi
kollektif mesihi” olduğunu, Yahudilerin diğer halklara -ırk­
larını karıştırmak ve millî sınırları ortadan kaldırmak sure­
tiyle- egemen olacağını öğrenmişti. Troçki’nin Parvüs’ten
öğrendiğine göre, Yahudilerin yönetici olduğu ‘Uluslararası
bir Dünya Cumhuriyeti’ mutlaka kurulmalıydı. Çünkü hiç­
bir başka halk onlar kadar kitleleri kontol etmeye muktedir
değildi!..
Leiba Bronstein, Lenin’in de üyesi olduğu Fransız
masonik locası ‘Art et Travail’e üye oldu. Siyaset bilim­
ci Kari Steinhauser’e göre Troçki aynı zamanda B’nai
B’rith üyesi idi. (Kari Steinhauser, “EG-Die Süper UdSSR
Von morgen” Viyana, 1992)
Winston Churchill bile 1920 yılında Troçki’nin bir
‘Illuminatus’ olduğunu itiraf etmişti. (Illustrated Sunday
Herald, 8 Şubat 1920)
Troçki muhtemelen masonlukta en üst merte­
beye yükselmişti. Profesör Johann Von Leers’e göre,
Aleksander Kerensky, Bela Kun (Kohen) v.b gibi zama­
nın önde gelen politikacıları gibi Troçki de yalnız 32 de­
rece masonların alındığı ‘Shriner Lodge’ üyesi idi.

446
Troçki’nin öğretmeni Parvüs

Parvüs 1867’de Minsk’de doğdu. 1885 yılında liseyi


Odessa’d a bitirdi. 1891 yılında Basel Üniversitesinden
maliyeci ve ekonomist olarak mezun oldu. Daha sonra da
doktorasını verdi.
Parvüs Almanya ve İsviçre’deki bankalarda uzun yıl­
lar çalıştı. Parvüs hem Marksismi hem de Rus tarihini de­
taylı olarak bastırmıştı, Rus aristokrasisi ve entellektüelle-
ri yok edilirse ülkenin çaresiz bir duruma düşeceğini an­
ladı. Onun bu düşünceleri Leiba Bronstein ve Vladimir
Ulyanov (Lenin) üzerinde çok etkili oldu.
Profesyonel bir suçlu olarak Parvüs, Rusyayı beynel­
milel canilerin ve spekülatörlerin saklanabileceği bir us’
haline getirmek istiyordu. Bu us’ “sosyal demokrasi”
etiketi altında gizlenecekti. Lenin bunun imkânsız oldu­
ğuna, Rusya’nın yeteri kadar zengin olmadığına inanıyor
ve bu amaçla İsviçre’yi kullanmak istiyordu. Fakat Troçki
Parvüs un fikirlerini tartışmasız kabullenmişti bile.
Böylece Aleksander Parvüs, Troçki’nin sürekli dev­
rim’ teorisinin arkasındaki adam haline geldi. Troçki adeta
Parvüs’ün bir papağanı gibiydi. Rusya, bir ‘Dünya İhtilali’
için alevlerin içine atılmaya hazırdı.
Ünlü Rus yazar Maksim Gorki, sosyalist Parvüs u
cimri ve dolandırıcı olarak nitelendirir. Çünkü, Parvüs
ünlü yazarın kitap telif ücretini kendi cebine atmıştı.
Ayrıca Alman Sosyalist Partisi şeref mahkemesi
(Kautsky, Bebel ve Zetkin’den oluşmuştu) onu ahlaksız­
lıkla suçlamıştı. Parvüs bundan sonra İstanbul’a gelerek
Genç-Türklerin (yani Yahudilerin) danışmanlığını yap­
maya başladı. Parvüs Almanya ve Türkiye arasındaki ti­

447
cari ilişkilerde aracılık yaparak bu işten çok para kazandı.
Almanya’da kısa bir süre ‘A rbeiter Zeitung’u (İşçi Gazetesi)
yayınladı.
Parvüs’ün 1895 yılında kendi çıkardığı Aus der
Weltpolitik’ (Dünya Politikası) dergisinde yazdığına göre,
Rusya ve Japonya arasında bir savaş çıkacak ve savaşın
sonunda Rus devrimi ortaya çıkacaktı!..
Parvüs, ‘Savaş ve İhtilal’ başlığını taşıyan makaleler
dizisinde (1904 yılında basılmıştı) Rusya’nın Japonya’ya
yenileceği kehanetinde bulunmuştu.
Beynelmilel kapitalistler Rus-Japon Savaşı sonucu
Rusya’nın yenilmesinden sonra, St. Petersburg’da bir ‘dev­
rim’ başlatmayı plânlıyorlardı.
İhtilalin baş organizatörü A, Parvüs, Rusya’daki ihtilal
için Japonlardan iki milyon Sterlin almıştı. (Igor Bunich,
“The Party’s Gold,” St. Petersburg, 1992, S.33)
Savaş, Japonların 9 Şubat 1904’de Port Arthur’a (şim­
di Lüshun) saldırmalarıyla başladı. Rus-Japon Savaşını fi­
nanse edenler, zengin Yahudiler’in elindeki Avrupa ban­
kaları idi. Bu bankalar Rusya’nın bütün kredi imkânlarını
keserken, Japonya’ya limitsiz kredi açmışlardı. Yahudi
tefecilerin başında ABD’li banker Jacob Henry Schiff ge­
liyordu. Schiff, Japon ordusuna 200 milyon dolarlık bir
borç vermişti. (Kaynak: Encyclopaedia Judaica=Yahudi
Ansiklopedisi)
9 Eylül 1976 tarihli ‘Jerusalem Postun bildirdiğine
göre, Japon donanmasının yeniden yapılanması için ge­
rekli parayı Schiff temin etmişti. Birçok İngiliz bankası
Japonya’daki demiryollarını inşa ettirmiş ve Japonya’nın
Çin’e karşı savaşım finanse etmişlerdi. Aynı Jacob Schiff,
Rusya’ya hiçbir bankanın kredi açmamasını sağlayan

448
kişi idi. Schiff aynı zamanda Rusya’daki devrimci Yahudi
gruplan finanse ediyordu.
Encyclopaedia Judaica bu grupları “Yahudi kendini sa­
vunma gruplan” diye adlandırıyordu. Rusyada devrimden
sonra iş başma gelen geçici hükümet’ Kuhn, Loeb&Co’dan ve
diğer bankalardan her türlü fınansal yardımı kolaylıkla ala­
bilmişti. Encyclopaedia Judaica, J. Henry SchifF’i “maliyeci ve
hayırsever” bir kişi olarak tanımlamaktadır.
Aslında Yahudi kapitalistler ‘işçiler adına’ Rusya’da
iktidara el koymaya hazırlanıyorlardı.
Ruslar 2 Ocak 19Q5’de Port Arthur’u kaybedince,
Parvüs ve Bronstein-Troçki devrim için uygun zamanın
geldiğine karar verdiler. Parvüs ve Troçki büyük prova-
kasyonları, grevleri ve ayaklanmaları organize etmeye
başladılar. Sosyal devrimciler daha 1904 yılında halkı te-
rörize etmeye başlamışlardı.
İhtilale katılan Siyonist-Sosyalist İşçi Partisi sırf bu
amaçla 1905’de Odessa’da kurulmuştu. (Encyclopaedia
Judaica-Jerusalem, 1971, Vol. 15, S.657)
Bu partiyi kuranlar arasında Yahudi gizli cemiyeti
“Kanal” da vardı. Rus kamuoyunun 19’ncu Yüzyıldan
beri faaliyette bulunan “Kanal” (Konsey) denilen bir
Yahudi gizli örgütünün varlığından haberi bile yoktu.
Kanal’ın baş hedefi Çarlık rejimini yıkmaktı!..
Aleksander Parvüs’iin Yahudi yoldaşı Peter (Pinhas)
Rutenberg ile birlikte organize ettikleri ilk büyük eylem,
9 Ocak 1905’de gerçekleştirildi. (Bu olay sonradan ‘Kanlı
Pazar’ diye adlandırılacaktır.)
Parvüs ve Rutenberg (O da masondu), çoğu sosyal
devrimcilerden oluşan ve Aleksandrovsk Parkındaki
ağaçların arkasına gizlenen teröristlere, Kışlık Sarayın

449
muhafızlarına ateş açma emri verdiler. Tabii ki saraydaki
askerler de bu ateşe karşılık verdiler. Bütün bu bilgiler,
1990’lı yılların başında ele geçirilen Komünist Partinin
gizli belgelerinden açığa çıkarılmıştır. Bu şekilde şimdi­
ye kadar anlatılan resmi tarihin tamamen yalan olduğu
ortaya çıkmıştır. Resmi tarih bize Çar askerlerinin barış­
çı göstericilere ateş açtığını anlatıyordu. Bu provakasyon
sonucunda 150 kişi ölmüş ve 200 kişi de yaralanmıştı. Bu
olayları duyan Çar tam bir şoka girmişti. Derhal ölenlerin
ailelerine yardım edilmesi emrini verdi. Hatta ‘devrimci’
delegasyon üyelerinden bazılarını kabul ederek onları
dinleme nezaketini gösterdi.
Bu olaylar sosyal devrimci terör organizasyonunu çok
öfkelendirmişti. ‘Kanlı Pazar’ gayet maharetli bir şekilde
“devrimcipropaganda’ya dönüştürülerek,’ binlerce masum
insanın hayatını kaybettiği’ propagandası yapılmıştı.
Millî darbe hazırlıkları başlamıştı. Roza Brillant,
Kalyelev ve diğer Yahudi teröristler Çarın amcası
Moskova valisi Büyük Dük Sergei Romanov’u 4 Şubatta
öldürdüler.
Parvüs, Troçki ve diğer Yahudi yardımcıları,
Potemkin zırhlısındaki ayaklanmayı (Haziran 1905) ve
banka soygunlarını organize ve koordine ettiler. Potemkin
Zırhlısının yanı sıra, Ochanov Gemisi ve diğer on savaş
gemisinde ayaklanma çıktı. Kronstadt, Sivastapol ve diğer
şehirlerde de isyan hareketleri başladı.
Yahudi-Bolşevik Leonid Krasin (asıl adı Goldgelb
olup, azılı bir cani ve borsa tellalı idi) Parvüs’ün haydut
çetesi ile birlikte banka soygunları, polis cinayetleri ve il­
legal silah satılması işlerine karışmıştı. Bütün bu eylemler
Rusya’yı destabilize etmek için yapılıyordu.

450
İsveçli Salomon Schulman o günlerle ilgili şunları
söylüyordu; “Bugün çok az kişi, sosyalist hareketler dö­
neminde Yahudilerin ideolojik ve pratik olarak önemli ve
öncü bir rol oynadığını bilmektedir.” (Dagens Nyheter, 12
Nisan 1990)
Bu sebepten sosyalist-Yahudilerin 1905-1906 tarih­
leri arasında Rusya’d aki faaliyetlerinin iyi incelenmesi
gereklidir.
Sivastapol’daki ayaklanmayı tahrik eden Teğmen
Peter Smidt, açıkça Yahudilerin aleti olduğunu kabul et­
mişti. (Novoye Vremya, Mart 1911)
Parvüs ve Troçki ABD’li banker Jacob Schifften çok
yardım almışlardı. Schiff daha 1890 yılında Rusya’daki
Yahudi devrimcileri örgütlüyor ve finanse ediyordu.
Bu eğitim kurslarını plânlayan B’nai B’rith idi. Aynı
tarikat 1905 yılındaki devrimde de aktif bir rol almıştı.
(The Ugly Truth About the ADL, Washington, 1992)
B’nai B’rith’in Büyük Üstadı Adolf Krause diğer bir
liberal mason olan Kont Sergei Witte’ye (Kont, Yahudi
Matilda Khotimskaya ile evli idi.) -1905 yazında Rus-
Japon barış görüşmeleri sürerken- Rus Yahudilerine
özgürlükleri verilmezse, onların bir devrime yol açabi­
leceğini söylemişti. Rus-Japon barış antlaşması 5 Eylül
1905’de Portsmouth’d a imzalandı. İlginç bir tesadiifdür ki
Amerikalı maliyeci Jacob Schiff de oradaydı. Witte hatı­
ralarında bu olayı bütün ayrıntıları ile anlatmıştı.
Rus savaş esirleri arasında devrimci propaganda
broşürleri (Bunlar İngiltere’de basılmıştı) dağıtılırken,
binlerce Yahudi ihtilalci ABD’den Rusya’ya gönderilmiş­
ti. İşin en ilginç yanı ise, bütün Rus-Yahudi teröristlere
Amerikan pasaportu verilmiş olması idi.

