Professional Documents
Culture Documents
Adam Yayınları Seçkisi 06 - Türk Yazınından Seçilmiş Aşk Öyküleri (Hazırlayan Semih Gümüş) (Adam Yayınları 1996) (CLSC)
Adam Yayınları Seçkisi 06 - Türk Yazınından Seçilmiş Aşk Öyküleri (Hazırlayan Semih Gümüş) (Adam Yayınları 1996) (CLSC)
Aşk Öyküleri
•
Derleyen
Semih Gümüş
ADAM YAYINLARI
©
AnadoluYayıncılık A.Ş.
7
özel çıkarlara baskın tutar - oysa aşk çıkar tanımayan bir saflığa bü
rünmektir; toplum genel özgürlük hareketi içinde bireylerin özgürlü
ğünü ikincil k�lar - oysa aşk en köktenci özgürleşme biçimidir; top
lum her zamari gerçekçi davranmaya zorlar - oysa aşk gerçeğin öte
sine kaçıştır - ya da gerçeğin ta kendisi, işte aşktır!
Semih Gümüş
Eylül 1 992
Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)
11
12 lla/iı Ziya Uşqklıgil
bütün köy halkına, sonunda genç kızlara kadar geçen bir sanıyla, ilk
günleri bir şaka halindeyken sonra karar verildi ki Barba gerçekten
aşıktır. Onu, h�r yerde, her saatte aşkından söz eden sesler, o talihli
kızın kim olduğ'.tJnu öğrenmek isteyen sorular izlemeye başladı.
O, bu konuyu ilk başlarda sıradan bir şaka olarak karşılardı. Se
sini çıkarmaz, yalnız o geniş ve yayık gülüşüyle çevresine sırıtırdı.
Sonra yavaş yavaş onun katıksız ve sessiz rahat ruhunda bir kaygı,
bir b . u lanıklık belirdi. Soranlara anlamayan, ama merak eden gözler
le bakmaya başladı. Sanki yüreğinin içinde bir kuşku uyanıyordu:
Gerçekten aşık mıydı? Aşıksa kime aşıktı? ..
O zamana kadar köyün içinde mutlu iken, birden bu beynin ikin
ci bir çarkı daha bozulmuş göründü. Alnında derin bir çizgi oyuldu,
başı biraz daha yerlere eğildi, gözleri biraz daha bulandı ve onda
günden güne pekişen bir çekingenlik durumuyla, çevresinden bir çe
kingenlik farkedildi.
Herkes bu değişme olayını Barba ' nın aşkının varsayımı lehine
yorumladı ve bütün köy - elbirliği etmişçesine - onun davranışlarını
incelemeye başladı. Farkına varıldı ki Barba sabahları, öğlenleri ve
akşam üstleri köy içinde sokakları dolaşarak bir gezinti yapıyor; bu
gezintiyi yaparken yürüyüşünde, geçişinde, çevredeki kızlara bakı
şında özel bir çaba ve özen vardır.
Yolunun üzerindeki genç kızlar hep sorarlardı; pek yüreklileri
açıkça:
"- Beni mi Barba, beni mi seviyorsun? .. "
derler; biraz daha çekingen olanları parmaklarıyla kendilerini göste
rerek:
"- Yoksa beni mi? "
sessiz sorusuyla gülerlerdi.
O, başkalarının sorularına artık gülmeyen, tam tersine derin bir
telaş ve heyecanla karşılık veren perişan gözlerle bakarken genç kız
lara gülümser, en tatlı iltifatlı bakışıyla sanki onları bu şaka ortamın
da destekler ve her soruyla karşılaştıkça yırtık potinli ayaklarını da
ha erkekçe sürter, eski yırtık kasketinin altında yüzü daha fazla bir
gençlik taslamasıyla parlardı.
O zaman sokağın bir başından öbür başına kadar patlayan genç
ve neşe dolu kahkahaların alkışları içinde Barba'nın o zavallı yapısı,
aşkının bütün kahramanlık edasını sürükleyerek, ağırbaşlı ve gör
kemli, geçer giderdi.
Barba sahi aşık mıydı, yoksa ona bu düşünceyi çevresinde pey
dahlanan sanmalar mı aşılamıştı, bu bilinemez; gerçek olan nokta
Barba ' nın artık eski mutlu sevincini bütünüyle kaybederek gamları
nın gölgelendirmesine bürünmüş bir siyah adam olmasıydı. En kuş-
Bir Hikiiye-i Sevda 1 5
kulanılan nokta da yolu üzerinde kendisine: " Beni mi? " diyen genç
kızların arasında, yüreğindeki saltanat yerinin asıl kraliçesini belirle-
yebilmekti. '
Ona artık köyün sokaklarında, kararlaştırılmış gezinti saatlerinin
dışında pek seyrek rastlanılıyordu. Gittikçe kaçıyor, saklanıyor, ıssız
köşelerde aşkının umutsuzluğunun zehirli suyunu içe içe sanki ölü
yordu.
Zayıfladı, çöktü. Hasta sanıldı. Yaşlı kadınlar ona ilaç yaptılar,
meyhaneciler güçlensin diye şarap verdiler; ama o iyi olmuyor, güç
lenmiyor; tam tersine günden güne gözlerinde daha çok sönen bir
şeyle eriyordu. Artık şakalar azalıyor, sorular gevşiyor, genç kızlar
ona, " Yazık! . . " diyorlardı.
Bir gün ...
Arkadaşımla yolun ta başına gelmiştik. Eliyle gösterdi:
- İşte burada Barba ' ya elinde bir kazma ve yanında bir k Ürekle
rastlanıldı.
"- Ne yapıyorsun ? " diye sordular. Omuzlarını silkeleyerek ve
elinin bir işaretiyle bellisiz bir çizgi çizerek köye kadar gösterdi. An
laşıldı ki Barba köyle tepenin arasında bir yol yapacak. Bu haber
köyde büyük bir kahkaha ile karşılandı. Hemen Barba 'nın girişimi
nin nedeni olmak üzere haber alındı ki eğer bu yolu gerçekleştirecek
olursa ona b. i r nişan verilecek, bu nişanı· göğsüne takarak sevgilisinin
kapısına gidip ona evlenme elini uzatacak ve sonra Barba sevgilisine
kavuşacak.
Bu düşünceyi ona bir takılgan vermiş olacaktı. Şimdi Barba yal
nız bu düşünceyle yaşıyor, yalnız bu güvenliliğinin peşinde koşuyor,
bir yıldan beri işte . . .
Arkadaşımla birlikte Barba 'nın yolundan iniyorduk. B u neredey
se iyi bir yol, üstelik - pek dik olmasa - araba işlemesine bile elveriş
li bir caddeydi. Arkadaşımdan öğrendim ki burada daha önce sularla
çizilmiş, daha sonra, tepeye çıkmak isteyenlerin ayak izleriyle yerleş
miş, geçide benzer dar bir yol varmış. Şimdi o dar çizgi Barba ' nın
kazmasıyla küreğiyle, bir belediyeyi kıskandıracak, düzenli bir yol
haline gelmişti.
mamlamış olarak teslim etti. Zaten yol bitmeye yaklaşınca köy hal
kı, nişanın takılması için tören düzenlemişlerdi. Bir gün köyün mey
danında bütün köylüler, çoluk çocuk, özellikle genç kızlar toplandı.
Barba geldi. Küreğiyle kazmasını köylülere verdi.
Sonra ona bir nutuk okudular. O, pek anlamayarak, ama gözleri
yerde, başını sallayarak dinliyordu. Sonra göğsüne kırmızı bir şeritle
bir madeni para taktılar. Herkesin alkışları, kahkahaları içinde Bar
ba, bu şeref ve şanın gürültülü gösterişinden boğulmuş bir perişan
lıkla, üzerine koca bir yolun kayaları çöken sırtını kamburlaştırarak
çekildi, kaçtı. Ertesi gün onu kimse göremedi. Herkeste bir merak
vardı:
" - Barba kimin kapısına gidecek? .."
GENÇLİK
Sıcak yaz günü, evde kim varsa küçük büyük, çoluk çocuk, top
landılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler.
Şehre inecekler, giyindiler gittiler. İrfan Beyle, Mükerrem futbol
maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük Hanımın, sözüne bakılırsa,
bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra, büyük efendi, Ke
rim Beylere kaçıyor, orada kanepe üstünde uyuklayıp uykusunu alı
yor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük
Hanım, olduğu bir günden, öğle uykusunu sevmezmiş; ama, gece er
ken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerin
den sonra biraz kestiriyormuş!
- - Gel Kevser, şu koltuğu gölgeye çek! Nerede yastıklarım, getir!
Büyük Hanım da uyuklamak için yerini, sonra da kendisini hazır
ladı.
İstanbul'un, Erenköy'le Göztepe arasında, birkaç yıldır bakımsız
kalmış, yollarını ot basmış, camları yükselip saçaklarına el atmış olan
bu büyük köşkünü, derin bir sessizlik kapladı.
Hayriye Hanım, bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar ta
ze görünen güzel bir kadın, bir buçuk yıldır evli ise de kocası ilkin fa
külteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden, ancak bir
buçuk aylık evli bir hanım, yemek odasının yanındaki ufak odada
kocası ile kendisinin gömleklerini ütülüyordu.
İpek gömleğin kolunu çekip açıyor, düzeltiyor, masanın üstüne
seriyor, ütüyü deniyor, sonra sürüyor. Yakasını yahut göğsünü açıp
ütülüyor, devşiriyor; o bitince, bir başkasını alıyor, bu arada " perde
lerin tüllerini de çıkarıp yıkatmalı , " diye düşünüyor, sonra bu takım
düşünceler arasında dün sütçüye verilen paranın üstü eksik geldiğini
de hatırlıyor, daha sonra İstanbul'a inip hem .kendine, hem de hiz
metçisine ayakkabı almayı aklından geçiriyor; bir gömleği bitirip ye
nisine geçerken sol kaşının ucunu yavaşça kaşıyor, sanki bu güzel ka
şı okşuyordu.
Bu ütü işi belki bir saat sürdü. Hepsi bitince ütülediklerini sırala
maya başladı. Kocasının gömleklerini üst üste korken kendi iç yeleği
eline geçti. Bu yeleği erkek gömlekleri arasına koymak istemiyor
muş gibi durdu. Sonra yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir
gülümseme ile bu yeleği kocasının iki gömleğinin arasına soktu, son
ra da kocasını hatırlayıp: " O nerede? " diye düşündü. " Nasıl oldu da
17
1 8 Memduh Şevket Esendal
nereye savuştuğunu göremedim? " diye kendi kendine şaştı. " Ada
mın dalgın bulunup kocasını da unuttuğu oluyormuş! .. "
Evdekileri birer birer göz önünden geçirdi. Kimler köşkte, kim
ler çıktılar. biliyordu. Kocası dışarı çıkacak değildi: " Sakın Beybaba
ile gitmi� Ölmasın?.. Çamaşırları odasına bırakıp kocasını aramak
istedi. ÜtÜlediklerini iki kolunun üstüne alıp odasına çıktı. Kapıdan
girdi, dolaba doğru gidecekti, orada kanepenin üstüne yatmış, uyuya
kalmış olarr kocasını gördü. Beklemediği için irkildi, sanki odada bir
yabancı erkek görmüş gibi durdu. Sonra yaklaşıp kocasının uyuyuşu
na baktı. Gülümsedi.
" Dolabı açsam, belki uyanır, diye düşünerek gömlekleri piyano
nun üstüne bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak kocasına doğru gitti.
Kumral bir delikanlı, tenis kılığına benzer bir kılıkta kanepenin
üstüne uzanmış, derin derin uyuyordu. Hayriye, başkalarını çağırıp
onun uyuyuşunu göstermek isteğini duydu.
" Ne kadar da rahatsız yatıyor ! " diye düşündü. Oradaki sandalye
nin ucuna ilişti. Yakından bakınca, delikanlının gözlerinin altında
ufak ufak ter damlacıkları görünüyordu.
" Ne kadar da rahatsız yatıyor, başını kaldırıp bir yastık koysam!
Uyanır! Yeniden uyusa iyi ama, hiç uyur mu! "
Hayriye gülümseyerek başını salladı, ancak kendi işitebileceği
kadar yavaş sesle de " yaramaz! " dedi.
" Bu kolu da uyuşacak ! " Yere diz çöktü. Kocasının kolunu kaldı
rıp yanına koyacakmış gibi ellerini uzattı, ancak dokunamadı.
Evlilik ne tuhaf! Kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak.
Sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar!
İşte bu oda onun kızlık odası. Kanepenin üstünde bir de erkek uyu
yor, herkes de biliyor! Bu odanın nesi değişmiş? Yalnız şu perdenin
arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki ! Başka? Hiç. Ya bu
adam kim?
Kafasının içini sevinçli bir duman bürüdü. Diz üstü, parmakları
birbirine kilitlenmiş, elleri kucağına düşmüş, öyle kaldı.
" Kanepenin kenarında başı acıyacak, ne yapmalı? " Bakındı, göz
leriyle orada bir yastık aradı. Yatakta var. Yataklarını örten perdeyi
açarken içinde tatlı bir utangaçlık duydu. Sanki, kendilerini orada
görecekti. Elini uzatıp yastıklardan birini çekti. Bu yastıklar büyük,
hem de kalın. " Daha ince bir yüz yastığı olsa! " Annesinin yeni yap
tırdığı yastı kları hatırladı. Yavaşça çıkıp orta salonu, merdiven aralı
ğını geçti, annesinin odasına girip yastıkları aradı. Yok. Sormak için
aşağı indi. Büyük Hanım, camekanın önünde, koltuğunun üstünde
uyuyordu. Hayriye yavaşça.
- Anne ! diye seslendi.
Gençlik 1 9
- Anne
- Ne var?
- Sizin yeni yüz yastıklarınız nerede?
- Nasıl yastık?
- Canım, Kevser'in yeni yaptıkları.
- Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?
Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken,
- Lazım, dedi.
- Lazım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!
- Kanepenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.
- Kim uyumuş?
Hayriye karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıka-
rak,
- Yok orada, dedi.
- Kim uyumuş, söylesene, baban mı?
- Canım, babamın benim odamda ne işi var?
- E kim? Kocan mı?
- Canım kim 9lur anne! ... Yastığı babamın odasına götürmüş ol-
masınlar?
- Kevser'e sor! Senin yastığın yok mu?
- Benim yastıklarım hem kalın, hem büyük.
Büyük Hanım kızdı. Hayri,ye 'nin arkasından söylendi :
- Yediği naneye bak! Hanımın kocası uyanmasın diye gelip beni
uyandırıyor. Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart baka
lım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana
bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Bu
rada ölsem, başını çevirip bakmaz.
Hayriy� dinlemedi bile. Kevser'den yastığın birini alıp odasına
çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanepenin önüne diz çöktü. " Elim
le başını kaldırıp yastığı koysam ! " diye düşünüyordu. " Ya uyanırsa ! "
Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığı nasıl koyacağını
bilemedi.
Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken, sanki bi
raz ateşi varmış gibi gördü. " Hiç böyle yattığı yoktu," diye düşündü.
Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. " Neden
hasta olsun uyuyor. " Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra, onu
kendi odasında, kendinin olmuş gördükten, onu sevdikten sonra onu
- kim görse beğeniyor - kaybetmek... ondan sonra gene yaşamak var
mı?
Kocası kımıldandı . Hayriye ' nin gözyaşları gözlerini bulandırmış
iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı.
20 Memduh Şevket Esendal
SEVDİGİM
- Neden sevdiğim?
- Bilmem, sanki uyuyordum.
_!__ Bakayım elbiseni değiştirdin mi?
- Ben ne iyi akıl etmiş bu kalın etekliği almışım, sepete biz yol
da bakmadık, içinde ne kadar ufak tefek varsa ıslanmış, bak.
Hakikaten kurusun diye, hepsini ocağın kenarına dizmiştin.
Ocağın ateşi eteklerine gölgeler serpiyordu. Bir incecik saç de
meti örgüsünden kurtulmuş şakağına düşmüştü. Böyle ne kadar gü
zeldin, sevdiğim. Bilmem neden benim de içime bir hüzün çöktü.
Yerde senin yanına oturmak, başımı dizlerine dayamak istedim. An
cak. sen nedense dışarı çıkmak istedin ve benim bütün ricalarıma
rağmen ısrara başladın.
Sevdigim 2 1
BİRDENBİRE
23
24 Ömer Seyfettin
den sonbaharın semasına bakarak hakiki aşkın ancak " hürmet, te
mayül, takdir " gibi hislerin tekasüfünden başka bir şey olmadığını
söyledi. Uzun uzadıya yaşamış bir temayül, derin bir hürmet, samimi
bir takdir olmadan aşk doğmazdı.
- Hele o " Birdenbire ... " nazariyesi çok saçma! dedi.
- Niçin?
- Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir? ..
- Birdenbire işte ! İlk görüşte, yıldırım gibi .. .
- Saçma, saçma ... Birdenbire sevilmez ama .. .
- Ne olur.?
- Yıllarca devam etmiş hakiki bir aşk ölebilir.
- Nasıl? ..
- Tıpkı yılların, mevsimlerin gıdasıyla yetişmiş bir fidana bir-
denbire indirilmiş bir balta darbesi gibi. Evet, birdenbire sevilemez,
fakat birdenbire insan soğur. .. Sevdiğine düşman olur. Ondan nefret
eder.
- Bir balta darbesi! Mesela, ne gibi? ..
Ahter, bir misal arıyormuş gibi siyah gözlerini süzdü. Parlak alnı
nın ince, görünmez buruşuklukları gölgelendi. Yumuk, aşk münaka
şalarında garip bir heyecana tutulurdu. Daha ziyade doğruldu. Ar
kasındaki yastıkları düzeltti. Ahter,
-Birdenbire aşkın ölümü! dedi. Evet aşk yavaş yavaş doğar. Fa
kat birdenbire ölür. Aşkın hastalığı yoktur. Benim bir tanıdığım var.
Yirmi beş senedir birini seviyordu. Hem nasıl? Uzaktan uzağa, son
derece samimi, son derece namuskarane ...
- Sonra?
- Birdenbire,-bu adeta ilahi denecek aşktan soğudu.
- Nasıl?
- Anlatayım mı?
Yumuk, güzel arkadaşına sarıldı
- Anlat kuzum, Ahter'ciğim, dedi .
