You are on page 1of 153

1

2
HASAN DEDE’NİN DİLİNDEN

Hazreti
Ali’nin
100
Öğüdü

DERLEYEN

SİBEL SAFİYE AVCI

3
4
Bizlerden şefkatini, merhametini, sevgisini, aşkını, muhabbetini
esirgemeyen, sunduğu hakikatlerle bizleri aydınlatan, feyizlendiren, Hazreti
Muhammed’in bendesi, Hazreti Ali’nin ruhunun varisi, Pirimiz Hazreti
Mevlana’nın manevi temsilcisi, kandilimizi uyandıran içimizdeki Rabbimiz,
mürşidimiz Hasan Dedemize sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Kandilimizi uyandıran içimizdeki Rabbimiz dedim, çünkü Dedemiz,
şeyhi Hakkı Dede’yi anarken, ona hep içimdeki Rabbim, diye hitap ederdi.
Allah’ın isimlerinden Kur’an’da en fazla geçeni Rab’dir. Rab’in manası,
mürebbi, terbiye edici, öğretici demek.
Güzel Dedemiz bir sohbetinde şöyle buyurmuştu: “Öğretmenler vardır,
yakar kandili, ondan sonra sen parlarsın, çalışırsın, güzel mevkiilere erersin.
Hem öğretmenini yad edersin, onu her zaman şükranla anarsın, hem de bir
çok kişiye de ışık yayarsın.”
Bunun üzerine tefekkür ettiğimde, bunun manasını Kur’an-ı Kerim’deki
Nur suresinin 35. ayetinde buldum. Ayette şöyle buyuruyordu Peygamber
Efendimiz…
“Allah, ışığıdır göklerin ve yeryüzünün. Işığının örneği kandil konan bir
yere benzer; orada bir kandil var; kandil bir sırçada; sırça da parıl parıl
parlayan bir yıldız sanki; doğuda da olmayan, batıda da olmayan kutlu zeytin
ağacından yakılmış; ateş dokunmadan da yağı, hemen ışık verecek; nur
üstüne nur… Allah doğru yolu gösterir nuruyla dilediğine, ve Allah örnekler
getirir insanlara, ve Allah her şeyi bilicidir.” (Nur, 35)
Bu ayetin tefsirini büyük mutasavvıflardan Şeyh Abdülbaki Gölpınarlı
şöyle açıklıyor: “Işıktan maksat, doğru yolu göstermektir, imandır, Kur’an’dır,
Hazreti Muhammed’in ışığıdır. Kandil konan yer, gönlüdür; kandil
peygamberliğidir. Doğuda da, batıda da olmayan zeytin ağacı da tevhid
temeline dayanan İslam’dır.”
Gönlümüzün kandili, ışığımız Hasan Dedemizin hizmetlerimizden razı
ve hoşnut olmasını bütün kalbimle diliyorum. İki cihanda bizleri hizmetinde
tutsun, bizleri bütün güzel hizmetlerin fethisi kılsın inşallah. Amin…

Sibel Safiye Avcı


9/1/2019

5
6
Hazreti Ali’nin Manevi Kimliği

Hazreti Ali’nin doğum tarihi 21 Mart 598’dir. Allah’ın evi Kâbe’de


doğan tek kişidir.
Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’ye Ebû Turab diye hitap etmiştir. Ebû
Turab, toprağın babası anlamına gelir. Ayrıca mütevazilik, her türlü bencillik
ve kibirden uzak olmak, toprak gibi olmak, kendisini halk içinde herkesten
daha alçakgönüllü olmaya da turâb olmak denir. Haydar ve Kerrâr isimleri
yiğitliğinden dolayı verilmiştir. Haydar-ı Kerrar; dönerek saldıran yiğittir. En
çok bilinen ismi Esedullah, yani Allah’ın aslanıdır. Şiri Yezdan da Allah’ın
aslanı anlamına gelir. Şahı Merdan, şahların en yiğidi demektir. Onsekiz bin
âlemi var eden nura gösterdiği takdiri ilâhiyeye ve tam rızadan dolayı ona
“Mürteza” adı da verilmiştir. Bir diğer ismi, sesi çok güzel olduğundan dolayı
turnalar şahıdır. Ayrıca Şah-ı velâyet, velâyet eden ve iman edenlerin şahı;
serpinhan, yardımcı can; Halik-ül rahman, bağışlayıcılığın yaratıcısı; Emirül
müminin, Müminlerin Emiri; Bab’il İlim, İlim Kapısı da Hazreti Ali’nin
isimlerindendir.
Gerçekte Hazreti Ali kimdir? Hazreti Ali, hakikatte Allah yolunda bizim
kılavuzumuzdur. Doğru yolu gösteren bir efendidir. O imamın iç ve dış
temizliğine bürünmek bizler için muhakkak gereklidir.
Hazreti Ali bizlere kendisini şöyle tanıtır: "Ben, pılımı pırtımı yoldan
kaldırdım; Allah'dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona
hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim,
öldürmem. Pazuları güçlü, boynu kalın bir aslan gibiyim. Savaş esnasında
korkudan dolayı kimse benim yüzüme bakamaz. Hiç kimseden çekindiğim
yoktur. Yardımcım, darlık anında sığınacağım yegâne melceim Cenab-ı
Hakk’tır. Hicret ve göç Ona'dır. Yardımcıların en hayırlısı olan Allah, benden
nusret ve yardımını eksiltmez. Çünkü onun birliğine şükreden bir kalp ile
iman etmişimdir. Tertemiz bir Peygamber benimle olduktan sonra bu durum
elbette devam edecektir. Benim hareketim, ancak Onun rüzgarıyladır.
Askerimin başbuğu, ancak tek Allah'ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile
padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne
binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa
bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın
atası, Ebu Turab, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam da ancak
Allah içindir. Vermem de... Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah
için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye
düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek
işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Ben
Rabbimi kalbimle gördüm. Ben Allah’ın lafzının yer aldığı ‘Bismillah’ daki

7
‘B’ harfinin bir noktasıyım. Allah’ın bir yanıyım. Ben Kalem, Levhu’l-
mahfuz, Arş, Kürsi ve yedi gök tabakasıyım. Ey insanoğlu, sen kendini küçük
bir şey mi sanıyorsun? Binlerce alem sende dürülüdür. Senin istediğin ilaç
yine sendedir. Fakat bunu anlayamıyorsun. İlacını aradığın dert de sende
meydana gelmiştir, başkalarından gelmemiştir. Fakat buna dikkat etmiyorsun.
Sen ey insan, açıklayıcı bir kitap gibisin. Harfler içindeki gizlilikleri açığa
vuran ve beyan eden vasıtalardır. Olgun insan, semâvi kitapların tümü kabul
edilmiştir. Kalbim, insanı hayretler içinde bırakan çeşitli hikmetleri söyler.
Müşkülleri hallettiği gibi inciler saçar. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan
kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri
görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye
götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzum. Halka bundan
fazla söylemeye izin yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir. Akılların
alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin
işidir. Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy. Kul, köle
olanların şahadetleri iki arpa tanesine bile değmez! Bana ölüm tatlıdır;
‘Onlar ölmemişlerdir, Rablerinin huzurunda diridirler’ âyeti benim içindir.
Ey insanoğlu! Gözünü dünyadan çevir, cefa ve eziyetler karşısında sabır
göster. Dünya, bir anlık zamandan başka bir şey değildir. Daima Mevlâ’ya
yönel.”
Hazreti Ali’nin hakikatini Cenab-ı Mevlana şöyle ifade eder: “Hazreti
Ali, Hazreti Muhammed’in Hakk’a yakınlık gecesinde, Allah’a kavuşmanın
harem yerinde gördüğü sırdır.”
Nitekim Hazreti Şems-i Tebrizi de Hazreti Ali hakkında şunları dile
getirmiştir: “Hasılı, iki cihanda da mevcut her ne varsa, onun özü ve
kainattaki bütün gizli sırların sembolü Ali idi.”
Yaratılmışların en müstesnası olan Hazreti Ali, sesindeki tatlılıkla,
lisanındaki dil açıklığı ve düzgün sözlülükle, beyanlarındaki latiflikle,
dinleyenleri kendisine hayran bırakırdı. Bu tecelli, onun zamanında ve daha
sonra da kimseye nasip olmamıştır. O, nutuk verirken ve muhabbet ederken,
bir şelale misali akılları, duyguları, hisleri, hayalleri kendi üzerinde toplardı
ve buyurmuş olduğu gibi o, ‘Konuşan Kur’an’ dı.
Peygamber Efendimiz, Hakk’a yürümeden önce yanında bulunanlara,
“Bana sevgilimi, habibimi çağırınız” diye buyurması üzerine, derhal Hazreti
Ali’yi çağırmışlardı. Peygamber Efendimizin yanında bulunan Ayşe yengemiz
daha sonra, “Tanrı’ya andolsun ki, Resulallah, bu sözü ile Ali’den başkasını
dilemiyordu ve dilemedi. Ali geldi. Ali’yi görür görmez üzerindeki iç yeleğini
açtı. Ali’nin başını o yeleğin içine aldı ve son ana kadar böylece göğsünde
tuttu ve ruhunu öylece teslim etti...” diye rivayet etmiştir.
Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın

8
özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, ruhun her yüzünde
parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”
Hazreti Ali Efendimizin ilmi kadar, feyzi ve ulviyeti de sonsuzdur. Onun
zatı, maddi ve manevi kemalatı, kudsiyetin zirvesinde olduğundan dolayıdır
ki, onu tasvir etmek için vahiy lisanına aşina olmaktan başka bir çare yoktur.
Cenab-ı Mevlana, bir kasidesinde Hazreti Ali’yi şöyle dile getirir: “Ben
Ali’yi dost tutarım, dostluk bizim şiarımızdır. Kim bizi düşman tutarsa biri iki
görmektedir. Bizler ki Ali’nin nurundan daima saadet bulmuşuz, bu saadet
daima içimizde bizim sırdaşımızdır. Ali’nin sevdasını ki gönüllerimizde daim
eylemişiz, ey kardeşim, her iki alem de bizim pazarımızın süsüdür. Eğer
bizim Şah’ımızı dost tutarsan, o vakit sen de Hakk’ın dostu olursun. Her kim
gönlünde O’nun muhabbetini taşımıyorsa, o kimse bizden değildir, ağyardır.
Ali’den başkasını imam tanıyan kimse, hakikatte puta tapmaktadır, bizim
vazifemiz ise putları kırmaktır. Ey Şems-i Tebrizi sus söyleme, ta ki Hakk’ın
sırrını ağzından kaçırmayasın. Asıl olgun ve kamil o kimsedir ki, bu sırlara
kendisi hak ile vakıf ola…”

Hasan Çıkar Dede

9
10
Naat-ı Ali

O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir.


Yerde, gökte, mekânda, zaman da Hakk’la duran o imamın zatı, iç
ve dış temizliğiyle vasıflamak vacibtir.
Çünkü küfürden, ikiyüzlülükten kurtulmuştur, temizdir...
Onun konağı birlik âlemidir.
Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O, insanın hakikati ve canı
gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez.
Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır.
Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zatı gibi o
bakidir.
Hakk’ın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır.
Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının yapışmış olmuştur.
Hani duyduğun lâhûtun o gizli hazinesi yokmu; işte odur.
Çünkü o, Hakk’tan Hakk’la görünmüştür.
O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksût, yüce
Ali'dir.
Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilemez. Zira o hakimdir,
herşeyin bilginidir.
İbtidasız evvel o idi, sonsuz ahirde odur.
Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de
hakikatten odur.
Yüzünün nurlu pırıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı.
O, Hakk iledir; Hakk ondan görünür. Hakk’a ki, o Hakk ile
ebedidir.
Âdem'in toprağı onun nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı
oldu; Allah'ın isimlerini ondan belirledi.
O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Âdem herşeyi anladı.
O nur tek olan yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekût onun
huzurunda secde ettiler.
Evet, muhakkak ki, Âdem, o imamın nuru ile bütün ilahi isimleri
bildi...

11
Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi.
Nuh, kendinde yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep
ondan buldu.
Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehir de gayret tufanını
buldu da beladan kurtulmuş oldu.
Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu.
Nemrud'un ateşi, o Allah'ın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu.
Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail'e kurban etti.
Yûsuf, kuyuda onu andı da o saltanat mülkünü süsleyen tahtı
buldu.
Yakup onun önünde bir çok inledi de Yûsuf'un kokusunu alıp
gözleri açıldı.
İmran'ın oğlu Mûsa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran
kaldı.
Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı.
Sonra dediki: Yarabbi! Bana bu lütuftan bir âlâmet ver
Hakk ona iste sana Yed-i Beyza (Nurlu el) 'i verdim; dedi.
Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadaş oldu da İsa
vücuda geldi...
O şeriatte ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanin beyidir.
İki cihanın sultanı Muhammed, Hakk’a yakınlık gecesinde, Allah'a
kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü.
Ali'nin nutkunu, Ali'den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali'den
başkaşı bulunmaz.
Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir.
Söyleyenler söylerler, susarlar. O susmaz söyler.
Ebedi ilim, onun göğsünde parlayıp görüldü.
Vahyolunanların sırlarını, o hakikat olarak bildi ve bildirdi.
Ümmetine haykırdı:
“Allah yolunda Ali, sizin kılavuzunuzdur. Allah'a içi doğru olanlar
yüzlerini ona çevirmişlerdir. Zira o Şahtır, doğru yolu gösterendir,
Efendidir...”
O bütün peygamberlerin sırrında idi.
Cenabı Mustafa:

12
“Benimle açıkça beraber bulundu” dedi.
Dinde evvel, ahir o idi. Allah ile içli dışlı idi...
İşte bunlari söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini ögrensin de
yüksek velayete ersin.
Sence apaçık bilinsinki, hakkiyle yüce olan odur.
Ey efendi! Benimle boşuna kavga etme bu böyledir. Hakikat budur
ki, hepimiz zerreyiz, güneş Odur. Biz hepimiz damlayız, deniz Odur.
Cihan var oldukça Ali var olur
Cihan var olurken de Ali vardı.
Cihanin temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi.
Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi.
Veli, vasiy olan, ah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın Sultanı Ali
idi.
Ali'den ötürü melekler Ademe secde ettiler. Adem bir kıble gibi idi,
secde olunan Ali idi. Adem de, Sit de, Eyyub da, Idris de, Yusuf da,
Yunus da, Hud da, Musa da, Isa da, Ilyas da, Salih peygamber de,
Davud da Ali idi.
Nefsin tamamından ötürü cihan sofrası üzerinde elini
bulastirmayan kahraman arslan Ali idi. Kur'an'ın yer yer, ayetlerinde
Tanrı'nın ismetini vasf ile övdügü Kur'an sırlarının kaşifi Ali idi.
Kapısının toprağı kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen,
o durmadan hakka secde eden arif Ali idi. İslamın yolunda iş
düzelmedikçe, durup dinlenmeyen o şerefli, vekarli Şah Ali idi. Hayber
kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan o kalalar fatihi Ali idi.
Afaka her bakışımda gördüm ki, yakin yüzünden her varlıkta var
olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfrolan bu söz degildir.
Cihan var oldukça Ali var olur, cihan var olurken de Ali vardı.
Tebriz'in Semş-ül Hakkı cihanın gizli ve açık sırlarından her ne
gösterdinse hepsi de Ali idi.

Cenab-ı Pir Muhammed Mevlana

13
KAYNAKLAR:

Mevlevî Hasan Çıkar Dede (Tasavvuf Sohbetleri), Mesnevi-i Şerif (Veled


Çelebi İzbudak), Divan-ı Kebir’den Seçmeler (Mithat Bahari Beytur), Hazreti
Ali Divanı (Şerif Murtaza), Nehc’ül-Belaga (Abdülbaki Gölpınarlı),
Müminlerin Emiri Hazreti Ali (Abdülbaki Gölpınarlı)

14
“Dilinizi iyi kullanınız;
o sizi saadete götürdüğü gibi, felakete de götürebilir.”

Hüdavendigar Mevlana, “Kalbi ile sözü bir olmayan kimsenin yüz dili
bile olsa, o yine dilsiz sayılır” diye buyurur.
Gerçek olan odur ki, insanın sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da
topluma örnek olup başkalarının düzelmesine vesile olması ve böylece birçok
kişinin gerçeği onun sözlerinde ve davranışlarında görmesidir.
İnsanın, düşüncede, niyette, sözde ve davranışta önce Allah’ın varlığına
ve birliğine iman etmesi şarttır. Öyle ki, kainatta görünen ve görünmeyen her
şey Allah’ın varlığından oluşmaktadır O’nun varlığının bir parçasıdır.
İşte bunun için insanın şartsız olarak, düşüncede, niyette, sözde ve
davranışlarında Allah’ı sevmesi ve Allah’ın varlığı olan kainattaki her şeyi,
topraktan ağaca kadar bütün bitkileri, ufacık bir kelebekten gökte uçan kuşa
kadar bütün hayvanları, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bütün insanları
sevmesi ve sevgiden söz etmesi gerekir.
Bizlere en büyük örnek en başta Hazreti Muhammed Efendimiz ve
İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana
ve bütün Evliyaullah’tır.
Hazreti Muhammed Efendimiz kadar cefa ve çile çeken bir Peygamber
daha yoktur. En ağır çileleri O çekmiştir ve buna rağmen dilinden bir çirkin
söz zuhura gelmemiştir, her zaman sabır göstermiş ve kendisine cefa edenlere
Allah’tan hidayet dileyerek, “Allah’ım onların kalplerine hidayet ver” diye
duada bulunmuştur.
İmam Ali Efendimiz de keza öyle… O da kendisine yapılan onca
haksızlığa rağmen her zaman sabır göstermiş, dilini tatlı tutmuş ve ne olursa
olsun, kim olursa olsun ayrım gözetmeden muhtaç olanların yardımlarına
koşmuştur.
İnsan düşünceden ibarettir, düşünmeden dil dökmeye başladı mı çok
büyük kayıplara gider. Düşünerek konuşmaya başlayan kişi; dokuz sefer
yutkunacak, söyledikleri başta kendine hitab edecek, hoşuna giderse sonra
bunu karşı tarafa ikram edecek. İşte o zaman güzel bir dil sarfetmiş sayılır.
Kim susar da yanındakinin ayıbını saklarsa Allah da onun ayıbını saklar.
Acı sözler sarf etmenin kimseye faydası olmaz. Kaldı ki faydalı ve az
söylemek hikmete, manasız ve çok söz söylemek cehalete işarettir.
Hakikatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene
yokuş, kırk sene inişli Sırat Köprüsü, bu dünyadır. Bu alemde incineceğiz,
incitmeyeceğiz. Dilimizi daima tatlı tutmaya çalışacağız ki bu köprüden

15
geçebilelim. Birisi bize karşı kötü bir söz sarf ettiğinde biz beş sözle karşılık
verirsek, onun kisvesine girmiş oluruz. Hiçbir zaman Hakk’a yakın olamayız.
Her kişide bir kusur vardır. İnsanların iyi tarafına bakmalı ki rahat
edelim. Kötü tarafına bakarsak, hiçbir zaman huzur bulamayız.

Ah dostlar…
Öyle bir sır küpüyüm ben, bilmez nadan halimi.
Tarikat arifiyim ben, bilmez şeriat ilmimi.
Ah dostlar…
Gönül şehriyim ben, sevmeyen bilmez halimi.
Şah Ali’nin katibiyim ben, yazmayan bilmez halimi.
Ah dostlar…
Can pazarıyım ben, satmayan bilmez değerimi.
Gül bahçesiyim ben, bahçevan bilir rengimi.
Ah dostlar…
Yolda tökezlemem ben, çekerler dünya tümseklerini.
Mevlana’ya baş kesenim ben, Muhammed tutar elimi.
Ah dostlar…
Bir Hakk aşığıyım ben, Hasan bilir şeklimi.
Bir yol tutmuşum ben, Ali verir dersimi...

16
“Her türlü fenalıktan uzak kalmak istiyorsanız,
dilinizi tutunuz.”

Hüdavendigar Mevlana, “Bu alem perdedir, o alemse asıl hakiki alem.


Ekim günü, ektiğini gizleme günüdür; tohumu toprağa saçma günüdür.
Devşirme vaktiyse ektiğinin zuhur ettiği gündür. O gün mükafat günü,
ettiğini bulma günüdür” diye buyurur.
İnsan olmanın yegane delili, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi
hiçbir kimseye yapmamaktır. Unutmamak lazım ki, insan ne ekerse onu
biçer. Kötülük eken kötülük biçer, iyilik eken iyilik biçer. Rüzgar eken fırtına
biçer.
Bir insan ne kadar bilgiye sahip olursa olsun, tevazu ve hoşgörü içinde
olmalıdır. Eğer sahip olduğu bilgisiyle gurura kapılır ve başkalarını hor hakir
görürse, o benlikle mahvolup gitmeye mahkumdur.
Bir insan ne kadar tevazuda durur ve hoşgörüyle çevresine güzel bir dil
sarfederse her zaman kazançta olur.
Hazreti Allah, Kur’an-ı Kerim’de, kalbinde manevi hastalık bulunan
kimselere karşı herhangi bir töhmete, fitneye veya yanlış anlaşılmaya mahal
vermemek için Ahzab Suresi, 32. Ayette, yerinde ve uygun bir söz söyleyin,
buyuruyor.
Ve yine Taha Suresi, 44. Ayette, zalimlerin kalbini yumuşatmak için
yumuşak söz söyleyin, buyuruyor.
Fakat gösterilen tüm iyi niyete rağmen, eğer karşı tarafta bir yumuşama
hasıl olmuyorsa, o takdirde susmak en doğrusudur.
Nitekim Peygamber Efendimiz, ”Halka, kendi aklınız miktarınca değil,
onların akılları miktarınca söz söyleyiniz” diye buyurmuştur.

Dil çakmak taşıyla demire benzer,


Söz kıvılcım olur kavrulur her yer.
Sakın laf söyleme manasız yere,
Taşı yerli yersiz vurma demire.
Ortalık karanlık her taraf pamuk,
Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk.
Cahiller gafletle bir söz söylerler,
Akılları bozup berbat eylerler.
Tek sözle mahvolur alemdekiler,
Bir arslan kesilir ölü tilkiler.
Perdesiz olaydı canların özü,

17
Can veren olurdu onların sözü.
İstersen sözünün hoş olmasını,
Yememen gerekir hırs helvasını.
Helvayı çok sever küçük çocuklar,
Erenlerde ise sonsuz sabır var.
Göklere yükselir sabrı bilenler,
Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…

18
“Dostlarının gönlünü kırma,
düşmanlarının arzularını yapmış olursun.”

Hüdavendigar Mevlana, “Ahdi, misakı bozmak, ahmaklıktandır.


Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa temiz kişinin işidir. Münafık
kişilerle dost olmanın şomluğu mümini de onlar gibi çirkinleştirir, asileştirir”
der ve yine, mecazi yönden bizlere şöyle bir benzetme yapar: “Namazda
ansızın yellensen, birisi de sana git yeniden abdest al dese, gitmez, orada
kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat
kalk… be şaşkın, zaten namazın gitti! Yürü, seninle eş olanların, sözünü
sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var!”
Bir kişi Hakk’a kulak vermez, nefsi ağır basar, nefsine uyarsa bu yüzden
kayba gider. Eğer çalışır nefsini yenerse yolu rahmaniyete çıkar.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden
sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep
sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır.
Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size ayetleri
açıkladık” (Ali İmran, 118) diye buyrulmaktadır.
Gönül gözü açık olan iman sahiplerini kimse kandıramaz. Çünkü gören
kalbtir, göz değil. İş ki, gözümüzün, kulağımızın arzularını alıp, aklen, bizi
yaratan Hakk’la meşgul olalım.
İman sahibi olmayanlar, ancak kendilerini kandırırlar, Hakk’ı
kandıramazlar. Bunlar küçük akıl sahipleridir. Çünkü Hakk her şeye vakıftır.
O, her şeyi görür, çünkü kainat O’nundur, kainatla görür.
Aklın sabahına ulaşmak için ise gönülü illa bir Hakk dostunun gönlüne
katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.
Gönlü açık olanların elleri de açık olur… Körlerin taşlık yerde
düşmeleri de pek tabiidir.

Adem ile Havva’dan geldi çok insan,


Nebilerle Velilerle aydınlandı bu cihan,
Yüzbin kere doldu boşaldı bu cihan...
Allah’ın Nebisi Nuh ile tufan eyledik,
Hakk Muhammed Ali ile birleştik,
Hep beraber sonsuz güzelliklerini,
Birbirimizde seyrettik.
O mekanda pekçok muhabbet ettik,
Sonsuz güzelliği hep beraber seyran eyledik.

19
Vahdet alemini bilmeyen insan,
İnsan suretinde kaldı bir hayvan.
Bizden ayrı değil Hazreti Allah,
Bunu Kur’an ile ayan eyledik…

20
“Ne mutlu o kimseye ki,
acı söz karşısında hiddetlenmez.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, Hazreti Ali’ye bir isim verdi, Ali Ebu
Turab. Yani toprağın babası. Bu ne demektir? Daima tevazu halde yaşamak,
herkese hoşgörüyle çıkmak demektir.
Toprağa ne kadar pislik atsalar da ne kadar zehirler atsalar da, toprak,
buna rağmen, atılan o zehirlerin hiçbirini dışarı çıkarmaz; bir bakarsın
laleler, güller, türlü türlü çiçekler, çimenler meydana çıkarır.
Ne diyor İmam Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, “Öfke padişahlara
padişahlık yapmıştır, onları altına almıştır. Benim ise öfke ve hiddet
ayaklarımın altındadır, zerre kadar bana etki edemez.”
Şimdi Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Muhammed’in huylarıyla
huylanmış, Allah ile Allahlaşmış. Onlar bu kainat üzerinde ne kadar varlık
varsa hepsinin huylarını bilirler, hallerini bilirler. Fakat insanların çoğu
onların bu güzel hallerini bilmedikleri için, onların hakikatlerinden uzak
oldukları için, hemen hemen hepsinde öfke var, hiddet var, kavga var.
İmam Ali Efendimizin bir sözü daha vardır der ki: “Bir insan öfkeye,
hiddete teslim olmuş ise, o kişide İblis varlığını göstermiş demektir. İman
ondan uzaklaşmıştır.”
İnsanlık vasıfları sevgi, hoşgörü ve merhamettir; öfke ve hiddet ise ancak
hayvanlık vasfıdır.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda
harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri
sever” (Ali İmran, 134) diye buyrulur.
Hüdavendigar Mevlanamız da bir seslenişinde şöyle der:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol…”
Herşey sevgiye, aşka, imana, kendini sevdiğin yere perçinlemeye
dayanıyor. Bunları yapabildin mi, sende Hakk’ın güzellikleri meydana tecelli
etmeye başlar.

Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni,

21
Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan.
Alemde ne varsa sendedir her an için,
Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan.
Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer,
Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan.
İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman,
Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan.
Dünyada ilk ve son varlıksın ey insan,
Allah katında tek varlıksın, Halife-i Hak’sın ey insan!
Yerin göğün tek varlığı, kainatın nurusun ey insan,
Alemler sende zuhur oldu, sen Hak’sın ey insan...

22
“İnsanın yalnız kalması,
kötü arkadaşlarla kalmasından daha iyidir.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerinde ve çok doğru bir sözdür.
Bir kişi küfürbazlarla arkadaşlık ederse, sohbet ederse, o sohbette onların
küfürlü sözlerini, çirkin sözlerini dinler, huzuru kaçar rahatsız olur. Sözü de
onlara geçmez. O yüzden onlarla arkadaşlık yapmaz yalnız kalır daha iyi.
Aslında bu kişi yalnız değildir ancak Allahsız kişiler yalnızdır. Sevenler
hiç yalnız değildirler.
Şimdi Bayezid-i Bestami Veli’den bir örnek sunayım size: Bayezid-i
Bestami Veli, selam olsun üzerine, dervişleri ile oturuyor, sohbet ediyor,
onlara bir sürü hakikatler anlatıyor fakat hiçbir dervişi bu anlatılanları
anlamıyor. O da sıkılmış bu durumdan, artık konuşmayacağım
anlatmayacağım demiş ve halvete kapanmış. Bir ay, birbuçuk ay halvette
kalmış, hiç dışarı çıkmamış. Dervişleri merak etmişler sormuşlar, ama
Bayezid-i  Bestami Veli dışarı çıkmamış. Aralarından bir dervişi onu çok
özlemiş, gelmiş kapısını çalmış. Bayezid-i Bestami Veli’nin hanımı açmış
kapıyı; “Buyrun” demiş, “kimsiniz?” Derviş demiş, “Ben Efendimin manevi
evladıyım çok özledim onu, görmeye geldim. Acaba beni buyur eder mi, içeri
girip onu göreyim?” Hanımı, “Burada bekle” demiş, “ben ona gidip bir
sorayım.” Gitmiş içeri sormuş, Bayezid-i Bestami Veli, “Buyur et” demiş,
“gelsin.” Derviş gelmiş içeri, niyazda bulunmuş, selam vermiş. Dönmüş
Efendisine demiş, “Efendim ne bu yalnızlık?” Efendisini orada oturmuş
yalnız görüyor ya… İşte Bayezid-i Bestami Veli’nin verdiği cevap: “Evladım,
sen geldin ben yalnız kaldım. Sen gelmeden önce ben yalnız değildim.”
Gördünüz mü verdiği cevabı?.. Aşık her an rabıtadadır. Ne alemlere gider
gelir o. Onun için aşık olan yalnız değildir, aşık olmayan dünya olsa yanında
yine de yalnızdır.
Bakın ne güzel buyuruyor Hüdavendigar Mevlana…
“Aşık, kimsesiz, tek başına, yapayalnız kalsa da, o, yalnız değildir;
sevgilisi ile gizlice, beraberdir! Çünkü o, nerede olursa olsun, gerçek sevgili
olan Allah ile manen beraberdir! Aşıkların şarabı, üzüm şarabı gibi küpten
coşmaz, gönülden coşar! Aşık, sırlar aleminde aşka dost olur, arkadaş olur!..”

23
“En büyük mücadele,
nefsinizle yaptığınız mücadeledir.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimiz savaşta dövüşürken karşısındaki


cengaveri almış altına tam Zülfikarını çekmiş boynuna vuracak iken,
cengaver ansızın Hazreti Ali’nin yüzüne tükürmüş. O esnada Hazreti Ali
Efendimizin safrası kabarmış ve hemen Zülfikarı elinden atmış. Cengaver,
Hazreti Ali’nin bu hareketine çok şaşırmış ve demiş, “Ya Ali niye kılıcını
vurmadın boynuma? Ben sana hakarette bulundum.” Hazreti Ali ona şu
cevabı vermiş: “Sen benim yüzüme tükürdün benim safram kabardı. Ben
Zülfikarı o haldeyken senin boynuna vurmuş olsaydım, hizmetim nefsim için
olacaktı Allah için olmayacaktı. Ben burada nefsim için dövüşmüyorum,
Allah için dövüşüyorum. Kılıcı bunun için bıraktım.” Cengaver, Hazreti
Ali’nin bu sözünü işitince, “Sizin ne kadar büyük bir inancınız büyük bir
imanınız varmış, ne olur bana talkın et, ben de sizin safınıza geçmek
istiyorum.” Hazreti Ali, “Gel” demiş, “seni Hazreti Muhammed’e götüreyim,
o sana talkın etsin.” Cengaveri Hazreti Muhammed’e götürdü, Hazreti
Muhammed ona talkın etti, Müslüman oldu. Büyük bir iman sahibi oldu ve
çok güzel hizmetlerde bulundu, Hazreti Ali Efendimizin yanında yer aldı.
Cengaver aynı zamanda kalabalık bir kabilenin evladı idi, kabilesini de
Hazreti Resulallah’a getirdi, Müslüman ettirdi.
Yani, şifai davranmak nefse uymamak insanı hep kazanca götürür. Ama
nefsine uyudun mu her zaman kayba, zarara, ziyana gidersin.
Uhud Savaşı çok büyük bir savaştı. Savaştan sonra Hazreti Peygamber
aldı sahabesini karşısına, sahabe ona dedi ki: “Ya Resulallah bu savaş
kıyameti andırdı.” Hazreti Peygamber, “Bu savaş küçük bir savaştı, asıl büyük
savaş bundan sonra başlayacak” dedi. “Nasıl olur ya Resulallah?” dediler,
“bu çok büyük bir savaştı.” Hazreti Peygamber dedi ki: “Biz bu savaşta
görünen düşmanla savaştık, biraz gaflete dalsak düşman bizi yenerdi; ama bir
de görünmeyen düşmanımız var, her an bize tuzak kuruyor.” “O kimdir ya
Resulallah?” dediler. “Nefsimiz” dedi. “Şimdi nefsimizle savaş edeceğiz.
Nefsimizin isteklerine karşı gelirsek, biz mümin sıfatına ereriz. Fakat
nefsimize ikramda bulunursak mümin sıfatından çıkmış oluruz.”
Hüdavendigar Mevlana’nın ilk şeyhi Seyyid Burhaneddin
Hazretlerinden de bir örnek vermek istiyorum: O da bir gün yolda giderken,
karnı çok acıkıyor. Bir yemekhanenin önünden geçerken, bakıyor ki içerde
tavuklar kızarıyor, pirzolalar, kebablar, çeşit çeşit yemekler pişiyor; bunları
görünce Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin nefsinin canı çekiyor. İşte o anda
Seyyid Burhaneddin Hazretleri nefsiyle konuşuyor, diyor ki: Sana diyor,
isteklerini vereceğim, ama ben de senden bir şey isteyeceğim. Nedir? Bak

24
şurada bir çöp kutusu var, orada kedi köpek kemik yalıyorlar, sen de onlar
gibi kemikleri yalarsan ben de sana istediğini vereceğim. Nefsi hemen karşı
çıkıyor, yok diyor, ben öyle şey yapamam. O da diyor, o zaman ben de sana
istediğini vermem… İşte böyle terbiye ediyor nefsini.
Yine Seyyid Burhaneddin Hazretleri şöyle buyuruyor: “Nefsi ile barışık
olan kişi, bilsin ki Allah ile savaştadır.” Madem ki Allah ile savaştadır, o hiçbir
zaman galip olamaz. Bir kişi nefsine hükmederse, bu kişi Allah ile barışıktır.
İşte Hazreti Ali Efendimiz bize en büyük örnektir. Dünya sofralarına
elini bulaştırmamıştır, kimsenin ziyafetine gitmemiştir. Çünkü o ziyafetlerde
istemeyerek haram da vardır. Tuz ekmeğini yemiştir, iki tane hurmasını
yemiştir öyle çıkmıştır yola. Fakirlerden daha fakir yaşamıştır.