451
Bütün bu ihtilalci eylemlerin arkasında, merkezi
Chicago’d a bulunan B’nai B’rith örgütü bulunuyordu. Bu
örgüt 13 Ekim 1842 yılında NewYork’ta 12 Yahudi tara­
fından kurulmuştu ve dünyayı yönetecek olan İsrailin 12
kabilesini temsil ediyorlardı.
Hareketin önde gelenlerin bazıları, köleliğin ha­
raretli savunucularındandı. Bunlar arasında Büyük
Üstad Simon W olf da bulunuyordu. 1932 yılında
Almanya’da B’nai B’rith’in 103 locası vardı. Diğer bü­
tün mason locaları Hitler tarafından kapatılmasına
rağmen, faaliyetine devam eden tek masonik organizas­
yon B’nai B’rith idi.
Bugün B’nai B’rith (Yahudilere mahsus Mason teşkilatı
Bnai B rith’in Türkiye kolu ‘Fakirleri Konuna Demeği’ dir.)
dünyadaki Yahudi örgütlerinin en büyüğüdür. 1970 yılında
500.000 üyesi, 43 ülkeye yayılmış 1700’ün üzerinde locası var­
dı. Ayrıca 600 locada 210.000 kadın üye bulunuyordu. Halen
Avrupada 70 locası vardır. Avusturyada ‘Maimonides’ admı
taşıyan bir locası vardır.
Örgütün amacı Yahudiliğin gücünü güvence altına
almaktır. B’nai B’rith gizli servisi ADL (Anti-Defamation
League) Yahudiler tarafından KGB diye adlandırılmaktdır.
Rusya’da 1905’d en önce de Yahudi teröristler faal bir
vaziyette idi. Fakat bu tarihten itibaren Yahudi fanatikler
ayrım gözetmeksizin insanları öldürmeye başladılar.
Bu teröristler içinde en tanınmışı Menşevik Vera Zasuliç
(1849-1919) idi. Zasuliç, 1878’de St. Petersburg valisini öldür­
müştü. Diğer önde gelen teröristler arasında Movsha Strunsky,
Feig Elkin, Roza Brillant ve Feldman’ı sayabiliriz.
Bütün bu şahıslar Yahudi terörist Grigori Gershuni
tradisyonunu takip ediyorlardı. Sosyal devrimci Gershuni,

452
İçişleri Bakam Sipyagin’i (1902) ve Ufa Valisi Bagdonoviç’i
(1903) öldürmüştü.
Gershuni 1904’de idama mahkum edildi. Fakat Çarın
onu affetmesi ile cezası infaz edilmeyerek ömürboyu ha­
pis cezasına çevrildi. Daha sonra Gershuni bir şekilde ha­
pishaneden kaçmaya muvaffak oldu ve Avrupa’d a bir kah­
raman gibi karşılandı. Gershuni’nin sağ kolu olan Yevno
Azef (1869-1918) bir Yahudi terzinin oğlu idi. Sosyal dev­
rimcilerin terör bölümünün suikastlarım planlayan oydu.
Yevno Azef’in birçok önemli suikaste adı karıştı. Bunlar
içinde en önemlisi 28 Haziran 1904’de öldürülen İçişleri
Bakanı Vyacheslav Plehve’dir. Azef, sosyal devrimcile­
rin ajanı olarak polise sızmıştı. (1892) Fakat teröristle­
rin canice planlarını hiçbir zaman polise açıklamamıştı.
Muhtemelen çift taraflı ajan olarak, hem devrimciler hem
de polis için çalışıyordu. 1908 yılında sosyal devrimci
merkez komitesi Azef’in kendi yoldaşlarına ihanet etti­
ğini ortaya çıkarıp onu öldürtmek istediyse de Azef bir
yolunu bulup yurtdışına kaçtı.
7 Ekim 1905’de bütün tren seferleri durduruldu. 8
Ekimde St. Petersburg, bir genel grev dalgası ile sarsıldı.
Güç istasyonları, bankalar, restoranlar, gazeteler, hasta-
haneler kapandı. Tahrik edilen kitleler büyük şehirlerde
gösteriler yapıp, kızıl bayraklar sallamaya ve köşebaşla-
rında Çar rejiminin yıkılmasını isteyen Yahudi konuşma­
cıları dinlemeye başlamıştı. 1905 Nisanında Troçki, halkı
Çarlık rejimini yıkmaya çağıran broşürler dağıtmaya baş­
ladı. Ocak 1905’de Troçki, İsviçre’d en dönmüş ve yıkıcı fa­
aliyetlerini özellikle Ekim ayında doruğa tırmandırmıştı.
Çarın danışmanı Sergei Witte 9 Ekim’de Rus
Parlamentosunun (Duma’nın) toplanarak onu Başbakan

453
ilan etmesini veya kitlelere karşı güç kullanılmasını istedi.
Çar, “VVitte’nin tavsiyesine uyarak aynı gün onu Başbakan
yaptı.
13 Ekim 1905’d e Parvüs ve Troçki ilk “KahaT’ı (Yahudi
Konseyi) -k i Rusça ‘sovyet’ deniyordu- kurdular. Sovyet,
iktidar hırslısı 40 konsey üyesinden oluşmuştu. Bütün
devrimci faaliyetler, bu Yahudi organizasyonun merke­
zinden yönetiliyordu.
(Örgüt ‘İşçiler Konseyi’ olarak kamufle edilmişti)
Başlangıçta konsey başkanı Yahudi Peter Khrustalyev
(Georgy Nosar) idi. Bu şahsın en yakın işbirlikçile­
ri Troçki ve Parvüs idi. Diğer önde gelen yöneticiler de
ne fakir köylüler, ne de işçiler idi. Onlar Yahudi-mason
ileri gelenler idi. Örneğin: Grever, Edilken, Goldberg, A.
Simanovsky, A. Feif, Matzelev, Brusser ve diğerleri.
Bu insanlar, kimse onları seçmemesine rağmen,
güya işçileri temsil ediyorlardı. Troçki, Sovyetlerin “Paris
Komünü” geleneğini sürdüreceğine inanıyor ve yarattı­
ğı kaos sayesinde iktidara gelebileceğini ümit ediyordu.
Parvüs ve Troçki genel grevlerin yarattığı yangını körük­
lemeye devam ettiler. Amaçları kurdukları şebeke yardı­
mı ile “millî bir kaos” yaratmaktı.
Tahrikçiler rejimin çökmek üzere olduğuna inanıyor­
lardı. Sovyet, genel grevin mümkün olduğu kadar uzun
sürmesini istiyordu. Fakat işçilerin heves ve istekleri azal­
maya başlamıştı. Ajitatörler arkalarında halk desteğinin
olmadığını farkettiler.
Çar, 17 Ekim’de bir manifesto yayınlayarak, oy
kullanma hakkının genişletileceği ve yasama gücünün
parlâm ento ve hüküm et arasında bölüneceği sözünü
verdi. Halk sakinleşmeye başlamıştı.
454
Troçki büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. İktidarı
ele geçirme teşebbüsü başarısızlık ile sonuçlanmıştı.
Masonik Yahudiler, büyük bir hiddet ve kızgınlıkla,
sovyetin gücünü diğer şehirlerde de kullanmaya başlad -
lar. Aralık 1905’de Moisei Uritsky Krasnoyarsk’d aki sov­
yetin lideri oldu. (Büyük Sovyet Ansiklopedisi) Kasım-
Aralık aylarında köylüler, mülklerin yağmalanması için
tahrik edildiler. (Aynen 1789 Fransız İhtilalinde olduğu
gibi) Resmi sovyet mitine göre, 1905 Kasımındaki silahlı
isyana öncülük eden Lenin’di. Fakat gerçekte Lenin o ta­
rihlerde yurt dışında bulunuyordu. İsyana öncülük eden
Parvüs, Troçki ve Deutscher idi. Georgy Nosar tutuk­
landı ve 26 Kasımda Troçki sovyet lideri oldu. Bir hafta
sonra 300 sovyet üyesiyle birlikte Troçki de tutuklandı ve
Sibirya’ya sürüldü.
1905 yılında Rusya’d a 140.000 grev organize edil­
miş ve bunlara üç milyon işçi katılmıştı. Grev tahrikçi­
leri, büyük bir maharetle Japon yenilgisini istismar eden
Yahudilerdi. Halk bunu anlayınca Yahudilere karşı sert
tepkiler vermeye başladı. 18-20 Ekim tarihleri arasında
Yahudilere karşı propagandalar başladı. Birçok Yahudi
dükkanı yağmalandı ve yakıldı. Bu arada 810 Yahudi öldü­
rüldü. Bu olaylar “millî darbe” hazırlıkları yapan ‘Siyonist
İşçi Partisi,’ ‘Kahal,’ Yahudi sosyalist partiler, ‘Bund’ ve
‘Po’alei Siyon örgütleri için tam bir sürpriz olmuştu.
Po’alei Siyon örgütü Çarı devirmek için emrindeki 25.000
teröristi devreye sokmuştu.
Yahudi Isaac Deutscher Rusyadaki anti-semitizmin
başlıca sebebinin -terörist faaliyetleri görmezden gele­
rek- Yahudi dükkan sahiplerinin hileleri olduğunu belir­
tir.

455
Sovyet Siyonistlerinin resmi (abartılmış) raporu­
na göre, 1905-1907 yılları arasındaki pogromlarda 4000
Yahudi öldürülmüştü. (Obozrenie, Paris, Kasım 1985,
S.36) ’
Yahudilerin terörist faaliyetleri sonucu, 1905-1906
yılları arasında 20.000 Rus vatandaşı ölmüştü. 1911
Martında yayınlanan Novoye Vremya’ya göre terörist faa­
liyetler sonucunda ölen Rusların sayısı 50.000 idi.
Parvüs ve Troçki’nin 1905 ve 1906 yıllarındaki terö­
rist eylemlerle Çarlık rejimini devirme teşebbüsleri başa­
rılı olmamıştı. Sürgünde bulunduğu ülkeden Rusyadaki
gelişmeleri yakından izleyen Lenin de bu eylemlerin ba­
şarısız olduğu sonucuna ulaşmıştı. Zafer için kitlesel terör
gerekiyordu. İhtilalciler bir iç savaş hayal etmeye başla­
mışlardı.
11 Nisan 1906’d a Peter Rutenberg (1879-1942)
‘Kanlı Pazar’ı organize eden rahip ve sendikacı Georgi
Gapon’u öldürdü. Gapon çok fazla şey biliyordu, ayrıca
bir hain ve polis ajanıydı.
1906 yılında Çar, Peter Stolypin’i önce İçişleri Bakanı,
sonra da Başbakan olarak atadı.
Stolypin terör ve devrime son vermek mecburiyetin-
deydi. Teröristleri korkutmak ve onlarla mücadele etmek
için derhal ‘sıkıyönetim’ ilan etti. Bu sayede birçok katil
sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak idam edildi.
İlginçtir ki, devrimcilerin çoğu (35.000 kişi) yurt dışına
kaçmıştı. Bunların da büyük bir kısmı Filistin’e, geri ka­
lanlar da ABD, İsveç ve diğer Avrupa ülkelerine kaçmış­
lardı.
Peter Stolypin 1907 Haziranından itibaren durumü
kontrolü altına almayı başardı. 1907-1908 arasında 2328

456
terörist idam edildi. Troçki ve Parvüs’ün Rusya’nın sosyal
bünyesinde açtığı yaralar süratle iyileşmeye başlamıştı.
Fakat karanlık güçler bu durumdan son derece rahatsızdı.
Peter Stolypin Başbakan olduktan sonra, 1906 ilkba­
harında evine bombalı bir saldırı düzenlendi. Suikastın
kurbdhları masum ziyaretçilerdi. 27 kişi öldü, 32 kişi
yaralandı. Bu korkunç patlamanın kurbanları arasında
Başbakanın oğlu da vardı. Patlama o kadar şiddetliydi ki,
Başbakanın kızı evin camından dışarı fırlayarak bir at ara­
basının üzerine düşmüş ve hayatının sonuna kadar felçli
olarak kalmıştı. Saldırı sırasında Stolypin evde değildi.
Bu St. Ptersburg’daki terörün son çırpınışı idi. Stolypin
bu terörün tahrikçilerinin masonik Yahudiler olduğunu
biliyordu.
Stolypin bir dizi reform hareketini başlattı. Yeni bir
anayasa ile köylülere bütün özgürlükleri verildi. Ayrıca
yeni bir toprak reformu yasasını yürürlüğe sokarak, köy­
lülere çalıştıkları çiftlikleri satın alacak krediler verildi.
Bu şekilde 1907-1914 yılları arasında iki milyon Rus köy­
lüsü bağımsız çiftçi haline geldi. Bunların % 23 u toprak
sahibi oldu. Altaylar’d aki köylere bile elektrik ve telefon
hatları çekildi.
Stolypin ülkede hastahane ve okul yapımına hız ver­
di. Bütün siyasi partilere izin verildi. Ayrıca kara ve deniz
kuvvetleri modernize edilmeye başlandı.
Yahudi devrimciler, bu olumlu gelişmeler ve reformlar
devam ederse, ülkeyi ele geçiremeyeceklerini anlamışlardı.
Yahudi köktendinciler, Rusya’nın tanın proleteryasma özgür­
lük ve toprak veren reformları şiddeüe protesto ettiler.
Yahudiler Rusya’d a büyük bir etki ve güce sahiptiler.
Bankalar, petrol ve şeker endüstrisinin tamamı onların

457
elindeydi. Yahudi avukat Dimitri Stasov aristokrat bir
aileden geliyordu ve St. Petersburgdaki ‘Rus Hukukçular
Birliğinin ilk başkanı oldu. Kızı Yelena daha sonra
Lenin in sevgilisi ve bolşevik canilerden biri olacaktı.
Ekim darbesinden önce bir milyon Yahudi nüfusu­
nun % 37 si ticaretle uğraşıyordu. Ayrıca Yahudiler diğer­
lerinden daha iyi eğitim almışlardı. Burada o zamanlar
Ukrayna’daki öğrencilerin yarısının Yahudi olduğu­
nu belirtelim. Bu, nüfusun sadece % 4.2’sini oluşturan
Yahudiliğin niye en iyi mevkiilerin % 87’sini ellerinde
bulundurduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Birçoğu söz­
de Hıristiyan olup, Rus Ortodoks Kilisesine katılmış ve
bu sayede rahatlıkla yüksek mevkiilere yükselebilmiş­
lerdi. Bu Hıristiyan-Yahudiler arasında, Adalet Bakanı
Vladimir Sabler’i, Basın Bakanı Stürmer’i ve Adalet
Bakanlığı Şansölyesi Nikolai Neklyudov’u (1840-1896)
sayabiliriz.
1905’deki hükümet darbesi girişiminden sonra bile
Rus Parlâmentosuna (Duma) 12 Yahudi üye seçilmişti.
Fakat aşırı uçtaki Yahudiler Rus toplumu üzerindeki kon­
trollerini kaybetmek istemiyorlardı. Yahudiler arasındaki
işçi sayısı 50.000 idi ki, bu rakam genel Yahudi nüfusu­
nun % 1’inden az idi.
Rusya Stolypin reformlarından sonra ABD, Kanada
ve Arjantin’d en daha fazla buğday üretir bir duruma gel­
mişti. Sonuçta Rusya, dünya buğday üretiminin % 40’ını
elinde bulunduruyordu. Bu durum enternasyonal finans
eliti’nin hiç hoşuna gitmemişti.
Peter Stolypin Yahudiler arasında bulunan küçük bir
azınlığın, bütün Yahudiler adına hareket ediyormuş gibi
görünerek, korkunç suçlar işlediğini biliyordu. Lenin’in

