Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 15

ALINTI KELĠMELER SÖZLÜĞÜ

AdabımuaĢeret: (Ar.) Görgü kuralları.

Ajitasyon: (Fr.) 1. Duygu sömürüsü yapma. 2. Körükleme, kışkırtma.

Aktüel: (Fr.) Güncel

Alegori: (Fr.) Bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir şeyleri temsil etmesi durumu.

Algoritma: (Fr.) İyi tanımlanmış kuralların ve işlemlerin adım adım uygulanmasıyla bir sorunun giderilmesi
veya sonuca en hızlı biçimde ulaşılması işlemi.

Amade: (Far.) Hazır.

Amorf: (Fr.) Kendine özgü bir biçimi olmayan, biçimsiz.

Ampirik: (Fr.) Deneysel.

Anakronizm: (Fr.) Eski zamana ait bir anlatım veya tasvire yeni zamana ait unsurlar katma; herhangi bir
olay ya da varlığın, içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması, tarih ya-
nılgısı.
13. yy.da yaşamış Nasrettin Hoca ile 14. yy.da yaşamış Timur’un aynı fıkrada yer alması.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatan Devlet Ana adlı romanda dürbün ve kâğıt paradan
söz edilmesi.

Analoji: (Fr.) Ortak bazı yönleri olan iki şey arasındaki benzeşme.

Anekdot: (Fr.) Hikâyecik.

Angaje: (Fr.) Bağlanmış.


Batılı uygarlık aydınları mutlaka gelişmeyle, ilerlemeyle ilgili bir akıma angaje olmaya itti.

Antisemitizm: (Fr.) Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler
alınmasını isteyen görüş.

Antropoloji: (Fr.) İnsanın kökenini, evrimini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini incele-
yen bilim, insan bilimi.

Aristokrasi: (Fr.) Soylular sınıfı.

Arkaik: (Fr.) İlk, en eski, ilkel.

Argüman: (Fr.) Tez, iddia, sav.

Atıf: (Ar.) Bir konuyu aynı konuyla ilgili başka bir yerle bağlantılı kılma, orayı işâret etme, oraya bakılması-
nı isteme, gönderme:
Kitabında sizin makalenize atıflar var.

Avangart: (Fr.) Öncü.

Balistik: (Fr.) 1. Ateşli silahlarda barut gazının basıncı ile fırlayıp hedefe varıncaya kadar merminin havada-
ki hareketini inceleyen bilim. 2. Mermi çekirdeği üzerindeki fiziksel değişimleri inceleyerek merminin çıktı-
ğı silahın tanımlanmasını sağlayan işlem.

Banliyö: (Fr.) Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, şehir merkezinden uzakta veya sınırlarına
yakın yerlerde bulunan şehir yöresi.

Beis: (Ar.) 1. Engel, uymazlık. 2. Kötülük, zarar.

Belagat: (Ar.) İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği.


BeĢer: (Ar.) İnsanoğlu, insan.

Beynelmilel: (Ar.) Uluslararası.

Binaen: (Ar.) Dayanarak; -den dolayı, -den ötürü, -diği için.


Bu mülahazaya binaen, padişaha hitaben bir telgrafname hazırlandı.

Binaenaleyh: (Ar.) Bundan dolayı, bundan ötürü, bunun için, bunun üzerine.
Binaenaleyh, bu koruma tedbiri pazarda değil kesiş mahallinde yapılır.

Brifing: (İng.) Bilgilendirme.

Buhran: (Ar.) Bunalım, kriz.

Burjuva: (Fr.) 1. Şehirde yaşayıp özel imtiyazlardan yararlanan.


Burjuva bir aileden doğmuş, bir fabrikatörle evlenmiş.

2. Orta sınıftan olan, kent soylu.

Cemiyet: (Ar.) 1. Toplum.


Sanatkârın, asıl cemiyete nüfuz eden büyük bir muallim olduğunu bilmemiz lazımdır.
2. Yüksek sosyete.
3. Dernek.
Gazi’nin reisliği altında bir Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti var.

CihanĢümul: (Far. + Ar.) Evrensel.


Böyle bir tarih ister istemez cihanşümul olacak yani insan toplumları hakkında bilinebilen her şeyi
kucaklayacak.

Dara: (İt.) Kabıyla birlikte tartılan bir nesnenin kabının ağırlığı.

Defakto: (Lat.) Uygulamada olan.

Dekadans: (Fr.) Çöküş.

Demagoji: (Fr.) Laf cambazlığı.


Çünkü halklar artık demagojiden hoşlanmamakta, demagogların maskelerini aşağıya indirip yolun-
dan atmaktadır.

Demografi: (Fr.) Nüfus bilimi.

Devalüasyon: (Fr.) Değer düşürümü.

Diaspora: 1. Herhangi bir ulusun veya inanç mensuplarının ana yurtları dışında azınlık olarak yaşadıkları
yer. 2. Herhangi bir ulusun yurdundan ayrılmış kolu, kopuntu.

Dikta: (Alm.) Hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk, zorla kabul ettirilen görüş.

Doktrin: (Fr.) Öğreti.


