Professional Documents
Culture Documents
4 5976432892006369210
4 5976432892006369210
Kurucusu ABONE ŞARTLARI
AHMET KABAKLI
Yurtiçi-Yıllık: 180 TL
Türk Edebiyatı Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Öğretmen-Öğrenci: 150 TL
SERHAT KABAKLI
Yurtdışı-Yıllık: 50 EURO
Genel Yayın Yönetmeni Yıllık/Kurum: 260 TL
BAHTİYAR ASLAN
bahtiyar.aslan@hotmail.com 6 aylık abone bedeli yıllık ücretin yarısıdır.
7
KAYIP BAHAR NERGİSİ
İMDAT AVŞAR
12
FERHAT
KÂMİL UĞURLU
RÜYADIR GÖRDÜĞÜM
ÖZNUR GÜZEL
13
BALAT
MİMAR SİNAN ALBAYRAK
14
TÜRK DÜNYASININ BÜYÜK YAZARI:
CAFER CABBARLI - I
SELAHADDİN HALİLOV
20
SEZÂİ VE MUSURUS PAŞA’DAN HAREKETLE
TANZİMAT’IN İZZET-İ NEFSİNE YOLCULUK
MUHARREM DAYANÇ
58
NASIL YAZAR OLDULAR?
HANDAN ACAR YILDIZ:
AKVARYUMUN İÇİNDEKİ
ÇÖPÇÜ BALIĞI GİBİYİM
KONUŞANLAR: ERHAN GENÇ - CAN YALÇIN
27 53
MUHADDİS BİR HATTAT: BALKANLARDA TÜRÇENİN
AHMED FERİD EFENDİ SÜTUNLARINDAN BİRİ DAHA DEVRİLDİ:
TALİP MERT
FAHRİ KAYA’NIN ARDINDAN
SEYHAN MURTEZAN İBRAHİMİ
64
EDEBÎ METNİN EĞİTİCİLİĞİ
NEREDE BAŞLAR?
MAHMUT BABACAN
68
30 BİR KAÇIŞ, BİR ARAYIŞ, BİR BELİRSİZLİK
DOĞUM YIL DÖNÜMÜNDE TAMER SAĞCAN
32
ARKADAŞIM FAHRİ...
TARIK DURSUN K.
37 76
ERGUN GÖZE VE BABASI AHMET GÖZE’NİN KİTAPLIK
MEKTUPLAŞMASI ❯ İHANETLE SADAKAT ARASINDA JAMES WİLLİAM REDHOUSE
ZEYNEP ULUANT ❯ GERÇEĞİN ORTASINDA
❯ ÇOCUKÇA BİR DİRENİŞ
❯ PARMAK HESABIYLA İKİ KİŞİ
❯ SCHRÖDİNGER’İN PAPAĞANI
46 81
ALMANYA’DA MÜSLÜMANLARIN AJANDA
❯ SİNEMA: the platform
VE CAMİLERİN TARİHİ - I ❯ TİYATRO: aşk, her daİm...
AHMET ÖZDEMİR ❯ SERGİ: SANAT EVE SIĞAR -2
HALKA ŞEKER
âLİM KAHRAMAN
AYTEKİN ÖĞRETMEN, TEMİZ VE BAKIMLIYDI. BİR NUMUNEYDİ GÖZÜMÜZDE. BENDE, KULLANDIĞI
TÜTÜN KOLONYASININ KOKUSUYLA YAŞADI YILLARCA. YAKINIMIZA YAKLAŞTIĞINDA HAFİF BİR
ESİNTİ OLARAK GELİRDİ BURNUMUZA. ÇOK SEVERDİM BU KOKUYU
aş bir binaydı okulumuz. Tek dersliği vardı. rın. Biz çocuklar da oralarda bir yerlerdeydik.
pür dikkat dinliyorduk. Hiç unutmam; fabrika- pardı? İçine, bizler için kendi aldıklarından da mı
nın içinde, imalat bölümünde, ilk ağıza çıkan koyardı?) Öğretmen, aralıklarla birer sırayı arkaya
tepeleme şeker yığınlarıdan söz etmişti. döndürür, gruplar oluştururdu. Her grup için kap-
Tatlıya boğulmuş bugünün insanı nasıl an- lara bolca konulurdu o karışımlardan. Neşeyle kı-
lasın bizim o günkü duygularımızı! Nadirattan tır kıtır, kütür kütür yenilirdi. Öğretmen oralarda
bir şeydi hayatımızda şeker. Çay ve kahveyle olurdu. (Öğretmenim siz de alın, derdik, kendi pa-
beraber misafir için saklanırdı evlerde, tutum- yımızı uzatarak. O da katılırdı bize, farklı kaplar-
lu harcanırdı. Kahvaltımız tarhana çorbasıydı. dan azar azar alarak). Kimse taşkınlık yapmazdı.
Yalvar yakar bir yumurta koparırsak anneleri- Mehmet Aytekin öğretmenin Uşak Şeker
mizden gider Mevlüt Ağabeyin dükkânından bir Fabrikası’nı anlattığı gün, bir arkadaşımız par-
avuç halka şeker alırdık. Renk renk. Hemen yiyip mak kaldırarak bir soru sordu: Öğretmenim,
bitirmeye kıyamazdık. Birkaçını kıtır kıtır yedik- şeker yemek serbest mi orada, diye. Bu hepimi-
ten sonra, geriye kalanları ara ara ağzımıza atar zin aklındaki soruydu. Evet, dedi öğretmenimiz,
yavaş yavaş eritirdik (halkalı şekerin aslı kaba fabrikayı gezenler avucuyla istediği kadar alıp
şeker, uzun sürmezdi ağızda erimesi). Pazardan yiyebiliyor, fakat oradan eve götüremiyorsun!
leblebi şeker gelmesi zenginlik alametiydi. Hayal gibi bir şeydi bizim için. Unutamamam.
Bayramlarda doyardık şekere. El öpmeye gittiği- ***
miz yerlerde (bazı yakınlarımız dışında) para veren Fatma Yenge, çocukları olmadığından mı bilin-
olmazdı, genelde şeker verilirdi. Tek istisna Derviş mez, bizleri çok severdi. O sene Kurban Bayramında
Yunus Amcaydı. Evi köyün en yukarılarında, Çak- kestikleri koçun kelle ve ayaklarını demirle dağla-
mak Derenin öte yakasında! Bayramlarda para ve- mış, güzel bir yemek yapmış koca bir tencerede. Biz
rirdi, hem de sadece yakın akraba çocuklarına değil, çocuklara haber verdi, dördüncü gün davetlimsiniz
kim gelirse, hepsine! Çocuklar arasında hemen du- diye. Gelebilenler geldi. Büyük bir sofra açtı hole.
yulurdu bu. Üşenmez, onca yolu göze alırdık Yunus Başlangıçta öğretmenimizin evinde yemek yemenin
Amca’nın elini öpmek için! Odaönüne varınca görü- çekingenliği vardı, anaç tavırlarıyla onu üzerimizden
nürdü o taraf: Bayram giysileri içindeki çocukların aldı. Hepimizi bir güzel doyurdu. Nasıl unuturum!
karıncalar gibi bayır yukarı çıktıkları! Para bitecek ***
diye heyecanlanır, biraz daha açardık adımlarımızı. Tütün kolonyasının kokusu hayatımızdan çekileli
(Fakat Yunus Amca’nın beş kuruşları bitmezdi. Elin- çok oldu. Bir yerlerde duyduğumda hep öğretmeni-
deki kesede herkese yetecek kadar hazır olurdu). mi hatırladım yıllarca. Burnumun direği sızladı.
Yılda bir defa da Yerli Malı Haftası kutlanırdı. Aytekin öğretmende iki-üç yıl okuyabildim. Ta-
O hafta öğretmen ülkemizin zenginliklerinden, yini çıktı gitti (bir öğretmen ayrılsa sınıfça gözyaşı
Sümerbank’ın kuruluşundan, fabrikalarımızdan dökerdik, onu uğurlamak daha zor oldu bizim için).
falan bahsederdi önce. Fakat o günü unutulmaz Aradan yıllar geçti. Manisa Lisesi’nde öğrenciydim,
kılan, yerli ürünlerimizle yapılan kutlama olurdu. bir yaz, Kula’da gördüm öğretmenimi. Kulanın pa-
O sabah, annelerimizin bizler için hazırladıklarıyla zarıydı o gün. Kim bilir hangi sebeple işi düşmüş
tutardık okulun yolunu. Herkesin aklı kendi ge- gelmişti Uşak’tan. Görür görmez tanıdı beni. İs-
tirdiğinden çok arkadaşlarının ne getireceğinde mimle seslendi. Elini öptüm. Emekli olmuş. Benim
olurdu: Meyve kuruları (kak derdik biz bunlara), eğitimimi sürdürdüğümü öğrenince memnun oldu,
kuru üzüm, leblebi (leblebi şeker getiren de olur- gülümsedi. O zaman fark ettim; bir dişi eksikti. Bir
du), fıstık, patlamış mısır, kestane, halka şeker tas kaynar su döküldü tepemden. O belki farkında
(daha neler neler), iğde, badem içi, ceviz... Hepsi bile değildi; içimden geçenlerin; kırılıp dökülenlerin.
büyük bir kabın içinde birbirine karıştırılırdı önce Tekrar elini öptüm.
(bu işleri bir-iki öğrenciyle Fatma Yenge mi ya- Ayrıldık. ❮
SERT BİR METAL, KÖKLERİMİZİ BİÇEREK İNİYOR SOĞANLARIMIZA DOĞRU. NİNEMLE BENİM KÖKLERİMİZİN
SAÇAKLARI KESİLİYOR, KÜREĞİN SOĞUK DEMİRİ SOĞANLARIMIZI YALAYIP GEÇİYOR. SONRA TOPRAĞIMIZIN
SARSILARAK TERS ÇEVRİLDİĞİNİ GÖRÜYORUM. SÜRGÜN DEĞİL, BİR NERGİS KIRGINI BU!
lenler bir yarışa girmiştik. Üstümüzdeki toprağa anlamamışlardı. Korkuyla birbirimize bakıyor-
değen baharın ılık nefesi sabrımızı tüketiyordu. duk. Her bahar bizi karşılayan ve şen şarkılar
Eriyen karların gevşettiği toprağı yara yara ba- söyleyen arılar, böcekler telaşla uçuşarak dağıl-
şımızı güneşe uzatıyorduk. Eriyen kar suları da dılar. Ahhh! Sevgili yavrum… O an uçabilmeyi
üstümüzdeki toprağı sürükleyip yardım ediyordu ne çok isterdim. O gün köklerimin toprağa bağlı
bize. Ben, annem, babam, kardeşlerim diğer akra- oluşuna ilk kez isyan ettim. Bütün mahalle ar-
balar… hep birlikte itiyorduk başımızın üstündeki tık bir kamyonun kasasında sürgüne gidiyorduk.
toprağı. Bir sabah karanlıkta rengi iyice solmuş Kepçenin ağzındayken, son kez baktım yaylaya.
kollarımın üşüdüğünü hissettim. Kollarımı açtı- O yeşillik, o rengarenk dünya hâlâ gözlerimin
ğımda pırıl pırıl yanan güneşi yeniden gördüm. önünden gitmiyor. Her bahar ışığa çıktığımda o
Sonra hep birlikte etrafı seyre daldık. Nevruzlar ve yaylayı arıyor gözlerim…”
çiğdemler bizden önce çıkmışlar hatta kızıl, mor Sürgün olmak, ait olduğun topraktan ko-
çiçekleriyle yaylayı süslemeye başlamışlardı…” parılmak mıydı? Neden biz de kuşlar, arılar gibi
Bu karanlığın perdesini yırtmak istiyorum. O uçamıyor, insana kolayca teslim oluyorduk?
renk cümbüşüne katılmak, toprağı ve üstümüz- Bunca güzellikler sunduğumuz insanlar, niye
deki buz tabakasını delip başımı güneşe uzat- bizi sürgün ediyorlardı? Biz güzelliğimizin kur-
mak… Ninemin sesi kedere batıyor sanki… Beni banı mıydık?
saran köklerinin titrediğini, bedeninin soğudu- Ninem bu sürgün hikayesine devam ediyordu:
ğunu duyuyorum: “… Sonra bizi bir apartmanın bahçesine ge-
“… Sonra daha önce duymadığımız bir gürül- tirdiler, bu evler, çobanların ve yazın yaylaya gö-
tü başladı. Yılın büyük bölümünde yerin altında çen obaların çadırlarına hiç benzemiyordu… Bizi
yaşasak da o yayladaki bütün sesleri tanıyorduk. bir bahçeye yerleştirdiler. Çiğdemler ve nevruz-
Rüzgârın, suyun, kuşların, çobanların sesine aşi- lar yaylanın hasretine dayanamadılar, o bahar
naydık. Biraz gök gürültüsüne benziyordu bu tomurcuklarının kılıfını dahi yarmadan, çiçekle-
ses. Ama gök gürlediğinde, o korkunç ses ku- rini açamadan solup gittiler, onları bir daha hiç
laklarımızda bir süre uğuldar ve homurdanarak göremedim…”
uzaklaşır, kaybolurdu. Üstelik o sesten sonra da- “Solmak ne demek nine”, diyorum, sesimi iyi-
marlarımıza su yürüten yağmur başlardı. Bu ses ce kısarak. “Mevsimsiz ölmek.” diyor Ninem. Sesi
hiç kesilmeden, aralıksız devam ediyordu. Arada toprağın derinliklerinde yankılanıyor. Anlamıyo-
bir insan sesleri geliyordu. Ama çiçeklendiğimiz- rum. Ben henüz görmedim mevsimleri. “Diriliş
de bizi seven, okşayan çobanların sesine benze- mevsiminde ölmek.” diye ekliyor Ninem. “Uyumak
miyordu bu sesler…” ve sonraki baharda yeniden uyanmamak… Yalan-
Köklerimi biraz daha yukarı çekip Ninemin cı bir soluşumuz vardır bizim. Sonbaharda yap-
soğanına doladım. Ona daha yakın olmak is- raklarımızı güneşe kurban edip çekiliriz karanlığa
tiyordum. Öyle sıkı sarılmıştım ki… Korkudan, ve her bahar çoğalarak yeniden gelir, süsleriz ışıklı
derinlerdeki köklerim topraktan sıyrılıp yukarı dünyayı... Ama vakitsiz solduğumuzda ne tohum
doğru çıkıyordu. Ninem saçaklı kökleriyle bede- saçabiliriz yeryüzüne ne de soğanlarımızı çoğal-
nimi sararak devam etti: tabiliriz yerin altında. Çürüyüp gider bedenleri-
“… Sonra altımızdaki toprak derinden sar- miz, hiçbir bahar yeşertemez artık bizi…”
sıldı. Köklerimizin ulaşamadığı yerlerden, de- “Ben solmak istemiyorum.” diyorum. Ninem
rinlerden çatırtılar yükseliyordu. Bir süre sonra, kökleriyle daha sıkı sarılıyor bana, devam ediyor:
yaşadığımız mahalle taşıyla toprağıyla göğe “Biz bu bahçeyi yurt edindik o günden son-
doğru yükseldi. Bizim mahallede yaşayan birkaç ra. Dört bahardır burada çıkıyoruz gün yüzüne.
çiğdem, nevruz ve çuha çiçeği de ne olduğunu Sen de burada doğdun… Burada da yaseminler,
dallarımız. Kuru, beton bir zemindeyiz. Bizi bu- çiçeğini görememiş küçük bir nergis soğanı için
raya getiren adam o yüksek evlerden birine girdi bundan daha korkunç ne olabilir?
ve hâlâ dönmedi. Bir merhametli elin, köklerimizi Bu baharı da dallarımızı güçlükle yukarı uza-
yeniden toprağa gömmesini bekliyoruz. tıp çiçeksiz geçiriyoruz. Bedenimizi çepeçevre
“Vakitsiz solmak budur.” diyor ninem. “Şimdi kuşatan Akşamsefaları üstümüze gölge salıyor,
damarlarını sık, sularını bedeninde tutmaya ça- güneşi dahi göremiyoruz. Yabancı köklerin sı-
lış, biraz daha dayan.” kıştırdığı soğanım acıyor. Akşamsefası ve Ayrık
Solmak istemiyorum ben, aylarca görmeyi kökleri nihayet sakinleşiyor. “Sonbahar”, diyor
beklediğim güneşin altında, bizi dirilten bu ba- Ninem…. Dallarımızı yazın güneşe kurban ettiği-
harda solmak istemiyorum… mizden, şimdi derin bir uykuya dalıyoruz. İçimde
Güneş bedenimizdeki suyu buharlaştırıyor. sonsuz bir keder var. İki bahar oldu ama bir kez
Köklerimiz, uçlarından itibaren katılaşıyor, kuru- bile çiçek açamadım…
yor. Rengimiz uçuyordu gitgide… Neden sonra, Ninemin yorgun olduğunu seziyorum. Bu ba-
başka bir el tutuyor kollarımızdan ve bizi bir çu- har daha hevessiz. Her bahar beni yeryüzüne çık-
kura yerleştiriyor. Bir de can suyu döküyor dibi- maya teşvik eden Ninem, şimdi ışıklı dünyaya çık-
mize. Bu yeni yurda tutunuyoruz Ninem ile. Ama mak istemiyor sanki. Ayrık kökleri Ninemi sıkıştırı-
göğsümüzün ortasından sürüp gelen çiçeklerimiz yor. Akşamsefasının yüzlerce tohumu çimlenmeye
öyle örselendi ki… Henüz kılıflarını yaramayan sarı başlıyor yanımızda. Dört yanımı sarıyor bu hoyrat
çiçeklerimizi artık hissetmiyoruz. Ninem ve ben, kökler, boğulacağım, nefes alamıyorum.
çiçeği ağzında solan iki nergisiz şimdi. Ben, baş- Toprak çözülüyor, yine sular sızıyor üstümü-
ka bir baharda göreceğim kendimi. Görebilecek ze, bir ateş düşüyor bedenime, başımı uzatmak
miyim? Bilmiyorum. Çiçeklerimiz solsa da soğan- istiyorum güneşe. Akşamsefaları dallanıp bu-
larımız susuzluktan kurumadı, tamamen solmak- daklanmadan güneşe çıkmak ve çiçeğimle bir-
tan kurtulduk bu bahar ama şimdiki yurdumuzda likte bir bahar yaşamak istiyorum.
garip otlar var. Asfaltın, kaldırım taşlarının altın- “Acele et.” diyor Ninem ilk kez. “Acele et, ço-
dan sürüp gelmiş buraya. Yılan gibi dört koldan ğalmalı, geniş yer tutmalıyız yoksa solduracak
kuşatıyor bizi, durmadan sıkıştırıyor. Ninem: “Biz bizi bunlar!” “Solmak” sözünü duyunca tüm be-
yurdumuzdan sürüldük, geldik buraya, bunlarınsa denim sızlıyor. Tohumlar iyice kök salmadan, Ay-
yurtları işgal edilmiş... Bu yüzden öfkeliler, uzak rık otu uyanmadan çiçeğe durmalıyız. Baş kaldı-
dur bu ayrık kökünden.” diyor. “Köklerini sakın rıyoruz Ninemle birlikte. Yeryüzüne çıktığımda
ona doğru uzatma, bedenini sarar, soldurur seni…” Akşamsefalarının ağaçlaşmış bedenlerini ve Ay-
*** rık otunun sararmış, kurumuş dallarını görüyo-
Yine bir bahar işareti duyuyoruz. Bir heves rum… Toprağı yarsak da üstümüzdeki gazelleri
doluyor içimize. Ben köklerimi kendi soğanımın kaldırıp güneşi göremiyoruz henüz. Birkaç gün
dibine doğru uzatsam da Ninemin “ayrık” dediği daha boy atıp büyümemiz gerek…
otun kökleri, bizi adeta boğmaya çalışıyor. Bir de Yine garip sesler duyuyorum.… Geçen yılki
Ninemin “akşamsefası” dediği çiçeğin tohumla- bahçıvanın sesine benzeyen bir insan sesi. Ayrık
rı yeşeriyor yanı başımızda. Biz kendimizi çiçek otlarına ve Akşamsefalarına kızıyor. “Bunları te-
çiçek bahara hazırlıyoruz. Ayrık ise bizi oradan mizlemek gerekir buradan.” diyor. Seviniyoruz.
kovamaya çalışıyor, Akşamsefası tohumları da Sonra tutup tutup çekiştiriyor kuru kökleri. Ama
sert köklerini üstümüze salıyorlar. “Eğer bu ba- sevincimiz yarım kalıyor. Bunların kökleri bizim
har çoğalamazsak, burada yaşayamayız, solup köklerimizi kuşatmış… Bahçıvan yanı başımız-
gideriz.” diyor Ninem. daki ağaçlaşmış Akşamsefasının dibinden tutup
Solup gitmek… Hiç bahar yaşamamış, kendi çekiyor. Ninem: “Sıkı tutun.” diyor, “Toprağa sıkı
FERHAT RÜYADIR
KÂMİL UĞURLU GÖRDÜĞÜM
Bedenim dağını deldim
- sana geldim ÖZNUR GÜZEL
Sana Ferhat gibi geldim
Vebâlim olsan Yerle gök arası
Ey başıma belâ zamana direnen adımların imgesidir;
Yalnızlıktan kemiklerim kırılır yaz sonunun deniz berraklığına bürünen
yüzün.
Dilim-damağım kurudu
Su niyetine içmişken seni Soyutlandıkça katmerlenen
Sarhoşluğum sendendir ata yadigârı bir hüzün;
Ey saçları sırma gönül yorgunluğu.