458
elinde bulunan bilgilere göre 1906’da Yahudi kökenli
33.000 sosyalist bulunuyordu.
Stolypin, Yahudilerin daha geniş bir meslek seçim
hakkına sahip olmalarım ve onların sosyalizmden uzak­
laşmalarını istiyordu.
1 Eylül 1911’de Başbakan Peter Stolypine Yahudi te­
rörist Mordekai (Mikhail) Bogrov (sosyal devrimci frak­
siyondandı) bir suikast düzenledi. Kiev operasında ger­
çekleştirilen bu eylem sonucunda Stolypin ağır yaralandı
ve dört gün sonra öldü.
Mordekai Bogrov, Kievli zengin bir Yahudinin oğlu
idi. (Molodaya Gvardiya, Nr. 8,1990, S.232) Halk linç et­
mek üzereyken onu polisler kurtarmıştı.
Masonik Yahudiler Stolypin’i on defa öldürmeye te­
şebbüs etmişlerdi. Onbirinci girişimde ise Bogrov başarılı
olmuştu. Devrimciler bu durumdan oldukça memnundu.
Özellikle sürgünde bulunan Lenin bu habere çok sevin­
mişti. Rus tarihçi V. Startsev’e göre, Stolypinin ölümü ile
Çarlık en yetenekli savunucularından birini kaybetmişti.
Sosyal devrimci Aleksander Kerensky (asıl adı Aaron
Klirbis idi.) cinayetten sonra yurtdışına kaçmıştı, çünkü
katil Bogrov ile yakın işbirliği içindeydi. Aynı Kerensky
daha sonra (Temmuz 1917de) Rusya’nın Başbakanı ola­
caktır.
Stolypinin ölmesi ile reformların sona ermesi maso­
nik Yahudiler için çok önemli idi. Troçki’nin de kabul etti­
ği gibi, reformlar tamamlanabilseydi, Rus proletaryası’mn
iktidara gelmesi imkansızlaşırdı. (L. Trotsky, The History
of the Russian Revolution,’ London, 1967, Vol. 1, p.64)
Troçki ‘Rus proleteryası’ derken tabii ki masonik
Yahudileri kastediyordu.

459
Rusya’nın pozitif gelişimine bir darbe de (bu şekilde
masonik planların gelişmesi güvence altına almıyordu)
ABD Hükümetinden geldi. Aralık 1911’d e ABD Başkanı
W. Howard Taft, Rus-Amerikan ticaret anlaşmasını iptal
etti.
Ne Troçki, ne de Parvüs Sibirya’d a uzun zaman kal­
madılar. Her ikisi de bir yolunu bulup oradan kaçtılar.
Parvüs Türkiye’ye gelerek ‘ünlü bir iş adamı’ oldu. Troçki
ise 20 Şubat 1907’de önce Viyana’ya sonra da Cenevre’ye
gitti ve burada Siyonist lider Hayim W eizmann ile bulu­
şarak Yahudiliğin geleceğini tartıştılar.
Parvüs, hem Lenin’i hem de Troçki’yi finansal olarak
desteklemişti. Lenin, Parvüs’ten nefret etmesine rağmen,
ondan ‘öğretmenim,’ diye bahsetmiştir.
Parvüs Balkan Savaşı sırasında (1912-13) çok zengin
oldu. Yalnız kömür ticaretinden 32 Milyon altın Danimarka
Kronu kazanmıştı.
Lenin ve Troçki 1910 yılında yapılan Kopenhag
Mason Konferansına katılarak, Avrupa’d aki sosyaliz­
min geleceğini tartıştılar (Franz Weissin, ‘Der Weg zum
Sozialismus,’ München, 1930, p.9).
Troçki Balkan Savaşı sırasında (1912) savaş muhabiri
olarak çalıştı. Bu fırsatı ona sağlayan kişi ise Parvüs’ten
başkası değildi!..

460
OTUZBEŞİNCİ BÖLÜM

1908 JÖN TÜRK İHTİLALİ VE


MASONLUK

20’nci Yüzyıl Başında Selanikte Fransız Obediyansma


Bağlı Masonluk:

Bir Yahudi şehri olan Selanik 20’nci Yüzyılın eşiğinde çok


yoğun bir masonik hayata tanık olmuştu.
Özellikle de Selanik localarının 1908 Jön-Türk devri-
minin başlangıcının dışında kalmadıkları bilinmektedir.
Sağlam konsolosluk himayelerinden yararlanan loca­
lar, uzun yıllar boyunca Osmanlı liberal aydınlarının yasa­
dışı etkinliklerini şemsiyeleri altında barındırdılar. Birçok
İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi bu locaların yaydıkları
fikirlerle temasa girerek yollarını buldu. Devrimden son­
ra da localar Jön-Türk hareketinin yürütülmesinde örtü­
lü, ama azımsanmayacak bir rol oynadılar.
Masonluğun Selanike yerleşmeye başlaması, hiç kuş­
kusuz 18’nci Yüzyılın son yıllarına rastlar. Bazı yazarlar
Makedonya’nın başkentinde 1804’ten önce “1’A mite”
(Dostluk) adlı bir locanın var olduğuna değinirler. Bu
locayı tüm 19’ncu Yüzyıl boyunca birçok başka mahfilin
izlediğini düşünmek için geçerli nedenler vardır.
1900’e doğru Selanik’te masonluğun gelişmesine
yardım edebilecek tüm gerekli malzeme hazırdı: Hızla
gelişen bir burjuvazi, çarpıcı bir ilk ve ortaöğretim ağı,
muhalif aydın zümre, dış dünyayla iletişim kolaylığı (de­
nizyolları, demiryolları)

461
Selanik masonluğu 1900’den itibaren çok hızlı bir
gelişim yaşadı. Yüzyıl başına doğru anlaşıldığı kadarıyla
Selanikte bir loca vardı: İtalya ‘Büyük Doğusu (Grand
O rient)’na bağlı ‘Macedonia Risorta,’ İtalyan konsolosu­
nun yarı resmi himayesi altındaki bu loca, Jön Türk ha­
reketinin başlıca kaynaklarından biri olarak bilinir. 1908
devrimi arifesinde durum çoktan değişmişti. Birkaç yıl
içinde en az beş yeni mahfil doğmuştu:
Fransa ‘Büyük Doğusunun himayesinde 1904’te ku­
rulan ‘Veritas’locası; iki yıl sonra İtalya ‘Büyük Doğusu’tara­
fından kurulan ‘Labor et Lux’ locası; her ikisi de 1907’de ku­
rulan ama biri Yunanistan ‘Büyük Doğusuna, diğeri İspanya
‘Büyük Doğusuna bağlı ‘Philippos’ ve ‘Persevereııcia’
İocaian; son olarak da Jön Türk devriminden kısa bir süre
önce Romanya Büyük Millî Locasından biraderler tarafın­
dan kurulan ‘Steaoa Saionicului’ locası.
1908 yazında yaşanan devrimci olaylar da hareketi
hızlandırmaktan başka bir sonuç vermedi. Jön Türk dev-
riminin ardından Selanikte on kadar mahfil kurulduğu
anlaşılıyor. Bunlardan çoğunun ömrü kısa sürdü. Ama
içlerinde başarılı olanlar da çıktı. Örneğin Türk loca­
sı ‘Mithat Paşa’ Kasım 1912’ye kadar sürekli gelişen bir
kuruluş oldu, o tarihte Selanik Yunanlıların eline geçti.
Bir diğer loca ‘LAvenir de TOrient’ (Doğunun Geleceği)
daha da dayanıklı çıkacaktı. 1908 sonuna doğru Fransa
Büyük Locasının himayesinde kurulan bu loca, inişler ve
çıkışlarla da olsa, etkinliğini İkinci Dünya Savaşının ba­
şına kadar sürdürmüştü.
Selanikteki Fransız ‘mahfilleri’ iki taneydi: ‘Veritas’
locası ve ‘LAvenir de I’Orient’ locası.
1-Veritas Locası:

462
Selanik’te Fransız obediyansına bağlı bir loca kurma
kararı 1904 baharında alındı. Aynı yılın 1 Haziranında
Selanikli bir grup mason alışıldık girişimleri başlatıyor ve
Fransa Büyüle Doğusuna bir simgesel kuruluş talebi gön­
deriyordu. Kısa bir süre sonra ‘Veritas’ locası ilk celsel­
erini düzenlemeye başlamıştı.
O devirde, İstanbul’un Fransız localarının etkinlik­
lerini durduralı yıllar olmuştu. II. Abdülhamid polisinin
mevcut düzene komplo kurduklarından kuşkulandığı bu
localar her türlü baskısıyla karşılaşmış ve birbiri ardı sıra
uykuya girmek zorunda kalmışlardı. Bu kadar elverişsiz
şartlarda Selanik masonlarının yeni bir loca kurma ini­
siyatifini göstermeleri şaşırtıcı gelebilir. Ama Selanik’in
İstanbul olmadığını hesaba katmak gerekir. Kuşkusuz
başkentte olduğu gibi orada da hafiyeler, sansürcüler,
Üsler, kısacası iktidarın her an tetikte bekleyen temsilci­
leri mevcuttu. Yine de bütününde II. Abdülhamid rejimi,
orada asla Boğaziçi kıyılarında olduğu kadar katı bir şe­
kilde hissedilmiyordu.
Selanik isyancı örgütlerle dolup taşıyor, yerel basın
sansürle dalga geçiyor, komitacılar ve çeşitli çapta ajita-
törler kentte serbestçe dolaşıyorlardı.
Veritas Locasının resmi açılışı 17 Eylül 1904’de ya­
pıldı. Kurucu biraderlerin-Üstad-ı Muhterem Isaac Vita
Modiano, Birinci Nazır Isaac Rabeno de Botton, İkinci
Nazır Jacob M. Mosseri, Hatip David Joseph Cohen,
Katip Paul Isaac Modiano ve daha birkaç kişi—hepsi
Selanik Yahudi cemaatindendi. Bunda da şaşılacak bir
şey yoktu, çünkü Selanik nüfusunun yarısından çoğu
Yahudiydi. Yahudiler sadece kentin en kalabalık unsu­

463
ru olmakla kalmıyor, cemaatleri maddi refahı ve yük­
sek eğitim düzeyi ile Batıdan getirilen pozitivist fikirlere
olağandışı açıklığıyla da dikkat çekiyordu. Böyle bir ze­
minin mason mahfillerinin yerleşmesine elverişli olacağı
açıktı.
Selanik’in Yahudi cemaati içinde gelişen bir kuruluş
olan Veritas’ locasının bir diğer özelliği de, en azından
başlangıçta, tüm üyelerin İtalyan ‘Macedonia Risorta’
mahfilinden gelen masonlardan oluşmasıydı. Ama yeni
locayı kuranların Fransa Büyük Doğusuna yönelmeleri,
kendilerini ideolojik açıdan ‘Macedonia Risorta’nın bağlı
bulunduğu İtalyan Büyük Doğusundan çok bu obediyan-
sa yakın hissetmeleri ile açıklanabilir.
Gerçekten de Fransız masonluğu ileri tavırları, mi­
litan kilise karşıtlığı, ödünsüz pozitivizmi ve ateizmi ile
tanınmıştı. İtalya Büyük Doğusu ise, Fransa Büyük Doğu
ile birçok ortak noktası bulunmasına rağmen, daha sağ­
duyulu ve sakin bir obediyans görüntüsü çiziyordu.
Selanik Yahudi burjuvazisinin İtalya ile sağlam bağ­
ları olduğu bilinmektedir. Yahudi cemaatinin ileri gelen­
lerinin çoğu İtalyan uyruğundaydı ya da İtalyan konsolos­
luk himayesinden faydalanıyordu. 19ncu Yüzyılın seksenli
yıllarına kadar, İtalyanca Yahudi cemaatinin başkca dili ola­
rak kalmayı başarmış, Judeo-İspanyol (Ladino) esas olarak
evde ve halk arasında kullandır olmuştu. Ama bu durum
giderek değişti ve İtalyanca ilk şuayı, Fransızca’ya bırakmak
zorunda kaldı. Bu dönemde, Selanik Yahudilerinin çoğu -en
azından ‘Alliance Israelite Üniverselle’ okullarından, ya da
kentteki diğer iyi okulların birinden mezun olanlar- akıcı bir
Fransızca konuşuyordu. Böylesi bir konjonktür bağlammda,
cemaat içinde ezici bir üstünlüğe sahip olan Fransızca konu­

464
şanların sonunda kendi localarını kurmalarından doğal bir
şey olamazdı.
1906’d a Selanik’te Fransa Büyük Doğusuna bağlı 70
kadar masondan 20 si kentin büyük tüccar ailelerinden-
di. (Sadece en tanınmış adlardan birkaç örnek verecek
olursak, Modianao, Saltiel, Saporta, Carasso, Abastado)
Tüccarları bankerler izliyordu. Yine 1906’d a locada sekiz
banker vardı: Abraham Abastado, Samuel Amar, Leon
Capuano, Isaac Sasson, Saul Amar, Joseph Chinassi,
David Errera, Tevfık Ehat. Bankerler grubunun hemen
ardından, yedi üyeyle, simsarlar ve bayiler grubu geli­
yordu: Jacob Mosseri, David Cohen, Haim Nissim, Paul
Modiano, Salomon Nehama, Feliks Amar, Isaac Modiano.
Kısacası, biraderlerin yarıdan fazlası Musevi cemaatinin
servet sahibi ya da hali vakti yerinde tabakalarmdandı.
Üyelerin geri kalanı daha büyük bir çeşitlilik gösteriyor­
du. Jön Türk devriminin arifesinde loca mensuplan ara­
sında on kadar ücretli, bir gazeteci, iki eczacı, yarım dü­
zine kadar doktor, üç avukat, bir hakim, iki tercüman, altı
öğretmen ve bir o kadar da memur vardı. Üyeler arasın­
da bulunan öğretmenlerden Leon Gattegno Selanikteki
Fransız-Alman okulu müdürüydü ve tanınmış bir haham
ailesinden geliyordu.
Loca ilk zamanlar sadece Musevileri üye kaydetti. 1908
yılının başlarında, Jön-Türk devriminden birkaç ay önce,
üyeleri arasında en az dört Yunanlı, iki Ermeni ve onbeş
Sabataycı (Dönme) bulunmaktaydı.