Millî kültür bir doktrin değil, yüzlerce eserden mürekkep bir kütüphane ve müzedir.

Ehemmiyet: (Ar.) Önem.


Bu kadarının hiç de ehemmiyeti yoktu.

EhveniĢer: (Ar.) Kötü olanların içinde iyisi.

Eklektik: (Fr.) Seçmeci, karışık.


İsveç metoduyla Alman sistemini karıştırarak eklektik bir ekol meydana getirmişlerdi.

Eksantrik: (Fr.) Alışılmış töre ve davranışlara aykırı; başka, bambaşka, apayrı, ayrıksı.

Elem: (Ar.) Acı, üzüntü, dert, keder.


Bu derdi huy edinenler elem çekmez.

Entegrasyon: (Fr.) Bütünleşme.

Epistemoloji: (Fr.) Bilgi teorisi, felsefesi.

Ezoterik: (Fr.) 1. Belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çev-
reye aktarılan (her türlü bilgi, öğreti). 2. Bâtıni, içrek.

Feodalite: (Fr.) Orta Çağ’da özellikle Batı Avrupa'da toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin
malı sayan siyasal düzen, derebeylik.

Feragat: (Ar.) Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme.

Garp: (Ar.) Batı.

Gayriihtiyari: (Ar.) İstemeksizin, düşünmeden, elinde olmayarak.


Can acısıyla gayriihtiyari boğuk bir ses fırladı ağzımdan.

Girift: (Far.) Birbirinin içine girip karışmış, çapraşık.


Girift bir konudur bu, en başta yeni şiir kavramı ile karıştırılır.

(-i) haiz: (Ar.) Bir şeyi olan, elinde bulunduran, taşıyan.


Osmanlı tabiiyetini haiz Müslim diye, yol tezkeresi doldururlardı.

Halis: (Ar.) Katışık olmayan, katışıksız, saf:


Devşirme değil, cetbecet Türk, özüm gibi halis Sivaslı, aslan gibi kumandan.

Hamarat: (Ar.) Çalışkan, becerikli, elinden iyi iş gelen.


Durup dinlenmeksizin çalışan, hamarat bir kadındı.

Hamaset: (Ar.) 1. Yiğitlik, kahramanlık, cesaret. 2. Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak amacıy-
la yapılan abartılı anlatım.

Harcıâlem: (Ar.) 1. Herkesin alabileceği, herkesin kullanabileceği, herkesin işine yarayan, her keseye uy-
gun.
Pamuklu kumaş harcıâlemdir.

2. Hiçbir özelliği olmayan, yeniliği olmayan, basmakalıp.


O mesleğe girenleri hırpalamak, gülünçleştirmek, karalamak gibi kolay ve harcıâlem eğilime kapıl-
mak çok sakıncalı bir tutumdur.

Hasbelkader: (Ar.) 1. Rastlantı sonucu olarak, tesadüfen. 2. Kaderden dolayı.

Hasbihâl: (Ar.) Söyleşi, sohbet.


Dayıyla yeğen arasında o uzun, o bitmez tükenmez hasbihâllerin mevzusu neydi?

Hasıl: (Ar.) Olan, ortaya çıkan, görünen.

Hasım: (Ar.) Düşman.


Heterojen: (Fr.) 1. Ayrı türden, çeşit çeşit, muhtelif. 2. Birbirlerine çok fazla benzer özellikler taşımayan
parça veya birimlerden oluşan (bütün veya topluluk).

Hezeyan: (Ar.) Saçmalama.


Hiddetlenince hezeyana başladı.

Hezimet: (Ar.) Yenilgi.

Hısım: (Ar.) Evlilik yoluyla birbirine bağlı olan kimseler.

Hicap: (Ar.) Utanma, utanç.

Hiciv: (Ar.) Bir kimseyi, bir toplumu, bir düşünceyi, bir nesneyi, bir göreneği yermek için yazılmış yazı ve-
ya söylenmiş söz, hicviye, yergi, satir.
Bize okuduğu hicivlerde onun şahsına dokunur bir şey yoktu.

Himaye: (Ar.) Koruma, gözetme, esirgeme, koruyuculuk, gözetim.


Henüz ana himayesine ne kadar muhtaç olduğunu görüyorum

HiyerarĢi: (Fr.) Aşama sırası.


Emeklilik dönemlerinde bile eski askerlik hiyerarşisini sürdürürler.

Homojen: (Fr.) Birbirlerine benzer veya eş karakterlere veya yapıya sahip parçalardan oluşan (bütün veya
topluluk).

Hububat: (Ar.) Buğday, arpa, mısır, yulaf, çavdar, pirinç vb. hasat edilen ürünler ile tohumlarının genel adı,
tahıl.

Husumet: (Ar.) Düşmanlık.

Hülasa: (Ar.) Kısaca, özetle.


O vakit küt küt kalbim atmaya başlıyor, hülasa acayip bir vaziyet.

Hüviyet: (Ar.) Kimlik.


Hüviyetini saklayan zengini de merak ediyorlardı.

Ġbra: (Ar.) Aklama, temize çıkarma.