Genç kadın gülümseyerek bir masal ahengiyle başladı
- Bir varmış, b.i r yokmuş . . .
- Ah !
Evet, evvel zaman içinde. Ama o kadar eski zamanlarda de
ğil. Şöyle yirmi. yirmi beş sene evvel, tenha bir köşkün genç bir kızı
varmış. Komşularından bir delikanlı ! O vakitler şimdiki gibi değil.
kaç göç gayet sıkı ! Daha çocukken beraber oynarlarmış . Genç kız,
bu delikanlıyı uzaktan uzağa sevmiş. Derdini kimseye söylememiş.
Zaten o vakit böyle dertlere doğrudan doğruya, namussuzluk, der
lermiş. Zavallı kızın kısmeti çıkmış. Kendine sormadan, danışmadan
hemeı:ı vermişler. Delikanlı da başka bir kızla evlen!lli ş. Gel zaman,
Birdenbire 27
git zainan, köşkün genç kızı dul kalmış. Aradan seneler geçmiş. On
beş, yirmi sene kadar ... Dünya değişmiş. İki taraf da eski zenginliğini
kaybetmiş. Nihayet dul kadın, yirmi senedir gizliden gizliye sevdiği
beyin k;öşküne geçmiş. Selamlık tarafını kira ile tutmuş. Karısının
son derece samimi ahbabı olduğu için, daha doğrusu yaşları epeyce
gecikmiş olduğu için, bu beyle görüşmeye, konuşmaya da başlamış
lar ... Fakat aşk durur mu? Çocukluk hatıratından filan derken ... iş
aşka kadar varmış. Meğerse o bey de, yirmi sene evvel alamadığı
komşu köşkün kızını seviyormuş. Samimiyet son dereceyi bulmuş.
Aradaki kapıyı da açmışlar. Bir aile gibi yaşamaya başlamışlar. Fa
kat bir gün, bu kadın ara kapının arkasından birtakım fısıltılar işit
miş. Kulağını yaklaştırmış; sevdiği, yalnızken kendine söylediği söz
leri tekrarlıyor :
"- Ah sevgilim. Seni nasıl seviyorum? Seni görünce yüreğim ağ
zıma geliyor. Ah sen, benim ruhumsun. Falan filan.
"
- Haydi deli.
Yumuk'un neşeli çehresi birdenbire bozuldu. Daha ziyade yuvar
laklaştı. İnce, kavis kaşları çatıldı. Ahter'e döndj.i. Tül perdeli, açık
pencereye yaklaştı. Yaprakları dökülmüş ağaçların iskelet dallarına,
tenha bostanlara, dalgalarının figanı işitilen asabi denize bakmaya
başladı. Zavallı Yumuk sinirlenmişti. Üşüyordu, titriyordu. Mor,
ipek kaplı yorganına iyice sarıldı. Penceredeki donuk sonbahar se-
28 Ömer Seyfettin
FOSFORLU HANDAN
29
30 llalikarnas Balıkçısı
Beriki,
- Ağzını topla! Aşifte deme, alimallah, ağzını yırtarım. Hele
dur; ne anlatıyordum? dedi.
Yüzü heyecandan pancar kesilerek. sözünü sürdürdü
- Ha, Eşrefpaşa Parkının yanından geçiyordum. Ona ilkin orda
rastgeldim. Beni görünce, başını çevirip güldüydü. Resim bilseydim,
sana onun yüzünün resmini yapardım. Sen yaşamında, onun kadar
güzel bir kız görmemişsindir. Beni görünce, bana aşık olmuş. Yürü
dü, ardına düştüm . . .
Sporcu genç,
- Hah, anladım. Hemen santradan dosdoğru kaleye bir şut çek
tin, değil mi? Yaşşa ! Gool ! diye bağırdı.
Delikanlımız,
- Dur be. Ne diyordum? Haa ... Ardına düştüm. Hani ya, Yeni
Moda Mağazası ' ndan yedi liraya aldığım şapkayı biliyorsun ya! Onu
göklere kaldırarak, dehşetli bir selam salladım ...
- İşte o zaman, kız topu senin ayaklarından aldı demektir. Hah
ha haay!
- Dur be avanak. Amma da zevzeksin. Kız bana, ta ezelden ba
yıldığını söyledi. Kolkola girdik; kolumu sıcacık sıkıyordu. Yeryü
zünde mi yürüyorduk, yıldızlar arasında mı geziyorduk, farkında
olan kim? Hani ya, bir ay önce Asri Sinema 'da birlikte izlediğimiz
" Şen Yürekler" filminde Rita Hayworth' un, filmin sonundaki upu
zun öpüşmesi vardı ya. İşte, fısıldaştık ve ondan sonra, tıpkı o öpüş
me gibi, uzun uzun öpüştük. Ona, " Sen benim Fosforlumsun, " de
dim. O da bana. " Sen benim belalımsın, " dedi ...
Delikanlımızın sesi burada kırıldı, gözleri yaşlarla dolar gibi oldu.
Kendini topladı, boyunca irkilerek, vahşi bir şiddetle,
- İşte o gün bugün, her gece buluşup sevişiyoruz, dedi.
Birdenbire beli büküldü, başı, önündeki masanın üstüne düştü ve
bir çocuk gibi. hıçkıra hıçkıra ağladı.
Reşat Nuri Güntekin (1889-1956)
33
34 Reşat Nııri Güntekin
***
Dördüncü tesadüf. Aynı gün ... Saat bir buçuk ... Eminönü tram
vay durağındayım. Beyoğlu'ndan gelen bir tramvaydan onlar iniyor
lar. Ellerinde paketler var. Derhal tahminlere başlıyorum: Öğleyin
biri bankasından öteki ticarethanesinden çıkınca birleştiler. .. Sanki
her günkü adetleriymiş gibi, Beyoğlu 'nda yemeğe gittiler. .. �onra bir
iki mağaza dolaştılar. .. Oteberi aldılar. .. ihtimal, bir aralık Ubeydul
lah Efendiye de uğrayıverdiler. .. Mamafih. bu noktada galiba yanılı
yorum, onlarda Nikah Dairesinden pek öyle sıcağı sıcağına ayrılmış
insanlar hali yok ... Çünkü, adeta kavga ediyorlar gibi.
Filhakika, yanımdan geçerlerken, genç kızın onu azarladığını işi
tiyorum:
- Kimde görülmüş şey? Koca paket tramvayda unutulur mu?
Öyle ya, insan, önündeki Rus kadınının dekoltesine o kadar dalarsa,
kendini unutmamış olması ne mutlu! . .
Vay vay vay vay ... Bunların dört, beş saat evvel tanışmış insanlar
olduğunu şu geçenlere söylesem, beni muhakkak deli diye polise tes
lim ederler ya!
Bir Aşkın Tarihi 35
Son perde, son tesadüf... Aynı günün akşamı, aynı vapurda ...
Onlar karşımda oturuyorlar. .. Genç kız, mahzun ve müteheyyiç
başını sallıyor, ağzından bir kelime çıkmıyor. ..
Beni müthiş bir merak sarıyor. Vapurdan çıkarken peşlerine ta
kıldım ve iskelede birbirlerine söyledikleri son sözleri işitiyorum.
Kız, ağlıyor:
- Yemin ederim ki, benim hakkımda yanlış düşünüyorsun ! . .
Erkek, aynı inatla:
- B u, birinci değ\! ki ... Kaç defa beni aldatmaya teşebbüs ettin ...
Kat' iyyen affedemem ! . .
- Feridun, aramızdaki acı, tatlı bunca hatıralara d a mı acımıyor
sun? ..
- Onları çiğneyen sen oldun ... Benden artık usanmış olabilirdin.
Fakat bu, beni göz göre göre aldatmak için bir sebep olmazdı... Mü
ebbeden Allahısmarladık ! . .
- Hayatımızı zehirledin zalim ... Uğurlar olsun!..
Birbirlerinden ayrılıyorlar. Karanlığın içinde kaybolurken söyle
niyorum:
- Merhum Fikret, bir manzumesinde bir buçuk saat içinde do
ğan, yaşayan ve ömrünü tamamlayan bir nevi mahlukata hayret
eder. Anlaşılan elektrik asrı gitgide insanları da bu böceklere çevire
cek ... Zavallı çocuklar, bunca hatıralardan sonra, daha belki manto
daki mürekkep lekeleri bile kurumadan bu kadar feci bir surette ay
rılmak ... Ne yaparsınız? Dünyada ebedi saadet kime nasip olmuş
ki ...
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)
36
Bir Aşk Hikayesi 37
Bir tanemiz:
- Güzelliğin kuvvetini . . . der, arkadaşımızı kulaklarına kadar kı
zartırdı. Gülüşürdük. Beraberce yürürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim
de, kol işçisinden ayıralım. Sonra aramızdaki, bize biralar ikram
eden, zengin arkadaşımızın, aramızdaki varlığının manası kalmaya
cak.
Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikayesini bitirelim:
Aramızdaki para pul, apartman sahibi, bu işçi kızını hem bizden,
hem güzel arkadaşımızdan ayırdı, aldı.
Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, iltimasıyla Heybeli Sa
natoryumunda beş ay yattı. İyileşti maşallah! . . Zar zor işe geliyor bu
günlerde. İnsan hikaye yazarken, " Öldü " de diyebilir. Ama ben di
yemem. Sevmem insan öldürmeyi . . .
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeye mecbur kaldık. Hani şöyle
cesaret gösterip de Ahmet 'e, " Alçak! bize bunu yapacak mıydın? "
dedik sanmayın. O bizim yanımıza gelmeye bir zamandır çekiniyor.
Yaptığı mühim bir şey değil ki, olağan şeyler bunlar. Kızla altı ay be
raber yaşadılar. Sonra onlar da ayrıldılar.
Siz bilir misiniz Beyoğlu' ndaki " Şelale " içkili kahvesini? Ne aca
yip bir yerdir! Bir akşam yolunuz düşer de oraya giderseniz, Üskü
darlı Sevim diye sorun, size gösterirler.
O akşam orada yoksa size melez bir Arap karısını işaret ederler,
ona sorarsınız. Ben biliyorum o karının size vereceği cevabı:
- Sevim mi? Ha! O bu akşam kompledir, der.
MEKTUP
Ben. böyle bir ilk mektubun ağaç üzerine yazıldığını görüyor gi
biyim. YazaQın da. okuyanın da heyecanı bende ... Bir erkek tarafın
dan yazılmış diye kabul ettiğim bu mektubu okuyan kadın. ne kadar
şaşırmıştır? Bu şifreyi nasıl çözmeye çalışmıştır.
Ah bu ilk mektup! Bir elime geçse . . . Onu ben de size göndermek
isterdim. Sizde, ilk yazıyı okuyan kadının heyecanı, sevinci canlanır
mıydı? Ta uzaklardan. adeta derinlerden, ilk okuyanın ruhu başkal
dırır mıydı? Ne gezer! ..
Biz artık yazının canına okuduk. Onu nelere alet etmedik. İçimi
zin, beynimizin güzel, tashihli taraflarını söyleyemediğimiz, söyleme
ye sıkıldığımız. utandığımız, hem temiz. hem de güzel olduklarına
inandığımız şeyleri anlatmak için uydurduğumuz bu işaretleri, artık
kepaze ettik. Yalan söylemek için, birini aldatmak için, bir kötü fikri
müdafa etme k için kaleme sarılanlarımız oldu. Bak gör ki, şu in
sanoğlunun elinde kala kala, yine hep güzelleri kaldı. Onun için yazı
yazmaktan korkmamalı. Kötüsü üç günlük, üç seneliktir. İyisi tarih
olduğundan beri bize kalıyor. Kaybolan yalnız, sevgiliye yazılmış uy
durulmuş ilk mektup ... Merak ettiğim hep o ilk ve en güzel yazı.
Sabahattin Ali (1907-1948)
HANENDE MELEK
Kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir halı ve
etekleri eski bir kilimle örtülü. kürsü kılıklı bir kerevet vardı. Üç ki
şiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine, göze batan
bir ciddilikle oturmuşlardı. İçlerinden biri inmek isteyince. bir met
reye yakın bir yerden atlamaya mecburdu. Hanende Melek böyle za
manlarda küçük garson Hamdi 'yi çağırarak yardımını ister, bir eliyle
onun omzuna dayanıp ötekiyle eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı
uzatırdı. Bu anlar o civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim
fırsatlardı. Baygın. fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir,
tatlı bir şey yenmiş gibi pos bıyıklar alt dudakla yalanırdı.
Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri o
kadar sislenmişti ki, dışarıda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi
işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.
Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendileri
ne güçlükle yol açabiliyorlardı. Çamurlu ayakkabıların tebahhurun
dan hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş olan müşterileri
büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı bastıracak kadar yükse
len bir gürültü, sık sık açılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.
Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları düşü
rerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak uzun müddet
dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini çıka
rıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.
. Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini yük
seltiyorlardı. Bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç dakika devam
eden hakiki bir mücadele oluyor, bazen gürültü galip gelerek saz
mahçup bir eda ile vızıltısına devam ediyor, bazen de, bir hayat kav
gası kadar canla başla yaptığı mücadelenin sonunda kalabalığın biraz
susar gibi olduğunu görünce, sevinçle sesini yükseltiyordu. Böyle da
kikalarda Meleğin ince, biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur,
kendisine çevrilen gözlerde biraz da alaka belirirdi.
Camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili Hüseyin Avni girdi.
Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını önüne
41
42 Sabahatıin A li
delika nlılara taş çıkartacak bir ümit ve yeis silsilesi halinde geçmişti.
İki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve bin bir türlü plan
lar kuruyordu.
Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu için
çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar ve ona
da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı Hüseyin Avni 'nin
kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu. Melek ihtiyar
udinin sesini bastırarak:
diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi
oluyordu.
Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Meleğin ağlar gibi bir ifade
alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. İ htiyar
adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor fakat ancak gırtlağını yır
tar gibi dışarı fırlayan bir " A h ! " duyulabiliyordu. Bir aralık ufak ve
buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak kemancıya gönderdi, biraz
sonra saz eski bir şarkıya başladı:
" Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar! " diye homurdandı
ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.
Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine
çöktü.
Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi her
halde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.
Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu. Udi,
hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay
fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gündeliğini alıp git
ti. Kemancı, Hüseyin Avni 'nin yanına gelerek:
" Nasılsın beybaba! " dedi, başıyla da: " Ne edelim, bir türlü olmu
yor işte ! " der gibi bir işaret yaptı.
Sarhoş ihtiyar:
" E ... Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya? " diye mınl
dandı.
Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek
·garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi eski bir man
tonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri ça
murlanmış ve silinmemişti.
Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek
onun koluna yapıştı:
" Ben götüreyim seni, ruhum ! " dedi.
Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi
ürperdi.
"Teşekkür ederim ... Hacet yok ! " diye mırıldandı.
" Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya?
İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi ! "
Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. Melek
hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne
düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünü-
yordu.
Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:
" Ne demek istiyorsun yani?" dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.
Başını kemancıya çevirerek:
" Ulan ! " dedi. " Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçı
yor! "
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Hüseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir adım
attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.
Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketi
ni alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına toplam-
46 Sabahattin A li
yordu.
Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar, susu
yorlardı.
Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığı
nı bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokul
muştu.
Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar eli
ne geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: " Sen geliyor mu
sun şimdi? " dedi.
Melek kısaca:
" Hayır! "
diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde
kaldı ve sağa sola bakındı.
Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini his
setti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.
Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir is
kemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.
Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi yı
ğılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyor
lardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından
ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne. yağmurun altına bıraktı
lar.
Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan son
ra çırağa:
" Haydi gidelim ! " dedi .
Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibin
de Hüseyin Avni 'nin hata yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıs
lanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çeke
lediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları farket
memişti.
" Babacığım, ne olursun babacığım. hadi gidelim ! " diye ağlıyor-
du.
·
49
50 Orhan Kemal
YALNIZ KADIN
52
Yalnız Kadın 53
çıktık, parka uğrayalım dediniz, daha buna benzer türlüsü ... Canınız
ne isterse söylüyorsunuz, benim de uymamı istiyorsunuz.
- Bir farkla ki, ben bu değişi kliklerden sizin de hoşlanacağınızı
umuyordum.
- Öyle mi sanıyorsunuz? Aslında değişiklik isteyen sizsiniz. Be
ni gerçekten hiç düşündünüz mü? Mesela hastalansam? .. Saçlarım
birdenbire ağarıverse? .. Bir iki yıl sonra beni şimdiki gibi sevmeye
ceğiniz günler gelince? .. Ne bileyim? O kadar gençsiniz ki, ölsem üç
aya va_rmaz başka bir kadına benim kadar aşık olursunuz! .. Söyleyin,
ölürsem ne yaparsınız?
Ben, zar zor geçinen, parasız, küçük bir memurdum. Ne ona ne
de başkalarına söz vermeye, umutlar aşılamaya durumum uygun de
ğildi. Çaresizliğimi bir kez daha duydum.
- Sizi sevmeyeceğim günün geleceğini hiç düşünmedim, dedim.
Sizden ayrılırsam, herhalde ... Sustum, bilmem ama herhalde, çok
üzüntülü olur, diye kararsız, sözümü tamamladım.
Güldü:
- Başka birisi olsa bensiz yaşayamayacağını söylerdi. Ben de
inanmış görünürdüm. Yalan söyleyemiyorsunuz. Zaten sizden hoş
lanmamın sebebi de bu ...
Başka bir kadına belki ben de hiç düşünmeden aynı şeyi söyler
dim. Ama ona karşı yalan söyleyemiyordum. B unu bilmesini, ayır
masını çok istiyordum. Oralı görünmeyişime (:anı sıkıldı. Karşılık
vermedim. Eğildi, gönlümü almak istercesine yüzüme baktı. Gülüm
semeye çalıştım.
O sırada parkın gerilerinden kopan bir esinti kavakları dolaşıp
üstümüzdeki akasya dalları arasından hışırtılarla geçti. Saçları yüzü
me doğru uçuştu. Cigarasını attı. Elleri dizleri arasında büzüldü. Ka
dınca bir edayla ürpererek içini çekti:
- Üşüyorum, niye getirdiniz beni buraya? Bakın ellerim buz gi
bi ...