465
Selanik’in en önde gelen Sabataycı gazetecilerinden
Fazlı Necib’in de173‘Veritas Locası’m n dönmeleri arasın­
da yer aldığını kaydedelim. Kentin en iyi Türkçe gazetesi
olan ‘Yeni Asır’m kurucusu olan bu yazar, Jön-Türklerin
yasadışı eylemlerine doğrudan katılıyordu. 1908 devrimi
sırasında Selanik İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından
hareketin tüm propaganda etkinliklerini örgütlemek ve
koordine etmekle görevlendirildi.
Yahudi olmayan bazı unsurları da bünyesine kabul et­
mekle birlikte, Veritas locası tüm tarihi boyunca esas ola­
rak bir Yahudi kurumu görüntüsü verecekti. Müslüman
ve Sabataycı tekrislerinde bir artışa tanık olunan 1908 ile
1912 arasında bile, Museviler loca içinde ezici bir çoğun­
luğu hep korudular. Demek ki mahfili kendi diledikleri
şekilde yönlendirebilecek ve dindaşlarının çıkarlarına ve
ihtiyaçlarına uygun bir çizgiyi locaya benimsetebilecek
bir konumda bulunuyorlardı.
Jön-Türk devriminin hazırlanmasında ‘Veritas’m
rolü tam olarak neydi? Bu soruya kesin bir cevap vermek
çok zor görünüyor. Çeşitli tanıklıklardan locanın birçok
üyesinin İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde de yer aldık­
ları anlaşılıyor.
Osmanlı idaresinin bazı memurları da bu locanın üye­
si idiler. Örneğin; Osman Adil (Hariciye Nezareti hukuk
işleri müdür muavini), Faik Nüzhet (Düyunu Umumiye
müfettiş muavini), Talat İsmail (Selanik, Manastır ve
Kosova vilayetleri umumi müfettişi Hilm i Paşanın ter­
cümanı), Mehmet Servet (Selanik ticaret mahkemesi ha­
kimi) ve diğerleri. Buradan locanın Jön-Türklerin yıkıcı
etkinliklerine bir paravan görevini gördüğü sonucunu
173 ‘Macedonia Risorta Locası Matrikiil Listesinde de Fazlı Necib’in adına
rastlıyoruz. (Kaynak:”Gönye ve Hilal” s.59)

466
çıkarıyoruz.
Bununla birlikte Veritas Locasının, İtalyan obedi-
yansından ‘Macedonia Risorta’ locasına oranla çok daha
az riske girdiği anlaşılıyor. İttihat ve Terakki Cemiyetinin
Selanik kolunun liderlerinden çoğu, bu arada İttihatçı
rejimin gelecekteki temel direklerinden Mehmed Talat174
(Talat Paşa) ‘Macedonia Risorta’nın üyeleri arasındaydı.
Mahfil, sık sık İttihat ve Terakki gizli toplantılarına ev
sahipliği yapıyordu. Fransa Büyük Doğusunun dosyala­
rında bulunan bir belgeden ‘Macedonia Risorta locasının
üstad-ı muhteremi Avukat Emanuel Karasu’nun Jön-
Türk devrimi öncesindeki iki yıl boyunca grubun tüm
arşivini mabette saklamayı kabul ettiğini öğreniyoruz.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak, 1908 devrimi
sonrasında İtalyan locası, Fransız locasından daha büyük bir
itibar kazandı. 24, 25 ve 26 Temmuz tarihlerinde Selanikte
asilerin zaferinin kutlandığı büyük halk gösterileri sırasında
tüm obediyanslardan masonlar rüzgarda dalgalanan san­
caklarıyla omuz omuza yürüdüler ve istisnasız hepsi vatanın
kurtarıcıları olarak alkışlandılar. Yine de başlarında Emanuel
Karasunun yürüdüğü ‘Macedonia Risorta’ locasının üyele­
ri başarıdan aslan payını almışlardı.
Artık ülkenin yeni efendileri masonlardı. Bu kon­
jonktür değişiminin sonunda mason localarına doğru
daha önce benzeri görülmemiş bir akın başladı.
Osmanlı seçkinlerinin masonluğa bu ani hayranlığın­
dan en büyük yarar sağlayan haliyle Emanuel Karasu’nun
174 Thule örgütünün kurucusu Bektaşi Baron, Rudolf von Sebottendorf
“Bevor Hitler kam” adlı kitabında Cavid Bey ve Talat Paşanın Yahudi-
dönmesi (s.40) olduklarım belirtmiştir.
Aynı şekilde Rıfat N. Bali “Musa’nın Evlatları Cumhuriyetin Yurttaş­
ları” adlı kitabında (S.54) “İttihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelen
idarecileri ve kurucuları arasında Yahudiler ile Cavit Bey, Talat Bey gibi
dönmeler vardı.” demektedir.

467
locası -Karasu, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ardındaki
beyinlerden biri alarak kabul ediliyordu- oldu.
Veritas LocasTnm yeni üyeleri arasında iki önemli
şahsiyet ayırt ediliyordu: Ali Rıza Paşa ve Hüseyin Hilmi
Paşa. Eski Manastır Valisi Ali Rıza Paşa Jön Türk dev­
rimi olduğunda Üçüncü Kolordu Kurmay Başkanı idi.
Hüseyin Hilmi Paşa ise, tekris edildiğinde, üç Makedonya
vilayetinin umumi müfettişi idi.
1908-1909’da Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı), daha
sonra Sadrazam (1909-1910) olan Hüseyin Hilmi Paşa,
Osmanlı bürokrasisinin en tipik temsilcilerinden biriydi.
Yabancı obediyanslara bağlı locaların bir çığ gibi bü­
yümesi üzerine, Jön Türkler kendi atölyelerini ve kendi
obediyanslarını kurmaya başladılar. Anlaşılan başlıca
hedeflerinden biri bu yolla yabancı mahfillerin çoğalma­
sını önlemekti; yoksa bu çoğalma kısa vadede Osmanlı
İmparatorluğunda tam bir masonik kolonizasyon tehli­
kesine yol açacaktı.
3 Mart 1909’d an itibaren Osmanlı İmparatorluğunun
da bir Şura-yı Alisi (Yüksek Konseyi) vardı. Aynı yılın 1
Ağustosunda Maşrık-ı Azam-ı Osmani (Osmanlı Büyük
Doğusu) resmen doğmuştu. Her iki kurumun da olu­
şumuna Veritas locasının birçok üyesi katılmıştı. İtalya
Büyük Doğusunun yardımı sayesinde alelacele 33’ncü
dereceye terfi ettirilen (Hakim Büyük Umumi Müfettiş)
atölyenin eski üstad-ı muhteremi David J. Cohen,
Osman Adil ve Sabri Katibzade Şura yı Alinin kurucu­
ları arasında yer aldılar.
Şura-yı Ali’nin genel sekreteri unvanını alan David
J. Cohen aynı zamanda iki atölye yoldaşı Michel
Noradunkyan ve A. Salem’le birlikte, Maşrık-ı Azam-ı
Osmani’nin kuruluşuna da katılmıştı.
468
Jön Türk devriminden doğan bu “yerli” masonluk,
bütününde büyük yabancı obediyanslar tarafından ga­
yet soğuk bir şekilde karşılandı. İngiltere’de, İskoç Büyük
Locası yeni Türk örgütünü tanımayı önce reddetti.
Fransa’d a da Büyük Doğu ve Büyük Loca ancak
1910’un ortalarına doğru, yani kuruluşundan yaklaşık bir
yıl sonra, Maşrık-Azam-ı Osmani ile ilişki kurmaya karar
verdiler.
Birçok önde gelen üyesi, Osmanlı masonik makamla­
rının kuruluşuna etkin bir biçimde katılan Veritas locası
da Jön Türkler tarafından kurulan “yerli masonluğa” karşı
gayet düşmanca bir tutum takınacaktı. David J. Cohen’in
halefi olarak atölyenin başına geçen Isaac Rabeno de
Botton yeni obediyansa çok kötü bakıyor ve onu eleştir­
mekten geri kalmıyordu.
Veritas locası ancak 1909’un Kasım ayı sonuna doğ­
ru Jön Türlderin de kendi obediyanslarım kurma hakkı­
na sahip oldukları fikrine alışmaya başlamıştı. I. R. De
Botton, yılın büyük bir bölümünde her türlü “millî” genç
masonluğa karşı şiddetli bir kampanya yürüttükten son­
ra, yenildiğini itiraf etmek ve artık yeni durum a uyum
sağlamaktan başka yapacak bir şey kalmadığını kabullen­
mek zorunda kaldı.
De Botton, 23 Kasımda Fransa Büyük Doğusuna
yazdığı mektupta “Osmanlı Şura-yı Alisinin ve Maşrık-ı
Azaminin nizami bir masonik grup olarak tanınmasını
hızlandırma konusunda insani ve masonik açıdan m üm ­
kün olan her şeyin” yapılmasını istiyordu.
Aslında Veritas locasının Osmanlı İmparator-luğu’ndaki
olayların gelişmesinden memnun olması gerekiyordu.
Masonik düşüncelerden beslenen 1908 devrimci -

469
leri II. Abdülham id yönetimine son vermişler, 1876
Anayasasını yeniden ilan etmişler ve verdikleri sözlere
uygun olarak geniş bir reform programının temellerini
atmışlardı. Masonlar, özellikle de Büyük Fransız Devrim
ilkelerini özümsemiş Fransız obediyansındaki masonlar
için durum gerçekten bayram edilecek gibiydi.
Jön Türk rejimi ne zaman sıkıntıya düşse Veritas lo­
casının rejimden yana açık tavır aldığını burada vurgula­
mak gereklidir!..
Örneğin; Veritas locası, Ekim 1908de Fransız maso-
nik güçlerine yönelik bir bildirgeyle Bulgaristan’ın bağım­
sızlık ilanını ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan
tarafından ilhakını derhal kınamıştı. Veritas’a göre bu iki
olay “Türkiye’de o kadar fedakarlıklar pahasına başlatıl­
mış hürriyet çağının verimli gelişimine tatsız bir ket vu­
rabilecek nitelikteydi.”
Veritas locasındaki biraderlerin yeni iktidara gös­
terdikleri göreceli sadakatin başlıca nedenlerinden biri,
Jön Türkleri imparatorluğun dağılmasını durdurabile­
cek tek güç olarak görmeleriydi. Gerek onlar, gerekse
Selanik’teki tüm Yahudiler için aslolan İmparatorluğun
hayatta kalması ve Balkanlardaki statükonun korun-
masıydı. Çünkü mevcut düzendeki her türlü değişiklik
cemaatlerinin huzurunu bozmaktan ve ekonomik çıkar­
larını zedelemekten başka işe yaramayacaktı.
Ne var ki kısa bir süre sonra Makedonya’nın başken­
tinde o kadar korkulan olay gerçekleşecekti; İtalyanların
Trablusgarp çıkarmasından bir yıl sonra, bu kez Balkanlar
alevleniyor ve çatışmalar başlar başlamaz Osmanlı ordusu
çözülerek meydanı hasımlarına bırakıyordu.
Yunan birliklerinin 8 Kasım 1912’de Selanik’e girişi,

470
kentin Musevi nüfusu tarafından bir felaket olarak algı­
lanmıştı.
Veritas locasının üyeleri de yeni duruma (yani Yunan
işgaline) uyum sağlamakta geri kalmadılar. 1913 yılının
sonundan itibaren sayıları giderek artan Ortodoks bira­
derleri yanlarına çekmeye başladılar. Buna paralel olarak
kentin Yunan localarıyla kalıcı ilişkiler kurmaya uğraştı­
lar.