Ġbraz: (Ar.) Ortaya çıkarma, gösterme, meydana çıkarma.

Ġcap: (Ar.) Gerek, gereklik, ister, lüzum.


Buna, bittabi icabı gibi cevap verildi.

Ġçtimai: (Ar.) Toplumsal.


İçtimai hayat bizi hem dış tabiattan hem de kendi varlığımızdan uzaklaştırır.

Ġdame: (Ar.) Sürdürme, devam ettirme.

Ġdrak etmek: (Ar.) Akıl erdirmek, anlamak, kavramak.


Evliliğim boyunca, saçmalığını ancak şimdi idrak edebildiğim bir iş bölümü vardı Ayşin ile aramız-
da.

ĠfĢa: (Ar.) Gizli bir şeyi açığa çıkarma, yayma.

Ġhtar: (Ar.) Uyarma, dikkat çekme, uyarı.


Karısının bu ikinci ihtarı ile biraz bozulan adam salıncaktan atladı.
Ġhtilaf: (Ar.) Ayrılık, anlaşmazlık, aykırılık, uyuşmazlık.
Yirmi beş senedir bir tek idare adamıyla ihtilafı olmamıştı.

Ġhtilal: (Ar.) Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla
kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim.

Ġhtimam: (Ar.) Özen.


Her yeni binaya naklinde ihtimamla taşındı durdu.

Ġhtiras: (Ar.) 1. Aşırı, güçlü istek.


Aldım Rakofça kırlarının hür havasını / Duydum akıncı cetlerimin ihtirasını

2. Tutku.
Gerçi eliyle yarattığı güzel bahçeyi hâlâ kıskanç bir ihtirasla seviyordu.

Ġhtisas: (Ar.) Uzmanlık, uzmanlaşma.


Doktor ihtisasını bitirecek, beni alacak diye bekler.

Ġhtiva etmek: (Ar. + etmek) İçermek, kapsamak, içinde bulundurmak.


Kuyucaklı Yusuf romanı, bazı manasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen Türk romanı
tarihinde yeni bir merhale teşkil eder.

Ġhtiyat: (Ar.) Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma, sakınma.

Ġhya: (Ar.) 1. Yeniden canlandırma, diriltme. 2. Çok iyi duruma getirme, geliştirme, güçlendirme.

Ġkbal: (Ar.) Baht açıklığı veya yüksek bir makama, duruma erişmiş olma durumu.
Aşk ile ikbal ile bahtiyar oldum diye / Hangi gafil sevinir, hangi şair yükselir?

Ġktibas: (Ar.) Alıntı.

Ġlga: (Ar.) Bir şeyin varlığını ortadan kaldırma.

Ġlhak: (Ar.) Katma, ekleme.

Ġltimas: (Ar.) 1.Haksız yere, yasa ve kurallara uymaksızın kayırma, arka çıkma.
Onun için buraya kabul edilişimde bir iltimas seziyordum, buysa beni yerin dibine geçiriyordu.

2. Birine herhangi bir konuda öncelik ve ayrıcalık tanıma.


Şimdi bir de tavsiyeden, iltimastan bahsediyorlar.

Ġma: (Ar.) Dolaylı olarak anlatma, üstü kapalı olarak belirtme, anıştırma.

Ġmtina: (Ar.) Kaçınma, sakınma, çekinme.

Ġmtiyaz: (Ar.) Başkalarına tanınmayan özel, kişisel hak veya şart, ayrıcalık
Hem bu sayede sen artık yüzüme bakmak imtiyazını kazanan biricik erkeksin.

Ġnfial: (Ar.) 1. Birine içerleme, gücenme, kızgınlık duyma. 2. Herhangi bir şeyden etkilenme.

Ġnovatif: (İng.) Değişen koşullara uyabilmek için toplumsal, kültürel ve yönetimsel ortamlarda yeni yöntem-
leri kullanmaya başlayan.

Ġntiba: (Ar.) İzlenim.


Bu kitabın bende hazin bir intiba bıraktığını söylersem yanlış bir ifadede bulunmamış olurum.

Ġntibak: (Ar.) Uyum.


Ġntihal: (Ar.) Aşırma.

Ġntikal: (Ar.) Bir yerden başka bir yere geçme, geçiş.

Ġnziva: (Ar.) Toplum hayatından kaçıp tek başına yaşama.


Yalnızlık, huzur ve inziva arayanlar buralara gelmeli.

Ġptidai: (Ar.) İlkel.


Kontrol altına alınmayan kalabalık içinde, yaşlı başlı insanlar bile iptidai bir seviyeye inerler.

Ġptila: (Ar.) Düşkünlük, tiryakilik.


Süse ve mücevhere iptilasını anlatmak için yapılan mübalağalara inanmak lazım.

Ġrfan: (Ar.) 1. Bilme, anlama, sezme.


Zira onun irfan seviyesi hakkında malumatım pek azdır.
2. Kültür.
En büyük emelim, maarif vekili olarak yurdumun irfanını yükseltmektir.

Ġrtibat: (Ar.) Bağlantı.