B ana uzattığı ellerini sağ avucumun içinde sıktım. Sol kolumu
omuzundan doladım, gövdesini göğsüme doğru çektim. Dudakların
dan uzun uzun öptüm. Önce teni buz gibiydi. Öpünce ısındı. Başını
biraz ayırıp omuzuma dayadı. Sol elini avucumdan ayırdı. Ceketimin
yakası altına yerleştirerek, aşağı yukarı dolaştırmaya başladı. Büsbü
tün değişmiş bir sesle sordu:
- Neyimi seviyorsunuz benim bu kadar? Ne var bende?
Değişivermiştim. Bütün yaşama isteklerimin dalga dalga artan
bir sıcaklıkla damarlarımda dolaştığını, ona doğru atıldığını duyuyor
dum. Dudaklarım saçları arasında, şakaya vurdum:
- Düşünmedim! ..
54 Necati Cumalı
Hafif doğruldu:
- Sahi söyleyin, ne var bende? Ben de öteki kadınlar gibiyim.
Sadece kadınım o kadar. . .
B e n karşılık vermeden o devam etti:
- Ne deseniz boş ! Sizin çağınız bu. Aşk çağı! Yirmi beş yaşında
sınız, kimi olsa böyle seveceksiniz! Yirmi beş yaşında ben de böyley
dim. Delicesine aşıktım. Sevmek sevilmek isterdim. Dünyada aşktan
daha önemli bir şey yok sanırdım ...
- Ya şimdi?
- Şimdi de seviyorum ... Yalnız sizin gibi değil, başka türlü!
Sesinden anladım ki, seviyorum derken düşündüğü ben değildim.
Hayatının bilmediğim yönleri çoktu. Bana söylemek istemediği şey
leri de, ben sorup öğrenmek istemiyordum. Arkadaşlığımızda garip
bir boşluk vardı. Er geç hoş kaçmasa da bazı şeyler öğrenecektim.
Aldırış etmez görünerek sordum:
- Kimi?
- O kadarını söyleyemem, sizi değil!
- O sizi sevmiyor mu?
- Seviyor herhalde.
- Peki ya ben? Ben neci oluyorum?
Aramızda rahatsız edici kısa bir sessizlik geçti.
- Oo! dedi. İkiniz bambaşkasınız. Onu yıllardır tanırım. Arka
daşım, dostum, artık ne isterseniz deyin ... Sonra sizin gibi değil. Ol
gun ... Böyle bir durulup, bir taşmıyor! Size hayatımı bağlayamam ki !
Sizin yanınızda gençleşiyorum, canlanıyorum ! Bunu sırası gelince
anlarsınız. Hem belki sizi de seviyorum! İyi çocuksunuz! Nedir ki si
zin gibi aşık değilim. İkisi birden olamaz mı sanıyorsunuz?
- O biliyor mu bunu? Kıskanmıyor mu?
- Biliyor belki! Görmüştür ya da duymuştur. .. Belli etmiyor!
Hafif doğruldu:
- Peki siz niye kıskanmıyorsunuz?
Duraladım:
- Hakkım yok ki! diye mırıldandım.
Yeniden sıraya yaslandı:
- Doğrusu da bu! Ne onun, ne de sizin kıskanmaya hakkınız
yok !
Yine sustuk. Söylemek istediğimi iyice bulamıyordum.
- Kimdir bilmiyorum, dedim. Ama hayatınızı bağlayabileceği
niz biriyse aranıza girmek istemezdim! Tanıyor muyum? Nasıl
adam? Söylerseniz belki bir karar verebilirim . . .
Dudak büktü:
- Gereksiz olur!
Yalnız Kadın 55
- Neden?
Ayakkabılarının ucuna bakarak:
- Bilmem ! dedi, sormayın. Düşünmek istemiyorum ...
Sustum. O, sıranın gerisine kolunu uzattı. Hemen gerimizdeki
taflanlardan bir iki yaprak kopardı. Sonra yaprakları parmakları ara
sında hafif hafif yırtarak konuşmaya başladı:
- Siz dünyada aşk var mı sanıyorsunuz? Sadece alışkanlıklar
var! Aşk varsa da altı ay, bilemedin en çok bir yıl sürüyor! Gerisi
hep alışkanlık ...
YAŞAMASIZ
57
58 Viis 'at O. Bener
BOŞ SEVİ
Aslı 'yı böyle düşünürdü hep. Genç bir İstanbul kızı olarak değil.
Çeşitli anlamlar yüklü bir yaratık gibi. Onun yanındayken yalnız
gözlerine, ellerine bakardı. Saçma sözler söylerdi. Ne diyeceğini şaşı
rırdı. Utanır sıkılırdı hiç yoktan. Yanı başında bulunması yeterdi.
Aslı demesi yeterdi mutluluğuna. Elini tutması, yanında yürümesi,
onu bir yerde beklemesi, geleceği dakikaların önü sıra onu yaşaması.
Yüksek merdivenlerle çıkılan bir odada, basık tavanlara, dört yanı
dolduran kitaplara bakarak beklerdi. Bazen bulutlu olurdu hava.
Tam karşıdaki çınarın yapraklarına iri damlalar düşerdi. Lambayı
yakardı. �okak görünmezdi penceresinden. Hep yan yapının kara
duvarı. Kargaların konup uçuştukları çınar. Bir kitap alır okumaya
çalışırdı. Bir kağıt çeker yazmak isterdi. Boştu tüm çabalar, boştu
avuntu arayış. Odanın içinde ne ilişse gözüne, " Aslı " derdi. Aslı yol-
61
62 Oktay A khal
da. Aslı geliyor, Aslı tramvaydan indi, Aslı yazlık pabuçlarını giy
miş, Aslı 'nın sırtında sarı bir rop var, Aslı bir Paris şarkısı mırıldanı
yor, Aslı alt kat merdivenlerinde, Aslı basamakları çıkıyor. .. Bekler
di. Dünyadan kopmuş. uzaklaşmış. Adını sorsalar bilmezdi artık.
Kim olduğunu. ne aradığını, ne beklediğini. Beyaz bir kağıda çizgiler
çizerdi. Bu çizgilerde iç dünyanın karışık. dolaşık anlamsızlığı vardı.
Ne yapacağını, ne edeceğini bilemeyen bir insanın boşluğunu dile
getirişi. Camda kirli bir yüz görürdü. Eski tanıdık bir hayal. Utanırdı
o yüzden. Yarı yaşında bir genç kızı bekleyen adamın acı gülünçlü
ğünü görürdü. Çektiği heyecan, telaş ne kadar gereksiz geliverirdi.
Çok uzak yılların ötesinde unuttuğu duygular. izlemlerdi bunlar. Ni
ye geri dönmüşlerdi? Niye gene onu sarmıştı. gecikmiş bir seviye
onu itelemişti. Geçmişte sevileri, sevi sanılarını sevdiği kadınları ha
tırlamak isterdi. Onları yüzleriyle canlandıramazdı. Hepsi de As
lı'nın görünüşüne bürünürlerdi. Onun esmer yüzü, incecik, boyasız
dudakları, yıldızlı gözleri, genç vücudu. Rüzgarlı sıcak havası. Ilıksı
dudakları. Aslı sanki şu son üç dört yıl içinde gene kızlığa erişiver
miş dünkü çocuk, dünkü ilkokul öğrencisi değildi. Aslı'yı ilkokula
giderken. evinin önünde ip atlarken, top oynarken görürdü. Düşün
deki bütün küçük kızların tümü Aslı ' nın kişiliğini alırdı. Onun daha
ilkokula gitmediği günlerde kendisinin gene böyle aşk tutkuları, aşk
mutluluklarının üzüntüsü içinde yaşadığını düşünürdü. Bu düşünce
lerle sıkıntısı artardı. Nasıl olurdu bu? Nasıl sevebilirdi bu kız kendi
sini? Nasıl seviyor görünebilirdi? Ya kendisi, bu 1 8 yaşın güzelliğini,
eşsizliğini nasıl kendisine mal etmeye kalkışabilirdi? Hayat ona kar
şıydı. Nesi varsa. Nesi yoksa. Geçmişi. kişiliği. eski anıları, bağları.
zorunluklar. görenekler, gelenekler, yasalar, alışkanlıklar. Hepsi,
hepsi. hepsi ona karşıydı. Aslı ' yı ondan uzaklara iterdi. Kapı tıkır
dardı birden. Aslı geliverirdi. Daracık oda genişlerdi. Sıcak elleri.
dudakları. Kelimeleri, havası, gençliği. İstanbul 'un, aşkın yıpranma
yan tazeliğini duyardı onda. Hazırladığı uzun sözleri unuturdu. Kar
şılıklı bi[er sandalye çekerlerdi. Aslı ona kendinden bahsederdi. Kü
çük günlerinden. Lise hayatından, evinden, annesinden, babasından.
kendisine gelen mektuplardan. Sevi sözü etmemeye çalışırlardı. So
nuçsuzdu sevi sözleri. Sevinin kendisi. Çıkmazdı. Çıkmaza girmekti.
En iyisi dostluktu. Dostluk havasını sürüp götürmek. Yapamazdı
ama. Uzunca bir susuş uzardı. Aslı masanın çekmecelerini karıştırır
dı. Kitaplardan cümleler okur, beyaz kağıtlara imzasını atardı. Sonra
birden başını kaldırıp bakardı ona. Gülümseyiverirdi. Kulaklarında
ki uzun küpeler titreşirdi. Kolundaki altın bileziği gün ışığını yansı
tırdı. Onun mahzun gözlerindeki acıyı sezerdi. Elini tutardı, sıkardı.
Erkek bazen çıkalım, bir vapura binelim, bir yerlere gidelim demek
Boş Sevi 63
denize, göğe . Bir ufak penceresi vardı Aslı'nın denizi gören. Vapur
lar, sandallar hep onundu. Mutluluk, yaşama sevinci, aşklar. özlem
ler, umutlar Aslı'nındı. Aslı demekti. Aslı hayatın yaşamaya değer
nesi varsa hepsini topluyordu özünde. Aslı gelip geçici bir rüzgardı.
Dediği yerlerden anısı geçmezdi ama. Düşlere düş katardı. Anılar
bırakır, geçerdi. Bir şubat gecesi o yüksekteki odasında soluk bir ışık
altında kendinde yeni bir dayanma gücü arayan adam da, Aslı ' nın
gerçekten var olup olmadığını, onun hala şehrin bir köşesinde yaşa
yıp yaşamadığını düşünüyordu. Aslı onun için hem var hem de yok
gibiydi. Sadece anısında yaşamıyordu Aslı. Kendisi vardı, kendisiyle
beraber mutluluklar. yaşama güçleri. " Aslı gelecek. " dedi içinden.
Aslı bir kış. bir bahar, bir yaz. bir güz günü çıkıverecekti yeryüzüne.
Yüksek merdivenlere tırmanıp odasına gelecek. Bir bakışı, bir gülü
şü. bir kelimesi ile onu hayata çekecek. Aslı bu dünyada var olduğu
için o da, yaşayacaktı. Bir gün gelir, aşkını, düşlerini, serüvenini geti
rir diye. Bu umutla. Bu umudun en küçük kırıntısıyla. Tükenene
dek.
Tarık Dursun K. (1931)
KUM SAATİ
65
66 Tarık Dursun K.
İLİK
gözleri aralıktı. İki damlalık yeşille kara karışımı bir ışık sızıyordu
aralarından.
Açtı. Kapıyı kapadım, bekledim .
" Geldin mi? " diye sordu.
Sıkıntıyla,
" Geldim, " dedim.
Of çekti, başını pencereden yana döndürdü. Öyle duruyordum.
Oda ılıktı, içeri girer girmez saçlarından, kaşlarından, kirpiklerinden,
kulak memelerinden insanı yakalıyordu; karıncalıyordu.
" Hadi gel yanıma, " dedi.
Kıpırdamadım. O da kıpırdamadan bekledi. Kolunu yorgandan
dışarı uzattı - o öpe öpe doyumsuzluğumu büyüten kolların biriy
di - perdenin saçaklarına parmaklarını doladı: - ince, kadınsı kadınsı
parmaklardı, uzun tırnaklı, tırnaklarının araları yavaştan kire yürü
müştü - sinirli sinirli sıktı. Şapkamı çıkardım, atkımı boynumdan al
dım.
" Gelsene, hadi, " dedi.
İnatçıydı, beklemeyi iyi bilirdi.
Duruştuk. Bu, kendinden doğma deli güvenliğini yıkayım kıra
yım istiyordum.
Başını çevirip bana baktı. İyicene görüyordu yavaş yavaş atkıyı
indirdim. Ama bir adımlık olsun ilerlemedim. Kalın bir sesle,
" Gel! " dedi yalnız.
Atkıyla şapkayı bir sandalye üstüne bıraktım. Paltomun birinci
düğmesini iliğinden ayırdım. Gözleri ikinci düğmedeydi. Uzatacağı
mı biliyordu da korkuyordu.
" Hadi gel öyle, öyle gel. . . " dedi.
Dayatamadım. Yanına yürüdüm. Yatakta az kaydı, çekildi.
" Şuraya otur . . .
"
EŞİK
GÜNDELİK
73
74 Ley/fi Erbil
77
78 Erdal Öz
Yılın en kısa günleri artık. Güneş çekilir çekilmez toz renkli bir
akşamüstü serinliğinde insan erken acıkıyor. Ayaküstü bir şeyler yi
yoruz; kentin işten döQen kalabalığından da biraz olsun kurtulmuş
gibiyiz. Havaların soğuk gitmeyişi sineklere yaradı. Camlarda ayna
larda hala onlar, hala onların noktaları. Yüzü, aynada, alışmadığım
bir yüz gibi. Nedense o kadar da güzel değil. Rahat yiyişini seviyo
rum. Onda acıkan az yese bile acıkan bir kadının sıcaklığı var her za-
Uçucu Bir Koku Gibi 79
man. Diri diri ısırıyor elindeki kaşarlı tostu. Yaşamaya bir ucundan
sıkı sıkı tutunuşunu seviyorum.
Ne kadar tıraş olsa yüzü sakaldan kurtulamayacak bir adam irisi
var aynada, tam arkasında; turşu suyunu bir dikişte bitiriyor, yenisini
istiyor. Bir on bardak içebilir diye düşünüyorum.
Bir sarışın küçük çocuk başı, sosisli sandviçini bekliyor sabırla.
Ayran suluca ama soğuk. Birer ayran daha istiyoruz.
Dışarıda güzün esmer akşamüstlerinden biri. Işıklar yanmaya
başladı bile. Karşıdaki kitapçının yanındaki vitrinde bir yığın Ameri
kan eşyası. Buzdolapları, çamaşır makineleri, çeşit çeşit sıkma, kö
pürtme araçları. Elmanın çekirdeğini kırmadan çıkarma makinesi de
var mıdır aralarında? Vitrinin önünde birtakım insanlar; bir sinema
nın afişine bakar gibi bakıyorlar.
Çıkıyoruz.
Anacaddelerden korkar o. Sevmez kalabalıkları; benim gibi. Bir
de görülmek korkusu tabii. Arka sokağa yöneliyoruz. Yine her za
manki gibi sokulgan, her zamanki gibi yüzü bana dönük yürüyor.
Sormuyorum. Sormamı bekliyor. Sormayacağım.
Bir şey söylemek için döndüğümde, gözlerini yine yüzümde bulu
yorum. Yakın, ama korkulu, gülümsüyor. Korkusunu uzun süre taşı
yacak yanımda, biliyorum.
" Nereye gidiyoruz? "
" Nereye istersen . "
" Sen n e iyi b i r insan oldun . "
" Ne demek o? "
" İyi oldun. Sana iyi davrananlara sen de çok iyisin. "
" Ne var bunda? Doğal bir şey. "
" Kötüydün sen . "
Elimi tutuyor. Eli korku içinde. Alıştım ona. Elini tutunca, ayak
larımı daha bir güvenle basıyorum yere, farkındayım. Hayır sorma
yacağım. Oysa sormamı bekliyor.
" Bu gece ne yapacaksın?" diyor.
" İçerim belki. Düşünmedim . "
Elini çekiyor. Yine görülme korkusu olmalı. Evet, birine selam
veriyor. Gözleri yine gizlice yüzümde, biliyorum. " Kimdi? " diye sor
mamı istemediği belli. Ama sormayışını onu daha da tedirgin ediyor.
" Dün gece uyumadın mı? "
" Uyudum. "
İnanmıyor. Gerçekten uyudum oysa.
" Yorgunsun. "
Gerçekten yorgunum.
" Yüzün yorgun. Çok mu çalıştın bugün? "
80 Erdal Öz
Onu bulmuş olmanın rahatlığı içinde, onu tam yanın saattir bek
lemiş olmanın sözde haklı öfkesiyle konuşuyorum. "Tam yanın saat
ttr buradayım. "
" Sevgilim, yemeği geç verdiler, kalkamadım. " Öyle alışmışım k i
yüzünün ürkekliğine. " Çok mu kızdın? "
Yokluyorum kendimi: Hayır, pek kızgın değilim. Daha doğrusu
kızgın değilim. " Saçların çok güzel olmuş, " diyorum.
Şaşırıyor. Ne diyeceğini bilemiyor.
" Taksi ! " diye sesleniyorum.
" Sevgilim, pastaneye gitmeyecek miyiz?"
" Hayır. "
Taksinin kapısını açıp önce ben giriyorum. O hep sonra girer.
" Kavaklıdere' ye lütfen. "
Gidiyoruz.
" Niye pastan ede oturmuyoruz? "
" B oşver. Bir sürü it kopuk. "
" İt kopuktan bize ne sevgilim. Biz ikimiz," baş başa bir köşede . "
Elimi sıkıyor. " Paran yoktu senin . "
" Var. B uldum biraz. "
Sokuluyor. Başını omuzuma dayıyor. " Çok tatlısın."
Öyle yakın ki bakıştan.
" Gül biraz n 'olur. "
Gülüyorum.
" Nereye götürüyorsun beni ? "
" D ragon'a. Seversin orayı sen. "
" Ama benim karnım tok, yemek yedim ben. "
" Biliyorum, ama benim karnım aç. "
B aşıyla ' peki' diyor.
Eğilip öpüyorum alnından. Uçucu yanık bir karanfil kokusu bur
numda.
Sesimdeki sitemi anlıyor. " Yoo, erken daha. " Bunu söylerken si-
temimi sitemle karşılamaya çalışan bir yüz kullanıyor.