Çiçek açtım, ola ki rahmetindendir
Ak zambakların sırrına “Sözde senden kaçıyorum
Hâfız bile varamamış Doludizgin atlarla.”*
Neden ebrulî dallardadır Dizesini mesken tutmak…
Sarı çiçekler Şöyle;
Neden mor gecelerde açılır bir öykünün paragrafında unutulan
küçük bir kız çocuğu gibi
Benden istediğin nedir ayaklarıma dolanıyor,
Ey gözleri elâ sevdâ…
Kaçıncı kilometresindeyim yalnızlığın
Sağım-solum uçsuz-bucaksız hasretken Aklımı alıyor,
Acep nereden gitsem mekânsız bir ruhun
Karaman’a varılır ıstırabıyla dolan
boşluk.
Şaşırsam, bilemesem
Ağlamaya dursam meselâ Ve bir rüyanın ardından
El içinde yâr boynuma sarılır uzar gider
uzar gider
Yapma desem hatırcığı kırılır vagonlar.
BALAT
MİMAR SİNAN ALBAYRAK
yetmiş iki saatin birinci saati bir kahvenin kırk yıl hatırı
balatta bir bebek ağlar olmalıydı oldu
kalpler yetmeye mutlu kalpler kanatlı ve hazır
gözleri çukur ve siyah kalpler denize nazır
olacak yahut istikbalde
yaşa fenerbahçe yetmiş iki saatin otuz altıncı saati
balattan kartala yürünür mü
yetmiş iki saatin beşinci saati ya trabzon görünür mü balattan
balatta bir sokak ölümün bir ucu tabutun kenarından?
tebeşir, balon, toz ve toprak kalpler kartal devlet
kalpler çocuk ve taze ve birinci küme
kalpler taze yaşa sürmene
yetmiş iki saatin on birinci saati yetmiş iki saatin otuz yedinci saati otuz
balatta balta yedi kilo
odun yakar bacılar ben her sevdiğimi bu sofraya isterdim
baca tıkar acılar kalpler eksik, nakıs
balatta balta yakacıkta bir hamam
kalpler yorgun atmaya durmalıyım duramam
bu sofranın beyaz beri nerede
biz sizin hikayenizi hiç bilemedik babalar yaşa fenerbahçe
oysa siz de insandınız ve inanmıştınız
siz bize hiç doyamadınız analar
balatta bir pastane oysa siz de insandınız ve inanmıştınız
yetmiş iki saatin on altıncı saati
beyazdı eller ve muhallebiler balattan giderler
meyvalı gazozlar sarı bebekler düşerler
kalpler dolmalıydı doldu toz ve toprak dinerler
kalpler ürperiyordu tebeşirler silinir
balonlar sönerler
yetmiş iki saatin on yedinci saati kalpler yetmez
balatta bir kızı istemeye geldiler kalpler yetmez
kız güzel ve hamarat idi
oğlan diri ve sigortalı balatta akşam oluyor
kız kahveleri devirdi akşam oluyor balatta
oğlan tutmalıydı tuttu
ANLAŞILAN CABBARLI, GÖRÜNENİ DEĞİL ONUN ALTINDA GİZLENEN GERÇEKLERİ; OLAYLARI DEĞİL,
MAHİYETLER ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ KALEME ALDIĞI İÇİN BUGÜN SON DERECE AKTÜELDİR
üyük yazarlar halkın sesini ve düşüncesi- “düşüncesiyle Batı’lı, duygusuyla Doğu’lu bir
onarmaya çalıştığı dev sanat eserleri çeker. Şa- Şuurda tahkimciliğin, ahkâmcılığın, (toprak
şırmamak mümkün değil. Zira onun bazı eserle- ağalığı sistemi-eski kurallara bağlılık) kötü anlamda
rinde günümüz sorunlarını yansıttığına şahit- gelenekçiliğin koyduğu yasaklar kaldırılır, pranga-
lik ediyoruz. (Evet, büyük klasikler her zaman lar kırılır, havuzlar açılır, çalışkanlığın ve devrimci
çağdaştırlar!). Varılabilecek başka bir hüküm de düşüncenin köpüklenen dalgaları manevi sınırları
zamanın kendini tekrar eden bir özelliğe sahip da çerçöp gibi önüne katıp götürür. Yeni havuzların
olduğu gerçeğidir. Biz yine de erken sermaye inşası, yeni sosyal ölçülerin, yeni manevi yasakların
birikimi dönemini, millî burjuvazinin oluşması gelişmesi ise çok zaman gerektiren zor bir süreçtir.
öncesinde paranın doğurduğu çirkinlikler süre- Sözün gerçek anlamında özgürlüğe giden yol
cini yaşıyoruz. Zira bu süreçte paranın pozitif/ ne yazık ki serbest ekonominin pazar labirentle-
olumlu değerlerle buluşamadığına şahit olu- rinden geçer. Buna karşı koyabilecek tek güç ise
yoruz. Yine de sermayenin açtığı imkânlar ona millî ruh ve onun taşıyıcıları olan aydınlardır. Bu
paralel olarak gelişen yeni ahlâk yapısını ön- bakımdan asrın başlarında Azerbaycan’da kül-
celemektedir. Öte yandan özgür dünyaya açı- türel-manevi sahada aydınların bilinçli bilinçli
lan kapılar yüzünden yeni teknoloji ile birlikte çalışmalarının artması aslında doğrudan yeni
ahlaki bozulma ve değerlerin aşınması da söz ekonomik ilişkilere geçişin değil, onun manevi
konusu olmaktadır. (Hatta kimi zaman millî ma- ortamdaki yıkıcı etkilerine reaksiyonun, kültü-
nevi değerlerin yerine gayri millî ve gayri ahlaki rel-manevi direniş hareketinin sonucu idi.
değerler ikame edilmektedir.) Genç Cabbarlı, ileri görüşlüydü ve yaşadığı
20. asrın başlarında Bakü’de kapitalizm ve çağı okuyabilen biriydi. Gerektiğinde şevk ile
kapitalistleşme süratle gelişmekteydi. Avrupa’da ileri atılan, önde giden bir yapısı vardı. Güçlü
yüzyıllar boyunca devam eden söz konusu süreç, yaratıcılığı, o dönemde artık yetkin aydın çev-
petrol sayesinde on yıllar içinde gerçekleşmek- resinin yarattığı millî-manevi reaksiyon hareke-
teydi. Sosyal, ekonomik ve siyasi çevrenin yo- tinin dalgalarında sürat ve yaygınlık kazanmıştı.
ğunluğunun bir hayli arttığı gözlemlenmektey- ***
di. Olayların akışını hızlandıran bir faktör de, dış Milletin en önemli görevlerinden biri global
sermayenin ve onun Avrupa’da geliştirmiş oldu- süreçlerin keşmekeşlerinden salimen geçmek,
ğu hayat tarzının hazır şekilde transformasyonu kendisini korumaktır. Ancak bunun için önce
idi. Aynı zamanda sosyal ve ekonomik sahadaki kendisini bilmek, global süreçlere karşı çıkmak
bu süratli yenileşme kültürel kalkınmayla birlik- yerine millî özelliğini kaybetmeden bu süreçlerin
te gerçekleşiyordu. Millî diriliş ve millî kendilik ahengine girmek gerekir. 20. asır bütün milletle-
süreçleri artık başlamıştı. Bu elbette güzel idi. ri bir denemeden geçirdi. Kimileri sadece genel
Ancak şahsi menfaatleri adına –bile isteye ol- gidişata uyup ileride gidenlerin izinden gittiler.
masa bile- millî ekonominin dirilişine katkıda Toplum, kitlesel hareketlere uymak zorundadır.
bulunanlar, bu sürecin kültürel-manevi dirilişle Çünkü toplumu oluşturan insanlar olayları ya-
birlikte olması gerektiğini elbette düşünemiyor- şarlar. Hâlbuki millî hususiyetlerin korunması
lardı. demek, bu şartlar altında değişmez olanların
Kapital öyle bir senkretik (çok bileşenli/kar- korunmasını gerektirir. Bu ağır tarihi görevi üst-
maşık) şeydir ki, o her hangi bir diyarı teşrif(!) lenmek milletin düşünürlerine düşer.
ettiğinde kendisi ile beraber sadece maddi ni- Cabbarlı millî ruhtan mahrum olanları satirik
metler değil, aynı zamanda bu maddiliğin ege- tarzda ele alır:
menliği iddiasını da getirir ve manevi ortamda
geleneksel olarak yerleşmiş ne varsa hepsini al- Millete gam çekme, millet vakifi-halın değil,
tüst etmeye çalışır. Girme bir cemiyete, dermani-ikbalin değil,
sağlanmasının yollarından biri gerçek dünyadaki 20. asır küreselleşme asrıdır. Büyük devlet-
çalışmalarımızı arzularımız yönünde yöneltmek- lerin cihangirlik iddiaları, asrın birinci yarısında
se, diğeri arzu ve isteğin gerçekliğin imkânları ellerindeki “savaş” bayrağıydı. Cihangirlik, bu
yönünde terbiye edilmesidir. Mutedil insan- dönemde dünya savaşları aracılığı ile gerçekleş-
lar arzularını yatıştırır, “ayaklarını yorganlarına tirilir. Asrın ikinci yarısında ise ellerinde “barış”
göre uzatırlar”, bazen “çula-palaza bürünüp el bayrağı vardır. Aynı dava bu sefer ekonomi, tek-
ile sürünürler”. Burada biz, yaşadığımız olaylar noloji ve haberleşme araçları vasıtasıyla ile ger-
dünyasının gerçekliği ve erişilebilirliği meselesi çekleştirilir.
ile karşılaşırız. Burada arzu ve isteğin nispiliği ve 20. yüzyılın başlarında bu büyük tarihi süre-
mutlaklaştırılması meselesi ortaya çıkar. Ancak cin ancak embriyonu vardı. Hatta Birinci Dünya
Cabbarlı, maksimalisttir ve tezatların mutlaklaş- Savaşı da sadece “savaş” olarak anlaşılabilirdi. O
tırılmasından hareket eder. O, olaylar dünyasının dönemde küreselleşme sürecinin temelinin atıl-
mülayim geçitlerinden, küçük zorluklar ve bi- dığı belki iddiacıların kendileri tarafından da açık
linçli pratik çalışmaların uzlaştırılmasından de- şekilde anlaşılmıyordu. Ortada böyle bir niyet ol-
ğil, büyük engeller ve onları uzaklaştıran büyük duğu bugün açık şekilde görünüyor; onun teo-
ihtirasların mücadelesinden bahseder. Onun için risi de pratiği de göz önündedir. Ancak bu olay
Cabbarlı’nın kahramanlarının arzu ve dilekleri henüz sadece onu ortaya çıkaranların kendileri
hayatın gerçek akışı ile bir araya gelmez. Cab- tarafından; asrın ideologları, büyük devletlerin
barlı’nın bu tezadı, aydının dili ile genelleştirilmiş siyaset bilimcileri tarafından ele alınıyor. Küçük
şekilde, bir prensip olarak ileri sürmesi ilginçtir: devletler, düştükleri girdaptan dolayı yaşadıkları
“Dilek ile sonuç arasında ancak birkaç büyük is- baş dönmesin sebebiyle kendilerine gelip devam
min geçebileceği aşılmaz bir uçurum var. Onlar- eden tarihi, siyasi, manevi süreçleri anlamak ve
la da tarih (bütün geleceğe karşı) gurur duyar.” kendi görüşlerini açıklayacak durumda değiller.
Aydın, önünde bir engel olmadığında -özellikle Ama küçük halkların da büyük düşünürleri olabi-
aşılmaz bir engel- onu oluşturmaya çabalar. “Of lir ve onlar her şeyi zamanında görebilirler.
niçin beni sevdi! Ben sevdiğimin beni sevmeme- Geçen asrın başlarından dünyada devam
sini isterdim. Ona ulaşmak ümidi ile yükselmek, eden ve gelecekte de devam edecek olan sü-
çırpınmak, çarpışmak, uykusuz geceler, kanlı vu- reçleri önceden görenler vardı. Büyük Cavid’i
ruşmalar, azap, gözyaşları, mücadele...” ve büyük Cabbarlı’yı şimdiki zaman bağlamın-
Bu ulaşılmaz sevgi trajedisine eğilim, Fû- da okurken, onların küreselleşmenin mahiyeti-
zulî’nin “gamı kendine hemdem etmek” felsefesi- ni önceden tahmin etmiş oldukları ve edebî bir
ni hatırlatsa da, köklü şekilde ondan farklıdır. Me- kisve altında gelecek nesilleri büyük olaylar için
cnun’un karşısındaki engel, Leyla’nın sevgisi (sev- hazırlamaya çalışmış oldukları anlaşılır.
memesi, itina göstermemesi) değil, sosyal bir engel Cabbarlı’nın eserlerinde sermaye dünyasının,
idi, anne-babasının müdahalesi ve kamuoyu idi.1 altın egemenliğinin doğurduğu karmaşalar yerel
Cabbarlı’nın kahramanı ise daha büyük bir yü- bir olay olarak değil, milletlerarası bağlamda ele
kün altına girer; sadece mevcut sosyal çevrenin alınır.
değil, aynı zamanda mevcut manevi prensiplerin Avrupa’da ilk sermaye birikimi döneminde
ve bireysel istek ve arzuların dünyasının da değiş- para ile maneviyat arasında doğan çelişkiler,
tirilmesinin lüzumu ile ilgili problemi ele alır. klasik eserlerde edebî ve felsefi şekilde yer al-
Ferdi manevi âlem ve sosyal çevre arasındaki mıştır. Victor Hugo’nun, Balzac’ın, Dreiser’in,
uygunluk ve tezatlar Cabbarlı’nın sonraki eser- Jack London’un bu problemleri yansıtan bazı
lerinde de önemli yer tutar. ünlü romanları okuyucular tarafından iyi bilin-
*** mektedir.
MUSURUS PAŞA’NIN LONDRA’DAKİ BİR OSMANLI DEVLET ADAMI OLARAK ALDIĞI POZİSYON İLE
SÂMİPAŞAZÂDE SEZAİ’NİN BİR SEFARET ÇALIŞANI OLARAK TAKINDIĞI TAVIR, TANZİMAT
DEVRİYLE İLGİLİ BİRÇOK ÖN YARGIYI KÖKÜNDEN SARSMAKTADIR
D
oğum tarihleri bakımından biri Tanzimat İstanbul’a göç eden bir Rum ailenin çocuğudur.
döneminin başına, diğeri sonuna yerleş- Aile, Hariciye’deki (Dışişleri Bakanlığı) nüfuzuyla
tirilebilecek en çarpıcı iki şahsiyet, -biraz tanınmış bir semt olan Fener’e yerleşmiş ve uzun
fantastik de olsa-Kostaki Musurus Paşa (1807- süre burada ömür sürmüştür. Rumca, Yunanca,
1891) ile Sâmipaşazâde Sezâi(1859-1936) ola- Almanca, İngilizce, Fransızca gibi dillere olan hâ-
bilir. Bu iki şahsiyetin 1881-1885 yılları arasın- kimiyeti ona Hariciye’nin kapılarını sonuna kadar
da Londra büyükelçiliğinde kesişen yollarından açmış ve Paşa ömrünün önemli bir bölümünü bu
hareketle Tanzimat’ın ruhuna doğru bir yolcu- nezaretin parlak ve hatırı sayılır bir mensubu
luk yapmayı düşündüm. Yazımda bu yolculukta olarak geçirmiştir. Kendisi, büyükelçiliğe (1856)
karşılaşılan bir yaşanmışlığa dayanarak, ağırlıklı ve vezir payesine (1867) yükseltilen ilk gayri-
olarak “şapka” ve “fes” gibi sembolik giyecekle- müslimdir. Sisam Adası, Atina ve Viyana’da deği-
rinden bahisle, döneminin “izzetinefis” anlayışı- şik görevlerde bulunduktan sonra 1851’de Lond-
na vurulan bir darbe ve bu darbenin devrin bir ra elçiliğine tayin edilen Paşa bu görevini 1885’e
aydınının iç dünyasında oluşturduğu infialler, kadar sürdürmüştür. Dante’nin İlahi Komedya-
değişik yönleriyle ortaya konulmaya çalışılacak- sı’nı Yunancaya tercüme edecek kadar kültürle,
tır. Hadisenin ayrıntılarına geçmeden önce, bu sanatla ve edebiyatla iç içe olan Musurus’un kızı
iki devlet adamının/münevverinin/sanatçısının Ralouka (Rachel) döneminin Londra’sının birinci
yolları kesişene kadarki hayatlarına kısaca göz sınıf konser piyanistlerindendir. Romanya prens-
atmakta yarar var. lerinden Gregoire Bassaraba de Brancovan ile
bir zevk buluyordum. O zamanlar Namık Kemal müstebit idaresi, edebiyata olan şevk ve gale-
umumi bir taarruza hedef olmuştu. Edebiyatta yanımızı ve bizde neşe namına ne varsa hepsini
yeni zuhur eden bu güneş bazı yarasa fıtratlı ede- kırıp mahvediyordu.
biyat inhisarcılarını fena hâlde kıskandırıyordu. O Saraydan aldığımız mecnûnâne telgraflar-
zaman Abdülhak Hâmit’le ben, Namık Kemal’in da devletin izmihlâlini kemâl-i vuzûh ile okumak
hararetli ve fedakâr birer müdafii olmuştuk. Eski kâbildi. O günlerdeydi ki, İngilizler İskenderiye’yi
tarzın taraftarı olan pederimin başta benim ya- bombardımana hazırlanıyor ve bize Mısır’a müşte-
zılarım olmak üzere ara sıra fikirlerimizi tenkit reken asker ihraç etmeyi teklif ediyorlardı. Bu tekli-
ettiği vâkiydi. Fakat her hususta olduğu gibi mes- fin ehemmiyetini ve kaybedilmeyecek bir fırsat zu-
lek-i edebîmi tayin hususunda da bana tam bir hur ettiğini kaydeden sefaretin telgrafına saraydan
serbestî vermişti. Hiçbir hareketimi tahdit etmez, gelen cevabı öğrenmek ister misiniz? İşte:
tahdit etmek de istemezdi. Zavallı babam bize ‘Gönderilen koyunların yavruları doğdu. An-
çok düşkündü. Ölünceye kadar evlatlarından hiç- neleri kuyruksuz olduğu hâlde kendileri kuyruk-
birini yanından ayırmamıştı. ludur. Bu kuyruklar, kesilecek mi, yoksa kendili-
İlk memuriyetimi ancak pederimin vefatın- ğinden mi düşecek?’
dan sonra aldım… İkinci kâtip olarak Londra’ya Biz nasıl bir endişeyle, neler düşünerek telg-
tayin edilmiştim(1881). Musurus Paşa gibi ilim raf çekiyorduk. Onlar, bize evvelce istedikle-
ve edebiyat âşığı bir sefirin yanına düşmek şüp- ri için gönderdiğimiz koyunlar hakkında nasıl
hesiz ki bir talih eseriydi. cevap veriyorlardı. İşte, bütün bu kayıtsızlıklar,
Babamın meclisinden Londra’da Musurus Paşa şuûrsuzluklardı ki beni ihtilâle sevketti. Bundan
muhitine intikal etmekle edebî zevklerimden kay- sonraki hayatım, tamamen mücâhede ve mücâ-
betmiş değil, bilâkis kazanmış oldum. Burası öyle dele ile geçmiştir.
bir muhit idi ki kim bulunsa mutlaka şair olurdu. Bir gün, yine hiç unutmam. Saraydan bir
O tarihlerde asır, Victor Hugo asrıydı. Hugo’nun emir almıştık. Bu emir şapkaya dâirdi. ‘Sefaret
saltanat-ı edebiyyesi fikirlerde ve kalplerde hü- heyetinin cümleten şapka iktisa ettikleri (giy-
kümrândı. Maamâfih İstanbullu bir Rum olan se- dikleri) vâsıl-ı sem’-i’ padişahî (padişahın kula-
firimiz Musurus Paşa Victor Hugo’yu Türk düşmanı ğına gitmek)’ olduğundan bahsedilerek ‘bâdezin
bildiği için sevmezdi. Burada size Musurus Paşa’ya (bundan sonra) hiçbir sebep ve mecburiyetle
ait bir hatırayı nakletmek istiyorum. Bu diplomat şapka iktisa edilmemesi’ bildiriliyordu.
kendisini Türk addeder ve her vesileyle ispat etmek Emir, bittabi yerine geldi. Fakat bunun ne-
isterdi. Bir gün meşhur İngiliz başvekili Gladstone, ticesi ne oldu, bilir misiniz? Londra’da Osmanlı
Bulgaristan ihtilâlini parlamento gerisinde teşrîh saltanatını temsil eden sefaret heyetimiz, Çin
ederken Türklerin barbarlığından bahsetmiş ve sefirinden daha gülünç bir vaziyete düştü. Tür-
Musurus Paşa gibi birkaç şahsiyet müstesna, bütün kiye, İran, Çin mümessilleri, derhâl şeklen ayrıl-
Türklerin barbar olduğu üzerinde ısrar etmişti. Mu- mıştık. ‘Biz Avrupalıyız!’ diye sesimin yettiği ka-
surus Paşa bu beyanatı protesto etti ve bu istisnaî dar bağırdığımız o devirde, böyle Asyalılarla, bir
muameleyi reddetti. safta birleşmek izzetinefsime pek ağır gelmişti.