Adanın içlerine ilerleyen öncülerle irtibat kesiliyor.

Ġrtifa: (Ar.) Yükseklik.

Ġskân: (Ar.) Yurtlanma, yurtlandırma.

Ġsraf: (Ar.) Gereksiz yere para, zaman, emek vb.ni harcama, savurganlık:
İsraf ve sefahat içinde yaşamaya başlamıştı.

Ġstibdat: (Ar.) Uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm.

Ġstidat: (Ar.) Yetenek.


İnci gibi güzel bir yazısı ve mizaha da istidadı varmış.

Ġstifade: (Ar.) Yararlanma.

Ġstihdam: (Ar.) Bir görevde, bir işte kullanma.

Ġstihza: (Ar.) Gizli veya kinayeli bir biçimde alay.


Sivri burnu, korkunç bir istihza ile şimdi bana doğru uzamıştı.

Ġstikbal: (Ar.) Gelecek.

Ġstiklal: (Ar.) Bağımsızlık.


Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin layemut abidesidir.

Ġstimlak: (Ar.) Kamulaştırma, devletleştirme.


Yolun planları, projeleri çıkarılmış; istimlak emirleri çıkarılmıştı.

Ġstirham: (Ar.) Yalvarma, merhamet dileme, rica etme.

ĠstiĢare: (Ar.) Danışma.

ĠĢtigal: (Ar.) Uğraşma, ilgilenme, meşgul olma.

ĠĢtirak: (Ar.) 1. Ortaklık, paydaşlık. 2. Katılma, katılım.

Ġthaf: (Ar.) Birinin adına sunma, armağan etme.


Ġtham: (Ar.) Suçlama.
Övgü dolu bir itham var söylediklerinde.

Ġtidal: (Ar.) 1. Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük. 2. Soğukkanlılık.

Ġtikat: (Ar.) İnanma, inanç.


Şüphe, fena bir kurt gibi ruhunu kemirmeye, masum itikadını yavaş yavaş yıkmaya başlamıştı.

Ġtimat: (Ar.) Güven.

Ġttifak: (Ar.) Anlaşma, uyuşma, bağlaşma.

Ġzan: (Ar.) Anlayış, anlama yeteneği.

Ġzdiham: (Ar.) Aşırı kalabalık, yığılma.


Tıbbiyeli uzaklaşır fakat o izdiham içinde kızın teyzesi kaybolur.

Jakoben: (Fr.) Siyasette tepeden inmeci yöntemleri savunan.

Janr: (Fr.) Tarz, tür.

Kabil: (Ar.) Olabilir.


Ben onu bir göreyim, dedi, kabil mi?

Kadim: (Ar.) Başlangıcı olmayan, eski, ezelî.


İki hanım arkadaş rastlaşıyorlar, birbirinden saklısı gizlisi olmayan iki kadim arkadaş.

Kâfi: (Ar.) Yeterli.

Kasvet: (Ar.) Sıkıntı, iç sıkıntısı.


Doğrusu çok alın teri döktük amma değerdi / Neşe veren kasvetimiz yorgunluğu giderdi

Konjonktür: (Fr.) 1. Geçerli durum. 2. Her türlü durumun ve şartın ortaya çıkardığı sonuç.
Seçim konjonktürü böyle ülkelerde bazen pek duygusal, pek yüzeysel faktörlerle değişebilir.

Konsensüs: (Fr.) Uzlaşma.

Konsolide etmek: (Fr.) 1. Güçlendirmek, pekiştirmek, sağlamlaştırmak. 2. Birleştirmek.


Genç politikacı son seçimlerden sonra parti liderliğini konsolide etti.

Kontekst: (Fr.) Olaylar, durumlar, ilişkiler örgüsü, bütünlük, bağlam.


Her yapının hem görüntüsel hem manevi bir bütünlüğü vardır. Kişiliği ancak bu kontekst içinde vur-
gulanır.

Kozmopolit: (Fr.) Çeşitli uluslardan kimseleri barındıran, içinde bulunduran.


Kapağı Londra'ya atan Avrupalılar hep bu kozmopolit semtte barınmış.

Kült: (Fr.) 1. Din. 2. Yerel özellikler taşıyan dinî törenler. 3. Belli bir dönemde aşırı ilgi gören film, kitap vb.

Letafet: (Ar.) Güzellik, hoşluk.


Evet, bu kadının tebessümünde başka letafet var.

Literatür: (Fr.) 1. Edebiyat.


Bu olgu, tiyatro literatürümüze bir fıkra olarak geçmiştir.

2. Belirli bir konu üzerine yazılmış eserler.


Alman subaylarıyla ilerlettiği Almancası ile askerî literatürü günü gününe takip eder.
Liyakat: (Ar.) 1. Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu. 2. Bir işi yapabilecek
yetenekte olma, yeterlik.
Liyakat ve namusa dayanan zenginliğe düşman değilim.

Mahiyet: (Ar.) 1. Nitelik, vasıf, öz, özlük, asıl, esas.