" Şu üstündekini çıkarsan iyi olur. Dışarıda üşüyeceksin. "
" Taksiyle götürürsün, üşümem . "
Yüzünü iki küçük elinin içine almış bana bakıyor.
" Dün gece garip bir düş gördüm . "
" Anlatsana, " diyor. Toparlıyor kendini, arkasına dayanıyor.
" Karmakarışık bir düş. "
" Olsun. Anlat. "
" Gece üçte yattım. Yarı uyur yarı uyanık döndüm durdum saba
ha kaoar. Bir yığın yarım yamalak görüntü, kesik kesik. Bir ara kimi
gördüm dersin? "
" Kimi ? "
" Kocanı. "
Gülmüyor bile. Gözleri küçülüyor.
" Öyle işte . "
" Anlatsana. "
"Ne anlatayım. "
" Kocamı görmüşsün. N e yapıyordu kocam? "
" Sevişiyordu seninle. "
Başını eğiyor, iki yana sallıyor.
" Doyuruyordu seni. Bağırıyordun. O da tıpkı benim gibi seni
susturmaya çalışıyordu; ağzını kapatıyordu . "
Uzanıp elimi yakalıyor masanın üzerinde. " N 'olur sevgilim kapat
bu konuyu , " diyor.
Susuyorum.
Neden sonra, " Onunla sevişmiyorum artık, anlamıyor musun? "
diyor. " Sevişemiyorum. Seni tanıdıktan sonra bitti her şey. Eti ya
bancı geliyor bana, itici geliyor; iğreniyorum. Sevişmek zorunda ka
lınca da gözlerimi yumup seni düşünüyorum, seni yaşıyorum; seninle
sevişiyorum. " Eğilmiş masanın üzerine, bana bakıyor. Gözleri koca
man. Fısıldıyor: " Hadi gidip sevişelim sevgilim. Tanrının kaldığı yeri
bir daha göster bana, öğret; unuttum; iyice öğret. " Vuruyor elimin
üzerine. " Hadi . "
" Nereye? "
" Bize . "
" Kocan? "
" Bu sabah gitti. Güneye uçtu."
Toparlanıyor.
Hesabı istiyorum.
" Bir kahve daha lütfen, sade olsun. Varsa bir de soğuk maden
Uçucu Bir Koku Gibi 85
sodası. "
Sonra gene sıkıntı. Gene bekleyiş. İşte o zaman ıçım yazmaya
başlıyor. Gözlerimi tavanın herhangi bir köşesine dikip ona söyleye
ceklerimin ilk alıştırmalarını yapıyorum.
Kalkıp gitmeli mi? En iyisi gitmek. Doğruca eve. Beş dakika da
ha bekleyiır-. "
Bu 'beş dakika daha ' nın içinde, onun gelmesini isteyen önü alın
maz bir sabırsızlık da var. Ve bu sabırsız isteğin de anlatılmaz bir ta
dı. Dakikaları sündüre sündüre uzatışın doyulmazlığı, acı bir sevinç
belki; yıldırıcı ama güzel.
Bu gece onu aramayacağım. Telefonumu bekler. Beklesin.
Saati durmuş olmaz mı? Ya ansızın döndüyse kocası? İşte yine
onun adına, oturmuş, küçük yalanlar düşünüyorum.
Oysa yalan da atamaz. Beceremez. Atacak olsa bile-bağışlanacak
türdendir. Üstelik kendi küçük yalanma önce kendi inanır, sonra da
kendi üzülür; yalan da yalan olmaktan çıkar.
Onun adına tasarladığım küçük yalanlar bile onun gelmeyişine
çözüm getirmiyor.
Sözünde durmuyor, gelmiyor ve ben hala onu bekliyorum.
Kurtulamadım. "
" İşim var, deseydin. Birine sözüm var, deseydin . "
" Dedim. B i r arkadaşımla buluşacağım, dedim. Dinletemedim.
Tam Gülercan ' m falına bakıyorum, kapı çalındı: kocası Orhan. O da
fal diye tutturdu. Kalkıp bir kahve de ona pişirdim. Tam falına bak
maya hazırlanırken, camdan seni gördüm. Acele Orhan 'ın fincanına
bakıp bir şeyler uydurdum. Çocuklar kusura bakmayın, kalkmak zo
rundayım, dedim. Kalktılar, birlikte çıktık. İlle seni gideceğin yere
arabayla bırakalım, diye tutturmazlar mı? Güç kurtuldum ellerin-
·
den . "
Öyle hızlı konuşuyor ki. Sonra birden yavaşlıyor: " Hep sendeydi
aklım . " Durup yüzüme bakıyor. " İnanmıyorsun bana değil mi? "
İnanıyor gibiyken inanmıyor olmayı seçiyorum.
" Sevgilim niye konuşmuyorsun? Yanındayım bak. Bu benim . "
Sarılıyor boynuma. Sonra birden geri çekiyor kendini, kollarımdan
sıkı sıkı tutup gözlerimin içine bakıyor.
" Çok korktum sevgilim. B ilge de gelecek, dediler. Seni camdan
görünce, onunla karşılaşmandan korktum. Bana kızgın olduğunu bi
liyordum, kızgınken onu görmeni hiç istemedim. Öfkeyle gidip ko
nuşabilirsin onunla diye geçirdim içimden. Koşarak geldim sana. Se
ni bulamasaydım ölürdüm. Seni onunla düşünmek bile korkunç bir
şey. Karşılaşsaydın, ne yapardın? Gidip konuşmaz mıydın? "
" Bilmem. "
" Seni kaybetmek istemiyorum. Sensiz bir tek gün bile dayanıl
maz, katlanılmaz geliyor bana. Öylesine girdin ki yaşamıma. Aslında
sensizliğe yavaş yavaş alıştırmalıyım kendimi diyorum. "
" Bir gün nasıl olsa olacak bu. Doğal bir şey. "
" Doğal mı dedin? "
"Güzelim, hayatımın sonuna kadar böyle boşlukta asılı kalamam
.
k ı. "
Gözleri kocaman.
" Çünkü beni kaybetmemek için yapacak hiçbir şeyin yok senin.
Ben her şeyi denedim. Oysa sen, yalnızca, kaybetmek korkusu için
de kendinle boğuşuyorsun. Benden çok, beni kaybetmenin kendisiy
le dolduruyorsun yüreğini. Bir çözüm aradığın da yok. Bir gün ben
de başımın çaresine bakmak zorunda kalabilirim. "
" Ben n e yaparım o zaman? "
" Bilmiyorum. "
" N asıl acı çekerim. Offf. "
" Ben de en az senin kadar acı çekerim. "
" Benim kadar mı? Ne bilirsin sen acı çekmeyi? "
" Nedenmiş o? "
Uçucu Bir Koku Gibi 87
88
Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası 89
ne, belki, ancak o zaman ölünebilir. Yok şu sırada aşk sahneleri oy
namak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu
sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircilerin bolluğu yü
zünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göre
medi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz
bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi
konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmek, bir cümle fazla konuşmak,
taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan
akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak.
Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine.
- Yarın taşınıyoruz. Bir kamyon tuttum. Bütün eşyaları yükle-·
- Halıyı kirletme!
- Yırtacağım.
- Bunlarsız yazamam.
- Yazma!
Erkek bilyaları cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı.
Çelme atıp kaçacak.
- Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek.
- Her şey ikimizin.
- B u kitap benim ama.
Bir tuğla, bir tuğla üst üste, bina büyüyecek yeniden.
Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayak
ta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne.
Adam eşyaların ortasında, dimdik, bunu hiçbir buldozer yıka
maz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapı
vermeli.
Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü, bir kadından,
iki kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın
çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptallıkların şampan
ya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği
perdelere, analarıyla yuvalarına dükkan dükkan perdelik kumaş ara
yan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlüğü düşürmeye çalı
şan kaynanalara, evli misiniz diye soran evsahiplerine, kontratlara,
ütülü çamaşır sepetlerine " şampanya adını duymuş bütün kızlara "
nanik yaptı.
Necati Tosuner (1944)
92
Bir K1Za Söylenememiş Birkaç Söz 93
"Beni bırakma.
Sil içimden şu korkuyu. Kaldır aramızda duran soru
işaretinin karanlığını artık. İri, koyu ve sinsi karanlığını
kaldır soruların. Seni istiyorum, beni bırakma. "
Bakışıyoruz.
Bir esinti bütün sıcaklığıyla geliyor, yakıyor, kavuruyor beni.
" Seni öpeceğim ... " diyorum.
Ben ona yaklaşırken kaçınıyor o. Dizim değiyor dizine.
" Hayır, bunun için gelmedim ... " diyor.
Çekiliyorum.
Bakışmıyoruz.
Sanki bir yerlerde akşam oluyor. Sanki soba yanıyor değil artık.
Belki saydam bir şey kırılıyor aramızda. B üyüyor soru işareti, kararı
yor.
Bir bira bardağı. Çarpılan bir kapı. Betonun üzerine düşen anah
tarın bin parçaya bölünen sesi. Aceleyle doldurulan bir valiz ki bir
yığın bez. Gömlekler, eteklikler, mayo ve havlular. Topuğu eğrilmiş
bir terlik. Bir krem kutusu. Saç tokaları. Dayanılmaz zavallı nesne
ler. Ayrıntılar. Öfke, az gözyaşı.
- Gidiyorum ben ... Geçirmeye gelecek misin?
Gelmeni istiyorum. Gece de ondan. Yani gelmen gerekir. Ne de
olsa ... Kopamayız böyle ansızın. Geçirsen iyi olur. Bir kadın bu saat
te tek başına ... Belki otobüs kalkıncaya kadar. O kısa sürede bile bir
şeyler düzelebilir çünkü. Gitmeye kalkmakla kafa tuttuğumu yüzü
me vurabilirsin, haydi otur oturduğun yerde diyebilirsin. Çözülürüm.
Çatıda cırlayan ağustos böceğini duyuyor musun? Kıyı dingin. Gide
bileceğime inanmıyorum. Sen de biliyorsun bunu. Ama kibir ve kız
gınlık dikeliyor aramızda. B ir şey söyle şimdi ... Zaman kazanalım.
Ya da otobüse kadar gel...
- Yo, hayır. ..
- Peki. Şimdilik evde kalacağım. Sonra bir yer bulur taşınırım.
- Evet. Olur.
- Gerekli ayrıntıları sonra konuşuruz. Sen geldiğinde. Yani ko-
nuşmamız gerekir.
Biraz daha uzatmak. Tutunmaya çalışmak olumsuzluklara. Anlı
yor bunu. Elleri cebinde. Yüzü rüzgarlı ve solgun. Katılık ve kayıt
sızlık maskesini takınmış. Sonra ağlayabilir ama şimdi bana kahra
manca güle güle diyecek.
- Konuşuruz. Ayrıntıları, bütünü ...
- Hep gereksiz ayrıntılar üzerinde durduk. Birlikte olduğumuz
sürece...
- Evet, sen öyle yaptın.
Şimdi de ayrıntılar egemen. Bu anın önemini kavrayamıyorum
bu yüzden. Karanlık, gölgeler içinde görüntüler ve ağırlık. Derinler
de korku ve panik. Çatının ayışığına çapraz düşmüş kara üçgeni.
Hem dikleniyor hem boyun eğiyorum ve bu onu çileden çıkarıyor.
Bu yüzden gizlenerek sürdürüyorum.
- Hoşça kal, iyi tatiller. Bensiz rahat edersin artık.
- Gerek yok bu sözlere. İyilikle ayrılalım. Güle güle ...
Gidip eve kapanacağım. Ne denli yalnız olduğunu duyurmak
95
96 inci A ral
için. Ona gerektiğimi anlamalı ... Elleri cebinde. Bir an önce git artık
dercesine. Gitmem ya da kalmam hiçbir anlam taşımıyormuş gibi.
Ama yarın ben olmayacağım. O zaman anlayacak yitirdiğini. Yo. ha
yır. Hiçbir şey olmamış gibi gidip kumlara yatacak yarın sabah bili
yorum. Gazete okuyacak güneşlenirken. Balık alıp kızartacak. Kı
zartırken bana gerek olmadığını düşünecek. Öğle uykusu uyuyacak
hiçbir şey olmamış gibi. Gülüp konuşacak başkalarıyla. Herkesin ta
sasıyla, sevinciyle ilgilenecek. Kendi başına hiçbir şey gelmemiş gi
bi ...
Havlularını yıkayıp güneşe asacak. Ben gitmemişim, bitmemiş,
hiçbir şey olmamış gibi. Ben uzakta toza bulanmış evi süpürürken,
yer silerken, boğulurken, boğulurken sıcaktan, inat ve sıkıntıdan, toz
bezleriyle ve perdeler yıkanacakken . . . Ki kimseye anlatamazsın.
Çünkü hep o iyidir ben kötü. O haklı, ben suçlu . . .
Yapraklar dökülüyordu. Uzun uzun yürümüştük. B e n onu bul
maya hazırdım, o bende aradıklarını. Yokuşlar çıkıp indik. Beni
ayakta tutan biri olsun artık istiyordum. Nesneler, evler, kurallar
arasında bütünlenecektim. Yapraklar dökülürken zaman dönüyor.
Sonra eve gittik. O biber kızarttı ben bulaşıkları yıkadım. Çünkü yı
kamamış biriktirmişti. Yemekten sonra kahveyle konyak içtik. Her
şey güzeldi ve güzel olacaktı. Ve bulaşıklar birikmeyecekti artık ...
Ama işte yarın biriktirmeye başlar. Ben gidiyorum ya rahat ede
cek ...
- Hoşça kal...
Gecenin karanlığına, yola çakılan iki uzun ışık izi. Motor sesinin
yükselişi, küçük bir sarsıntı. İnanılmazlıkla, zaman içinde kesinlikle
bir şeylerin düzeltilebileceği umuduyla geride bırakmak onu. Oysa
kesin de olabilir. Böyle biriyle her an bitebilir, her an yepyeni olarak
yeniden başlanabilir. İşte arkasını döndü bile. Uyuyacak şimdi. Gi
dip yatıp uyuyabilecek. Hiçbir şey olmamış, kaç kez zaman dönme
miş, birlikte onca güzel şey yayamamışız, ve ben şimdi onu bırakıp
gitmemişim gibi . . . Ya da gidişim çok olağan, çok gerekli imiş gibi.
Onun için işte karanlık ve ağırlık . Ve midemin üzerinde bir değir
men taşı ki kusacağım şimdi.
Motorun uğultusu. gölgeler içinde zeytin ağaçları. İnanılmazlık
ve yoksulluk. Bende bulduklarını aradıkları sandı. Biber kızarttı.
Kahveyle konyak içtik. Sonra sevdim onu. Büyük ellerini, saçlarını.
Ne zaman gülse binlerce güvercin havalandı yüreğimde. Onu, seve
cenliğini, içtenliğini, rahatlığını, ellerini, saçlarını ve en çok gülüşünü
sevdim sonra. Ve korktum yitirmekten. Ev içleri güvenlik doludur.
Bulaşıkları hiç biriktirmedim.
Aykırı Sevgi Üstüne 97
gezerken ... Daha neler varken ve dünyanın dört bir yanında, say
makla bitmezken yani ... Bir kadınla bir erkek arasındaki o aldatıcı
uyum uyumsuzluğa dönüşebilir. Derken bir gece, bir kıyıda çatının
gölgesi ayışığına çapraz düşmüş kara bir üçgenken ve cırcır böcekle
ri öter dururken o güvenlik dolu evin bir duvarı durup dururken çö
küverir ... Tabaklar, bardaklar, küllükler ise sonsuza dek sürer. Sü
pürgeler, aynalar, saç tokaları, plastik bulaşık tasları ve yer silme ko
vaları.
" Merhaba, " dedin beni görünce. Sevince benzer bir esinti yüzün
de. U mutsuzluğa yakın bir umut. Ama yalnız ben sezebilirim bunu ...
yoksa kayıtsız. Döneceğimi biliyordun. Bu yüzden kolay çırpıntıyı
boğmak. Sıkışınca başını yıldızlara kaldırmak ve gelişi güzel sözcük
lere sığınmak.
Geldim işte, döndüm. Seni ne yitirdiğime ne yeniden bulacağıma
inanamadan. Bir tek sana duyduğum inanç eksiksiz. Ki 'yeterince ta
nımıyorum seni. Bir kuşkuya bir şaşkınlığa bırakıyorum günlerdir
düşüncemi. Uzun yol boyunca da bu çizginin iki ucu arasında gidip
geldim.
Kaygı içimde taşlaşmıştı. Beni nasıl karşılarsın bilmiyordum.
Renkli bir fotoğrafta sigara içiyordun. Bir arabanın yanında ayakta
durmuş kayıtsız güle güle diyordun bana. Uykumun ortasında göv
demi kavrayıp başımı kolunun çemberine sıkıştırıyordun. " Sevgiyi
senin gibi algılamıyorum ben , " diye bağırıyordun.
" Hep bir arada ya da sürekli ayrı yaşayabiliriz ama gene de birbi
rimizi sevebiliriz ...
"
1 01
1 02 Nazlı Eray
basan.
Ama odamda yalnızım. Yeni boyattım duvarları. Tepede, senin
bana geçen hafta armağan ettiğin Japon lambası asılı. Başucumda, o
gece pizzacıda kutusu ile masanın üstüne koyduğun armağan; uçuk
mor renkli saat... Ertesi gün getirdiğin kırmızı karanfiller. .. Senden
bana son kalan şeyler işte bunlar.
Yeni açılan otelin çay salonunda oturmuştuk. Seni çok özledim.
O günden sonra bir daha hiç görmedik birbirimizi.
Evet, Gülen Gözler Pastanesi ...
Hep aklımda orası.
Bak gene ağlıyorum.
Yarın doktoruma gideceğim.
Verdiği ilaçları alıyorum.
İçim yanıyor, buna can dayanmaz. Yok yere onca güzel şeyin yok
olup bitmesi kahrediyor beni. Ufukta kaybolmak üzere olan, uzakla
şan, giden bir geminin izi gibisin. Renkli ışıklar, kahkahalar, güverte
deki cazbant 'ın sesi; dans edenler. .. Mutluluk ... Uzaklaşıp, gidiyor.
Ah, ne olur, bir mucize olsa !
Belki böyle üzüldüğümü, ağladığımı bilsen, dayanamazsın. Çün
kü yıllardır çok sevdin beni ...