2- “L’Avenir de L’Orient” (Doğunun Geleceği) Locası:


Temmuz 1906’d a Veritas locasının üstad-ı muhteremi
Isaac V. Modiano, Maşrık-ı Azam sekreterliğine “ahlakı
kuşkulu bazı kişilerin” Selanikte Fransız Büyük Locasına
bağlı bir atölye kurmak üzere olduklarım bildiriyordu.
Diğer birçok Selanikli mahfil gibi, ‘LLAvenir de
I’O rienf da ancak Jön Türk devriminden sonra gün yü­
züne çıkabildi.
Anlaşıldığına göre, Makedonya’nın başkentin­
de Fransız obediyansmdan ikinci bir loca kurma fikri
Doktor Arnon de Medonça’nın başının altından çıkmıştı.
20’nci Yüzyılın hemen başında Selanik masonluğunun
canlanmasında önemli bir rol oynayan bu ilginç şahsiyet
hakkında ne yazık ki fazla bir şey bilmiyoruz. Lusitania
(Portekiz) Maşrık-ı Azaminin Fransa Büyük Locasına
gönderdiği bir mektupta, Medonça “Haitiden gelmiş bir
Musevi” olarak tanıtılmaktadır. Kendisinin de itiraf etti­
ği gibi gerektiğinde kendisine güvenen saf insanları hiç
utanmadan aldatan tam bir dolandırıcı idi.
1900’lerin başında Selanike yerleşmeye gelen Amon
de Medonça daha gelir gelmez gösterdiği sıradışı masonik
militanlıkla dikkatleri çekmişti. Önce Yahudi B’nai B’ri|h

471
locasının kuruluşuna katılmıştı ama bu locanın özelliği
aynı zamanda Doktor Papüs un (Doktor Gerard Encausse-
Martinist Tarikatı’nın Süprem Konseyinin Başkanı)
Martinizm tarikatının da onayını almış olmasıydı.
Bunun hemen ardından müritlerinden bazılarıyla
birlikte Swedenborg ritine bağlı bir atölye kurmuştu. Bu
sadece bir başlangıçtı. 1915’te Fransa Büyük Locasına
gönderdiği bir mektupta, Amon de Medonça birkaç yıl
içinde Selanikte on kadar loca kurmuş olmakla övünü­
yordu.
Yukarda belirtilen iki locanın yanı sıra “Souverain
Grand Conseil General Iberique” obediyansı altın­
da çalışan bir locayı, İspanya Büyük Doğusuna bağlı
‘Perseverancia’ locasını, Lusitania Maşrık-ı Azamlığının
himayesi altında ‘Sebastian de Magalhaes Lima’ locası­
nı, Rumen obediyansından beş locayı ve hatta anlaşılan
Maria Deraismes’in “Le Droit Humain” (İnsan Hakkı)
adlı uluslararası karma tarikatı tarafından desteklenen bir
kadın locasının bile kurucuları arasındaydı.
LAvenir de l’Orient’in kuruluş tutanağı 1 Kasım 1908
tarihlidir. Kurucu biraderlerin hepsi -çoğu Yahudiydi-
birkaç ay önce Romanya Büyük Millî Locasının rehberli­
ğinde kurulmuş ve her yerde hazır ve nazır Doktor Amon
de Medanço’nun başkanlığındaki ‘Steaoa Salonicului’ lo-
casmdandı.
LAvenir de l’Orient Fransız masonlar merkezinin
bünyesine katılmak ve çalışmalarım Fransız dilinde yü­
rütmek isteyen bir grup Rumen masonunun isteklerini
yerine getirmek için kurulmuştu. 20’nci Yüzyıl başında
özellikle de Musevi cemaati içinde diğer dillere nazaran
Fransızca konuşan ve yazan çok sayıda Selanikli vardı.

472
FAvenir de l’Orient kurucularının Fransa Maşrık - 1
Azami yerine Fransa Büyük Locasını tercih etmelerinin
sebebi, Büyük Locanın açıkça ateist olan Fransız Büyük
Doğusuna kıyasla daha az şeytani bir profil sunmasıydı.
Fransız masonluğunun iki farklı kolunu seçen
l’Avenir de l’Orient ve Veritas en başından itibaren birbir-
leriyle savaşma eğilimindeydiler. İki loca birbirine karşı
öylesine gergindi ki, aylarca karşılıklı olarak birbirlerini
tanımayı bile reddettiler. Ancak 1909’un sonuna doğru
kurallara uygun bir biçimde karşılıklı geleneksel dostluk
temsilcileri göndermeye karar verdiler.
Veritas gibi FAvenir de l’Orient da özellikle Selanik’in
Yahudi cemaatine sesleniyordu. Ama üyeleri arasında
azımsanmayacak bir oranda Müslüman ve Yahudi-dön-
mesi (Sabataycı) vardı. FAvenir de FOrient’daki müslü-
manların ve dönmelerin toplumsal-mesleki dağılımına
baktığımızda doktorlar ve askerlerin ağırlıklı bir yere sa­
hip olduğunu görüyoruz.
LAvenir de FOrient’d a Veritasa göre çok daha az bü­
yük tüccar ve bankerin yer alması çarpıcı bir gözlem oluş­
turuyor.
FAvenir de FOrient’in benimsediği siyasi tavır hak­
kında kesin bir şey bilinmiyor. Bununla birlikte -üye
tabanının dini ve toplumsal yapısı gözöntine alındı­
ğında- FAvenir de FOrient’in Veritas’la aşağı yukarı
aynı siyasi tercihleri benimsediği varsayılabilir. Selanik
Yahudilerinin ezici çoğunluğu yeni rejime sempati duyma
eğilimindeydi. Kuşkusuz iktidardaki adamların bir sürü
hatasından yakınıyorlardı, ama eninde sonunda Osmanlı
İmparatorluğunun Jön Türkler sayesinde iyi yolda oldu­
ğunu düşünüyorlardı. Esas olarak Musevi kökenli bira­

473
derlerden oluşan I’Avenir de l’Orient kuşkusuz bu bakışa
katılıyordu. Üyeleri arasında imparatorluğun Hıristiyan
azınlıklarından hiçbir temsilcinin yer almaması da bu
açıdan oldukça anlamlıdır. Selanik’teki Hıristiyanlar
-Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Eflaklılar, Ermeniler- ge­
nellikle Jön Türk rejimine düşman olarak bilinirdi.

Selanikteki Makedonya Locası (Macedonia Risorta):

1903 yılının sonbaharında İtalyan masonluğunun Büyük


Üstad Yardımcısı Ettore Ferrari, İzmir ve Selanik mahfil­
lerindeki görevlilere İtalyan masonluğunun o dönemdeki
Büyük Üstadı (Yahudi) Ernesto Nathan’m kaleme aldığı
mesajı bizzat teslim etti.
Büyük Üstad tüm Türkiye’deki locaları yirmi yıl­
lık “uykularından” uyanmaları için yüreklendiriyordu.
Ferrari’nin Türkiye’ye gelişi umulan etkiyi yarattı. Birkaç
hafta içinde Selanikteki Makedonya locası ‘Macedonia
Risorta’ adı altında, Boulma Grani Sokağındaki eski
yerlerinde çalışmaya başladı.
O dönemlerde, İtalyan masonluğunun işbirliği sa­
yesinde, Jön Türkler ilk kez İmparatorluk sınırları içinde
gizlice çalışabilme imkânına kavuştular. Makedonya loca­
sının yeniden canlanışıyla İttihat ve Terakki Cemiyetinin
doğuşu arasındaki bağlantı, olayların ve belgelerin ışı­
ğında hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Aynı Ettore
Ferrari de “Masonluk ve Türk Devrimi” başlıklı bir
konferansında bizzat bunu doğrulamıştır. Yıllar sonra,
Cenova’daki simgesel rite bağlı bir locada verdiği bu kon­
feransa yetkili bir Jön Türk heyeti de katılmıştır.175
175 Buluşma 1910 yılının Mayıs ayında gerçekleşti. Bu tarih resmi görevli
bir Türk heyetinin İtalya’ya geldiği günlere denk düşüyordu. Ferrari,
konferansa Sunulan bildirilerin çoğunun ‘Macedonia Risorta’ Loca-

474
Bu vesile ile, 1908’den önceki olayları özetlerken,
konuşmacı aşağıdaki konulara değiniyordu:
“Sürekli olarak düşmanların eliyle, şiddet kullanıla­
rak öldürülme korkusuyla yaşayan II. Abdülhamid, yal­
nızca kuşku ve nefret duyguları besliyordu. En acımasız
intikamlara, işkencelere mahkumiyetlere, sürgünlere, en
haksız idamlara neden oluyordu. Belki de bu şekilde dev­
rim tohumlarını korku içinde boğacağını düşünüyordu.
Aksine, sanki tepirinin ve zorbalığın yoğunlaşması kendi­
si için gerekli öğelermiş gibi, bu tohumlar olgunlaşıyor ve
hızla serpiliyordu. Hükümetin, halk arasındaki özgürlük
ruhunu besleyen her tür girişimi önleyecek ve boğacak en
etkili silahı hafiyelikti. Türk yasaları öıgüdenme hakkını
tanımıyor ve buna izin vermiyordu; gizlice oluşturulan
topluluklar da -hafiyelerin ihbarlarıyla- hemen lağve­
diliyor ve üyeleri de hapse atılıyordu. İşte bu aşamada, o
zamana kadar hiçbir sonuç vermeyen masonluğun çaba­
ları yardımcı oldu. Hürriyet hareketinin şeflerinden ba­
zıları Avrupa yolculukları sırasında kuruluşumuzun var­
lığını fark etmişler ve içlerinden üç kişi, Selanik’te İtalya
Maşrık-ı Azamma bağlı ‘Macedonia Risorta’ locasının
yüksek mevkideki görevlilerine kendilerini tanıtmışlardı.
Çalışmalara katılmaya hazır olduklarını bildirmişler ve
yaşadıkları zulme karşı onlardan yardım talep etmişlerdi.
Toplumsal konumları kadar ifade ettikleri duygular
nedeniyle de ailemize katılmaya layık görülen bu kişileri
-tüm Rit formalitelerini yerine getirildikten sonra- loca
bağrına bastı. ‘Macedonia Risorta’ locasında önceden
tekris edilmiş başka iki Türk liberal de bu üç yeni bira­
dere katıldı. Böylece Jön Türkler topluluğunun ajitasyon
sının üstad-ı muhterem biraderi M.Levi’nin katkılarıyla sağlandığını
belirtmişti.

475
örgütünün ilk grubunu kurmuş oldular.”
Söz konusu olan bu "Jön Türkler kimdi?” diye soru­
labilir.
1906 yılının Ağustos ve Eylül ayları arasında ku­
rulan İttihat ve Terakki Cemiyetinin genel karargâhı
Selanikteydi. Bu cemiyet başlangıçta on üyeden meydana
geliyordu, bunların her birine “yaşlarına göre” l’d en 10’a
kadar bir numara verilmişti.176
Bilindiği gibi, bunlar Mehmet Talat, Rahmi bin
Rıza, Midhat Şükrü ve İsmail Hakkı Canbolat’tı. Bu
sonuncular, Canbolat dışında, ‘Macedonia Risorta’ lo­
casında 1903 yılında tekris edilmişlerdi. Bunu İtalyan
Maşrık-ı Azam Tarih Arşivindeki yazılı belgelerden
öğreniyoruz. 1908 Temmuzunun ertesinde Rahmi
de Emanuel Karasu gibi, Selanik İdadisi tarafından
Osmanlı Meclis-i Mebusam’na seçildi. Talat Bey Meclis-
i Mebusan reis vekiliydi. Mithad Şükrü de, bundan böy­
le yasallaşan İttihat ve Terakki Cemiyetinin sekreteriydi;
bu adlara bir de geleceğin Maliye Nazırı Mehmet Cavit177
eklenmelidir. Mehmet Cavit aynı zamanda “İspanyol
Maşrık-ı Azamı”na bağlı olan Selanik’teki ‘Perseverancia
Locası’nm da üyesiydi.
Makedonya locası “yeniden doğuşu’nu Ettore
Ferrari’ye olduğu kadar, genç bir Sefarad Yahudisine;
176 Osmanlı Hürriyet Cemiyeti yaşlarına göre l’d en 10 a kadar numaralan­
mış 10 kişilik bir grupla işe başladı. Bu on kişi arasından Mehmet Talat,
Rahmi Evrenos, Mithad Şükrü Bieda ve İsmail Canbolat dört kişilik
merkez komiteye seçildi. Merkez komitede yalnızca İsmail Canbolat
asker olmasına rağmen, on kişiden yedisinin askeriye ile ilişkisi vardı.
(Feroz Ahmad, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”)
177 Cavit Bey, uluslararası Yahudi-finans kapitalinin, özellikle de Fransız,
İngiliz ve Alman bankalarının ayrıcalıklı muhatabı idi.

476
Emanuel Karasu (Carosso)ya178 borçluydu. Karasu “Jön
Türkler’in toplantıları son localarında yapma fikri” ondan
çıktığı için, sık sık İtalya Masrık-ı Azami ile Jön Türkler
arasındaki gerçek bir bağlantı olarak gösterilmiştir.
1901 ile 1908 yılının Nisan ayı arasında ‘Macedonia
Risorta’ locasında tam 188 kişi tekris edildi, bunlardan
23’ti Kümelide karagâh kurmuş II. ve III. Kolordunun üst
rütbeli muvazzaf subaylarıydı. Bu veri İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile masonluğun Osmanlı ordusu saflarına özel
olarak sızdıklarını onaylayan bir diğer kanıttır.
Üyeliklerin düzenli bir şekilde arttığını gören, İtalya
Maşrık-ı Azami, 1906 yılında, ‘Labor et Lux’ adında ikin­
ci bir mahfilin açılmasına izin verdi.
‘Labor et Lux’ İskoç Ritine bağlı bir loca olarak 1906
yılında ‘Macedonia Risorta’ya bağlı kişiler tarafından ku­
rulmuştu. 1908 Ağustosunda İngiliz gazetesi ‘The Morning
Post’ta yayımlanan bir röportajda Adliye Nazın Refik Bey
açıkça şunu belirtiyordu: “İtalya masonluğundan manevi
destek gördüğümüz doğrudur. İki İtalyan locası “Macedonia
Risorta” ve “Labor et Lux” bize büyük hizmetler verdi ve ban-
nak sağladı. Orada masonlar olarak toplanıyorduk, çoğumuz
da masonduk, fakat aslında örgütlenmek için buluşuyorduk.
Bunu yani yoldaşlarımızın büyük bir bölümünü, üyelerini
ince eleyip sık dokuyarak seçmeleri nedeniyle Cemiyetimiz

178 Karasu daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyetinin önde gelenlerinden


biri oldu. 1909’d a Abdülhamide tahttan indirildiğini tebliğ eden Mec-
lis-i Mebusan heyetinde yer aldı. 18 Haziran 1934 tarihinde Londra’d a
yayınlanan ‘Times’ gazetesinde verilen kısa bir ölüm ilanı, 70 yaşındaki
Emanuel Karasu’nun Trieste’d e vefat ettiğini bildiriyordu. Times’da ya­
yınlanan makaleye göre Selanikli yaşlı avukatın siyasal hayatında bir­
çok yüz kızartıcı olay vardı.
Makalenin adı bilinmeyen yazan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Jön
Türkler tarafından iaşe müfettişliğine getirilen Karasu’yu sivil halka da­
ğıtılması gereken mallardan kazanç sağlamak ve 2 milyon Türk Lirasından
fazla bir meblağı zimmetine geçirmekle suçluyordu.