Üstelik tiyatroda her şey şahsi bir mahiyet arz eder.
2. Herkesçe bilinmeyen, anlaşılmayan ve görünenden büsbütün başka olan neden veya nitelik, içyüz.
Bu işin mahiyetini dostlarımızın bize gösterdikleri telgraf haberlerinden yeter bir vuzuh ile öğren-
mekte gecikmemiştik.

Mahrum: (Ar.) Yoksun.


Esef olunur ki memleket, ilmî ehliyeti haiz, üstün insanlardan mahrumdu.

Mahsur: (Ar.) Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş.

Mahzur: (Ar.) Sakınca.


Artık söylemekte bir mahzur olmadığından gizlemek abes.

Manidar: (Ar.) Anlamlı.

Manipülasyon: (Fr.) Yönlendirme.

Maraz: (Ar.) Hastalık.

Marjinal: (Fr.) Toplum düzeninin dışında kalan, aykırı.

Mazur: (Ar.) Mazereti olan, mazeretli.

Mefhum: (Ar.) Kavram.


Dürüst bir insan, inansa da inanmasa da mefhumları yerli yerinde kullanmak borcundadır.

Menfi: (Ar.) Olumsuz, negatif.


Hayatım üzerine yaptığı bu menfi tesirden kurtulamayacak mıyım?

Merhale: (Ar.) Derece, basamak, aşama, evre.


Bu yolun üstünde Edirne bir konak, hürriyet bir merhaledir.

Meritokrasi: (Fr.) Kişilerin yetenek ve bireysel üstünlüğüne dayanan yönetim biçimi.

Mesul: (Ar.) Sorumlu.

Metafor: (Ar.) Mecaz.

Metruk: (Ar.) Bırakılmış, terk edilmiş, kullanılmayan.


Daha birçok yalılar da metruk, bakımsız bir hâlde çöküyor, yıkılıyor, yerinde yeller esiyor.

Mezkûr: (Ar.) Adı geçen, anılan, sözü edilen, zikredilen, zikrolunan.


Mezkûr evi de kiraya vermiştim.

Mihnet: (Ar.) Sıkıntı.


Her mihnet kabulüm yeter ki / Gün eksilmesin penceremden

Minnet: (Ar.) Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma, gönül borcu.
Allah'ın lütuflarına karşı minnet ve şükran duygularıyla dolmuştu.

Minval: (Ar.) Biçim, yol, tarz.


Muğlak: (Ar.) Anlaşılması güç, anlaşılmaz, karışık, çapraşık.
Son günlerin karşı, muğlak vakalarını tahlil edemedi.

Muhabere: (Ar.) Haberleşme, iletişim.

Muhakeme: (Ar.) Akıl yürütme, yargılama.


Daima felsefe yapmaya hazır, kurulmuş bir makineye benzeyen ukala dimağım muhakemeye başladı.

Muharebe: (Ar.) Savaştaki çarpışmalardan her biri.


Geceleri bazen öyle bir sessizlik çöküyor ki muharebenin bu yerlerde olduğuna insanın inanamaya-
cağı geliyor.

Muhayyile: (Ar.) Hayal gücü.


O andan itibaren muhayyilesi çalışmaya başlamıştı.

Muhtelif: (Ar.) Çeşit çeşit, çeşitli.

Muhteva: (Ar.) İçerik.


Nesir olarak Naima Tarihi'ni hem muhteva hem ifade bakımından beğenirim.

Mutat: (Ar.) Alışılmış.


Halk onu okuyor ve seviyor, polis ve mürteci çevreler ise ona kin besliyor ve mutat vasıtalarla tasfiye
etmeye çalışıyorlardı.

Muteber: (Ar.) 1. Saygın, itibarı olan, hatırı sayılır, sözü geçer:


Selanik'in en varlıklı, en muteber, en güzide ailelerinden sayılıyor.
2. İnanılır, güvenilir.

Mutedil: (Ar.) Ilımlı.


O, tarafsızlığın mutedil duygularından ziyade taraftarlığın şiddetli hırslarından zevk alırdı.

Muvazene: (Ar.) Denge.


Ruh muvazenesi yalpalamaya başlayınca nesil ahengi kaybolmaya yüz tutar ve şimdiki manzara do-
ğar.

Mücerret: (Ar.) Soyut.


Siz mücerret bir kanun ve nizamı tutturmuşsunuz ve öylece de yürüyorsunuz.

Mücessem: (Ar.) Cisimleşmiş, somut.

Müdafaa: (Ar.) Savunma, koruma.


Bu kuyruk acısıyla kendilerini müdafaaya kalkıştılar.

Mülahaza: (Ar.) Düşünce.

Münferit: (Ar.) Tek, ayrı, kendi başına olan.


Ama bu münferit hayranlıklar aldatmamalı bizi.

Müphem: (Ar.) Belirsiz.


Akşamları başında müphem bir hararet, oysa elleri ayakları buz.

Müsamaha: (Ar.) Hoşgörü.


Cezalar hiçbir müsamaha gösterilmeden derhâl tatbik ettirilirdi.

Müspet: (Ar.) Olumlu.


Müspet ve realist ilmî araştırmaların meydana gelebilmesi için istatistik bir zarurettir.
Müstakbel: (Ar.) İleri bir tarihte beklenen, gelecek.