25
“İhsan ve ikramı,
layık olmayan kimseye yapmak aynı zulümdür.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Eğer bir kişi münafık
ise ve daima etrafa ikilik tohumları saçıyorsa, insanları birbirine kırdırıyorsa,
hep zulüm verecek fikirler üretiyorsa, böyle bir kişiyle karşılaştığın zaman
ihsan ve ikramlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Eğer kalkışırsan, sen de
zulüm işlemiş olursun. Böyle kimselere ihsanda, ikramda bulunmayacaksın,
sessizliğe bürüneceksin, hatta selam vermek bile doğru sayılmaz.
Hazreti Ali Efendimizin menkıbeleri ile Hazreti Muhammed
Efendimizin menkıbeleri arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bir nurun bir
ruhun varisleridirler.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa
size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka Velileriniz yoktur, sonra yardım
göremezsiniz” (Hud, 113) buyrulmaktadır.
Hüdavendigar Mevlanamız da Mesnevi-i Şerif ’inde şöyle buyurur:
“İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi
sürdü! Zalimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki
bu hileyi, bu kötülüğü yaptı! Peygamber ‘Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti
de ondan iyi bir iş kaldı’ demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki...
Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun
o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı... sakın, öldü de canını kurtardı sanma
ha!..” (Cilt 4, 1201-1205)
“Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona
layık olan yerden başka bir yere koyup zayi etme.” (Cilt 6, 1558)

Gelin ey canlar!
Gelin vicdanınızı pak eyleyin,
İşta hayat, işte eserler meydanda…
Rabbim!
Sana layık olan insanların, haklarını hak eyle.
Şu hayatın hep dalları meydanda,
Bunları görmeyen yok bu zamanda.
Bu kadar söz hakkı varsa insanın,
İşte hayat, işte eserler meydanda.
Artık kötülükler yasak olmalı,
Bütün haksızlıklar hep hak olmalı,
Dede’nin sözleri mutlak olmalı,
İşte hayat, işte eserler meydanda...

26
“Kudret bulup da düşmanına üstün olunca,
şükrane olarak onu affetmeli
ve ona karşı iyi muamelede bulunmalı.”

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, çok mertti. Öyle ki bu


dünya üzerinde insanların merti Hazreti Ali’dir, hayvanların merti aslandır,
kuşların merti de şahindir.
Hazreti Ali Efendimiz hiçbir zaman nefsi için savaşmamıştır, ancak nefs
sahiplerine karşı savaşmıştır.
Hazreti Ali Efendimiz bu sözünde demek istiyor ki, madem sen o güce
sahipsin, o kudrete sahipsin, madem düşmana galip geldin, şimdi düşman
senden aman diliyor, aman diledikten sonra o halde ona kötü muamele etme,
onu cezalandırma. Onu bağışlarsan bu çok büyük bir lütuftur.
Şimdi bakın, evlatlığı Mülçem’i çölde buldular, getirdiler Hazreti
Peygambere. Peygamber Efendimiz, Mülçem’e bir baktı ve onun kim
olduğunu anladı. Dönüp sahabesine, “Efendiler”, dedi, “sizin haliniz vaktiniz
yerindedir, hanginiz bu çocuğu evlatlık olarak alır?” diye sordu. Hiçbiri sahip
çıkmadı. Bir tek Hazreti Ali Efendimiz kaldırdı elini. Hazreti Resulallah,
Ali’ye dönüp, “Sen dur” dedi. Yine sordu sahabeye, yine hiçbiri
sahiplenmedi. Yine Ali sahiplenmek istedi. Üç defa sordu, üçünde de Ali
kaldırdı elini. Bunun üzerine Hazreti Resulullah, Mülçem’i Ali’ye verdi.
Fakat verirken de, eğilerek Ali’nin kulağına, “Ya Ali” dedi, “bu senin
katilindir, bu seni şehadete erdirecek. Onun için bunu sana vermek
istemiyorum.” İşte Hazreti Ali’nin verdiği cevap: “Söz veriyorum sana ya
Resulallah, ona Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla bakacağım ki bileği güçlü
olsun, o gün geldiğinde zahmet vermeden beni şehadete erdirsin.”
Kim yapar bunu bakalım?.. Evlatlık aldı Mülçem’i, kendi lokmasından
bir fazlasını ona verdi, Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla onu besledi.
Mülçem kemalata erdiğinde, fark etti ki Hazreti Ali onu oğulları
Hasan’dan Hüseyin’den daha fazla besliyor, sordu Hazreti Ali’ye, “Neden
beni abilerimden daha fazla besliyorsun? Neden bana onlardan daha fazla
ikramda bulunuyorsun?” Hazreti Ali Efendimiz, “Mülçem” dedi, “ye
nimetini sorma hikmetini.” Mülçem dayanamadı yine sordu, “Muhammed
aşkına söyle” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ali şu cevabı verdi: “Mülçem
oğlum, ben seni besliyorum ki, zamanı geldiğinde, bana kılıç çektiğinde,
bileğin güçlü olsun ki bana zahmet vermeden benim canımı alasın, beni
şehadete erdiresin.” Mülçem bunu duyunca başladı ağlamaya, feryat figan
etmeye, “Hâşâ ne olur baba beni katledin, ben bunu yapamam bana engel
olun” diyerek attı kendini yerlere. Hazreti Ali, “Mülçem” dedi, “sen bunu

27
zaten isteyerek yapmayacaksın, sen aşka tutulacaksın, aşk senin gözlerini kör
edecek, o zaman bana kılıç çekeceksin.”
Aradan bir-iki sene kadar zaman geçti, Kutame adında çok güzel bir
kadın vardı. Hazreti Ali, Kutame’nin iki kardeşini savaşta katletmişti.
Muaviye, Kutame’yi kandırdı, ona, “Ne yap et, Mülçem’i kendine aşık et,
Ali’yi ortadan kaldırsın” dedi. Kutame, Mülçem’i kendine aşık etti. Mülçem
aşık oldu, aklını kaybetti. Kutame’ye evlenme teklif etti. Kutame, “Evleniriz
ama benim bir şartım var” dedi. Mülçem, “Nedir şartın?” diye sordu.
Kutame, “Ali’yi ortadan kaldırırsan seninle evlenirim” dedi. Mülçem, “Hâşâ”
dedi, “ben onu yapamam.” Kutame, “Yapamazsan ben de seninle
evlenmem” dedi. Mülçem, “Ali’yi öldürürsem, beni yaşatmazlar, o zaman
nasıl evleneceğiz?” deyince, Kutame,”O zaman biz de ahirette buluşuruz”
dedi. Böylece Mülçem’in aklını çeldi.
Hazreti Ali Efendimiz artık anladı ki o gün yaklaştı, arkadaşlarına,
“Sabah namazına giderken beni almaya gelmeyin” dedi, “ben camiye
kendim geleceğim.” Üçüncü gün sabah namazını eda etmek üzere evden
çıktı, bahçedeki kazlar gagalarıyla Hazreti Ali’nin eteklerinden tutuyorlar, hal
diliyle “Gitme ya Ali” diyorlardı. Horozlar, tavuklar, ördekler hiçbirisi
bırakmak istemiyordu Hazreti Ali’yi. Hazreti Ali hepsinin başını okşadı, hal
diliyle onlardan helallik aldı. Geldi camiye, doğruldu sabah namazına, ikinci
rekatta iken Mülçem kılıcı Hazreti Ali’nin boynuna vurdu. Kılıç boynuna
isabet etmedi kafa kemiğine geldi. Bunun verdiği acıyla Hazreti Ali bir nara
attı. Mülçem, Hazreti Ali’nin narasından ürküp, kılıcı elinden attı. Hazreti
Ali, o haldeyken, acılar içinde kıvranıyorken bile, çevirdi başını Mülçem’e,
“Hemen saklan, şimdi abilerin gelirse seni öldürürler” dedi. Bakın o
haldeyken bile nasıl koruyor onu... İmam Hasan ve İmam Hüseyin hemen
yetiştiler, yakaladılar Mülçem’i, Ali’nin huzuruna getirdiler. Hazreti Ali,
“Mülçem” dedi “rahat ol, ben sensiz cennete girmeyecegim. Ben
hayattayken sen de hayatta kalacaksın. Ben Hakk’a yürürsem, abilerin de
sana zahmet vermeden bir vuruşta canını alacaklar.” Ve imam Hasan
Efendimiz babası Hakk’a yürüyünce, bir vuruşta almıştır Mülçem’in canını.
Hazreti Ali gibi mert biri daha gelmemiştir dünyaya, ki katilini bile
besliyor koruyor. Bu nedenle Hazreti Ali Efendimiz, düşmanı boyun büktü
mü, medet diledi mi onu katletmemiştir, bağışlamıştır.

28
“Hayra niyet ettiğiniz zaman acele edin,
ta ki havai nefsiniz sizi yenmesin.”

Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok
engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar
güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır.
Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın
hakikatine ulaşır, kurtuluşa erer.
Bütün Peygamberler, bütün Veliler, Erenler ve Azizler, hepsi
Allah’tandır ve Allah’ta fani olmuşlardır ve Allah ile yaşamlarını sürdürürler.
Din, ibadet ve iyilik, kişinin kendi istek ve arzusuna bağlıdır. Kişi ne
kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibadet ve iyilik
yaparsa, o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır.
Din, gerçek anlamda nefsine egemen olmaktır ve dinde en önemli olan,
kişinin nefsiyle mücadeleye girip, nefsine tamamen sahip olması ve kendini
bilip, bulmasıdır. Kendini bilen Rabbini bileceği gibi, kainattaki her türlü sır
ve manayı kavrayıp, öğrenir ve anlar.
Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtulan insanın zihni durgunlaşır ve
berraklaşır; rüzgarsız havada yanan bir mumun alevi gibi sabit olur.
Bakın, Hüdavendigar Mevlana, Mesnevi-i Şerif ’inde şöyle buyuruyor:
“Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak
der! Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini
görür, ayırt edersin! Fakat mumun yoksa buna imkan yoktur.” (Cilt 4,
1698-1700)
“Mustafa, ‘Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu’
dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu
tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum
yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse,
sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o
nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan… hiç fark yok. Nuru, dilersen son
gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.” (Cilt 1,
1946-1950)

Cihan Sultanım, kainat nurum,


Şahlar Şahım, ya Ali!
Sevenlerine kıblesin, muma ışık, alevsin,
Bir bitmez hikayesin, söyle de söyle...
Sen ab-ı hayatsın, sen şekere tatsın,

29
Sen Allah’ın sırlarını bilensin,
Sen her zaman gülen, söyle de söyle...
Şahlar Şahı Ali’m!
Gam sana gerek değil, öfkeli yürek değil,
Al eline rebabı, bırak dövüşü kavgayı,
İmanına hamdolsun, gönlümüz neşe dolsun,
Söyle de söyle, ya Şahım Ali...

30
“Dünya nimeti kimseye baki değildir;
şiddeti de nimeti de devamsızdır.”

Unutmayın ki, bu dünyada hiçbir şey bizim değildir, bize ait değildir.
Bizde olan ve bize verilen her şey geçici birer emanettirler.
Dünyadaki yaşamımız boyunca her an bizlerden kısmen veya tamamen
alınabilirler ve her şey aslında tekamül yolunda ilerlememiz içindir.
Bizlere verilmiş olan emanetlere ne kadar çok bağlanır ve onları elde
etmek için ne kadar uğraşırsak o nispette kendimizi mahkum etmiş oluruz ve
bağlandığımız şeylerin kölesi haline geliriz.
Dünyaya yakınlaşmış, Allah’tan uzaklaşmış oluruz.
Kendini bilen insan ne dünyaya ne de dünya nimetlerine bağlanır.
Onların geçici olduklarını bilir. Ancak yaşamını sürdürmek için çalışır ve
çalışmasının karşılığını alır, fakat onlara bağlanmaz. Dünya nimetleri kendini
bilen insan için ancak araçtır, amaç değil. Onların kendisine ancak emanet
olarak verildiğini bilir ve huzurlu yaşar.
Önemli olan, bir kenara çekilip hiçbir şeyle meşgul olmamak değil, tam
aksine her şeyin içinde olup hiçbir şeye bağlanmamaktır. Dünya ve dünya
nimetlerine karşı beslediğimiz istek ve arzularımızı dizginlemek ve böylece
benlikten ve nefsten arınmaktır.
Bizim diye zannettiğimiz her şey, bedenimiz, canımız da dahil olmak
üzere, Allah’ındır. Elimizdeki her şey, Allah’ın bizlere vermiş olduğu geçici
emanetlerdir. Emanetlere hiyanet etmeyelim, bağlanmayalım ve
sahiplenmeyelim. Zira Cenab-ı Allah gün geldiğinde hepsini bizden geri
alacak. Canımız da Allah’a ait olduğuna göre, o halde Allah’ın bahşetmiş
olduğu bu lütfu hor kullanmayıp zayi etmeyelim ve onu Allah’ın hakikatinin
doğrultusunda kullanalım.
Hüdavendigar Mevlana, Divan-ı Kebir’inde, bu konuda bizlere şöyle bir
nasihatte bulunuyor ve diyor ki: “Aşıkların arasından başka yerde ömür
sürme, meyhaneden başka bir yerde oturma! Etrafına dikkatle bak da gör ki,
dünya bir tuzaktır; dünyaya ait arzularımız, isteklerimiz ise o tuzakta
bulunan birer yemdir! Dünya tuzağına koşma, yem hevasına düşme! Dünya
tuzağından kurtulunca, gökyüzüne ayak bas; gökten başka bir eşiğe ayak
basma! Güneşe, mehtaba iltifat etme, yüz verme! Çünkü sen, bu dünyaya ait
değilsin! Sen, ötelerden geldin; o eşsiz güzelden başkasını dileme! Kase nasıl
suyun üstünde durmaz çalkalanırsa, sen de o olmayınca bir yerde karar
kılma, sen de çırpın dur! Eline kaseyi alıp her mutfağa koşma! Hava, zaman

31
olur aydınlanır, zaman olur kararır; bazan sıcak olur, bazan soğuk olur! Sen,
zamanların kaynağına git ve o kaynağın başından ayrılma!..” (Cilt 4, 2076)

32
“Ömür çok kısadır.
Her beğenilen şeyi öğrenmek mümkün değildir.
En mühimini öğrenmek icap eder.”

Ömür bir günü andırır. Aynen sabah ve akşam gibi... Şimdi düşünün bu
yaşlara geldiniz geçmiş günleriniz unutuldu, geçmiş yaşamlarınızı unutuldu.
Gün geldi dedin ki: Allah Allah nasıl geçti 50 sene, nasıl geçti 60 sene, 70
sene... görüyorsun ki bir an gibi. İşte Hazreti Ali Efendimiz diyor: Her şeyi
öğrenmeye çalışma, öğreneceksen kimliğini öğren. Eğer kimliğini bulursan
sen artık benimle dirilirsin. Eğer kimliğini bulamadıysan hayatın boşa geçmiş
olur.
Bu konuda sahabeye sordukları zaman en güzel cevabı Hazreti Ali
Efendimiz vermiştir. İlk önce Ebubekir'e sordular: “Sen bu alemden göç
ettikten sonra seninle anılacak bir sözün var mıdır? Onu yazalım.” “Var”
dedi. “Nedir?” “Geldik bu aleme ağaca konmuş bir kuş gibi, meyveyi yiyoruz
ama neticeyi bilmiyoruz” dedi. Aynı soruyu Ömer'e de sordular, o da şöyle
bir cevap verdi: “Yaşa bu alemde ölmeyecek gibi.” Sıra Osman-ı Zinnuri’ye
geldi, o da şöyle dedi: “Benim söyleyecek bir sözüm yok. Kur’an-ıı Kerim'i
elinize aldığınız zaman beni hatırlayın, Kur’an-ı Kerim'i kitap haline getiren
benim.” Söz sırası Ali’ye geldi, “Ya Ali” dediler, “Sen anadan doğma Hazreti
Muhammed'in terbiyesinde yetiştin. Senin seninle anılacak bir sözün var
mı?” “Var” dedi. “Nedir?” “Haber vermediler bu aleme gelişine, haber
vermezler gidişine, daim hazır ol.” İşte Hazreti Ali kesti yolları, hep hazırda
dur, dedi. Çünkü nerede kapı çalınacak bilemezsin. Bilse insan zaten
yaşamını sürdüremez, umudunu yitirir. Çünkü yaşam umutladır.
Hüdavendigar Mevlana bu dört sahabenin konuşmalarını takip etti,
bakın o da şöyle buyurdu: “Ey insan! Bu beden bir mektuptur, postalanmış
padişaha...” çünkü daha anadan doğar doğmaz çıktık yola gidiyoruz Allah'a,
“Layık ise postala layık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az.” Bakın
Hazreti Ali Efendimizin sözünden ne kadar güzel bir ilham almıştır.
Biz burada sizlere sayısız sefer insanın kimliğini söylüyoruz, nasıl
söylüyoruz?.. Dünya üzerindeki bütün varlıklar insandan önce yaratıldı. İlk
güneş yaratıldı, hiçbir varlık Yaratanı dile getiremedi. Ne güneş ne ay ne
yıldızlar, ne dağlar ne taşlar, ne çiçekler ne çimenler, ne hayvanlar… hepsi
kendi vergisinde yaşamlarını sürdürdüler. E ama Allah istiyor şimdi bilinsin,
tanınsın. Ve Allah insanı yarattı. İşte insanda kendini yarattı. İnsan gözüyle
bütün yarattıklarını seyretti, insan diliyle bütün yarattıklarını isimlendirdi. Ve
kendi ismini de yine insandan aldı. Suretine bakıyorsun fakat hangi surettesin
biliyor musun? İnsan suretindesin. Pekala, ne kadar güzel... Peki suretine
layık hizmetlerin var mı? Kontrol ettiğin zaman bakıyorsun ki insani

33
hizmetlerin çok az. Şimdi o zaman insanlığa ulaşabilmek için bir İnsan-ı
Kamil'in huzuruna gideceksin, ona baş kesip benliğinden arınacaksın. Orayı
kendinde varlık edeceksin ve böyle yola koyulacaksın.
Hüdavendigar Mevlana'ya bir gün diyorlar ki: “Bir alim, bütün bilgilere
sahip olsa, maneviyatın tadına erebilir mi?” İşte koca Mevlana şu cevabı
veriyor: “Bir insan bütün bilgilere sahip olsa bile, ancak meyvenin kabuğuna
kadar gelir, tadına varamaz. Neden? Çünkü sahip olduğu ilimlerle benliğe
bürünmüş. Bir Mürşid-i Kamile bağlanıp orada benliğini kırmamış, teslim
olmamış. Onun için bu kişi ancak kabuğa varır ve dışarıda kalır.”
Ömürler malesef çok kısadır. Önemli olan manevi bir büyüğe bende
olmaktır. Örneğin Hazreti Muhammed'e, Hazreti Ali'ye, Hazreti Mevlana'ya
bende oldun mu, onlar anıldıkça sen de anılırsın. Eğer bir manevi büyüğü
bende etmezsen kendine yaşadığın kadar yaşarsın, yaşadığın kadar anılırsın,
öldükten sonra da unutulur gidersin.

34
“Çalışanlar fenalık düşünmeye fırsat bulamazlar.
Çalışmayanlar ise kendilerini fenalıktan kurtaramazlar.”

İmam Ali Efendimizin bu sözü çok güzel ve yerindedir. Bir insan


çalışmaya daldı mı,  artık Ahmed’i, Mehmed’i, Fatma'yı düşünemez. İşini
bitirsin de bir an evvel evine gitsin, yemeğini yesin, arkadaşlarıyla buluşsun,
bunları düşünür. Çalışmayan, bir işle meşgul olmayan bir kişi ise, aklını her
tarafa götürür. Böyle bir akıl insanı dedikoduya sürükler. Başkalarının
dedikodusunu yapan kişi, Adem eti yiyor demektir.
Samatya yolu üzerinde bir cami vardır. Caminin ismi Etyemez Camii.
O devrin padişahı bir gün merak ediyor, bu camiyi yapan kişiler acaba hiç mi
et yemediler, yemedikleri etin parasını biriktirip de mi bu camiyi yaptırdılar,
diye düşünüyor. Sonra diyor ki kendi kendine ne kadar et yemeyerek parasını
biriktirse de, o parayla bu cami yapılamaz. Vezirine soruyor, “Sen ne
düşünüyorsun bu konuda? Acaba bunlar halkı mı kandırıyor?” Vezir diyor,
“Çağıralım cami sahiplerini, etli yemekler ikram edelim, bakalım yiyorlarsa,
o zaman halkı kandırıyorlar demektir.” Çağırıyorlar cami sahiplerini, onlar
da teşrif ediyorlar. Hal hatır soruşuyorlar, bir vakitten sonra sofra kuruluyor.
Sofrada her türlü et yemeği var. Bakıyorlar ki, cami sahipleri hiç tereddüt
etmeden bütün etli yemekleri yiyorlar. Yemek bittikten sonra padişah soruyor,
“Efendi! Siz bir cami inşa ettiniz, adını da Etyemez Camii koydunuz. Ama
gördüm ki siz et yiyorsunuz. Bu nasıl oluyor?” Cami sahibi şu cevabı veriyor:
“Şevketlim, kesilen bütün hayvanlar bir mümine can verecekleri için  seve
seve verirler canlarını. Çünkü hayvaniyetten Ademiyata yola çıkıyorlar. Ama
diğer taraftan öyle insanlar da vardır ki bu kesilen hayvanlar onlara can feda
etmek istemezler. Çünkü onlar hayvandan da beterdirler. Ayaklarını direrler
yürümezler.”
Bir hikaye daha anlatayım: Bir gün bir mandayı kasaplar tutmuşlar
kesecekler, manda kurtarıyor kendini onların elinden, başlıyor kaçmaya.
Koskoca çarşının içinde, o kadar insan içinde, koşup geliyor Mevlana'ya.
Kafasını sürüyor Mevlana'ya,  gözlerinden yaşlar geliyor. Mevlana okşuyor
mandanın başını, diğer taraftan da bakıyor ki kasaplar koşa koşa geliyorlar.
“Durun Efendiler” diyor, “bu hayvan bu kadar insan içinde hiçbirine
sığınmadı, geldi bana sığındı. Bu mandanın değeri ne kadarsa ben onu satın
almak istiyorum.” Diyorlar ki şu kadar, Mevlana veriyor parayı, kasaplara
“Hadi siz gidin” diyor. Mevlana, mandayı çayırlık bir yere götürüyor ve
orada serbest bırakıyor. Manda biraz dolaşıyor sonra uzaklaşıyor, gözden
kayboluyor, sıralanıyor. Hazreti Pir böyle bir keramet gösteriyor.

35
Hasıl-ı kelam, Şahımız Ali'nin bütün sözleri doğru ve yerindedir.
Çalışan insan fırsat bulamaz dedikodu yapmaya, çalışmayan insan durduğu
yerde dedikodu üretir, Adem eti yemeye başlar.
Biz burada her zaman ne diyoruz? Eğer yapacaksanız bir dedikodu,
Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünün dedikodusunu yapın. O
zaman siz ruhen banyo yapmış gibi olursunuz, temizlenmiş olursunuz. Eğer
dünya muhabbeti yaparsanız, dünya hep çamurdur, bakarsınız onun çamuru
sizin üzerinize de sıçrar.

Ah dostlar!
Ali’ye yüz tutanlarız biz,
Ali ile yola düşenleriz biz.
Ah dostlar! Haşa…
Ok, hançer yarasından korkmayız biz.
Ayağımızın bağlanmasından,
Başımızın gitmesinden korkmayız biz.
Ah dostlar!
Ateş gibi gidenleriz,
Cihana nur saçanlarız,
Cehennemi içenleriz biz,
Halkın dedikodusuna metelik vermeyiz biz.
Ali’yi giyindik, Ali ile yola düştük,
Cihan durdukça Ali ile Ali kalacağız biz.
Ali’nin demine Hu....

36
“Allah’a dayanan hiçbir zaman yıkılmaz.”

Şöyle bir deyiş vardır: Duvara güvenirsin, gün gelir duvar yıkılır.
Birisine güvenirsin, gün gelir ölür. Ama Allah’a güvenirsen, O’ne yıkılır, ne
de ölür... O, her daim diridir, hem daim ‘Hay’dır.
Bir dost da dedi ki: “Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasi ve veli olan
O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç
değildir. Genç dediğin, Hak’la konuşan olandır.” Bu, çok yerinde söylenmiş
bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına
girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir.
Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen bir şey varsa, o da
Allah’tır. Oysa dünyevi nimetler hem çürür, hem çürütür. Allah’ın bizlere
sunduğu en güzel nimet akıldır ve onu da insanın başına koymuştur. Eğer
insan aklını ve sevgisini daima Allah’ın güzelliklerine yönlendirirse, o zaman
o kişi daima güzelliklerde yaşamını sürdürür.
Bakın ne güzel söylüyor Hüdavendigar Mevlana: “Sen aklını tutarsan
her an bende, daim beni görürsün sende...” Akıl başa, sevgili kalbe konuldu.
Eğer sevgili başa konulsaydı, rüzgar onu uçururdu... Ama o kalpte duruyor.
Eğer ki sevgili Allah olursa, muhakkak sevenin aklını da en güzel şekilde
işletir.
Biz her zaman ne diyoruz? İnsan düşünceden ibarettir... Neyi
düşünürsen onu çekersin kendine. Bu tarafı, bu güzellikleri sık sık düşünürsen
bir gün gelir, artık düşünmene de gerek kalmaz; baştan aşağı güzellik olursun.
Bizler, Hakk yolunun yolcularıyız. Bizler, yüce Allah’ın sunduğu
nimetlerden yiyenleriz; dünyaya düşkün değiliz. Hüdavendigar
Mevlana’mızın buyurduğu gibi: “Ya Rabbi! Bu kaseyi, bu sofrayı ebedi kıl,
kıyamete kadar yaşat! Allah’ım bu bahçeyi sonsuz baharının lütfu ile daima
yeşert, yemyeşil, ter-ü taze sakla! Allah’ım, bu duaya, sen de amin de! Zaten
dua da senin duan, amin de senin aminin.”
Evet, Allah’ı sevelim, Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O
da bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can
kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Mutlaka bilinmelidir ki,
Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur. Her ev yıkılır,
fakat Allah’ın evi yıkılmaz.

37
“Kavga ve çekişmekle sevgi birleşmez.”

Allah’ın istediği şey sevgidir. Peygamber Efendimizin ilmi de Allah


ilmidir, sevgi ilmidir.
İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan,
bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden
insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar.
Şehadetin manası: Eşhedü en la ialhe illallah; yani, şehadet ederim
bütün cihan boş, ancak sensin Allah. Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu
ve Resuluhu; yine şehadet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana
kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim, demektir. İşte şehadet
budur. Şehadet ağızdan çıkıp, kulaklar işitti mi, onun manasına inip
manasında yaşamak gerektir. Eğer Müslümanlar şehadetlerinde yaşasaydılar
hiçbir zaman kötülük yapmaz, birbirleriyle kavgaya savaşa girişmezlerdi.
Çünkü hepsi Muhammedi’leşir ve tertemiz insanlar olurlardı. Herkes
tarafından sevilen ve sayılan insanlar olurlardı. Dünya bir barış, sevgi yuvası
olur ve huzur içinde yaşarlar, yaşatırlardı.
Hazreti Muhammed Efendimizin dini yüksek ahlak üzerine
kurulmuştur. Allah, bizleri sevgi için, sevmek için yaratmıştır. Allah’ın en
büyük mucizesi insandır, yani sizlersiniz.
Mevlana’mız da şöyle der; “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür
sayma.” Eğer sevgi olmadan, aşk olmadan yaşıyorsan, bil ki sen ölmüşsün.
Ama Hakk’a gönlün varsa, muhabbetin varsa, o zaman sen, Hakk ile yaşıyor
ve yaşatıyorsun.
İki kardeş bile, bazen birbirlerine zıt olabiliyorlar; fakat iki Allah aşığının
birbirine zıt olduğu görülmüş müdür? Biri ister ki öbürü ihya olsun; öbürü de
ister ki diğeri ihya olsun. Onların birbirlerini sevmeleri, ebedi hayat demektir.
Bütün amacımız kavgadan, çekişmekten uzak durmak, Hazreti
Muhammed’i, Hüdavendigar Mevlana’yı güzel tahsil etmek, Yaratandan
ötürü bütün topluma sevgi ile bakmak, sevgiden söz etmek olmalıdır. Böyle
davranırsak Allah katında iyi bir yere sahip oluruz.
Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamaktır. Tasavvuf dediğimiz
Allah yolu, ne okuma, ne yazma, ne riyazat, ne başka bir şey, hiçbir şey değil;
sadece karşılıklı sevgidir o kadar.

Dünyaya gelen göçer,


Bir bir ecel şerbetini içer.
Dünya bir sırat köprüsüdür,

38
Bir bir bu köprüden geçer.
Gelin dostlar sevgide buluşalım,
Yapılan işleri birbirimizde kolaylaştıralım,
Sevelim birbirimizi,
Birbirimizde sevilelim,
Bu dünya kimseye kalmaz...

39
“İnsanlar bir şeye başlamakla değil,
onu bitirmeye muvaffak olmakla methe layık olurlar.”

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, her sözünde haklıdır. Bir işe
başla, sonra yarım bırak olmaz. Mademki bir işi yapmaya niyet ettin, o
zaman o işi kemalata erdireceksin. Bir işi kemalata erdirdiğin zaman
etrafındaki dostların, arkadaşların, akrabaların yaptığın işi görecekler ve
hoşlarına gidecek, seni övecekler, methedecekler.
Fakat misal olarak, sen niyet etmişsin duvar örmeye, temelini atmışsın
fakat duvarı örmemişsin, bekliyorsun ha yarın ha öbür gün ha seneye
öreceksin diye, fakat örmüyorsun. Hazreti Ali Efendimiz böyle şeylere hiç yol
vermiştir. Böyle insanlar kıymetli insanlar değildirler.
Hüdavendigar Mevlana, “Bir insan güzel bir iş meydana getirirse, ancak
daha iyisini meydana getirmek için onu örnek al, eğer yapamıyorsan da
takdir et” diye buyuruyor.
Maneviyatın güçlü olursa senden çalışan, senden kazanan Allah’tır. En
güzel işleri senden meydana getiren yine Allah’tır. Maneviyatını
güçlendireceksin ve çalışacaksın, çalışmamak olmaz.
Sizlere şöyle bir misal vereyim: Yağmurlu bir günde, Hazreti
Muhammed sahabesi ile giderken, yolda taş üstünde oturarak, sağa sola
bakan birini görür ve o kişiye selam vermeden geçer. Daha sonra adam
kalkar, taşlar koyarak su üstünde bir yol meydana getirir. Geri dönerken
Peygamber Efendimiz adama selam verince, adam der ki: “Ya Resulallah!
Biraz evvel buradan bana selam vermeden geçtin. Neden şimdi selam
veriyorsun?” Hazreti Muhammed, “Sen tembel bir şekilde oturuyordun.
Allah tembelleri sevmez, o yüzden selam vermedim. Şimdi insanlara hizmete
kalktığın için selam veriyorum” der.
Hazreti Muhammed’in bir ismi de Cabbar’dır, yani çalışkandır. Herkes
uyudu, o uyumadı, hep çalıştı, hep irşad etti. Sevenlerini aydın görmek istedi.
Bir hadisinde, “Benim ümmetim madden ve manen komşularından üstün
olursa şefaatime nail olur. İki günü bir olan benden değildir” diyor. Çalışanı
seviyor.
Bir evlat çalışır, kazanırsa baş üstünde tutulur, hiç çalışmaz hep isterse
ana baba üzülür. Biz, evlatlarımızı madden, manen her şeyin üstünde
görmek isteriz.

40
“Haddini bilip derecesini aşmayan kişiye
Allah rahmet etsin.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Çünkü haddini biliyor,


kim olduğunu ne olduğunu biliyor ona göre muhabbet ediyor, ona göre
davranıyor ve öyle yola koyuluyor. Böyle olunca da çevresinde hem seviliyor
hem de sayılıyor. Eğer bir kişi haddini aşarsa değişik konulara girerse, etrafını
rahatsız ederse, o kişiye rahmet okumuyor Hazreti Ali Efendimiz, ama kötü
bir söz de sarf etmiyor. Çünkü onun dili çok tatlıdır, O’nun sözleri hep
Hakk’ın sözüdür. Zaten bütün Nebilerde ve Velilerde gören göz Ali’dir.
Yüce Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’ya sordular, “Bu kadar kitap
okudun, ne öğrendin?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Haddimi bildim,
adımı öğrendim!” Yine sordular, “Ya Mevlana, neymiş adın?” Dedi ki:
“İnsan...”
Kişiliğini bulan bilinçli yürür, bilinçli konuşur, elinden geldiği kadar
topluma örnek olmaya çalışır ve hiç ayrım yapmadan hangi dinden, hangi
milletten olursa olsun herkese aynı sevgiyi sunar, o zaman Hazreti
Peygamberin, Yüce Mevlana’nın, Hazreti Ali’nin ruhaniyeti hoşnut olur.
Siz de gönlünüzü büyütün, imanınızı güçlendirin. Ne olursa olsun ben
yokum, benden işleyen, hizmet eden bütün o güzellikleri sunan bir kudret
sahibi iman ettiğim yer var, diye düşünün.
Onun için buraya geldiğimizde, yerle görüşürüz. Biz birbirimize secde
etmiyoruz, ben yokum, sen varsın Allah’ım diye yokluğa bürünüyoruz. Secde,
hakikatte yokluk manasındadır.
Hüdavendigar Mevlana’nın çok güzel bir kasidesi vardır, şöyle buyurur
ve der ki:
“Koşayım, koşayım da, Hakk yoluna düşen atlılara ulaşayım. Yok
olayım, yok olayım da Sevgiliye kavuşayım.
Hoş olmuşum, hoş olmuşum. ‘Benlik evini yakayım da sahralara
düşeyim’ diye bir ateş parçası olmuşum.
Toprak oldum, toprak oldum ki, senden feyiz alarak rahmet alarak
yeşilleneyim, çiçekler bitireyim. Canlılara yararlı meyveler yetiştireyim.
Su oldum ki, köpürerek, koşarak, başımı taştan taşa vurarak, secdeler
ederek senin gül bahçene varayım.
Ötelerden geldiğim, gökten düştüğüm için, zerre gibi titriyorum. Sona
varınca huzura kavuşurum. Emin olurum da titremem.
Gök şeref yeridir. Toprak telef olma, yok olma yeridir. Ben,
Padişahımın yanına varabilmek için bu iki halden de kurtuldum.

41
Hakk'ın rahmeti su gibidir. O ancak aşağılara, alçak yerlere akar. Ben de
ayak altında çiğnenen toprak gibi alçak gönüllü, mütevazı olurum ki,
Rahman'ın huzuruna varayım...”