Ama senin yanında hiç ağlayamam. Belli edemem sevgimi.
Yatağımda döndüm. Kulağımın dibinde incecik bir fısıltı duy-
dum.
" Ağlama. Nasılsın? " diyordu bir ses.
Başımı kaldırıp baktım. Sen oradaydın.
Ufacıktın, başparmağım büyüklüğündeydin. Üstünde Avni 'den
birlikte aldığımız yeni gömleğin vardı. Hani dayının oğlunun nişanı
na giydiğin ...
Siyah montun kolunun altındaydı. O gece, birlikte seçmiş olduğu
muz çiçek çok beğenilmiş; sarı bir ikebana aranj manı idi; dönünce
bana anlattıydın . . .
Yatağımda doğruldum. Gözyaşlarımı durduramıyorum k i , ne
korkunç ... Sana yağmurlu bir günde pencerenin ardından bakar gibi
yim.
Yastığımın üstüne bağdaş kurup oturdun. Elimle dokundum sa
na. Bana bakıp gülümsüyordun. Yumuşacaktın. Her şey düzelmişti.
Zaten her şeyin neden bozulduğunu ben hiç anlamamıştım ki.
Gözlerime inanamıyorum.
" İyi misin? Rahat mısın orada? " diye sordum.
Yastığın üstünde oyuncuktan yuvarlandın, ödüm koptu yataktan
düşeceksin diye; kenara gelmeden tuttum seni. Avucumun içinde
dimdik ayakta durdun. gözlüklerini düzelttin.
1 04 Nazlı Eray
109
1 1 O Zeynep A vcı
dan " Aslında klasik anlamda, severim seni " , dedi, " ama istediğinin
ne olduğu seziyorum. Öylesine bir sevgi olacak şey değil. İşin içine
sahip olma duyguları, kıskançlık, toplum filan giriyor. .. Bunları aş
tım ben ! "
Öksürükten boğulmak üzereydim. Son cümlesini anlayamadığım
için yineletmek zorunda kaldım. Bir bardak su istedim kahveciden. Bu
nun için de kahve ocağına kadar boğula boğula gidip adamın boşluğunu
yakalamaya çalıştım. İki yudumdan sonra biraz duruldu öksürüğüm.
Masaya döndüğüm zaman biraz önce aldığımız gazeteyi okuyordu.
Bense bir türlü uzaklaşamıyordum konudan.
" Demek ki bir şeyleri aştığın için beni sevemiyorsun. "
Ciddi biçimde yüzüme baktı.
" Anlamıyorsun, " dedi, " sevgi önemlidir. "
" Yani beni seversen önemsiz bir şey mi yapmış olursun ? "
Masanın üstüne abandı. Aynı ciddiyetle yine baktı bana. Çok
ciddi baktığını anlamadığımdan kuşkulanıyordu. Konuşsun diye
bekledim; konuşmadı. Bakışlarımdaki soruların çokluğunu anlama
dığını anlamam uzun zaman aldı.
" Ben seni aldatamam, " dedi bu kez. " Şu güne kadar bir sürü in
san bir sürü başka insanı aldatıp, onlara sevdiklerini söylediler. Ama
ben artık yokum böyle bir aldatmacada. "
Demek bir zamanlar varmış, diye düşündüm.
Ayaklarım üşümeye başlamıştı. Plastik çizmelerin içinde donmuş
gibi sızlayan parmaklarımı oynatmaya çalıştım.
" Yani beni sevdiğini söylersen , bu bir aldatmacadan öte bir şey
olmaz, öyle mi? "
"Ta kendisi ! " dedi.
" Peki, kimi sevebilirsin?"
Ceplerinden birinde yeni bir sigara paketi bulmuştu. Paketin ka-
ğıdını açtıktan sonra gözlerini devirerek bana baktı.
" Bu koşullarda hiç kimseyi . . . " dedi .
Rahatlamış mıydım?
" Seni seviyorum, " dedim. En kötü ancak böyle söylenebilirdi.
" Bana şaşıyor musun? " dedi.
Şaşkınlık değildi düşündüklerim. Ayaklarım o denli üşümese,
kahve o denli dumanlı olmasa, belki anlatabilirdim. Ama zaten içim
den bir şey anlatmak gelmiyordu.
" B u koşullarda kimseye şaştığım yok," dedim.
" Aslında seni çok severim," dedi.
Teşekkür ettim.
Feyza Hepçilingirler (1948)
" İşte seni seven benim/ Senin aşkından ölenim " Mırıltısız, kıpır
tısız, içinden söylüyor şarkıyı, bir yandan akşam yemeğini hazırlar,
bir yandan camdan küreleri çarpıştırıp dünyalar yıkarken içinde. Ya
payalnız olduğu halde tek hecesi yanlışlıkla dudaklarından döküle
cek olsa geri dönülmez pişmanlıklar duyacak. Kimsenin bilemeyece
ği kadar gizli olan bu. Açık olansa: Hak etmişti, bana öyle davran
mamalıydı düşüncesi. Merve istediği için onunla birlikte olmuştu.
Kendisini mutlu etmekle görevli biriymişçesine davranamaz Önder,
davranmamalı; davranınca da cezasını çekmeli. Onuru incinmese yi
ne böyle cezacı olmazdı; ama sevmenin yardımcı öğesi olamayacağı
nı akıl etmeliydi Önder; aşkının nesnesi olmaya razı gelmeyeceğini.
Önder için aşk esas, aşkın nesnesinin ise aşkı kadar önemi yok, deği
şebilir, yenilenebilir, belki değişmeli ve yenilenmeli diye düşünüyor;
bu yüzden o, noktalanan yerden sürdürebilir kolayca, yeni bir nesne
bularak, Merve ise kişiliğini düğümlü bir top yapıp oturabilir ancak,
ağdalanmış karanlık sulara dalıp dalıp çıkar böyle. Şey' leşmekten
korkmayın, özellikle kendi gözünde şeyleşmekten korkmayan insan
var mı var? Merve de korkuyor,'açıkçası bu. Çok kötü günlerdi. Da
yanılmaz bir yenilmişlik duygusunu tüm ağırlığıyla üstünde taşıyor,
bu duygunun altında eziliyordu. Şimdi böyle düşünmesi, kendini ba
ğışlatacak neden arama sevdasından değil, hayır, suçlu ilan edilmeye
ve cezasını onurla göğüslemeye, bağışlanmaktan çok daha fazla is
tekli görüyor kendini.
Gerçek bir kaçıştı yaşadığı ve bu kaçışı bağışlatacak neden aramı
yor.
Kimi yanlışlar yaptığını biliyor, kimilerini hala sürdürmekte oldu
ğunu da. Oysa yanlış yapmamak üzere yetiştirilmişti, kendine biçile
ni yaşayan, boyun eğen, başkaları için iyi bir kız olarak. İyi bir insan
değil, iyi bir kız. Bu ikisi arasındaki ayrım neyse ona direndi yıllarca,
şimdi, iyi bir insan olmak bile umurunda değil, kime göre iyi? Hep
ikili seçenekler arasında bırakıldı: İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru
ile yanlış. Başka seçenek yok mu? Ara seçenekler? Açık mavi, koyu
mavi, gece mavisi, lacivert, safir lacivert, boncuk mavi, balkanik, gök
mavi, endigo, turkuvaz, camgöbeği ... Pekala camgöbeği mavi olmaya
karar verebilmeli insan. Bu yaşta bile halii bir, kişilik savaşımı verdi
ğinin kimse farkında değil, ne kocası, ne kızı, ne de Önder. Önder bi-
ili
1 1 2 Feyza Hepçilingirler
istiyor, kendini böyle bir sınava sokmaya ancak şimdi zaman bulabil
di. Yalnızca bir seramik boyayıcısı mı, resitaline gidip piyanosuna
hayran olduğu adama - piyanosuna değil ama, adamın kendisine -
Merve'yi tümüyle verebilecek kadar sevme yeteneğine sahip bir aşk
susamışı mı, nasıl bir insan olduğuna hala karar verememiş bir aptal
mı, bunları öğrenmesi gerek. Bak şekerim, desenlerin arasında
önemli, bu sözüme lütfen dikkat et, önemli değişiklikler olmalı, bu
vazoları alanlar, bir benzeri daha yok diye alıyorlar, senin gibi yaptı
ğını tekrarlamaya başladı mı insan, ne olur? Ne olacağını gayet iyi
biliyor Merve, sen en iyisi bir başka yerde şansını dene, denir; iyisin,
hoşsun ama, denir; tabii söylenebilecek en güzel biçimiyle söylenir
bunlar; ama sonucu değiştirmez. Her gün milimi milimine aynı yaşa
mı sürerken insan, desenlerine nasıl değişiklik getirsin? Bir kuş ka
nadı ekleyemez, uçmayı bilmiyor; yepyeni bir çiçek çizemez, eskile
rini bile unuttu, bir gökyüzü? Eskiden varmış öyle şeyler. Düşgücü
de çalışmıyor artık, belki hiçbir zaman yaratıcı bir insan olmadı, ol
mayacak. Hep ezberlediği figürleri çizdi, kendisine öğretilmiş rolleri
oynadı. Nan-figüratif? Müşteri öylesini istemiyor. Ancak çok büyük
bir imza taşırsa; çok büyük bir imza olmadı, olmayacak. İşte bu yüz
den Önder'in kendisine neler verebileceğini öğrenmek istedi; Ön
der'i ise vermeye değil, almaya aç bir insan olarak gördü, ne kötü ...
Sürekli kurulduğu için çalışan, ne bir dakika ileri giden, ne geri
kalan bir saatti yaşamı. Bir gün kurmayı unutsa ne olur, bunu öğren
mek istedi. Kendisine biçilen rolü oynamamayı, tek bir gün doğaçla
madan, içinden nasıl geliyorsa öyle oynamayı denedi. Sonuç: Ezber
lenmemiş rollerde başarılı değil.
Çocukluğundan beri delirmekten korkuyordu, en çok, sarhoşlar
dan ve delilerden, şimdi korkmuyor; belki de yalnızca delirmek,
kendini bulmaktır; ne yazık ki deliremiyor. İşten kovulmak üzerey
ken ve kim olduğuna hala karar verememişken Önder' den beklediği
yalnızca pazarlıksız bir sevgiydi, kirletmeyen. leke yapmayan bir
sevgi. Önder ne yaptı, kalkıp onun bu eve geldiğine ilişkin izleri sil
meye yeltendi. Karısı baskın verirmiş sık sık, gafil avlanmak istemi
yormuş. Demek özveride bulunan yalnızca Merve. Onun da sevdiği,
üstelik saygı duyduğu bir kocası, gözünün içine baktığı bir çocuğu
var. Parfüm kullanıyor musun. kokun eve sinmiş midir, gibi bir şey
ler gevelediğinde anlamadı ilkin, Merve ' nin çantasını, pardesüsünü,
şemsiyesini toplayıp bir koltuğun üstüne yığdığında dank etti. Hayır.
Önder Bey, her şeyin bedeli ödenmeli. Bak ben nasıl ödüyorum şim
di, söyleyeceğimi unutmalarla, titreme nöbetleri, uyuyamamalar,
düş bile görememelerle nasıl ödüyorum, sen de göze almalıydın.
Parfüm kullanıyor muymuşum? Evet, gülyağı kullanıyorum, gele-
Kırık Cam Mavisi 1 1 5
LATERNA MAGICA
yor: " Yüzü yuvarlak ve etli, kulağının altında ve boynunun sağ yarı
sında bir ben var idi. Kaşları hilal gibi biçimli yumuşak bakışlı, laci
vert gözlü, iri inci dişli, eli aslan pençesi gibi, bahadır tarzında bıyık
lı, göğsü yassı idi. Sözü şirin, çok çalışkan, yapıp yıkar, fakat sabır
timsali idi. Çalıp çırpanlarla dövüşürken can verdi. " Zekeriya dede
nin sesi gittikçe zayıflamıştı, işitmekte zorluk çekiyordum. Son me
zarın başında gümüş çerçeveli gözlüklerini taktı Zekeriya dede.
" Uzun boylu, dolgun vücutlu, aslan suretli, çatma kaşlı, gözleri par
lak ve sarımtırak ela, ak-pembe benizli, koç burunlu, sakalı ve bıyığı
ilk çıktığında altun telini andırır idi . " Gözlerinden yaşlar süzülüyor
du Zekeriya dedenin. Yurdanur'la ikimize döndü. Elimden tuttu be
nim, sıkı sıkıya tuttu. " Okçu idi; yayını, garipleri ezenlere gerer idi , "
dedi; " sen d e öyle ol. "
" Sen de öyle ol. "
Düğünü Salacak 'da basit, iddiasız bir gazinoda yapıyorlar. He
men o gün söz kesiliyor Yurdanur'a. Genç doktor. Kapalıçarşı'dan
alınma nişan yüzüklerini takıyor. Düğünde bir büyükleri, nişan yü
züğünü sol ele geçirecek.
Köprü-Salacak seferini yapan küçük vapurlar. .. Günün birçok sa
ati vapursuz, bomboş duran iskele. Upuzun iskeleye güneş batarken
varıyorum. Bu vapurların yolcuları kendi halinde insanlardır. Ağır
ağır iskeleyi geçiyorlar. Gazino iskeleni_n karşısındaymış. Kayıkların
sığındığı körfezcikten de yolu varmış ...
Galatasaray'a başiadığım gün, utangaç hüzünlerle gözlerini eğ
mişti Yurdanur; " N e güzel şeyler okuyacaksın kim bilir, " demişti.
Yurdanur, kız sanat okullarında, mutluluğun bardakta yetiştirilen
sümbül kadar yalın bir şey olduğunu öğrendi. " Sovanı suya koyuyo
rum Kemal; büyümesini, yarılıp sümbülünü vermesini izlemek zevk
veriyor bana. " O sıralar, başımda kavak yelleri esiyordu. Söyledikle
riyle doyamıyordum; doymak şöyle dursun, alay ediyordum. Yıllar
sonra derin, içe işleyen acılarla özlemini çekeceğim. Her arınmak is
teyişimde durup Yurdanur'u hatırlayacağım. Yalnız Yurdanur'u sev
miyordum, bütün zamanlar yalnız onu düşlüyordum ... Yurdanur'la
bizi ayırmasalar, yoğurtçu çıngıraklarıyla eve çağrılmasak saatlerce
konuşabilirdik. Söylemesek bile, bakışmak yeterdi. El ele tutuştuğu
muz oluyordu; yanak yanağa verdiğimiz, birbirimizden habersiz göz
göze geldiğimiz oluyordu ve buna müthiş seviniyorduk. Çocuksu gü
lüyoruz. Cinsel kıpırtıları sezmeden sevişmekti aramızdaki.
Annemle Zekeriya dedenin dükkanına giriyoruz. " Ne güzel göz
leri var, " diyor benim için Zekeriya dede. Ben Yurdanur' un gözleri
ni arıyorum. Yurdanur köşeye büzülmüş, karanlık ışıkta ders çalışı
yor. (Masa lambalı çalışma odam var.) O, iki büklüm tezgahta arit-
Mecnunu Çok Dağlar 1 29
Bir yılbaşı gecesiydi, dünmüş gibi aklımda ... Eski konagın selam
lığında, orta yerdeki divan sinisinin çevresinde oturuyorduk. Arif
tamburunu getirmişti. Çalıp söylüyordu. Dışarıda da amansız bir ka
rakış hüküm sürüyordu: Üç gün üç gecedir yağıyordu kar. .. Ne kötü,
ne uğursuz bir geceymiş o! Aradan yıllar geçti; anısı taptazedir içim
de. Her şey daha dün gibi ...
Ne güzel sesi vardı Arif'in! Çocukluğundan beri türküler söyler"
di. Ta o yıllarda can yoldaşı gibi yakındık birbirimize. Gizlimiz saklı
mız yoktu aramızda. Sonra her şeyi, hepimizi unuttu Arif; bu toprak
ları haram etti kendine !
Öyle varlıklı bir aileden gelmiyordu Arif; çocukluğu, kıtlık yılla
rında, sıkıntılar içinde geçmişti. Daha doğrusu hepimiz o yokluk,
yoksulluk günlerinin içinden geçip gelmiştik ... Arif'in babası Recep
Usta, demiryolu atölyesinde tornacılık yaparken, oğlunu da yanına
alıp çıraklıktan yetiştirmişti. Tambur çalmaya da o yıllarda alışmıştı.
Sesinin güzelliği dillere destandı ama, nedense yaşlı babası bundan
utanç duyar, " bizim soyumuzdan türkücü çıkmaz " diye önünü keser
di oğlunun ... Uzun süre babasından saklamıştı da tamburunu; gizli
gizli ilerletmişti çalmayı.
Sonra evlenip ev bark sahibi adam olunca Arif, işin gizlisi saklısı
kalmamış; babası da üstüne varmamıştı artık ... Ağırbaşlı, hatırı sayı
lır, türküleri kadar sözü savı da dinlenir bir insandı Arif; bir toplulu
ğa girince, oradakiler büyükten küçüğe ayağa kalkarlardı.
Müjgan 'la da sevişerek evlendiler. Bir düğünde mi görmüşler bir
birlerini, yoksa bir akraba evinde mi, geçmiş gün ... Müjgan dediğim
se, dünya güzeli bir yaratık . . . Ağzı, burnu, kaşı gözü hep özenle yara
tılmış! Kendi soyunda bile yok öylesi. Bir teni vardı, sedef gibi ışıltılı;
gözlerinin akı, çivit mavisi renginde . . .
Arif'te d e gençlik, görkem vardı elbet; boynundan adam asılsa
ayakları yere değmez biriydi. Görmüş, beğenmişler birbirlerini. Yü-
rekleri kaynamış ... Tanrı onları, birbirleri için yaratıp yeryüzüne
göndermişti sanki ... Öylesine uygundular. . .