Musurus Paşa’nın oğlu Fransa’nın namdar O günden itibaren salonlarda tesadüf ettiğim
şairlerinden Paul Musurus’un musâhabesi beni yüksek aileye mensup madam ve matmazeller
edebiyata âdeta bir çılgın gibi bağlamıştı. Res- başımdaki kırmızı fesi ve uzun püskülü görün-
mi meşâgilden sonra bir araya gelip Victor Hu- ce bucak bucak kaçmaya başladılar. Hakları da
go’nun, Dante’nin, Shakespeare’in eserleri etra- vardı. Bir fesli ile dans etmek, umumi istihzâyı
fında musâhabelerde bulunmak en büyük zev- üzerlerine celb edebilirdi. Bu vaziyet, elbette ki
kimizdi. Fakat ne kadar yazık ki, Abdülhamit’in böyle devam etmeyecekti. Nitekim devam etme-
aksi yoruma izin vermeyecek şekilde yasaklandığı neden sonra dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli
yazılıdır. Dolayısıyla sefaret mensupları için Avrupalı geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı… Ken-
şapka gitmiş, onun yerine Türklüğü-Müslümanlığı di kendini teselli etmek, bütün bütün yeise ve
temsil eden fes gelmiştir. Sezâi’nin gözünden sonu- ümitsizliğe bırakmamak istedi:
ca bağlamadan önce, somut birkaç örnekten hare- —Garip tesadüf? dedi. Bu kadar yolda bir fes-
ketle konuyu biraz daha anlaşılır hâle getirelim. linin geçmemesi pek garip…”6
Ömer Seyfettin’in “Primo Türk Çocuğu” adlı (Şapka-fes bahsiyle ilgili özellikle sonuç
hikâyesinde Selanik’te yaşayıp Grazia adlı bir kısmıyla dikkati çeken bir hadise de Fransa’nın
İtalyanla evli olan mühendis Kenan Bey, mizaç Almanya’ya gözdağı vermek için Picardie’de
olarak savaşa karşı olsa da, İtalyanların Trablus- yapacağı tatbikata, Osmanlı Devleti’ni temsilen
garp’a saldırmalarını bir türlü içine sindiremez. katılmak için Selanik’ten yola çıkan Binbaşı Se-
Hayatını (ve özellikle düşünce dünyasını) altüst lahattin Bey ile Kolağası Mustafa Kemal’in (Ata-
eden bu kötü haberi aldıktan sonra eşinin de türk) başından geçer. Olayı, Mustafa Kemal’in
bulunduğu yalısına gitmek istemez ve geceyi anlatımıyla buraya alıyoruz:
otelde geçirir. Ertesi sabah otelden ayrıldıktan “1910’da Fransa’da büyük bir manevra yapı-
sonra herhangi bir araca binmez ve yürümeyi lacaktı. Bu manevra Picardie Manevraları diye
tercih eder. Bu esnada Selanik sokaklarında ta- anılır. Bu manevralara hükümet benimle Binba-
nık oldukları,1910’lu yılların toplumsal hayatın- şı Selahaddin Beyi göndermeye karar vermişti.
da, şapka ve fesin kültürel/siyasal aidiyetleri ne Paris Ataşemiliterimiz Fethi Bey heyete başkan-
kadar görünür kıldığının birer göstergesi gibidir: lık edecekti. Selahattin Beyle Selanik’ten trenle
“Sonra yine binalar cihetine saptı. Meyus bir yola çıktık, Sırp hududunu geçtikten sonra ben
çehreye rast gelmiyordu. Aksine şapkalıları daha valizimi indirdim, başımdaki fesi valize koyarak
şen, daha mesut görüyordu. Tüccar kâtipleri, İstanbul’da Tiring Mağazası’ndan aldığımız kas-
mağaza memurları, kendi kendilerine hayalî bir keti başıma geçirdim. Selahaddin Bey çok mu-
ehemmiyet veren tatlı su frenkleri, hâsılı bütün bu taassıp bir arkadaştı. ‘Ne yapıyorsun?’ dedi. ‘Biz
renksiz ve Türklüğe düşman güruh, seviniyordu.”4 sâye-i şâhânede birinci mevki ile seyahat ediyor
… ve devleti temsil ediyoruz. Osmanlılığımız, Müs-
“Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı şapkalı ço- lümanlığımız belli olmalıdır.’ Ben cevap verdim.
cuklar Fransızca ilâveleri birbirlerine okuyorlar, ‘Canım Selahaddin Bey artık hududu geçtik. Sivil
katılacak derecede gülüyorlar ve itişiyorlardı. kıyafetle yolculuk ediyoruz. Herkesin bizi tanı-
Hava gazı direğinin dibinde birkaç ecnebi ka- masında ne fayda var?’ dedim. Selahaddin Bey
dınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bek- suratını astı. Uzun zaman benimle konuşmadı.
liyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan harbi, Trenimiz bir Sırp istasyonunda durmuştu.
düşman filosunun muzafferiyetini anlatıyorlar Selahaddin Bey pencereyi açtı. Elindeki tepside
ve kadınlar mesrûr merakla dinliyorlardı.”5 sandviç satan bir Sırp çocuğunu çağırdı. Sandviç
… alacaktı. Fakat sandviçlerin içinde domuz eti ol-
“Kadın erkek hepsi şapkalı idi. İğne atılsa yere maması lâzımdı. Onun için sandviçleri birer birer
düşmeyecek olan bu koca müteharrik ve umumî alıyor, kokluyor ve tekrar tepsiye koyuyordu. Bu
meskenin içinde kendisiyle beraber ancak üç seçme uzun sürdü. Tepsiyi eliyle başının üstünde
fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden tutan çocuk yorulmuştu. Tepsiyi indirdi ve kar-
adamla biletçi idi. şısındaki fesli Selahaddin Beye ‘tuh Türk’ dedi
Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlu- uzaklaştı. Selahaddin Bey onurlu bir adamdı.
biyet ve perişanlık manzarasını görmemek için Derhâl başını içeri çekti. Pencereyi kapattı. Tre-
artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı, nimiz tekrar yola düzüldüğü zaman Selahaddin
açtı, ismimin hizasına baktı, felâket… Orada, bir lerine koydukları değerlerine kadar birbirinden
sene evvel mektebin arka kapısından firarıma uzaktır. İnsan “izzetinefsini” (onurunu/şerefini) in-
ve tecziye edilmediğime dâir olan kaydı gördü. citen davranış, durum ve tutumlar, bunlara verilen
Demek ki yaramaz ıslâh olmaz, haşarı bir çocuk- tepkiler, hatta bunlar için göze alınan riskler-teh-
tum, derhâl bir hafta izinsizlikle bilmem kaç sa- likeler hangi değerler etrafında hayat sürüldüğü-
tır cezaya, ayrıca hapse mahkûm etti…”11 nü göstermeleri bakımından bir zihniyet ölçüsü/
Sezâi’nin Abdülhamit’le “mücâhede” ve “mü- terazisi mesabesinde kabul edilebilir. O hâlde ya-
câdele”ye girişmesinin arkasında, şapka giyme zımızı bir soru ile bitirebiliriz: Abdülhamit’e karşı
mevzuu, kadınlar ve dolayısıyla eğlence bahsi bu kadar bilenen Sezâi’nin, bir daha devlet hizme-
vardır. Yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz üze- tini kabul etmeme noktasına kadar varan kırgın-
re,1885’te İstanbul’dan gelen bir emirde Londra lığının, hatta kızgınlığının arkasında yatan temel
elçiliğindeki herkesin şapka giydiği, hangi ne- olgu, düşünce, inanç, ideal, duygu acaba ne ola ki?
denle olursa olsun şapka giymenin artık yasak- Bu sorunun cevabı, iki yüz yıllık son dönem Türk
landığı yazılıdır. Şapka yerine giyilmesi istenen tarihinin kara kutusunu çözecek kadar kıymetlidir.
püsküllü fes, burada çalışanlarla birlikte Sezâi’yi
de ciddi anlamda rahatsız eder. Sezâi’ye göre el- 1
Bilgi için bkz. (Sinan Kuneralp, Yaşam ve Yapıtlarıyla
çilik çalışanlarını fes giymek zorunda bırakmak Osmanlılar Ansiklopedisi, 2. Cilt, YKY, İstanbul 1999, s.
326-327.)
Asyalılarla, bir safta birleşmek her şeyden önce 2
Bilgi için bkz. (Güler Güven, Sâmipaşazâde Sezayi,
bu insanların izzetinefislerine ağır gelmiş, on- Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, 248 s.; Zeynep Kerman,
ları rencide etmiş, daha açık ifadeyle Avrupalı “Sâmipazâde Sezâi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 36,
bir görünümden Asyalı seviyesine düşürmüştür. TDV Yayınları, İstanbul 2009, s. 77-78.)
Fakat, Sezâi’nin isyan etmesinin asıl nedeni bü- (Devrinin yardımsever münevver ve devlet adamlarından
biri olan Sâmi Paşa’nın Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun
tün bu yaşananların neticesidir ki bu da padişah ailesine -ta Mora yıllarından itibaren- kol kanat germesi,
buyruğundan sonra balolarda ve değişik eğlence hem tarihî açıdan devrin bir yönüne ışık tutması hem de
yerlerinde karşılaşılan Avrupalı kadınların (yüksek bu ailenin âlicenaplığını göstermesi bakımından oldukça
aileye mensup madam ve matmazellerin) fesli bi- çarpıcı olup bu da bir başka yazının mevzuudur.)
3
Bilgi için bkz. (Muharrem Dayanç, “Sâmipaşazâde
riyle dans etmekten bucak bucak kaçmaları duru-
Sezai’nin Yalısında Bir Saat”, Yeni Kitap Dergisinde On
mudur. Sezâi’ye göre bu kadınlar başında fes olan Yazar On Mülakat, Konuşan: M. Salahattin, Dergâh
biriyle dans etmemekte haklıdırlar, çünkü fesli Yayınları, İstanbul 2009, s. 84-86.)
biriyle dans etmek, onları kendi toplulukları için- 4
Ömer Seyfettin, “Primo Türk Çocuğu”, Bütün Eserleri
de fazlasıyla küçük düşürecek bir durumdur. İs- Hikâyeler 1, Haz. Hülya Argunşah, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1999, s. 175.
tanbul’dan gelen bu emir sonrasında Londra’daki 5
a.g.e., s. 176.
eğlence hayatı sona eren Sâmi Paşa’nın oğlunun 6
a.g.e., s. 176.
“izzetinefsi” kırılmasın da ne yapsın(!) 7
Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, TTK Yayını, Ankara
1980, s. 21-22. (Bilgi için bkz. Mehmet Önder, “Atatürk
Sonuç Fransa-Picardie Manevralarında”, Erdem Dergisi
(Cumhuriyet Özel Sayısı II), Cilt: 11, Sayı: 32, T.T.K
Musurus Paşa’nın Londra’daki bir Osmanlı dev-
Yayınları, Ankara 1998, s. 527-532.)
let adamı olarak aldığı pozisyon ile Sâmipaşazâde 8
Abdülhak Hâmid’in Mektupları, Haz. İnci Enginün,
Sezai’nin bir sefaret çalışanı olarak takındığı tavır, Dergâh Yayınları, İstanbul 1995, s. 230.
Tanzimat devriyle ilgili birçok ön yargıyı kökünden 9
Hikmet Feridun Es, “Sâmipaşazâde Sezai”, Akşam, 4
sarsmaktadır. Böylesine kritik bir süreçte Fenerli Haziran 1929.
10
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe
bir Rum ile (bu meselenin Fenerli Rumlar açısın- Sözlük, Bilnet Matbaacılık, İstanbul 2011, s. 592.
dan tarihsel bir arka planı vardır) bir Türk-Müs- 11
Refik Halit Karay, Minelbab İlelmihrab, İnkılâp Kitabevi,
lüman aydınının öncelikleri, hayatlarının merkez- İstanbul 1992, s. 258-259. ❮
HAT TARİHİMİZE IŞIK TUTAN YÜZLERCE HATTATIN YANINDA OSMANLI ARŞİVİ’NDE BULUNAN BİR ŞİİRİYLE
VARLIĞINDAN HABERDAR OLDUĞUMUZ YENİ BİR HATTAT İLE KARŞI KARŞIYAYIZ: AHMED FERİD EFENDİ
lin dili veya harflerin raksı olarak nitelendi- kutsiyetinde günümüze intikal etmiştir. Hat tari-
Müseddes
Sehâb-ı nev-bahârı âleme gevher-nisâr oldu
İdüb arz-ı cemâl ezhâr cümle âşikâr oldu.
Zamân îyş ü işret, mevsim geşt ü güzâr oldu.
Neşîmen-i dilberâna şimdi nahl saye-dâr oldu.
1
Bkz. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar, Ma-
arif Basımevi, İstanbul 1955, s. 35-37.
2
Hattat Ahmet Ferid Efendi’nin padişaha sunduğu kasi-
denin altına talik ettiği Hadis’in manası şöyledir: Mümin
yüzüne karşı methedildiği zaman, (kendisinin) kalbinde
imanı artar, kuvvetlenir. Bkz. Hâkim, “El-Müstedrek, Ma-
rifetü’s-Sahâbe”, Nr. 6535, 3/690; Taberâni, “El-Mu’ce-
mü’l-Kebîr”, Nr. 242, 1/170; Deylemî, “El-Firdevs”, Nr.
1335, 1/335 (T.M).
3
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, TSMA.E., 369/37. ❮
ANLATIMI DAHA DERİNDİR, DUYGULARI DAHA YOĞUN, KENDİSİ DAHA YALNIZ… ARTIK OKUYUCUYA ÖRTÜK
MESAJLARLA BİLE SEZDİRMEYE ÇALIŞMAZ TOPLUMSAL VE SİYASAL FİKİRLERİNİ
Yazmakla Geçen Bir Ömrün Bakiyesi… son yıllarda artık unutulmuş olan değerlerin de
1
hatırlatıcısı gibidir.
950 sonrası Türk hikâye ve romanının dik-
kat çeken toplumcu yazarlarından biridir Hikâyelerden taşan hayat…
Tarık Dursun K. (26 Mayıs 1931- 12 Ağustos Hayattan taşan emek…
2015)… Bundan beş yıl evvel aramızdan ayrı- 1940’ların sonundan itibaren otobüslerde ve
lırken Ege’nin yazarı olarak İzmir’de doğup İz- sinema önlerinde bilet hatta köfte satmaya, ki-
mir’de hayata gözlerini yummuştur. 1950’lerin tapçılıktan yayınevi ve film yönetmenliğine ka-
başından itibaren okurun beğenisine sunduğu dar birçok işle uğraşsa da aslında tüm ömrünü
1 şiir kitabı, 16 hikâye kitabı, bir kısmı sinema- yazarak geçiren Tarık Dursun K.’nın hikâyecilik
ya da uyarlanarak ödüller almış 13 romanı, 2 serüveni, bugün sosyal medya vasıtasıyla ko-
hikâye seçkisi, deneme kitapları, film eleştirileri layca göz önüne çıkan, hızlı parlayan hikâye-
ile dolu dolu bir yazma serüveni geçirir. Senar- cilerinkinden elbette farklıdır. Onun hayatı sıkı
yosunu yazıp yönettiği birçok filmle Türk ede- dostlukların eseri olarak çıkarılmış dergilerin,
biyatının dışında Türk sinemasının da beğenisi- sabahlara kadar uğraş verilerek ilkel koşullarda
ne mazhar olur. (Denizin Kanı, Aliş ile Zeynep, (vinçle kaldırılan yağ varilleri içinde) çekilmiş
Kurşun Ata Ata Biter vb.). 2006 yılında yetmiş filmlerin, parasız gençliğinin İzmir/Konak gün-
beş yıllık yaşamının özeti saydığı Hepsi Hikâ- lerinde aşkla ve arkadaşlıklarla düşlenip yazıl-
ye adlı son hikâye kitabında eski hikâyelerinin, mış şiirlerin, hikâyelerin, romanların sıcaklığını,
anılarının, yaşamının önemli renklerini sunar- samimiliğini, emeğin değerini, vefanın kıyme-
ken; hayatındaki önemli insanların, yaşadığı tini yansıtır. Tarık Dursun’un hikâye serüvenini
bında toplar. Yine bu döneminde tüm Türkiye’de bile sezdirmeye çalışmaz toplumsal ve siyasal fi-
olduğu gibi folklora da yönelir. Halk hikâyelerini kirlerini. Geçmiş hatıraları “şimdi” ile birleşir. Bu
modernize ederek yaşadığı zamanın gerçeklerine İmbatla Dol Kalbim, Ömrüm, Ömrüm…, Ona Sev-
uyarlar. Belki de farkında değildir ama Postmo- diğimi Söyle, Aşk, Allahaısmarladık, Yaz Öpüş-
dernizmin (metinlerarasılık, oyunlaştırma, çoklu leri, Hepsi Hikâye adlı hikâye kitaplarında aşk,
son, parodi, pastiş vb.) tekniklerini kullanarak ye- yalnızlık, yaşlılık, kendi ile hesaplaşma, hayatın
niden yazar halk hikâyelerini ve Bağrıyanık Ömer sorgulanması, ölüm gibi bireysel konuları ele alır.
ile Güzel Zeynep adlı hikâye kitabında toplar. Tarık Dursun hikâyelerini önceleri –örneği-
Yazdığı romanlarda kullandığı sinemanın (zoom, ni daha önce Kemal Tahir’de gördüğüm- “Sarı
flash back vb.) tekniklerinden hikâyelerinde de Defterler”ine dolma kalemle yazar. Sonraki
yararlanmıştır. Bu dönemde eserleri için sürek- yıllarda önce daktilosuyla sonra -öldüğü ta-
li yeni kaynaklar ve anlatım teknikleri denediği rihe kadar- bilgisayarıyla paylaşır hikâye, ro-
dikkat çeker. man, senaryo, film eleştirilerine hayat veren
Tarık Dursun’un hikâyeciliğinin son dönemi kelimelerini… Gençliğinde başlayıp yarım ka-
ise 1980’lerden 2000’lerin başına dek getirebile- lan bazı hikâye eskizleriyle birlikte, yayınladığı
ceğimiz “ustalık dönemi”dir. Bu dönemde, kişi- bazı hikâyelerinin (“Makine”) ve yayınlamadığı
sel dünyasını, tecrübelerini toplum yaşantısıyla ancak değiştirmek suretiyle başka hikâyeleri
birleştirerek, iç konuşmalar, psikolojik tahlillerle içinde kahramanlarını yaşattığı birkaç hikâye-
süslediği hikâyelerini okurla buluşturur. Anlatı- nin içinde olduğu “Sarı Defterler”inden birini,
mı daha derindir, duyguları daha yoğun, kendisi hakkında doktora tezi yazdığımız zamanlarda
daha yalnız… Artık okuyucuya örtük mesajlarla şahsımıza hediye etmiştir.
ARKADAŞIM FAHRİ...
TARIK DURSUN K.
ahri ile hiç bir vakit arkadaş olamadık. Ben Sol elinin şahadet ve orta parmakları koyu
Akşamüstü Fahrilerin evinin önünden ışıklar dar açık olan pencereden içeri yakınlardan bir
içinde bir sürü ardarda trenler geçerdi. yerdeki bir fabrikadan anason kokusu dolmuştu.
Fahri kapı önündeki tulumbada yıkanmış, Camın ardında deniz masmavi bir çizgi gibi
temizlenmiş bir sandalye atmış büyük Hint el- uzanıyordu. Yer yer serpinti hâlinde yeşil tam
masının altında bir cigara yakaraktan otururdu. karşımdaki aynadan dışarısı görünüyordu. Bir
Karanlık içinde cigara ateşi bir göz gibi yanıp sö- kadın halı silkiyor, arsada çocuklar kim bilir ka-
nerdi. Kız kardeşi ona seslenene kadar Fahri’nin çıncı kavgalarına başlamış, bir iki damla kan ve
kafasından bir sürü dünyalar geçerdi. Sonra şişle işi geçiştirmişler. Bağıra çağıra top oynu-
sandalyesini kenara alır içeri geçerdi. yorlardı.
Yemek yerlerdi burada bir yemek tahtası du- İsmail Usta’ya, rapora döndüm tekrardan. İş-
manı üstünde bir kap sıcak yemek, anası oğluna çilerden biri gece vardiyasını bitirmiş ve gider-
bakar sıcak sıcak gülümserdi. ken makinayı mı yağlamamış nedir saat ikide
Oğlunun elleri; ince- uzun kemikli elleri ek- makine kızmış. Akü ve yatakları kâmilen yanmış
meği keser, taksim eder, doğrar. Yarın sabah bu zarar bir hayli de büyük…
eller şehrin bir kenar köşesinde makinenin vola- Ustabaşı raporunda bu işçinin işine son ve-
nını çekinecek. rilmesini istiyordu bütün kabahat bu işçideymiş.
İnatçı bir gayretle durmaksızın gidip gelen Mesele bana biraz karanlığımsı geldi. Ustabaşı
dokuma taraklarına bakacak. Sabahleyin masa mı raporunda anlatamamıştı, yoksa ben mi an-
üzerinde ustabaşı İsmail’in sabah sabah getirip lamamıştım ne, işte öyle. Çağırttım İsmail Us-
bıraktığı bir sapan buldum. Biraz öncesine ka- ta’yı, geldi.
İri iri kemikli, yağız yüzlü fakat pis ve soğuk doğru söylüyor İsmail, hakkı da var yani… İyi ama
gözlü bir adam. Kalın ve tonu hiç değişmeyen bir sen nasıl yaptın bu işi?”
sesi vardı. Fahri bir şey söylemeyecek susacak. Hep susa-
- “Nasıl olmuş bu iş?” dedim. Pek bu raporun- cak. “Hay Allah kahretsin nasıl nereden başlama-
dan bir şey anlaşılmıyor. Acele acele “Bütün akü lı?” Bu sırada Fahri başını çevirdi, yüzüme baktı.
yatakları yanmış bey” dedi. “Hep yanmış. Gece Kahverengi gözlerinde öyle bir sıcaklık öyle bir
vardiyasından çıkan işçi makinayı yağlamamış bir dostluk vardı ki… Pencereden dışarlara baktım.
türlü yağsız makine mi çalışır? Yanmış işte”. Dışarda çocuklar çekilmiş, gitmişlerdi herhâlde.