42
“Yücelik istedim, tevazuda buldum.
Riyaset istedim, ilimde buldum.
Keramet istedim, takvada buldum.
Rahat istedim, terki hasette buldum.
Galibiyet istedim, sabırda buldum.
Şükür istedim, rızada buldum.”

Hazreti Ali Efendimiz, yüceliği istedim, gönül alçaklığında buldum; bilgi


sahibi olmak istedim, ilimde buldum; yani okudum ve öğrendim, bildim,
diyor.
Ve dikkat edin şimdi, keramet istedim, takvada buldum; yani namaz
kılmakta buldum, secdelere vurdum başımı, diyor.
Secdeye kapanınca ne diyorsun? Sübhane rabbiyel ala… Peki kimin
kudretiyle söylüyorsun bu sözü? Yaratıcının… Peki o zaman, O sana ne
diyor? O, o güzel sensin, o ala sensin, bütün güzelliklerin sahibi sensin, diyor.
İşte Hazreti Ali burdan aldı bunları. Kılmak kabullenmektir. Namaz
kılmıyorsan, o zaman Peygamberi kıl, O’nu kabullen, Ali’yi kıl, O’nu
kabullen ve onlarla çık yola, o da ibadettir. Ama yapmıyorsun, hep dünya
muhabbetleri, dedikodu; sonra ne oluyor?.. sıkıntılardan hüzünlerden
kurtulamıyorsun.
Sonra bakın ne diyor? Rahat istedim, terki hasette buldum; hasedi,
kıskanmayı terkettim attım üzerimden, o zaman rahat oldum, diyor. Çünkü
kıskanma, haset insanı yer bitirir. Bütün bunları Ali atmış da rahatlamış… ne
güzel söylüyor.
Galibiyet, yani kazanmak istedim, onu da sabırda buldum, diyor. Yani,
sabrettim, acele etmedim. Ama isteğimden de geri adım atmadım ve sabrede
sabrede en sonunda muradıma erdim, yani oldum, diyor.
Şükür istedim, onu da rızada buldum. Yani demek istiyor ki, Allah bana
güzellikler vermiş, ama bazen imtihanlara da tutmuş, çektirmiş; o vakit de
isyan etmedim, bu Senin rızandır, dedim, boynumu büktüm, karışmadım
işine ve işte şükürü istedim, rıza göstermekte buldum, diyor.
Bir insan putlarını kırmadıktan sonra hakiki kimliğine ulaşamaz. Bir
insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık kendine ait
bir şey kalmaz ve onda varlığını gösteren iman ettiği yer olur.
İman, her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde… Bizim iman
bakımından rehberimiz Hazreti Ali’dir.
Bulunduğumuz yol, tasavvuf yolu, tamamen teslimiyet ister. Her şey
sevgiye, aşka, imana ve kendini sevdiğin ve iman ettiğin yere perçinlemeye

43
dayanıyor. Bunları yapabildin mi, o zaman sende Hakk’ın güzellikleri
tecellisini göstermeye başlar.

44
“Hakikati söyleyenlere bakarak öğrenme.
Hakikatin kendisini öğren ki, söyleyenleri de öğrenesin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, hakikatlere vakıf olduktan


sonra, karşısındakinin gözlerinin içine bakar, onu konuşturur ve onun kim
olduğunu anlardı.
Bir sözü daha vardır Hazreti Ali Efendimizin, der ki: “Kişi dilinin
altında gizlidir.”
Sen susarsın karşı tarafın gözlerine bakarsın, onu konuşturursun ve
onun konuşmasından onun kim olduğunu çözersin. Ama eğer sen daha
hakikatlere vakıf olamamışsın, kimliğine erememişsin, sen cahil o da cahil
hiçbir şey çözemezsin, kavga eder durursunuz.
Hüdavendigar Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor: “İnsanlar
sayılıdır, çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir.
İnsanda, eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e
erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka
ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği
dışarda arama.”
İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır.
Kulak, kelama kendi aklına göre bir mana rengi verir. Yani herkes kendine
göre anlar ve herkeste anlayışına göre bir hal tecelli eder. Bu aldığımız rengi,
renksiz olarak yerine, sahibine teslim etmek lazımdır. Herkesin anladığı
kendine göre doğrudur ama, tamam değildir. Asıl mesele, bir şeye hem içiyle
hem dışıyla yakın olabilmektir; onu hem yakından, hem uzaktan
görebilmektir. İşte bu görüş, Allah görüşüdür.
Hüdavendigar Mevlana'ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten
koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir. İnsan geçirdiği bu kadar
maceraya rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir. Kendisini kuşatan
dünyanın nice tufanına tanık olmasına rağmen kendi içinde sakladığı
tufanların henüz idrakine varamamıştır.

Eğer ibadetin özünü ararsan,


Secde edeceğin mihrabı öğren.
O mihrabı nerede bulayım dersen,
Şu insan denilen kitabı öğren.
“İkra kitabete” denmiş Kuran’da,
Hep insan dönüyor bu çark-ı devranda,
Kıyamet kopmadan ahir zamanda,

45
Düşün de o ahir zamanı öğren.
Dede der, asıl varlığını bilmedin,
Çünkü sen ölmezden evvel ölmedin,
Renge aldanıp Hakk’a dönmedin,
Cehline verdiğin kurbanı öğren…

46
“Yalancının mürüvveti olmaz.”

Diline sahip olanın, yalanla alakası yoktur. Diline sahip olan küfürlü
muhabbetlerde, isyanlarda bulunmaz. İnsan, kimseyle alaylı tarzda
konuşmadan, kimseyi hakir görmeden, bütün çirkin işlerden kendini uzak
tutarsa, kendini muhafazaya almış, edebiyle yaşıyor demektir.
Yalana gelince... Hazreti Muhammed’e sorarlar: “Senin ümmetin yalan
söyler mi?” Peygamber Efendimiz şu cevabı verir: “Benim ümmetim zor
durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman
benden değildir.”
Bir gün, Hazreti Mevlana’ya soruyorlar, diyorlar ki: “Bir kişi kalksa dese
ki: Ben önce Allah’ı severim, sonra Peygamberimi severim, en son seni
severim... Bu kişi hakkında ne dersiniz?” İşte Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu
kişi aşktan çok uzaktır ve bu kişiyle yola çıkılmaz. Fakat bir kişi Sevgilisi için,
Allah’ım, Peygamberim, dinim, imanım diye bahsediyorsa, işte o kişi gerçek
bir aşıktır.”
Hüdavendigar Mevlana yine şöyle buyurur ve der ki: “Doğruluk, can
vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan ‘Erler vardır
ki Tanrı’yla ettikleri ahdi bozmadılar, ahidlerine doğrulukla sarıldılar’ ayetini
okuyun! Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat
nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı. Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı.
Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri. At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham,
kötü, perişan bir halde kala kaldı. Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kafir
de kutlu bir şehit sayılırdı. Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki
dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler.”
Bütün dava, dürüstlüğü elden bırakmayıp, dünya varlıklarına tamah
etmeden, yalandan, hırstan kaçınarak bizlere bahşedilmiş olan bu ömrü
Allah ile birlikte huzur içinde geçirmektir.

Bu can tenden gitmeden, kendi kendini seçmek gerek.


Karanlık gelip çökmeden, gönül ışığını açmak gerek.
Yalanla Allah’a varılmaz, benlikle menzil alınmaz,
Riyayla gerçek bulunmaz, bütün varlıklarından geçmek gerek.
Bilerek söyle sözünü, aşk ateşiyle yak özünü,
Açmak için can gözünü, gerçek eri seçmek gerek.
Hakk’a giden yolu tanı, ara da bul arif canı,
Muhabbet gülü gülşanı, gonca iken biçmek gerek.
Aşık Hakk’ı bilir, ilham mürşitten gelir,
Vurursan kapı açılır, çalışıp da açmak gerek...

47
“Kötülüğe iyilikle muamele eden kerimdir, muhsindir.”

Hepimiz zahir iradeye sahibiz. Biri kötülük yaptı mı hemen karşılık


vermek isteriz.
Bir gün Hazreti Muhammed sahabesini karşısına alarak sorar:
“Efendiler, size birileri kötülük yaparsa ne yaparsınız?”
Onlar da derler ki: “Biri bize kötülük yaparsa, biz ona iyilikle karşılık
veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
Susarlar. Çünkü safraları kabarıyor, bir şey söylemiyorlar. O sırada
Hazreti Ali gelir, selam verir.
“Ya Resulallah, sohbetiniz neredeydi?”
“Biri size kötülük yaparsa ne yaparsınız? diye soruyordum.”
Hazreti Ali, “İyilikle davranırım” der.
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle.”
“Bir daha yaparsa?”
“Ya Resulallah! Kıyamete kadar iyilikle karşılık veririm.”
Sahabe üçte kaldı ama Ali, bütün kötülüklere iyilikle karşılık veririm,
diyor.
Hüdavendigar Mevlana da der ki: “Hasmını hor görme.” Sorarlar,
“Neden ya Mevlana?” “Size karşı kini azalır” der.
Hazreti Muhammed bir karınca dahi öldürmemiştir.
Bir gün, bir kirpinin kovaladığı bir yılan, Hazreti Muhammed’e sokulur.
Kirpi, Hazreti Muhammed’e sığındığını görünce yılana saldırmaz, bırakır. O
da kirpiyi mükafatsız bırakmayarak sahabeden biri ile ciğer aldırıp kirpiye
verir. Yılan kirpiden kurtulunca, Hazreti Muhammed’i nasıl sokacağını
düşünür. Hazreti Muhammed, canını yakmak istediğini anlayarak serçe
parmağını yılana uzatır. Küçük parmak hal diliyle, “Beni küçük buldun,
yılana ikram ediyorsun” der. O sırada torbasında kedilerle gelen Ebu
Hureyre o vakayı görür. Torbasından çıkardığı bir kedi yılanı yakalar. Hazreti
Muhammed, ısırılan serçe parmağına yüzük takar. İslam’da küçük parmağa
yüzük takılır. Ne kadar latif, ne kadar ince bir Peygamber.

48
Hüdavendigar Mevlana’ya sormuşlar: “Senin yolunun başı var mıdır?”
Demiş ki: “Benim yolumun başı olsaydı sonu da olurdu. Benim yolum baştan
aşağı güzelliktir, başı sonu yoktur. Kendini ne kadar güzelliklere verirsen o
güzelliklerle sarhoş olur, kendinden geçersin.”
Güzellik kaynağı bir yol, bu güzellik kaynağında çirkin bir şey nasıl
aranır? Hazreti Mevlana bakın ne güzel bir seslenişte bulunuyor:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
İnşallah hepimiz Peygamber Efendimize, Ehlibeyt Efendilerimize,
Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’mıza, Piran Efendilerimize layık insanlar
oluruz.

49
“İnsan-ı Kamil,
herkesin hayrını isteyendir.”

İnsan annesinden doğup bir yaşa kadar geldikten sonra bir arayışa çıkar,
gönlüne göre bir İnsan-ı Kamil bulduğu zaman geçmişi silinir, orada yeniden
doğar.
Allah’a giden yol, kuldan geçer. Allah’ın sözlerini kim söylüyor? Taş mı,
nebat mı, hayvan mı? Hiçbiri söylemiyor. Bütün mesele, kamil bir insana
bağlanmakta ve onu sevmektedir ve O’nun rengine uymaktadır. Allah,
insanları, yine insanla terbiye eder.
İslam’ın kemalatı Hazreti Resulallah’ta tecelli etti. Allah en güzel
yüzünü Resulallah’dan gösterdi. O’nun ışığı herkesi çevreler, çünkü O, ayırım
yapmaksızın her varlığa ışık verir. Hazreti Muhammed hiçbir söze ve manaya
sığmayacak kadar yücedir. O her türlü hayalin ve idrakin üzerinde bir
manaya sahiptir.
İnsan-ı Kamillerin, yani Mürşid-i Kamillerin yolları Hazreti Ali’ye çıkar,
selam olsun üzerine. Neden? Çünkü Hazreti Muhammed Efendimiz Hazreti
Ali’ye; “Artık Nübüvvet (Peygamberlik) defteri kapandı, Velayet (Velilik)
defteri açılacak. Onların da başı sen olacaksın” demiştir. Yani Velayetin başı
Hazreti Ali’dir. Hangi Veli olursa olsun Hazreti Ali’yi kendilerine ruh
edinmezlerse, Kamil İnsan olamazlar. Hüdavendigar Mevlana, “Bütün
Velilerde ve Nebilerde gören göz Ali’dir” demiştir.
İnsan olmadan, ney nasıl kendi kendine ses çıkaramazsa, ‘Kamil
İnsan’dan da seslenen Allah’tır. Yani onun sözleri, doğrudan doğruya
Allah’ın sözüdür. Allah’ı bulmak için mutlak ve mutlak onu bulmak lazımdır.
Susamış kişi Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da Mürşid-i
Kamil’dir. Mürşid-i kamil, susamış kişiye Ab-ı Hayat’tır. Çünkü bir Mürşid-i
Kamil, Kur’an-ı Natık’tır, Hazreti Muhammed’in bütün nurlarına ve
hakikatlerine sahiptir. Onun sohbetleri vasıtasıyla tüm bu hakikatleri
öğrenirsin, aydınlanırsın.
Mürşid-i Kamil, ahlakımızda bize yaramayacak, ne gibi kirler varsa,
onları yavaş yavaş, hatta haberimiz olmadan temizler. Biz o Kudret’i
annemiz gibi tanıyıp, onun kucağına atıldıktan sonra, o da bizi elbette, evlat
olarak bağrına basar ve yüzümüzdeki, gözümüzdeki kirleri, anne şefkati ile
mukayese bile edilmeyecek kadar hudutsuz bir şefkatle temizler.
Allah’ın bir kanunu vardır: Lütfu Allah’tan evvela biz isteyeceğiz.
İki cihanın hakimi olan Kamil Mürşid’in bizi sevk ve idare edebilmesi
için, bizim ona nedensiz, niçinsiz bir teslimiyetle tabi olmamız şarttır. Asıl

50
tasavvuf, asıl manevi ve ilahi bilgi, bu teslimiyettir. İnsanı, bu bilgiden başka
kurtaracak hiçbir şey yoktur.

Eğer adaletin özünü ararsan,


Can gözü açık vicdan sahibinden öğren.
O vicdanı nerde bulayım dersen,
Gerçek bilgin olan İnsan-ı Kamil’den öğren.
Gerçek bilgin olan kılı kırk yarar,
Vicdanına sormadan vermez karar,
Vicdanı olmayan kul neye yarar,
Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran’dan öğren.
Gör ki bu Dede neylemiş,
Adaletin özünü beyan eylemiş,
Burada bir gerçek daha söylemiş,
Onu da değişen zamandan öğren...

51
“İnsan çoktur,
fakat insanlığını tanıyan pek azdır.”

Hazreti Ali Efendimiz çok doğru bir söz söylüyor. Bu dünya üzerinde
yedi buçuk milyar insan var, fakat bunların arasında, insanın kimliğini bilen,
kimliğine ermiş olan pek azdır.
İnsanlığa eren kişi Allah'a ermiştir, Hakk’ın kendisidir. İnsanlığa
ermeyen kişi de ya yoldadır ya da Hakk’a tamamen arka çevirmiştir, dünya
nimetlerine dalmıştır. Bu insanlar gece gündüz daha fazla mal mülk elde
etmek için çalışır didinirler, düşünceleri hep dünyaya yöneliktir. Ama o gün
geldiğinde onun nefesi toprağa gider, ayak altı olur, çiğnenir.
Yeryüzünde en mukaddes varlık insandır. Bütün varlıklar insanla dile
geliyor, Yaratıcı insanla dile geliyor. İnsandan daha büyük alim daha büyük
bir varlık yok yeryüzünde. Düşünecek olsanız o Yaratıcı insandan işliyor;
 füzeler yapıyor, uçaklar yapıyor, bir bakıyorsun Ay’a gidiyor. Bugün Mars’a
da gidiyorlar, ışık hızını da buldular. Çok yakında bütün gezegenleri de
gezecekler. Ama görecekler ki her yer boş, bulamayacaklar Allah'ı. Çünkü
Allah'ın merkezi dünyadır, buradadır O. Ama gezdiriyor seni, git ara bul
bakalım, neredeyim Ben, diyor…
Hüdavendigar Mevlana buyurur: “Kur'an, ölülere değil dirilere
gelmiştir.”  Ve yine Hüdavendigar Mevlana Yasin suresinde çok derin bir
keşifte bulunmuştur, şöyle der: “Bir gün gelecek Ademoğlu Ay’a çıkacak
Ay’dan dünyaya menzil kuracak.” Ve çıktılar da… ama maalesef Kur'an'ı
hala ölüye okuyoruz. Kur'an'ın derin manalarına inenler ondan çok güzel
faydalandılar, çok güzel keşifler yaptılar, fakat Kur'an'ın dış yüzüne bakanlar
gerilerde kaldılar.
Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya daha da uyanık olmanıza
çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha
güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlatlarıyız ve hepinizin birer Güneş
olmanızı isteriz.
Bakın bir damla nur var göz bebeğimizde, o siyah göz bebeği, ne kadar
uzaklara ışık veriyor. Düşünmemiz lazım Yaratıcının her zerresi ışık, Ondan
bir şey gizlenemiyor. İşte Hüdavendigar Mevlana bir evladına buyuruyor:
 “Evladım, benim sözlerime kulak ver ve beni iyi dinle.” “Buyrun Efendi
Hazretleri…” “Çalış her zerren göz olsun.” “Neden?” “O zaman senden
hiçbir şey gizlenemez, her şeyi görürsün… Çalış her zerren kulak olsun.”
“Neden?” “Çünkü herkesi duyarsın, kimse senden sırrını saklayamaz.”
Bakın Hüdavendigar Mevlana, evlatlarını ne kadar yüce görmek istiyor.

52
Allah insan dışında değildir, her zerremiz Allah'la diridir. En büyük
örneğimiz Hazreti Muhammed'dir, Hazreti Ali'dir. Onlardan sonra
Hüdavendigar Mevlana ve Piran Efendilerimiz gelir. Onları örnek alalım ki,
bizler de güzel birer insan olalım, kimliğimize erelim, huzur içinde yaşayalım.

53
“Bir kimse senden emin olmazsa,
sen de ondan emin olma.”

Hazreti Ali Efendimiz bu sözlerinde çok insancıl konuşuyor. Mademki


inandıramadın kendine, artık daha fazla üzerine gitme sen de ona inanma,
uzaklaş, demek istiyor.
Hazreti Ali Efendimizin çok güzel bir sözü daha vardır, buyurur der ki:
“Efendiler, biri size karşı gurur yaparsa, seni küçük görürse, sen ondan daha
gururlu çık.” Ona soruyorlar , “Neden böyle yapalım?” “Çünkü eğer sen
ondan daha gururlu çıkarsan, gururlu durursan, o da mecbur kalır gururunu
kırsın ve seninle tekrar muhabbete gelsin. Sakın onun gururuna saygı
duymayın, ondan daha gururlu çıkın.”
Bakın zerre kadar bizim aşağılanmamızı istemiyor.g Gururlu çıkan
kişiye daha da gururlu çıkın, diyor; ki o da kırsın putunu ve yine dost olun.
Size şöyle bir misal daha vereyim: Selçuklu Hükümdarı Alaeddin, bir
gün Hüdavendigar Mevlana’nın  huzuruna geliyor. Mevlana hiç yerinden
kalkmıyor. Herkes Mevlana'nın bu hareketine çok şaşırıyor. Koskoca
hükümdar geldi Mevlana ayağa kalkmadı, diye düşünüyorlar. Alaaddin niyaz
ediyor Hüdavendigar Mevlana’ya, Mevlana ona yer gösteriyor, o da geçip
oturuyor. Sohbet bittikten sonra Hükümdar düşünceli bir şekilde kalkıp
gidiyor. Hüsameddin Çelebi Hazretleri merak edip Hüdavendigar
Mevlana'ya bu halin nedenini soruyor. “Ya Mevlana, koskoca hükümdar
geldi, sen ona ayağa kalkmadın, ona saygıda bulunmadın, bunun nedeni
nedir?” İşte Koca Mevlana şu cevabı veriyor: “Hünkar zaten  benlikteydi,
ben ona ayağa kalksaydım, onu daha fazla benliğe sürükleyecektim, daha
fazla Allah'tan uzaklaşacaktı. Ben ona ayağa kalkmayınca, onun benliği
kırıldı gitti. Onu daha fazla Allah'a yakın ettim. Siz bu işlerden
anlamazsınız.”
Bakın nasıl putları kırıyor Mevlana…
Mana ehli hiçbir zaman dünya ehline karşı ayağa kalkmaz. Eğer
kalkarsa boşuna o makamda oturuyor ve bulunduğu makamın ne manaya
geldiğini bilmiyor, demektir.
Hiçbir kimsenin benliği ve varlığı Allah’tan ayrı değildir. Ama
gururumuz bizi Allah’tan ayırır.
Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi halini bildirmek içindir.
Kullar, yani insanlar çocuk gibidirler; kendi hallerini bilmezler. Kul bu
imtihanı kazanırsa, yani başına gelenden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna
mazhar olur, zevke dalar; ibret alamazsa azaba düşer.

54
Her şeye sahip olsan bile gurura kapılma, başkalarını hor hakir görme.
Tevazuya in, yoklukta dur ve hiçbir şeyin sana ait olmadığını, bütün sahip
olduklarının Allah’tan olduğunu bil ve her an şükrederek niyazlarda
bulunarak yaşa ki, Allah’a yakın olasın ve huzur içinde yaşayasın.

55
“Yüzünü Hakk’a tutan kazanır,
Hakk’tan çeviren mahvolur.”

Bu devirde, bir saat bir dakika oldu, o kadar hızlı geçiyor ki hayat, gün
adeta saat oldu. Gününü nasıl yaşıyorsun, temeli maneviyat olan bir yere
bağlılığın, sevgin var mı? Maddeye ait her şey fanidir. Kişi bir Hakk ehline
yüz tutup, oraya gönlünü bağlar, orayla yaşamını sürdürürse, onun yaşamı
boşa gitmemiş olur. Hakk’la yola çıkmış, Hakk’la yürüyor, Hakk’la
konuşuyor. Onun her şeyi maneviyat zenginliği ile doludur ama maddeyi
gönlüne koyarsa, o anda sıkıntı, gam, kasavet, hüzün başlar. Çünkü Allah’ın
dışında her şey fani.
Misal olarak, bin kişi olsak, hepimiz sıdkı bütün imanla bir yere
bağlanırsak, sayıda kalabalık görünürüz ama manada bir sayılırız. Çay
demlikte bir kapta idi, bardaklara konulunca çok görülür. Her birine sorsak,
ne içiyorsun? diye “çay” der. Yani gönlün nerede? Hakk’ta, demektir bu...
Sonuç nedir? Hepimizin gönlü Hakk’ta, hepimiz Hakk olduk.
Bu beden bir testidir, yolun sonunda da sonsuz güzelliklerle dolu bir
okyanus var. Testi kırılınca, vücuttaki ruh, su misali, gider hedefine ulaşır.
Fakat hiç Allah’ı zikretmeden, hep dünya muhabbetleri ile ömür geçirilirse,
testi kırılınca, o su toprağa gider. Toprağa gidince ayak altı olur, yani bütün
ömrü zayi olmuş olur.
Hüdavendigar Mevlana, şöyle buyurur ve bizlere sorar: “Ey insan! Sen
dört anasırın sahibisin. Birinci anasır, vücudundaki hararet; güneşe ait. İkinci
anasır, vücudundaki hava; semavata ait. Üçüncü anasır, vücudundaki su;
okyanusa ait. Dördüncü anasır, deri ile kemik; o da toprağa ait. Bir gün
gelecek bu dördü aslına gidecek; peki sen nereye gideceksin?..”
Dünya kuruluşundan beri canlı varlıklar, hep devrandadır. Tekamülü
tamamlamak için misal olarak bütün dünya varlıklarından gönlü çekmek
lazım. Gönül tamamen Yaratıcı’ya bağlanır, O’nun sevgisi, O’nun
muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket edilirse yol alınır. Eğer hem orayı, hem
burayı, hem de Allah’ı severim dersen, kemalata eremezsin. Tekamül edenler
içinde en büyük örnek Hazreti Muhammed’dir, sonra Hüdavendigar
Mevlana ve diğer Evliyaullah gelir. Onlar da bizler gibi beşerdi ama
gönüllerinde Allah’tan başka bir şey olmadığı için konuşmalarında hep Allah
muhabbeti vardı. Bir kişi iman ettiği yerin haline bürünürse, o kişide tekamül
başlar. Sevgi yüzde seksen başka yere, yüzde yirmi Hakk’a ise burada
tekamül olmaz.
Mevlana’mız sevenlerine diyor ki: “Bir gün bana tam manasıyla
hizmette bulunduysan, ben şefkatimi senden çekmem.” Tabii ki, kemalata

56
ererek gitmek daha başkadır. Tekamül, Hakk’la Hakk olmaktır, Hakk’tan
başkasını gönüle koymamak, onun dışına çıkmamak, dünya durdukça ebedi
hayata yol almaktır. Bir insan bu alemde neyi temsil ettiyse, gidişi de orayadır.
Hakk’ı temsil ettiyse, gam, keder ondan uzaklaşır; gönül verdiği, teslim
olduğu yer ile dünya durdukça baki kalır.

57
“İslam’dan daha yüce şeref yoktur.”

Bu aleme yüzyirmidörtbin Peygamber geldi, hepsi de İslam'dı. Davut da


İslam’dı, Musa da İslam’dı, İsa da İslam’dı. Fakat İslam'ın kemalatı Hazreti
Muhammed Efendimizde ve bir de Şahımız İmam Ali Efendimizde tecelli
etti. Zaten İmam Ali, Hazreti Muhammed’in eğitiminde yetişmişti.
İslam nedir?.. Bir insanın sözleri sevici ise, birleyici ise, ikiliğe hiç yer
vermiyor ise, kendisi inciniyor fakat karşısındakini hiç incitmiyor ise, sözleri
hep yapıcı ise, o zaman bu kişi İslam’dır.
Hazreti Muhammed Efendimizi örnek alalım, selam olsun üzerine; O,
çektiği  o kadar çileye rağmen hep rıza göstermiştir. İmam Ali Efendimiz de,
selam olsun üzerine, O da şöyle buyurmuştur: “Öfkeyi ve hiddeti ayaklarımın
altına aldım.” Yani demek istedi ki, birisi bana bağırsa, kavga etse de, ben
katiyen ters cevap vermem, gülümserim. Dinlerim bakalım ne konuşuyor.
Ama eğer eli kalkarsa o zaman cevap vermeyi düşünürüm. Eli kalkmadıkça
ne söylerse söylesin karşılık vermem... İmam Ali Efendimiz bu söylediklerini
yaptı ve Hüdavendigar  Mevlana da yaptı.
Hüdavendigar Mevlana, bir gün bir toplulukta dedi ki: “Ben yetmişiki
milletle beraberim.” Mevlana'nın bu sözünü duyan bilginler toplandılar,
aralarında konuştular, dediler ki: Bu yetmişiki millet arasında kafir var,
putperest var, küfürbaz var, İsa'ya tapanlar Musa'ya tapanlar var. Mevlana
nasıl olur da yetmişiki milletle beraberim der. Ve karar verdiler, aralarından
birini Mevlana'yı bulmak üzere ve bu soruyu kendisine sormak üzere
gönderdiler. Ve eğer yine yetmişiki milletle beraberim derse, kabul ederse, o
zaman ağzına gelen ne kadar çirkin laf varsa hepsini Mevlana’nın yüzüne
söyle, dediler. Adam geldi Mevlana'nın huzuruna, selamlaştılar, adam sordu
Mevlana'ya, “Sen şöyle bir söz sarf etmişsin; yetmişiki milletle beraberim,
demişsin. Bu söz doğru mudur? Bu sözü sen mi söyledin?” Mevlana, “Evet
doğrudur, ben söyledim, aslı vardır” dedi. Adam Mevlana'nın cevabını duyar
duymaz başladı söylenmeye, ağzından gelen bütün çirkin sözleri söyledi.
Mevlana sadece dinledi, adamın hiçbir sözüne bir cevap vermedi. Adam
söylendi söylendi en sonunda durdu. Mevlana, küfürbaza dönüp sordu, “Bitti
mi konuşman?” Adam dedi ki, “Bitti.” O zaman Mevlana adama şu cevabı
verdi: “Hem seninle beraberim hem de söylediklerinle beraberim.” Yani
demek istedi ki, senin gibi olsam senin gibi konuşurum, ama senin gibi
olmadığım için sadece dinliyorum. Adam Mevlana'nın bu sözlerini işitince
biraz düşündü. Alim olduğu için Mevlana'nın ne demek istediğini anladı ve
hemen Mevlana'nın ellerine kapandı öptü ve bağışlamasını diledi. Bakın
Mevlana bu davranışıyla küfürbaz adamı da kazanmış oldu.

58
Ağzından bir tek çirkin söz çıktı mı sen kirlenmiş sayılırsın. Bu ağız
ancak güzel söz söylemek için vazifelidir. Zerre kadar küfür, kavga, çirkin söz
için değildir. Fakat maalesef insanlar derin düşünmeden bilgisizce sözler sarf
ediyorlar.
İslam olmak kolay değildir. İnşallah her birimiz Hazreti Muhammed
Efendimize, İmam Ali Efendimize, Hüdavendigar Mevlana’mıza ve Piran
Efendilerimize layık güzel insanlar oluruz.

59
“Akibetini çok düşünen şecaat gösteremez.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok doğru ve yerindedir. Çünkü bir


insan ne olacağım, ne edeceğim, ne yapacağım deyip dururken, işin sonunda
akibetinin ne olacağını merak edip dururken hiçbir iş başaramaz. Böyle
insanların inancı ve imanı sağlam değildir. İnancı ve imanı sağlam olmayan
insanlar da hiçbir şecaat gösteremezler.
Bizim önderimiz kimdir? Hazreti Muhammed Efendimiz... Peki o nasıl
bir davranışta bulundu? Her zaman topluma yararlı faydalı fikirler üretmek
için çalıştı. Hazreti Muhammed Efendimizin ahlakıdır, insanlara, topluma
yararlı ve faydalı fikirler üretmek. Ve bizlerden de güzel fikirler üretmemizi
istemiştir. İnsanlara yararlı faydalı fikirler üretmekten maksat, karanlıkta
kalmış insanları güzel düşüncelere sevkederek, onları aydınlığa, huzura
kavuşturmaktır. Işık verici sözler söylemektir.
Kötü düşüncelerle savaşmak gerekir. Sen bir çuvalda çürük elmaları
görünce ne yaparsın, onları çuvaldan çıkarıp yerine yenileri koymaz mısın?
Aynen böyle, kötü düşünceleri aklımızdan çıkarıp, kendimizi güzel
düşüncelere vermemiz gerekir.
En büyük düşünür Hazreti Muhammed’dir. Madem ki biz Hazreti
Muhammed’e, Hüdavendigar Mevlana’ya gönül verdik, daima onların
büyüklüğünü düşünmemiz, onların güzelliklerini kendimizde çoğaltmamız,
onlarla yola çıkmamız, onların diliyle topluma konuşmamız, onları
gönlümüzde taşımamız lazım. O zaman onların ruhları bizimle şad olur, biz
de onlarla şad oluruz.
Bizim vazifemiz Hakk’ı istemek, Hakk’ı bulmak, O’nunla yaşamaktır.
Onu bulduktan sonra her şeyi bulmuş oluruz, her iş kolaylaşır. O da insan
dışında değil. Büyüklerimiz bize aynadır. Temiz bir inanç, imanla bakıldı mı
gün gelir, siz O olursunuz.

60
“Sükutu galip olanın muhabbeti ziyade olur.”

Hüdavendigar Mevlana’mız, bir iş yapmaya kalkıştığın zaman, istersen


bin kişiye danış, fakat işi yapacağın an kalbine danış, diyor. Kalpteki ses
üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb
yenilmez, orası tevhid yeridir. Oraya biraz kulak verirsen; Allah, Allah,
Allah... diye daima tevhidde olduğunu duyarsın. Akıl her yerde gezer, kalb ise
bir yerde durmuş, zikrini yapar. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç
yenilmezsin.
Kalbinin sesini dinleyeceksin. Hazreti Muhammed, kimsenin aklıyla
yola çıkmadı. Misal olarak; bir iş yapılacağı zaman sahabeye anlatır,
fikirlerini dinlerdi. Daha sonra kendi düşüncesini söylediği zaman sahabe
onun parlak düşüncesine hayran olur, o yönde hareket ederlerdi. Çünkü
Hazreti Muhammed hep tefekkürdeydi, hep kalbinin sesini dinlerdi.
Hazreti Muhammed’e Nebi olmadan önce toplum tarafından Emin
ismi verildi. Yani onun söylediği bütün sözler suret bulacaktır, emin olun,
demek istediler. Hazreti Muhammed’in o güzel aklı, Cebrail (as) ismini
almıştır. O en büyük melek Cebrail, Hazreti Muhammed Efendimizin
başındaki akıldır.
Bizlerin de akıllarımızı Hazreti Muhammed Efendimizin aklıyla
büyütmemiz gerekir. Eğer akıl, güzel bir yerden aşı alırsa, insanı çok güzel
yerlere götürür, almazsa neuzübillah isyanlara düşürür. Onun için Hazreti
Muhammed kimsenin eserini okumadı, kimseden akıl almadı, kendi iç
duygularıyla Yaratıcıyı kendinde buldu ve hep oradan söz etti.
Allah, insanı bu kadar mukaddes kılmış, cihana hakim kılmış, kendisine
temsilci seçmiş. İnsan kişiliğini bulursa hatalara düşmez. Çünkü o Yaratıcı, o
Allah, senin dışında değil; O, senin içinde...
Ne güzel buyuruyor Yüce Mevlana ve diyor ki:
“Senin yanındayım, beni uzak görme! Benim yanımdasın, benden
ayrılma! Kendini yaratandan uzak düşen kişinin işi yolunda, uygun olur mu?
Benim gözümle neşelenen göz parlar, keskinleşir, öteleri, gaybı görür.
Duyduğu manevi zevkden ötürü mahmurlaşır.
İçinde benim rüzgarımın estiği, sevgimin dolaştığı gönülde, manevi
güller açar, nurlarla dolu gül bahçesi olur...”

61
“Bir kimseden gördüğün iyiliği hatırından hiç çıkarma.”