Müstakil: (Ar.) 1. Başka bir yapı ile bağlantısı olmayan, bağımsız.

2. Belli kişi veya kişiler için ayrılmış olan.


Çimenli, çiçekli bir bahçe ortasında üstü camlı, müstakil bir bina.

Müstehzi: (Ar.) Alaycı.


Dans edenlerin dansını beğenmiyormuş gibi müstehzi bir ağız çarpıklığıyla dudaklarını kıvırıyordu.

Müstesna: (Ar.) 1. Bir bütünün veya kuralın dışında olan. 2. Benzerlerinden üstün olan, benzerleri az bulu-
nan.
Kendisi bu resimlerin hepsinden daha sevimli, daha canlı, daha müstesna bir simaydı.

2. Dışında, ayrı, hariç tutularak.


Şehrinde yerleşen ve alışan halk müstesna, şiirin burada fazla beğeneceği bir yer de kalmamıştı.

MüĢahhas: (Ar.) Somut.


Bazen hayalim daha müşahhas olur, tanıdığım İstanbul sebillerini, mahallemizin küçük ve fakir süslü
çeşmesini görür gibi olurdum.

MüĢfik: (Ar.) Sevecen.


Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı.

MüĢkülpesent: (Ar. + Far.) Zorbeğenir.

MüĢterek: (Ar.) Ortak, birlikte, ortaklaşa.


İnsanlar müşterek tecrübeleri taşıdıkları için birbirlerinin ne dediklerini anlayabilirler."

Mütalaa: (Ar.) Herhangi bir konu üzerinde ayrıntılı düşünme ile oluşan görüş ve yorum.

Müteessir: (Ar.) 1. Üzülmüş, üzüntülü. 2. Etkilenmiş.


Hatta çirkin yaradılışından bile / O kadar müteessir değildi

Mütemadiyen: (Ar.) Ara vermeden, sürekli olarak.


Sabahın pembe, beyaz tülleri sıyrıldıkça mütemadiyen berraklaşan fezada çıt yok.

MüteĢekkil: (Ar.) Oluşmuş, meydana gelmiş.


Etrafımda uçları birbirine temas etmiş hilallerden müteşekkil bir daire vardı.

Mütevazı: (Ar.) 1. Alçak gönüllü.


Sakin, mütevazı ve kalabalıktan kaçan ruhunu incitmemek için onu, birkaç kişi ile sırtımda ebedî
makamına ben götürdüm.

2. Gösterişsiz, iddiasız.
Düğün sahibinin bütçesi ne kadar dar ve mütevazı olursa olsun, hokkabaz şarttı.

Mütevellit: (Ar.) Meydana gelmiş, ileri gelmiş.


Gönlüm arzu ile korkudan, muhabbet ile nefretten mütevellit duygularla mütehassis olduğu hâlde gi-
diyordum.

Müzakere: (Ar.) Bir konuyla ilgili fikir alışverişinde bulunma.

NeĢriyat: (Ar.) Yayın.

Nispet: (Ar.) 1. Oran. 2. Bağıntı, ilgi, ilinti. 3. Birini üzmek veya inat olsun diye yapılan iş.
Nosyon: (Fr.) Kavram.

Nüans: (Fr.) İnce fark.


Ellerini ve kollarını hiç kullanmaya lüzum duymadan nüanslarını sesiyle vererek oynadı.

Nüfuz etmek: 1. bir şeyin içine işlemek, geçmek:


Tatlı bir duman, bütün varlığını sararak en derin yerlerine kadar nüfuz ediyordu.
2. inceliğine varmak, anlamak:
Bu, o kadar ince ve girift bir meseledir ki bütün bir ömür boyunca izaha çalışılsa yine derinliğine nüfuz
edilemez.
3. etkili olmak:
Ecnebiler ona değil o, ecnebilere nüfuz ediyordu.

Oksimoron: (Fr.) Zıt anlamlı iki kelimenin bir arada kullanılması.

Ontoloji: (Fr.) Varlık bilimi.

Oportünizm: (Fr.) Güç durumlarda, davranışlarını ahlak kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarla-
rına uyacak biçimde ayarlamayı amaçlayan tutum, fırsatçılık.

Optimist: (Fr.) İyimser.

Optimum: (Fr.) En uygun, en elverişli.

Oryantalizm: (Fr.) Asya ile ilgili konuları ve Asya dillerini inceleyen sosyal bilim, Doğu bilimi.

Otokrasi: (Fr.) Hükümdarın, bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi.

Otokritik: (Fr.) Öz eleştiri.

Paradigma: (Fr.) Belli bir zaman dilimi içinde, bir topluluğun düşünme ve davranış biçimlerini belirleyen
dünya görüşü, algı dayanağı, perspektif, kalıp, model.

Parametre: (Fr.) Değişken.

Patolojik: (Fr.) Bozulmuş, işlemeyen.

Paye: (Far.) Rütbe, derece.


Lalalık, kavaslık derecelerinden kalfalık payesine yükseldiği bir sırada İsmail'in oğlu yanımdan uzaklaştırıl-
dı, gitti.