-“ İyi ama” dedim “şimdi işi bırakan mı yağla- Gürültüleri kesilmişti. Aşağıdan caddeden sarsıla
mamış yoksa alan mı orası anlaşılmıyor.” sarsıla bir kamyon geçti.
- “Bırakan yağlamamış bey… Bırakan yağla- -“Fahri” dedim ansızın “İsmail Usta bir rapor
mamıştır mutlak.” yazmış hakkında… Biliyorsun değil mi? Şu akşam-
Yüzüne baktım. Alnı yağlı ve parlıyordu. Göz- ki hadise üstüne…”
lerinde bir yanma, bir sönme… Ayağa kalktı sandalyesinden. Gözlerindeki o
- “Nereden biliyorsun bunu?” diye şaştım. Şa- mahcubiyet gitmişti.
şırdı elleri boşlukta sallandı kaldı. - “Ben yağladım da bıraktım” dedi. Depoyu
- “Şey” dedi “zati makine saat ikide yanmış”. ağız ağıza doldurdumdu gündüzden. Benim ser-
“Bu bırakanın kabahatli olduğunu göstermez visimde yanmasına imkân yok…”
mi?...” -“Öyle ama yanmış işte. Göz göre göre makine
- “ Gösterir-göstermez… Bu raporun mufassal yanmış, zarar da büyük yani… Öyle boktan püsür-
değil usta. Bir başkasını yaptır getir.” den değil.”
- “Olur” dedi, çıktı. - “Vallahi” dedi, Fahri “vallahi ben yağ depo-
Öğleye doğru yanına çıkageldi. Bu sefer iki işçi sunu sımsıkı doldurdumdu. Namussuzum doldur-
yazmış. dum, inanmazsın anam avradım olsun ki.” Sözü-
- “Bak gari” dedi “bunu da beğenmezsen… Eh nü kestim:
artık…” - “İyi ama doldursan böyle mi olurdu hiç?”
Bu raporda da öbürkünden bir fazlalık yoktu İsmail Usta’yı çağırttırdım. Aralarında eski bir
yalnız iki isim hariç… Biri yağlamayı unutmuş, geçmiş mi vardır nedir, kinli kinli bakıştılar bir yol.
öbürü öyle almış. Saat gecenin ikisinde makina- Vaziyeti her iki tarafa da anlattım iyice. Bir kere
nın akü yatakları yanmış.” makine gecenin ikisinde yanmıştı. Yani Fahri’nin
Bir de şu yağlamadan çekip giden asıl büyük paydosundan bir saat sonra. Gece vardiyasını de-
kabahatli gösterilen işçiyi göreyim” dedim kendi vir alan işçi azami makinaya saat üçe dörde doğru
kendime... Odacı Mustafa dayıya söyledim, gitti. yağ vermesi lazımdı ki bu da makina ikide yanmış
Az sonra kapıdan içeri Fahri ile birlikte girdiler. olması onun suçsuzluğunu gösteriyordu. Fahri
Fahri’nin gözlerinin altı koyu yeşille morumsu makinaya yağ vermemiş miydi?
bir renk almış. Yüzüme bakmadı. Geldi masanın Kendi de söylüyor, Vermişti. Vermişti ama her-
yanında durdu. hâlde kendi söylediği gibi ağız ağıza değil. Eğer
- “Otur, otur şu sandalyeye”, dedim. İkileme- böyle olmuş olsaydı makine saat üçe dörde kadar
di oturdu. Üzüm üzüm üzüldüğü yüzünden belli. ferifer çalışacaktı. O zaman ikide yanması imkân-
Nereden söze başlamalı şimdi? Oğlum, demeli bak sızdı. Düşündüm. Zarar on değil yirmi, otuz, bir ay-
şimdi, dinle sen dün akşam paydos ettikten sonra lık yevmiye tutarının da üstündeydi. Müdür istemiş
makinenin akü yatakları yanmış. Kabahati usta- gittim. Doğrudan doğruya meseleye girdi ve:
başı sende buluyor. Eğer diyor o makineyi yağ- “Kes hesabını keratanın” dedi attı. Keratanın
lanmış bırakmış olsaydı makine yanmazdı, belki hesabını kesip atmak kolaydı ama Fahri on iki se-
- “Ne soracaksın be oğlum, ben sana vaziyeti omzundaydı. Tam elimin üstüne yangın gibi düş-
anlattım. Zarar senin on yevmiyeni değil yirmiyi, tü o zaman içim bir tuhaf oldu. Fahri’yi kucak-
otuzu aşıyor. Eee ne yapsın fabrika sana…” Başı- lamak, öpmek teselli etmek sonra ne pahasına
nı kaldırdı, bir tutam saç alnına düşmüş kalmış. olsun mesela müdürü öldürüp Fahri’yi yeniden
- “İyi ama iş kanununda on beş gün…” işe aldırmak istedim. Onun başı beyaz yemeni
- “Yahu sana anlatamıyoruz ki artık bunun çatkılı ihtiyar anası ilen, kalın hep ıslak dudaklı
iş kanunu ile alakası olur mu? Zarara baksana kömür saçlı kız kardeşini tanımak onlarla bütün
sen zarar bilmem şu kadar, artık kanunun lafı bir ömür birlikte yaşamayı istedim…
mı kalır?” Benim de içimden ağlamak geçti benim de
Silkindi, “Kalır!” diye bağırdı. “Kanun kanun- zaman zaman kafamın içinden renk renk dün-
dur!” “Ben burasını müdürden bak nasıl sora- yalar geçti. Benim de zaman zaman kalbim bu
rım.” Baktım şakası yok sahiden müdürün oda- hiçbir zaman erişilmeyecek dünyaların rüyası
sına gidiyor. Kolundan kavradım. Kuvvetli, canlı ile sımsıcak oldu. İşte bu yüzden Fahri ile bir an
bir şey çırpındı. Bas bas bağırmaya başladı: kendimi çok samimi arkadaş yahut kardeş ol-
- “Bırak, bırak da dinim hakkı için sorayım dum sandım. O zaman Fahri ile beyaz badana-
müdürden. Bırak be bıraksana şimdi senin de di- lı eve ellerimiz, kollarımız kucak kucak yiyecek
nine imanına başlatma bırak işte…” dolu tren yoluna müvazi iki sıra ağaçlıklı yoldan
Şırrak dedi karşıki kapı açıldı. Müdür… İşaret geçer giderdik.
etti. Fahri’yi bıraktım, müdürle beraber odaya gir- Tulumbadan o su çeker ben yıkanırdım,
dim. Müdür tombul ve şövalye yüzüklü eliyle cüz- ben çeker o yıkanırdı. Sonra yemek zamanı-
danını çıkarmış karıştırıp duruyor. Sinirli sinirli… na kadar Hint elmasının altında iki sandalye
-“Bunlar hep böyledir zaten” dedi. “Mutlaka atar karanlıkta göz gibi parıldayan sigaraları-
para koparmaya gelmiştir. Al şunu veriver ken- mızı içer evin önünden ışıklar içinde rayların
disine de bir daha gelmesin.” Uzattığı üç kırmı- ek yerlerine çarparaktan hızla geçen trenleri
zı onluktu. Aldım, çıktım. Fahri sırtını çevirmiş, seyrederdik.
cama eliyle çabuk çabuk bir şeyler çiziktiriyor… Sonra kız kardeşi kapıya çıkar…
Yanına gittim elimi omzuna koydum. Yavaş- Fahri ellerime sarılmış…
ça “Fahri…” dedim. Döndü bakıştık yüzünde de- Çekmeye uğraştım.
minki hayvanca bakıştan eser kalmamıştı… Yüzü - “Üzülme be Fahri” dedim “Boş ver be…
öyle temiz öyle saf bir hâl almış… Anası aklıma Allah büyük be… Bir kapıyı kaparsa öbürünü
geldi… Onun gibi tertemiz bir bakışla açık açık açar boş ver be…” Bir şey demedi artık ağla-
insanın yüzüne gözlerini dikmiş bakıyordu. yamazdı da.
-“Fahri bak… Müdür Bey dedi ki… Yani… - “Ağabey helal et hakkını” dedi. “Bir kusur
Hani şimdi çağırdı beni ya… İşte Müdür Bey ettimse sana karşı, gari kusuruma bakma ölümlü
dedi bana. Al bunu ver Fahri’ye… Artık gelmesin dünya işte burası onlara da kalmayacak sultan
bir daha dedi… Rahatsız etmesin beni dedi… O Süleyman’a bile kalmış değil ki” “Helal olsun be
iyi işçidir nasılsa oldu bir kere…” dedi. Paraları Fahri dedim helal olsun be”.
uzattım. Üç kırmızı onluğa öyle baktı. Almadı… Merdivenlerden çabuk çabuk indi. Biraz son-
Bileğine yapıştım. Paraları avcuna sıkıştırdım. ra hafif çiselemeye başlamış yağmur altında
Gözleri ıpıslak tekrar gözlerime baktı. Gırtlağın- avluya çıktı. Fabrikanın demir kapısına gelince
da dıringa tanesi gibi bir şey inip kalktı. Yutkun- döndü yukarılara doğru baktı. İçim dolu dolu
du “Şey” dedi sesi bir tuhaftı. elimi salladım ama görmedi…
-“Ben… Ben bunu yapmak istemedim zati
vallahi namussuzum bunu böle istemedim”. Elim 08.01.1950 İzmir, ev. Saat 12’yi 20 geçiyor... ❮
BABAMIN NÜFUSTAKİ İSMİ ERGUN OLMAKLA BİRLİKTE BABASI VE ANNESİ ERGON DİYE HİTAP ETMEKTEDİR.
ANLAŞILAN AİLEDEKİ SÖYLEYİŞ BUDUR, MEKTUPLARDAKİ HİTAP DA…
M
ektuplar, gerek bizim gerek dünya ede- ama babamdan büyük sitayişle dinlediğim ve
biyatının önemli bir edebiyat türüdür. En hasretini hâlâ çektiğim dedemin hatırasıyla biraz
azından teknolojinin interneti ve buna olsun haşır neşir olma fırsatını buldum.
bağlı olarak elektronik postayı icat etmesine ka- Henüz on sekiz yaşında iken Turan ülküsü
dar öyleydi. Artık ne posta güvercinleri ne de şar- uğrunda gönüllü olarak Birinci Dünya Sava-
kılara konu olmuş, postacılar kaldı. O renk renk şı’nda, Kafkasya cephesinde savaşa katılan ve
hatta kokulu zarf ve mektup kâğıtları da nadir Ruslara esir düşerek üç sene süren bu esaret ha-
rastlanan nostaljik aksesuarlar kervanına katıldı. yatını nice macera romanına taş çıkartacak bir
Yaklaşık on beş sene evvel babam, dedem- kaçışla noktalayan Ahmet Göze, İzzet Hoca’nın
le mektuplaşmalarını hâvi elliyi aşkın metinden oğlu olup Sivas’ın bilinen simalarındandı. Hem
oluşan iki kabarık dosyayı bana teslim etmişti. Hukuk hem Edebiyat Fakültesini bitirmiş ve
Birçoğu örnek bir baba-oğul ilişkisinin satırlara doğduğu şehrin, o zamanlar okullu tek avuka-
dökülmüş hâli olan bu mektuplar bende öyle gü- tı olmuştu. Arapça, Farsça, Rusça ve Fransızca
zel bir tesir uyandırdı ki hemen bilgisayara ge- bilen, esaret yıllarında hücre hapsinde Petit La-
çirmeye başladım. Fakat ne yazık ki türlü dünya rousse’u hatmeden bu müthiş entelektüel, aynı
gailesi araya girdi ve bu iş bir müddet sekteye uğ- zamanda şehrinin tiyatrodan tutun halk oyun-
radı. Kısmet, eve kapandığımız korona günlerinde larına kadar bütün sosyal faaliyetlerinde öncü
tamamlamakta imiş. Böylece hüzünle karışık bir rol oynuyordu. Kongre şehri olması bakımından
şevkle mektupları kaydederken, ben doğmadan önemli bir vilayetimiz olan Sivas’ı ziyarete gelen
önce vefat eden, dolayısıyla hiç tanıyamadığım devlet mensupları -İsmet Paşa’dan, Hasan Âli
Yücel’e kadar- Ahmet Göze’nin başkanlığında çok Ergun yapmakta ve babasına sık sık bu konu-
ağırlanıyor, önemli günlerde hatip olarak kürsü- da bilgi vermekte, tabiatıyla bizleri çok alakadar
ye o çıkıyordu. etmeyen gündelik meseleleri anlatmaktadır. Bu
Avukatlık mesleğinin dışında, bir kumaşçı yüzden yazımız daha çok baba Ahmet Göze’nin
ve manifatura dükkânı vardı. Gelirini, ailesini mektupları etrafında geçecektir. İşte 1945 sene-
zamanına göre iyi şartlarda yaşatmak için ka- sine âit bazı mektuplardan seçme paragraflar:
çınmadan harcıyordu. Çocuklarının tahsili için Ergon aman evladım sana asil kanına gü-
de maddi mânevi hiçbir şeyi esirgemiyor bütün veniyorum. Evdeki yalnızlığın sana en ufak bir
yoğun mesaisine, iş için sık sık İstanbul’a gidip kötü âdet, laubalilik, gevezelik, perişanlık, fena
gelmesine rağmen onlarla yakından ilgileni- ve hissî romanlar gibi ahlak zehirleyen şeylere
yordu. 1944’te babam henüz on üç yaşında bir yanaşmamanızı, bir saniye olsun iltifat etme-
çocukken başlayan bu mektuplaşmalar Ahmet meni bir daha rica ederim ve böyle güveni-
Göze’nin yakın ilgisinin en mühim göstergesidir. yorum. Seni başa çıkaracak karakterin iraden
İşte bunlara ilk örnek küçük Ergun’dan: olacaktır. Temiz ruhlu benim oğlum, muhterem
hocana selam. Yılbaşında hesap yapacaklar
Çok Sevgili Babacığım, 30.12.1944 boş kaldığın zamanlar uğrarsın. Onun için ah-
Nasılsınız iyi misiniz, hepinizin sıhhatte olma- val ve vezaifi iyice ölçebilecek çağ ve olgunlu-
sını Allahtan dilerim. Annem, ablam, Olcay, eniş- ğa gelen oğlumuz bu tatil günlerinde muhak-
tem nasıllar, inşallah iyidirler. Burada hakkımız kak ve sadece mathematique ve fizik grubuna
yiyip içmek vazifemiz azami derecede çalışmak hasreder ve her gün 2 saat fazla uyuyarak ve
ve size mutî, çalışkan size lâyık bir evlat olduğu- güzelce ve tertemizce evimizde ense yaparak
muzu göstermek ve sağlığınıza dua etmektir. Ta- maddi ve mânevi kazanacaktır. Şurda senenin
tilden âzamî derecede istifade etmeye çalışıyo- yarısı gitti geriye çok çok beş ay kaldı. İnşallah
rum. Coğrafya, tarih, yurt bilgisini tamamladım yazın gelirsin.
şimdi matematik ile fiziği gözden geçiriyorum. Birkaç günden beri mektubun gelmiyor.
Yarın yılbaşıdır, şimdiden Olcay’a, size ab- Gene evvelden olduğu gibi nasıl vakit geçiri-
lama, enişteme iyi bir âtî ve saadet getirecek yorsun ve derslerin ne dereceye geldi ve evde
bir yıl ve bunun gibi hayatınız boyunca mesut ne vardır mağaza nasıldır bildiğin ve anladığın
seneler dilerim. Fakat ben yılbaşı hediyemi ken- kadar yazmayı ihmal etme.
dim seçmek gibi bir suç işledim. Büyüklüğünüze Ben sana misallerle anlatmamış mıydım? İn-
sığınırken ricamın kabulünü istirham ederim. san muhabere ve mektuplaşmakla iş bulur, dost
Biraz fazla oldu ama ümitvarım. Tekrar tekrar tutar ve kendine yarayacak olan kimselerle te-
affımı dilerken ellerinizden hürmetle öperim. ması kaybetmez.
Oğlunuz Ergon Göze Ha şunu söyleyeyim münderecat. Bir kitap
On üç yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek veya mektubun içinde olan şeyler demektir.
kadar olgun bir ifadeyle yazılmış bu satırlar bi- Yoksa bir adamın kafasına doldurduğu bilgilere
raz da o devrin, çocukları daha çabuk olgunlaş- müktesebat denir. Her ikisi de beşli masdarlar-
tıran şartlarından olsa gerektir. dandır ve o bâbların kalıbı ve infialdir.
Baba Ahmet Göze, oğlunu İstanbul’dan aldı- Görülüyor ki Ahmet Göze bu mektuplarda oğ-
ğı ve Sivas’ta bulunmayan yabancı dil ve diğer luna hemen her dersten bilgi de vermektedir. Bir
ders kitaplarından haberdar ederek bunları çe- dikkate değer nokta da Fransızcasını geliştirme-
şitli yollarla yollamakta ve muntazaman takip sini ısrarla istediği genç Ergun’a sıkça kullandığı
etmektedir. Gene bu satırlardan anlaşıldığına Fransızca kelimeleri orijinal yazılışlarıyla yazma-
göre mağazaya mal girişi ve para akışını daha sıdır. Ayrıca az sayıda Fransızca yazılmış olanlar
da bulunup birçoğunda oğlunun gerek Fransızca tikte fizikte ilerlemek gayet kıymetlidir çünkü
gerek edebiyat konusundaki hatalarını düzelterek ileri sınıflarda bu riyaziye esası daima temel ve
doğrularını gösterirken oğlu da bu satırlara hür- zemin olacaktır. Böyle demekle o dersleri ihmal
met dolu açıklamalarla cevap vermektedir. et hizmet verme demiyorum. Onları telafi etme-
Evet Ahmet Göze sadece bir baba değil aynı ye çalışırsın. Karneni inşallah ben getiriyorum
zamanda bir hocadır da… Bazı satırlarda çok nisanın 14üncü Pazar günü yola çıkacağım bi-
hoş, esprili ifadeler de vardır, bu örnekte olduğu letimi aldım. Orada tafsilatlı konuşuruz.
gibi: Ahmet Göze sadece ders değil metodlu bir ha-
yat konusunda da oğlunu sık sık uyarmaktadır:
Ergon Oğlum , 2.4.1946
Karneni taşıyan taahhütlü mektubun iki Oğlum Ergon, 9.12.1946
haftaya yaklaşan sessizlik kuyusundan bir ses Gözlerimiz gökleri kavrar ayaklarımız topra-
gibi çıkageldi. ğın taşın üzerindeki toprak üstü oluşumuz se-
Notlarından yurt bilgisi hastalanmış tarih bebiyledir ona, realiteye uygun olalım mesela.
de bronşit olmuş fakat bu hastalıklar birkaç A- Dişlerini her gün fırçalıyor musun?
günlük istirahat ve ısınmak ile geçeceği gibi B- Elbiseni her gün ütülü olarak lekesiz gi-
onlar da sıkı bir ezbercilikle olur. yiyor musun?
Bence hakiki mânası ile anlamak ve muka- C- Her erkek veya kadın talebe, hoca herkese
yese ve tahlil melekeleri ile öğrenilen matema- karşı icabına göre nezaket ve konuşmaya mah-
sus bir itina ile ve attitude ile dikkat ve hörmet Gene bu minval üzere yazdığı bir mektubun-
ve sevgi toplayabiliyor musun? da oğluna âdetâ istikbali tahmin edercesine;
D- Evde, yemekte çok titiz ve temiz bir tu- “Derslerini Fransızcadan takip et. Ben her gün
tumla yemeğini yiyorsun. Annene her zaman Fransızca bir gazete okuyorum. Sana gönder-
kendini beğendirmeye çalışıyorsun. miyorum ki içindeki siyasiyata bulaşmıyasın oğ-
E- Ve nihayet yürürken, otururken dimdik, lum.” demektedir. Ahmet Göze’nin mektupları
göğüs ileride, (kambursuz) bulunuyor mu? Kam- sadece nasihat değil şefkat ve muhabbet dolu
bur ve savruk, pejmürde vaziyetinizi tasavvur ifadelerle doludur. Şöyle ki:
bile etmek istemem. Gözlerinizi öperim oğlum.
Oğlum sana bir ufak İngilizce kitap gönder- Ergon, 1.8.1947
dim. O bitti mi? Veyahut onun yerini tutan daha Oğlum, o kadar çalışıyorum ve sana o kadar
başka bir kitap bitirdiniz mi? Veyahut da baş- emek vererek ve ümit bağlayarak emeller ördüm
ka bir deyimle okuma ve bir parça da gramer ki üzerine daha fazla söz söylemek bile bir ilk-
bitti mi bir büyük dictionnaire e ihtiyaç oluyor. bahar çiçeğinin üstüne sam yeli tesiri yapacağı
Hatta hatta eğer bir ikinci lisan eğer matematik korkusu ile susuyor Allah’ın lütuf ve hidayetinin
ve fizik şimi gibi grup müsbet derslerine mani üzerinde olmasını dilerim. Gözlerinizi öperim.
oluyorsa şimdilik onu şöyle bir çerez ders veya Tahminime göre aynı çatının altındayken not
teneffüs dersi yerine bile alabilirsin. hâlinde yazılmış şu satırlar da ne kadar anlayışlı
Her hafta du yu speak english gazetesi gelse ve sabırlı bir tavır sergilediğinin göstergesidir:
korkarım müsbet derslerin saatından buna fe- Canım Oğlum, kaç gündür ne söylüyor, ne
dakârlık edersiniz buna razı olmam. gülüyor, ne de kimsenin yüzüne bakıyorsun.