İmam Ali Efendimiz burada, mademki birinden bir iyilik gördün, sana
bir iyiliği dokundu, o zaman bu iyiliği hiç hatırından çıkarma, diye
buyuruyor. O kişi demek ki bir Hızır gibi sana gelmiş, Hakk ondan işlemiş, o
zaman sen de o iyiliği hiç unutma hep hatırında tut.
Hüdavendigar Mevlana’mız, Mesnevi-i Şerif ’inde, Hızır hakkında şöyle
buyurur ve der ki: “Bir Pir ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi
Hızır’ın hükmüne girip yürü. Ey münafıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı
işlere sabret ki Hızır, ‘Haydi git, ayrılık geldi’ demesin. Gemiyi kırarsa ses
çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hakk, onun eline,
‘Kendi elimdir’ dedi; ‘Yedullahi fevka eydîhim’ hükmünü verdi; şu halde
Allah eli, onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedi
hayat verir. Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine Pirlerin
himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır. Pirin eli, kısa
değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Allah kabzasından başka bir şey
değildir ki. Gaybde bulunanlara böyle bir hil’ati verirlerse huzurda
bulunanlar şüphesiz gaybdekilerden daha iyidir. Gaybdekileri bile doyururlar,
onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?
Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?
Piri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi
gevşek ve sölpük bir halde bulunma. Her zahmete, her meşakkate kızar,
kinlenirsen cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?”
Mürşid-i Kamillerin yolları Hazreti Ali’ye çıkar, selam olsun üzerine.
Velayetin başı Hazreti Ali’dir. Hangi Veli olursa olsun Hazreti Ali’yi
kendilerine ruh edinmezlerse, kamil insan olamazlar. Hazreti Pir; “Bütün
Velilerde ve Nebilerde gören göz Ali’dir” demiştir.
Mürşid-i Kamiller kitabî konuşmazlar, onlar daima hitabî konuşurlar.
Allah insanların hem yaradanı, hem mürebbisidir. Onlar, yeryüzünde
Allah’ın ihsanını halka sunmakla görevlidirler. Onlar aşkın, canlı, ete kemiğe
bürünmüş hali olarak seyredenlerine ayna olurlar. Arayışta olanlar o aynada
Allah’ın türlü güzelliklerini, yüceliğini, cömertliğini seyrederler.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, “Artık sen, öğüt verip, hatırlat. Sen,
yalnızca bir öğüt verici, bir hatırlatıcısın” diye buyurulmaktadır. (Gaşiye, 21)
Mürşid-i kamiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi Allah’ın aletleridirler.
Hazreti Muhammed Efendimizden zuhura gelen bütün o güzel kelamlar
Allah’ın kelamıdır. O, Allah’ın aletiydi, Hakk ondan işliyordu.

62
Allah elçiden dile geliyor. Oradan tebliğler sunuyor, o tebliğler sana ağır
geliyor, kaçıyorsun. Kaçma! O tebliğleri yerine getir ki, Hakk yüzünü sende
göstersin.
Unutmayın… Talebimiz sadece Allah’tan olmalıdır. Bilgisizlikten başka
hiçbir şeyden korkmayın, bilmediklerinizi öğrenmekte azimli olun. En büyük
zenginliğiniz olan aklınızı kullanarak güzel huylarla huylanmak yolundan
ayrılmayın.

63
“Öyle bir kimseyi dost tut ki,
aranızda kardeşlik husule gelsin.
Senin bulunmadığın yerlerde,
seni müdafa etmek için düşmanlarınla pençeleşsin.”

Şahımız ne söylerse yerinde söyler. Her zaman güvenilir, temiz arkadaş


kardeşten bile üstündür. Çünkü hep senin yanındadır. Neuzübillah karşınıza
edepsiz birisi çıktı diyelim; sen kalkarsın karşı gelmeye ama bir bakarsın o
senden önce atılmış. Böyle arkadaşlar her zaman senin için canını bile
vermeye hazırdırlar. Bu yüzden iyi bir arkadaş her şeyin üstündedir.
Nitekim Hüdavendigar Mevlana, “Er olmayan kaypak arkadaşlara
uyma, çevir onların yaprağını!” der, “Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa
gaziler de saman gibi içsiz bir hale düşerler. Size uymuş görünür, sizinle
beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler. Bu
çeşit adamdansa... münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymasındansa,
azlık asker daha iyi.”
İnsan, insanın rahmanıdır. İnsan, insanın şeytanıdır. Bir arkadaş, bir
arkadaşı doğru yola götürmeye çalışırsa, o arkadaş rahman sıfatını taşır,
arkadaşını da rahmaniyete çeker. Bir arkadaş, arkadaşını kötü yollara
çekmeye kalkarsa, o şeytandır. Ona uydun mu şeytana uymuş olursun.

Dünyaya her gelen göçer,


Bir bir ecel şerbetini içer.
Dünya bir sırat köprüsüdür,
Bir bir bu köprüden geçer.
Cahiller bunu bilmez,
Gelin dostlar sevgide buluşalım,
Yapılan işleri birbirimizde kolaylaştıralım.
Sevelim birbirimizi,
Birbirimizde sevilelim.
Bilelim ki ey dostlar,
Bu dünya kimseye kalmaz...

64
“Edeb insanların ziynetidir.”

Hüdavendigar Mevlana der ki: “Terbiye, terbiyesizden alınır.” Neden?


Çünkü kişi çirkin işler yapar sen o çirkin işleri görüp tiksinir, kendine bir
terbiye verirsin.
Edebe gelince, Hüdavendigar Mevlana, “Edeb okullarda öğrenilmez,
aşktan alınır” diyor. Nasıl aşktan alınır? Aşık ile maşuk daima birbirini
düşünür. Mecaz aşktan misal verelim; aşık sevgilisi ile randevulaşınca, bütün
gece sevgilisine sunmak için güzel sözler düşünür. Zaten aşık daha geceden
randevudadır. Onun gözüne iş, güç görünmez. Buluştukları zaman sevgilisi
güzel bir yüz tutup, aşığına öyle derinden bakar ki aşık bunu görünce bütün
yazdıklarını, bildiklerini unutur. Acaba bu söz onu incitir mi? İncitirsem
kaybederim, diye düşünerek, bütün gece hazırladığı güzel sözlerden, bir
tanesini dahi sevgilisine söylemekten çekinir. İşte aşk edebe soktu.
Evlatlar, ana babayı dinlemez, asilik ederler ama sevgilileri ile
konuşacaklarsa hep telefon başında dururlar. Ne zaman arayacak diye
heyecanlanır, en güzel sözleri ona söylerler. Anne dokuz ay karnında taşıdı,
her türlü hizmeti yaptı, o boya getirdi. Sevgilisine söylediği yüzlerce güzel
sözden, bir-iki tane söylese ona da razıdır. Onlar da, çoluk çocuk sahibi
oldukları, yaşlandıkları zaman annenin babanın kıymetini bilecekler ama iş
işten geçmiş olacak, şimdiden bilse ne olur.
Hüdavendigar Mevlana daima yapıcı konuştu. Anlayanlar çok sevdi.
Mevlana, “Biliyorum ki bana darıldın, ben hayattayken gel yanağımı öp. Bir
gün Hakk’a yürüyeceğim, bu güzel sözlerin hepsi sana ders olacak, kabrime
gelip sarılacak, toprağımı öpeceksin. Şimdiden gel de, dost olalım” der.
Anne baba, evlatlarından hiçbir şey beklemezler. Onlara tatlı dil, güler
yüz en büyük ikramdır. Hiçbirimiz yaşlı doğmadık, hepimiz bir devre
geçirdik. Onun için evlatlarımıza önce biz tatlı dil, güler yüz ve şefkat
göstererek, onlara eğriyi doğruyu yavaş yavaş anlatmalıyız. Onlar asidir, biz
sabredeceğiz ki, bir gün bize hak versinler.
Bütün dava, maddeye değil, insanlığa yönelmektir; manevi
büyüklerimizin eserlerini okuyarak edebiyete yönelmek, onların huylarına
bürünmektir.

65
“Herkesten müstağni bulundukça kıymetin yücelir.”

Hazreti Ali Efendimiz bu sözünde şunu demek istiyor: Bir insan eğer tok
gönüllü olursa, başkalarından bir şey dilenmezse, Hakk ile kendisini donatmış
ise, bu kişi her yerde herkes tarafından sevilir ve sayılır.
Çalışacaksın, yiyeceksin, eğleneceksin; fakat hiçbir dünya arzusu, Allah
sevgisinin üstünde olmayacak. Mesele burada; bizi kurtaracak olan şey,
menfaatsiz sevgidir. İnsanı bu ihya eder. Fakat menfaatle karıştı mı zehir olur.
Bedenimiz bir kafese benzer. Eğer kendimizi ruhaniyeti zenginleştirecek
davranışlarla, hizmetlerle beslersek, Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin,
Hüdavendigar Mevlana’nın ve diğer Evliyaların ahlakını benimsersek,
kafesimiz türlü güzellikte kuşlarla süslenir. Ama gayretlerimiz hep dünya ve
dünya kazançları için olursa, kafesimiz bize zindan olur, bizi güzelliklerden
uzaklaştırır.
Şöyle bir deyiş vardır: Duvara güvenirsin, gün gelir duvar yıkılır.
Birisine güvenirsin, gün gelir ölür. Ama Allah’a güvenirsen, O’ne yıkılır, ne
de ölür... O, her daim diridir, hem daim ‘Hay’dır.
Vermekte en cömert olan yüce Allah’tır. Düşünün, gece-gündüz
hizmette, bir saniye bile geri kalmıyor hizmetlerinden. İlahi düzen büyük bir
ahenk içersinde yürüyor ki, hiç durup dinlenmesi yok. O halde ona layık
olabilmek yolunda bizlere de durmak yok.

Birlik olalım dostlar sevgiden yana,


Birbirimize kardeş olalım.
Ne yalan olsun, ne dolan,
O kutsal sevgiye birlikte köle olalım...

66
“Allah’ın insanlara bahşettiği
nimetlerin en büyüğü akıldır.”

Allah sayısız nimet ihsan etti. Bütün nimetlerden en üstün nimet olarak
akıl verdi, onu da başa koydu. Bir insan cüz’i akılla yola çıkarsa her zaman
hüzünlere, kaygılara düşebilir. Fakat araştırır, Allah’ın bir dostuna el uzatır,
onu etüd ederek onun kişiliğini öğrenip oraya gönül verir, orayla aklını
büyütürse, bu kişinin hayatı daima huzur içinde geçer. Bir yere muhabbet
vermek, oraya kendini bırakmak lazım. Eğer öyle güzel bir yer bulur da
oraya temiz bir gönülle bağlanmazsa, ömrünün sonuna kadar oraya gitse de
yararlanamaz, boşuna gelip, gider. Bu yol, hırkada taçta değildir. Kişinin
temiz gönlüne bakar. Kişi kendi benliğinde, küçük akılda kalırsa, her zaman
üzülmeye, sıkılmaya mahkumdur.
Aklın en büyüğü Hazreti Muhammed’de, o Akl-ı Küll. Bütün
Evliyaullah orayla akıllarını büyüttüler ve sevilerek kendilerini kazandırdılar.
Ne güzel isimleri var, Evliya... Peygamberler, Evliyalar yaratıcıda kendilerini
fani kıldılar, daima güler yüzlü oldular, dilleri tatlı, bakışları hoş oldu.
Cemaatleri onları dinleyerek huzura kavuştu.
Akıl, hiçbir varlığa verilmemiş, insana verilmiş. Bir balina bir sandalı
devirir, beş-on kişinin ölümüne sebep olursa yargılanmaz ama bir insan,
yumurta çalsa yargılanır. Neden yaptın? diye sorulur. Çünkü insanda akıl var.
İnsan her şeyin sorumlusudur ama insan olmadı mı biri, ne diyebiliriz ki...
İslam devletleri içinde Türk toplumu daha aydındır. İnşallah daha da
aydın oluruz. Hepimiz kardeş oluruz, birlik oluruz. Bütün insan toplumunu
birliğe, kardeşliğe, güzelliklere götürürüz.
Ne güzel söylüyor Yüce Mevlana ve diyor ki: “Beri gel beri, daha beri,
daha beri, ben senim, sen bensin. Biz bir top inciyiz, bir başız, bir akılız, bu
şaşılık niye? Hiç aydın aydınlıktan kaçar mı? Gel…”

67
“Alim düşman cahil dosttan daha hayırlıdır.”

Düşmanın alim olursa o seni arkandan vurmaz, eğer cahil ise dostun
bile olsa seni arkandan vurur. Ne güzel söylemiş büyüklerimiz: Cahille
dostluk etme, akıbet başın derde girer…
Hüdavendigar Mevlana, Mesnevi-i Şerif ’inde şöyle bir hikaye anlatır:
“Adamın biri, bir gün bir ayı yavrusu buldu, beslemeye başladı. Bunu gören
arkadaşları ona tavsiyede bulundular, dediler ki: Bu ayıyı götür ormana
bırak, yoksa büyüdüğünde senin canına kasteder, öldürür seni. Adam onlara
kulak asmadı, o benim çok sadık bir dostumdur, dedi. Gün geldi ayı büyüdü.
Hala beraber yiyor içiyorlar, geziyorlardı. Bir gün adam yoruldu, bir ağacın
gölgesinde yattı uyudu. Ayı sinek kovalamaktaydı. Sinek, kovulunca kalktı,
fakat inadına yine kalktığı yere gelip kondu. Ayı, o adamın yüzünden kaç
kere sineği kovdu. Fakat sinek gene derhal kalktığı yere gelip konmaktaydı.
Ayı, sineğe kızıp, gitti dağdan kocaman bir taş yakalayıp getirdi. Sineğin yine
uyuyan adamın suratına konmuş olduğunu görünce, o koca değirmen taşını
alıp, sineği ezmek için adamın suratına fırlattı. Taş, uyuyan adamın suratını
paramparça etti. Bu mesele de bütün aleme yayıldı; ayı sineği öldüreceğim
derken adamı öldürdü… Cahilin sevgisi şüphesiz ayının sevgisidir. Kini
sevgidir, sevgisi kin. Ahdi gevşek, zayıf ve bozuk... sözü büyük, vefası artık.
And içse bile inanma. Eğri sözlü adam andını da bozar. Madem ki yeminsiz
sözü yalan. Hilesine yeminine de inanma. Onun nefsi beydir, aklı esir... farz
et ki yüz binlerce defa Mushaf ’a yemin etmiş olsun!..”
İşte Hazreti Ali Efendimizin sözü ne kadar doğru ve yerindedir.
Cahilden dostun olacağına alimden düşmanın olsun.

Kimi mal demiş, dünyada kalacağını sanan,


Kimi dost demiş, sarılmış en büyük düşmana,
Kimi melek demiş, diz çökmüş gönül vermiş nefsane,
Kimi akraba demiş, her birinin hali hasmane,
Kimi fikir vermiş, zannetmiş kendi kendini alim irfane,
Kimi ders görmüş öğrenmiş ilmi cahilane…
Yüce Sultan Mevlana’mız,
Sana kulluk eden aşıkların şaşırmış bu hale,
Toplanın birleşelim, gönlümüz açık olsun,
Aşık Hasan der,
Herkesin üstlendiği bu hal ne?..

68
“İnsanların kıymetleri yaptıkları iyilikle ölçülür.”

Güzel bir iş yaparsın, birilerine iyiliğin dokunur, o iyilik yaptığın kişi


sevinir. Senin de içine vicdanen bir ferahlık gelir.
Peygamber Efendimiz buyurur der ki: “En ufacık bir iyiliği dahi, pek
ehemmiyetsiz olsa da, küçümseme, hor görme. Eğer kuyudan su çekerken
elindeki kova, su için gelmiş olan birisinin kabına dökülmüş olsa bile, bu hal,
iki tarafa göre de, iyiliktir. Din kardeşlerinden birisine, güler yüz ve tatlı dil
gösterdin ise, bunu dahi, değersiz sayma. Aman aman, üzerinizdeki örtünün
uçlarının, gelişi güzel yerlere doğru salıverilmesinden sakınınız. Büyüklük
taslamaktan doğan, bu hali Hazreti Allah sevmez. Sende olmayan bir ayıp ile
seni yeren ve kötüleyenleri, onlarda hakikaten var olan ayıp ile yerme ve
kötüleme. Bırak vebali onun, sevabı senin olsun. Gayet sakınılacak şeylerden
birisi de, bir kimseye sövmektir. Aman bundan da, son derece sakın.”
İnsan, yeryüzünde Allah’ın binasıdır. İnsan, çok mukaddes bir varlıktır.
Peygamber Efendimiz bütün kötülüklerden münezzehtir, hiçbir zaman
dilinden kötü bir söz çıkmamıştır. Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu alemde,
Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır.
Hüdavendigar Mevlana, bir kasidesinde, iyiliğin dervişlik vasıflarından
olduğunu şöyle anlatıyor ve diyor ki: “Dervişliğin nişanesi, belirtisi nedir?
Herkese elinden geldiği kadar iyiliklerde bulunan, yardımcı olan, etrafa
inciler saçan cömert kişi; tatlı dilli olup kimseyi incitmeyen, değerli sözler
söyleyen seçkin insan derviştir. Yoksa herkesi aldatmak için yüz parçadan
dikilmiş yamalı hırka giyen kişi derviş değildir.”
Bizim nazarımızda en büyük derviş, “Bana ne kadar kötülük yaparlarsa
yapsınlar, ben hepsine iyilikle muamele ederim” diye buyuran İmam Ali
Efendimizdir. Dervişin başı kesiktir; hep secdededir. Onda olan bütün varlık,
iman ettiği yerdir.
Gerçek iyilik ve cömertlik, bir şeyler elde etmek veya cennete gitmek
için değil; tam bir imanla, hiçbir karşılık düşünmeden, saf ve temiz bir
niyetle yapılmış olandır. Gaye sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak, O’nun
rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki gayretiniz ne kadar içten olursa,
yaşayacağınız güzellikler de o kadar çok olur.

Ey canlar!
Bulunduğumuz yer,
Sonu olmayan güzelliklerle dolu bir deniz.
Bu denizde ne ölmek var bize,
Bu denizde ne dert ne gam ne keder var bize.

69
Bu deniz alabildiğine muhabbet,
Bu deniz iyilikten, cömertlikten ibaret.
Bulunduğumuz yerin kıymetini bilelim,
Oradan bir an dahi gönlümüzü çekmeyelim...

70
“Zalimin düşmanı Allah’tır.”

Hazreti Ali Efendimizin buyurdukları sözler hep doğrudur.


Hazreti Ali Efendimizin bu sözüne şöyle bir misal verelim: Hazreti
Resulallah’ın dedesi Abdülmuttalib, Mekke'nin ulularındandı. Fil Vakası
denilen olay zuhura geldi. Yemen Valisi Ebrehe, insanların Kabe’ye gitmesini
engellemek için Kabe’yi yıkmaya karar verdi. Develerden, fillerden,
askerlerden oluşan büyük bir ordu topladı. Ordu, Kabe’ye gelir gelmez, halk
hemen Abdülmuttalib’e koştu. Abdülmuttalib sakin bir tavırla, “Merak
etmeyin” dedi, “Kabe'nin sahibi vardır, O onu korumasını bilir. Bu olayı ona
havale edelim ve hasbinallah ve nimel vekil, diyelim.” Hepsi, temiz inançla
temiz bir yürekle Allah'a havale ettiler. Allah'ın keremi tecelli etti ve bir sürü
Ebabil kuşları ağızlarında taşlarla orduya saldırdılar. Taşlar hem askerlere
hem develere hem  fiillere isabet etti. Askerler yaralandılar, filler, develer acı
içinde kaçıştılar. Ebabil kuşları, Ebrehe’nin ordusunu yenilgiye uğrattı.
Hiçbir şey sahipsiz değildir. Eğer senin gücün kudretin yoksa, ama
inancın ve imanın sağlamsa, o zaman gücü, kudreti olana bırakırsın.
Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu bu sözünde şunu demek istiyor: Bir
kişi delalete düştüğü zaman Allah'a sığınsın. Allah her zaman mazlumların
yanındadır, onları korur. Fakat mutlaka ve mutlaka büyük bir inanç ve büyük
bir iman gerekir; aksi takdirde bunların hiçbiri gerçekleşmez.

71
“Verdiğin sözden dönme,
haddini aşma, düşmanın olsa da aldatma.”

Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimizin dilinden şöyle buyuruyor ve


diyor ki: “Onların vazifesi itaat ve güzel söz söylemekti. Allah'ın emrine
sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”
(Muhammed, 21)
Cenab-ı Allah sadıkları sever, sadık olmayanları sevmez. Sözüne sadık
olmayanlarla, durmadan bahane uyduranlarla Allah'ın işi yoktur.
Bir gün Mevlana'ya bir soru soruyorlar: “Diyelim ki senin cemaatinden
birisi çok akıllı, ama gelmiyor senin huzuruna. Neden gideyim ki hep aynı
şeyleri konuşuyor, diyor. Biri de var, isyankar, hatta küfürbaz da, ama
bırakmıyor seni hiç, devamlı senin yanında, senin huzurunda. Ya Mevlana, o
akıllıyı mı seversin yoksa diğerini mi?” İşte Mevlana, “O Akıllı olan dursun
yerinde” diyor, “Bu küfürbaz da kalsın yanımda.”
Hazreti Ali Efendimize de, “Müminler, namazlarını (salatlarını) huşu
içinde kılarlar” ayetini sorduklarında, “Huşu kalpdedir. Huşu, Müslümanın
vekarına yakışır şekilde, vücudunun sakin olması ve gözünü namaz kıldığı
yerden ayırmamasıdır” diye buyurmuştur.
Yine Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’ya sordular, “Bu kadar kitap
okudun, ne öğrendin?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Haddimi bildim,
adımı öğrendim!” Yine sordular, “Ya Mevlana, neymiş adın?” Dedi ki:
“İnsan...”
İnsan olmak için İnsan’ı örnek almak lazım. En güzel insan, Hazreti
Muhammed. Onu örnek almaz, ona uygun adımlar atmaya çalışmazsak,
insan olamayız. Velilerimiz güzel, Nebilerimiz güzel. Biz onlara ayak
uydurmadığımız için cefalar, gamlar, hüzünler, üzüntüler üstümüzden
gitmiyor. Hem nefsimizle, hem de Allah’la olmak istiyoruz. Bu, iki karpuzu
bir koltukta taşımak istemeye benzer. Bil ki biri düşer kırılır, öbürünü de
düşürür. Onun için zahmetli yolu seçeceksin, sonu rahmettir. Alışverişimiz
nedir? İnsanlık al, insanlık ver. Alışverişimiz bu olacak.
Allah hep rahmettir. O’nun rahmeti Hazreti Muhammed’de tecelli
etmiştir. Siz düşünün, eğer kötü huylarınız varsa, onları yavaşa yavaş Hak’ın
bir dostuyla, onun güzel huylarıyla güzelleştirin.

Ey arifler, ey aşıklar,
Gelin hep beraber Muhammed’i bulalım.
Ey Dost yolunda yürüyen sadıklar,

72
Gelin Muhammed’i bulalım.
Doludur aleme Muhammed’in nuru,
İki cihan serveri nerde ise an’ın nuru,
Gelin ey dostlar Muhammed’i bulalım.
Ey canlar, Muhammed diridir ölmez,
Dünya durdukça taze güldür solmaz,
Onu seven dostlar gafil olmaz,
Gelin ey dostlar Muhammed’i bulalım.
Ey dostlar,
Gelin kalmayın dünya elinde,
Cihanın mülkü malında,
Gelin Muhammed’i bulalım.
Muhammed alemden gitmez,
Cihan durdukça sönmez,
İsteyenler yolda kalmaz,
Gelin dostlar Muhammed’i bulalım...

73
“Haddini bilen hakaret görmez.”

Bir insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık
kendine ait birşey kalmaz ve ondan varlığını gösteren iman ettiği yer olur.
Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yani diğer bir deyişle ateşin bize kulluk
etmesi için, bizim, selam olsun üzerine, İbrahim Halilullah gibi olmamız
gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir
iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kainat ona hizmettedir. Fakat bu yere
akılla varılmaz; insan akla düştü mü, acaba mı, nasıl mı, neden mi, niçin mi,
diye sorgu sual etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi
kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en
büyük acıyı veren de nefsidir.
Teslimiyetin manası nedir? Ben yokum demektir; bütün zerrelerimde
varlık olan sensin Allah’ım, demektir. Bu durumda mademki kainatı Allah
yarattı, mademki bütün kainat O’na hizmettedir, o zaman ne ateş ne arslan
hiçbiri sahibine zarar vermez, hepsi saygıda dururlar, saygıda bulunurlar.
Hüdavendigar Mevlana şöyle buyurmuştur; “Allah’ı zikretmekle
kalmayın, çalışın Allah’laşın, beşeriyetten dışarı çıkın.” Gerek Hazreti
Muhammed, gerekse diğer Piran hepsi Allah’ı güzel bir dille andılar,
anlattılar. Çünkü Allah insanla dile gelir, insanla kendini kanıtlar.
İnsan küçük bir varlık değildir, hakikatte bütün kainat insanı
zikretmektedir, insanı aramaktadır. Fakat ne yazık ki insan kimliğinden
haberdar olmadığı için kendisini herşeyden aşağı görüyor.
Hakikatte bütün dava bulunduğumuz yoldur. Ariflerin yoludur;
irfaniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinde yaşamaktır.

74
“Herhangi bir işte acele etme,
hataya düşersin.”

Hüdavendigar Mevlana buyurur, der ki: “Hilal’le dolunay birdir.


İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal hakikatte noksan kabul
etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek, kemal
bulmaktır. Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş
yavaş açılacağını gösterir. Yavaşlıkla, ey ham aceleci der, dama dayanan
merdivenden basamak basamak çıkılır. Tencereye, yavaş ve ustaca kayna,
delice kaynayan yemekten hayır gelmez der. Allah, alemi bir kere ‘Kün’
demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var? Peki neden bu
yaratış, altı gün sürdü; her gün de tam bin yıl kadardı? Neden çocuk dokuz
ayda yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.”
Nitekim Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa da şöyle
buyurmuştur: “Her hususta ihtiyat Allah’tan, acele etmek de şeytandandır.”
İbadetin başı da sonu da sabırdır. Dünyanın türlü sınavlarına karşı hırs
ve telaş göstermeyip, iman ettiği yere sarılıp, güç ve müşkül anlarında
teslimiyet içinde olan kişi, aşkı ve imanı sahi ise gün gelir mutlaka varmak
istediği yere ulaşır. Bu yol kolay bir yol değildir ama karınca misali olsa da
yine yol alınır. Bu yol, insanlık yoludur. Saflık ister, temizlik ister, uyanıklık
değil...
Bütün iş, aklı, Allah’ın dışında başka şeylere kaçırmamakta,
çaldırmamaktadır. Bu alemde herşey dönüyor, vücud dahi dönüyor. Her
varlık dönerken sen dönmeyeceksin... Ne kadar zor bu...
Allah hepimizi iyi kullarından saysın, doğruluktan ayırmasın,
hatalardan korusun, bütün güzel hizmetlerin fatihi yapsın. İnsan güzelliğe
zor, çirkinliğe çabuk ulaşır, birdenbire küfüre düşebilir ama küfürlerden
arınmak için zaman ister. Toplumda güzel bir kişi sıfatını alan hem huzurlu
yaşar, hem de kendini topluma kazandırır.

75
“İnsana kıymet ve şeref veren yalnız ilimdir.”

Hüdavendigar Mevlana bir toplantıda otururken alimin biri der ki: “Biz
bu kadar ilim tahsil ettik, Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah buyuruyor ki,
‘Beni bu alemde göremezsen, öbür alemde hiç göremezsin.’ Biz Allah’ı nasıl
göreceğiz?” Mevlana, “Efendi” der, “bu soruyu kimin kudretiyle sordun?”
“Allah’ın kudretiyle.”
“Gözlerin kimin kudretiyle görüyor?”
“Allah’ın…”
“Bütün bu bilgiler kimin kudretiyle sende?”
“Allah’ın…”
“Desene her zerreni O sarmış, ama sen O’nu kendi dışında arıyorsun.”
Hüdavendigar Mevlana, bizleri bize en güzel şekilde bildirdi. Bizler
derinliklere inip, kişiliğimizi arayacağımıza nefsi arzularımızın peşinde
koştuğumuz için sıkıntılardan, hüzünlerden kolay kolay kurtulamıyoruz.
Yunus Emre’nin buyurduğu gibi: “İlim, ilim bilmektir, ilim kendini
bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır?”
İnsan yeryüzünde en mukaddes varlıktır. Bütün varlıklar insanla dile
gelmiştir, Allah’ın bütün güzellikleri insanla bildirilmiştir. Öyleyse aynaya
bakıyoruz da, kendimizi insan görüyoruz da, neden insanlığı öğrenmeye
çalışmıyoruz?..
İlim tahsil edip çok bilgiye sahip olursun ama o okuduğun güzel
ilimlerin sahibinin hallerine sahip değilsen, onun ahlakına uygun yol
almazsan, kuru bilgide kalırsın.
Bu aleme gelen bütün Peygamberlerdeki ilim, bilim, o güzel kerem, o
ışık, hepsi Hazreti Allah’ın tecellisi idi. Allah’ın elçilerine imanla bakmak,
Hakk’ı orada görmek, oraya ayak uydurmak, Hakk’a yol almaktır. Aslolan
ilim, her şeyden arınmak, iman ettiğin yere kendini perçinlemek, kendini
orayla büyütmek ve O olmaktır.
İman dediğimiz zaman, bizlere en büyük örnek Hazreti Ali
Efendimizdir. O, “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım ne de iman ederim”
diye buyurmuştur. Peki Allah’ı kimde gördü de iman etti?.. Hazreti Ali,
Allah’ın bütün güzelliklerini, O’nun nurlarını Hazreti Muhammed’de gördü
ve O’na iman etti.
Hüdavendigar Mevlana, “Ali’nin Zülfikarı ne kadar keskin ise, O’nun
ilmi Zülfikarından da keskindir” der.

76
Hazreti Ali, Peygamber Efendimizin iç aleminin bütün sırlarına sahipti.
Çocukluğundan itibaren O’nun eğitiminde yetişti, bir an dahi yanından
ayrılmadı ve sonunda Hazreti Muhammed Efendimiz Hakk’a yürümeden
önce binbir sırrın anahtarını Hazreti Ali’ye verdi ve O’nu bütün Velilerin
başı kıldı. Evliyaullah’ın Şah’ı Hazreti Ali Efendimizdir. Bütün tasavvuf
ehlinin Piri Hazreti Ali’dir.
Onun için, bizler de gönlümüzü büyütmeye çalışalım, imanımızı
güçlendirelim. Ne olursa olsun ben yokum, benden işleyen, hizmet eden
bütün o güzellikleri sunan bir kudret sahibi, iman ettiğim yer var, diye
düşünelim ki, O da bizlerde varlığını göstersin.

77
“İyi işler görmek ömrü bereketlendirir.”

İnsanın ameli, yeryüzünde yaptığı işlerdir. İnsanlara sevgiyle, saygıyla


davranan, Allah’ın vermiş olduğu rızıktan zor durumda olanlara yardımda
bulunan, dilini tatlı tutan ve ömrünü güzel işler yaparak geçiren kişinin ameli
salihtir.
Sevgi hayattır, yaşamın kaynağıdır. Sevgi düşünceyle başlar, sözlerle
suret bulur, davranışlarla yol alır. Onun için koşulsuz ve sınırsız sevmekle
başlar her şey…
Ne güzel buyuruyor Pirimiz Hüdavendigar Mevlana, diyor ki:
“Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgi yüzünden
tortular durulur, arınır. Sevgiden dertler şifa bulur, sevgi yüzünden padişah
kul kesilir.”
Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri,
davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir. Sevgi tomurcukları sevgi
ağacından yeşerir, o halde kalbinize kulak verin; o size doğruları söyler.
Bir annenin çocuğuna olan davranışlarına bakın. Onu güler yüzle tatlı
dille sever, besler, avutur. Hastalığında yanındadır. Bir annenin şefkati böyle
iken Yaratıcı baştan aşağı şefkat ve merhamet doludur.
Bir gün biri Hazreti Peygamber Efendimizin huzuruna gelir ve, “Ya
Resulullah, sana bir sorum olacak” der. Peygamber Efendimiz bakar ve
hemen adamın bir sıkıntısı olduğunu anlar. “Buyur, sor.” der. Adam devam
eder, “Bilerek bilmeyerek hatalara düştüm, suç işledim. Yarın bir gün Hakk’a
yürüyünce, korkuyorum, cehennemde yanacak mıyım?” Tam o sırada da,
karşıdan bir anneyle çocuğu geçer. Hazreti Peygamber’imiz cevap verir, “Şu
anneyle çocuğunu görüyor musun?” “Evet” der adam “Görüyorum.”
Hazreti Resulullah devam eder, “O anne ister mi çocuğu ateşte yansın?”
“İstemez” der adam. “Peki”, der “çocuk ateşe düşse annesi ne yapar?” Adam
yine cevap verir, “Anne hemen atar kendini ateşe.” “Neden?” diye sorar
Hazreti Peygamber. “Çünkü” der adam, “Anne şefkat doludur.” Peygamber
Efendimiz gülümseyerek devam eder, “İlahi Hakk! Annede bu kadar şefkat
varsa, Allah baştan aşağı şefkattir.”
Hazreti Muhammed ve bütün Veliler hep sevgiden söz ettiler. Sevgi ile
kendilerini kazandırdılar, ölüm onlardan uzaklaştı. Onlar sevenleri ile dünya
durdukça yaşayacaklar. Onun için bizler de sevgi sözlerini çoğaltalım,
birbirimizi kırmayalım. Sevgide saygıda kusur etmeyelim. Çünkü bizim
yolumuz gönül tamircisi olmak, sevgiden söz etmek ve sevgide yaşatmaktır.

78
Gün gelir mahşere solgun nice erkek ve kadın,
Toplanır sorguya bin ah ile bir velvele kim.
Ben senin aşkını dört elle koyup dizlerime,
Bir suçum varsa sorun işte budur suçlu derim.
Yürü yum gözlerini, gönlün olur bir nice can,
Ki o gözlerde ışıldar sana bir başka cihan.
Uyarak nefsine olmazsan eğer sen mağrur,
Sevilen bir er olursun, can olursun o zaman.
Ağla candan ağla ey dost, komşudur bir tek duyan.
Bir çocuk ağlarsa içten, annedir istek duyan.
Anne serbesttir evet, iş güç yapar,
Sen ağlaya dur, ağlayış sermayedir ey dost,
Aşk deyip artık uyan...

79
“Nice kimselere vefa gösterdin,
lakin onlardan vefa görmedin.
Bununla beraber hiçbir vefakarlıktan vazgeçmedin.”