477
için bir elek işlevi gören bu localardan seçtik. Selanikte yürü­
tülen gizli işler İstanbul’da belli belirsiz bir şüphe uyandırıyor­
du ve muhbirler boş yere bir ipucu elde etmek için çalışıyor­
lardı. Ayrıca bu localar, ihtiyaç halinde İtalyan Sefaretinden
müdahale teminatı almış olan İtalyan Maşrık-ı Azamına
bağlıydı.”
14 Nisan 1909’da, Padişahın yeni bir darbe yapma
tehdidi karşısında, iistad-ı Muhterem Emanuel Karasu,
3’ncü Kolordu kumandanı olan paşa, Selanik Valisi ve
Telgraf Müdürü tüm “biraderler” Dahiliye Nazırına çok
sert bir telgraf gönderdiler ve onu tehdit ettiler. Hürriyet
düzeni yeniden kurulmazsa, halk isyan edecek ve 3’ncü
Kolordu da İstanbul’a yürüyecekti. Bu arada Selanik’in
gücü yerinde olan halkı da gerçekten silaha sarılmıştı.
Tüccarlar işyerlerini kapamışlardı, öğrenciler okulu bı­
rakmış, silah altına alınmayı bekliyorlardı. Bu arada
hükümet Anayasanın yeniden yürürlüğe konacağı ko­
nusunda kesin bir güvence vermiyordu; bunun üzerine
askeri birliklerle yüklü trenler İstanbul’a doğru hareket
etmeye başladı. Selanik seferinin sonucu biliniyor, herkes
tarafından bilinmeyen konuysa, sokaklarda yaylım ateş
sürerken, tutuklanmak üzere izlenen ve aranan liberalle­
rin localarda himaye edildikleriydi.
Reformların yolu üstündeki tüm engeller ortadan
kaldırılınca, yeni Jön Türk hükümeti, devrimlerine ya­
kınlık ve ilgi göstermiş olan ülkelerden mümkün olan
en büyük desteği sağlayabilmek amacıyla yüzünü dışarı
çevirdi. Bu arada, Osmanlı masonları, Batılı masonlarla
boy ölçüşebilecek ulusal bir Maşrık-ı Azam oluşturma

478
zamanının geldiğine karar verdiler.
Aynı zamanda Jön Türk heyetleri ulusal davayı dışa­
rıda savunmak için Avrupa’ya gitmek üzere görevlendi­
rildiler.
1908 Ekiminin ortalarına doğru, Bulgaristan’ın
bağımsızlığını ilan etmesi, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i
alması ve Giritlilerin kendi istemleriyle Yunanistan’a katıl­
maya karar vermeleriyle çıkan bunalımın tüm şiddetiyle
sürdüğü günlerde, bazı Fransız gazeteleri, Doktor Nazım ve
Yarbay Ahmed Cemal gibi İttihat ve Terakki Cemiyetinin
iki önemli üyesinden oluşan bir Jön Türk heyetinin Paris’e
geldiğini bildiriyordu. İttihatçılar bu heyete Selanikli bir
Musevi tüccar olan Henri de Toledo’yu da katmıştı. (P.
Dumont, “Une delegation jeune-turque a Paris’)
Fransa’dan sonra İtalya’ya gönderilen bir Jön Türk he­
yeti de 1909 yılının Mayıs ayında oraya ulaştı. 20 Mayıs
Cuma akşamı Torinoiu mason locaları İtalya’ya gelen
Osmanlı heyetinde yer alan biraderlerle kutlama yapı­
yorlardı. Kutlama görkemli bir ziyafetle başladı. Bu kut­
lama törenine Selanik’teki Macedonia Risorta, Lahor et
Lux, Fazilet, Veritas, Perseverancia, Philippos localarının
Muhterem Biraderleriyle birlikte Nesib Bey’in başkanlık
ettiği otuz kadar Osmanlı birader de katılmıştı. (Ettore
Ferrari, “Onoranze ai Fratelli Turchi” Rivista Masónica,
XLI (1910), No:ll-12,S.271)

Siyonistlerin savaş stratejisi ve Jön Türkler:

Alman yazar Wolfgang Eggert üç ciltlik “Israels Geheim-


Vatikan” (İsrailin Gizli Vatikanı) adlı kitabının ikinci
cildinde Jön Türklerin Siyonistlerle olan yakın ilişkisini

479
gözler önüne sermektedir.
Teodor Herzl’in ölümünden sonra Siyonizmin ön­
derliğini yapan Hayim “Weizmann, 1905’deki 7’nci
Siyonist Kongresinde İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Alfred
Lyttelton’un ısrarlarına rağmen, İngilizlerin Uganda tek­
lifini reddetmişti. (Bu konuda “İngiliz Uganda Projesi’ne
bakınız) O günlerde Siyonizm Doğu Yahudiliğinin
Talmudçu Hahamlarının elinde bir alet durumundaydı.
Daha sonra Weizmann Manchester-İngiltereye yer­
leşti. Weiz-mann’m Manchester’i seçmesi tamamen bir
tesadüf eseri miydi? Tabii ki değil!..
Manchester İngiliz Başbakanının seçim bölgesi ve İngilte­
re’deki Siyonistlerin karargâhı idi. 1906yılında İngiliz Muhafa­
zakâr Parti lideri Arthur James Balfour, Manchester’deki
Queens Oteli nde Weizmann ile görüşmüştü.
Weizmann ile görüşmelerinden olumlu bir sonuç
çıkmayan Balfour, 1906 yılında Manchester’deki seçimleri
kaybetti ve uzun bir müddet siyasi arenada görünmedi.
Aynı anda İngiltere’nin siyasi ufkunda yeni bir yıl­
dız parlıyordu; Bu Liberal Partinin genç adayı Winston
Churchill idi. Churchill 1906’d a şansını Manchester’deki
(yani Siyonistlerin karargâhında) seçimde denemişti.
Churchill Siyonistlere Balfour Hükümetinin çıkardı­
ğı göç yasasındaki Filistine göçü engelleyici maddeleri
kaldıracağını ve açıkça Siyonizmi destekleyeceğini va-
adetmişti. İşin bir diğer ilginç yanı da Manchester’deki
Yahudilerin -bir çeşit modern Musa gibi- Churchill’in
arkasında durmaları idi. Hatta Yahudi önderlerinden biri
bir toplantıda “Winston ChurchilP’i desteklemeyen her
Yahudi davamıza ihanet eden bir kişidir,” diyordu.
A rkasına geniş bir Yahudi desteğini alan Churchill
seçildi ve ‘Koloniler Bakan Yardımcılığı’ görevine atandı.

480
Bu görev Siyon’un uydusu İngiltere’yi Filistine biraz daha
yakınlaştırıyordu.
Amerikalı Yahudiler “Joint” ve “Ort” örgütleri yar­
dımıyla İlâhi bir kurtuluşun bekleyişi içinde olan doğu
Avrupa’daki dindaşlarına yüz milyon dolarlık bir yardım
yapmışlardı. 1903 yılına kadar ABD’de tek bir Siyonist ör­
güt varken, bu tarihten sonra Yahudi millî örgütleri top­
raktan fışkıran mantarlar gibi çoğalmaya başlamışlardı.
Yalnız NewYork’ta şu Yahudi örgütleri kurulmuştu: “The
Jewish Socialist Labor Party Poale Zion of the United States”
(1906), “The United Zionist Socialist Poale-Zion, Zeire-Zion”
(1905), “The American Jewish Committee” (1906), “The Order
of Sons of Zion” (1908), Siyonist kadın kuruluşu ‘Hadassah’
(1912), ‘American Jewish Joint Distrubition Committee”
(1914) ve ‘American Zion Commonwealth” (1914).
Siyon’un açıkça saldırıya geçtiği tek ülke ABD değildi ta­
bii!.. Siyonisder, Filistin’e egemen olan Osmanlı İmparatorlu­
ğuna da çirkin yüzlerini göstermeye başlamışlardı.
Siyonistlerin planları gereği Osmanlı İmparatorluğu
savaşın (Birinci Dünya Savaşı) içine çekilecek ve Max
Nordau’nun Siyonist stratejisi uygulanacaktı.
Bu stratejiye göre, Osmanlı İmparatorluğu Alman­
ya’nın yanında savaşa sokulacak ve savaşın sonunda
Yahve’nin silahlı gücü Büyük Britanya tarafından yenil­
giye uğratılacaktı.
Kendilerini Tanrının yeryüzündeki temsilcileri sa­
nan Siyonisder, Türk Sultanı II. Abdülhamid’e karşı, bü­
yük savaştan kısa bir süre önce, Siyon’un Türkiye’deki ni­
hai zaferini sağlamak için Jön Türkleı ’i kullandılar.
Burada 1908 devriminin ayrıntısına girmeyeceğim,
çünkü amacım ansiklopedik bilgileri tekrarlamak değil.
Zaten büyük ansiklopediler, papağan gibi resmi açıkla-

481
maları tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
Fakat şu da bilinmelidir ki, şanlı Türk halk ihtilali (!!!) -ki
‘Encyclopaedia Britannica’ öyle diyor- aslında Siyonist-
Mason darbesinden başka bir şey değildi.
Burada kısaca şanlı (!!!) devrimde rolü olan Bektaşi tarika­
tından da söz etmek gerekiyor. O günlerde Bektaşi tarikatı,
Mazzini’nin Mason Locası P-l ve “Genç İtalya” hareketi ile
yakın ilişki içindeydi. Nitekim bu tarikattan Enver Paşanın
da üyesi olduğu ‘Genç Türkler’ hareketi türemiştir (Helga
Zepp La Rouche, “Das Hitler-Buch” S. 192).
Şurası da inkâr edilemez bir gerçektir ki, 1890’lı
yıllarda Cenevre ve Paris’te kurulan ‘İttihat ve Terakki
Komitesi’ (Genç Türkler) Yahudi ve mason göçmenle­
rin toplandığı bir örgüttü. İttihat ve Terakki Komitesinin
Yahudi ve mason kaynaklannca finanse edildiği de bilin­
mektedir. Başka bir gerçek de 1900’lü yıllarda Komiteye
Selanik’teki siyasilerin ve Makedonya’d aki subayların
alınmaya başlanmış olmasıydı.
Balkan Birliği Başkam İngiliz Yahudi-masonu Noel
Buxton’un çabalarıyla ‘Osmanlı Maşnk-ı Azamına’ bağlı 50
Türk locası Makedonyadaki askeri birliklere bağlı Türk su­
baylarıyla doldurulmuştu.
İngilizlerin sağlam desteğini alan MakedonyalI m a­
son subaylar, 23 Temmuzda ‘demokratik anayasa’ talebiy­
le hükümete isyan ettiler. Aslmda MakedonyalI fesatçılar,
İstanbul’d aki önemli ordu kurumlarıyla "kardeşlik”bağlarıyla
bağlıydılar.
Bu sebepten II. Abdülhamid yönetimi askeri ayak­
lanmaya karşı herhangi bir tedbir alamadı.
1908’de egemenliği ele geçiren ‘Subaylar Partisi,’

482
1909 Temmuzunda II. Abdülhamid’in son direnişini de
kırarak, tamamen iktidarı ele geçirdi.
1908 devriminin yapıldığı günlerde Selanik’teki
İngilizler İngiliz Gizli Servisinin ileri karakolu gibi çalışan
enternasyonal B’nai B’rith Locası ile işbirliği yapıyorlar­
dı. Devrimden sonra kurulan ‘Genç Türkler Hükümeti’
varlığını bu locaya borçluydu.
Yeni kurulan hükümette epeyce Yahudi vardı. ‘Genç
Türk’ liderlerinin çoğu mason olmalarının yanı sıra
Yahudi kökenli idiler. Bunlara; Ahmet Rıza, Cavit Bey
(David Kohen), Rafaelo Ricci, Nicolas Forte, Jak Suhami
v.b. şahısları örnek verebiliriz.
Devrimciler arasında İsrail’in çocuklarının oldukça
fazla olması, Türkiye’yi Yahve plânına göre Almanlar’in
yanında savaşa sokmak ve sonunda İngilizlerle beraber
Filistin’i Türklerden koparmak içindi.
Türkiye’deki Siyonistler içinde en önemli kişi ‘Genç
Türkler’in Basın Şefi olan Vladimir Jabotinsky idi.
1880 yılında Odessa’d a doğan Sosyalist-Siyonist lider,
II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonraki hükümette
görev alarak, Osmanlı İmparatorluğunun mezar kazıcıla­
rından biri oldu.
Jabotinsky ‘Genç Türk’ gazetesini yayınlıyordu. Bu
gazete ‘Rus Siyonist Federasyonu’ ve Yahudi-mason ör­
gütü B’nai B’rith tarafından finanse ediliyordu.
Jabotinsky Birinci Dünya Savaşı sırasında saf değişti­
rerek, İngiliz ordusundaki “Yahudi Lejyonuna katıldı.
Türkiye’nin Almanlar safında savaşa girmesini en
çok savunanlardan biri Enver Bey, diğeri de Yahudi-ma­
son Maliye Bakam Mehmet Cavit Bey olmuştu.