Acaba bu umumi boykotun sebebi nedir? Pek ve duru bir durgunluk içinde görmüştür. Ben de
sıcak alâkalı bir babadan saklanacak ve söyle- bu mecmua içinden yalnız bu yazıyı okuyasın
nemeyecek hiçbir şey olamaz. Yazı ile çok uzun diye mektupla birlikte gönderdim.
ve açık bir cevap vermenizi rica ederim. Kadere bakın ki seneler geçecek, babam
Bu satırlar yazıldığında tarih 1948 olduğu- Mehmet Kaplan ile yakın dost ben de üniversi-
na göre henüz on yedi yaşındaki bir delikanlının tede talebesi olacaktım.
kaprisini karşılayış ve hitap şekli mühimdir. Babamın nüfustaki ismi Ergun olmakla birlik-
Başka bir mektubunda ise “İntizamsız da olsa te babası ve annesi Ergon diye hitap etmektedir.
namaz hayatta manevi bir huzur ve rahatlıktır.” Anlaşılan ailedeki söyleyiş budur, mektuplardaki
diyerek zorlamadan, soğutmadan ibadete teşvik hitap da… Genç Ergun o çok hürmetkâr ifade-
vardır. Bir Ramazan ayında kaleme aldığı satır- siyle arada sitemi esirgememiş olacak ki babası
larında ise “Ders, oruç ve gene ders” diyecektir. şu hoş cevabı yazmıştır.
Gene henüz lise çağındaki oğluna yazdığı bir
mektupta İstanbul Mecmuası’ndan kestiği bir Canım Oğlum Ergon, 13.12.1946
yazıyı göndererek şu kısa tahlili yapmaktadır. İki yazı çırpıştırdın hemen insafsız bir mura-
İçinde Mehmet Kaplan imzalı bir yazı var. bahacı- faizci- gibi karşıma dikildin. Hemen ce-
“Tabiat ve Sanat” başlıklıdır. Güzel bir tetkik vap istiyorsun benim mektubumu almadığınız
veya etüde diyebilirsiniz. Bu yolda çok uzun ve gün hemen hemen hiç yoktur. Ya mağaza işlerini
çeşitli yazılar vardır hatta denebilir ki edebiyat veyahut anneni muhatap tutarak yazıyorsun. Sen
münakaşaları ve münazaralarının dörtte üçü bu benden cevap beklemeye hiç de lüzum görmeme-
mevzua inhisar eder. Fakat bu imza dâvâyı açık lisin. Kaldık senin bana yazacaklarının sujet sini
mağaza işleri, annenin yazdıracağı ailevi ve işle- ye çekmekte hatta suçlayarak evladına nasihat
rimiz veya senin edebi ilmi etütlerin hatta yarınki yolunu seçmektedir. Bu mektupta olduğu gibi:
yapılacak bir dersin şeması veya planın veya re-
sumee si de olabileceğine göre derslerine en az İki gözüm oğlum Ergon, 7.1.1947
zararlı veya çok faydalı olabilirler. Kaldı ki bana Akşam eve gelince hemen elbiseni çıkarıp
yazacağınız en boş ve yorgun zamanında da ola- fırçalayıp, ütüleyip veya ütületip askıya koya-
bilir. Biz o kadar modeste davrandık ki basit ve rak, üzeri de temiz bir örtülü olarak asıyor mu-
cours elementaire den copier çekilecek bir dicte sun ve hemen pijamalarını giyiyor musun?
ye bile tenezzül ettik de iki sayısını üç edemedik. İşte sana bence çok mühim bir âdet ve çok
Physique den iyi succe elde ettiğinizi marqu- faydalı bir hareket ve yaşayış yolu. Bunu yapma-
eter ediyorsunuz. Pekiyi ama o kadar devam yan babanız bugün çok pişmandır ve cezasını çek-
eden matematik ve geometri nerede kaldı? Her- mektedir. Ailesinden, yavrularından uzak yaşamak
hâlde birkaç günlük retard çok mu sizi ambrasse ıztırabında bunu ilk çağında bilmeyişi ve sonra da
etti? Çok çalıştığınızı ve kendi icadınız desordre kötü itiyat fazla huylandıktan sonra tekrar temiz
ve megligonce unuzdan doğan vakitsizliğiniz ve doğru yola gelemeyişi de bir sebeptir.
sebebi ile yazamadığınızı düşünerek mütesel- Ergon: Herkese tatlı dilli güler yüzlü olmak
li oluyorum ve hayrınıza dua ediyorum. Ergon ve hiçbir ferdin yanlış ve hatasını ne yüzüne
dikkat ede ede uğraşa uğraşa çok kibar yemek karşı ve ne de gıyabında tenkid etmemek, vesile
yiyorum. Beğenilecek kadar. Yemekler bazı dere- i istihza yapmamak ve hiç kimseden ve special-
ce soingeusement hareketin hemen insana bir lement zaman ahval ve hâdisâtından şikâyetçi
kabul hazırladığını zevkle tattım. Ergon oğlum. olmamak. Başarılar ve hayatta herkes tarafın-
Hiçbir şeyi hiçbir kimseyi olduğu gibi ve çırıl- dan beğenilmenin ve muvaffakiyetler sarayının
çıplak söylememeye çalışıyorum. Ona da çok maymuncuğudur. Hayır hayır yanlış söyledim
geç de kalmış olsam muvaffak olacağım. Hayat yanılmaz ve şaşmaz bir anahtarıdır.
dâimi bir çalışma ve kendi kendimizi yetiştirmek Her gün akşam ve sabah kendi nefsini mura-
istikbal şeraitine hazırlamak değil mi? kabe etme gibi iyi bir huy edindin ve öğrendiğin
Ergon, inşallah yazın görüşürüz. Bir sürpriz bildiğin faydalı bu işlerden hangilerini tatbik
karşısında kalacaksın. Ben hayata böyle bağlı- ettin. İşte ne gibi güzel bir tutum kazandıran
yım ve hepsi de sizin için yavrum. adamlık yolunda bir adım attığını say.
Hangi dersleri Fransızca kitaplarından takip En güzel ahlak ve âdet genellikle öğrenilir.
edebiliyorsun. Aman şu gençlikte kibarlık, temizlik şıklık, çalış-
Ben hiç olmazsa iki üç gazete okuyorum. kanlıkla natürel huyların olsun.
Sana gazete göndermiyorum ki dersler için lâ- Talebenin şıklığı temizlik ve sadelik ve kati-
zım olan âzâde ve âsude gönlün gündelik çirkin, yen dağınık ve savruk olmamaktır.
üzücü zâbıta haberleri veya siyasi karışık, bo- Genç Ergun, Sivas Lisesi’nde okurken ağır bir
zuk fikirlerle tozlanıp paslanmasın oğlum. Onun tifo geçirerek uzun müddet okuldan uzak kalır
için orada da ders kitaplarından başka gazete, ve bu durum ruh hâline tesir ederek derslerini
roman yanına yanaştırmayasın oğlum. epey sıkıntılı bir duruma sokar. Bunun üzerine
Bu satırlar Fransızca kelimelerin orijinal hâ- babası onu son sınıfta Çorum Lisesi’ne gönde-
liyle en çok kullanılanlarından biri olup hemen rir. Önceleri biraz bocalasa da burada kendine
bütün mektuplarda dikkati çeken bir başka hu- gelerek derslerini toparlar ve mezun olur. Aşa-
sus da babanın oğlunu bir yetişkin olarak ka- ğıdaki mektup babama o bocalama döneminde
bul edip “siz” diyerek hitap etmesidir. Sadece kafasına vururcasına tesirli bir ifade ile yazılmış
bununla da kalmayıp kendi kendini murakabe- olduğu için dikkate değerdir.
sadece yalnız hayatta muvaffakiyet için muâsır Gece 10 a kadar da fakültenin ders salonunda
ahlak ve çok ciddi ve hakiki mânasıyla medeni ve çalışırsam belki dersleri yetiştirebilirim.
terbiyeli ve nazik bir insan olmak için Çorum’da- Seminere Prof Sulhi Dönmezer geliyor. Bu se-
sın. Annen ile gözlerinden öperiz Ergonumuz minerde 26 kişiyiz. Herkes 10-15 sayfa tutan bir
Çorum macerasından sonra liseden mezun olan vazife hazırlayıp müdafaa etmekle mükellef. Si-
Ergun, bu sefer de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fa- zin gönderdiğiniz vazifeyi Sulhi Bey de okumuş.
kültesi’ne yazılarak baba mesleğini tercih edecek- İyi dedi. Ben iyi bulmadığımı söyledim. Mehaz
tir. Babası orada da azami ilgi göstererek, hukuk göstererek yarın ben de genişleteceğim o mev-
kitapları hakkında malumat verir ve muntazam zuu. Fakülte bitinceye kadar üç devrin semi-
para gönderir. O yaşında içinin hâlâ ilim aşkıyla nerinden certificat almak lâzım. Fakülte bitin-
dolu olduğu ise şu satırlardan anlaşılmaktadır: ce de bir sene doktora kurlarına devam etmek.
Mektubumuza cevaben sen derslere zevk ve Ondan sonra doktora faslı. Ben de bilmediğim
neşe ile koyulduğunu yazıyordun. İnanırsın ki için bir senede üç dersi birden aldım. Mamafih
bugün eğer mümkün olsa ben yeniden fakül- bunlardan birisi müemmen, diğer ikisine de Al-
teye başlarım. Hem hangisine ilk önce hukuk lah Kerim. Şu vaziyette ders saatlerinin durumu
ve filozofi ikisi birlikte, ondan sonra sosyoloji şu. Her gün 9 dan 1 e kadar program, pazartesi
politik ve daha da var. Muhakkak olan bir şey 15.30, 16.30 ceza semineri. Sali 16-17 semineri,
varsa o da ilim olsa gerek. Allah kendi kitabında 18-19 lisan cours. Çarşamba 14-16 idare pratik
insanlara bağışladığı nimetlerin en kutsisi-ilim- (.....) Yani hiç boş günüm yok. Çalışmaya pek az
olarak tasrih ediyor. vaktim var. O da yollarda heba olup gidiyor. İs-
kelyestevillezine yaalemune vellezine lâ ya- tanbul tarafında olursam aradaki boş vakitler-
alemun= hiç bilenlerle bilmeyenler bir ve eşit den hemen aynı bina içinde kütüphaneden ders
olurlar mı? salonuna, ders salonundan okuma salonuna
Menarefe nefsih fekad arefe ralbeh hadisi geçmek suretiyle istifade edebilirim.
kutsidir= nefsini bilen Allahını muhakkak bilir. Ahmet Göze çok yaşlı olmamakla birlikte hayat
Şu hesapça psikoloji, fizyoloji, anatomi, bi- yorgunudur ve kalp hastalığından muzdariptir. Ev-
yolojide esas bilgi olduğunu da unutmayalım. latlarının tahsil hayatında da umduğunu bulama-
Derslere bilâtefrik ders ve müellif sımsıkı de- mıştır. Onun için son senelerinde dinlenmek üzere
vam. Seminerler şartı evvel. Bursa veya İstanbul’a giderek hem tıbbi muayene-
Genç hukuk talebesi Ergun da mektupların- sini yaptırmakta hem de huzur bulmaya çalışmak-
dan birinde babasına şöyle bilgi vermektedir: tadır. Fakat son mektuplarından birinde artık yaş-
lanmaktan olsa gerek iç huzurunu hiç bulamadığını
Muhterem Babam! 18.12.1951 üzüntüyle ifade etmektedir. Ama son zamanlarında
Bugün için de travaille ımın da bulunduğu kaleme aldığı bu mektuplardan, bütün evlatlarına
mektubunuz geldi. Ben de epeydir cebimde gez- hitaben yazdığı bence en önemlisi olup günümüz-
dirdiğim bir mektuba ancak bugün size gönde- de de geçerli prensip ve gerçekleri ihtiva etmekte-
rebilmiştim. dir. Fakat son kısımdaki âni bitişten dolayı yarım
1-İstanbul tarafına geçmek niyetim katiyete kalmış görünümü arzeden bu satırların, altmış sene
yaklaşıyor. Zira bugün seminerler de başlamış sonrasına eksik ulaşmış olabileceğini düşünüyorum.
bulunuyor. Artık burnum kanayana kadar çalış-
maya mecburum. Bu öyle yolda gelip giderken Evlatlarım, İzzettin, Vural, Sevim1, Ergon, Olcay2,
çalışma ile olacak iş değil. Sonra criminologie Gene mübarek Kurban Bayramı geliyor. He-
kütüphanesi, İdari İlimler Enstitüsü ve Fakülte piniz Allaha şükür yetişmiş olduğunuz için ve
Kütüphanesi’ne de zaman ayırmak zorundayım. ben bütün kazandığımı önünüze koyduğum için
size bayram hediyesi olarak bazı öğütler verir- evvel can sonra cânan. Hiçbir zaif tarafınız sır-
sem ömrünüzün sonuna kadar bu hediyelerden rınızı arkadaşa vermemek.
istifade edersiniz. 6. Hiç kimsenin hatta şeni bir câninin dahi
1. Hurâfesiz İslam dinini tutmak, dünya işi- aleyhinde veya vicahında bulunmamak.
nin dörtte üçüdür. İslamlıkta, harabâtilik, tem- 7. Size dokunmayan en kötü bir şeye bile ne
bellik, yeis, fütur, ümitsizlik, perişanlık, müsbet karışmak, ne kızmak, omuz silkip geçmek.
ilimlerin kabul etmediği şeylere kıymet vermek, 8. En mukaddes (vatan, din, milliyet, sancak)
tecrübenin hilâfına hayal ve evham ve kuruntu mefhumların usta parendebazlar hokkabazlar,
ve zan yapmak, israf etmek yoktur. mevki, ikbal, menfaat durağı olarak kullanıldı-
2. Allahın en büyük nimeti sağlıktır. Vücu- ğını ve hatta bu dâvâ ile ortaya çıkan muharrir-
dumuzun sağlığını bozan içkiler, bilumum mü- ler, edipler, şairler, siyasiler.
keyyifat, cigara, kahve vs aynı zamanda devam İmanlı bir Türk entelektüeli olan dedemi ta-
edilişine ve iptilasına göre şerefinizi ve içtimâi nımak, engin bilgisi ve muhabbetinden fayda-
haysiyetinizi kemirir yer bitirir. lanmak, kader gereği nasip olmasa da çok şükür
3. Az çok bir şey artırırsanız istikbaliniz mü- ki onu çok sık yâd eden babam ve güçlü kişili-
emmen olur. ğini, anlatan mektuplarıyla nefesini biraz olsun
4. Dost ahbap diye hiçbir ferde inanmayın. yanımda hissettiğim için şükrediyorum. Bu vesi-
Siz zengin kuvvetli itibarda oldukça dostlukları leyle, Sivas’ın yiğit evladı Ahmet Göze ve babam
vardır onun için daima siz zengin, bilgili, kuv- Ergun Göze’ye Allah’tan sonsuz rahmet dilerim.
vetli, kudretli olmaya çalışın.
5. Bugünkü dostlarınız ilerde belki ve hatta
1
Sevim Yeke. Dedem Ahmet Göze’nin erkek kardeşinin
kızı. Küçük yaşta yetim kaldıkları için dedemin himaye-
muhakkak rakibiniz değillerse düşmanlarınızdır. sinde büyümüşlerdir.
Ve bugünkü tanımadıklarınız ve sevmedikleriniz 2
Babamın 14- 15 yaşlarında kaybettiği, çok sevdiği küçük
yarınki tanışacağınız dostlardır. Ona göre en kız kardeşi. ❮
ON YEDİNCİ YÜZYILDA ŞEHRE GELEN YAKLAŞIK BU BİN KİŞİLİK TÜRK ESİR GRUBU NEREDEYSE
O ZAMANKİ MÜNİH NÜFUSUNUN YÜZDE ONUNU TEŞKİL EDİYORDU
“
M
ärkisch1 çamları ve Märkisch kumu… ondan geri kalmıyor ve biraz daha detay vererek
Üstünde soluk mavi gökyüzü. Koro o Bayram sabahını şu cümlelerle aktarıyor:
hâlinde cırcır böcekleri, rüzgârda “Brandenburg ormanlarının arkasından, kü-
sallanan buğday başakları, bahçelerden gelen çük caminin beyaz ve kırmızı çizgili duvarları ve
leylak kokuları… Ve Doğu’dan bir alay hâlinde minarenin parmak gibi sivri ucu parlıyordu. Bu
gelen Hindistan’ın koyu saçlı çocukları, kafa- yılın yas tutan annesi güneş, bir kez daha saf ve
sında kırmızı fesleriyle Türkler , ipek türbanlı merhametli gülümsemesini araziye yayıyor ve
Persler, Araplar, Tatarlar, Afganlar… Wunsdorf biz çam dalları arasında Asyanın mavi göğünü
istasyonundan kalkan ve eski hapishane kampı- hayal ediyorduk. Wundorf camisinin giriş kapı-
na doğru tozlu yollardan ilerleyen tren... Uzak- sı Arapça harflerle süslenmişti. Kapının önünde,
ta hedefi görüyoruz: Doğuluların minare olarak nadir konukların olduğu bir kalabalık toplanmış-
adlandırdığı ve inananların namaza çağrıldığı tı. Dünyanın dört bir yanından gelen çeşitli Müs-
kuleyi görüyoruz. Nihayet, içinde uzun oruç lümanlar; yosun yeşili üniformalı Türk subay-
döneminin bittiğini ifade eden bayramın kutla- ları, kafaları siyah kalpaklı İranlılar, koyu etekli
nacağı caminin yuvarlak hilaliyle birlikte kub- Tatarlar, zarif, bakımlı bir yüzün üstünde küçük
besini de görebiliyoruz.”2 Berlinli yazar Erdmann kepleriyle Bulgar ve Alman subayları… İnsanların
Graeser (1870-1937) Berlin yakınlarındaki Hal- gözleri ise geleceği haber verilen Türk sadrazamı
bmondlager (Yarımay) esir kampındaki bir bay- Talat Paşa’nın otomobili için tozlu şosedeydi. Bir
ram sabahını böyle tasvir ediyordu. Yine Alman süre sonra mahkûmların önünden geçerek kum-
şair ve yazar Armin T. Wegner de (1886-1978) ları güneşte parıldayan, pencereleri renkli çiçek-
Bu ikili temasların ardından yaklaşık 300 pa’da yaşayan Müslümanlar için maalesef göç-
yıl sonra Batılılar 1096 da başlayıp 1270’e ka- lerin, esaretlerin ve ölümlerin hüküm süreceği,
dar sürecek Haçlı seferlerini düzenleyecek ve ilk Ali ve Fatma isminin artık Heinrich ve Susanna
Müslüman esirler Avrupa’ya getirilecektir. olacağı, kayıpların ve acıların yaşanacağı uzun
Bu savaşlar neticesinde birçok Müslüman ka- bir döneme girilecektir.
dın ve erkek esir olarak Avrupaya getirilmiştir. İkinci Viyana kuşatmasının ardından artık
Bu insanların akıbetleri hakkında maalesef gü- tarihin akışı değişmiş Türklerin Avrupa içlerin-
nümüze kadar ulaşmış yeterli bilgi yoktur. An- den yavaş yavaş çekilmesine sebep olan süreç
cak, bazı Müslümanların Hristiyanlaştırıldıkları başlamıştır. Artık her yenilgi şehit ve esir; her
biliniyor. Bugün Almanya’nın güneyinde Bra- esir acı, gözyaşı ve fidye demekti. Bu süreç ço-
ckenheim kasabasındaki Johannis Kilisesinde ğunlukla gurbet ellerde Hristiyanlaştırılmakla
bulunan Mezar Şapeli, Haçlı Seferlerinde esir sona eriyordu. 1683’te II. Viyana kuşatmasın-
alınarak 1305 yılında vaftiz edilen Selçuklu ko- dan sonra birçok Müslüman savaş esiri Münih
mutanı Selim Sadık Sultan’a ve ailesine aittir. şehrine getirilmiştir. Bunların akıbetini alman
Bu aile bugün şekerleme endüstrisinde ve başka yazar Engelbert şu satırlarla anlatıyor: “Bu
alanlarda da hâlen etkili bir konumdadır.7 esirler Münih şehrinde kanal yapımında, Prens-
Haçlı Seferlerinden sonra II. Viyana önce- liğe ait olan dokuma tezgâhlarında ve sarayın
si dönem, Osmanlı İmparatorluğunun o parlak tahtırevanlarını taşıma işlerinde çalıştırılmıştır.
ve galibiyetler dönemidir. Bu dönemi anlatan 17. yüzyılda şehre gelen yaklaşık bu bin kişi-
aşağıdaki Chadowieckis’in çizimine “Türk korku- lik Türk esir grubu neredeyse o zamanki Mü-
sundan alel acele imzalanan barış” notu düşül- nih nüfusunun yüzde onunu teşkil ediyordu.
müştür8. 19. yüzyılın sonunda, Münih ve çevresinde bu
esirlerin soyundan gelenlerin sayısı yaklaşık ya-
rım milyona ulaşmıştır. Bunların birçoğu geri
dön(e)mediler. Ancak önce kıyafetlerini değiş-
tirdiler, feslerini çıkardılar, diğer şehir sakinleri
gibi akşamları Gasthauslarda bira içmeye baş-
ladılar. Bu şekilde yavaş yavaş hayat tarzları da
değişti. Ayrıca bir kısmı da evlenme yoluyla
din değiştirip Hristiyan oldular ve bunlardan
geriye sadece isimleri kaldı. Kalan bu Türkçe
isimler de zamanla Alman söyleyişine bir şekil-
de uyduruldu ve günümüzde artık bunlardan
geriye çok fazla bir şey kalmamıştır.”9
Müslümanlara ait bir konuyu konuşmak için
gittiğim şehir idaresinde üst düzey bir görevde
çalışan birisi ile bizzat tanıştım. Soyadı Ali (Aly)
olan bu Alman, bana dedelerinin yüz yıllar önce
Almanya’ya getirilen esir Müslüman Türklerden
olduğunu ve Ali isminin de oradan geldiğini
söylemişti.