Müjgan'ın babası, Nizamoğlu derler, malının mülkünün hesabı
belirsiz, ayakyoluna bile atla giden bir adamdı. İki oğlundan sonra
dünyaya gelen kızını, tektir diye el üstünde büyütmüştü. Güzel oldu
ğu kadar nazlı. nazenindi Müjgan ... Tabii Nizamoğlu, sonradan gör-
131
1 32 Necati Güngör
YAZ GELMEDEN
1 36
Yaz Gelmeden 1 37
mız olanaksız da olsa, O ' nunla aynı yatağı paylaşmak, sabah uyanın
ca gövdesinin sıcaklığını tenimde duymak rahatlatıcıydı. Üstelik ha
ta seviyordum onu. Önceden olduğu gibi kendini bana cömertçe
sunmayan, ya da benim, artık istekle, heyecanla içine girip doygun
luğa varmadığım gövdesine karşıdan bakmak da o gizemli yarığı, bir
zamanlar tüm varlığımı kendine doğru çeken derinliğin kaygan yu
muşaklığını düşünmek yetiyordu. O 'nunla sevişmeden kadınlığını
imgelemimde yaşatıyor, istek uyandırıcı görüntülerini çoğaltabiliyor
dum. Ortak deneylerimiz vardı çünkü. Kösnünün kırbacını birlikte
yemiş, tensel birleşmenin rüzgarıyla savrulmuştuk.
" Nasıl olsa ikimiz de istedik bu ayrılığı," diye yineledi, " hem
böylesi daha iyi . "
" Nedenmiş o? "
" Roma'ya gidip babamın yanında kalacağım bir süre. Sana ora
dan yazarım. "
Fransa ' nın Roma elçiliğinde görevliydi babası. Annesi başka bi
riyle yaşamaya başladıktan sonra Paris'ten ayrılmak istemiş, önce
Madrid'e, oradan da Roma 'ya atanmıştı. Pek iyi değildi araları.
" Hayır, hiçbir şey yazma bana. Birbirimizden bütünüyle kopalım
istiyorum. Ama şimdi değil, yaz gelince. Yazın bitirelim bu işi . Once
den kararlaştırdığımız gibi, temmuzda. "
Gülümsedi.
" Hiç değişmeyeceksin sen. Değişme zaten, hep böyle kal. Çılgın,
saplantılı . "
Tanışmamızdan bir yıl sonra ayrılmalıydık. Yazın, temmuz sıca
ğında. Gölgeler ağaç diplerinde bile büyümüyorken.
" Yokluğunu, sensizliğimi bir temmuz öğlesinde yaşamayı tasarla
mıştım . "
B u ölümcül imgeyi, patlamaya hazır yaz güneşi altında dolaşmak
istediğim Paris sokaklarını nasıl anlatabilirdim ona?
" Yokluğunu bir temmuz öğlesinde yaşamayı tasarlamıştım, diye
yineledim, " herkes tatile gidince ıssızlaşan bulvar kahvelerinde. O
yuvarlak, saydam balonlar bir dolup bir boşalır, buzlu muscadet şa
rabı içerdim . "
" Ve karşı masada oturan Amerikalı dilberi süzersin , " diye ta
mamladı. İşi şakaya vurmak istiyordu.
" Doğru. Kocaman güneş gözlüklerini çıkarmadan dondurma yi
yen o uzun boylu kadın, serüven düşkünü bir Amerikalı olurdu mut
laka ! "
Roman başlamıştı işte. " Paris'te Bir Yaz" başlıklı aşk romanı. Bu
tümceden yola çıkarak sabaha dek konuşabilirdik. Bazı varsayımlar
öne sürer, kişileri, kentleri, ilişkileri çoğaltabilirdik. Kurmaca bir
Yaz Gelmeden 1 39
141
1 42 Mahir Öztaş
kıskançtı. Kısa bir süre çalıştığı işi bile bırakmak zorunda hissetmişti
kendini. İlgiye ve hareketli bir yaşama alışkın olan bu güzel ve genç
kadın kendisini birdenbire evlilik yaşamının programlı ve önceden
öngörülmüş ağır aksak akışı içinde bulmuştu. Kocasına gelince, gö
rünüşte bile olsa bu evlilikten hoşnuttu ve bu da dünyaları arasında
ki uçurumu alabildiğine artırıyordu. Kocası neredeyse giysilerinin
kokusunda izliyordu başka erkekleri. Onu ne yapsa inandırması ola
naklı değildi. Bu koşullarda giderek yalan söylemeye alıştı. Tutkular
onu yalanla gerçeğin iç içe geçtiği düşsel bir dünyanın içine atmıştı.
L'nin iri siyah gözlerine hüznün ve ıslaklığın yerleşmesi bu sıralara
rastlar. Söylediği hemen her şeyin yalan olmasına alıştığım bu kadı
nın hüznünde, insanı yumuşatıp yüreğini paralayan tek gerçeklik işte
bu acı çeken gözlerdi.
Yukarıya antik kente doğru tırmanmaya başladık. Güneş ağır
ağır batmaya başladı. " Yarın , " dedim, " yarın umarım buradan ayrıl
mayı başarırım. " Taştan anıtlar güneşin ve rüzgarın altında yorulmuş
yatıyor gibiydi.
ilişkinin vardığı bu noktada korkunç bir yorgunluk duyuyordum.
" Tanımlardan hoşlanmıyorum, " demişti L bir keresinde. " Yalnızca
yazıda belli bir işlev görebilirler. Oysa yaşamın dinamiği içinde ayak
bağından başka nedir tanımlar? " Oysa bir kez karşınızdakinin içten
likli olduğundan kuşkuya düşmeye görün, her şeyin boyutları hızla
değişir. Kuşku denli bir birlikteliği sarsan, keyifsizlik ve yakınma ka
dar onu yoran başka ne olabilirdi? L ' nin geçmişten getirdiklerini bi
liyordum, yaşadıklarında içtenlikli sayılabilirdi. Ama bana karşı iç
tenlikli davranmadığı, beni sürekli yanlış yollara ittiği çok açık. Ayrı
mına bile varmadan bir uçurumun kıyısına geldim, oysa L hata beni
yüreklendiriyordu yürümem için.
Belki de yanılıyorum. Her şeyden önce bu aşkın usa dayalı, bi
linçli bir aşk olduğu söylenemezdi. Daha çok, ayrımına varmadığı
mız, yine de bizi birbirine bağlayan, bedenlerimizi ve ruhlarımızı tü
müyle kuşatan, gizli bir dereyi andıran bir aşk. Bu derenin gürültülü
bir çağlayana dönüşmemesi, yaşamlarımızın o anındaki bir düşüşün
eksikliği, bu aşkı belki kendi gözlerimizden bile gizliyordu.
Tepeye vardığımızda rüzgar artmıştı. Güneş gözden yitmiş, geri
de bir kızıllık kalmıştı. Kulağıma doğru eğilerek - sanki bizi duyma
larını istemiyormuş gibi - arkadaşlarının kendisini beklediğini söyle
di. Kazı çadırlarının oraya doğru gözden yiterken, bedeninin dans
eder gibi kayaların arasında devinişini, çalıların üzerinden atlaması
nı, saçlarının batan güneşle aldığı rengi izledim. Gözden kaybolma
dan önce döndü, el salladı.
Ondan ayrıldıktan sonra tümüyle baş başa kaldım yalnızlığımla.
144 Mahir Öztaş
lanmış bir yaşamdan ölesiye nefret eden bir adamın? Kimi zamanlar
kendini yorgun duyuyordu. Bu masanın başında şimdi otururken ol
duğu gibi. Belki de onu yoran L ile olan birlikteliğiydi. L doğr ısu
hoş bir kadındı. Peki hiçbir zaman evlenmeyeceğini söyleyebiliyor
muydu, kendiyle baş başa kaldığı zamanlarda? Eninde sonunda onu
bekleyen de düzenli bir yaşamın tüketici tekdüzeliği, bir baba, bir
koca olmak değil miydi? O zaman, o da oyunun içinde yer almıyor
muydu? Eninde sonunda boyun eğecekse, diretmenin anlamı neydi?
Yine de diyordu, belki eninde sonunda olacak, ama zamanı şimdi de
ğil, bu kentte, bu anılarla yüklü evde değil. L ile değil.
Üçüncü tekil şahısta kendimi açıklıkla anlayabildiğimi söyleye
mem. Burada Assos'ta bile kimi geceler, yanımda olduğunu, soluk
alışını, bedeninin sıcaklığını duyduğumu sanıyorum. İşte ören yeri
nin ortasında batan güne karşı yalnızım ve L'yi özlüyorum.
Sana gereksinimim olduğunu söyleyeceğim, kucağına yatıp belki
ağlayacağım şu an. Gece, karanlık ve rüzgar. .. Şimdi her şey ahlakdı
şı... yorgunum ... Yüreğim gün boyunun kızgın güneşinde kızardı, ya
nık kokuyor, dilini özlüyorum, sanki içindeyim ve beynimde bilmedi
ğim dilden bir ses bağırıyor. Her şeyi anlamaya çalışmak, bir de üste
lik anlatmaya çalışmak ne denli saçma ve ne boş bir çaba ... Seni sev
diğimi söylemek istiyorum, ama uzaktasın. Ellerimi uzattığımda tu
tamayacağım kadar uzaktasın. Bir şeyler yap ve beni kurtar bu sıkın
tıdan. Başımı göğüslerinin üzerine çek, beni kurtar, haydi . . . Kurtar
bu yalnızlıktan ... Şu karanlık gecede can çekişen ruhumu kurtar...
Aradan uzun zaman geçti ve çok şeyler görüp geçirdim. Sana doğru
atılan bedenimi kurtar. Seni yitirmekten ölüm gibi korktuğum için
yanlışlıklar yaptım, beni bağışla. Seninle konuşmam gerekiyor L.
Anlatacağım öyle çok şey var ki. Bir telefon bulmalıyım. Yarın sa
bah yola çıkmalıyım. Senin o buğulu sesini duymak istiyorum. Seni
yanımda hissetmek istiyorum. Adalar denizinin üstünde solgun bir
ay yükseliyor. Birlikte olduğun insanlara hep katlanmak zorunda
kaldığımı itiraf ediyorum. Bunu da seni yitirmekten korktuğum için
yaptım. Senden de hep uzun itiraflar bekledim. Bana anlatacak hiç
bir şeyin yok muydu gerçekten? Ah L, şimdi uzaktasın, ama anlattık
larınla, belleğime yüklediklerinle yaşamımı bir yıkıntıya çevirdin. İş
te yanımda değilsin ve bekleyişin verdiği o düşsel hazzı yitiren ben
oldum.
Şimdi geleceğe yönelik kurgularla dolu, şu ören yerinde yalnız
başına oturan adamı üçüncü teki l şahısta anlatabilirim sanıyorum.
Sabahleyin erkenden yola çıkmaya karar verecek. Bütün günü yolda
geçecek. Kafasında geçmişle ilgili anılar ... Yardımına gereksinimim
var, dediği zaman sevgiye ve dokunmaya -0lan gereksiniminden
1 46 Mahir Öztaş
söz ettiğini sanmıştı. Oysa çok daha derinlerde olan bir şeyden, ken
disini tümüyle bırakabilmesi için gerekli bir güven duygusundan
söz ediyordu, ne yazık, bunu ancak bu yorucu otobüs yolculuğunda
anlayabildi. Sonunda hiç bitmezmiş gibi görünen yolculuk bitecek
ve geceyarısı kasabaya varacak. L'nin arkadaşlarıyla eğlendiğini gö
recek. Yol boyu düşündükleri uçup gidecek, geriye yalnızca tuhaf
bir öfke kalacak. Uzaktan soğuk bir selam verecek ve taştan anıtla
rın dibinde o gece düşündüklerinin hiçbirisini söyleme olanağı bula
mayacak.
Sanırım bu kez adamın daha gerçeğe yakın bir portresini çizebili
yorum. Kendimle yüz yüze gelebiliyorum. Yine de bu portrede hala
eksik olan bir şeyler var gibi.
Aşağıdaki kamp yerinden neşeli kahkahalar, tabak çanak sesleri
geliyordu. Yamaç öyle bir eğimle iniyordu ki aşağıya, köyün evleri
gözden yitmişti. Köye inmem zaman aldı. Taştan taşa sekerek, yılan
gibi kavisler çizen yolu kısaltmaya çalıştım. Kapkaranlıktı, koşuyor
dum ve çalılar sağımı solumu çiziyordu. Dizimi antik kalıntılardan
birine vurmuştum, enikonu topallıyordum. Onu kamp yerindekile
rin arasında bulamadım. Kıyıdaki bütün gazinoları dolaştım, yoktu.
En sonunda köyün neredeyse bitip karanlığın başladığı bir gazinoda
buldum onu. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı. Bir konuşmaya dalmış
tım, içimde bir şeyin kıpırdadığını duydum, bedenimi daha az hisset
tim. Geçmişin hoş anılarından bir çağlayan üşüşür gibiydi belleğime.
Başka bir deneyim alanına geçtiğimi, yani sarhoş olduğumu hisset
tim. Karşımızdaki adadan, antik çağların Lesbos' undan gelen hüzün
lü bir çalgı sesi duyar gibi oldum. Kuşkusuz bu bir yanılsamaydı.
Gerçek olan, karşımda oturuyordu ve arkadaşlarının arasında en az
benim kadar yalnızdı. Bir taraftan içkisini yudumlarken, diğer taraf
tan da tekdüze bir sesle hüzünlü bir şarkı mırıldanıyordu.
Onun elinden tuttum ve köyün neredeyse bomboş sokaklarından
sessizce geçtik. Bir süre ay ışığında parlıyan denize baktık.
" Bugün ilginç bir yazıt bulduk," dedi. " Çevirmesi çok güç, ama
şöyle bitiyor:
' İşte bunun sonucunda, daha vakit varken, kendisinden geriye
bir dünya kalsın ister' "
Sonra kararsızlıkla ekledi. "Yoksa kendisinden geriye bir 'iz' kal
sın ister diye mi çevrilmeliydi bilmiyorum. "
Sanki aylardır özlediğim kadın oymuş gibi sarıldım ona. Beni ha
fifçe öptükten sonra elimden tuttu. Kaldığı çadıra kadar beklememi
söyledi.
Assos'un anlamını sordum. Bir yerlerde birinci veya as anlamla
rına geldiğini okuduğumu söyledim. Neredeyse kampa gelmiştik.
Daha Vakit Varken 1 47
Dik bir keçi yolunu tırmanıyorduk. " Birinci yoktur, " dedi. " Yoktur
ve hiç olmamıştır. Hep süreklilik vardır. "
Başlarımızı eğip çadırdan içeriye girdik. İstedim ki bana sarılsın,
beni yalnızlıktan kurtarsın. İşte tutkunun vardığı son, işte yalnızlığın
sessiz dönüşümü. Ben ki geleceğimi ufacık bir tutku uğruna ateşe at
maya, deneyimin ateşinde yanmaya hazırım - yoksa ölmeye hazırım
mı demeli - yine de yapmam gerekenin ne olduğuna, bu denli açık
seçik olana karar veremiyordum. İnsanı önyargılar ve saplantılarla
dolduran bir dünyada, kişisel özgürlüğe giden bir yol görünmez en
gellerle doluydu.
Ay ışığında tepemizdeki çadır bezi parlıyordu. Rüzgarda hafifçe
salınan dalların gölgeleri, bu yalnızca bize ait olan gökyüzünün de
vingen yıldızları gibiydiler. Aynı gölgeler çıplak bedenlerimizde bir
belirip bir kaybolan izler oluşturuyordu. İşte böylece, eski yazıtın de
diği gibi, daha vakit varken geriye bir iz kalsın istedim.
Oysa tek bir beden olduğumuzda bütün izlerin, gölgelerin, dün
yanın ve biçimlerin karanlıklar içinde yok olduğunu duydum.
Gülderen Bilgili (1954)
UZAKTAKİ SEVGİLİ
1 48
Uzaktaki Sevgili 1 49
Akşam, saat beşte geldi. Nasıl bir karşılaşma olacağını gün bo
yunca kenti dolaşırken, sonra da burada, bu odada beklerken düşü
nüp durmuştum. Değişik sahneler canlanıyordu gözümde; filmlerden
kalma olmalı, tümünde de iyi kötü bir kucaklaşma vardı. Kapı tıkla
dı. Açtım. Orada, şaraprengi halılı koridorun loşluğunda, oda kapısı
nın biraz açığında duruyordu. Üzerinde kalın bir gocuk, atkı, omu
zunda ağırlığı hemen belli olan koca bir çanta, elinde başından yeni
çıkarılmış yün başlığı, saçları karmakarışık, gülümsüyordu. Karşılıklı
durakladık. Sonra eğildi, yanaklarımı öptü. Üşümüştü yüzü. Sarıl
mak geldi içimden; sarılmadım, kapıyı çektim, asansöre doğru yürü
dük.
Asansörde, " Dur, ışıkta bir bakayım sana, " dedi.
Çenemden tutup kaldırdı yüzümü, avuçlarının arasında tuttu. Sık
kirpikli parlak kahverengi gözlerinde şaşkın yüzümün yansısı duru
yordu. Aklar başlamıştı karışık saçlarında, gözkenarlarında yerleş
meye kararlı çizgiler. Yüzümü bıraktı. Konuşmasını bekledim. Neydi
gördüğü? Hiçbir şey söylemeden kayan kat aralarına çevirdi bakışla
rını. Odayla banyo arasını adımlarken düşünmeye çalıştığım karşılaş
ma böyle gerçekleşmişti.
Dışarı çıktık, kar yağıyordu. Hiçbir yerde yinelenmeyecek, bir
başka kar. Kıyıyla kesişen caddede, gotik mimarinin çizgilerini taşı
yan geniş yapıların önünden geçiyorduk. Erken bir yılbaşı, renkleri
ve ışıklarıyla yerleşmişti vitrinlere. Konudan konuya atlayarak konu
şuyordu; anlattıklarının bir bölümü birkaç yıl önceye, bir bölümü ge
çen hafta olup bitenlere ilişkindi. Konuşurken dumanlar çıkıyordu
ağzımızdan. Oturmuş karların gıcırtısı yineleniyordu ayaklarımızın
altında. Çok eskiden bilinen, sonra unutulan bir tanıdığı birden
anımsar gibi bir kez daha bir yerlerde karşılaştığım o sonsuzluk duy
gusunun kıpırtısını duyumsuyordum . Yaşamın tüm korkularına mey
dan okurcasına alabildiğine yükselen, geçmişin ve geleceğin yenilgi
lerini, kırgınlıklarını, yanılgılarını önemsiz kılan bir duygu. Bir ara,
caddeyi geçerken elimi tutup koltuğunun altında sıcak bir köşeye sı
kıştırdı. " Ellerin hep üşür senin, " dedi gülümseyerek. Elim o köşede
doğmuş, orada büyümüş, haksız, uzun bir ayrılıktan sonra yerine ge
ri dönmüştü sanki. Bir inanmazlık içindeydim ...