483
Osmanlı’nın, Berlin’in müttefiği olarak savaşa girme­
si hiçbir şekilde Türkler’in menfaatine değildi. Bu aslında
Yahudilerin kararı idi. Barış yerine savaş, Türklerden zi­
yade Siyonistlerin çıkarlarına uygundu.

484
OTUZ ALTINCI BÖLÜM

SİYONİSTLER VE JÖN TÜRKLER

Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması idealine karşı


çıkan Sultan II. Abdülhamid’in Meşrutiyet ilanı sonucu
etkisiz hale getirildiğini gören Siyonistlerin de Ermeni
Komitacıları gibi Türkiye’ye koşuştukları görülmüştü.
Ayrıca, yerli Siyonisüerden de Siyonizm uğrunda mü­
cadele için Osmanlı Meclis-i Mebusamna girenler oldu.
Emanuel Karasu, ittihat ye Terakkinin diğer ünlülerin­
den olan Nesim Ruso ve Nesim Mazlıyah’ı ikna ederek
Siyonistlerin ilk Osmanlı şubesini açmayı başarmıştı.
Bu üç Osmanlı Siyonisti 1908 seçimlerinden sonra
Mebusan Meclisinde yerlerini almışlardı.
İstanbul mebuslarından Vitali Faraci Efendi de
Siyonistlere yaklaşmış, hatta Türkiyede Anti-semitizm
olmadığı için emellerinin gerçekleşmesinin mümkün
olduğunu söylemişti. Ayan Meclisine seçilen yega­
ne Musevi senatörü Behor Efendi de Dr. Jacobson’a
Siyonizme karşı olmadığını açıkça belirtmişti. Moşe
Levi’nin istifasıyla, tüm Musevi milletinin Hahambaşısı
olan Hayım Nahum,179daha bu makama vekalet ederken
Dr. Jacobson’a Filistin’de Siyonistlerin başarısı için çalı­
şacağını söylemişti. Hahambaşı olduktan sonra Nahum,
179 Hahambaşı H. Nahum, İsmet İnönü tarafından Lozan Barış Görüşme­
lerine müşavir olarak tayin edilmişti. İsmet Paşa Lozan’d a, İngilizlerle
bir nevi gizli arabuluculuk rolü oynayan, İstanbul Hahambaşısı Nahum
Efendinin telkinleriyle hilafetin kaldırılması görüşünü benimsemişti.

485
Odessadaki “Siyon Aşıkları Kongresi’ne bir telgraf yolla­
yarak onları tebrik etmekten kendini alamamıştı.
Jön Türkler’in “İttilıad-ı Anasır” politikaları sonucu,
Yahudilere de her türlü vatandaşlık ve eşitlik haklarını ta­
nıyorlar ve onları önemli devlet görevlerine getiriyorlardı.
İttihatçı Yahudiler, elit bakanlıklarda müsteşar ve teknok­
rat olarak önemli mevkiilere yükselmişlerdi. Siyaset üret­
me konusundaki rolleri muhtemelen bakanlardan daha
fazlaydı. Emmanuel Salem, Meclise getirilecek yeni yasa­
ları hazırlıyordu. Bağdat Mebusu Ezekiel Sasoon, daha
önce Ziraat Nezaretinde müsteşarken Ticaret Nezaretine
geçmişti. Nesim Ruso, Maliye Nezaretindeki ‘iç kabinenin
şefi, Vitali Stroumsa ise Mali Islahat Yüksek Şurası üyesiydi.
Samuel Israel Başkent polisinin siyasi şube müdürü olarak
son derece hassas bir görevdeydi. Enver Paşa, 23 Ocak
1913’de darbe yaptığı zaman o da onunla birlikteydi.

Filistine Yahudi Göçü Yasağının Kaldırılışı:

Sultan II. Abdülhamid, Yabudilerin Filistine yerleşmesini ya­


saklamıştı. Buraya ancak “hacı olmak” amacıyla gelebiliyor,
bunun için de adına “Kırmızı Tezkere”denilen üç aylık otur­
ma ruhsatı alabiliyorlardı. Meşrutiyet ilan edilince Siyonis-
tlerin ilk işi, yukardaki yasağın kaldırılması uğrunda harekete
geçmeleri oldu. Yurtdışındaki Siyonisüerden “Dünya Siyon­
ist Teşkilatı” Lideri David “Wolffsohn, Rusyalı Siyonist Yahu-
dilerden Vladimir Jabotinsky ve İsrael Zangwill, Meşrutiyet
ilanından sonra İstanbula gelmişlerdi.
Jön Türkler ve hükümetle temasa geçen Siyonist
Wolffsohn, tıpkı Theodor Herzl gibi konuşuyor ve Filistini
istediklerini belirtiyordu.

486
Kasım 1908’de İstanbul’a gelen Rusya’d a yayınlanan
‘Ryetch Gazetesinin muhabiri Vladimir Jabotinsky de
Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza ve Hariciye Nazırı
Tevfik Paşa ile görüşerek, Filistin’de Yahudi göçmenlere
konulan sınırlamanın kaldırılmasını istemişti.
İstanbul’da Filistine göç yasaklarının kaldırılma sı için
çalışan yabancı Siyonistlerden birisi de Dr. Jacobson’du.
Jacobson, İstanbul’d aki Anglo-Levanten Bankacılık
Anonim Şirketinin başkanıydı. Bu zat, Meşrutiyet’in ila­
nından sonra, Osmanlı kamuoyunu kazanmak amacıyla
çıkan tüm Musevi gazetelerini ya satın aldı ya da paray­
la desteklemeye başladı. Böylece, Fransızca yayın yapan
Aurore, Ladino El Tiempo ve İbranice Haevasser sütunla­
rında Siyonizmi işlemeye başladılar. Dr. Jacobson, Celal
Nuri ile anlaşarak “Le Jeune Turc” Gazetesinde Siyonist-
lerin lehinde yayın yaptığı takdirde, bu gazeteyi parasal
yönden destekleyeceğini taahhüt etti.
Nisan 1909’da İstanbul’a gelen ve Osmanlı Meclis-i
Mebusan Reisi Ahmet Rıza ile görüşen İsrael Zangwill ise,
Filistin’de Yahudi Devleti kurulamayacağından bahisle, hiç
olmazsa Yahudilere Mezopotamya’nın verilmesini istemişti.
Ona göre, burası petrolü, tarım ve maden zenginlikleri itiba­
riyle Musevilere yurt olmaya daha elverişli bir alandı.
Bu arada Emanuel Karasu, Nesim Ruso, Nesim
Mazliyah ve Behor Efendi gibi yerli Siyonist Yahudiler de
harekete geçmişler, Osmanlı politikacılarını etkilemeye
çalışıyorlardı. Bu amaçla Ruso ve Mazliyah, Ahmet Rıza,
Enver Paşa, Talat ve Nazım Beylerle görüştüler. İttihat
ve Terakki nin ağır topları olan bu kişiler, ülkeye Musevi
göçünün yararlı olacağı kanısındaydılar. Ahmet Rıza,
Meclis Başkanlığına seçilmesini tebrik için makamına ge­

487
len Hayim Nahum’a Osmanlı Devletini oluşturan bütün
uluslar içinde bu özelliğinden dolayı Musevileri kardeş
saydıklarını belirtmişti.
Hahambaşı, aynı şekilde Sadrazama da bir nezaket
ziyaretinde bulundu. Hüseyin Hilmi Paşa da Nahum’a,
Osmanlı azınlıkları içinde soylu Yahudi Milletinin çalış­
kanlığı, akıllılığı, bilgisi ve üstün becerisiyle sivrildikleri­
ni belirterek, sadık Musevi ulusundan bundan sonra da
hükümet ve ülkeye yararlı hizmetler beklendiğini vurgu­
ladı. Musevilerin Türkiye’ye yararlı olacakları inancıyla
Hüseyin Hilmi Paşa da yerleşim merkezi kurmak isteyen
Musevi göçmenlere karşı çıkmayacağını anlattı. Fakat,
yine de H. Hilmi Paşa, ülkeye yabancı müdahelesi olma­
sından daha açık bir deyişle Rusya’nın ülkesini terkeden
Musevi vatandaşlarının Filistin’deki faaliyetlerine karış­
masından korkmaktaydı. Bu tehlike bertaraf edildiği tak­
dirde Musevi göçmenlerin ülkeye ve bilhassa Hâzineye
önemli katkıları olacağından emindi. Bu hava içersinde
Sadrazam, Filistindeki Museviler için konan yasaldan
kaldırmaktan çekinmedi. Önce, Filistine girişte Muse-
vilere verilen ‘Kırmızı Tezkere usulü kaldırıldı. Daha son­
ra da Siyonistlerin toprak satın almaları serbest bırakıldı.
Jön Türklerden A. Bedevi Kurana göre, İttihatçılar ve
hükümet, Filistin’e Yahudi göçüne izni Mason localarının
etkisinde kalarak vermişti .
İttihat ve Terakki ricali ve bilhassa Suriye kumanda­
nı Cemal Paşa, bölgedeki Siyonist faaliyetleri görmezden
gelerek, Arapların bağımsızlık düşüncesini bastırmak ga­
yesiyle o camianın isyanına meydan vermişler, asıl yıllar­
dan beri ayrılık gösteren Yahudilere, Masonluk tesiriyle
ilgisiz kalmışlardı.

488
Jön Türkler’in II. Abdülhamid’in Yasak Kararlanna
Dönmeleri:

Jön Türkler’in Siyonistler lehine olan tavır ve hareketlerinin


uzun süre devam etmediği görülmüştü. Buna sebep
onların da Sultan II. Abdülhamid gibi Siyonizmi bir
“vatan bölme faaliyeti” olarak görmeye başlamaları, Si-
yonistlerin Osmanlı hükümetine yaptıkları vaadleri yer­
ine getirmemeleri ve Filistir^li Arapların buraya Yahudi
göçüne tepki göstermeleri oldu.
İttihatçıların karar değiştirmelerine sebep olan olay­
lardan birisi şöyle cereyan etmişti:
“Siyonist Hareket Komitesi’nin liderlerinden Jakebus
H. Kahn 1907 ilkbaharında Filistin’e yaptığı gezinin izle­
nimlerini “Eretz Israel” (İsrail Vatanı) adıyla yayınla­
mıştı. Kitapta, sınırları Lübnan’d an Doğuda Şam-Akabe
Demiryolu çizgisine, Güneyde Mısır’a ve Batıda Akdeniz’e
kadar uzanan bir “Muhtar Yahudi Devleti” isteniliyor­
du. Bu düşünceler, İmparatorluğun geleceği açısından
İttihatçılan korkutuyordu. Siyonizmin yabancı devletler
tarafından desteklendiği, bilhassa Batının Siyonistleri
kullanarak Osmanlı İmparatorluğunu sömürmeye çalış­
tığını sanmaları da Jön Türkler’i Siyonistler aleyhine tavır
almaya şevketti. Sonra, İttihatçıların tüm iyi niyetlerine
rağmen, Siyonistler, Babıali’ye verdikleri sözü tutmamış­
lardı. Osmanlı uyruğuna geçmek için hiçbir çaba göster­
memişler ve yabancı uyruğunda kalmayı yeğlemişlerdi.
İkinci olarak da, İttihatçıların büyük bir sabırsızlıkla
bekledikleri maddi yardımı temin etmek konusunda hiçbir
girişimleri olmamıştı.
Musevi göçmenlere uygulanan yasakları kaldırmakla,
Hükümet hiçbir yararlı sonuç elde edememiş, bilakis Arapları

489
daha da kızdırmıştı. Osmanlı Meclis-i Mebusanında Arap
asıllı mebuslar da Filistin'e Yahudi göçü sebebiyle İttihatçıları
ve hükümeti sert bir dille tenkid etmişlerdi.
Ayrıca Kudüs’deki Osmanlı Valisi Ekrem Bey’d en
Filistin’deki Yahudilerin hal ve hareketleri ile ilgili gelen
raporlar da olumsuzdu.
İşte bütün bu sebepler biraraya gelince, Hüseyin
Hilmi Paşa hükümeti 7 Ağustos 1909’da Filistine Yahudi
göçü serbestisini kaldırdı. Böylece Jön Türkler, II.
Abdülhamid’in ‘Kırmızı Tezkere’ usulüne tekrar dönü­
yorlardı. Yahudilerin yeni rejim altında Filistine göç izni­
nin iptali Siyonistleri üzdü. “Dünya Siyonist Teşkilatı”
Başkanı David WolfFsohn Kasım 1909’da İstanbula gelerek
Sadrazam H. Hilmi Paşa ve bir kısım nazırlarla görüşerek,
yasak kararlarının iptalini istedi ise de başarılı olamadı.
Bu gelişmeler üzerine Jön Türkler’in Siyonistlerle olan
bağları kopmuş, Yahudilere güvenilemeyeceği anlaşılmıştı.
Bu sebeble Jön Türkler, Siyonist Yahudilerden gelebilecek za­
rarlara karşı ilk tedbirleri almaya başlamışlardı.
1908 Meşrutiyet Devrimi üzerine devletin emniyet
teşkilatı, Selanikli Yahudilerin, özellikle Karasu, Cavit,
Nesim Ruso, Metr Salem, Samuel İzisel gibilerin eline
geçmişti.
Talat Paşa, bu sakıncayı anlamış ve devlet emniyet teşki­
latının Müslümanlara verilmesi gereğini duymuş, bu suretle
devlet emniyet teşkilatında yeni bir düzenlemeye gitmişti.