Pejoratif: (Fr.) Küçümseyici, aşağılayıcı, kötüleyici, yerici, yermeli.

Periferi: (Fr.) Çevre, etraf, dış kenar.

Peyderpey: (Far.) Azar azar, bölüm bölüm, yavaş yavaş.


Borcunu peyderpey ödedi.

Pitoresk: (Fr.) Resimsi.


Şam, yabancılar için pek pitoresk olabilir.

Pragmatik: (Fr.) Faydacı.

Radikal: (Fr.) 1. Kökten. 2. Köktenci.

Rantabl: (Fr.) Gelir getiren, kâr sağlayan, verimli, getirimli.


Retorik: (Fr.) Güzel söz söyleme, hitabet sanatı.

Reva: (Far.) Yakışır, yerinde, uygun.


Reva mı hiddetin, reva mı şiddetin / Zulmeden sen misin, bilmem ki ben miyim?

Revizyon: (Fr.) Yeniden gözden geçirip düzeltme.

Riya: (Ar.) İkiyüzlülük.

Sabık: (Ar.) Geçen, önceki, eski.


Yorucu çalışmalar sonunda sabık bakanların ne derece hüner sahibi olduklarını tespit etmiştir.

Safha: (Ar.) Evre.

Salamura: (İt.) 1. Peynir, et, balık, turşu, asma yaprağı vb. yiyeceklerin, bozulmaması için içinde tutuldukla-
rı tuzlu su.
2. Bu suyun içinde tutulmuş yiyecek.
Meze tabağını hazırlamıştır bile. Başta sazan balığı, yumurtası ve salamurası.

Sarkastik: (Fr.) Acıtıcı bir şekilde alay eden, hicveden.

Sehven: (Ar.) Dalgınlık veya unutkanlık sonucunda oluşan yanlışlıkla.

Sekter: (Fr.) . Başkalarının siyasi, dinî vb. düşüncelerine, inançlarına karşı çıkan, katı ve hoşgörüsüz (kim-
se). 2. Katı, hoşgörüsüz (tutum).

Seküler: (Fr.) Dine değil dünyaya ait, dünyevi.

Septik: (Fr.) Kuşkucu.

Silüet: (Fr.) 1. Karaltı.


Bir kadın siluetinin koşarak silindiğini de görür gibi olmuştum.

2. Gölge.

Sofistike: (Fr.) 1. Yapmacık. 2. Yanıltıcı. 3. Karmaşık.

Sosyopat: (Fr.) Psikolojik bozukluk sebebiyle karşısındakinin düşünce veya duygularını anlama yetisinden
yoksun kişi, topluma uyum sağlayamama hastası.

Spekülatif: (Fr.) 1. Bir iddiadan ibaret olan. 2. Karaborsacılıkla, vurgunculukla elde edilen veya bunlarla il-
gili olan.

Stabil: (Fr.) 1. Dayanıklı, sağlam. 2. Dengeli. 3. Oturmuş. 4. Kararlı, değişmez.

Statüko: (Lat.) Süregelen düzenin korunması durumu.

Suistimal: (Ar.) Görev, yetki vb.ni kötüye kullanma.


Hırsızlıkla veya suistimalle elde ettiğini iddia etmek doğru olmaz.

Sübvansiyon: (Fr.) Destekleme, para yardımı.

Süfli: (Ar.) 1. Aşağı, aşağılık, bayağı, adi.


Sabri'nin maceraları hep böyle süfli şeylerden ibaret değildi.

2. Kılıksız, hırpani, pis kılıklı.


ġark: (Ar.) Doğu.

ġifahen: (Ar.) Ağızdan, sözle söyleyerek.

ġovenizm: (Fr.) Kendi ulusunu öne çıkararak değişik ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan
ve bu yolda kışkırtmada bulunan aşırı akım.

Taassup: (Ar.) Bağnazlık, bir kimseye veya bir şeye aşırı düşkünlük ve tutkuyla bağlılık.
Taassubun çevrelendiği öyle bir muhit ki kimse bana inanmaz da herkes ona inanır.

Tahakküm: (Ar.) Baskı, zorbalık, hükmetme.


Sen böyle karı tahakkümü altında mı kalacaksın?

Tahkikat: (Ar.) Soruşturma.

Tahkir: (Ar.) Aşağılama, onur kırma, onuruna dokunma.

Tandans: (Fr.) Eğilim.

Tanzim: (Ar.) 1. Sıralama, sıraya koyma. 2. Düzenleme.

Tasavvur: (Ar.) 1. Göz önüne getirme, hayal etme, zihinde canlandırma. 2. Tasarım.

Tasfiye: (Ar.) 1. Arıtma, ayıklama, temizleme.


Yoksa mutlu bir şansla bir uzlaşma olacak, bu da yumuşak bir tasfiyeye imkân bırakacak mıydı?

2. Bir ticaret kuruluşunun batması, kapanması vb. sebepler üzerine hesapların kesilmesi, alacaklılara, ortada
kalan mal ve paradan paylarına düşen miktarın verilmesi.