Kıyıda akşam yürüyüşüne çıkmış kalın giyimli insanlar ağır adım
larla dolaşıyorlardı.
" Bu kentte kıyı hiç bitmez, diyordu, " kentin ortasında bile bulu
verir insanı deniz. "
1 50 Gülderen Bilgili
Yıllar önceydi.
Başını eline yaslamış, şarap kadehini uzatıyordu. Göz göze gel-
dik. Yüzümü inceliyordu.
" Biliyor musun, " dedi, " hata arada bir aklıma geliyorsun.
" Sağol, dedim gülerek.
" Garip bir duygu, " diye sürdürdü; " duruşmadan vareste tutul
mak gibi . . . Birileri ben bilmeden seni hırpalayacak, seni kıracak, sa
na sanki bir şey olacakmış gibi bir kaygı. "
Uzaktaki Sevgili 1 5 1
bana: ilk sevgilim . " Kalktı, televizyonu açtı. Kanallardan birinde eski
bir Joseph Losey filminin jeneriği geçiyordu.
Bu güzel işte. Gereksiz düşüncelere bir nokta konup bu film izle
nir. Sonra da bavulumu hazırlarım . Sabah erkenden ayrılırım otel
den. Uçağın kalkış saatine dek bir yerlerde zaman geçiririm. Bavu
lum ne olacak? Resepsiyona bıraksam. Kent merkezindeki ana istas
yonda kilitli dolaplardan vardır belki. Mutlaka vardır, oraya bırakı
rım. Öğleden sonra alırım bavulları. Sonra doğruca havaalanı ...
Bu kadar basitti işte. Her şey birer birer çözümlenmeye başlamış
tı yine. Bacaklarını sehpaya uzatıp koltuğa gömüldü.
Peki ama, neydi konuşma biçiminde canımı sıkan? Yemek sıra
sında hiç üzerinde durmadım. Güzel bir akşamdı gerçekte, Lars da
iyi bir evsahibi. Çabucak geçti zaman.
Dönüşte, metroda. " Yerini ayırttın mı uçakta? " diye sordu.
" Evet," dedim.
" Cuma günü mü? "
" Cuma, öğleden sonra, saat dörtte. "
Vagonun içinde, boşluğa dikti bakışlarını. Sonra başını dışarı çe
virdi, bir durak süresince hiç konuşmadık.
" Bir sorun var, " dedi bir sonraki durakta durduğumuzda, " yarın
ne yapıyorsun ? "
B unu hiç beklemiyordum. Yanıt vermedim. İş masalları uydura
mam artık. Bu kentte arkadaşım olmadığını da biliyor. Bir şeyler ya
pıyor olmalıydım yarın. Hiçbir şey bulamadım.
Yanıt gelmeyince sürdürdü konuşmasını: " Yarın akşam oğlumu
görmem gerek. Eski karım aradı bugün. Çocuk ateşlenmiş. Aslında
bu akşam-. "
Sözünü kestim: " Gitseydin keşke. Tiyatroya ve Lars ' a gitmek se
nin önerindi.
O kadar sert konuşmamalıydım.
Anladı: " Özür dilerim, " dedi, aydın erkeklere özgü o nefret etti
ğim yapay incelikle. Önce özür dileyip sonra bildiğini okumanın in
celiği. " Tabii ki ben istedim akşamı seninle geçirmeyi. Neyse-, " Bir
şeyler söylememi bekliyordu. Metroya binip inenleri izliyordum.
" Cuma günü için izin alacağım işten," dedi.
" N e iyi olur," dedim. Keşke " çok sevinirim, deseydim zorlamalı
bir sevinçle. Bu aklıma gelmedi.
" İşten çıkınca doğru oğluma giderim yarın akşam. Onda ya da on
birde dönerim. Uğrayayım mı otele? "
" Ne için?" Güzel bir soruydu. Adam olmaya başlamıştım demek.
Bocaladı. İlk kez bocaladı.
" On buçukta filan uğrasam ... Dışarı çıkarız.
1 54 Gülderen Bilgili
yum? Gece boy atan korkular, kaygılar sabah günışığında gerçek ya
şamın akışı içinde küçük, saçma, önemsiz görünmüyor mu? Sabahla
rı çamurlara bata çıka dolmuş peşinde koşarken, beş paralık ürünle
re çarpıcı reklam metinleri bulmak için bütün gün tuvalette bile kafa
patlatırken, bir üst göreve dikili onlarca gözün hırslı bedenleri ara
sında ayakta kalma savaşımı verirken kendimi düşünecek zaman bu
labiliyor muyum ki kaygılarımı gözden geçireyim. Sabahı beklerim,
gelir, kahvaltı ederiz. Kenti gezeriz. Sonra havaalanı. Pazartesi işe
başlarım. B aşladığı gibi biter günler. Masamdan görülen uzak ağaç
ların ötesinde günışığıyla yüklü gökyüzü, bir bakarım; kapkara. Ça
bucak geçer günler. Cumalar olur, salılar, pazarlar.
Işığı yaktı birden. Kime yazacaktı o mektupları şimdi?
Aceleyle giyindi.
kadınla asık yüzlü adam için o binlerce kişiden biriydi yalnızca. Bel
ki yine postalanmayan upuzun mektuplar yazacaktı ona gizlice, dün
yayla uzlaşmazlığa düştüğü anlardan birinde.
Belki de artık yazmayacaktı.
Gecikmiş adımlarla yürüdü.
Pasaportunu polis memuruna uzattı.
Ayşe Kilimci (1954)
1 63
1 64 Ayşe Kilimci
- Vay kızım benim, vah sevda yorgunum ooy, oy. Vay hınzır kö
çek seni, sabıkası sevda kızım öff, öf. Kız bu senin yaşadıklarını ka
ranfillerime desem, onlar bile utanır da, kurur kalır. Bir ademe bun
ca acı reva görülür müymüş? Bir kızın gönlü böyle de budanır mıy
mış? Bu allah da şaşırıyor bazen. Bir kuluna dirhemlen aşk verip, öy
le şaşırtıyor, bir kuluna da okkaylan sevda verip, onu da öylesine şa
şırtıyor. En çok neye yanarım kız, bilir misin: Sen o kadar terbiyeli,
namusubütün bir kız iken, o boynundaki, hani Aleko ' nun yüzgörüm
lüğü diyerekten taktığı altın yoncanın şeysini sana şeyettiklerinde,
söylediklerinde hani, hani bütün evinin eşyasını şeyettiklerinde, sen
nasıl oldu da, o boynundaki yoncayı vermedin? Nasıl senin olarak
tan el koydun? Bozulmaya o vakit mi başladın kız? Yoksa, pol,isiyle,
herifleriyle, Aleko'suyla, otobüsçüleriyle etraf, düşmanlarımız seni
zorlana bağırta mı bozdu? Bu kötü huylara, kötü sözlere ııh'ştırdılar
seni? Bunca zaman geçti aradan, bu soruma karşılık bulamadım ka
famda. Uyanınca soracağım ama. İster kız, istersen sinirlen; istersen
de kafama bir şeyler fırlat, soracağım. İçimde bir düğümdür bu.
Kendi kendine mırıldanarak, kapısının önünü çalı süpürgesiyle
süpürdü. Tozuyan toprağa bir tas su serpti. Islak toprak kokusunu
içine çekerek, sokak kapısının eşiğine oturdu. Kulağının ardındaki
sigara izmaritini aranırken, karanfil geldi eline. Fırlattı attı, kurumuş
karanfili. Sigarayı aldı, eprimiş geceliğinin cebindeki. kibritle yaktı.
Nefeslendi ... Sırtını kapının pervazına verdi, kendi kendine konuş
masını sürdürdü.
- Ne güzel bir kızdın küçükken. Saçların lüle lüle, kehribar
renkliydi. Kaşların hüdadan çekikti. Yüzün ay parçası. Oturduğu
muz eve hiç yaraşmazdın. Sanki başka yaşamaklara göre biçilmiş bir
kızdın. Bilirdim, bilirdim bunu da, anlamazdan gelirdim, yüreğimde
saklı tutardım. Çünkü bizim gibilerin güzelliği kendine tehlikedir, di
ye fikir yapardım. Yoksulun güzelliği başına olmadık belalar açar.
Hoş, güzel olanımızın da . güzel kalması pek zordur ya ... Hayat, yaşa
maklar, zorunan yaşamaklar, fıkaralık felan solduruverir onu: Zengi
nin de, canına yandığımın, çirkin olma hakkı yoktur. N ' apar, eder,
yüzlerinin çatısı bile bozuk olsa, bir şirinlik, bir güzellik ediniverirler
zenginler, alıverirler, takınırlar.
Oturduğumuz eve ev dedim ya, bakma sen. Boş bir arsa, arsada
iki yanı doğaçtan taş bir mağara kalıntısı. Bildiğin, yosun bağlamış,
kırılmaz. damara geçit vermez bir kara kaya işte ... Kalan iki duvarı
da baban, benim herif, piriketle kapatmıştı. Kapısına da eski bir ki
lim gerdik miydi, ooo. Bahçeye de taştan ocak. Sağda solda domat,
maydanoz fideleri . . . Arsa sahibine üç kuruş bir kira. Yedi buçuktan
girdiydik kiraya, sonradan on beş yaptılardı. Sonradan her şey iki
1 66 Ayşe Kilimci
kat olduydu zati, sıkıntılar iki kat olduydu, acılar da öyle. Dürümler
iki kat olduydu, bellerimiz iki kat... Büyük oğlumun, abin Feyzul
lah 'ın yani, tetanostan öldüğü yıllardı, var sen hesabet.
Feyzullah, öz kardeşin, tarlada oyun oynarken, hurdacıya satmak
için hurda toplarken yani, elini küfe kaptırmış. Eli yüzü şişti oğlanın,
dilleri şerha şerha yarıldı. Okuttuk, ettik, ispirtolarla ovduk, nafile.
İki günde gümbedenek gitti. Ağlayamayacak kadar çabuk oldu ölü
mü. Kağıt, hurda, cam toplayıp satarak eve getirdiği para, bütçemiz
den eksilince anladık ki, Feyzullah sahiden ölmüş. Resmen ölmüş
oğlancağız, çatır çatır ... Onun ardından sen iyice seçildin, serpildin.
Gözlere gönüllere batar oldun. Delikanlılar sokağımızdan bir geçer
ken, üç geçmeye başladılar. Kutu içinde, sigara paketleriyle mektup
lar, nameler atmaya başladılar sana. Daha on üçündeydin. İlk mek
tep şehadetnameni almak için imtihanlara giriyordun. Kerrat cetve
linde yedileri hiile bile ezber ettiğin günlerdi. Aşk meşk neyineyi
miş? Sabahları evin yaygılarını silkip, taşlara sererdin. Güneşlensin
de, evin içinin neminden arınalım diye. Tek göz odamızın toprak ta
banını bir tas suyla sulayıp, sıkıca süpürgelerdin. Kapıya gerdiğimiz
kilimin ucunu, yani kapımızın ucunu açar, evin içine güneş aldırır
dın. Kız Bergüzar, bilir misin anam, güneş bizim uzağımızda oldu
hep. Hep güneşsiz evler çıktı nasibimize. Kelebek camlı penceremi
zin camını silmen yalınız uzaar, uzaar, uzaar. Sonra sonra anladıy
dım bu cam silmenin uzama sebebini. Aleko ile işaretleşirmişsiniz.
Aleko, ah Aleko. Allahın batsın Aleko. Ne deyim sana, neler de
yim? Desem, neyi değiştiririm ki? Hiç, işte , öyle ... Sevdası batası de
sem, vre gavur desem? .. Senin ne suçun vardı ki ey Aleko? Oyunun
kuralına uydun. Genç idin, gönlün sevdiğini çeker idi. Baktın, gönlü
susturması müşkül, insanlığını susturdun sen de. Zaten, bizim bu
Rum mahallesiylen iç içeliğimiz yaptı ya, insanlarımızı da iç içe. Se
nin kadar İzmir de suçlu. Bu İzmir yok mu ya bu İzmir ... Başka yer
de olsa, belki her millet kendi şeysini şeyederdi de ...
- Uyandın mı Bergüzar? Uyanma kızım, uyu, uyu . . . Daha vakit
pek erken.
- Hızarın gürültüsüne baksana ...
- Gözlerin şişmiş, bağırma öyle. Gözlerin nasıl da şişmiş, çok
mu yoruldun? Hem ne bağırıyorsun bak hele, aaa . . .
- H e m nasıl yoruldum. Bağırırım tabii. Hep netameli yolcular
dı. Kiminin veledi zırlar, kiminin safrası kabarır. Ah, verecektin beni
bir terziye, olacaktı kolumda bir altın bilezik. Bir sigara at kız anne
bana.
- Mesleğe koyacak kadar durdun mu baba evinde, gözü körol
mıyasıca. Hep Aleko oldu senin sebebin. Bu bize ettikleri o adamın,
Sevdadır Her İşin Başı 1 67
Belki de biraz çok çabuk oldu, ama, uzun sürmesi daha zordu bence.
Çabuk geçti geçmesine ya, ben o dönemi atladıktan sonra ne çocuk
oldum, ne tam kadın. Aralarda bir yerde şaşkın, kısılmıştım. Anne
me desem o zamanları, " aah, babanızın gününde olacaktık ki, bakın
görün " diye özleye bayıla anar. Yalan halbukise, bal gibi yalan. Bu
kadın endazesiz atar zati. Hayatı kıtır. Nasıl yoksulduk, aç yattığımı
zı bilirim. Aç yattığımızdan uyuyamaz, evin taş duvarlarında yeşer
miş yosunları yemek isterdik Feyzullah'la. Aç karınlarımızın güm
bürtüsünü dinler, bahçeye çıkar, kök, tahta parçası, artık elimize ne
geçerse, yerdik ... Feyzullah derdi ki, ah Allaam, derdi, neden şu top
rak biraz şekerli değil, şu taşları neden biraz yumuşak yaratmadın?
Hiç olmazsa yenirdi. Ah manyak abicim, manyak rahmetlik.
Haber göndermiş gene bu bir gün. Bahribaba parkında bekliyor.
Göya kan kardeşime yatıya gittim ben, anam öyle bilir. Atladım, git
tim parka, gece olunca. El ayak çekilip karanlık hükmünü kurunca.
Bir o vardı parkta, bir ben. Bir Aleko vardı sanki yeryüzünde, bir de
ben. El ele yürüdük, omuz omza yürüdük. Yürek yüreğe baktık
ağaçlara, denize, yıldız yüklü gökyüzüne. Ne güzel geceydi ... Ne on
dan önce, ne de ondan sonra, hiçbir gecenin tadına öylesine varama
dım. Tekmil gündüzlerin tadına denkti o gece. Cebine bir kanyak şi
şesiyle bir çukulata koymuş benimki, Allaah. Çakırkeyf olduk. Sev
menin Allahını dedik, Rumluğun, kindarlığın Allahını, bizi kınayan
ların Allahını, şarkıların, türkülerin, Allahın Allahını... " Sevdadır
her işin başı " nı ilkin o gece söyledi bana. Kalktı, bi güzel oynadı da
döne döne. Dünyada bizden temiz insan yoktu o gece. Biz o gece,
anasından dünyaya yeni doğmuş bir bebe kadar tertemizdik. Kim
anlar bunu aşıklardan başka? Kan kardeşime sorsam şimdi, neler uy
durur bana dair. Sarhoşmuşum da, elimde bir buket çiçeklen sabah
dönmüşüm eve de ...
Sabaha karşı çakırkeyf döndüğüm doğru bak. Elimde birkaç dal
gelincik çiçeği vardı. Şafağa doğru bir yağmur çıkmıştı çisi] çisil. Par
kın nemlenmiş tahta sıralarına oturmuştuk. Güzel kokulu bir ot ko
parmıştı bana, elini kalbine bastırıp, karşımda diz çökerek sunmuştu
bana o otu. Avucumda ezip, kokusunu tenime geçirmiştim. Ben de,
çoban çantası koparıp, çıngırdatmıştım onun kulağına. " Bak Aleko,
demiştim, çoban çantasının minici k yürek biçimi filizlerini işte böyle
birazcık çıtlatıp da otu avuçlarının içinde dönderirsen, işte böyle çın
çını çın diye şarkı söyler insana çoban çantası. Seninle biz de öyleyiz
değil mi. Bizim bu iki millet gibi kin vuruşturmak yerine, çoban çan
tası gibi dal vuruşturup, türkü söyleyelim. Mahallede beni çok kına
yanlar oldu, sizin mahallede de seni elbet. İnsanlar safi yüreklerini
dinleseler, onun sesine kulak verseler ya ...
"
1 70 Ayşe Kilimci
bile.
Dönüş yolumuzda bir çiçekçinin vitrini önünden geçerken, " ister
misi n " dedi, " ister misin sana çiçek çalayım Bergüzar? "
Ne kadar istemiştim bunu, içten içe ne kadar istemiştim. Bana o
gecenin sabahında bir sap çiçek çalmış olsaydın, sonraki günlere da
ha kavi yürekle koyulurdum. Acıyı göğüslerdim. Yok dedim, içimi
söyleyemedim. Yok, gören mören olur Aleko. Boş ver, zaten gözlere
batar olduk.
Dinlemeseydi beni, çalsaydı bir dal çiçek, herhangi bir çiçek çal
saydı bana o çiçekçi tezgahından ya da bir bahçeden. Bir insan bir
insana sana çiçek çaldım, çalacağım diyorsa, bak bu çok önemli.
Ama kim anlar bunu sevenlerden başka?
Elimi sımsıkı tutup, beni yamacına çekti, " merak etme sen " dedi,
" omzuma bir ip atar, seni ekmeksiz bırakmam. "
Çevremizde bizler için, safi biz yoksullar için icat edilmiş onca
güvensizlik, türlü türlü ölmekler ortasında bu sözleri ve sevgisi ile sı
ğınağımdı Aleko. Canımı, yüreğimi dinlendirecekti. Sevdasıyla ye
şertip büyütecekti beni ... O yaşta bile insan yorgun olurmuş da din
lenmeyi düşünürmüş, diyorum bugün. Ama bizim mahallede herkes
ler yorgun. Rum mahallesinde de herkesler yorgun. Ne kadar benzi
yor bu iki mahallenin kaderleri, insanları birbirine. Sanki yorgun ve
kadersiz doğuyoruz hep.