Emanuel Karasu’nun Siyonist Faaliyetleri:

Jön Türkhareketini Siyonist emeller için kullanma faaliyeti­


nin yurt içinde şampiyonluğunu yapan Emanuel Karasu,

490
Meşrutiyetin ilanından sonra da aynı doğrultudaki faa­
liyetlerini sürdürmekten geri kalmamıştı.
Emanuel Karasu, Filistin’e Yahudi göçünün serbest
bırakılma kararının alınmasında büyük rol oynamıştır.
Siyonist idealleri gerçekleştirmek uğrunda Jön
Türkleri etkilemeye çalışan E. Karasu’nun kendisi de
Filistin’le ilgili bir teşkilat kurmuştu. Şubat 1909’d a kur­
duğu bu teşkilata “Osmanlı Göç Kumpanyası” adını
vermişti. “Osmanlı” deyimini kullanarak genelleme yap­
ması, Yahudiler üzerindeki şüpheleri dağıtmak için ılımlı
bir davranış havası oluşturmak düşüncesinden kaynakla­
nıyordu. Karasu’nun bu teşebbüsü, Filistin’deki Yahudiler
için politik otonomiye ilk adım olacaktı.
Karasu, Jön Türklerden Siyonizm lehine beklenen
desteği bulamamasına rağmen, İttihatçıların içinde kal­
mayı başarmıştı. Karasu, Birinci Dünya Savaşında iaşe
müfettişi olmuş ve bu arada, büyük bir servet biriktir­
miştir. 1919’d a İtalya’ya kaçmış, İtalya vatandaşı olarak
Trieste’ye yerleşmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyetinin Merkez Yönetim Kurulu
üyeliğinde bile bulunan Emanuel Karasu’nun bu cemiyet
içindeki rolüne hiçbir zaman iyi gözle bakılmamıştır. Onun
buradaki misyonunu kullanarak İtalyanlar, Arnavutlar ve
Balkan İttifakı Devleüerine istihbarat bilgileri sızdırıp, onlar
lehine casusluk yaptığından bile bahsedilmektedir.
Emanuel Karasu ve Siyonistler Türkiye aleyhine za­
rarlı faaliyetlerini Balkan Savaşında da sürdürmüşler, bu
savaşta Osmanlınm yenilgisini kolaylaştırmışlardır.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmesi için çalı­
şan Siyonist Yahudilerin, bu savaş sırasındaki faaliyetleri

491
de zararlı olmuştur. Emanuel Karasu, İttihat ve Terakki
içinde kalmaya devam ederek, bu fırsattan istifade ile
yabancılara istihbarat bilgileri sızdırmanın yanısıra harp
vurgunculuğuyla da zengin olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi terkeden
Emanuel Karasu, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulma­
sı için yurt dışında da boş durmamış, ‘Journal d’Orient’
gazetesine yazdığı bir makalede, Türkiye’deki Yahudilerin
de ‘Wilson Prensiplerinden faydalanarak bir “Yahudi
Hükümeti” kurmalarını savunmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nda Siyonist-İngiliz İşbirliği:

Jön Türkler, Siyonistlerin Filistin’de önce imtiyazlı bir


idare altında muhtariyet istekleri ve giderek bağımsızlık
arzularına cephe almaları sonucu Siyonistlerin düş­
manlıklarını üzerlerine çekmişlerdi. II. Abdülhamid’den
ümitlerini kestikleri gibi, Jön Türklerden de ümitlerini ke­
sen Siyonistler, şimdi de emellerine ancak Türkiye’yi Birin­
ci Dünya Savaşına sokup parçalamakla kavuşacaklarını
anlamışlardı. Filistin’i kullanabilecekleri büyük bir dev­
letin (yani İngiltere’nin) himayesine verdikten sonra Ya­
hudi Devletini kurma kararı almışlardı.
Osmanlı Devletinin İttifak Devletleri safında çarpıştı­
ğı bu savaşta Siyonistlerin işbirliği yaptığı devlet İngiltere
olmuştu. İngiltere de Ortadoğu’d a kendi yardımları ve
himayesi ile kurulacak dost bir “Yahudi Devleti”ni böl­
gede jandarması olarak kullanma hesapları yaptığı için
Siyonistlere destek vermişti.
Birinci Dünya Savaşı süresince İngiliz-Siyonist işbirliği

492
Türkiye’nin mağlup edilmesi için çalıştı. Siyonist Yahudiler
İngilizlere politik destek, silah ve para yardımında bulunduk­
ları gibi, askeri yardımlarda da bulundular.
Birinci Dünya Savaşı boyunca Filistinde Siyonistler ade­
ta gizli bir hükümet kurmuşlardı. Bu gizli hükümet, bütün
imkânlarını kullanarak İngilizler hesabına casusluk yapmıştı.
Bu durumdan rahatsız olan Osmanlı hükümeti, düşman­
la işbirliği yaptığı için Doğu Anadolu’dan Ermenileri tehcir
ettiği gibi, Filistin’den de Yahudileri tehcir etti. Tehcirlerin
bir sebebi de Filistinm Yahudi casusların yuvası olması idi.
Filistinden toplanan Yahudiler hiçbirinin burnu bile kana­
madan İskenderiye’ye (Mısır) götürüldüler.
Tehcir edilen Yahudiler İskenderiye’de de boş durma­
dı. Bu şehir İngilizlerin işgalindeydi. İngilizlerle işbirliği
yapan Siyonistler, burada adına “Siyon Katır Alayı” deni­
len bir askeri birlik kurup, Çanakkale Cephesinde İngiliz
Albayı Patterson’un komutasında Türkler’e karşı savaştılar.
Siyonistlerin İngilizlere daha geniş askeri yardımı,
Filistin cephesinde oldu. Bu cephede en büyük hizmeti
Rusyalı Siyonistlerden Vladimir Jabotinsky yapmıştır.
Hatırlanacağı gibi bu Siyonist, Meşrutiyet ilanını mütea­
kip Filistini istemek için İstanbula gelmiş, Jön Türkler ve
hükümet nezdinde temaslarda bulunmuştu.
Vladimir Jabotinsky, Rusya, Amerika, Fransa,
İngiltere ve İtalya’d an topladığı gönüllülerden oluşan üç
taburluk “Yahudi Alayı” adıyla anılan 5000 kişilik bir
Yahudi gönüllüler ordusunu 1916’d a kurmuş, adı ge­
çen alay Şubat 1918’de Filistine gelerek İngiliz Generali
Allenby’in emrine girerek Türklere karşı savaşmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Filistin, İngilizler

493
tarafından işgal edilmiş ve burası savaş sonunda İtilaf
Devletleri arasında yapılan andlaşmalar ve ‘Milletler
Cemiyetinin onayı ile Siyonistlerin istekleri doğrultu­
sunda İngiliz manda idaresine verilmiştir.

494
KAYNAKLAR

1- Cihangir Gener, “Ezoterik-Batini Doktrinler Tarihi,”


Gece Yayınları, Birinci Baskı, Haziran 1994.
2- C. W. Leadbeater, “Freemasonry And Its Ancient
Mystic Rites,” Gramercy Books, Random House
Publishing Inc. 1998
3- David Icke, “The Biggest Secret,” Bridge Of Love
Publications USA, First Published in February 1999.
4- Mark Philips&Caty O’Brien, “Baykuş İmparatorluğu”
(Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam
Öyküsü) Aykırı Yayıncılık, İstanbul, 2002.
5- 24 Eylül 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi, “Hz. İbrahim
Firavundu” başlıklı yazı.
6- J. G. Benneth, “Gurdjieff, Büyük Bir Gizem,” Okyanus
Yayıncılık, 1996.
7- Adrian G. Gilbert, “Magi, The Quest For A Secret
Tradition” First Published 1996 by Bloomsbury
Publishing.
8- Stefan Erdmann, “Banken, Brot und Bomben” (Band
1) AmaDeus Verlag, 2003.
9- Carlus Baagoe, “Geburtswehen Einer Neuen Welt”
Samisdat Publishers Ltd. Toronto, Canada, 1978.
10- İsrael Shahak& Norton Mezvinsky, “İsrail’de Yahudi
Fundamentalizmi” Anka Yayınları, 2002.
11- Arthur Koestler, “Onüçüncü Kabile” (Hazar
İmparatorluğu ve Mirası) Ada Yayınları, 1977.

495
12- Mark Amaru Pinkham, “The Return O f The Serpents
Of Wisdom” Published by Adventures Unlimited
Press, 1997.
13- Nesta H. Webster, “Secret Societies and Subversive
Movements” (Ninth Edition) Christian Book Club
Of America, 1924
14- Burhan Oğuz, “TürkHalkDüşüncesi ve Hareketlerinin
Îdeoloj ik Kökenleri-1” Simurg Kitapçılık ve Yayıncılık
Ltd. Şti, İstanbul, Haziran 1997.
15- Şinasi Gündüz, “Mitoloji ile İnanç Arasında” Etüt
Yayınları, Kasım 1998.
16- James B. Whisker, “Gnostic Origins Of Alfred
Rosenberg’s Thought” Journal of Historical Review
(Institute for Histo-rical Review) -internet.
17- Haşişiler, İslamda Ezoterik Bir Örgüt Örneği.
Derleyen: Thomas. Underground Streams sitesinden
alınmıştır. -İnternet.
18- Prof. Dr. Bernard Lewis, “Haşişiler” Sebil Yayınevi,
İst. 1995.
19- Juan Maler, “Die Sieben Saeulen der Holle,” Buenos
Aires 1974.
20- Christopher Knight & Robert Lomas, “The Second
Messiah” (Templars, The Turin Shroud & The Great
Secret of Freemasonry) Arrow Books Limited, 1998.
21- Christopher Knight & Robert Lomas, “'Tie Book Of
Hiram” (Freemasonry, Venüs and The Secret Key to
the Life of Jesus) Published by Century in 2003.
22- R. Henry (Alder) “The Battle Of The Trees” Freedom
House, Crete, 1995.

4%
23- Şinasi Gündüz, “Sabiiler-Son Gnostikler,” Vadi
Yayınları, 2. Basım Eylül 1999.
24- Felix Franz Egon Lützeier, “Hinter den Kulissen der
Welt-geschichte” (Zweiter Band) Verlag für ganzheit­
liche Forschung und Kultur, 1986.
25- Titus Burckhardt, “Astroloji ve Simya” Verha
Yayınları, İstanbul, Eylül 1999.
26- Gül-Haç Örgütünün İslami Menşei Yazan: Emile
Dantinne (Sar Hieronymus) www.hermetics.org.
27- Özbek-Ullmann, “İslam Açısından Sihir-Maji,” İz
Yayıncılık, İstanbul, 1994.
28- Vicomte Leon de Poncins “Freemasonry and the
Vatican” (1968) Liberty Bell Publications.
29- W. B. Crow, “Büyünün, Cadılığın ve Okültizmin
Tarihi” Dharma Yayınları, Şubat 2002,1. Basım.
30- Eric Steven Yudelove, “Tao ve Hayat Ağacı” Dharma
Yayınları, Ocak 2001,1. Basım.
31- Yusuf Besalel, “Yahudilik Ansiklopedisi” Cilt: 2,
Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş, Birinci Baskı:
Ekim 2001.
32- Burhan Oğuz, “Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir
Mukayeseli Bakış” 1. Cilt, İstanbul, 1992.
33- Burhan Oğuz, “Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir
Mukayeseli Bakış” 2. Cilt, İstanbul, 1992.
34- Yesevizade, “Yahudilik ve Dönmeler” Araştırma
Yayınları (Baskı tarihi belirtilmemiş).
35- www .antiqillum .com /texts/tl/tim elinem ainindex.
htm (Timeline of the authentic tradition-the founda­
tion stone of the Antiquities of the Illuminati. (1741 -
1755).

497 '
36- Harun Yahya, “Yeni Masonik Düzen” (Dünyanın
500 Yıllık Gerçek Tarihi ve Dünya Düzeninin Gizli
Yöneticileri) İstanbul, Şubat 1996, Vural Yayıncılık.
37- Prof. Dr. Şener Üşümezsoy, “Türk Jeostratejisi” İleri
Yayınları, Nisan 2004.
38- William Guy Can, “Pawns in The Game,” Omni/
Christian Book Club, USA, 1958.
39- Jüri Lina, “Under The Sign Of The Scorpion” Referent
Publishing, Stockholm 1998.
40- Felix Franz Egon Lützeier, “Hinter den Kulissen der
Welt-geschichte” (Band 3) Verlag für ganzheitliche
Forschung und Kultur, 1986.
41- Wolfgang Eggert, “Israels Geheim Vatikan” (Band 1)
Beim Propheten Verlag, München, 2001.
42- Ş. Teoman Durah, “Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-
Yahudi Medeniyeti,” Dergah Yayınları, Birinci Baskı:
Kasım 2000.
43- Süleyman Kocabaş, “Osmanlı İhtilallerinde Yabancı
Parmağı” Vatan Yayınları, 1993, İstanbul.
44- Doç. Dr. Yaşar Kutluay, “Siyonizm ve Türkiye” Akçağ
Yayınları, Ankara, 1973.
45- Modern Okültizmde Öncü Akımlar. Hazırlayan:
Kemal Menemencioğlu (www.hermetics.org).
46- Paul Dumont, “Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar ve
Masonluk” Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2000,
İstanbul.
47- Angelo lacovella, “Gönye ve Hilal” (İttihad-Terakki
ve Masonluk) Tarih Vakfı Yurt Yayınları 56, İstanbul,
Nisan 1998.

498
48- Wolfgang Eggert, “Israels Geheim Vatikan” (Band 2)
Beim Propheten Verlag, München, 2001.
49- Süleyman Kocabaş, “Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler
Nerede Yanıldı?” (1890-1918) Vatan Yayınları,
Ağustos 1991.
50- Rıfat N. Bali, “Musa’nın Evlatları, Cumhuriyetin
Yurttaşları,” İletişim Yayınları, 3. Baskı 2003,
İstanbul.
51- Rudolf Von Sebottendorf, “Bevor Hitler Kam”
(Urkundliches aus der Frühzeit der nationalsozia­
listischen Bewegung) 1. Auflage, Deukula-Verlag,
Grassinger&Co. München 2 NW, 1933 (Faksimile-
Dokumentation) .

499

You might also like