Tabi ki o zamanın şartları gereği bir mescit
Osmanlı o parlak günlerini ve galibiyetler açmak, din ve dil eğitimi gibi faaliyetleri sürdür-
dönemini geride bırakacak ve sonrasında Avru- mek söz konusu olamayacağından kaçınılmaz
FAHRİ KAYA BİR KONUŞMASINDA; “BU TOPRAKLARDA VARLIĞIMIZI KORUMAK İÇİN YAZIYORUM.” DEMİŞTİ.
YAZARIN ŞİİR VE HİKÂYELERİNE BAKTIĞIMIZDA, TÜRKÇE İLE DERTLENEN, TÜRKÇEYİ VARLIĞININ
TEK SEBEBİ OLARAK KABUL EDEN BİR İNSAN PORTRESİ GÖRMEKTEYİZ
Zaman gelir, yaşam kırıntılarından mezun olmuş, ardından önce İstanbul’da Tıp Fa-
Hikâye kurarız, şiir yazarız... kültesine kaydını yaptırmış, daha sonraları ede-
(Fahri Kaya) biyat fakültesine geçip ordan mezun olmuştur.
Mezun olduktan sonra ilk öğretmenlik deneyim-
alkanlar, birçok bastırılmış tarihin ve ölen lerini Türkiye’de; önce Üsküdar’da daha sonra
kalmış, İkinci Dünya savaşından sonra Kumano- şehrinde, Bulgar istilasından sonra eğitim Bul-
va’da açılan bir Türk okulun açılışını gerçekleş- garca devam etmiştir. Kaya da bu düzenden na-
tirmiş ve yöneticiliğini üstlenmiştir. Daha sonra- sibini almıştır. 1944 yılının sonlarına doğru öğ-
ları ailesiyle Üsküp’e taşınmıştır. renimine Makedonca devam etmiştir. 1946 yılın-
Mustafa Efendi, Üsküp’te öğretmenlere Türk da Üsküp’e taşınmalarıyla birlikte, baba mesleği
Dili dersleri vermiş, Türkçe eğitim yapan lise sı- olan öğretmenlik için pedagoji kursuna yazılır.
16 yaşında genç bir delikanlıyken, lise
üçe devam etmeye hazırlandığı dö-
nemde, Millî Eğitim Bakanlığı onu Ko-
çana’ya bağlı, özbeöz Türk köyü olan
Yakınova’ya öğretmen olarak atar.
Ancak tayin olduğu köyde okul olma-
dığı için köy halkının ve belediyenin
yardımıyla, köy camisindeki cemaatin
sohbet ettiği yeri okula dönüştürürler.
Bir aylık bir süre zafında Fahri Kaya
okulun hem öğretmeni hem de -ba-
basının da Kumoncada açılan ilk Türk
okulunda yaptığı gibi- yöneticisi olur.
Dört yıl bu köyde görev yaptıktan
sonra, öğrenimine devam etmek için
görevinden istifa eder. Yükseköğreni-
mi için Üsküp’teki filoloji fakültesine
kayıt yapar ancak dersler başlamadan
vazgeçer ve eğitimine Belgrad’daki Fi-
loloji Fakültesi’nin Şarkiyat Bölümün-
de devam eder.
1952-1953 yılları arasında, döne-
min Kültür ve Eğitim Bakanlığı’ndan
aldığı burs karşılığı olarak yaz döne-
Fahri Kaya eşiyle birlikte minde Makedonya Devlet Arşivi’nde
zorunlu olarak çalışır. Sıkıntılı başla-
nıflarında derslere girmiştir. Balkanlıların kaderi yan bu yaz aylarında yazar, arşivde eski Osman-
olan göç, Kaya ailesinde de kendini gösterir ve lı belgeleri uzmanı olan Fettah Rauf Efendi ile
aile Türkiye’ye göç eder. Bu tarihsel tanıklılar, tanışır. Ondan ilk başlarda sicillerdeki bazı me-
gelenek, köken yazar Fahri Kaya’ya miras ola- tinleri çözmeyi öğrenir. Daha da önemlisi Fettah
rak kalır. Sakini olduğu dille -siyasetin, kültü- Rauf Efendi’den şiire dair öğrendikleridir.
rün tam da içinde yaşamaya devam ettiğinden Belgrad’dan Üküp’e döndüğünde, Belgrad’da
dolayı-yeniden yazmaya, onu canlı tutmak için bulunduğu dönemde muhabir olarak yazılar
eserlerinde resmetmeye çalışmış, bir anlamda yazdığı Birlik gazetesine iş başvurusu yapar
babasının yolunda yürümeye devam etmiştir. ancak kabul edilmez. 1954 yılında Üsküp Rad-
Atatürkçü, gelenek ve göreneklerine bağlı yosu’nda işe başlar, çocuklara yönelik yayınlar
bir ailede yetişen Kaya, ilkokula gitmeden önce ve kültür yayınları hazırlar. İki yıl sonra Necati
sıbyan mektebine gitmiştir. Doğduğu Kumanova Zekeriya’nın yönettiği Sevinç dergisine geçer,
yaptığı kitapları Makedonya’daki dil, eğitim, Yazarın şiir ve hikâyelerine baktığımızda, Türkçe
edebiyat ve kültür nöbetine devam etmktedirler. ile dertlenen, Türkçeyi varlığının tek sebebi ola-
Şiir kitapları: Yürü Aydınlığa (1951), İlk rak kabul eden bir insan portresi görmekteyiz.
Adımlar (1952), Köyden Sesler (1985), Hoşçaka- Kaya’nın arşivde çalıştığı birkaç aylık dönemde
lın (1965), Çocuk Rüyaları (1991). tanıştığı Fettah Rauf Efendi’nin edebi kişliğin-
Hikâye kitapları: Güle Güle (1978), Küçük den etkilendiğini şiirlerinde, araştırma ve incele-
Hanımlar (1997), İkindi Güneşi (1998). melerinde görebiliyoruz. Fettah Rauf Efendi’nin
Antolojiler ve derlemeler: Sesler (şiir ve hikâ- “Vatan” şiirindeki vatan özleminin, bulunduğu-
yeler / 1952), Seçme Masal ve Hikâyeler (1955); muz toprakları vatan kabul etme derdinin, tarih
Grim Kardeşler – Kurul Sofram Kurul – Masallar bilincinin aynısını Fahri Kaya’nın 15 Kasım 2000
(1955), Makedonya Yazarlarından Seçme Çocuk tarihinde yayınladığı “Elbette Varız” şiirinde de
Hikâyeleri (1961), Tito (makaleler / 1978), Nazım görebiliyoruz.
Hikmet’ten Şiirler (1983), Gökkuşağı (Yugoslav- Rauf Efendi’nin;
ya Türk Yazarlarından Çocuk Hikâyeleri – 1985).
Fahri Kaya bu topraklardaki Türklerin, bir ara- Vatan bende garibtir, ben vatanda garibim.
da yaşadıkları öteki toplumlarla eşit olabilmele- Ruhen uzak kalmışım gerçi cismen karibim.
ri adına farklı çalışmalara imza atmıştır. Kaya, Ben içinde o bende zevkini ben sormadım.
sadece bizim Türkçe eserlerimizi Makedoncaya Eller aldı tadını böyle gurbet görmedim.
çevirmekle kalmamış, Makedonca şiir ve hikâ- şeklinde anlattığı vatan özlemini, Fahri Kaya, şi-
yeleri de Türkçeleştirmiştir. Bu çalışmalarla çok
irinde şu sözlerle dile getirilir:
kültürlü bir toplumda Türk varlığını korumayı
amaçlamıştır. Bu çalışmalar sayesinde Türk in- Yıllardır kafamda,
sanının öz benlik geliştirerek kendisiyle barışık Sonsuz değirmen türküsü gibi
olmasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca kültürel Dönüp dolaşıyor bir soru:
farkındalık sağlayarak, önyargıların kırılması- Var mıyız, var mıyız, var mıyız, diye.
na, ayrımcılıkların yapıldığı yerlerde bireylerin
bunlarla mücadele etme kabiliyeti kazanmasına “Türkçe ile var olma” meselesi, Osmanlı’dan
da yardımcı olmuştur. Kaya’nın başka dillerden sonra Balkanlarda kalan Türklerin millî şuurları-
Türkçeye ve Türkçeden Balkan dillerine yaptığı nı diri tutmasına vesile olmuştur. Bu “Türkçe ile
toplamda 12 eseri bulunmaktadır. var olma” tutumu aynı zamanda Türk nüfusun
Kaya’nın araştırmacı kimliğinden de bah- uğradığı kötü muamelelerin de sebebidir. Çün-
setmiştik. Seçme Yazılar (1994), Makedonya kü bir milletin tarihi ve kültürel varlığının bir
Türklerinden İz Bırakanlar (2008) ve Gün Bugün coğrafyada kök salmasının yegâne aracı dildir.
(2010) adlı eserleri onun araştırmacı yönünün Dil, her türlü zulme, aşağılanmaya, asimilasyon
ürünleridir. faaliyetine direnebilen bir varlık, bir sistemdir.
Hayatının büyük bir kısmını eğitime adayan
yazarın, Türkçe eğitimine olan hizmetleri de bü- Var olmak acı çekmek demekse
yük bir önem arzetmektedir. Kaya, eğitim konu- Tabii varız.
lu kitaplarıyla Makedonya Çocuk Edebiyatına Var olmak, özlem içinde
çok büyük katkılarda bulunmuştur. Yazar farklı Yaşamak demekse
sınıflara yönelik dokuz okuma kitabı yayınlamış Elbette varız
ve altı kitabın da lektörlüğünü yapmıştır. Var olmak daima savaşmak
Fahri Kaya bir konuşmasında; “Bu topraklar- Demekse,
da varlığımızı korumak için yazıyorum.” demişti. Gene varız.
HANDAN ACAR YILDIZ İLE YAZMAYA NASIL BAŞLADIĞINI
VE NASIL YAZAR OLDUĞUNU KONUŞTUK
O
kul hayatınızda nasıl bir öğrenciydiniz? te sosyal ortamlarla, iş dünyasının hiyerarşisiyle
Derslerle aranız nasıldı? aram iyi değildi. Edebiyat benim için özel olarak
Okul hayatımda çalışkan bir öğrenciy- ve bilhassa tercih ettiğim bir dünya oldu.
dim. Derslerime çalışıyordum. Kurallara uyuyor- ✓ Yazmaya ne zaman başladığınızı hatırlıyor
dum, okuldan filan da pek kaçmıyordum. Korku- musunuz?
yordum daha doğrusu. Bu kurallara uymak-uy- Yazmaya başladım, bıraktım, tekrar başladım.
mamak, kuralları sorgulamak kısmı bende daha Bırakıp başlama arasında on yıl gibi bir süreden söz
geç yaşlarda gelişti. Yani biraz ters oldu. Gençlik edebiliriz. Üniversite üçüncü sınıfta staj için gitti-
çağımda daha kurallara uyan, daha disiplinli bir ğim gazetenin istihbarat servisi dağılmıştı. Aslın-
insanken ilerleyen yaşlarda disiplininden bir şey da haber merkezinde muhabir olarak başlamıştım
kaybetmeyen, fakat kuralları daha fazla irdele- işe. Daha sonra kültür-sanat sayfasına geçmiştim.
yen, didikleyen bir insan hâline geldim. O yüzden Kültür-sanat sayfasında denemeler yazmaya baş-
kuralları sorgulama meselesinin salt gençlikle ladım. Bir iki denemem yayımlandı. Altında imzamı
değil, olgunlukla ilgili olduğunu düşünüyorum, gördüğüm ilk yazı bir kitap inceleme yazısıydı. Onu
kendi hayatımdan yola çıkarak. Teşekkür, takdir hiç unutmuyorum. Bir kitap tanıtımı üzerinden ilk
alan bir öğrenciydim. Öğretmenlerimi üzmeyen defa imzam göründü ama dört beş deneme de
bir öğrenciydim. İyi, ideal bir okul hayatım vardı. yazmışımdır, sayısını tam hatırlamıyorum. Ondan
Öyle üniversiteyi kazandık, devam etti o şekilde. sonra yazmak için erken olduğunu düşündüm. Za-
Hiçbir işte tutunamadığım için edebiyata tu- ten bir gazeteydi, günlük tüketilen bir yayın or-
tundum gibi bir açıklamam yok. Bununla birlik- ganı, çok kalıcı değil. Edebiyat dergileri gibi arşiv
nitelikli bir yayın organı değil. Orada “Sen çok ye- Demek ki yazmak aramakla ilgili bir fiil. Bulmakla
teneksizsin, bu işten vazgeç.” gibi bir tepkiyle kar- ilgili bir fiil değil. O günden beri de yeni şeyler bu-
şılaşmadım. Ama buna rağmen, kimseden olumsuz luyorum, yeni ayrıntılar keşfediyorum ama kapının
bir tepki almadığım hâlde yazmak için çok erken veya tabelanın üzerine kazıyabileceğim hayat da
olduğuna inandım. Daha sonra yazmadım ama şudur, insan da şudur şeklinde büyük sloganlarım
okumaya hep devam ettim. Okumaktan kastım yok. Bu mücadele, sorgulama hep kalem üzerin-
sadece kitap okumak değil. Üniversiteden mezun den devam ediyor. Yazmak bir nevi insanın kendi
olduktan sonraki iki üç senelik zaman zarfında ne kendine yaptığı yolculuk, kendi kendini deşmesi.
kadar kurs varsa hepsine gidiyordum. Resim kursu-
✓ O zaman o ilk dönemi bir kenara bırakırsak
na gidiyordum, Arapça kursuna gidiyordum, çılgın
ikinci dönem için şöyle bir şey söyleyebiliriz, ben
gibi kafamı nereye olursa vuruyordum. Böyle üç
bundan sonra yazar olacağım diyerek başladı-
dört yıl geçti. Bu süreçte vakıfların derslerine ka-
nız ikinci döneme ve bu şekilde çalıştınız.
tıldım. Hem felsefe hem tefsir dersine gidiyordum.
Oradaki taze bilgiler şu an birebir aklımda değil İkinci dönemi somutlaştıracak olursak 2008 yı-
ama nerede yeni bir şeyler öğrenebileceğim ortam lında Dergâh dergisinde ilk öyküm yayımlandığın-
varsa ona dâhil olmaya çalışıyordum. Üniversite- da yazmaya tekrar başladım diyebilirim. 1979 do-
den mezun olduktan sonra böyle diplomasız bir ğumluyum. Üniversite üçüncü sınıfta denemeler,
eğitim sürecinden bahsedebilirim. Yazmayı bırakıp kitap tanıtım yazılarıyla başlamıştım fakat ilk öy-
okumaya devam ettim. küm 2008 yılında Dergâh dergisinde yayımlandı.
Yazmaya ikinci kez başladığım dönemse otuzlu O ilk öyküm yayımlanmasaydı ben havaya
yaşlara yakın… Yirmili yaşların sonunda hayattan yazıyor olacaktım. Yazan öyle çok insan var ki,
ne istediğim, ne beklediğim, elli yaşıma gelip de ben kendi çevremde de tanıyorum günlük yazan
ardıma dönüp baktığımda geçmişimde ne görmek ya da bir defteri olup yazmaya devam edenleri.
istediğimle ilgili kendimi ciddi anlamda sorgu- Basılma anlamında Dergâh dergisinde yayımla-
ladığım; maddi anlamda kendimi sorguladığım, nan “Yokuş”a çok şey borçluyum. Bu bağlamda
manevi anlamda kendimi sorguladığım, mesleki Mustafa Kutlu’ya da çok şey borçluyum. Gerçek-
anlamda kendimi sorguladığım o kırılma döne- ten müteşekkir hissediyorum kendimi. Yayımla-
miyle tekrar yazmaya başlama dönemi örtüşüyor. nan ilk öykümüz bence yazmaya devam etme
açısından bizi cesaretlendirme konusunda çok “Haritada Bir Nokta” öyküsü neden hâlâ canımızı
önemli bir yere sahip. İlkokulda bizim dönemi- çok yakıyor? Zaten çok iyi metinler okuna oku-
mizde okumayı söken çocuğa bile kırmızı kur- na bizim algımızda sezgisel bir kapı da açılacak.
dele takılırdı. Teşvik etmek kültürümüzde vardır. Sezeceğiz iyi bir metni, tıpkı dergi editörlerinin
İnsanın doğasında da vardır. İnsan ne kadar ina- kendisine gelen iyi bir metni bir iki cümlesinden
nıyorsa inansın işlerinin sonucunu görmedikten sonra sezmesi gibi.
sonra o inancı sekteye uğrayacak, kırılacaktır. O
✓ Her yazarın bir yazarlık serüveni olduğu gibi
anlamda ilk öykü yolun devamını getirdi.
bir de okurluk serüveni var. Herkesin okuduğu
✓ Tam teşvik konusuna girmişken burada da ve etkilendiği isimler var. Sizde, yazarlığınızı et-
biraz durmak istiyorum açıkçası. Dergilere yazı kileyen isimler kimlerdir?
gönderen genç arkadaşlar oluyor. Onlar birebir
Etkilendiğim yazarlar demekten ziyade sevdi-
cümle cümle, paragraf paragraf bir geri dönüş
ğim yazarlar demeyi tercih ederim. En sevdiğim
bekliyorlar. Tabi dergiye gelen hikâyeler ve yazı-
yazarlar, edebiyat tarihine geçmiş ama daha “az”
lar çok fazla olduğu için birebir dönüş çok kolay
ünlü olan yazarlar. Mesela Dostoyevski’nin deha-
olmuyor. Bu noktada dergide bir yazının çıkıyor
olması genç bir yazar için teşvik sayılır herhâlde sını inkar edemem ama Platonov’u ondan daha
öyle değil mi? fazla seviyorum. Yazarları bazı kitaplarıyla seviyo-
rum. Faulkner’ı bütün kitaplarıyla değil, Döşeğim-
Teşvik sayılır. Bir de bu konuda genç yazarla- de Ölürken’i, Ses ve Öfke’si ile seviyorum. Ne yazsa
ra şöyle bir ipucu verebilirim: Bu işin içinde olan okurum diye bir şartlanmam yok kimse için. İşte
insanlar yazıyla çok hemhâl oldukları zaman artık tüm bu koca koca laflardan sonra bir itiraf gelsin:
dokusunu ve kimliğini tanıyorlar. Gelen metnin Kazancakis’le aynı köyde dünyaya gelmeyi çok is-
henüz ilk cümlesinden metnin tamamına dair terdim. Borchert’in dâhi olduğuna inanıyorum.
yüzde doksan bir kanaat oluşuyor. Tamam, sonu-
na kadar okumamış olabilir editör. Çünkü buna ✓ Okuma miktarınız en başından bugüne doğru
hiçbir editörün vakti yok. Yüzlerce yazı geliyor nasıl değişti?
ama en azından ilk paragrafta bir ışıltı görseydi Günde en azından yüz sayfa okumaya çalışı-
sonuna kadar giderdi. Çünkü hiç kimsenin size yorum. Altına düştüğümde moralim bozuluyor.
dair bir kastı olamaz, iyi bir yazarı, iyi bir met-
✓ Bunu düzenli bir şekilde yapıyorsunuz anla-
ni herkes sever. Yaptığı işlerden emin insanlar da
hiçbir zaman ardından gelecek gençlerden rahat- dığım kadarıyla.
sız olmazlar. Bu anlamda metni inceleyen insanın Elimden geldiğince. Hastalık olmadığı sürece,
onu örtbas etmek veya kenara koymak gibi bir dışarı çıkmadıysam -haftada bir iki gün yürü-
kastı olmaz. Yazdıklarımız yayımlanmıyorsa bizim yorum- günlük okuma programımı bozmamaya
kendimizde kaçırdığımız, göremediğimiz bir nok- çalışıyorum. Bir de pdf dosyalarından da kitap
ta vardır. Editörler açısından muhakkak bir sebebi okuyorum. Ekrandan daha hızlı okuyabiliyorum.
vardır. O zaman belki yayımlanan metinleri daha Böyle bir alışkanlığım da var.
dikkatli okuyabiliriz veya edebiyat tarihinde iyi
✓ Peki, yazma döneminde okuma miktarınız
kategorisine alınan eserleri inceleyebiliriz. Mesela
değişiyor mu? Diyelim ki roman yazmaya baş-
bizim bir öykümüz yayımlanmıyorsa açıp Sait Fa-
ladınız, o sıra her şey bırakıp romanla mı ilgile-
ik’in bir öyküsünü okuyabiliriz. Biz bu öyküyü elli
niyorsunuz?
yıl sonra da neden hâlâ çok sıcak bir şekilde oku-
yabiliyoruz? Bu kadar teknik imkân değişmişken, Roman ve öykünün yazış süreci ve şekli çok
doğa bu kadar değişmişken bize ne ifade ediyor? farklı. Öyküyü her zaman, her şekilde yazabiliyorum
biliyorum. İki üç akışı buluşturabiliyorum. Farklı takip etmeye devam ediyorum. Eğer hâlâ takip
mekânlarda ve zamanlarda biriktirdiğim dikkatler ediliyorsa demek ki bir anlamı olmalı. Edebiyat
varsa olgusal ve düşünsel bir benzerliğe karşılık dergileri Youtube şeklinde de çıkabilir. Fark et-
geldiklerinde bunları örtüştürebiliyorum. O zaman mez. Dönüşebilir ama dergicilik kültürünün kitap
da zaten kurmacaya dönüşmüş oluyor. Böyle olun- kültürü kadar eski olduğuna inanıyorum. Bu an-
ca gördüğünü gördüğün gibi değil de çoğaltarak lamda takip etmelerini tavsiye ediyorum.
anlatma imkânı doğuyor. Öncekilerin sonrakilerle
✓ İlk kitabınız Cam Koridor yayımlandığı zaman
birleşip daha geniş bir nitelik kazanması.
siz ne bekliyordunuz edebiyat kamusundan?