Hazreti Ali Efendimize kim uyarsa vefayı elden bırakmaz. Çünkü


Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, bütün kötülüklere rağmen daima
iyilikle muamele etmiştir, katiyyen ters bir muamelesi yoktur.
Peygamber Efendimiz bir gün sahabesini karşısına almış, onlara sormuş:
“Biri size bir kötülük yaparsa, siz onlara nasıl davranırsınız?” “İyilikle
muamele ederiz” demişler. “Bir daha yaparsa” demiş Hazreti Peygamber,
yine “İyilikle muamele ederiz ya Resulallah” demişler. “Peki bir daha size
kötülük yaparsa o zaman ne yaparsınız?” Bu defa susmuşlar cevap
verememişler. O sırada, Hazreti Ali Efendimiz dışarıdan gelmiş, selam
vermiş ve yerine oturmuş. Sonra dönüp Hazreti Resulallah’a sormuş, “Ya
Resulallah sohbetiniz neredendi?” Hazreti Peygamber, “Ya Ali tam
zamanında geldin. Şimdi aynı soruyu sana da soracağım. Ya Ali, sana biri
kötülük yaparsa sen ne yaparsın?” “İyilikle muamele ederim” demiş. “Yine
kötülük yaparsa?” “Yine iyilikle muamele ederim.” “Peki bir daha kötülük
yaparsa sana, o zaman ne yaparsın?” “Ne kadar kötülük yaparsa yapsın hep
iyilikle muamele ederim.” “Peki neden bu kadar kötülüğe rağmen daima
iyilikle davranıyorsun ya Ali?” Hazreti Ali Efendimiz, “Ya Resulallah” demiş,
“ben onları tanıyorum, kim olduklarını da biliyorum. Onlar beni bilmedikleri
için bu kötülükleri yapıyorlar, bilseler hiç biri yapmaz. Onlar büyük bir
cehalette, hakikati gözleri görmüyor. Görmedikleri için de içlerinde hep
çirkinlik bulunuyor. Bu yüzden de etraflarına kötü duygular besliyorlar, kötü
davranıyorlar.”
Şimdi dikkat edelim, bakın Hazreti Ali Efendimiz hiç kötü muamelelere
girmemiştir. Hazreti Resulullah Efendimiz de onun bu sözlerine hoş bakıp
kabul etmiştir. Neden? Çünkü en büyük kötülükler Hazreti Muhammed'e
yapıldı. Bütün Peygamberler arasında en büyük çileleri çeken ve kendisine
yapılan onca kötülüğe rağmen hep iyilikle muamele eden O’dur. İşte Hazreti
Ali Efendimiz de Hazreti Muhammed'in yanında, O’nun eğitiminde yetiştiği
için, O’ndan gördüğü bütün bu güzellikleri kendisinde bende etti ve O’nun
gibi çıktı. O’nun gibi, “Bana da ne kadar kötülükler yapılırsa, ben de
Resulallah gibi hep iyilikle muamele ederim” diye cevap verdi.
Fakat bunu yapmak herkesin harcı değildir, üzerinde çok düşünmemiz
lazım. Hazreti Ali'yi sevmek Hazreti Muhammed'i sevmektir; Hazreti
Muhammed'i sevmek Hazreti Ali'yi sevmektir. Madem ki biz onlara büyük
bir muhabbet verdik, onları kendimizde ruh edindik; isterse kaya parçaları

80
atsınlar başımıza, biz yine başımıza eğeriz, cevap vermeyiz gideriz Eğer
cevap verirsek onun haline bürünmüş oluruz.
İnsan olmak çok ağırdır, fakat sonunda büyük bir kurtuluş vardır. Çünkü
Hazreti Muhammed Efendimizin, selam olsun üzerine, güzelliklerine eren
bütün Veliler, en başta Şahımız Ali, o güzellikler karşısında mest bir halde
kalmışlardır.

81
“Veli nimetine karşı gelmek gibi
küstahlık ve alçaklık olamaz.”

Şimdi bir Veli sana ikramda bulunuyorsa, onun en büyük ikramı


doğruları söylemektir, hakikatleri sunmaktır. Sen ona alaylı bakarsan,
küstahlık yaparsan, Hazreti Ali Efendimize göre hiç hoş bir şey değildir,
bunun hesabını verirsin. Çünkü Hazreti Ali Efendimiz kısa ve öz
konuşmuştur. Bütün Evliyalar, Hazreti Ali Efendimizden hakikatlere mazhar
olmuşlardır. Çünkü Hazreti Ali Efendimiz tasavvufun Piridir, Evliyaların
Piridir, Velayetin başıdır. Peygamberlik defteri kapandı ama Velayet devam
ediyor.
Sonra bir Peygamberle bir Veliyi de birbirinden ayıramazsın. Ne güzel
söyler Şems-i Tebrizi... “Evliyalar” der, “Hazreti Peygamberin ayarındadır,
fakat Hazreti Muhammed işlenmiş altındır. Evliyalar işlenmemiş altın
oldukları için, külçe altın olduğu için, o kadar tanınmazlar  ama hakikatte
ayrı gayrı değildirler. Hepsi kendilerinde Hazreti Peygamberi bende ettiler ve
öyle çıktılar yola.
Tasavvuf ehli der ki: “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin
kalbinde Beytullah var, Allah var.” Bir mümini incitirsen Allah’ı incitmiş
olursun. Allah’ın bir ismi de mümindir.
“Kabe’yi yık, minberi ateşe ver, Veli’nin gönlünü kırma, çünkü tamircisi
yok” sözünde söylendiği gibi daha güzel bir Kabe inşa edebilir, daha güzel
bir minber de yaptırabilirsin ama bir Veli’nin gönlünü kırarsan dünyaları
versen artık senden o kolay kolay hoşlanmaz. Onun için Mevlana’mız,
“Minareden düşün, sizi toplarım, gönlümden düştünüz mü parçanız
bulunmaz. Milyonlarca yıl geçse aradan, dönüş banadır ama yüzüm size
dönük olmaz” diyor. Onun gönlünden düşmek, onun cemalinden uzak
kalmak, Hakk’ın dışında kalmaktır.

82
“Cenab-ı Hakk her kibir edeni hakir ve rezil eder.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok doğrudur. Neuzubillah, ne olursan


ol, ister Şeyh Efendi ol, ister Alim Efendi ol, ister Hatip Efendi ol, biraz
benliğe kapıldın mı sen bütün hakikatlerden mahrum olursun, anında rezil
olursun.
İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Ne kadar tevazuda durursan o
kadar Hakk senden işler. Ne kadar benliğe tutulursan Hakk senden uzak
olur; Firavun’un kendisi olursun, toplumda lanete uğrarsın.”
Benlik işte bu kadara kadar insanı küçük düşürür. Toplumda “Ben...
Ben” diye konuşan çok kişi var. Fakat aslında biz kimiz ki?.. Tasavvufta,
“Bunu ben yaptım, şunu ben yaptım” demezler, daima karşısındakine ben
diyeceği yerde “Nazarım” diye hitap eder; sen diyeceği yerde de “Nazarın”
diye hitap eder. Peki neden böyle hitap ediyorlar?.. Çünkü hepimiz Allah'ın
nazarlarıyız, O bizi nazar etmiş getirmiş bu aleme. Bakın ne kadar kibarca
konuşmuşlar. “Ben-Sen” kelamı hiç ağızlarında yok, daima nazarım ve
nazarın diye hitap ediyorlar.
Kendini bilen, kemalata ermiş insanın lisanı Allah’ın lisanıdır. Kalbi
onun muhabbeti ile doludur. Kin, haset, gurur ve kibirden uzaktır. Zira
bunlar nefsani huylardır. Kendi benliğinden çıkmıştır. O, artık kendi
benliğinde yaşamaz, ondan varlığını gösteren gönül verdiği yerdir. Bütün
yaratılmışları Allah’ın yansıması olarak seyreder ve hepsini Sevgili’sinin ailesi
olarak görür ve sever.
Allah yolunda zerre kadar benlik, gurur yoktur. Mürşid de, yolcu da hep
Allah’ın ikramı ile yaşar, konuşur, susar.
Bütün dava, Hazreti Muhammed Efendimizi, Hazreti Ali’yi, Ehlibeyt
Efendilerimizi, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’yı, diğer Piran Efendilerimizi
ve bütün Evliyaullah’ı tanıyarak, onlar gibi olmaya çalışmaktır. Ayrım
gözetmeden insanlık alemine hizmet etmek, Allah’tan söz etmektir.
Ne güzel buyuruyor Hüdavendigar Mevlana… “Mutlu olmak, manen
yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!
Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet
kaynakları fışkırır, akar. Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hazreti
İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!..”

83
“Hiddetini yenebilen kimse düşmanlarına galip gelir.”

Hüdavendigar Mevlana buyurur, der ki: “Bez yıkayan, güneşe kızar;


balık, denize hiddet ederse, bir bak, ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık
yüzünden kimin bahtı kararır? Allah seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari
hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!”
Eğer bir insan isyanlarda, küfürlerde yaşıyorsa bu demektir ki, bu kişi
hala ikrar verdiği yere teslim olmamış. Söz ile ikrar vermiş ve tekrar akıla
düşmüş. Akıla düştüğü için de kolay kolay rahata ve huzura kavuşamaz.
Peki kendini bilen bir insan nasıl davranır? Bizlere en güzel örnek
Hazreti Ali Efendimizdir. Sizlere şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün Hazreti
Ali, yanında çalışan kölesine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyler.
Köle cevap vermez ve başını sallamakla yetinir. Hazreti Ali Efendimiz kendi
işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de bakar ki atlar hala hazır değil.
Hemen kölesini çağırır ve ona sorar, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana
atları hazırlamanı buyurmuştum.” Köle ona şöyle bir cevap verir: “Efendi
Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.” Hazreti
Ali Efendimiz, kölenin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulunur.
Onu böyle gülerken gören köle şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden
böyle gülüyorsun?” diye sorar. Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin
içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de
senin o içindekini kızdırmak için gülüyorum.”
Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin
yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır.
Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim
olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu
bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga
etmek doğru değildir. Benim nazarıma göre teslimiyette yaşayan bir kişi
hiçbir zaman kimseye kırıcı sözler sarfetmez, kırıcı konuşana dahi tebessümle
karşılık verir. Asabiyete, öfkeye, hiddete izin vermez; nefsine hakim olur,
nefsinin kölesi olmaz.

84
“İki yüzlü insanlardan uzaklaşınız.
İyi vaktinizde etrafınızda dolaşırlar
ve kötü vaktinizde derhal uzaklaşırlar.”

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Cenab-ı Hakk buyuruyorlar ki,


birbirine hiyanet etmedikleri müddetçe ben iki arkadaşın üçüncüsüyüm. Her
ne vakit ki, biri diğerine hiyanet ederse, ben aradan çıkarım.”
Hüdavendigar Mevlana da, “Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma,
çevir onların yaprağını! Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman
gibi içsiz bir hale düşerler. Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler
ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler. Bu çeşit adamdansa...
münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymasındansa azlık asker daha iyi.
Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok bademden
iyidir elbette” diye buyurur.
Bizler mademki yüzümüzü Allah’a döndük, söyleyeceğimiz sözlere çok
dikkat etmeliyiz. Bilmeliyiz ki kimi incitiyor ve hainlik ediyorsak, Allah’ı
incitiyoruz ve O’na hainlik ediyoruz demektir. Kime ne ikram edersek döner
bize gelirler. Sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz. Bu alemde incinsen de
incitmeyeceksin, her varlığa sevgiyle yaklaşacaksın. Hainlik değil, vefa
göstereceksin.
Kırık bir kasede su durmaz. Aman sakınalım; kimseyi kırmayalım,
kimse bizim kalbimizi kıramasın. Kimseye hiyanette bulunmayalım, çünkü
hiyanette bulunan kimse hakikatte kendine hainlik etmiş olur.
Biz her zaman şunu deriz: İnsan, insanın rahmanıdır. İnsan, insanın
şeytanıdır.
Hazreti Ali Efendimizin, “Kişi dili altında gizlidir” diye buyurduğu gibi,
bizler, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır,
konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların
örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmektir. Böylece belki o
insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur.

Gün bitti fakat mutluluğun can sesiyiz,


Baştanbaşa bir çeng-i gönül bahsiyiz.
Hem aşığız hem maşuğuz,
Kendimizin hem meclisiyiz,
Bülbülün gül bahçesiyiz.
Sevgilim, gitse de herkes,
Ne olur sen gitme…

85
Bekle dert arkadaşım bekle,
Otur sen, sen gitme...
Gül şeker örneği doludur,
Kadehin taze şarap.
İşte meclis güzelim,
Nurunu vur, sen gitme...

86
“Aslan gibi kuvvetli olsan da kavgadan çekin.
Sulh daha iyidir.”

Hüdavendigar Mevlana diyor ki: “Bu bedenler birer kılıfa benzer,


tamamen dünyaya muhabbet verirseniz, kılıfınızı hep çamurla
doldurursunuz. Kavgayı sevenler de kılıflarını kanla doldururlar. Biz hem o
kanları, hem o çamurları temizlemeye, onların yerine nur doldurmaya
geldik.”
Nur dolunca yüzde ifade değişir. Kişi özünü öğrenir, insan gibi konuşur,
insan gibi yaşar. Ömür belli değil. Kimse malına, güzelliğine güvenmesin."
İmam Ali Efendimiz, “Dünyamızda ne kadar Müslüman varsa hepsinin
din kardeşiyim, dünyamızdaki bütün insanların insan kardeşiyim” diyor.
İnsanlar farklı görüşlere farklı dinlere bağlı olabilirler ama insan iseler hiç
kavga etmeden kardeş gibi yaşarlar.
Mevlana’mızın dünyaya güzel bir seslenişi daha var… “Sevgiye dair ne
varsa bu alemde ben oradayım. Kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada
yokum.”
Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamak, Yaratan’dan ötürü
bütün varlıklara sevgiyle bakıp, yüz tutana sevgiden söz ederek hayatı
sürdürmektir.
Ey dost, dost isen bana,
Dostça bak bana.
Bizimle hoş bir hale gelmek istiyorsan,
Başındaki vesveseyi at,
O kavgayı yatıştır ey dost.
Bu hale gelir de,
Benimle bir olduğunu anlarsın.
Temel bakımından,
Canımla canın birdir ey dost.
Seninle benim,
Açığımız gizlimiz birdir.
Fakat senin benim demen de,
Hamlıktır hani.
Benimle senin aranda,
Ben sen kalktı gitti ey dost...

87
“Size nimet geldiği zaman,
az şükürle onu uzağa kaçırmayın.”

Hüdavendigar Mevlana, “Sana rızık vereni düşünmek, ona şükretmek,


onu hatırlamak, minnet hisleri duymak sana helal rızık yerine geçecektir!”
diye buyurur.
Allah’a sevgimizden, saygımızdan temiz bir gönülle ona koşarak, güzel
bir tat alırız. Allah, bizlere sağlık, güzel nimetler, güzel dostlar vermiş, bizim
vazifemiz ona şükretmektir. Biz yaşadığımız ana gece gündüz şükrederek,
Yaratıcıyı dilimizin döndüğü kadar en güzel şekilde anlatmaya çalışıyoruz ve
onu kendimizin dışında bir an bile tutmuyoruz.
Gözümüz onun kudretiyle görüyor, kulağımız onun kudretiyle işitiyor,
elimiz onun kudretiyle tutuyor, ayağımız onun kudretiyle yürüyor.
Vücudumuzda bulunan bütün azalardaki dirilik onun kudretiyledir. Madem
ki bizi bu kadar sevmiş, her türlü güzelliklerle donatmış, biz de onu isteyelim,
onun güzelliklerini içimize dolduralım. Başkalarının işlerinden
bahsetmeyelim. Hazreti Muhammed der ki: “Başkalarının hesabı ile
uğraşanlar, benim ümmetimden değildir.” Kendi ihtiyaçlarının peşinde
koşacağına, başkasının işlerini merak eden kişi hep kayıptadır.
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Biz, onu zikrederken, onun o güzel
vasıflarını içimize doldurmaya, onun o güzelliklerini tefekkür etmeye, o
esmanın hüsnası olmaya çalışalım. O dışımızda değil, içimizdedir. Çünkü,
Allah’ı zikretmesen bile, kalb her saniye devamlı “Allah” diye zikrediyor.
Onunla diriyiz ama eğilmiyoruz. Bir an kalbimizi dinleyelim, kalbimiz bir
saniye bile sahibini bırakmıyor, biz nasıl onun dışına çıkabiliriz. Ona dört elle
sarılmak, onun dışına çıkmamak lazım.
Biri sana bir şey verse, “Teşekkür ederim” dersin. O sana sağlık, iş,
güzel dostlar vermiş, hatta kendini de sana vermiş. Onun kudretiyle görüyor
ve işitiyorsun. Neden şükretmeyeceksin? Hastalık zamanında, sıkıntı
zamanında da Allah’a hamd edersin, yine teslimiyetli davranır, isyan
etmezsin.

88
“Zorluklara tahammül eden kolaylıklarla karşılaşır.”

Hazreti Ali Efendimizin sözleri her zaman yerindedir. Bir insan


zorluklarla karşılaşınca isyanlara düşmeyecek, sabrını arttıracak. Ona ne
ikram edilirse biraz daha derin düşünecek. Bunların hepsi Yaratıcı tarafından
sunuluyor, beni imtihana tutuyor; acaba isyan edecek miyim, kırıcı bir şey
konuşacak mıyım diye beni sınıyor, diye düşünecek.
Böyle yapan bir kişi, ne kadar sabrını gösterirse, en sonunda aydınlığa
ulaşır. Cenab-ı Hakk o zorlukları kolaylıklara yönlendirir. Fakat kalktı mı o
zorluklar içinde isyanlara düşsün, o vakit o zorluklar daha da artar ve kolay
kolay başı dertten kurtulamaz.
Hazreti Resulallah, her daim Allah’ın birliğinden konuştu ve sevgi
sundu. Onun çektiği cefaları kimse çekmedi.
Hazreti Muhammed beşer görünüyordu ama o bir hidrojendi. Çok
büyük sabır göstererek bizlere örnek oldu: Sizin de başınıza çok şeyler
gelebilir. Birden bire küfüre, isyana düşmeyin, başınızı derde sokmayın. Karşı
taraf yaptıklarına pişman olacaktır. Madem ki beni seviyorsunuz sabırlı olun,
mesajını verdi.
İnsan olmak çok zor. O derdi veren de, dermanı veren de Allah.
Mademki Hakk’ı temsil ediyorsun, o halde her şeye katlanacaksın. O, seni
imtihana tutuyor, ben yapamam, edemem demek yok.
Velilerin başlarından neler geçmiş… Veliler, Nebiler büyük
imtihanlardan geçerek insanlara örnek oldular. O’nun aşkına, O’nun hatırına
her şeyi yaptılar. Halklarından isyanlara uğradılar ama hiç imanlarını
bozmadılar.

89
“Birisi hakkında söylenen sözleri muhakeme ediniz.
İşittikleriniz o kişiye yakışmıyorsa,
o sözün doğruluğuna inanmayınız.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerindedir. Şimdi kalkarsın herkese


yardım edersin, sonra biri kalkar der, benim tarafımı tut, öbürü der bana
yardım et. Ama sen doğru bildiğini yaparsın. Ama karşı tarafın istedikleri
olmadı mı onun ağzından beklemediğim kötü sözler duyarsın, hatta iftiralara
da maruz kalırsın.
Şimdi, Hazreti Ali Efendimiz, bu iftiraları duyan, işiten kişilere
sesleniyor: Böyle sözleri duyduğunuz zaman, bu sözleri muhakeme ediniz. Bu
sözlerin aslı var mıdır, yok mudur?.. Birdenbire tek tarafı dinlemeyin. Eğer
tek tarafı dinlerseniz siz de onlardan aşağı değilsiniz demektir, demek istiyor.
Aklı selim bir kişi bu gibi konuşmaları, iftiraları dinlemez, bu iftiralı
konuşmaları ancak aynı cinsten olanlar dinler, hiç düşünmeden taşınmadan
onlar da katılır iftira atanlara.
Sonra muhakeme karşılıklı olur. İftira atanla, iftira atılan kişiyi alırsın
karşına ikisini de dinlersin, bu böyle diyor bunun aslı var mıdır, diye sorarsın.
O zaman kimin doğru kimin yanlış olduğunu anlarsın. Muhakeme böyle
yapılır, peşin hüküm vermek doğru değildir.
Hazreti Süleyman'a bir sivrisinek rüzgarı şikayet ediyor. Süleyman ona,
“Rüzgar gelmeden ben seni dinlemem” diyor, “Bu akşam parmağımda
misafir kal, yarın olunca rüzgara söyleriz o da gelir mahkemenizi yaparız”
diyor. Sivrisinek o gece Süleyman'ın parmağında konaklıyor. Şafak doğunca
Hazreti Süleyman uyanıyor, rüzgara sesleniyor,” Ey İsrafil yetiş, senin
hakkında şikayet var.” Rüzgar başlıyor esmeye fakat eserken sivrisineği de
Süleyman'ın parmağından uçurup düşürüyor. Süleyman sivrisineğe dönüp,
“Dur” diyor, “Nereye kaçıyorsun? Bak hasmın geldi.” Sivrisinek, “Onun
bulunduğu yerde ben duramam” diye cevap veriyor. Süleyman, “Hee” diyor,
“Demek ki sen durduğun yerde etrafına zarar veriyorsun, iğneni sokuyorsun,
rüzgar da seni olduğun yerden uçuruyor, izin vermiyor iğneni batırasın.”
Yani sivrisineği tek başına dinlemiyor, bekliyor ki hasmı gelsin. Meğerse
sivrisineğin şikayeti, o nereye konarsa, rüzgar onu oradan uçurup
kaçırıyormuş, bundan şikayet ediyormuş. Süleyman'a gelmiş ki, rüzgara desin
onu uçurmasın, o da rahatça istediğini yapsın.
Yani Hazreti Ali Efendimizin söylediği sözler çok yerindedir. Biri bir şey
söyler ama, körü körüne dinlemezsin, muhakeme edersin. Ben bu kişiden
bugüne kadar böyle bir şey duymadım, bir şey de görmedim, senin bu

90
sözlerine nasıl güveneyim de kabul edeyim dersin ve doğru olan neyse onu
yaparsın. Aklı selim bir insana yakışan da budur.

91
“Bana, beni sorarsan,
ben zamanın bütün olaylarına sabırla direnirim.”

Hüdavendigar Mevlana, “Mana gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete


tapanların kıblesi taştan yapılan suret” diye buyurur.
Her zaman söylediğimiz gibi, Hazreti Muhammed Efendimiz kadar
zulümlere maruz kalan ve çileler çeken bir Peygamber daha gelmemiştir bu
aleme. Fakat O, bütün bu çektiği çilelere rağmen hep sabır göstermiş ve bir
an dahi Allah’ı anmaktan vazgeçmemiştir, hatta kendisine zulüm edenlere
hidayet dilemiştir. İmam Ali Efendimize baktığımızda ise, O da henüz çocuk
yaştayken, müşrikler Hazreti Resulallah’ı ortadan kaldırmak için evine
girdiklerinde, O’nun yerine yatağına yatarak, canı pahasına Resullallah’a
siper olmuştur.
Hüdavendigar Mevlana’nın yatağına uzanıp da bütün gece uyku
uyuduğuna dair hiçbir eserde bir belge yoktur. Çünkü Mevlana hep diz
üstünde otururdu ve devamlı tefekkür halindeydi, her an Rabbine niyazda
dururdu. Şems-i Tebriz Hazretlerine baktığımızda, o da bir tuğlayı kendine
yastık yapmış onun üstünde başını dinlendirirdi. Yani hep ıstırap çekmişler,
hiç rahatlarına düşkün olmamışlardır.
Sizlere yine Mevlana’mızdan bir misal vereyim…
Hüdavendigar Mevlana bir gün hamama gider. Deriyle kemik haline
bürünmüş vücudunu ovarken, kaburgaları ellerine dokunur. Bu sırada
Allah’tan nida gelir: “Ey benim sevgili Efendim Celaleddin! Bu beden sana
verdiğim bir ilahi emanet, orada gizli olan ben idim. Neden bakmadın, bu
hale getirdin? Bu bedeni ne kadar zayıf düşürmüşsün.”
Hüdavendigar Mevlana bakın nasıl bir yanıt veriyor: “Bedenimde hem
sen varsın, hem nefsim var. Nefsimin isteklerine düşmeyerek, sabır gösterdim,
bedenimi bu hale getirdim. Ne kadar şükretsem az, seni aşikar gördüm. Eğer
nefsimin isteklerine hürmette bulunup sabretmeseydim, başıma belalar
gelecek ve seni de göremeyecektim, bunu senin için yaptım.”
Peygamber Efendimiz de iki günde bir lokma yerdi, hatta zayıflığından
dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı.
Onun için, Allah yolunun başı da sonu da sabırdır. Bu kolay bir yol
değildir, ama karınca misali olsa da yine yol alınır. Sabır göstermeden yol
alınmaz, ama sabırla ve sebatla yola çıkıldığında er geç güzelliklere
kavuşursun.
Ne güzel der Mevlana… “Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının Emiri,
bu kervanı güzel güzel ta Hacca kadar çek, götür!”

92
“Seni inciten kimse itiraf ederse, kabul et.
Kin tutma.”

Her zaman hoşgöreceksin, fakat kin tutmayacaksın. Çünkü kin tutmak


insana yaraşır bir davranış değildir. Hoşgörünün ismi üstünde, hoş görülecek
şeyleri hoş görürsün. Hoş görülmeyecek şeyleri hoş görmez, gözünü yumar,
gidersin. Bir şey söylemez, o çirkinliğin sahibi olmazsın.
Hüdavendigar Mevlana, hep güzel şeyleri hoş gördü.
Ona sordular: “Senin yolunun başı var mıdır?”
Dedi ki: “Benim yolumun başı olsaydı sonu da olurdu. Benim yolum
baştan aşağı güzelliktir, başı sonu yoktur. Kendini ne kadar güzelliklere
verirsen o güzelliklerle sarhoş olur, kendinden geçersin.”
Güzellik kaynağı bir yol, bu güzellik kaynağında çirkin bir şey nasıl
aranır?
Hüdavendigar Mevlana şöyle bir seslenişte bulunuyor:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
Hüdavendigar Mevlana hoş olmayan bir şey gördüğünde, onu örttü; iyi
yaptınız demedi.
Adamın biri bir türlü iş bulamamış, çocukları aç kalmış. Mevlana’nın
bulunduğu yerden bir halı çalayım, yakalansam da Mevlana bağışlar, diye
düşünmüş.
Hüdavendigar Mevlana’ya saraydan hediye edilen en kıymetli halıyı
çalıp, satmak için pazara götürmüş. Saray adamları halıyı tanımışlar, adamı
halıyla birlikte Hüdavendigar Mevlana’nın huzuruna getirmişler.
“Ya Mevlana! Bu adam sizin halınızı çalmış. Halıyı getirdik, adamı da
cezalandıracağız” demişler. Mevlana’nın verdiği cevap; “Sakın bu zatı
suçlamayın. Bunun ihtiyacı vardı, aldı.” Çaldı, dememiş. İç alemini biliyor.
“Benim hatırım için bağışlayın, ben bir hediyede bulunayım” diyerek adamı
göndermiş.
Başka birine böyle bir şey yapılsa sen nasıl alırsın diyerek tekme tokat
karakola götürür. Şimdi buna hoşgörü diyemeyiz.

93
Hüdavendigar Mevlana’nın burada rahmeti, şefkati büyük, fakat
çirkinlik yapana da, ne güzel yapmışsın, diyemeyiz. Hoş olan şeye hoş deriz,
hoş olmayana nahoş deriz. Bağışlarız, hidayet dileriz, fakat kin tutmayız.
Bizim yolumuzda incinmek var, incitmek yok.
İnsana layık olan, Hazreti Muhammed’in, Ehlibeyt’in, Hazreti
Mevlana’nın ahlakı ile ahlaklanmak, onların haline bürünmek, onların
güzelliklerini benimsemek, kişiliğinden ayrılıp sevdiğin yeri kendinde kişilik
kılmaktır.

94
“Sükut, yalan söylemekten,
başkalarını çekiştirmekten evladır.”

Küfür, benlik, isyan, hor görme, bunlar insana ait vasıflar değildir.
Bütün bu çirkinlikler, edeb dışı hareketler, nefsi arzular, kimliğine vakıf
olamamış kişilerde görülür. Kin, inat, onun bunun arkasından konuşmak,
bunlar insana yakışmayan şeylerdir.
Pekala insana yakışan şeyler nedir? Hazreti Muhammed’i örnek
almamız lazım; nasıl konuşmuş, nasıl yaşamış? Diğer Peygamberlere, Velilere
bakmamız lazım; onların dilinde, isyan, küfür, benlik, onu bunu hakir görme,
onun bunun arkasından konuşma var mı? Hiçbiri yoktur.
Diline sahip olan küfürlü muhabbetlerde, isyanlarda bulunmaz. İnsan,
kimseyle alaylı tarzda konuşmadan, kimseyi hakir görmeden, bütün çirkin
işlerden kendini uzak tutarsa, kendini muhafazaya almış, edebiyle yaşıyor,
demektir.
Yalana gelince… Hazreti Muhammed’e sorarlar, “Senin ümmetin yalan
söyler mi?” “Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan
söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir” diye cevap verir.
Bütün Peygamberler ve Veliler sevgi sunmayı, şefkatle kucaklamayı
nasihat etmişlerdir. Nimetlerin en büyüğü akıldır. Aklımızı kullanır, dilimizi
hoş tutarsak mesele kalmaz. Bunun aksi davranışlar insan olana yakışmaz.
Konuşurken ağzımızdan çıkacak her sözü, Muhakeme-i Kübra’dan,
yani akıl süzgecinden, geçirmemiz lazım. Sarfettiğimiz sözler kulağımıza hoş
geliyor ise başkalarına da hoş gelir, o zaman ikram edebiliriz. Kırıcı, tenkit
edici sözler sarfetmek, başkalarını çekiştirmek doğru değildir. Malum; söz
gümüşse, sükut altındır.

95
“Kendini beğenen,
fazilet ve saadetten uzak kalır.”

İnsanı bütün güzelliklerden uzak eden küçük aklıdır. Böyle bir kişi kendi
aklını beğenir ve başkalarını hor görür.
Hüdavendigar Mevlana, Hazreti Şems’in elinde piştikten ve bir güneş
gibi parladıktan sonra bakın ne diyor: “Ey insan! Kusursuz kul bu alemde
arama. Kusursuz insan yoktur bu alemde, herkeste bir kusur vardır.
İnsanlarla iyi geçinmek istersen, herkesin iyi taraflarına bak, o zaman
huzurlu olursun.”
İnsan, başkalarında kusur ararken kendi kusurlarını görmez, ama kişi
önce kendi kusurlarını görür de, başkalarında kusur aramayı bırakırsa, işte o
zaman daha mutlu bir yaşam sürer.
İşte Yüce Mevlana yine şöyle buyurur: “Ne kadar bilgin olursan ol, bir
mürşid-i kamile baş kesmedin mi, edindiğin o bilgi ile sen ancak meyvanın
kabuğuna varırsın, ama tadını alamazsın.” Neden? Çünkü egonda,
benliğinde yaşadın, kendi zahiri bilgini beğendin, başka kimseyi beğenmedin,
hor gördün.
Eskiler güzel konuşan bir insan gördüklerinde, “Maşallah, ne güzel
konuşuyor, aynaya yüz tutmuş” derlerdi. Bu ne demektir, güzel konuşuyor,
çünkü bir Mürşidi var. Mürşidini ayna etmiş kendine, ondan yansıyan
güzelliklerle konuşuyor, etrafına güzellik sunuyor. Bazı kişileri de duyarsınız
devamlı küfürlü konuşur, onun için de derler, “Aynasız”. Yani, bir aynaya yüz
tutmamış, Mürşidi yok, kendi aklıyla yola çıkıyor, kendini beğeniyor, kötü
konuşuyor, işte o kişiden her şey beklenir. Böyle bir kişi için hidayet dilemek
gerekir ki, bir Mürşide ulaşsın da, insanlığa kavuşsun.

96
“Sen rızkını aradığın gibi,
rızkın da seni arar.”

Rızıkların en değerlisi, en güzeli manevi rızıktır.


Hüdavendigar Mevlana, bu rızkı ab-ı hayata, ab-ı hayat kaynağını da
mürşid-i kamile benzetir ve şöyle buyurur: “Allah’ı çağırın, ağlayıp inlemeyi
bırakmayın ki Allah’ın merhameti sizlere erişsin. Baş kesmek ne demektir?
Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek. Nefsi, mürşid-i
kamilin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefis öldürenin eteğine
sımsıkı sarıl. O, ab-ı hayattır. Bu sudan ayrılırsan, ayrılık seni paramparça
eder. Vakit henüz varken, bu ırmaktan su içmeye bak…"
Susamış kişi Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da mürşid-i
kamildir. Mürşid-i kamil, susamış kişiye ab-ı hayattır. Çünkü bir mürşid-i
kamil, Kur’an-ı Natık’tır, Hazreti Muhammed’in bütün nurlarına ve
hakikatlerine sahiptir. Onun sohbetleri vasıtasıyla tüm bu hakikatleri
öğrenirsin, aydınlanırsın.
Hüdavendigar Mevlana bir beyitinde de şöyle buyurur: “Demir gönlüm
yandı aşkla, alındı masivadan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini
düşürdü içime. Cevirler vefa oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fena
buldu, Hüda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; ab-ı hayat
geldi, ilahi saka geldi...”
Hüdavendigar Mevlana’nın, her zerresi aşktan sarhoştu ve tamamen
teslimiyetteydi. Ne dünya ile ne de ahiret ile bir pazarı vardı. Onun pazarı
tamamen Allah ileydi. Hazreti Mevlana patlamaya hazır bir volkan gibiydi
ve bu patlamayı yapacak bir kıvılcım bekliyordu. İşte Hazreti Şems,
Mevlana’nın kıvılcımı oldu. Cenab-ı Mevlana, Hazreti Şems’in ateşinde öyle
bir parladı ki, hem Şems yandı hem de bütün dünya onun muhabbet ateşinin
nuruyla aydınlandı.
Mevlana’nın sakası, yani gönül sakisi Şems’ti; şimdi de bizim
muhabbetlerimiz hep o ilahi sakadan, Mevlana’dan. Bizlerden işleyen hep
O’dur.