3. Türlü sebeplerle birçok kimsenin görevine son verme.


Tashih: (Ar.) Düzeltme, düzelti.
Ancak bir ehemmiyetsiz noktayı tashihe lüzum görüyoruz.

TaĢeron: (Fr.) Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten alarak kendisi üstlenen diğer mü-
teahhit.
Sağdan soldan rica etmişler, taşeronlar aramışlardı boşuna.

Tecessüs: Ar. 1. Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma.


Yahya Kemal tecessüsü, üstelemeyi Doğuluların bir kusuru olarak görür.

2. Merakını gidermeye çalışma, görme, anlama merakı.


Bütün dikkat ve tecessüsümle etrafımda bir an evvel muayyeniyet yaratmaya çalışıyordum.

Teessüf: (Ar.) Üzülmek, acınmak, yazıklanmak.

Tefekkür: (Ar.) düşünme, düşünüş.


Her şeyden evvel kendisinde tefekkürle hissin yüksek bir uyumu fark ediliyordu.

Teferruat: (Ar.) Ayrıntı.


Mustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi.

Tehcir: (Ar.) Göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme.

Tekerrür: (Ar.) Tekrarlanma.


Tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu, şimdi bir kere daha öğreniyoruz.
Teknokrasi: (Fr.) Sanayi, ekonomi ve devletin politikacılar değil, bilim insanları, uzmanlar ve teknisyenler
tarafından yönetilmesine dayanan sistem.

Tekzip: (Ar.) Yalanlama.

Telkin: (Ar.) Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama.


Bu telkin günlerce, haftalarca devam etti.

TemaĢa: (Far.) 1. Hoşlanarak bakma, seyretme. 2. Seyredilecek görüntü, görülmeye değer şey. 3. Oyun,
temsil, piyes, tiyatro.
Bazı meddahlar da Karagöz oynatmış, şahbaz, hayalbaz veya hayalî isimleriyle yaşadıktan sonra
temaşa hayatımızdan el etek çekmişlerdir.

Temayül: (Ar.) Bir tarafa eğilme, meyletme, eğilim; bir kimseye veya bir şeye ilgi duyma.
Yarının siyasetine yol açan fikirler, temayüller ilk önce bunlar arasında kaynaşır.

Tenkit: (Ar.) Eleştirme, eleştiri.


Bir sanat eserini tenkit ne güç iştir!

Tenzilat: (Ar.) İndirim.

Terminoloji: (Fr.) Ekonomi, sanat, bilim vb. özel bir alanda kullanılan teknik terimlerin bilimi.

Tesir: (Ar.) Etki.


Bazılarının da kanaati şudur ki iyi ahlakta çalışmanın rolü ve tesiri vardır.

TeĢebbüs: (Ar.) Girişim.

TeĢhir: (Ar.) Gösterme, sergileme.

TeĢkil: (Ar.) Oluşturma, ortaya çıkarma, meydana getirme.

Tevazu: (Ar.) Alçak gönüllülük.


Bilhassa tevazusu ile herkesin hürmet ve muhabbetini kazanmıştı.

Teveccüh: (Ar.) 1. Bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme. 2. Güler yüz gösterme, yakınlık duyma, hoş-
lanma, sevme.

Tezahür: (Ar.) 1. Belirme, görünme, gözükme, ortaya çıkma, oluşma. 2. Belirti.


Bu hasretin garip tezahürleri de vardı.

Tirat: (Fr.) 1. Bir tiyatro oyununda oyuncuların bir defada söylediği parça. 2. Yazı veya konuşmada bir dü-
şüncenin kesintisiz gelişimi.
Nina, romantik bir tiradı andıran anlatışı kesti.

3. Uzun ve tumturaklı konuşma.


Hayatın insafsızlığı ile başlayan bir yakınma tiradı, sizin beceriksizliğinize dayanır.

Totaliter: (Fr.) Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya kü-
çük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan (devlet düzeni).

Uhde: (Ar.) 1. Birinin yapmak la yükümlü olduğu iş, görev. 2. Sorumluluk.

Umarsız: Çaresiz, çıkar yolu olmayan.


İnsan kurtuluşsuz, çaresiz, umarsız bir yaratık mıdır?

Vahamet: (Ar.) Güçlük, korkulacak tehlikeli durum.


İşin aramızda mutlak bir ayrılıkla halledilmesi lazım gelecek derecede vahameti olmadığını anlıyo-
rum.

Vakur: (Ar.) Ağırbaşlı.


Mamafih çok kibar, terbiyeli, nazlı ve vakur bir kadın.

Vuslat: (Ar.) Sevgiliye kavuşma.

Yakinen: 1. Kesin olarak, iyice.


Hatta yakinen biliyorlardı ki öyle ufaktan bir aileye mensup değildi.

2. Tamamıyla.

Yeis: (Ar.) Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü.


Seni bu derece derin bir ızdıraba, karanlık bir yeise düşüren şey nedir?

Yeknesak: (Ar. ve Far.) Tekdüze.

Zahire: (Ar.) Gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl, aşlık.

You might also like