✓ Yazma anında düzeltmeler yapıyor musunuz? Beklentileriniz nasıl bir karşılık buldu?
Yoksa en sona mı bırakıyorsunuz?
Yayımlamaktan pişman olduğum bir kitap değil
Yazıp bitirdikten sonra, defalarca okurum. Cam Koridor. Ama kendi dilimi ve kimliğimi buldu-
Bir cümleyi düzelttikten sonra en başa dönerim. ğum kitap Ağır Boşluk. Kitap yayımlandığı zaman
Düzelttiğim cümleyi düzeltirken başka yeri boz- bir karşılığı olmuştu. Bu da bana cesaret verdi di-
muş olabilirim diye. Yazarken de okurken de bir ğer öyküleri yayımlama anlamında. Ağır Boşluk’la
dış göz olarak bakmaya çalışıyorum kendi met- ilgili aldığım yorumlar, benim tahminimden daha
nime ama bunu insan bilinci, duyuları ne kadar olumlu, beklediğimin de ötesindeydi.
başarır bilmiyorum.
✓ Yazarın ekonomik özgürlüğü hakkında ne dü-
✓ Şu sıralar üzerinde çalıştığınız bir şeyler var mı? şünüyorsunuz?
Çok uzun zamandır zihnimde şekillenen bir ro- Vallahi çok özgür olmalı. Çok özgür olmalı
man var. Arketiplerle antik nesneler bağlamında derken hayattan ne beklediğinize bağlı biraz da.
zihnimde bir roman taşıyorum. Tam şekillenmedi. Mesela siz ayda on iki bin lirayı kazanmayı ihtiyaç
Çok hevesliyim o konuda ama biraz da tedirginim. olarak görürseniz hiçbir zaman hiç kimse sizi eko-
Gerçi ben her kitapta tedirginim o ayrı ama ro- nomik özgürlüğünüze kavuşturamaz, zengin bir
manda biraz daha fazla tedirgin oluyorum öyküye aileden gelmiyorsanız tabii ki. İlle villada oturmayı,
nazaran. Bir de öykü kitabım var. Açık Unutulmuş iyi bir arabanızın olması veya boğaz manzaralı bir
Mikrofon üzerinden çok zaman geçmedi ama san- evde oturmanız gerektiğini düşünüyorsanız, eko-
ki bu sefer biraz arayı açarak yayımlayacağım gibi. nomik özgürlüğünüze kavuşmanız aileden gelen
İki seneden önce çıkmaz, bir sene zaten oldu. Ge- zenginliğiniz yoksa çok çok zor. Başkasına muhtaç
nelde iki seneden sonra yayımladım öykü kitapla- olmayacak kadar ekonomik özgürlüğünüz varsa ve
rımı ama bu sefer üç seneyi bulacak. Buna ihtiyaç ortalama hayat standartları sizin için gayet yeter-
duydum. Bu sefer arayı açmak istedim. liyse, günde otuz ya da yüz sayfa okuyabilmek için
vaktiniz olur herhâlde. Kendi kıstaslarınızı, kendi
✓ Peki, genç arkadaşlara nasıl bir tavsiye ver-
ortalamanızı kendiniz belirlersiniz. Kendi ekono-
mek istersiniz? Edebiyat dergilerini kovalamalı-
mik özgülüğünüzü de kendiniz belirleyip bu bağ-
lar mı yoksa kendi yollarını mı çizmeliler?
lamda çok özgür olmanız lazım. Her şeyden önce
Edebiyat dergilerini kovalamalılar, çünkü ede- zihnimizin özgür olması lazım.
biyatın nabzı yine dergilerde atıyor, öyle ya da
✓ Peki, yazmaktan kazandığınız ilk telifi hatır-
böyle. Hem tür anlamında hem de türe yönelik
lıyor musunuz?
değerlendirme ve eleştiri yazılarında en büyük
kaynakları edebiyat dergileri. Ben edebiyat der- Türkiye’de çok zor bir soru. Yazı olarak hatır-
gilerini takip ettim. İlk öyküm yayımlandığında lamıyorum ama kitap telifi olarak hatırlıyorum.
takip ediyordum. Altıncı kitabım yayımlandı yine Kitaplarımdan telif almıştım.
KLASİK ROMANLAR MUTLAKA Kİ ÇOCUKLARA, ÖZELLİKLE DE EĞİTİM ÇAĞINDAKİ OKUYUCULARA
MUHTEVALARINDAKİ DENEYİM VE TECRÜBELERİ SUNACAKTIR AMA ASIL OLAN BU ASIR ŞAHİDİ ROMANLARIN
BU OKUYUCULARA ONLARIN ANLAYABİLECEĞİ KIVAM VE DÜZEYDE VERİLMESİ GEREKMEKTEDİR
enel manasıyla, herhangi bir konu veya geliştirip zenginleştirmek ve terbiye etmektir.
Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “klasik” öğrenciye okutulabilir mi, okutulursa anlaşılır
sözcüğünün karşılığı olarak: İdeal bir güzellik mı? Tabi ki “her doğru; her yerde, her zaman
düşüncesinden kalkan, ölçü ve düzene dayanan söylenmez” sözünden yola çıkarak her klasik
üslûp, her zaman için beğenilen, örnek olacak romanın her yaş ve seviyede öğrenciye ya da
yetkinlikte bir eser ve eski Yunan, Roma ve XVII. okuyucuya tavsiye edilmeyeceği de tartışma
yüzyıl Fransız sanatıyla ilgili sanatçı veya eser götürmeyen bir gerçektir.
gibi anlatımlar bulunmaktadır. Latince köken- Italo Calvino, “Klasikleri Niçin Okumalı?”
li bu sözcüğü diğer anlamlarından sıyırıp, gü- eserinin aynı isimdeki bölümünde, klasiklerin
nümüzdeki kullanıldığı anlamıyla açıklayacak neden okunması ve okuyanların neler kazana-
olursak, “her zaman beğenilen, örnek olacak cağı konusunda çok çeşitlik ve güzel bilgileri or-
yetkinlikte yapıt” tanımlaması, bu sözcüğü daha taya koyarken, kendisine sorulan “Klasik nedir?”
net bir şekilde açıklamaktadır. Bu tasvirden yola sorusuna da: “Klasikler, genellikle, “okuyorum”
çıkarak, her sanat dalında bir klasik kavramı ol- yerine “yeniden okuyorum” ifadesini kullandı-
duğu düşünülürse, edebiyat özellikle de roman, ğımız kitaplardır.” cevabını vermiştir. Yani yeni-
bu klasik kavramının yıllardır konuşulup, tartı- den, tekrar tekrar okunan bu eserler, tabi ki her
şıldığı, üzerinde çokça yazılıp, çizildiği bir alan- insanın ve hatta aynı insanın her okuyuşunda
dır. Romanı diğer yazınsal türlerden ve sanat- farklı çıkarımlar elde etmesine sebep olmuşken,
lardan daha cazip bir hâle getiren nedir, tartış- öğreticilikleri ve içerilerinde bulunan hayat tec-
masına tabi ki bu çalışmada değinilmeyecektir; rübelerini sunduklarını göz ardı etmek imkân-
fakat klasik eserlerin varlığının okuyucuyu nasıl sızdır. (Klasikleri Niçin Okumalı?, YKY, İstanbul
etkilediği sorusu hâlâ tartışma konusu olan bir 2019, s. 12-25.)
olgudur. Genellikle yerli ve yabancı olarak ayrıma
Çetişli’nin bu ifadelerinde eğitimcinin edebi gidilen klasik eserlerde, yaşanan olaylardan çı-
metinden alması gerekenlerle, bunu öğrencile- karıma giden öğrenci bunu kendi hayatıyla
re nasıl yansıtması gerektiği anlatıyor. İlk ba- mutlaka bir yerde özdeşleştirecek ve bu nok-
kışta konuyla pek alakalı görünmese de burada tada romandan kendisine bir pay çıkaracaktır.
aracının aradan çıkarıldığında -ki aracı görevi- Özellikle yerli klasiklerin, yaşanılan toplumun
ni tam anlamıyla yerine getirmese bile eğitim kültürel özelliklerini okuyucuya sunması okuyu-
çağındaki kişiyi bu metne, esere yönlendirmesi cu-yazar bağını bir yerde pekiştirmiştir. En ba-
bile yeterlidir- öğrenci metin ile karşı karşıya sitinden çocuğun bu kitaplarda geçen şehirlere,
kalır. Bu bağlamda metinle yüzleşen kişi ki bu kişi isimlerine, ananelere daha yakın olması, her
metin alındığı kaynak klasik denilen, yani her ulusun kendi klasiğini eğitim çağındaki çocuğa
dönemde beğenilen, örnek alınacak bir eser daha önce vermesini gerektirmiştir. Örneğin, lise
ise, gerçek anlamda genç insanların ruhların- çağındaki bir çocuğa Victor Hugo’nun “Sefil-
daki güzellik, duygu ve duyarlılık ortaya çıka- ler” adlı romanı mı daha yakın ve samimi gelir,
bilir. Yani sonuçta bir eser durup durduk yerde yoksa Halit Ziya’nın “Aşk-ı Memnu” adlı romanı
klasik olmamıştır. Yıllarca değerini yitirmeden mı? Tabi burada bunu yaparken diğer milletlerin
ayakta kalabilen bir kitap, eğitimi çağındaki dünyaya mal olmuş asırlık çınar gibi ayakta ka-
bir kişiye düşünsel, duygusal ve yaşamsal an- lan romanlarını yabana atmaktan söz edilmiyor;
lamda birçok olgu ve yenilik getirebilir. Çünkü fakat kültürel bağın ve yaşanılan ortak payda-
bu kitaplar yaşadıkları her dönemin içerisinde nın bir getirisi olarak, Türk klasiklerinin bir Türk
nefes alarak, birer tecrübe kılavuzu hâline gel- çocuğuna ilk etapta, yani klasikleri sevmek, on-
mişlerdir. Yalnız bu noktada şöyle bir sıkıntı baş lardan çıkarımlara gitmek anlamında verilmesi
göstermektedir, acaba her klasik, her düzeyde daha uygun düşmektedir. Biraz önce de bahsinin
TOLKİEN SONRASI FANTASTİĞİN EN ÖNEMLİ ÖLÇÜTLERİNDEN BİRİ OLAN “YOL, YOLCULUK” KAVRAMLARI, “YOLDA
OLMAK, KERVANI YOLDA DÜZMEK, BİR NİHAYETE ULAŞMAK DEĞİL YOLDA YÜRÜMEYE DEVAM ETMEK” GİBİ
İLKELERLE SERPİLEN TASAVVUFUN ANLATILARI, KISSALARI VE MESELLERİYLE BARİZ ŞEKİLDE UYUŞMAKTADIR
antastik, köken itibariyle insanın var oluşu- bir evren teması itibarinde masalsı karakterle-
Daha da önemlisi Türk tasavvufuna ait evliya hakikatler çoktan yıkılmış olduğu için mi insan-
mesellerindeki olağanüstülük gerçek kabul edi- lar gerçekliği farklı yerde aramaktadır?
lirken, fantastik edebiyatın saçma olarak adde- Yazının en başında fantastik kelimesine kar-
dilmesidir. İşin ilginç yönü mühim bir bağlantı şılık olarak sunulan “gerçekdışı, gerçeklikten
olarak Tolkien sonrası fantastiğin en önemli öl- uzak” tanımına bir şerh koymuştum. W.B. Ye-
çütlerinden biri olan “yol, yolculuk” kavramları, ats’in nihayetinde karşılaşacağımız gerçekliğin
“yolda olmak, kervanı yolda düzmek, bir nihaye- “belirsizliğimizin ortasında haykırıp duracağı-
te ulaşmak değil yolda yürümeye devam etmek” mız”9 olduğunu söylemesinde, fantastik edebi-
gibi ilkelerle serpilen tasavvufun anlatıları, kıs- yatın en önemli kıstası olan “belirsizliğin” bu-
saları ve meselleriyle bariz şekilde uyuşmaktadır. lunması bir tesadüf olmamalıdır. Fantastik ke-
Hakeza “varılacak sona değil yola odaklanmak” limesinin tam karşılığı “dış gerçeklik” olmalıdır.
şiarının tasavvufi algısı, fantastik edebiyatın Yazarının ve okurunun bu dış gerçekliği aradığı
“belirsizliği” ile de örtüşmektedir. yer belirsizliğimizin ta kendisidir.
Edebi bir değerlendirmenin ortasında işi Ezcümle şöyle de söylenebilir; insanlığa ger-
uhrevi veya dini bir noktaya sokmak için bu çeklik diye yutturulmaya çalışılan bu âlemden
benzerlikten dem vurmuyorum. Aksine fantas- kaçmak için kendini fantastik edebiyata teslim
tiğin hâkim olduğu alanın iki yüz yıllık edebi bir eden yazarlar ve okurların kaçışı bir arayıştır.
mesele değil, insan arayışının temeli olduğunu Savaşmaktan korkmasalar da mücadele etmeye
ispat için önemli bir bağlantı olduğu için vurgu- değer görmedikleri bir çağda, eylemlerinin kaçış
lanması gerektiği inancındayım. Wolfgang Iser’e olarak adlandırılmasını umursamıyor, bunu son
göre metinde yazar her şeyi söyleyemez ve ister çare olarak görüyor olabilirler. Algı ve doğru ta-
istemez birtakım yerlerin doldurulması okura nımaz, her şeyin alt-üst, herkesin iyi-kötü oldu-
düşer. Yazarın okura bıraktığı bu boşluklara “boş ğu, şeffaflaşanların transparanlıktan öteye ge-
alan” ya da “belirsizlikler” denir8. İşte fantas- çemediği, “gerçek budur” diyemedikleri bir çağ
tik edebiyat yazarı ile okurunun buluştuğu bu için savaşma azimleri kalmamış olabilir.
belirsizlik, onların birlikte kaçtıkları bir noktayı Fantastik edebiyat gerçekten yapay olana
değil, birlikte bulmaya çıktıkları bir arayışı sem- değil, başka ve arayışı bitmeyebilecek bir dış
bolize ediyor olabilir. gerçekliğe kaçış yoludur. Çok uzun süredir farklı
Eleştirmenlere çocuksu bir kaçışı anımsatan
bir algıda gerçeği aradığı ve belki de bulmaya
şey, aslında kendi çıkmadıkları bu arayış yolcu-
en yakın olan tür olduğu üzerinde ise kuvvetle
luğuna duydukları gıptanın getirdiği öfke de
düşünülmeyi hak etmektedir.
olabilir. Gerçek denildiği zaman mangalda kül
bırakmayan eleştirmenlerin ve yazarların, üze- 1
Tzvetan Todorov – Fantastik, Edebi Türe Yapısal Bir
rinde mutlak olarak buluştuğu bir gerçek, bir Yaklaşım, Metis Yayınları, 2012 2. Baskı, Sf. 31.
hakikat tanımı dahi yoktur. Fantastik edebiyat- 2
Aydın Ertekin - Fantastik Yazın Nedir? Atatürk
la sıkı bağları olan postmodern edebiyat bugün Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2007 Cilt:
9, Sayı 1, Sf. 35, 36.
hakikatlerin yıkıldığı ve ardında arayışımıza 3
Aydın Ertekin – a.g.e. Sf. 36.
devam ettiğimiz post-truth çağından dem vur- 4
Jean-Luc Steinmetz – Fantastik Edebiyat, Dost Yayınları
maktadır. Ankara, 2006, Sf. 17.
Baudrillard’ın simülakrları, aslında gerçeğin 5
Jean-Luc Steinmetz – a.g.e. Sf. 134.
simüle edilmiş hâlinin dahi simüle edilmiş sürü-
6
Jean-Luc Steinmetz – a.g.e. Sf. 13.
7
Jean-Luc Steinmetz – a.g.e. Sf. 10.
mündeymişiz gibi hissettiren o dokusu, sadece 8
Berna Moran - Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim
yeni keşfettiğimiz için şimdi var olmuş bir şey mi Yayınları, 28. Baskı 2018, Sf. 242
sanılmaktadır? Yoksa yüzlerce yıl öncesinde bu 9
Richard Ellmann - Dört Dublinli, Alfa Kitap, 2016 Sf. 70. ❮
“HAYIR!” DEDİ BİR YANIM, UMURSAMADIM – NEREDEN BAKARSAM BAKAYIM BU BİR KAÇIŞTI-
DİĞER YANIM BU SORGULAMADAN DAHA BÜYÜK DERTLERİM OLDUĞUNU
ANIMSATTI BANA. ZİRA BUGÜN YARINDAYIM
-Hoş geldiniz hanımefendi, dedi, herifin yü- denedim. Elektrik de kesilmişti. Koridordan
zünde pislik bir gülüş belirdi. salona doğru bir hışım gittim. Masamın başı-
Topuklu ayakkabı giyen kadın: na çöktüm. Posta kutusundan aldığım zarfları
inceledim. Dava dosyası: tazminatsız işten çı-
-Hoş bulduk, iki yüz gram Antep fıstığı, iki
kış… İcaralar: ertelenmiş borçlar… Abonelikler:
yüz gram badem, yüz gram kaju yüz gram da
okunmamış dergiler…
fındık alabilir miyim? dedi.
Bir aydır ertelediğim şeyler arasında en
Kır saçlı, pis gülüşlü tezgâhtar:
başta yaşamak gelir. Hâlbuki ne bileyim… De-
-Tekrar hoş geldiniz hanımefendi, dedi . neyimlenemeyen, yalnızca sezilen; yaşanama-
Sinirim bozuldu, keyfim kaçtı. Keyfim hep yan olsa olsa yaklaşılan bir şeydi onu sevmek.
kaçar, keyfim kaçmayı mütemadiyen ertele- Ne oldu da içine düştüm, bu yassı karaltının.
mez. Hızlı adımlarla sahile indim. Bir bank Böyle anlarda hep kaçacak bir delik ararım.
buldum. Bank boştu, o yoktu. Hep bankın sağ Yine aradım; kaçtığım yerde eski, hazin bir
köşesine ilişirdim, yalnızlığın suçu bankın tam kaybediş öyküsü kucak açtı bana. Tedirgin de-
ortasına oturdum. Bu banka onunla her otu- ğilim, kaçtım bu histen kucaklayamadım onu.
ruşumuzda yüzüm aydınlanırdı. Bu kez içim- Bugünün işini yarına bırakma klişesinin etek-
de bir fenalık olacağı hissi çalkalandı durdu. lerine sarıldım. Hüzünle karışık sinsi bir mah-
Geceleri teğet geçen, gündüzün tam ortasında cubiyet duydum. O öleli- o bir kadın adı bu
günümü lime lime eden bir karabasan çöktü bahiste önemsiz- zaman benden ben zaman-
sanki içime, ruhum daraldı. Keyfim kaçmıştı dan gideli tam bir ay olmuş.
bir kere, keyfim geri gelsin diye kese kâğıdı- Dökme suyla tıraş oldum, kravatımı taktım.
nı açtım usulca, ağzıma birkaç leblebi attım. Ona gitmeliyim- henüz mezar taşı bile yoktur
Üstümden kıçını tutamayan ablak bir martı anımsadım- toprakla konuşmak pahasına ona
geçti, üstüm pislendi. Eve dönmeliyim dedim gitmeliyim. Köşedeki kuruyemişçiye bitişik bir
içimden, kahrolası bir gün. Neden çıktım ki dı- çiçekçi vardı. Cepte para... Köşedeki apartma-
şarı. Eve dönerken kendime de kızdım. O yok, nın önündeki gülleri gördüm. Etrafı süzdüm,
olmayacak, gelmeyecek. Gelemez! Yerleşmiş kocakarılarla münakaşa pahasına kopardım on-
tüm olağanlığa kafa tutan, hiçbir şeye boyun lardan. Güller solgundu, günler solgun. Tam bir
eğmen ben, bir kuş pisliğinden kaçıyordum. Ya ay dile kolay. İskeleye yetişip karşıya geçecektim.
da onun yokluğundan… Bu sefer ertelemedim, vapura yetişmek için koş-
“Hayır!” dedi bir yanım, umursamadım – maya başladım.
nereden bakarsam bakayım bu bir kaçıştı- di- Delirmek üzereyim, belki de delirdim. Aya-
ğer yanım bu sorgulamadan daha büyük dert- ğım kaydı yere düştüm. Boylu boyunca uzan-
lerim olduğunu anımsattı bana. Zira bugün dım yere ağzımdan bir şeyler aktı. Belki söz-
yarındayım. cük, belki kan; bilmiyorum. Hani dün hıçkı-
Eve döndüm. Posta kutusunda birkaç ih- rarak ağlamak gelmişti içimden, durmaksızın
barname… Geleli günler olmuş. İçeri girdim, hiddetlenmiş, vahşileşecek gibi olmuş yine de
yıkanmak iyi gelir her yanım kuş pisliği. Mus- kendimi tutmuştum. Yere yüzükoyun uzanın-
luğu açtım; tuhaf sesler geldi. Cılız, sarıya ça- ca tutmadım kendimi, ağladım. Keyfim, kaçık.
lan serçe parmağı kıvamında bir su aktı; çok Aklım kaçık. Kalbim gitti benden, aklım bari
geçmeden durdu. Az evvel okumaya tenezzül gelsin başıma. “Gelmez!” dedi içimden bir ses,
etmediğim ihbarnamelerin sebebini anladım. “Giden hiçbir şey geri gelmez. Öğren, alış yaşa.