97
“Akıllı kişi ne sırrını ifşa eder,
ne de başkasının sırrını sorar.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok yerinde bir sözdür. Peygamber


Efendimiz, selam olsun üzerine, buyurur der ki: “Bir insan kendi işiyle
uğraşmaz da, başkalarının işleri ile uğraşırsa, o kişi benden değildir.”
Bir insan kendi işiyle uğraşmayıp başkalarının yaptıklarıyla uğraşırsa, bu
kişi Hazreti Peygamber Efendimizin ahlakına uygun değildir.
Toplum içinde böyle kişilere “Adem eti yiyor” denir. Böyle kişiler
Yaratıcı’dan söz etmezler, dedikoduyla beslenirler. Bu bir insan için çok kötü
bir huydur. Onun için kimsenin aleyhinde konuşmamak gerekir.
Cenab-ı Mevlanamız da buyurur der ki: “Kusursuz insan arama bu
alemde, çünkü kusursuz insan yoktur. Herkesin iyi tarafına bak ki, senin de
güzel ve huzurlu bir yaşamın olsun.”
Burada da Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, ne sırrını açar
birine ne de başkasına sırrını sormaz. Kime sır açılır? Bir insan ancak
kendine bir sırdaş bulursa sırrını açar. Bulamazsa da açmaz. Ayrıca o
başkasının sırrıyla da ilgilenmez.
Onun için, yapacaksak bir dedikodu, Hazreti Muhammed Efendimizin,
Ehlibeyt Efendilerimizin, Cenab-ı Mevlana’nın, Evliyaullah’ın dedikodusunu
yapalım. Çünkü onları anmak insanın ruhuna ferahlık verir, insanı
güzelliklere aydınlıklara sürükler.
Bakın, Peygamber Efendimiz yine ne güzel buyurur… “Birisi” der, “size
bir şey söylediğinde, kimseye söylememeniz için tenbihte bulunmasa dahi, o
söz işitene emanettir.”
Zaten Hakk ile Hakk olmuş, yani Muhammedi’leşmiş bir kişide
dedikodu yoktur, haset yoktur, kin ve nefret yoktur. O, emin, güvenilir ve
edepli bir kişidir. Böyle bir kişiye söylenmiş bir söz, sır olmasa dahi, artık
onun emaneti sayılır. Zaten onun derdi Allah’tan başkası değildir ki, onun işi
gücü Allah’tır; başkalarının yaptıklarıyla ve söyledikleriyle uğraşmaz.

98
“Bilgiyi iste, terbiye edin, canım sana feda olsun.
Ellerim onunla üstün olur,
yeter ki iyi ve güzel şeyleri iste.”

Zaten Hazreti Ali Efendimiz ne güzel buyurur; “Bana bir ilim öğretenin
ben kırk gün onun kölesi olurum. İlim nerede ise git al” der.
Hazreti Peygamber Efendimiz de savaşlarda düşman askerlerini esir
aldıkları zaman, onlardan ümmetine öğretmenlik yapmalarını istedi, okuma
yazma öğretmelerini istedi, çünkü onların çoğu okuma yazma biliyordu. Ve
böylece onları kölelikten de azad etti. Çünkü öğretmen çok mukaddes bir
varlıktır. O, sana bilgi sunar.
Bakın 1400 sene geçmiş aradan ama, onların sözleri hiç eskimemiş,
daima ağızlarından baldan tatlı sözler akıyor.
Ama maalesef bugün öyle değil; insanlar hep küfürde, kavgada
yaşıyorlar. İnsan olanda ikiliğe düşüren sözler olmaz. İnsan olanın sözü her
zaman yapıcıdır, insanları sevgiye, birliğe, kardeşliğe çağırır.
Kendini bilmeyen, kimliğinden habersiz kişilerden topluma ancak ikilik
yayılır. Bir toplum ne kadar ikiliklerden uzak durursa, Hazreti Muhammed
Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Pirimiz Mevlana’nın, Piran
Efendilerimizin ve Evliyaullahın ilmiyle kendilerini güzelleştirirlerse, onların
dilleri ile topluma çıkarlarsa, o toplum aydınlanır karanlıklardan kurtulur,
özgür ve hür yaşar. Çünkü karanlık aydınlıktan korkar.
Peygamber Efendimiz ne diyor… “Ben bütün aleme rahmet olarak
geldim” diyor. O’nda insan ayrımı yok, din ayrımı yok, mezhep ayrımı yok.
O, iyiye de kötüye de rahmetle çıkmıştır hep. Neden? Çünkü hepsini Allah'ın
varlıkları olarak görmüştür, O’nda hiç ayrımcılık yoktur.
Madem ki bizler de Müslümanız, o zaman bizim de Peygamber
Efendimize uyarak, O’nun gibi topluma rahmetle çıkmamız lazım. Kavgayı,
dövüşü, ikilikleri artık geride bırakmamız lazım.
Mevlana'nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle der: “Evladım, sakın cahil
ile sohbet etme, akibet başın derde girer.” Neden böyle söylemiş? Çünkü
cahile kara dersin, o, beyaz der; devamlı tersini söyler.
Evet, bizim üzerimize düşen, ne kadar güzellikler varsa, onları
benimsemek; ne kadar akla uygun sözler varsa, onları benimsemek; ne kadar
gönüle uygun sözler varsa, hepsini benimsemektir. Eğer aklımız almıyorsa,
gönlümüz almıyorsa, ruhumuz gıda bulmuyorsa, o zaman o sözleri
dinlemeyeceğiz; ki zamanımız boşa geçmesin.

99
“Kötü huyu terket,
Hakk’ın hikmetine mazhar olursun.”

Peygamber Efendimiz, “Hiçbir kötü niyet beslemeyerek, din kardeşlerini


sevmek, hiçbir nefsani duyguya kapılmaksızın, kinden arınmak, göklerin ve
yerlerin sahibi Hazreti Allah’a göre, en sevilen insani amellerdendir” diye
buyurur.
İnsanda haset var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var... Bir insanın iç
alemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez. Arif-i billah
olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilal yaptılar ve nefslerini bütün
kötülüklerden arındırdılar. İnsanın vücudundaki kiri su temizler, fakat insanın
içindeki kiri su temizleyemez.
Bir gün Mevlana’ya sormuşlar, “Ya Mevlana! Senin müridlerin hiç
kirlenmezler mi?” Mevlana cevap vermiş, “Eğer nefslerine uyup dünyaya
meyil verirlerse kirlenirler.” Yine sormuşlar, “Peki onlar nasıl temizlenir?” İşte
Mevlana’nın verdiği cevap, “Ancak beni gönüllerine koyarlarsa, ben onları
temizlerim.”
Bir kimse ruhunu temizlemek, benliğinden ve kötü huylarından arınıp
güzel bir insan olmak ve Hakk’ı bulmak istiyorsa bir mürşid-i kamile gelmeli
ve ikrar vermeli. Çıktığı yolculuğunda mürşidine sevgiyle, aşkla, imanla
bakmalı ve tam bir teslimiyet içinde olmalı. Böyle olursa, zamanla güzel bir
insan olur, benliğinden ve sıkıntılarından kurtulur ve refaha erer. Ve belki bir
gün bir de bakar, kabı taşıdığı kadar Hakk’ın güzellikleri onda tecellisini
gösterir.
Hüdavendigar Mevlana, yine buyurur der ki: “Bizim ilmimiz sevgi
ilmidir. Bizler bütün varlıklara sevgi ile bakarız. Cihan benim tekkemdir,
alem de medresem. Sevgi ilmini öğrenmek isteyen, bize gelsin.”
Bakın bizlere nasıl güzel bir mesaj veriyor. Evet, geçmişlerden alırız
mesajı, fakat bugün bizler sizlere mesaj vermekle mükellefiz. Güzel mesajlar
vererek sizleri güzel yaşamlara sürüklemekle mükellefiz. Sizlerin, yarınların
aydınları olarak topluma çıkmanızı sağlamak bizlerin vazifesidir.
Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pirimiz
Mevlana’mızı bedenimizde ruh edersek, onların bilgileriyle kendimizi
büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle
topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. Sizler hakikate
ulaştığınız zaman, kimliğinizi bildiğiniz zaman, kimliğinizle yola
koyulduğunuz zaman, sizler işte o zaman zengin bir kişiliğe sahip olursunuz.

100
“Hiçbir işte aceleci olma,
ilerisini düşünerek acelesiz hareket edenler kendilerini bir
çıkmaza girmekten kurtarırlar.”

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde, “Her hususta ihtiyat


Allah’tan, acele etmek de şeytandandır” diye buyurur.
Hüdavendigar Mevlanamız da buyurur, der ki: “Hilalle dolunay birdir.
İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal hakikatte noksan kabul
etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek, kemal
bulmaktır. Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş
yavaş açılacağını gösterir. Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan
merdivenden basamak basamak çıkılır. Tencereye yavaş ve ustaca kayna,
delice kaynayan yemekten hayır gelmez, der. Allah, alemi bir kere Kün
demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var? Peki neden bu
yaratış, altı gün sürdü; her gün de tam bin yıl kadardı? Neden çocuk dokuz
ayda yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.”
Allah sayısız nimet ihsan etti. Bütün nimetlerden en üstün nimet olarak
akıl verdi, onu da başa koydu. Bir insan cüz’i akılla yola çıkarsa her zaman
hüzünlere, kaygılara düşebilir.
Şimdi, bütün nimetlerin en üstünü olan aklın yöneticisi de yine insandır.
Sayısız Nebi, sayısız Veli geldi bu aleme. Bir insan aklını kullanıp araştırırsa,
mantığına uyan, gönlünü, ruhunu hoş eden, aydınlığa götüren bilgiyi
mutlaka bulur.
Onun için, gönlümüzü büyütmemiz, imanımızı güçlendirmemiz lazım.
Ne olursa olsun ben yokum, benden işleyen, hizmet eden bütün o güzellikleri
sunan bir kudret sahibi iman ettiğim yer var, diye düşünmemiz lazım.
Hazreti Muhammed’in, Hazreti Mevlana’nın, Velilerin akılları
tasavvufta akl-ı külldür. Onlar akıllarını Hakk’ta yok ettiler. Hakk’ı
gönüllerinin en güzel yerine koyarak, onunla yola çıktıkları için aklın büyüğü
onlardadır. Bizler de eğer onların aklını başımıza taç edersek, o vakit bizim
aklımız da güzelleşir, ışık olur. Benliğinde kalmış, bir Hakk dostuna yüz
tutmamış, onun fikirlerini, güzelliğini benimsememiş bir kişinin yaşantısı
boştur, her köşede bir çıkmaza girer.

101
"Zora çağrılsam kolaylığı sunarım da,
zorbalığa çağrılsam asla cevap vermem.”

Bakın dikkat edin, Hazreti Ali Efendimiz burada ne kadar anlamlı bir
söz söylüyor.
Diyelim ki, diyor, bir zor işle uğraşıyorsun, ama başa çıkamıyorsun,
gücün yetmiyor; eğer beni çağırırsan hemen gelirim, hem de bütün işlerini
kolaylaştırırım senin, diyor. Ama eğer beni zorbalığa çağırırsan, benim
kulaklarım o işe sağırdır, o sözleri işitmem, gelmem.
Demek ki güzel işe, ağır bir iş de olsa hemen koşuyor Hazreti Ali, ama
zorbalığa katiyen gelmem, diyor. Demek ki ya birinin yolunu keseceğiz, ya
birinin hakkına gireceğiz; ben o işte yokum, diyor.
Bazen de, bazı kişiler insanı sinire, hırsa sürükler. Bir estağfurullah çeker
yaptığın şeyden nadim olursan tekrar güzelliğe girersin. Konunun üzerinde
durup, ben haklıyım, v.s. diye ısrar edersen, sen özünden çıkmış, karşı tarafın
konusu ile muhabbettesin, Hakk’ı bırakmışsın onun zikrediyorsun, demektir.
Bu sana ateş verir, hüzün, sıkıntı verir. Orada durma, bundan kurtul, özüne
geri dön. “Hasbinallah ve nimel vekil - Allah bana yeter, O ne güzel vekildir”
de. Bunun manası, Allah’ım sana güvendim seni vekil ettim işimi sana
bırakıyorum, demektir.
Şöyle bir deyiş vardır; zaman zaman söylüyoruz, yine söyleyelim: Kul,
duvara dayanır, duvar yıkılır; insana dayanır, bir gün gelir ölür; fakat kul,
Allah’a dayanıp güvendi mi, sonsuza dek huzur bulur, çünkü O ölümsüzdür,
sonu yoktur. O’ne yıkılır, ne de yokolur... O, her daim diridir, hem daim
‘Hay’dır.
Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Hüdavendigar Mevlana ve Evliyalar,
hepsi menfaatsiz dostturlar. İnsan, onlara yüz tuttu mu, onlara imanla baktı
mı rahata, huzura kavuşur, her işi düzgün gider, sıkıntı yaşamaz.
Bu alemde insanın meyli nereye ise, gidişi orayadır. Hakk’ı bildiysen,
O’nu kendinde bulduysan gam yeme, dünya durdukça bakisin.

102
“Yürekleri kurumaya yüz tutmuş insanlardan geçme,
onlarla selamlaş.
Yakınlığınla yürekleri insana dönecektir.
Unutma ki, kötü deri iyi bir sepicinin elinde işe yarar.”

Zaten bütün Evliyalar kırık kalplerin mimarlarıdırlar, tamircileridirler.


Bu yüzden kırık kalpleri kim tamir ederse, o kişi dünyaları fethetmiş olur. Bir
insan, bir insanın kalbini kırsa, binlerce sefer hacca gitse de haccı kabul
olmaz. Ne der  Cenab-ı Mevlana... “Kabe'yi yık” der, “minberi ateşe ver,
ama sakın bir insan kalbi kırma, çünkü tamircisi yoktur.”
İnsan, Allah'ın varisidir, O’nun temsilcisidir. Hele bir müminin kalbini
incitirsen, Allah'ın kalbini incitmiş sayılırsın. Neden? Çünkü müminin
kalbinde Beytullah var Allah var.
Diyelim ki bir insan daima senin iyiliğini istiyor sana yakınlık gösteriyor,
ama sen muhabbet esnasında ona karşı biraz kırıcı konuşuyorsun. İşte o
zaman iyiliğe kötülükle muamele etmiş oluyorsun. Kalp incitiyorsun. Bu
yüzden biz hep kırık kalpleri tamire çıkarız.
Kalpler en çok aşktan kırılır. Mevlanamız da bir aşk peygamberidir. O
nasihat vermez, çünkü Allah akıl vermiştir. İnsan bilir; iyi bir işte bulunursa
ona zarar gelmez, ama kötü bir işte bulunursa zarar gelir. Onun için biz
burada hep sevgiden aşktan bahsediyoruz.
Mevlana bir sevgi kaynağıdır. O’nun sözüdür… “Sevgiden acılar
tatlılaşır, bakırlar altınlaşır sevgiden. Sevgiden tortular saflaşıp, berraklaşır,
dertler ilaç olur sevgiden.”
İlimlerin en büyüğü sevgi ilmidir. Sevgi hayattır, yaşamın kaynağıdır.
Sevgi düşünceyle başlar, sözlerle suret bulur, davranışlarla yol alır. Küçücük
bir tohumun hayat bulması gibi, beslenir ve beslendikçe büyür.
Peygamber Efendimizin de sözüne kulak verelim, O da şöyle buyurur:
“Birisine, güler yüz ve tatlı dil gösterdin ise, bunu dahi, değersiz sayma.
Aman aman, üzerinizdeki örtünün uçlarının, gelişi güzel yerlere doğru
salıverilmesinden sakınınız.”
Gerek Hazreti Muhammed, gerek Cenab-ı Mevlana ve diğer bütün
Velilerin hepsi Hakk ile Hakk oldular, hep Hakk’ı yadettiler ve gönüllerde yer
aldılar. Şimdi bizlere de düşen onlar gibi olmaya çalışmak, onları ruhumuzda
bende etmek, onlar gibi toplumu aydınlatmak ve hem kendimizi hem de
onları yaşatacak güzel işlere sürüklemek, güzel hizmetlerde bulunmak, güler
yüzlü, tatlı dilli olmak, kimseyi hor görmemek, nefsimize hakim olmak ve
kırıcı olmamaktır.

103
“Haddini bilen helak olmaz.”

Hüdavendigar Mevlana, bizleri bize en güzel şekilde bildirdi. Bizler


derinliklere inip, kişiliğimizi arayacağımıza nefsi arzularımızın peşinde
koştuğumuz için sıkıntılardan, hüzünlerden kolay kolay kurtulamıyoruz.
Yunus Emre’nin buyurduğu gibi: “İlim, ilim bilmektir, ilim kendini
bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır?”
İnsan yeryüzünde en mukaddes varlıktır. Bütün varlıklar insanla dile
gelmiştir, Allah’ın bütün güzellikleri insanla bildirilmiştir. Öyleyse aynaya
bakıyoruz ve kendimizi insan görüyoruz da neden insanlığı öğrenmeye
çalışmıyoruz?..
Akıl, güzel bir yerden aşı almışsa, insanı çok güzel yerlere götürür,
almamışsa neuzübillah isyanlara düşürür.
Allah, insanı bu kadar mukaddes kılmış, cihana hakim kılmış, kendisine
temsilci seçmiş. İnsan kişiliğini bulursa hatalara düşmez.
Ne güzel buyuruyor Yüce Mevlana ve diyor ki: “Senin yanındayım, beni
uzak görme! Benim yanımdasın, benden ayrılma! Kendini yaratandan uzak
düşen kişinin işi yolunda, uygun olur mu? Benim gözümle neşelenen göz
parlar, keskinleşir, öteleri, gaybı görür. Duyduğu manevi zevkden ötürü
mahmurlaşır. İçinde benim rüzgarımın estiği, sevgimin dolaştığı gönülde,
manevi güller açar, nurlarla dolu gül bahçesi olur…”
İnsan, kimliğini bilmediği için küfürdedir, hatadadır, isyandadır,
benliktedir. Bu nedenle hüzünlerden de kolay kolay kurtulamaz. Bir kere
kendine sorsa; ben kimim, ne yapıyorum, neden bu hallere düşüyorum, bu
yaptığım işlerden ne bekliyorum? Biraz düşünse, elini ayağını çeker.
Düşüncesizce hareket ediyor, sonra başına bir sürü iş geliyor. İnsan bir
düşünürdür, insandan düşünce alındı mı deriyle kemik kalır.
Madem ki biz Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlana’ya gönül verdik,
daima onların büyüklüğünü düşünmemiz, onların güzelliklerini kendimizde
çoğaltmamız, onlarla yola çıkmamız, onların diliyle topluma konuşmamız,
onları gönlümüzde taşımamız lazım. O zaman onların ruhları bizimle şad
olur, biz de onlarla şad oluruz.

104
“Sen ey insan, ayan beyan bir kitapsın,
harfleriyle yüreğin okunur.”

Hazreti Ali Efendimiz çok güzel buyurmuş. Zaten, Hazreti Ali


Efendimiz, selam olsun üzerine, tek Kur'an-ı Natık’tır, O canlı Kuran'dır.
Kitap insandan doğar, insan kitaptan doğmaz. Bu yüzden kişi dilinden
kim olduğunu ortaya çıkarır. Bir kişi güzel sözler sarf ediyorsa ona sorarlar,
“Sen aynandan bahsediyorsun, nereye bağlısın?” O da söyler nereye bağlıysa;
örneğin Abdülkadir Geylani’ye bağlıdır, Seyyid Ahmed Rıfai’ye bağlıdır,
Nakşibendi Hazretlerine bağlıdır, Mevlana'ya bağlıdır, Hünkar Hacı Veli
Bektaş’a bağlıdır. Bu üstadlara bağlı olanların hepsinin dilinde Ehlibeyt
vardır, Allah vardır; başka bir şey yoktur. Hepsinin sözleri yapıcıdır, itici
değildir. Bunun için onlar dillerinden okunurlar.
Peygamber Efendimiz, “Mescidinizi ululanma ve süslerle bina
etmeyiniz, sade yapınız ki, şehir ve kasabalarınız şerefli olsun” diye buyurur.
Hüdavendigar Mevlana, mescidin manasını şöyle vermektedir:
“Peygamberlerin yapılarında da hırs yoktu...onun için boyuna parlayıp
duruyor, parlaklığı boyuna artıyor. Ulular nice mescidler yaptılar...fakat
hiçbirinin adı Mescid-i Aksa değildi. Her an şerefi artan Kabe’nin yüceliği,
İbrahim’in ihlaslarındandı! O mescidin fazileti, toprağından, taşından
değildi... yapıcısında hırs ve savaş yoktu da ondan! Ne onların kitapları,
başkalarının kitaplarına benzer... ne mescidleri, başkalarının mescidlerine, ne
alışverişleri, malları mülkleri, başkalarının alışverişine, malına mülküne! Ne
edebleri başkalarının edebleri gibidir. Ne hiddetleri, azapları başkalarının
hiddeti, azabı gibidir. Uykuları da başkadır, kıyasları da, sözleri de! Her
birinin başka bir nuru, feri var... can kuşları uçar ama, başka bir kanatla
uçar! Gönül, onların halini andıkça titrer durur... onların işleri, bizim
işlerimize kıbledir! Onların kuşlarının yumurtası altındandır... camları, gece
yarısı, seher çağını görür! O kavmin iyiliğini canla başla ne kadar söylersen
söyleyeyim, noksan söylemiş olur; onları noksan övmüş olurum! Ey ulular,
Mescid-i Aksa yapın; çünkü Süleyman yine geldi vesselam!”
Ne güzel buyurmuş Koca Mevlana... O, ilim irfan konularındaki üstün
mizacını daima tevazu ile süslemiştir. Bütün halka aynı dille hitap etmiş,
hareketlerinde zerre kadar kibir, kendini beğenmişlik barındırmamıştır.
Çünkü tevazu ve alçak gönüllülük müminlere, Hazreti Muhammed
Efednimizden miras kalmıştır. Onun izinden gelen Veliler de, sundukları
bütün bilgilerin gerisinde durur; fikrini dile getiren kimseyi susturmaz;
sorulanlara iyi-kötü demeden sabırla cevap verirler.

105
Bizim Peygamberimiz “El fakru fahri - Fakirlik benim iftiharımdır”
demiştir ve yüceliğini böylece ortaya koymuştur.
Hayatın gayesi Hakk’ın muhabbetidir. Buna da tevazu ve yoklukta
kalmakla erişilebilir. Kibirden, gurur ve kendini beğenmişlikten arınmış,
kalbinde Allah aşkıyla yaşamaya koyulmuş kişi; yaptığı iyiliklere de, gördüğü
kötülüklere de kalbinde yer vermez. Kendini methetmez. Ondan meydana
çıkan güzelliklerin Allah’tan kaynaklandığını hatırında tutar, kendisine mal
etmez ve böylece yoklukta durduğu müddetçe Hakk’ın güzellikleriyle
şereflenir, Hakk’ın nuru o kişiden yansımaya başlar.

106
“Ya İslam var olacaktır, ya da ben şehit düşerim.
Damarlarımdaki kan akar, bu mertebeye ererim.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok doğrudur. Şimdi Hazreti Ali


Efendimiz, selam olsun üzerine, Hazreti Resulullah'ın devrinde bir savaştan
galip çıkarak ganimetleri aldı. Hem hükümdarın ganimetlerini hem de
halkını aldı, kattı önüne yola çıktı. Ve o devirde bir Efendi'nin de çocukları
sünnet olacaktı; Hazreti Ali Efendimizin parası yok hediye alsın götürsün
sünnet düğününe, Hazreti Resulallah ganimetten ne verirse hediye olarak
onu alıp götürmeyi düşünüyordu. Hazreti Ali Efendimiz vardığında, çocuklar
çoktan sünnet olmuşlardı, Hazreti Ali Efendimiz geç kalmıştı. Hazreti
Resulallah da o Efendi ile beraber çıkmışlardı yola Hazreti Ali'yi karşılamaya.
Hazreti Resulullah Efendimiz baktı ki Hazreti Ali bir koyun sürüsü gibi almış
insanları katmış önüne geliyor. Hazreti Resulallah, Hazreti Ali'nin o halini
görünce duygulandı ve gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar birbirlerine, niyaz
ettiler. Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Resulallah’ı gözyaşları içinde görünce,
“Neden bu kadar duygulanıp ağladın ya Resulallah?” diye sordu, “Senden
beklerdim bir sevinç gözyaşı...“ Hazreti Resulallah, “Ya Ali” dedi, “sen ne
güzel bir hal ile geldin buraya. Benim ağlayışımın sebebi; bir gün gelecek
mümin geçinen kişiler hepsi dinsiz olacaklar, imanlarından taviz verecekler.
Ben şimdiden o günü görüyorum, o yüzden ağlamaya başladım.”
Bunlar hep olmuştur, Hazreti Muhammed'in sözleri gerçekleşmiştir.
Şam Valisi iktidara geçtikten sonra İslam çok yaralar aldı. İmam Ali
Efendimize, yüzlerce yıl dil uzatmışlardır hutbelerde. İmam Hasan
Efendimiz neden Şam Valisine hilafeti verdi? İmam Hasan Efendimiz, Şam
Valsine, “Sen” dedi, “camilerde babamın aleyhinde konuşmayı keseceksen,
sana hilafeti veririm.” İmam Hasan Efendimiz istemedi kan aksın. Şam
Valisi, “Söz veriyorum” dedi, ama sözünde durmadı. Ne tuzaklar kurdu
İmam Hasan’a…
İslam’ın gerçek manası barıştır, kardeşliktir. Bütün Peygamberler
İslam’dır; İslam’ın kemalatı Hazreti Muhammed Efendimizde
tamamlanmıştır. Çok çalışmak lazım. Şimdi devir insanlık devridir, insanı
insana söyleyeceksin. İnsan olursa kainata rahmettir. İkilik tohumu atanlar ne
Allah katında sevilir, ne de kendi Peygamberleri sever.
Şehadetin manası nedir?.. Eşhedü en la ilahe illallah (Şehadet ederim
bütün cihan boş, ancak sensin Allah) ve eşhedü enne Muhammeden abduhu
ve Resuluhu (yine şehadet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana
kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim). İşte şehadetin manası
budur. Şehadet getirdikten sonra insanın nefsinde yaşamaması lazım.

107
Şehadet ağızdan çıkıp, kulaklar işitti mi, onun manasına inip manasında
yaşaması lazım.

108
“En büyük adam hırstan,
kinden, intikamdan uzak olan kimsedir.”

Hüdavendigar Mevlana der ki: “Hasmını hor görme.” Sorarlar, “Neden


ya Mevlana?” “Size karşı kini azalır” der.
Nemrut benliğe kapıldı. Tanrı benim, diyordu ama, bir topal sineğe
yenildi. Kimseyi hakir görme, tatlı dili de ağzından bırakma, fetihler senin
olur. Hep söylüyorum; Allah kimseye ceza vermez, daima mazlumun
yanındadır. Toplumda kızınca “Allah belanı versin” derler, bu çok yanlıştır.
Allah kimseye bela vermez. Allah bütün belalardan, kötülüklerden
münezzehtir. Kişi, Allah’ın emirlerine uymaz, isyanlarda yürür, nefsinde
yaşar, kendi kendini kazaya atar. Kişi nefsinin kazasına tutulur cezalara gider,
yine sevenleri üzülür.
Allah kahırla çıkmaz. Kişi kahır esmasında yaşar, o esma ona hoş gelir.
İçer, sokakta yatar, küfür eder, onun hali bize çirkin görünür ama hor
görmeyiz, kurtulsun diye dua ederiz.
Cenab-ı Allah, bütün güzelliklerin sahibi, şefkat, rahmet, güzellik
doludur. Onda zerre kadar üzücü bir şey yoktur. Çünkü Allah, Hazreti
Muhammed, Hazreti Mevlana, Veliler ile en güzel simalarını göstermiştir.
Simaları hep rahmeti ilahi. Hazreti Muhammed de bela okumak yoktu.
Peygamber Efendimiz en çok çile çeken Peygamberdir. Ebu Leheb ve
karısı, Hazreti Muhammed’e büyük ıstırap verdiler. Çalı çırpı, dikenleri
toplar, kumların içine atıp, üstlerini kumlarla örterlerdi. Hazreti Muhammed,
çıplak ayakla sabah namazına giderken gömdükleri dikenler ayaklarına
batardı, dikenleri çıkarmak için oturunca da baldırlarına batardı. O, beddua
etmez, “Allah hidayet versin” derdi.
Bir gün ağzından küfür çıksın diye, Hazreti Muhammed secdede iken,
bir koyun işkembesini içindeki pisliklerle üstüne attılar. Mübarek başını
kaldırıp, “Allah sizden razı olsun” dedi.
Taif halkı onu taşladı, dizleri üstüne çöktü. Allah’tan hidayet istedi.
Allah’tan hep iyilik istedi. Bana yardım et, bunlar bana zarar veriyor ortadan
kaldır, demedi, beddua etmedi. Biz öyle bir Peygamberin madem ki
ümmetiyiz. Ümmetin manası çok incedir. Çünkü Hazreti Muhammed, selam
olsun üzerine, der ki: “Benim ümmetim gelmiş geçmiş bütün
Peygamberleden efdaldir.”
Ümmet ne demek? Bütün faydasız bilgilerden arınıp, Hazreti
Muhammed’i kendine bilgi edinir, bu alemde her şeyden çok onu sever, her
yerde onu metheder, onu başında akıl, vücudunda ruh yapar, gönlünde en

109
güzel yeri ona vererek bu alemdeki bütün güzelliklerin üstünde onu tutarsan
o senin her şeyin olursa, o zaman sana ümmet sıfatı verilir. Bu hale
gelmedikten sonra yaptığın ibadetlerle, ben Ümmet-i Muhammed’im,
diyemezsin. Kişi, Hazreti Muhammed’i nefsinden üstün tutmazsa, Hazreti
Muhammed’e ümmet olamaz.

110
“Gözü doğuştan sürmeli bir güzele aşık oldum.
Çünkü gözünde minnetin sürmesini görmedim.”

Hazreti Ali Efendimiz bundan daha güzel bir söz söyleyemezdi. Hazreti
Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, söylediği gözler Hazreti Muhammed
Efendimizde vardı. Ve ayrıca Hazreti Muhammed Efendimiz kimseye de
minnet etmemiştir. Kimseyi menfaat için sevmemiştir, hepsini Allah için
sevmiştir. Hazreti Ali Efendimiz de oraya aşık olduğu için onu dile getiriyor
bu sözleriyle.
Zaten toplumda şöyle bir dil sarfedilir; ne denir? Hazreti Muhammed
Habibullah. Yani Habibullah, Allah'ın sevgilisi demektir. Bu nedenle, Hazreti
Ali Efendimiz hiç toz kondurmaz Hazreti Muhammed'e.
Hazreti Ali, her an O’nun yanındaydı. Hazreti Muhammed'in dinini
beraber yaydılar topluma. O devirde Hazreti Muhammed 40 yaşlarında,
Hazreti Ali ise 20 yaşlarındaydı. Hazreti Ali, bir gün Hazreti Muhammed'e
dönüp, “Ya Resulallah ne güzel konuşuyorsun. Neden topluma çıkıp halka
konuşmuyorsun? Nebi olduğunu söyleyip, ilan etmiyorsun? Herkes senin bu
güzel sözlerini duysun” dedi. Hazreti Muhammed Efendimiz, Hazreti Ali’nin
bu sözleri üzerine, “Seni bekledim ya Ali” dedi, “Ben, anadan doğma hem
Nebiyim, hem Veliyim. Şimdi gel beraber bu güzellikleri topluma yayalım.”
Hazreti Muhammed'in sözleri hiçbir Peygamberde yoktur. Hazreti Ali,
Hazreti Muhammed'in fedaisi oldu. O, dinini yayarken Hazreti Ali hep
O’nun yanındaydı.
Ne Hazreti İsa'ya, ne Hazreti Musa'ya ne Hazreti Davud’a fedai
gerekmedi. Neden? Çünkü onlar sadece kendi cemaatlerine seslendiler.
Hazreti Muhammed ise bütün aleme seslendi. Hazreti Muhammed
Efendimiz kainatın rahmetidir. O’ndaki sözler hiçbir Peygamberde yoktur.
Hazreti Ali, bu nedenle hep O’nun yanında yürüdü.
Hazreti Muhammed Efendimiz, binbir sırrın anahtarını Hazreti Ali'ye
verdi. O sırlar içinde neler söyledi Ali’ye?..
Misal olarak, Hazreti Muhammed Efendimiz, bir gece vitr-i vacip
namazının 13. rekatında kıyamda dururken, gözlerinden perde kalktı ve
bütün alemin, hatta en yakınlarının bile nasıl varlıklar olduğunu gördü. Ve
dedi, “Allahuekber… Allah'ım sana sığınıyorum.”
Dolayısıyla insanları kimliklerine kavuşturmak için zaman ister. Hazreti
İsa da gördü, fakat o sadece güldü. Neden güldü? Çünkü o Allah'a gönül
vermiş, her tarafı cennet görüyordu. Bütün insanları hangi kimliklerde iseler,
onları öyle görüyor öyle kabul ediyordu. Hazreti Yahya da hep ağlamıştır.

111
Ona sordular, “Neden ağlıyorsun bu kadar? Hiçbir Peygamber senin kadar
ağlamadı.” O da şu cevabı verdi: “Benim gördüklerimi siz görmüş olsaydınız
belki benden daha fazla ağlardınız.”
Üzerinde çok düşünmemiz lazım, çünkü üzerimizdeki insan elbisesi. Bu
elbisenin kıymetini bilmemiz lazım. Önümüzde çok güzel örneklerimiz var,
onlar gibi olmaya çalışalım ki onlarla dünya durdukça anılalım.

112
“Evlerini benim evimin yanında yapan komşularımı,
komşuluklarına beni seçtikleri için onları ailemden sayarım.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok doğrudur. Hatta daha da ileri


giderler; ne der Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, “Benim yoldan gelen
manevi evlatlarım, belden gelen öz evlatlarımdan daha üstündür.” İşte İmam
Ali Efendimiz de, selam olsun üzerine, beni seviyorlar sayıyorlar, benim
evimin yanında evlerini yapıyorlar, ikamet ediyorlar; onları ayırmam hepsi
benim ailemdir, diyor.
Ne kadar güzel, değerli, kıymetli insanlar… Hep insanı insana
söylemişler, hep Allah’tan dil dökmüşler. Onlar menfaatsiz bir dost ve şefkat
kaynağıdırlar. Onların sözlerini dinleyip, onlara tabi olanlar rahat ettiler,
huzura kavuştular. Dinlemeyip kendi bildikleri gibi yaşayanlarsa
hüzünlerden, sıkıntılardan kurtulamadılar.
Size şöyle bir misal vereyim; bir kişi doksan yıl yaşadı diyelim , eğer bu
kişi son nefesine kadar nefsi arzularından hiç nadim olmadan o hali ile vefat
etti ise, kendi kendini ruhi cezaya atar. Burada Hakk üzülür. Çünkü o, kendi
kendini cezaya attı. Bu neye benzer? Ana-baba, evladından şefkatini
esirgemez, hep nadim olmasını bekler. Ana-babada bu şefkat, bu rahmet
varsa, Allah baştan aşağı hep rahmettir. Onun rahmeti Hazreti
Muhammed’de tecelli etmiştir.
Bir gün Hazreti Muhammed, sahabesi ile otururken içlerinden biri, “Ya
Resulallah, bazıları, dünya ateşinin, cehennemin ancak bir zerresi olduğunu
söylüyorlar. Ne kadar dikkat edersek edelim hatasız zamanımız geçmiyor.
Eğer bu böyleyse, bizim halimiz ne olacak?” diye sormuş.
O sırada karşıdan bir hanım dört yaşında çocuğuyla oradan
geçiyormuş. Peygamber Efendimiz, soruyu sorana dönerek, “Efendi, bu
kadın çocuğunun ateşte yanmasına razı mıdır?” diye buyurmuş.
“Hayır.”
“Neden?”
“Ana şefkat doludur. Çocuğu ateşe düşerse kurtarmak için kendini ateşe
atar.”
“Annede bu kadar şefkat varsa, Allah baştan aşağı şefkattir. Kişi Allah’a
uymazsa, kendini ateşlere atar.”
Bizim düşünmemiz lazım, eğer kötü huylarımız varsa, onları yavaş
yavaş Hakk’ın bir dostuyla, onun güzel huylarıyla güzelleştirmemiz lazım ki,
huzur içinde olalım ve hür bir yaşam sürelim.