Gündüzdü, denemek için lambayı yakmayı Çünkü bugün, bugündesin…” ❮
bir kısmı Osmanlı devletinin bir me- sıra kitaba değer katan şeylerden biri
muru olarak geçen birinin adı.” Tez- de yazarın üslubudur. Dr. Harun Tun-
de çok daha fazlasını bulduğum, dün cer’in akademik tezlerin okuru boğan
gibi aklımda. Başka akademik bir tezi soğuk üslubu ile arasına belirgin bir
bu kadar hevesle ve akıcı bir şekilde set çektiğini ifade etmeliyim. Ayrı-
okuduğumu hatırlamıyorum. ca sadece hayatını aktarmak yerine
İşte o gün okuduğum bu tez, yazar sesiyle aralara girip okuru ile
geçtiğimiz şubat ayında Rumuz Ya- samimi bir ilişki kurarak Redhouse’ı
yınları etiketi ile kitap hâline geldi. birçok boyutu ile yansıtmayı başar-
Yazar, James William Redhouse adı- dığını görüyoruz. Böylece İhanetle
na bir de üst başlık eklemiş: İhanetle Sadakat Arasında James William Re-
Sadakat Arasında. dhouse’ın, akademik dünyanın haya-
Dr. Harun Tuncer, girişte de be- tı-sanatı-eserleri üçgenine saplanmış
lirttiği gibi şimdiye kadar Redhouse biyografilerinden kolayca sıyrıldığını
hakkında bildiklerimizi borçlu ol- söyleyebiliriz.
duğumuz Amerikalı akademisyen James William Redhouse’un ha-
Ekler kısmı hariç üç bölümden
Carter V. Findley’in eserinin üzerine yatını daha yakından öğrenmek is-
oluşan kitapta önce James Redhou-
akademik olarak katkıda bulunmakla teyenler için kitaptan bazı başlıklar:
se’ın hayatı, sonra şahsiyeti ve en
kalmıyor, Türkiye’de bu alanda yapıl- “İstanbul’a Kaçış, Redhouse Tercü-
sonunda da ardında bıraktığı eser-
mış kısıtlı çalışmaları derleyip topar- me Odasına Naklediliyor, Redhou-
ler yer alıyor. Sonuç bölümünde ise
layarak eksiklerini ve yanlışlıkları da se Sadrazamın Emrinde, Redhouse
Redhouse hakkında bilinenleri alt
ortaya koyuyor. Müslüman Oldu mu?, Bir Eyüp Sul-
alta koyarak nihai manzarayı ortaya
tan İmamı Gibi, Redhouse’ın Mek-
koyuluyor.
tupları…”
İstanbul’a bir gemi miçosu ola-
rak geldiği tahmin edilen James Dr. Harun TUNCER, İhanetle Sadakat
William Redhouse, İngiltere’de al- Arasında James William Redhouse,
dığı haritacılık ve teknik ressamlık Rumuz Yayınları, 2020, 176 s.
eğitimi sayesinde o zamanlar mo- Erhan Genç
dernleşme çabası içinde olan mü-
hendishanede kendine yer buluyor. GERÇEĞİN ORTASINDA
Birçok yabancı mühendisin bulun-
duğu bu kurumda yabancı dile olan Sema Karabıyık’ın altıncı romanı
yatkınlığı sayesinde ön plana çıkı- Gerçeğin Ortasında, yayın hayatına
yor. Girdiği her kapıda bir boşluğu yakın zamanda başlayan Kitapyur-
dolduran Redhouse’ın biraz da şan- du Doğrudan Yayıncılık’tan çıkan ilk
sının yaver gittiğini söyleyebiliriz. eserlerden biri.
Kaptan-ı derya tercümanlığına ka- Roman, romanın yazılma süreci-
dar yükseliyor. Bazı uluslararası ant- ne dair kurgusal bir anlatıyla karşılı-
laşmalarda çevirmen olarak yer alı- yor okurunu. Romanın anlatıcısı olan
yor. Bulunduğu yerlerin kritik olma- Gazel Mercan, yazara bir USB içinde
bolik anlatım okurda kalıcı bir etki dünyasına dair izler görmek müm- düşünür. Düşünmekten ziyade hisse-
bırakmayı başarıyor. “Paltosu Mavi kün. Kitaba da ismini veren “Çocuk- der. Bu nedenlerle ilk kitap hem ha-
Kadın” isimli öyküsüne ise insanları ça Bir Direniş” öyküsünde ise biz- zırlığı hem okurla buluştuğu dönem
sınıflandırarak başlıyor yazar. Etki- leri yoksullukla mücadele eden bir itibariyle yazarı için heyecanlı ol-
leyici bir anne-çocuk hikayesinin semtin sokaklarına götüren yazar duğu kadar sancılı bir süreçtir. Okur
işlendiği öykünün okurun yüreğine oradaki insanların acı gerçeklerini için de (tabii burada ‘nitelikli’ okuru
işlerken, kitabın geri kalanındaki etkileyici bir kurgu ve anlatımla ka- kastediyorum) “yeni” bir yazarın “ilk”
karakterlerin ne şekilde okurun kar- leme almış. Yoksulluğun pençesinde kitabı, yeni tanışılan bir insan gibidir.
şısına çıkacağının da ipuçlarını ve- ezilen çocukların çaresizliklerini, Hayatımıza yeni bir insanı –burada
riyor. Toplumsal sorunlara korkma- çabalarını ve hayatla mücadelele- bir eseri- alacağımız için heyecanlı
dan değindiğini söylediğimiz yaza- rini anlatır, kadınların dünyasına ama bir o kadar da mesafeliyizdir.
rın bu konudaki öykülerinden birisi dokunur ve kadınların yaşadığı zor- Hakkında iyi şeyler duymuşsak bek-
de işlediği bir mülteci hikayesiyle lukları işler. Kitabın geneline hâkim lentimiz yüksek, birden karşımıza
“Yayın Balığı” öyküsü. Mültecilerin olan toplumsal ve insani sorunlara çıktıysa düşüktür. Tanıştığımız insanı
yaşadıkları zorlukları açlık sorunu- eğilmenin verdiği sorumluluğunu şöyle başından ayağına süzdüğümüz
nu merkeze alarak anlatır. Anne ve fazlasıyla yerine getirir. gibi, elimize aldığımız bir ilk kitabı
çocuğun çaresizliğini aktarmadaki Hâle Sert kimi kez somut, kimi da evirir, çevirir, içinde edebi yolcu-
başarısı ile dikkat çeker. İmgesel kez imgesel, kimi kez de metafor- luğa çıkmadan önce nasıl bir yolla
anlatımlara örnek bir diğer öykü lara yaslanan diliyle incelikli, kalbe karşı karşıya olduğumuzu kestirmeye
de “Kimlerdensin?” isimli öyküdür. dokunan öyküler anlatıyor. Bizi gö- çalışırız. Bazı insanlar böyle eserleri
Rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği öy- zümüzün önünde duran acı hikaye- kendileri keşfetmekten büyük haz
küde ayaklarını kaybetmiş kahra- lerle ve bu hikayelerin mağdurları alırken bazıları da hakkında yazılan-
manın yüreklere dokunan hikayesi olan karakterlerle baş başa bırakı- ları ve söylenenleri de merak eder,
kurgulanmış bir savaş ortamında yor, yüzleşmemizi sağlıyor. Gerçek- beklenti çıtasının yerini ona göre
rüya atmosferinde aktarılmış. So- leri tek tek vuruyor yüzümüze, hem belirler.
yut anlatımın gücünü her satırında de izleri kolay kolay silinmeyecek Bu girizgâhı, içeriğiyle ilgili bil-
hissettiren öykü insani duyguların şekilde… gi sahibi olmadan okuduğum, çok
aktarılması yönüyle de gayet etkile- nitelikli bulduğum gibi yazarın son-
yicidir. Tasvir yeteneğine değindiği- Hale SERT, Çocukça Bir Direniş, Hece raki eserleri için bende merak ve
miz yazarın bu konuda dikkat çeken Yayınları, 2019, 102 s. beklentiye neden olan bir “ilk” ki-
Uygar Atasoy tap için yaptım: Parmak Hesabıyla
öykülerinden birisi de “Gölge” isimli
İki Kişi. On öyküden oluşan kitabın
öyküdür. Etkili bir şekilde tasvir
PARMAK HESABIYLA İKİ KİŞİ yazarı Ahmet Balcı, henüz otuzuna
edilmiş olan korku ve gölge me-
varmadan çok yol almış “mektepli”
taforu işlenmiş öyküde çocukların
İlk kitaplar yazarı için her za- bir edip. İstanbul Üniversitesi Türk
man zordur. Özellikle edebiyat de- Dili ve Edebiyatı’nı bitirmiş, ardından
nen büyülü dünyanın hem okuru Kazan’da, Tolstoy Dilbilim Enstitü-
olarak yoğrulmuş, hem de eğitimini sü’nde Tatarca üzerine yüksek lisans
almış, kendini bildi bileli edebiyatla yapmış. Çeşitli dergilerde birçok öykü
haşır neşir bir hayat süren yazarlar ve denemesi yayınlanmış. Kendisiyle
için daha da zordur. Yayınlayaca- bu konuyu konuşmamama rağmen
ğı kitap bir öykü kitabıysa, o güne eminim ki, bu kitaptaki on öyküyü
değin yazdıklarından hangisini seç- belirlerken, onları sıralarken, hangi
meli, hangilerini başka bir zamana öykünün adını kapağa taşımalıyım
ertelemeli, seçilen hikâyeleri nasıl bir diye düşünürken uykusuz geceler
sırayla kitaba yerleştirmeli… Bunla- geçirmiştir.
rın her biri insanın ömründen ömür Çolpan Kitap’tan yayınlanan
alan zor süreçlerdir. Bütün hikâyeler kitabın arka kapağındaki tanıtım
tek tek gözden geçirilir, içe sinmeyen yazısında yazarın öyküleri “denge”
bir cümle için bile bazen saatler har- sözcüğüyle betimlenmiş. Buna ka-
canır. Yazar bu ilk kitabıyla yeni bir tılmakla birlikte ben yazarın yazar-
yola girdiğini ve bundan sonraki yol- ken dengeyi özellikle gözetmediğini,
culuğunun nasıl geçeceğini de büyük doğal, içten ve dolaysız anlatımının
oranda bu “ilk” eserin belirleyeceğini okura bu hissi verdiğini düşünüyo-
merak etsek. Hamburgerlerin yanına asansörün üzerinde. Ancak kimsenin
alıp yemediğimiz patatesleri, kilo bunu önemsediği yoktur ve herkes
yapar diye korkup içini yiyip bırak- yiyebileceğinden fazlasını yemeye
tığımız ekmekleri, fazla fazla alıp çalışıyordur. Bazılarının vahşileşti-
dolapta çürüttüğümüz yiyecekleri ğini, yiyemediklerini yaladıklarını ve
toplayınca yıllık kaç ton yemeğin hatta üzerlerine tükürdüklerini gö-
israf edildiğine baksak. Var ile yoku rürüz. Üst katta olmanın verdiği gü-
kıyasladıktan sonra insanın günlük ven ve kibirle alttakini düşünmeyen
kaç gram yemekle yaşayabileceğini hatta aşağılayanlarla dolu hücreler
ve israf edilenlerle kaç insanın haya- dünyadaki serveti adilce paylaşma-
tının kurtulabileceğini hesap etsek. yan günümüz dünyasına getirilen bir
Yapabilsek tüm bunları öyle bir defa eleştiridir. Çoğu zaman alt kattakile-
da değil, tezini bitirmeye çalışan öğ- re yiyecek hiçbir şey kalmaz. Hâlbuki
renci yüzeyselliğiyle de değil; kendi- somut bir gerçek var ortada: kimse-
mize dert etsek bu hesap cetvelini. belirledikleri sadece tek bir şey ala- nin hücresi sabit değil. Bugün birinci
O zaman karşımıza çıkacak veriler biliyorlar. Kişi, dışarıdayken yedikleri, katta olanların bir ay sonra en altta
can sıkıcı hatta can yakıcı olacaktır. yaptıkları ya da hayır diyebildikleri olma ihtimali var. Yani yarın belirsiz,
Günlük yirmi beş bine yakın insan olarak tanımlanırken, burada yanın- bugün çatlayacak kadar yiyebilirsin
açlıktan ölürken, yıllık bir buçuk da getirdikleriyle tanımlanıyor. Bu- ancak yarın çıldıracak derecede aç
milyar ton civarında besin israf edi- raya en sevdiği oyuncakla gelen de kalma durumu seni bekliyor.
liyor. Bir kişinin iki-iki buçuk kilo var, reklamlarda methiyeler düzülen Aylardır içinde olanlar bile bu-
yemekle günü geçireceğini düşü- son teknoloji ürünü bir bıçakla gelen ranın kaç kat olduğunu bilmiyordur.
nürsek basit bir bölme işlemiyle kaç de. Ancak biri kitapla geliyor. Kitap En büyük tehlike en iyi ihtimalle bir
insanın hayatını kurtarabileceğimizi Miguel de Cervantes Saavedra’nın ay sürecek olan açlıktır. Garip olanı
buluruz. Ya da umursamazlığımızın ölümsüz eseri Don Quijote. Yanında aç kalan insanların kurulu düzeni
kaç insanın hayatına mal olduğunu kitap getiren kişi Goreng ve çoğunlu- değiştirmeye çalışmaması ve bunu
anlayabiliriz. Sorunun merkezinde ğunun aksine içeriye kendi isteğiyle kabullenmeleridir. Sadece kendinden
paylaşmayı bilmemek yatıyor. Bütün giriyor. Niyeti hayatın yoğunluğun- üstekilerden nefret etmekle kalmaz
bu verileri kafasına taktığını dü- dan, kalabalığından uzaklaşarak ken-
şündüğüm David Desola; temasını diyle kalmak, içini dinlemek, sorular
bu açlık ve paylaşmamaktan alarak sormak ve buradan biraz daha güçlü
ortaya harika bir öykü koyuyor ve bir ruh ile çıkmak. Seçilen kitabın
Galder Gaztelu-Urrutia da bu öykü- alelade olmadığını, senaryo ile ro-
yü film hâline getiriyor. Böylece se- man arasında gizli bir bağ olduğunu
yirci 2019 yapımlı The Platform filmi ve bunun sahneler ilerledikçe belir-
ile buluşuyor. ginleştiğini görüyoruz.
İki kişilik hücrelerin üst üste kon- Goreng için ilk başta karşılaştık-
durulmasıyla yapılmış dikey bir bina- ları her ne kadar oldukça farklı gelse
dayız. Hücrelerde basit yataklar, lava- de kötü görünmez. Henüz burada
bo ve mahremiyete önem vermeyen geçireceği günler için hevesi vardır.
bir tuvalet var. Her ne kadar içerik Fakat yemek vakti geldiğinde gör-
bakımından hapishane gibi dursa da dükleri onu sıra dışı bir maceraya
burası aslında bir deney alanı. Kimi sokacaktır. Görevliler kapı kapı do-
kendi rızasıyla gelmiş buraya kimi laşıp tabldotlarla yemek vermezler
birbirinden beter iki seçenek arasın- içeridekilere. Hücrelerin ortasında
dan burayı seçerek. Yanlarına kendi büyük bir boşluk, boşluk içinde ise en
kendisinden alttakilere gördüğü mu- ıslah edip başkalarının hâlini düşü- görevde yükselme, çok para ka-
amelenin daha çirkinini yapmaya nebilsek bir şeyler değişecek, belki de zanma gibi daha maddesel şeyler
kalkar. Senarist kapitalist hayatın çelikten dökülmüş gibi duran tabular üzerine kurduğu günümüzde, ha-
benliğimize gizlediği kast sistemini bile yıkılacaktır. kiki anlamda yaşıyorum diyebilmek
bu şekilde vuruyor yüzümüze. Biz Bayezid Çay için evvela bunlara değil; duyguya,
aksini iddia etsek de dünya bu şe- bayezidcay026@gmail.com sevgiye, bağlılığa, aşka ehemmiyet
kilde dönüyor. Bu noktada acımasız verilmesi gerektiğinin altını çizen
olan senaristin insanlığa bakışı değil TİYATRO oyun, seyirciyi güldürmesinin yanı
gerçeğin ta kendisi. Aşk, Her Daim… sıra sıcacık bir umutla uğurluyor.
Bu kurguda sisteme kafa tutmayı Birçok gencin o maddi unsurları
akıl edecek olan Goreng’den başkası İspanyol Tiyatrosunun Çehov’u yegâne amaca dönüştürdüklerinde
değildir. Hâlâ insanlığa dair umudu- olarak anılan ve 100 ayrı oyunun yaşayan bir ölü gibi dolaştıkları ger-
nu yitirmemiş olan Goreng, her şeyin sahibi olan dünyaca ünlü yazar Alp- çeğiyle yüzleştiriyor. İnsanoğlunun
değişebileceğini, yemeğin herkese honso Paso’nun yazdığı Kırkından ruh dünyasına asla uygun olmayan
yetebileceğini ufak bir dikkatle daha Sonra adlı oyundan Serkan Budak sözde modern dönemin ve kapitalist
güzel, daha insansı bir hayatın ola- tarafından uyarlanıp yönetilen ve İs- sistemin okul bitirme ve işe başlama
bileceğini düşünür ve bir gün asan- tanbul Temaşa Tiyatrosu aracılığıyla yaşını neredeyse orta yaşlara çekti-
sörden yemek almak yerine asansöre seyirciyle buluşan İkinci Bahar, bu ği, bunları hallettikten sonra ancak
kendi biner. Her kata gidecek herkese yıl da tiyatro seyircisini güldürmeye duygu, sevgi, aşk, ilişki, evlilik, aile
derdini anlatacak, bunun için öden- devam edecek gibi görünüyor. kurma, çocuk sahibi olma gibi istek-
mesi gereken bedeli ödeyecek ama Bir muayenehanenin bekleme lerini gerçekleştirebileceklerini salık
bu vahşete bir son verecektir. İşte salonunda karşılaşan iki kadın-iki verdikleri, yani kendi deyimleriyle
burada karşımıza yel değirmenleriyle erkek… Genç kız annesini, genç er- “ayakları üzerinde durma” ve “ken-
dövüşen Don Quijote’un transparan kek ise babasını doktora getirmiştir. dini ispat etme” gibi efsunlu sözlerle
bir hayali çıkıyor sahneye. Bekleme salonunda muayene sırala- donattıkları anlayış, insanı bir maki-
Bazı sahneler alışık olmayan se- rını beklemektedirler. Gençlerin ikisi ne hâline getirip robotlaştırmaktan
yirciyi rahatsız edebilecek nitelikte de öğretmendir. İkisi de okullarından başka bir işe yaramıyor. Bunları gö-
olsa da tümüne bakıldığında ortada izin alp gelmişler. Bir an önce hasta- ren bir oyun olan İkinci Bahar, insa-
bir sorunun varlığını ve bu sorunun nedeki işlerini bitirip okullarına dön- nın yaşı ve durumu ne olursa olsun,
bireysel olmadığını, tüm insanlığı il- meleri gerekmektedir. Beklerken, an- saf sevginin ve aşkın önem ve önce-
gilendirdiğini; görmezden gelindiği ne-babasını teselli ederler. Zira anne lik vermemiz gereken şey olduğunu
sürece büyüyeceğini anlatmaya çalı- ve baba ağrılarından, sancılarından bize hatırlatıyor.
şan insanların emeklerini görüyorsu- dem vurup sızlanıp durmaktadırlar. Uyarlayan ve yöneten Serkan
nuz. Asansöre biraz dikkatlice baksak Nice gencin hedeflerini salt si- Budak, sade bir reji yapmış. Bu tarz
göreceğizdir çözümü. Midelere hep yasetle uğraşma, kariyer yapma, komedi oyunlarındaki sahneyi böl-
bayram ettirmek yerine bazen oruçla iyi bir iş bulma, konforlu yaşama, me işlemini doğru yapan Budak, bu
sayede seyircinin oyunu izlerken yo-
rulmasını engellemiş. Maalesef bunu
her rejisör doğru yapamıyor. Birçok
yönetmen, komedi oyunlarını kaosa
dönüştürebiliyor. Bu oyunda bunu
görmemek mutlu etti. Sahne geçiş-
lerinin biraz hızlı olması belki hikâ-
yenin ve karakterlerin derinlemesi-
ne seyirciye tanıtılması bağlamında
eksikmiş gibi yorumlanabilir ancak
bu durum rahatsız etmedi. Çünkü
burada temel vurgu karakterler de-
ğil; onların oyunun ana fikrinde yük-
lendikleri görev önemsenmiş. Yine
de karakterlerin tanıtımında eksiklik
olabileceği endişesiyle en baştaki ikili
diyaloglarda biraz daha nüanslar ve-
rilebilirse iyi olur.