113
“Vakit kıymetlidir,
fakat insanlar bunu bilmiyorlar.”

Hüdavendigar Mevlana diyor ki: “Bu beden bir mektuptur postalanmış


Padişaha; layık ise postala, layık değil ise yırt, yenisini yaz; çünkü zaman az.”
Bir saat sonra var mıyız, yok muyuz, bilemeyiz. Öyleyse neden o dostla
her nefeste hazır olmayalım? O bizi çok seviyor, sayıyor; yerine göre arkadaş,
yerine göre nasihat sahibi bir ulu oluyor; her şey O. Nasıl ondan arka
çeviririz? Her an bizim iyiliğimizi istiyor, bütün kötülüklerden koruyor.
Bu devirde, bir saat bir dakika oldu, o kadar hızlı geçiyor ki hayat, gün
adeta saat oldu. Gününü nasıl yaşıyorsun, temeli maneviyat olan bir yere
bağlılığın, sevgin var mı? Maddeye ait her şey fanidir. Kişi bir Hakk ehline
yüz tutup, oraya gönlünü bağlar, orayla yaşamını sürdürürse, onun yaşamı
boşa gitmemiş olur. Hakk’la yola çıkmış, Hakk’la yürüyor, Hakk’la
konuşuyor. Onun her şeyi maneviyat zenginliği ile doludur ama maddeyi
gönlüne koyarsa, o anda sıkıntı, gam, kasavet, hüzün başlar. Çünkü Allah’ın
dışında her şey fani.
Bu beden bir testidir, yolun sonunda da sonsuz güzelliklerle dolu bir
okyanus var. Testi kırılınca, vücuttaki ruh, su misali, gider hedefine ulaşır.
Fakat hiç Allah’ı zikretmeden, hep dünya muhabbetleri ile ömür geçirilirse,
testi kırılınca, o su toprağa gider. Toprağa gidince ayak altı olur, yani bütün
ömrü zayi olmuş olur.
Hüdavendigar Mevlana, şöyle buyurur ve bizlere sorar: “Ey insan! Sen
dört anasırın sahibisin. Birinci anasır, vücudundaki hararet, güneşe ait. İkinci
anasır, vücudundaki hava, semavata ait. Üçüncü anasır, vücudundaki su,
okyanusa ait. Dördüncü anasır, deri ile kemik, o da toprağa ait. Bir gün
gelecek bu dördü aslına gidecek, peki sen nereye gideceksin?”
Bu alemde neyi temsil ettiysen, gidişin de orayadır. Hakk’ı temsil
edersen, gam yeme, dünya durdukça bakisin.

114
“Yemekte, içmekte ölçülü olmaya riayet etmeyenler
kendilerinin düşmanıdır.”

İnsan olmak kolay değil, asıl olay kişinin nefsiyle uğraşmasıdır. Yunus
Emre, “Nefsini bilen kişiye, bütün erenlerin eyvallahı var” der. Peki ne demek
istiyor bu sözüyle? Nefsi çok arzularda bulunmuş, şunu bunu yemek istemiş,
ama vermemiş. Falan yere gidemezsin, filanla görüşemezsin, diyerek nefsiyle
hep uğraşmış. Nefsine devamlı çata çata, bir bakıyorsun o kişi nefsini bilmiş,
nefsinin isteklerine hürmet etmeyerek, Veli sıfatına bürünmüş.
Sizlere Mevlana’mızdan bir misal vereyim…
Hazreti Mevlana bir gün hamam gider. Deriyle kemik haline bürünmüş
vücudunu ovarken, kaburgaları ellerine dokunur. Bu sırada Allah’tan nida
gelir: “Ey benim sevgili Efendim Celaleddin! Bu beden sana verdiğim bir
ilahi emanet, orada gizli olan benim. Neden bakmadın, bu hale getirdin? Ne
kadar zayıf düşmüşsün.”
Hazreti Mevlana bakın nasıl bir yanıt veriyor: “Bedenimde hem sen
varsın, hem nefsim var. Nefsimin isteklerine düşmeyerek bedenimi bu hale
getirdim. Ne kadar şükretsem az, seni aşikar gördüm. Eğer nefsimin
isteklerine hürmette bulunsaydım, başıma belalar gelecek ve seni de
göremeyecektim, senin için yaptım.”
İnsan kulaktan, hayvan ağızdan beslenir. Bir insanın işi ağırsa çoluk
çocuğunun rızkını çıkarmak için, emaneti besleyecek ki, o yükü taşısın.
Gereksiz yere bedenini fazla beslerse nefsini azdırır, kendine zarar getirir.
Ruhi gıda her şeyin üstündedir. Hakk’ın güzellikleri ne kadar sunulursa
sunulsun doyumu yoktur. Diğer güzellikler çabuk geçer.
Bu beden bir kafese benzer. Ruhaniyete yani, Hazreti Muhammed’in,
Evliyaların güzelliklerine yönelir, Allah muhabbeti ile yaşam sürdürülürse,
ruh kuş haline gelerek o kafesi alıp yücelere çıkarır. Maneviyata meyil
verilmez, dünya varlıklarını düşünerek, sevgi dünyaya verilirse kuş yerine o
kafese fareler dolar, toprak çeker, insan yücelemez.
Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi, “Besleme şol tenini, tabuta
büryan edersin; besle ruhaniyetini, semavata yücelesin.”
Nefsi gıda çok sunulursa vücutta gam yapar. Fazla yer içersen gaflet
verir. Çünkü onların özü topraktır. Ruhani gıda ne kadar çok sunulursa ruh o
kadar ferahlık bulur, ruhani sözlerin özü nurdur, seni aydınlığa sürükler.

115
“Görünüşümün bunca yumuşaklığının nedeni,
göçüp gittiğimde bu dünyadan,
ardımda dua edecek insanları çoğaltmak,
kırgın insan bırakmamaktır.”

İmam Ali Efendimiz burada bizlere çok güzel bir bilgi sunuyor. Nefsine
hep galip gel, hiçbir zaman nefsine esir olma, kimseye kırıcı bir söz söyleme,
hep birleyici hep yapıcı hep sevici sözler söyle ki, bu alemden göç ettikten
sonra seni rahmetle ansınlar, iyi bir dille ansınlar; arkandan “şeytan el çekti”
demesinler.
Çok güzel bir nasihat vermiş Hazreti Ali Efendimiz…
Dil tatlı olacak ama, göz de güzele bakacak ki dil tatlı olsun. Bahçede ne
kadar çiçek olursa olsun sen gözünü gülden ayırma.
Sonra ne güzel yaratmış, hem gülü hem dikeni. Diken ne için sığındı
güle bilir misiniz?.. Diken güle sığınmıştır ki, ateşe atılmaması için. Güllü
atmazlar ateşe, gördükleri yerde kaldırırlar koyarlar bir kenara, orada kurur
gider, ama ateşe atmazlar gülü. İşte diken de ateşe atılmamak için güle
sığınmıştır. Gül olmasa dikeni ateşe atarlar. Gül onu kabul ettiği için diken de
bekçilik yapar güle. Dikkatsiz biri onu koparmaya kalkarsa o da batar ona,
korur gülü; ister ki aklını kullansın da öyle alsın gülü.

116
“Atım arka bacağından yara almaz savaşta,
yaralanırsa göğsünden yara alır.”

Bundan daha güzel daha açık ne ararsın?.. Ali kaçmadı ki kimseden,


arkasından bir ok atsınlar, atını bacağından vursunlar ya da kalçasından.
Hep önde gitti, hep şahlandı atıyla. Atım yara alırsa göğsünden yara alır
diyor, almaz arkasından. Arka çeviren bir zat değil o, şahlanan bir zat.
Kendisinin ne kadar iman dolu bir kişi olduğunu, ne kadar korkusuz bir kişi
olduğunu söylüyor burada Hazreti Ali.
Bakın Kur’an’da çok güzel bir ayet vardır, şöyle buyurur: “İman edenler
ancak, Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta
kendileridir.” (Hucurat, 15)
Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular
ama bir zaman geldi geri adım attılar. Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri
adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir
zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na
siper etti.
Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o,
Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu
arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.
Nitekim Hazreti Muhammed, bir hadisinde şöyle buyurur ve der ki:
“La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar - Ali’den daha yiğit er, Zülfikar’dan daha
keskin kılıç yoktur...”
Hüdavendigar Mevlana da şöyle bir açıklamada bulunur: “Hazreti
Ali’nin Zülfikar’ı ne kadar keskinse, ilmi ondan daha keskindir.”
Hazreti Ali, çocukluğundan itibaren Hazreti Muhammed Efendimizin
eğitiminde yetişti. Hazreti Muhammed kırk yaşında, Peygamberliğini ilan
ettiği zaman Hazreti Ali yirmi yaşlarındaydı. Hazreti Muhammed’in Allah’ın
güzelliklerini yad edişi, çok hoşuna gittiği için bir gün ona sordu, “Ya
Resulallah” dedi, “Sen, Allah’tan çok güzel tebligat veriyorsun, O’nu çok
güzel anlatıyorsun, neden şimdiye kadar halkı, Hakk’a davet etmedin?” İşte
Hazreti Muhammed’in verdiği cevap: “Ben doğuştan hem Nebiyim hem
Veliyim… Dini beraber yayalım diye seni bekledim ya Ali!”
Hazreti Ali, Hazreti Muhammed’e olan imanından aldı gücünü ve her
zaman O’nun yanında yer aldı, O’nu canı pahasına korudu. Dikkat
ederseniz Zülfikar, iki başlıdır, ama gövdesi birdir; Hazreti Muhammed ile

117
Hazreti Ali de iki görünürler ama hakikatte onlar bir nurun bir ruhun
varisleridirler.

118
“Eğer bir seyahate çıkarsanız,
gittiğiniz yerlerin adetlerine uyunuz.”

Cenab-ı Mevlana’nın da bizlere ne güzel bir nasihatı var: Bir topluluğa


kendini karınca gibi küçük görerek, başın kesik git. Oradaki sohbette, sözler
gerçeği yansıtmıyorsa, zaman boşa geçmesin, arslan gibi kükre hakikati sun,
bari birkaç kişi faydalansın. Öyle eyvallah deme, söylenenler boşsa, illallah de
konuşmaya başla.
Fakat tevazuyu da elden bırakma, daima yoklukta dur. Çünkü Adem
sıfatında hem Hazreti Muhammed, hem Ebu Cehil var. Biri benlikte,
küfürde; öbürü hep tevazuda, lütufda. Allah erleri daima tevazudadır,
yokluktadır. Onların her sözü bilinçlidir, irşattır. Allah’ı insanın dışında
tutmaz, daima birleştirir.
Çünkü insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir.
Yine Mevlanamız diyor ki: “Eğer insanlık mertebesine ermişsen, bil ki
sen kainatsın, kainat da sensin.” Onun için Mevlana, “Küfrü iman bilen
bendendir, iman bilmeyen benden değildir” diyor. Hepsi insanın nefsinin
suretleridir. Bilmeyenleri hor göremeyiz. Bizim vazifemiz herkese el uzatmak,
herkese güler yüz tutmaktır. Eğer hor görüp bırakırsan, sen mertebene
ermemişsin demektir.
Peygamber Efendimiz, bir hadisinde, “Kul gibi yerim, kul gibi
otururum” diye buyurur. Peygamber Efendimizin, bu sözleriyle bizlere
anlatmak istediği, kendisinin toplum içinde veya değilken bile, kibirli bir
duruş ve ulu bir tavır içinde olmaktan sakındığıdır.
Kul olmakla ilgili Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Ben varlığı yoklukta
buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim. Padişahların hepsi kendilerine
karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda
ölenin yolunda ölür. Dilberler, aşıkları canla başla ararlar. Bütün maşuklar
aşıklara avlanmışlardır. Allah dedi ki: Ey haramdan, şüpheli şeylerden
sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”

119
“Sen insanoğlu,
yaşamın boyunca yaşamının tek bir saati bile
sana ödünç olsun verilmemiştir,
tek bir anı bile senin değildir ömrünün.”

Hazreti Ali Efendimiz burada bizlere tamamen hakikati bildiriyor.


Hiçbir şey bize ait değildir, hiçbir şey. Biz her zaman ne diyoruz: Her şey
Allah'a aittir, her şey... Madem ki her şey Allah'a ait, o zaman haydi biz de
Allah'a ait olalım, olmayalım bize ait. Peki nasıl O’na ait olacağız? İşte
önümüzde örneğimiz var; biz Mevlana’yı örnek aldık, Peygamber Efendimizi
örnek aldık. Sohbetlerimizde daima Mevlana'yı dile getiriyoruz, Hazreti
Muhammed’i dile getiriyoruz, Ehli Beyt Efendilerimizi dile getiriyoruz.
Neden? Çünkü onlar hep Allah'la yol aldılar. Onların hepsi insanlığın en üst
varlıklarıdır.
Hazreti Muhammed şöyle buyuruyor; O’nu sevenlerine, O’nu kendine
methiye edenlere, her yerde O’nu methedenlere, O’nun büyüklüğünü,
güzelliğini, O’nun aklını, fikirlerini dile getirenlere, O’nun aklıyla akıllarını
büyütenlere… “Sen” diyor, “gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerden efdalsin.”
Yani çıkma benim dışıma artık, demek istiyor. Çıkma ki, zamanın boşa
geçmesin.
Hazreti Peygamberin ilmi bütün kainatı kaplamıştır. Baktığımız zaman,
Kur’an tamamen nurdur. Bütün dünya Kur'an'ı okudu, O’nun ilminden
faydalandı ve ilerledi. Fakat maalesef biz hala Kur’an'ı ölüye okuyoruz,
inmiyoruz O’nun derinliklerine. Bakın Mevlana ne diyor: “Kur'an” diyor,
“baştan aşağı nurdur. Nur toprağa girmez.”
Misal olarak namazda da secdeye vardığımızda ne diyoruz? Sübhane
Rabbiyel ala... Sübhane Rabbiyel ala… Sübhane Rabbiyel ala... Nedir bu
sözün manası? Allah'ım, Senden güzel yok, Senden ala yok, Sen her şeyin
üzerinde bir varlıksın. Sen bunları söylediğin zaman Allah da sana şöyle
sesleniyor: Ey beni zikredenim, diyor, sen bu sözleri kimin kudretiyle
söyledin? Allah'ın kudretiyle... Demek ki bütün bu sözler yine senden
sanaydı, neden sen bu sözlerden bir ders almadın, bu sözlerin derinine
inmedin? Neden bu zikirden bir fayda almadın, kendini beslemedin?
Hakikatte Allah'ın kimsenin namazına ihtiyacı yoktur, bizim Allah'a
ihtiyacımız var. O da insan dışında değildir. Hazreti Muhammed'in ilk zikri,
“La ilahe illallah” dır, yani cihan boş ancak Sensin Allah. Hazreti
Muhammed tamamen Allah’ta fani olmuştu, O’nun her zerresini Allah
kaplamıştı. O’ndan söyleyen, işiten, gören Allah’tı.

120
İnsanın manası hakikatte çok büyüktür, çok yücedir. Malesef insan,
kendi hakikatinden, asıl kimliğinden haberdar olmadığı için kendini değersiz
bir varlık olarak görür.
İnsanın kimliğini en açık şekilde söyleyen Hüdavendigar Mevlana’dır,
şöyle der: “Bu kadar Allah dediniz, daha mı Allah’laşmadınız? Bu kadar
Kur’an okudunuz, daha mı Kur’an’laşmadınız?” Peki Mevlana bu sözüyle ne
demek istedi? Aşkla zikrettin mi, bil ki sen yoksun, O var. Çünkü aşka
girmişsin oraya aşık olmuşsun, aklını kaybetmişsin, başında akıl da, düşünce
de, fikir de, O olmuş. Sen, O olmuşsun. Aşk yoksa, Allah, Allah, Allah diye
zikrederken akıl başka yerde gezerse, O olamıyorsun. Kur’an-ı Kerim’i de
aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mana yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne
Kur’an’laşabilir, ne de Hakk’la Hakk olabilirsin, hiçbir yere varamazsın, koca
bir ömrü boşa geçirmiş olursun. Ama sevgi olursa, aşk olursa, senden kişilik
gider, Hakk’ın güzellikleri sende kendini gösterir.

121
“Allah adına yeminim olsun ki,
seni unutamam ya Resulallah,
ve seni zorda ve rahatlıkta anacağım.”

İşte size iman... Hazreti Peygamber Efendimize iman etmiş, onda


görmüş Allah’ın nurunu; zorda da olsa rahatlıkta da olsa hep seni anacağım,
diyor. O kadar çok sevmiş Hazreti Resulallah’ı, niye anacak ki zaten
başkasını... Çünkü şekerdeki tat O, baldaki tat O, pekmezdeki tat O, bütün
güzel cemallerdeki nur O, güzel sözlerde O, ne kadar güzellik varsa hepsi O.
Böyle bir güzelliği bulan nasıl bırakabilir?..
İşte Hazreti Ali nasıl keşfetmiş Hazreti Muhammed’i, O’nu nasıl dile
getiriyor. Hem zor durumda olsam, diyor; hem rahatlıkta olsam, kendimi
boşluğa bırakmam, hep seni anarım, diyor.
Zaten mübarek, deve yavrusu nasıl annesinin peşinde hep ardı sıra
koşarsa, Hazreti Ali de hep Resulallah’ın peşinden koşardı, hiç ayrılmazdı
yanından. Aman Allah’ım... nasıl bir sevgi, nasıl bir iman.
Zaten iman sahibi dediğimiz zaman, o, iman ettiği yeri kendine baş
etmiştir, vücuduna O’nu ruh edinmiştir. Hep O’nu zikreder ve O’nun dışına
bir an dahi çıkmaz. Bir şey yapması gerektiğinde ise, ondan gören O, onun
elinden tutan O ve ondan söyleyen de yine O’dur. İşte iman sahibi bu
demektir. O, Hakk’ın sahibidir, Hakk’ı sahiplenmiştir. Hakk da onu
sahiplenmiştir. Onlar sözde iki görünürler fakat manada birdirler. İman
sahibinin her zerresinden varlığını gösteren Hakk’tır.

122
“Kendini beğenme;
yüzüne karşı methi olunacağı da isteme.”

İnsanoğlu, varlığa sevinir, bilgisine güvenir ve bunlarla gururlanır. Oysa


varlık olan tek Allah’tır, makbul olan bilgi de yokluk bilgisidir.
Yunus Emre ne güzel der: “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni…”
Hüdavendigar Mevlana’mız da Mesnevi-i Şerif ’inde, aslolanın aşk
olduğunu şu beyitleriyle dile getirir: “Avlamaya değen şey ancak aşktır. Fakat
o da öyle herkesin tuzağına düşer mi ya? Meğer ki sen gelesin de ona av
olasın… Meğer ki sen, tuzağı bırakasın da onun tuzağına gidip düşesin. Aşk
der ki: Ben yavaş yavaş çalışmasaydım; bana avlanmak av tutmadan yeğdir.
Benim hayranım ol da övün. Güneşi bırak da zerre ol! Kapımda otur. Evsiz
barksız kal. Mumluk davasına kalkışma, pervane ol. Bu suretle dirilik
sultanlığını bulur, kullukta gizli olan padişahlığı görürsün. Alemde tersine
çakılmış nallar görür, esirlere padişah adı verildiğini duyarsın. Boğazına ipler
takılmış, kendisi dar ağacının tacı olmuştur da kalabalık bir halk güruhu ona,
işte padişah derler. Kafirlerin mezarları gibi dışı süslü, içinde ulu Tanrı’nın
kahır ve azabı! Onlar kabirleri kireçle örmüşler, bezemişler, zan perdesini
yüzlerine örtmüşlerdir. Senin de yoksul tabiatın hünerlerle kireçlenmiş,
bezenmiştir ama mumdan yapılan nahle benzer; ne yaprağı vardır, ne meyva
verir!”
Hüdavendigar Mevlana, ilim ve irfan konularındaki üstün mizacını
daima tevazu ile süslemiştir. Bütün halka aynı dille hitap etmiş,
hareketlerinde zerre kadar kibir, kendini beğenmişlik barındırmamıştır.
Çünkü tevazu ve alçak gönüllülük müminlere, Hazreti Muhammed
Efendimizden miras kalmıştır.
Bizim Peygamberimiz “El-fakru fahri - Fakirlik (yokluk) benim
iftiharımdır” demiştir ve yüceliğini böylece ortaya koymuştur.
Hayatın gayesi Hakk’ın muhabbetidir. Buna da tevazu ve yoklukta
kalmakla erişilebilir. Kibirden, gurur ve kendini beğenmişlikten arınmış,
kalbinde Allah aşkıyla yaşamaya koyulmuş kişi; yaptığı iyiliklere de, gördüğü
kötülüklere de kalbinde yer vermez. Kendini methetmez. Ondan meydana
çıkan güzelliklerin Allah’tan kaynaklandığını hatırında tutar, kendisine mal
etmez ve böylece yoklukta durduğu müddetçe Hakk’ın güzellikleriyle
şereflenir, Hakk’ın nuru o kişiden yansımaya başlar.
Mevlana’ya, “Allah katına nasıl çıkılır?” diye sorduklarında, onlara şu
cevabı vermiş: “Yoklukla çıkılır.”

123
Bizlerdeki bütün varlık, dirilik hepsi Allah’a aittir. Bize ait hiçbir şey
yoktur. Kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir.
Kendindeki her şeyin Yaratıcıya ait olduğunu bilir. Yoklukta durup O’nun
varlığını kendi vücudunda seyreder. Allah bize hem dünyayı hem de kendini
verdi. Bundan daha büyük güç daha büyük zenginlik olur mu?..

124
“Başa gelen felaketlerde sabır göstermek zor,
ne var ki yapılan iyilikleri yitirmek daha da zor.”

Bakın burada Hazreti Ali Efendimiz, her sabırı zor görüyor; ama çok da
iyilikler de yapmışsın, şimdi sen o iyiliklerden biraz küfüre düşersen, yaptığın
iyiliklerin hepsi de elinden gidecek, en iyisi şimdi sen tekrar sabıra dön, diyor;
ki yaptığın iyilikler boşa gitmesin. Zor olanı yap, diyor; şifreli konuşuyor, ama
güzel konuşuyor.
Çünkü bu yolun başı da sonu da sabırdır.
Ne güzel buyuruyor Peygamber Efendimiz, diyor ki: “İmanın en
makbulü, zor zamanlarda sabretmek, semih ve sahi olmaktır.”
Evet, Allah bizden sabırlı davranmamızı ve O’ndan başkasından medet
ummamamızı istiyor. Her kim başına gelen sıkıntılara sabır gösterir ve her ne
olursa olsun Hakk’tan yüz çevirmezse, sonunda mutlaka refaha erer.
Hüdavendigar Mevlana’mızın buyurduğu gibi… “Sabır ve sükut, Allah
rahmetine sebep olur. ‘Susun, dinleyin’ emrini canla, başla kabul et de
Sevgilinin mükafatına eriş, rahmetine nail ol.”
Yeter ki sabredenlerden olalım, başımıza gelen felaketlere daima sabır
gösterelim, isyanlara küfürlere düşmeyelim. Bu dünya bir anlık bir zamandan
başka bir şey değildir, daima Allah’a yönelelim.

125
“Bir dost ola ki, iki vücuda bölünmüş bir ruh.
Vücud iki vücud, ruhu bir ruh.”

Hazreti Ali Efendimiz burada ne kadar güzel söylüyor. Ya nefsin teslim


olsun ruha, güzelliğe; ayrılık olmasın. Yahut da akla düş; ama akla düştün mü
ruhu kirletiyorsun. Bu yüzden bir ruh bir vücud ol. Zahirde iki görünürsün
ama bir okunursun.
Hakikat sahibine iki alem birdir, yani hem batıni alem hem zahiri alem.
Neden birdir? Çünkü hiçbir varlık onun dışında değildir. Allah’ın 99 isminin
yanısıra gördüğünüz bütün varlıklar da Allah’la diri oldukları için her biri
kendi isimlerinin yanında ‘Allah’ okunurlar. Ama ancak Hakk ile Hakk
olmuş, Allah’ta fani olmuş bir hakikat ehli bunu bilir, görür, çünkü onun
bütün varlığı yine Allah’tır, Allah iledir. O, Allah ile görür, Allah ile bilir.
Bizlere en güzel örnek Evliyaullah’tır. Onlar kalabalık görünürler ama
bir manayı taşırlar. Hepsinde Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin kokusu
vardır, hepsinde aynı tat vardır. Onlar aramızda yaşıyorlar. Onlar esmada
kalabalıklar ama hepsi manada bir, Hazreti Muhammed’i andığımız zaman
hepsi anılırlar.
Hazreti Şems diyor ki: “Bağda üzüm kalabalık görünür, ama tavada
hepsi birdir.” Hepsi pekmez olmuştur.
Hazreti Mevlana’ya sorarlar: “Piran hakkında ne buyurursun?”
Mevlana, “Piran güllere benzer, renkleri çok, kokuları bir olur” der.
Hepsinin gönlünde Hazreti Muhammed, Hazreti Ali var. Yalnız erkan
yönünden değişik konuşurlar ama gönülleri Hakk’a bağlıdır. Güllerin renkleri
çok, kokuları birdir. İster kırmızı, ister beyaz, ister pembe, ister sarı olsun,
hiçbirinde ayrı koku yoktur, hepsi gül kokar.
İnsan, Allah’ın muhabbeti ile yaşarsa, biraz geceleri nefsine kıyıp Allah’ı
zikrederse aslını bulur. Bu, çapayı alıp denize yol açmaya benzer. Açan kişi
bir testiye benzer, gün gelir o testi kırılır, testideki su açılan yola dökülür, yok
açıksa denize gider; bu yapılmazsa testi kırılınca o su toprağa gider, toprak
olur. Hazreti Mevlana, “Aşıklar yağmura benzer, yağmur damlaları denize
düştüğü zaman damlayı denizden ayıramazsın; hepsi deniz olmuştur. Bazı
damlalar ise karaya düşer, onları da topraktan ayırmazsın” der.
Bütün tasavvuf ehli hangi koldan olursa olsun, hepsi insan olmak için
yola çıkmıştır. İnsan olmamız için başta Hazreti Muhammed’e, Evliyalara
sevgi ile bakmamız, saygıyla anmamız lazım. O zaman bizler de onların bir
neferleri oluruz.

126
“Müşavereyi terkeden hakikati bulamaz.”

Mevlana’mız, bir iş yapmaya kalkıştığın zaman, istersen bin kişiye danış,


işi yapacağın an kalbine danış, diyor. Kalpteki ses üstündür. Oradan güzel bir
ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir.
Oraya biraz kulak verirsen; Allah, Allah, Allah... diye daima tevhidde
olduğunu duyarsın. Akıl her yerde gezer, kalb ise bir yerde durmuş, zikrini
yapar. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.
Kalbinin sesini dinleyeceksin. Hazreti Muhammed, kimsenin aklıyla
yola çıkmadı. Misal olarak, bir iş yapılacağı zaman sahabeye anlatır,
fikirlerini dinlerdi. Daha sonra kendi düşüncesini söylediği zaman sahabe
onun parlak düşüncesine hayran olur, o yönde hareket ederdi. Çünkü
Hazreti Muhammed hep tefekkürdeydi, hep kalbinin sesini dinlerdi.
Hazreti Muhammed’e Nebi olmadan önce toplum tarafından Emin
ismi verildi. Yani onun söylediği bütün sözler suret bulacaktır, emin olun,
demek istediler. Hazreti Muhammed’in o güzel aklı, Cebrail (as) ismini
almıştır. En büyük melek Cebrail, insanın başındaki akıldır. Eğer akıl, güzel
bir yerden aşı almışsa, insanı çok güzel yerlere götürür, almamışsa
neuzübillah isyanlara düşürür.
Allah, insanı bu kadar mukaddes kılmış, cihana hakim kılmış, kendisine
temsilci seçmiş. İnsan kişiliğini bulursa hatalara düşmez. Çünkü o Yaratıcıyı,
o Allah’ı, kendi dışında aramaz. O, senin içinde...
Ne güzel buyuruyor Yüce Mevlana ve diyor ki: “Senin yanındayım, beni
uzak görme! Benim yanımdasın, benden ayrılma! Kendini yaratandan uzak
düşen kişinin işi yolunda, uygun olur mu? Benim gözümle neşelenen göz
parlar, keskinleşir, öteleri, gaybı görür. Duyduğu manevi zevkden ötürü
mahmurlaşır. İçinde benim rüzgarımın estiği, sevgimin dolaştığı gönülde,
manevi güller açar, nurlarla dolu gül bahçesi olur...”

127
“Söz manen yara açan bir alettir.
Onunla yaralanan kalb şifa bulmaz.”

Yunus Emre’ye sormuşlar:


“Ey Yunus! Sen bu dünyaya ne için geldin?”
“Ben bu dünyaya Allah’ı yad etmeye geldim.”
“Allah’ı yad edersen eline ne geçecek?”
“Bir gün gelecek dünya ömrüm bitecek. Madem ki sevgim ve gönlüm
Allah’a sunulmuş, bu ruhum bedenden çıktıktan sonra Allah’a gidecektir.
Allah anıldıkça ben de anılacağım. Çünkü O’na yöneldim, O’ndan söz ettim,
O’nu yaşattım, O’nunla yaşadım.”
Sevgisini, gönlünü, her şeyini Allah’a verdiği için, Allah’la bütünleşti.
Yunus, yaşamı boyunca, Allah’a onsekizbin beyit yazarak Divan’ın da çok
güzel bir dil döktü. Cenab-ı Hakk, Yunus’dan o kadar güzel işledi ki, bir
yerde Hakk, Yunus ismini aldı.
Hazreti Mevlana, “Cenneti görmek isterseniz, aşıkların sohbetine
karışın. Aşıkların sohbeti, ilkbaharla yaza benzer. Çünkü hep Allah’tan,
sevgiden konuşurlar. Cehennemi görmek isterseniz, küfürbazların yanında
oturun, onların sohbetleri de sonbaharla kışa benzer” der.
İnsan, dünyada yaratılmışların en şereflisi, Allah’ın elçisidir. İnsandan
daha yüce, daha güzel bir varlık yoktur. İnsan, Allah’tan konuşursa, eşref
sahibidir.
Öbürünün de bedeni mukaddestir ama hiç Allah’tan konuşmaz, hep
nefsinde yaşar ise, neuzübillah hayvan ondan daha mazlum kalır.

128
“Layık olmayan kimselere yüz suyu dökme,
beyhude yere kendini rezil etmiş olursun.”

Hüdavendigar Mevlana, “Kim fere ve boğazına düşmüş, bu


düşkünlüğünü kendisine adet ve huy edinmişse ona denecek söz, ancak ‘Sizin
dininiz sizin, benimki benim’ sözünden ibarettir” der ve yine şöyle buyurur:
“Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini saçma gururlarını az dinle, bu
çeşit adamlarla savaş safına girme. Allah, bunlar hakkında ‘Onlar size
uyunca sayınızı çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı
çoğaltırlar’ dedi. Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların
yaprağını! Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz bir
hale düşerler. Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra
kaçarlar, safı da bozar perişan ederler. Bu çeşit adamdansa... münafıklardan
pek kalabalık kişinin size uymasındansa azlık asker daha iyi.”
İnsan, insanın rahmanıdır. İnsan, insanın şeytanıdır. Bir arkadaş, bir
arkadaşı doğru yola götürmeye çalışırsa, o arkadaş rahman sıfatını taşır,
arkadaşını da rahmaniyete çeker. Bir arkadaş, arkadaşını kötü yollara
çekmeye kalkarsa, o şeytandır. Ona uydun mu şeytana uymuş olursun.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de, “Biz sana onların haberlerini gerçek
olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz
de onların hidayetlerini artırmıştık” (Kehf, 13) diye buyrulmaktadır.

129
“Şahsın kişiliği birlikte yürüdüğünün kişiliğiyle ölçülür.
Bir şeyin başka şeylerle aranması gibi.
Kalb kalple buluştuğunda biri diğerine yön verir.”

Hazreti Ali Efendimiz zaten hem söylüyor hem de cevabını veriyor. Bir
kişi kafa dengi birini bulursa, onunla güzel anlaşırsa, kalpleri de birbirine
uyarsa; e haliyle biri susar öbürü konuşur. Tut ki kendisi konuşmuştur. Onun
için rahat rahat dinler ve alır içindeki sesi. Onlar böyle güzelce
arkadaşlıklarını sürdürürler. Ama şimdi senin kafa dengin değil, kalbin
uymuyor; onunla her dakika uğraşırsın. Yapma, etme, yok oraya çekersin,
yok buraya çekersin, ama olmaz. Başına işler gelir; yaramaz arkadaş bu...
Ama dengini bulduğun zaman, sizi bir tek uyku ayırır, yemek de ayırmaz.
Yemeği de beraber paylaşırsınız, beraber yersiniz. Bunları da hep sevgi
yaptırır.
Hazreti Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor: “İnsanlar sayılıdır,
çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. İnsanda,
eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e erişen, o
makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka ve ayrı
bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği dışarda
arama. Bu hayvani can ekmek yese, insani ruhun karnı doymaz. Bu yük
çekse o kırıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle bu hayvani can sevinir,
neşelenir. İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür.
Kurtların köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan ise Tanrı aslanlarının
canlarıdır.”

130
“Ben ki edeple eğitim görmüş, doğruluğun vaiziyim.
Anlıyorum ki akla, ancak edeple eğitim görmüşler ulaşır.
Başkalarına sevgi ve yumuşak yüreklilikle yaklaşmış bir babanın
oğlu olarak, bunu ezberle ve aklından çıkarma.
O, sana terbiye eğitimini bir gıda gibi verdi.
Ayakta kalıp, yok olup helak olmayasın diye.”

Edep güzel ahlak ve güzel hizmet demektir. Bunlar sende suret bulursa;
topluma güler yüz, tatlı dil, birleyici konuşmalar, şifai konuşmalarla çıkarsan,
gün gelir bu kalıp ortadan kalkar ve sen bu yaptığın hizmetlerle anılırsın,
yaşarsın.
Zaten biz her zaman ne diyoruz: Biz ölümsüzleri kendimize dost
edindik. En başta Hazreti Muhammed Efendimizi, İmam Ali Efendimizi,
Ehli Beyt Efendilerimizi, Pirimiz Mevlana'yı ve şeyhimi. En başta şeyhimi,
çünkü şeyhim vasıtasıyla vardım onlara, şeyhim bana rehberlik yaptı. Onun
vasıtasıyla buldum Mevlana’yı, Mevlana’nın vasıtasıyla buldum geçmiş
Hazreti Muhammed'i, geçmiş Ali’yi buldum, geçmiş İmam Hasan'ı İmam
Hüseyin'i buldum, geçmiş Evliyaları buldum; rehberimle buldum. Ne annem
ne babam bana rehberlik yapamadılar. Beni büyüttüler yetiştirdiler, sonra
hadi çalış evlat getir bir şeyler dediler. Evet şefkatleri merhametleri çoktu,
fakat manevi anlamda sahip olduklarımı şeyhim sayesinde elde ettim.
Herkes dünyaya geliyor, yaşıyor ve ölüyor, ama Hazreti Muhammed
öyle değil; O, sevenleriyle yaşıyor, her dakika ismi zikrediliyor. Hazreti Ali
Efendimiz de keza öyledir; O da sevenleri ile anılır. Önemli olan onları
kendinde ruh etmektir, onlarla yaşamaktır ve yaşatmaktır.

131
“Bir düşmanı gördüğün vakit daima
güler yüzlülük göster,
zira bu muamele düşmanı gama gasabete sürükler.”

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Eğer bir iyilikle


karşılaşırsanız bu onları üzer; başınıza bir kötülük gelince de memnun
olurlar. Ama eğer zorluklara karşı sabreder ve takvalı davranırsanız (ruh
olgunluğu gösterirseniz), onların hileleri size hiçbir zaman zarar vermez. Zira
Allah onların tüm yaptıklarını kuşatıcıdır." (Al-i İmran 120)
“Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder
olduklarını daha iyi biliriz.” (Müminun, 96)
Hazreti Ali Efendimizin seyisi bir gün onu kızdırmak istemiş. Hazreti
Ali, ondan atları hazırlaması için seslenerek, “Atları hazırla filan yere
gideceğiz” demiş, seyis onu duymamazlıktan gelip cevap vermemiş. Hazreti
Ali, onu hazırlık yapıyor sanmış. Yine seslenmiş, yine cevap yok. Hazreti Ali,
Allah Allah ben boşuna mı sesleniyorum, diye düşünmüş. Bir de bakmış ki,
arkasında duruyor.
“Neden cevap vermiyor, beni bağırtıyorsun?”
“Efendi Hazretleri, seni kızdırmak için cevap vermedim.”
Bu cevap üzerine, Hazreti Ali gülmüş.
“Niye gülüyorsun Efendi Hazretleri?”
“Senin içinde beni kızdırmak isteyen biri var ya, onu kızdırmak için
gülüyorum.”
Hazreti Ali Efendimiz kızmamış, hatta mükafatlandırıp göndermiş.
Bir gün de yine İmam Ali Efemdimiz, arkadaşı ile yolda giderken,
karşıdan gelen kendini beğenmiş biri ona, “Esselamu aleyküm Allah’ın ayısı”
demiş.
İmam Ali Efendimiz de hiç kızmadan ve bozuntuya vermeden, “Ve
aleyküm selam Allah’ın Ali’si” diye cevap vermiş.
Yanında bulunan arkadaşı susmuş ve Allah Allah, Ali hiç kimseden
korkmazdı, neden bu adama haddini bildirmedi, diye düşünmüş.
İmam Ali Efendimiz, “Karşıdaki bana hakarette bulundu, onun için mi
sustun?” diye sormuş.
“Evet ya Ali.”
“İnsan insanın aynasıdır. O ayı olduğunu bende gördü, ben de Ali
olduğumu onda gördüm. Bunda kızacak bir şey yok.”

132
“Gıybet acizlerin işidir.”

Kin, inat, onun bunun arkasından konuşmak, bunlar insana yakışmayan


şeylerdir. Pekala insana yakışan şeyler nedir? Hazreti Muhammed’i örnek
alın; nasıl konuşmuş, nasıl yaşamış? Diğer Peygamberlere, Velilere bakın.
Onların dilinde, isyan, küfür, benlik, onu bunu hakir görme, onun bunun
arkasından konuşma var mı? Hiçbiri yok.
Size bir hikaye anlatayım: Davutpaşa’da bir camii inşa etmişler. Adını
Etyemez Camii koymuşlar. O devrin padişahı merak ederek, “Bu adam hayat
boyu et yemedi mi, et paralarını toplayıp camii mi inşa ettirdi? Bu camiinin
adını neden et yemez koydu? Bunu öğrenelim” demiş.
Bu efendiyi saraya davet etmişler. Sofra kurulmuş, çorba da dahil olmak
üzere yemeklerin hepsinde et varmış. Bu zat bütün yemeklerden yemiş. Bunu
görünce, “Sen et yiyorsun, camiinin adını neden et yemez koydun?” diye
sormuşlar. “Ben et yerim... Ben adem eti yemiyorum. Yani hiçbir konuda
onun bunun aleyhinde konuşmadığım için bu camiiye et yemez ismini
verdim” demiş.
Birinin arkasından konuşan en büyük günahı işliyor demektir. Bizlerin
bütün amacımız gıybetten kaçınmak, Hazreti Muhammed’i, Hazreti
Mevlana’yı güzel tahsil etmek, onların ahlakı ile ahlaklanmak, onların haline
bürünmek, onların güzelliklerini benimsemek, kişiliğinden ayrılıp sevdiğin
yeri kendinde kişilik kılmak olmalıdır. Eğer böyle davranırsak Allah katında
iyi bir yere sahip oluruz.

133
“Akıl sahibi olup bilgi toplamamışsan,
ayağına nal takılmamış bir at gibi olursun.”

Allah, insana nimetlerin en üstünü akılı vermiştir. Sen eğer o aklı boş
şeylerde kullanmış isen, kendine hiçbir şey edinmemişsen, hatta en başta
kendini arayıp kim olduğunu bulmamışsan, insanlara layık olanı güzellikleri
bilmemişsen; sen o zaman nalsız bir ata benzersin, uzun yol yürüyemezsin,
yük de taşıyamazsın üstünde, ayağın yara olur. Bu sözleriyle bunu söylemek
istiyor Hazreti Ali Efendimiz.
İnsanın en önemli görevi, hatta insanın yaratılmasındaki sebep, kim
olduğunu bilmesidir. İnsanın kimliğini bulmak için çıktığı yol ise uzun bir
yoldur. Ne diyor Pirimiz Mevlana… “Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek
tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda
bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.”
Ve yine şöyle buyuruyor: “Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş
kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin
toprağından yeşillikler bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş
değil! Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir
tazelenirsin!..”

134
“Benim hayalimde,
bağlılığını sürdürecek ve sırlarımı kalbinde  
-benden başkasına yer olmaksızın-
saklayacak dosta yer var ancak.”

Eğer sen benim bilgilerimi, beni kalbinde yaşatırsan, benimle yola


koyulursan; o zaman ben de seni kalbimde taşırım, kalbimde sana çok yer
var, diyor Hazreti Ali Efendimiz. Kalp kalbe köprüdür, birbirini birleştirir.
Hazreti Ali Efendimiz daima akla uygun sözler söyler.
Hüdavendigar Mevlana’mız da, Mesnevi-i Şerif ’inin ilk 18 beyitinde,
“Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar. Ben her cemiyette
ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi
zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı. Benim
esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok. Ten
candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye
izin yok. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!..”
diye buyurmuyor mu?
Hakk’ın sırlarına büyük bir aşkla ve sevgiyle erilir. Hakk her şeyin
üstünde tutulur, gün gelir, hiç akıl girmez tereddütler olmazsa, o
kendiliğinden ikrama çıkar.

135
“Yaşam, uyumakla uyku arası kadar kısa sürelidir,
gecesi olan gün gibi.”

Hazreti Ali Efendimizin hiç uyku ile pazarı yoktu. Güneş O’ndan önce
doğmazdı. O, sabahlara kadar omuzlarında yoksul insanlara erzak taşırdı. Bir
kılıç darbesiyle şehit edildiğinde üç gün yatakta yattı. Hazreti Ali Efendimiz;
birinci gün sabah olunca güneş yüzünü tuttu; Hazreti Ali Efendimiz güneşin
doğuşunu görür görmez başladı ağlamaya ve şehadet parmağını güneşe
doğru uzatarak, “Ey güneş” dedi, “sen şahitsin, sen beni hiç yatakta görmüş
müsün? Seni edebe davet ediyorum, doğma.” Ve güneş bir bulut arkasına
gizlendi, üç gün doğmadı. Üç günün sonunda Hazreti Ali Efendimiz
şehadete erdi. Onlar insan sıfatında ama aslında Hakk, her yere sözleri
geçiyor.
İnsan, hakikatte çok mukaddes bir varlıktır, Hakk’ın temsilcisidir.
Çok çalışmamız, uykudan uyanmamız lazım. Gözler açık ama malesef
uyuyoruz. Hazreti Muhammed, Ehlibeyt Efendilerimiz, Evliyaullah, bizim
gözümüzü açmaya, bizleri uyandırmaya, aydınlığa sürüklemeye geldiler.
Bu devirde, bir saat bir dakika oldu, o kadar hızlı geçiyor ki hayat, gün
adeta saat oldu. Gününü nasıl yaşıyorsun, temeli maneviyat olan bir yere
bağlılığın, sevgin var mı? Maddeye ait her şey fanidir. Kişi bir Hakk ehline
yüz tutup, oraya gönlünü bağlar, orayla yaşamını sürdürürse, onun yaşamı
boşa gitmemiş olur. Hakk’la yola çıkmış, Hakk’la yürüyor, Hakk’la
konuşuyor. Onun her şeyi maneviyat zenginliği ile doludur, ama maddeyi
gönlüne koyarsa, o anda sıkıntı, gam, kasavet, hüzün başlar. Çünkü Allah’ın
dışında her şey fani. Bütün amaç, biraz edeb’iyata yönelmek, insanlık
terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu
alemden göç ettikten sonra rahmetle anılır olmaktır.

136
“Kör söz söyleme,
sözünle Allah’ı razı etmelisin.”

Burada Hazreti Ali Efendimiz, çirkin sözler konuşmayın, insanlara


üzücü söz sarfetmeyin, diyor. Öyle bir sözler söyleyin ki Allah’ı razı edesiniz.
Yani yapıcı konuşun, birleyici konuşun, onları da Allah’ın rızasına getirin.
İmam Ali Efendimiz zaten canlı Kur’an’dır. Anlayana, O’nun her sözü
adalettir.
Bir insan, ehli iman, Resulüne ve kitabına bağlı ise Kur’an onunla dile
geldiği için o insan canlı Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim rafta durursa sen onun
ehli değilsen, ona da Kur’an-ı Sabit derler. O, insanla dile geldiği için, güzel
bir insan ele alırsa orada ortalığa can verir, güzellikler meydana gelir, Kur’an
orada canlanır. İşte o güzellik Hazreti Ali’ye verilmiştir, selam olsun üzerine.
Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir. Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi
Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık
alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar
tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa
bu alemde hepsini yazması gerekir.
Hazreti Mevlana’mız da, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar
çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana
vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar
kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi,
yapraklar bitti, fakat mana bitmedi…”
Mesnevi-i Şerif ’inde, Kur’an hakkında yine şöyle buyurur: “Bil ki
Kur’an’ın bir zahiri var... zahirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O
batının bir batını, onun da bir üçüncü batını var ki onu akıllar anlayamaz,
hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü batınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka
kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma...
Şeytan da Adem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın
zahiri, insana benzer... sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..”

137
“Kibir ve gurur rezaletin anasıdır.”

Hüdavendigar Mevlana, “Akıllı kişi, bu varlığı, bu kibir ve gururu


terkeder; çünkü Firavun’un halini hatıra getirir. Eğer ululanmayı bırakmaz,
ibret almazsa onun azgınlığından başkaları ibret alır!” diye buyurur.
Ve yine şöyle der: “Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller
almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak! Kazandığın gönüllerin yardımı
seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar. Dilinden sel
gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara deva
olur!”
Bir insanın mutlu ve huzurlu bir halde yaşaması için, kibirden,
benlikten, isyanlardan, hor görmelerden, dedikodulardan kurtulması gerek
ve bunun için de Hazreti Muhammed’i örnek alması, Hazreti Ali’yi örnek
alması, Hazreti Mevlana’yı, Evliyaullah’ı örnek alması lazım. Çünkü onların
sözlerinde, hareketlerinde daima sevgi, sabır, hoşgörü, merhamet,
mütevazilik, fedakarlık, adalet ve cömertlik vardır. Edep vardır! O halde
gönlümüze onları yerleştirip, bir nebze olsun onlar gibi olmaya çalışarak
yaşayalım. Aynaya baktığımız zaman aynada görünen de insan olsun, suret
bulan da!

138
“Öfkeli olan çok vakit muzdarip ve rahatsız olur.”

Cenab-ı Mevlana buyuruyor ki: “Yiğit kişi, şehvetine ve öfkesine hakim


olandır.”
Tasavvufta bir tabir vardır: Eline, beline, diline sahip ol... Bunu
yapabilen bir kişi, misal olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir
yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne
kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahi, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden
herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye
torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahi artık
güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu
insanın nefsani duygulardan uzak durmasıdır.
Seyyid Burhaneddin Efendi şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki
o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan
korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük
düşmanıdır.
Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahabesine
şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra
başlayacak.” “Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı
vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra
görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” İnsana, nefsi her an
tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve
riyazattır.

139
“Ey oğlum, zikirde öğütler var,
öğütleri izleyenler terbiye ve eğitim görmüş olur.”

İmam Ali Efendimiz Allah'ın bütün güzelliklerini görüyordu. Allah, nur


ala nurdur. O’nun nurunu seyretmeye kimsenin gücü yetmez.
İmam Ali Efendimiz bu sözleriyle, Allah’ı zikreden kişiden edeb istiyor.
Nasıl bir edeb istiyor? Misal olarak; bir oğlan ve bir kız birbirlerini çok
seviyorlar, buluşacaklar diyelim. Daha buluşmaya gitmeden evvel, o akşam
oğlan, buluştuklarında sevgilisine ikram etmek için bir sürü şiirler yazıyor.
Fakat buluştuklarında sevgilisi, bir bakışıyla onun yazmış olduğu bütün şiirleri
sönük bırakıyor, oğlan söyleyemiyor. Neden söyleyemiyor? Çünkü korkuyor
yazmış olduğu şiirlerle sevgilisini incitmesin. Peki ya şimdi o cihan güzeli
Allah, nereden gösterdi yüzünü? Hazreti Muhammed'den... Şimdi Hazreti
Muhammed bizler gibi beşer görünürdü ama, O’nun o öbür yüzü dünyayı
yerinden oynatır. Bunu Hazreti Ali Efendimiz biliyordu. Biz de burada
diyoruz ki: Allah için Allah diyelim. Çünkü O’ndan daha güzel yok bu
alemde. Allah'ın ismi kamufledir, örtüdür; hakikatte ise Resulallah'tır. İşte
Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Hazreti Muhammed'in dışında bir Allah
aramaya kalkarsan, sen boşlukta kalırsın.”
Bugün Amerikalılar 34.000 kilometrekare alanı sessizlik alanı olarak
belirlemiş, burada Allah’ın sesini duymayı bekliyorlar. Amerikalıların çoğu
İsevi, neden dinlemiyorsun Hazreti İsa’yı, Museviler neden dinlemiyor
Hazreti Musa’yı, Allah onlardan dile geldi. Ama daha güzel sözler istersen
dinle Hazreti Muhammed’i, çünkü Allah en güzel yüzünü, bütün
güzelliklerini Hazreti Muhammed’den gösterdi. Aslına bakarsanız bütün
Peygamberler İslam’dır; İslam’ın kemalatı da Hazreti Muhammed’de
tecellisini göstermiştir. O’nun her sözü Hakk’ın sözüdür, nur ala nurdur.
Hazreti Muhammed, Allah’ın dışında hiçbir şeyi zikretmedi. Hazreti
Muhammed, edebin kaynağıdır. O’nu bilenler de daima edepte dururlar.

140
“Kur’an-ı Kerim okurken,
zikrinde cenneti ve kademelerini bildiren ayetler geçer.”

Kuran'ı Kerim'i okurken biraz sesli okuman lazım ki kulakların işitsin ve


okurken düşünmelisin ki sanki sana Hazreti Muhammed hitap ediyor. Çünkü
O’nun dilidir o sözler. O’nun her sözü mana doludur, cenneti andırır.
Cennetten maksat ormanlık, yeşillik, ağaçlık değil; insandır. Biz her
zaman ne diyoruz... İnsan insanın cenneti, insan insanın cehennemidir. Eğer
güzel bir insanla karşılaşırsan, o sana ikram ettiği güzel sözlerle, seni güzel
yerlere, güzel duygulara götürürse, işte sen cennette sayılırsın.
Hazreti Mevlana çok güzel buyurur, der ki: “Cenneti görmek istersen
aşıkların sohbetine karış. Onlar hep sevgiden hep aşktan konuşurlar.
Cehennemi de görmek istersen git küfürbazların sohbetine karış. Onlardan
da isyanlar küfürler çıkar, senin gönlün kırılır, incinir.”
Cehennem ateşi insanı bir dakikada yakar, ama acı bir sözün ateşi seni
saatlerce yakar.
Yine ne güzel buyurur Mevlana, der ki: “Cennet baharla yaza benzer,
cehennem de sonbaharla kışa benzer.”
Allah aşıklarının cenneti manevi zevktir, yani aşk cennetidir ki, insanı
buraya erdiren tek bir yol vardır ki, o da ahlaktır.
Her şey bu dünyada gözlerimizin önündedir. Cennet de buradadır,
cehennem de. Sen Hakk muhabbetleri yapılan bir yerde isen, sana yol
gösteren kamil bir mürşidin varsa ve senden sevgi tohumları çiçek vermeye
başlamışsa, işte sen cennettesin.

141
“Aslı iyi olmayan kimseden iyilik bekleme,
zira zehir ağacı tatlı meyva vermez.”

İnsanı bütün güzelliklerden uzak eden küçük aklıdır. Böyle bir kişi kendi
aklını beğenir ve başkalarını hor görür. İnsan olabilmek için de bir İnsan-ı
Kamil’i kendine ayna etmek gerektir, ayna ile yola çıkan kişi güzel konuşur.
Eskiler güzel konuşan bir insan gördüklerinde, “Maşallah, ne güzel
konuşuyor, aynaya yüz tutmuş” derlerdi. Bu ne demektir? Güzel konuşuyor,
çünkü bir mürşidi var. Mürşidini ayna etmiş kendine, ondan yansıyan
güzelliklerle konuşuyor, etrafına güzellik sunuyor. Bazı kişileri de duyarsınız
devamlı küfürlü konuşur, onun için de derler, “Aynasız!” Yani, bir aynaya yüz
tutmamış, mürşidi yok, kendi aklıyla yola çıkıyor, kendini beğeniyor, kötü
konuşuyor, işte o kişiden her şey beklenir. Böyle bir kişi için hidayet dilemek
gerekir ki, bir mürşide ulaşsın da, insanlığa kavuşsun.
Adem sıfatında hem Hazreti Muhammed, hem Ebu Cehil var. Nasıl
belli olacak? Biri benlikte, küfürde; öbürü hep tevazuda, lütufda, oradan
anlarsın. Allah erleri daima tevazudadır, yokluktadır. Onların her sözü
bilinçlidir, irşattır.
Her insan hem iyilik, hem de kötülük kaynağıdır. Aklı nerede ise kendisi
de odur. Her zaman söylüyoruz, yine söyleyelim: Bizim yolumuz sevgi
yoludur; bu yolda incineceksin, incitmeyeceksin. Dilini daima tatlı tutmaya
çalışacaksın ki bu yolda ayağın sürçmesin. Birisi sana karşı kötü bir söz sarf
ettiğinde sen beş sözle karşılık verirsen, onun kisvesine girmiş olursun. Hiçbir
zaman Hakk’a yakın olamazsın.
Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse
Allah’ın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş
olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

142
"Kişi dertli ve moralsiz de olsa,
Mevla'ya sevgisi onu bunların üstünde tutmalıdır.”

Hazreti Ali Efendimiz çok açık söylüyor. Ahmed'in Mehmed'in kapısını


çalacağına, çal Yaratanın kapısını; Ahmed'i de O yaratmış Mehmed'i de...
Fakat varlık sahiplerine, rütbe sahiplerine meyledenler çoktur. Bunlar
dünyaperesttirler, Hakkperest değil.
Dünyaperestlerden senin üzerine ancak toz düşer, toprak düşer; inci
düşmez altın düşmez. Mal, mülk, rütbe seninle baki kalacak değil ki; gün
gelecek yola çıkacaksın ama acaba güzel bir dille anılacak mısın? Tarihe
baktığımızda bunun örnekleri çoktur; onlar lanet halkasına tutulan kişilerdir,
hiçbiri rahmetle anılmazlar. Ne derler, dem bu dem devran bu devran,
günümüzde de bunun örnekleri çoktur. Fakat biz burada her zaman Hazreti
Muhammed'i, Ehlibeyti, Mevlanamızı, Piran Efendilerimizi anıyoruz. Çok
şükür Cenab-ı Allah bizleri dünyaperestlerden uzak etmiş, Hakk’ın
dostlarıyla yakınlaştırmış.
Ne güzel söyler Mevlana, der ki: “Eğer bir lokma ekmek hevesinde isen,
ekmeksin! Maden cevherine talipsen, madensin. Bu işaretin gizlediği sırrı
biliyorsan, anlarsın ki, her neye talip isen, sen osun!”

143
“Sesini meleklerim özler,
onlara sesini duyursan, günahların o an bağışlanmıştır.”

İnsan, melekleri aramasın kendi dışında. Peki neden aramayacağız


kendi dışımızda? Çünkü Cebrail insanın emrinde, Mikail insanın emrinde,
İsrafil insanın emrinde, Azrail insanın emrinde; e diğer melekler de çoktan
bizim emrimizde.
Burada Cenab-ı Ali, selam olsun üzerine, diyor ki: Bütün kötü
duygulardan arın, kendini güzelliklere ver ve öyle konuş, melekler o sesi
özlemiştir, diyor. Güzel konuş ki onlar da huzur bulsun, senden de günahlar
gitsin.
Misal olarak secdeye vardığımızda da, secde tamamen yokluk alemidir,
ben yokum sen varsın demektir. Secdeye vardığımızda ne diyoruz? Sübhane
Rabbiyel ala, Sübhane Rabbiyel ala,  Sübhane Rabbiyel ala... Bu sözü
söylediğin zaman kulakların işitiyor; Sübhane Rabbiyel ala derken Allah'a
sesleniyorsun, diyorsun ki: Allah'ım ne kadar güzelsin, ne kadar alasın, ne
kadar temizsin, senin güzelliğini tarife imkan yok, sonsuz güzelliklere
sahipsin. Allah da sana yine senin dilinden diyor ki: O sensin… Ona göre
artık topluma bak ve konuş, o güzellikleri ben sana verdim.
Ama maalesef bu güzel sözlerin manasına inilmediği için ve
sahiplenilmediği için insanlar kimliklerinden habersiz bir şekilde yaşayıp
gidiyorlar. Allah insandan dile geliyor, insandan konuşuyor, senden yine sana
sesleniyor; yok ki insandan başka biri Allah’ı dile getiren. Ama sen yine onu
bırakıp başka yerlerde arıyorsun.
Cenab-ı Mevlana’ya bir gün soruyorlar: “Allah ne kadar büyüktür?”
Mevlana şöyle cevap veriyor: “Allah’ın büyüklüğü insanın boyu kadardır.” Bu
yanıtı alanlar: “Aman ya Mevlana, sen insanın Hakk olduğunu mu
söylüyorsun?” diye soruyorlar. Mevlana yine cevap veriyor: “Evet, öyle
söylüyorum. İnsan olmasaydı, Allah bilinmeyecekti. Allah, kainatı yarattı, en
son insanı yarattı ve insanda kendini yarattı. İnsan ile hem semavattaki
varlıkları, hem yeryüzündeki varlıkları isimlendirdi ve kendi büyüklüğünü de
yine insanla dile getirdi.”
Arif olana aşıklar defterinden bir harf bile kafidir.

144
“Tatlı dilli olanların dostları biraz daha artar.”

Aşık, maşukuyla bu aleme nazar kıldığı zaman, hiç ayrım yapmaz ve


bütün bu alemde ne varsa hepsini bir görür. Bu sebeple dili hep tatlı olur,
yüzü hep güleç olur ve sözleri sevici olur.
Bakın ne güzel buyuruyor Hüdavendigar Mevlana: “Bu ahlak, ona
ezelden verilmiştir; gözü de Sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş, aydın
olmuştur. Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, bela dahi
ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa
alem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?”
İnsan, isterse Allah’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana
ait. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Allah’ıı konuşturmak huzur
verir.
Allah, güler yüzde, tatlı dilde, merhamet, şefkat bulunan yerdedir. Hakk
yüzünü bütün insanları bir görüp hiç ayırım yapmayarak sevgisini sunandan
gösterir. Tatlı dille, güler yüzle, sevgi sözleriyle topluma kendimizi sevdirir,
bizlerle hasbihale girenlere doğru yolu gösterir, aydınlığa götürürsek, onları
Hakk canları ile kardeş edebilirsek kendimizi kazandırmış oluruz.
Işık eken, nur bulur; hakikat eken de hakikatin hakikatini bulur. Her şey
Allah’tandır ve O’ndan olana güler yüzlü ve tebessümlü olmak esastır.

145
“Dünyanın bütün varlıkları fanidir;
tıpkı bir örümcek ağı gibi,
bir anda var olurlar, bir anda yok olurlar.”

Kur’an-ı Natık olan Hazreti Ali Efendimizin bu sözü, Kur’an-ı


Kerim’deki şu ayete işaret etmektedir: “Allah’tan başkalarını dost edinenlerin
durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en
dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 41)
Cenab-ı Mevlana, bir kasidesinde buyuruyor ki: “Can konağını
aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.”
Hazreti Ali Efendimiz gibi Cenab-ı Mevlana’nın da bu sözleri çok
doğru ve yerindedir. Biz can konağını aramazsak, onu kendimizde var
etmezsek, demek ki biz hiçbir işe yaramıyoruz.
Hazreti Mevlana’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşeni de
şöyle buyuruyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesabesindeyiz. Sütümüzü,
rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her
ne istersek, Allah-u Zülcelal, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin
gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan
ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrail’in gıdasını gönderir. Mademki ne
istersek onu ihsan ediyor, şu halde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet,
en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”
Evet, bizler de Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da
bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can
kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev
cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.

146
“Kendini rahat ettirmek için dününü,
yarınınla mukayese et.
Çok şey elde etmek için kendini üzüntü
ve sıkıntıya sokma.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, “İki günü bir olan benden değildir”


diye buyurur. Cenab-ı Mevlana da, “Dünle beraber gitti cancağızım düne ait
ne varsa, şimdi yeni şeyler söylemek gerek” der.
Misal olarak diyelim ki bir an geldi sıkıldın, ama bakarsın yarın oldu mu
hiç beklemediğin bir neşe doğar içine, huzur bulursun. Onun için diyor
Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, “Kendini rahat ettirmek için
dününü yarınınla mukayese et.” Yani geçmişle bugününü birleştirirsen
bakarsın dünkü sıkıntın gider bugünkü rahatlık gelir ve sen de bugüne göre
yola koyulursun.
Nasıl ki, eski giysileri çıkarmadıkça yenileri giyemezsiniz, giyseniz de
üzerinize oturmazlar, sizi sıkıp rahatsız ederler; insanın da her dakika kendini
yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek
için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana
layık bir yaşam sürelim.

147
“Özrünü öyle güvenilecek birisine söyle ki,
senin özrünü hoş karşılayarak,
sana yardım edebilecek biri olsun.”

İmam Ali Efendimiz çok güzel buyuruyor. Şimdi birinden özür


dileyeceksin; ama önce bunu biriyle paylaşacaksın ve paylaştığın kişi çok
sağlam bir arkadaşın, dostun olacak. Onunla paylaşacaksın, neden özür
dilediğini anlatacaksın; o da sana o kişiden özür dilerken yardımcı olacak,
senin yanında olacak, seni savunacak.  
Bu yüzden İmam Ali Efendimiz, dostunu seç ona sırrını aç ve onunla
özür dilemeye git, demek istiyor. İmam Ali Efendimiz burada bizlere yol
gösteriyor.
Bakın Mevlana’mız da ne güzel buyuruyor: “Hilim kılıcı, demir kılıçtan
daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür. Sen
demirden kılıç gibi olma; sen, hilim sahibi ol, kalbi kırık, mahzun kişilerin
evlerine ışık ol!”
Allah’ın nurunun tecelli ettiği bir kalb, sadece kendisinin değil, bütün
varlıkların iyiliği için gayret sarfeder. Yoldan sapanlara, asi çıkanlara dahi
rahmani gözle bakarak onların da güzelleşebilmesi için uğraşır ve eğer
kendisi müşkül bir duruma düşerse, o zaman da Allah onun yardımına koşar
ve böylece Allah’ın rahmetine ve şefaatine nail olur.
Amacımız Allah’a layık olarak tekrar O’na kavuşmak ise, bunu
engelleyecek her türlü nefsani hallerden kendimizi koruyalım. Bütün
yaratılmışları muhabbetle sevelim. Aynı şekilde davranmayanlara karşı dahi
tutumumuzu değiştirmeyelim, bizler onlara örnek olalım. Tevazu ve alçak
gönüllülüğü kendimize en değerli ziynet edinelim.
Ve yeri gelmişken Hazreti Ali Efendimizin, “Bin sefer mazlum ol, ama
bir sefer zalim olma...” diye buyurduğu öğüdünü de tekrar hatırlayalım ve
daima hafızamızda tutmaya çalışalım.

148
“Bir atım var ki yumuşaklığa gemlenmiş,
bir atım da var ki cehalete eyerlenmiş.”

İnsanlarda hem rahmaniyet hem de şeytaniyet vardır. Şimdi birisi atını


bağlamış yumuşaklığa, hep rahmaniyette tutuyor ve bir atı daha var ama hiç
durmuyor, hep istiyor nefsi arzularının peşine gitsin; onu da tutuyor gemliyor,
diğer ata benzetmeye çalışıyor. Bunların her ikisi de insanın elindedir.
Yine kendisidir, Ali’dir diyen: İçimde asabiyete ve isyana ait ne varsa,
ben onlara gem vurmuşum, onlar benim ayaklarımın altındadır. Asabiyet ve
öfke padişahlara hükmeder, ama bana ise esirdir.
İşte Hazreti Ali bir gün yolda arkadaşıyla gidiyor, birine rastlıyorlar.
Adam tutuyor Hazreti Ali'ye, “Esselamu aleyküm ya Allah'ın ayısı” diye hitap
ediyor. Hazreti Ali de, selam olsun üzerine, dönüp, “Ve aleyküm selam ya
Allah'ın Alisi” diye karşılık veriyor. Yanındaki arkadaşı duraklıyor içinden,
Allah Allah diyor ve Hazreti Ali'ye dönüp, “Ya Şahım çok latif bir cevap
verdin. Karşı taraf sana hakarette bulundu, sana ayı diye hitap etti ama sen
ona yine Ali diye hitap ettin, bu nasıl olur?” Hazreti Ali cevap veriyor, diyor
ki: “Ah kardeşim, insan insanın aynasıdır. O kendi kimliğini bende gördü,
ben aynayım, ben de kendi kimliğimi onda gördüm. O bana ayı dedi, ben de
ona Ali dedim, geçtik gittik.” Bakın hiç çirkin bir söz sarfetmiyor.
Nitekim Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin
dilinden buyuruyor ve diyor ki: “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve
tevazu ile yürüyen kimselerdir.” (Furkan, 63)
Geniş gönül sahipleri, kimseye kızmazlar, her şeyi hoş görürler. Gül,
buluttan su içer; gönül de sabırdan. Bulut gülün dostu, sabır ziyanın
dostudur.

149
“Beni doğruluğa çekenle doğruyum.
Eğri hareket edene ben de eğriyim.”

Şimdi Hazreti Ali Efendimiz burada şunu söylemek istiyor: Birine


arkadaşlık ettiğimde, doğru gidenle doğru yürürüm, eğri gidenle de eğri
bakarım, bakalım şimdi nereye kadar böyle gidecek.
Arkadaşlık ediyor fakat onun yaptığını yapmıyor. Maksat onunla
beraber duruyor, havasını bozmuyor. Ali ya, ismi üstünde herkese uyuyor.
Eğri gibi dursa da doğruluktan ayrılmıyor.
Hazreti Muhammed Efendimiz de şöyle buyurur: “Hiçbir kötü niyet
beslemeyerek, din kardeşlerini sevmek, hiçbir nefsani duyguya kapılmaksızın,
kinden arınmak, göklerin ve yerlerin sahibi Hazreti Allah’a göre, en sevilen
insani amellerdendir.”
Hazreti Ali Efendimizin ders aldığı yer Hazreti Resulallah’tı. Bizler de
Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak,
hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.
Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim.
İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin
mumlarını yakalım! Benliğe kapılmadan yoklukta kalmaya gayret edelim ki,
güzellikler bizlerde suret bulsun. Gayret etmekten hiç vazgeçmeyelim;
herkesin kendi ölçüsünde ikram edebileceği güzellikler vardır. Sayıları
‘Bir’leyebilmektir insan olmak. O halde bütün yaratılmışları sevelim!
Tümden göz olalım, O’nun sevgisi ile kainata bakalım. Tümden kulak
olalım, işittiklerimiz bize O’nun mesajlarını getirsin. Her zerremiz O’nunla
nefes alsın. Biz söz olalım, Allah bizden konuşsun!..

150
166
167
168

You might also like