Aleko, geçit vermez, damarına inilmez bir kaya gibi dikiliyordu
omuz başımda. Usulca sokuldum, onunla çoğaldım. Dünyasını dün
yama kattım. Bir sevenler anlar bunun ne ibadet demek olduğunu.
Hem o zaman ben bile düşünememiştim, karakayanın dilinden her
kes anlayamaz. Karakayalar iyicene yüksek, taşlık arazide biten di
rençli, kök salmış kayalardır. Diplerinden karasuluk denir, bir yeral
tı suyu çağlar. Usul usul sızar gider. Ancak taş ustaları anlar karaka
yanın dilinden. Tek, taş ustaları girer onların yüreğine. Tın tını tın di
ye bir taş türküsü söylerler çivileri çekiçleriyle. Ustası taşın böğrünü
bulunca, güm diye patlar koca kaya, kaya dağılıverir. Yanımdaki
adamı bu kayaya benzettiydim, ama, ben onu tanıyıp, içini okuyacak
kadar usta değildim kadınlıkta. Sevdam çoktu, dağları, denizleri tu
tardı sevdam ama. yaşamam azdı. Ah yaşamam azdı o vakitler.)
- Of diyorsun bana a kızım, duy yarappim duy.
- Allah ne görür bizi, ne de duyar anne. Boşuna söyleme.
- Tövbe de gücüne gider.
- Onun ettikleri bizim hiç gücümüze gitmiyor ama.
- Sen tövbe de kızım, her aklına düştüğünde tövbe de. Allah se-
nin tövbeni yoracak nice bir günahlarını bulur çıkarır.
(Aleko. kızıma ne istediyse aldı. Evinin ağır eşyaları, radyosu,
1 72 Ayşe Kilimci
1 74
Boyacıköy 'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 1 7 5
çerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dün
yada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak
olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? ya da olası mıydı? Her
kes denizlerini tüketmişti. Telefonlarını tüketmişti. Hayatımızdaki
her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu.
Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda
yürürken bunları düşünüyordu. B ütün takvimleri ve tarihleri birbiri
ne karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde de
niz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire ...
·
istemişti.
Bu düşe inanmak istemişti.
Yüzü ışıyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; Kararını vermiş-
ti.
Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler.
Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam
yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin:
" Gitme, seni seviyorum, " dedi.
" Biliyorum, " dedi Gelin. " Ama yapacak bir şey kalmadı artık. "
" Beni seviyor musun? " diye sordu Genç Adam.
" Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şe
yin olacağını. .. "
" Beni sevdiğini olsun söyle, dedi Genç Adam.
" Bunu zaten b iliyorsun," dedi Gelin. " Hem zaten bu neyi değişti
rir ki? "
" Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duy-
mak için yaşadım ben. "
" Seni seviyorum, " dedi Gelin. " Ama yalnızca seviyorum. "
" Artık seni bırakamam. "
" Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım. "
" Buna izin veremem . "
" Çaresizim inan. N e yapabiliriz k i hem? Elden n e gelir? Her şey
için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin
sen. Çok geç."
" Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma
takılan bir sürü şey ... "
" Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek
istedim. Geç kaldın sen. Çok geç geldin. "
" Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeye
ceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar
seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam. "
" Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da
çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. B ana ihtiyacı var.
Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam . "
" Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her iki-
miz de. Çok mutsuz olacağız. "
" Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor.
" Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm . "
" Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve
akıllı bir insansın . "
" Güçlü v e akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyo
rum. "
Boyacıköy 'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 1 79
HAZİRAN BAŞI
1 80
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 8 1
Tatil çantasına daima fazla giysi konur, ama iş gezisinde böyle bir
sorun olmaz. Ayrıca iş gezisinin bütün programı yazılı - çizili olarak
belirlenmiştir, kimsenin alınmasına, suçluluk duymasına gerek bıra
kacak değişiklik sorunları yaratmaz. Bertan, yedek bir çift kalın ço
rap ve kazak almamı öneriyor. Bu mevsimde oraları hala soğuktur!
Ben - Donacak değilim ya?
Bertan - Beklenmedik soğuğa, beklenmedik sıcaktan daha güç
katlanılır. Bu zarfta yedek para var, gerekirse diye ...
Ben - Nasıl başarıyorsun bu ayrıntılı ilginle beni boğmadan sev
meyi?
Bertan - İnsan ancak çok sevdiğini sıkmadan kucaklayabilir.
Dediklerini yapıyorum. Sarı bir kazak, mavi bir çift çorabı ve ye
dek para dolu zarfı çantama ekliyorum. Bir de uçakta açmam üzere
küçük bir paket. Bertan böyle sürprizler yapmayı pek sever. Uçakta
kemerlerimi bağlar bağlamaz paketi açıyorum. İçinden bir şiir kitabı
çıkıyor: Adrienne Rich.
Bertan - Bu kadının şiirleri hallisinasyon yarattığı için başkala
rından çok farklı. İncecik bir delilik ve korku şiirlerinin daimi konu
ğu, farkında mısın? Delilik ve korku, mantığı hem itiyor, hem de tu
haf bir şekilde yaklaştırıyor.
Ben - Bu söylediklerini böyle söylemeyi beceremem ben ... Ben
ce şiir ya güzeldir, ya kötü. Ya zengindir, ya yavan. Şiir ya vardır, y a
da yoktur!
Bertan - Peki zengin, güzel, varolan şiiri nasıl görüyorsun? Var-
lık / yokluk . . . . . . İlk adım sorunlarıdır. Varlık tek başına sadece baş-
langıçtır. Güzellik, incelik ve renk, varlığın üzerine özenle işlenecek
unsurlardır.
Ben - ................. .
Bertan - Bak Adrienne Rich o incecik köprünün üzerinde yürü
yerek, katıksız çılgınlık ve fanteziyi hissettirebiliyor. Dinle şimdi:
HAZİRAN ORTASI
Hayır diyeceğim, akıllı bir kadınım yalnızca ... Sonra ......... Yoooo,
yo hayır, bütün bunları baştan yaşamak istemiyorum ... Bıktım bun
lardan ... Hasta olurum, başım ağrır, değişen iklime uyumsuzluk çeki
yor olurum ... Gidemem bu geceki partiye ...
Yanımdaki 'çok önemli' işadamı, onunla ilgili kurduğum senar
yodan, hatta onun yüzünden akşamki partiye gitmeyeceğimden ha
bersiz, hala karısını çekiştiriyor bana. Kim bilir bu rol ona uygun de
ğil, ama nasılsa bu rolü oynayacak birileri daima bulunuyor. Akşamı
yalnız geçireceğim!
Yarın seni göreceğim!
Sertan ne yapıyor acaba?
YA RIN (Haziran 1 7)
İşlerim biteli altı, Johannus biteli dört, seni görmeyeli iki gün ol
du. Kapına not yazıyorum, telefon ediyorum, araştırma yaptığın la
boratuvara, ofisine uğruyorum; ya yoksun, ya çok meşgulsün.
Spor salonuna gelip, saatle�ce badmington maçının bitmesini
bekliyorum, ter içinde -ve hep galip olarak- duşa giderken kuru bir
selam verip, geçiştiriyor yine kaçıyorsun. Gece Tillika'da yakalıyo
rum seni. Kenti ortasından bölen nehrin kenarındaki 'sanatçılar
bar' ında. Her şeyin yolunda gittiğini, hayatının ve senin hiç eksiksiz,
hiç yanlışsız sürdüğünü her an, herkese kanıtlamak üzerine kurulu
'protestan ahlakınla ' , sonuna kadar ateist direnerek içip, son tekno
lojik haberlerden, akademik dedikoduların neşeli yorumlarından
dem vuruyor, ama hiç aksatmadan bol bol içiyorsun. İçtikçe kendine
güvenin artıyor -sen öyle sanıyorsun !- cesaretleniyorsun ... Neye?
Kendin olabilmeye. Korkmadan kendin olabilmek için alkole mec
bursun!
Şişeler boşaldıkça, gözlerimin içine bakmaya, orada beni arama
ya başlıyorsun. Sen içtikçe, ben yeşile boyanıyorum ...
İçim ısınıyor, yüreğimdeki kederli gürültüyü bile bile kesiyo
rum ... Alkolün benden daha güçlü olduğunu bile bile . . .
Konuşuyorsun, anlatıyorsun, yıllarca susup, biriktirmiş -gibi- ko
nuşuyorsun . . .
Dinliyorum. Seyrediyorum. Seviyorum. Nasıl çok seviyorum . . .
Diğer masalara bakıyorum, h e p aynı, hep aynı ... Yirmilerce kop
yan, kendileri olabilmek için bütün paralarını şişede saklı büyülü
sıvıya akıtıyorlar.
Konuşmalarından en çok iki sözcük takılıyor kulağıma; öyle çok
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 91
Karanlık, serin ve çok kalın bir giysinin içindeymişim gibi ... Hem
soğuk, hem çok kalın ... Buldum!
Günlerdir dilimin ucuna gelen o oyunu buldum. Sen aslında Bay
Puntilla'sın. Evet öyle. Ben de Matti.
Tıpatıp Bay Puntilla!
Kim bilir Brecht daha yıllar önce, burada sürgündeyken seni dü
şünüp, bu oyunu yazmıştır?
Sen içince iyi yürekli. sevecen, hakça Bay Puntilla, ben de sana
inanan Uşak Matti.
Bir kağıt, bir kalem, bir not: ' Bay Puntilla,
Uşak Matti oyunun sonunda gözlerini açar,
anımsadınız mı?'
Notu, Eino Leino ile Brecht şiirlerinin arasına yerleştiriyorum.
Saçımı tarayıp, kendime çeki - düzen veriyorum. Sonra çıkıyorum
evinden, kapıyı dışardan sıkıca çekiyorum.
Ağır ağır yürüyorum kentte. Üstüm başım sırılsıklam yeşil!
HAZİRAN SONU
Abasıyanık, Sait Faik ( 1 906- 1954). Türk yazınında öykü türünün akla gelen ilk
adı ve en önemli Türk öykücüsü. Fethi Naci'njn deyişiyle. "gelmiş geçmiş en
büyük hikayecimiz" Varlık dergisinde yayımladığı öyküleriyle ( 1 934) öykü
sanatımıza yenilikçi bir yol açmıştı. Klasik öykü kalıplarının ve anlayışının
büsbütün değiştirilmesine öncülük etti . Öykülerinde bir konu ya da olaydan
çok, bir küçük yaşantı parçasını , bir kişilik özelliğini ya da bir durumun şiirsel
etkilerini çıkış noktası olarak aldı. Bu seçimi ona benzersiz bir anlatım
zenginliği sağladı. Kapalı mekanların değil. dış dünyanın, doğanın ve fü'!gür
yaşantıların öykücüsü oldu. Sıradan insanların iç dünyalarını, yaşantılarındaki
gizli kalmış zenginlikleri, tabii ilkin denizi, Burgaz adayı, balıkçıları, kırları,
hayvanları, kent yaşamının ayrıntılarını dile getirdi. Sait Faik denince akla ilk
gelen özelliklerinden biri de bütün bu yaşantıları benzersiz bir hümanizmin
ışığında almasıdır. 1953'te AB D'deki Mark Twain Cemiyeti'ne üye seçildi.
Yapıtları: Semaver ( 1 936), Sarnıç ( 1 939) , Şahmerdan ( 1 940), Lüzumsuz A dam
( 1 948), Mahalle Kahvesi ( 1950), Havada Bulut ( 195 1 ) , Kumpanya ( 1 95 1 ) ,
Havuz BQ:jı ( 1 952), Son Kuşlar ( 1952) , A lemdağda Var Bir Yılan ( 1 954) , A z
Şekerli ( 1954), Tüneldeki Çocuk ( 1955 ) , Mahkeme Kapısı ( 1 956) . Ayrıca
Medar-ı Ma4et Motoru ( 1 944; Birtakım İnsanlar adıyla, 1952), Kayıp A ranıyor
( 1953) adlı iki romanı ile Şimdi Sev4me Vakti ( 1 953) adlı bir şiir kitabı da
vardır.
Akbal, Oktay ( 1 923 ) . Öykü ve roman yazarlığının yanı sıra, 1956'da "Vatan"
gazetesinde başladığı günlük köşe yazarlığın ı , "Barış" ve "Cumhuriyet"
gazetelerinden sonra şimdilerde "Milliyet" gazetesinde sürdürüyor. Savaşın
yarattığı etkiler altında sıkışıp kalan insanların yoksunluklarını, acılarını ele
aldığı ilk öykü kitabı Önce Ekmekler Bozuldu (l 946) ilgiyle karşılandı.
Sabahattin Ali ve Saiı Faik etkileri arasında kalan. ama kendine özgülüğü de
koruyan öyküler yazdı. Sıkıntılı. duygulu öykü kişileriyle yalın bir öykü
atmosferi kurdu. Birbirine çok benzeyen öykülerindeki bu sıkıntılı kişiyi
oluşturmak için, çoğun kendisi ya da çevresindeki gerçek kişilerden yararlandı.
Şiirsel diliyle, Saiı Faik'in izini süren bir öykücü olduğu belirtilebilir. Öykü
kitapları: Aşksız İnsanlar ( 1 949) , Bizans Definesi (l 953), Bulutun Rengi
( 1 954), Berber Aynası ( 1 959 ). Yalnızlık Bana Yasak ( 1 967), İstiııye Suları
( 1 973), Hey Vapurlar, Trenler ( 1 98 1 ) , Lunapark ( 1 983 ) , Ey Gece K'!pını
Üstüme Kapat ( 1 988) Romanları: Garipler Sokağı ( 1 950) , Suçumuz insan
Olmak ( 1 958). İnsan Bir Ormandır ( 1 975). Ayrıca çok sayıda deneme, günce
ve köşe yazılarından derlenmiş kitapları vardır.
1 95
196 Kısa Biyografiler
Avcı, Zeynep ( 1 947) . İlk kitabı Kötü Bir Varlık' taki ( 1 983) öykülerinde,
toplumsal yaşamın bireyler üstündeki etkilerini , kişisel açmazları, direnme
çabalarını anlattı. Feridun Andaç bu kitaptaki öyküleri �öyle değerlendiri
yor: "Yer yer eleştirel, yer yer de humanist bir bakışla veriyor bunların (öykü
kişilerinin, S.G.) gerçekliklerini. Onların çelişkiler ve çatışkılar yumağı
içindeki yaşamlarına gözlemci bir bakışla yaklaşıyor Avcı. Masal öğelcrinc
başvuruyor, anısal birikimlere uzanıyo r . " İkinci öykü kitabı Ahşap Köşkün
Hanımefendisi ( 1 991 ) ile öykücülüğünü geliştirdiği belirtilebilir. Gene benzer
izlekler çevresinde, çaresizlikler, hüzünler, sevinçler, duygusallıklar içindeki
insanları anlatıyor.
önlüyor sanki. Oysa ilk kitabıyla çok önemli bir çıkış yaptığı saptanabilir.
Eray, Nazlı ( 1 945 ) . Alışılmadık öykü tatları veren bir yazar. Başkalarına
benzemez bir anlatım biçimiyle yazdığı öykülerinde, gerçekle gerçeküstü
arasında gel-gitler yaratarak, günlük yaşarrun ayrıntılarını deşer. Kadın
dünyasına özel bir ilgi gösterir. Fantastiği arayışı içinde düşsel bir dünya ve
masalcı öğelerle buluşturur okuru. Öykücülüğümüzün, denebilir k i , tuhaf ama
aynı ölçüde vazgeçilmez bir yazandır. Bu arada yalın, kolay ilişki kurulabilir
diliyle de dikkat çeker. Ah Bayım A h ( 1 976), Geceyi Tanıdım ( 1 980), Kız
Öpme Kuyruğu ( 1 982) , Hazır Dünya ( 1 984 ) , Eski Gece Parçaları ( 1 986), Aşk
Artık Burada Oturmuyor ( 1 988) , Yoldan Geçen Öyküler ( 1 989) , Kuş Kafesin
deki Tenor ( 199 1 ) adlı öykü kitapları dışında, Pasifik Günleri ( 1 98 1 ) , Deniz
Kenarında Pazartesi ( 1 984) , Arzu Sapağında İnecek Var ( 1 990) adlı romanları
vardır.
Esendal, Memduh Şevket ( 1 883-1952 ) . Kısa öyküye , bir tür olarak Türk
yazınına girişinden sonra, ilk önemli sıçramasını gerçekleştiren yazar. Edebi
yat-ı Cedide yazarlarından sonra kısa öyküye çağcıl bir nitelik kazandıran
Esendal, kendinden sonra gelen yazarların da önünü açtı. İttihat ve Terakki
üyeliğinden TBMM üyeliğine, elçilikten CHP genel sekreterliğine varıncaya
dek çok yoğun siyasal çalışmalar içinde bulunan Esendal'ın asıl değe ri ,
1 98 Kısa Biyografiler
Güngör, Necati ( 1 949) . Başlangıçta yöresel izlenimler ile anılann güçlü izlerini
taşıyan öyküleriyle dikkati çekti. Sıcak bir öykü atmosferi oluşturdu. Sevgi
Ekmektir ( 1978) adlı kitabıyla önemli bir çıkış yaparken , en başanlı öykülerini
de yazmış bulunuyordu . Orta tabaka insanlannın ezikliklerin i , dirençlerin i ,
yitikliklerini anlattı. Ayrıntıları önemseyen, sıcak b i r dil kullandı. Kitaplan:
Yolun Başı ( 1973), Yeryüzünde İki Gölge ( 1 982), Bu Sevda Ölmek ( 1 983) ,
Hayanmın Yedi Hikayesi ( 1984 ) , Unutulmaz Bir Kadın Resmi ( 1 986), Sinema
Kıqu Sevgilim ( 1990).
Güntekin, Reşat Nuri ( 1 889-1956). Çalıkıqu romanı ile hem yaygın biçimde
tanındı, hem de Feride kişiliğinde, Anadolu aydın kadınını romana soktu.
Yazarlık yaşamında sonra da·· omandarı daha önemli bir yer tuttu. Kasaba
yaşantısı, insanları ve sorunlarıyla Anadolu gerçekliği , Reşat Nuri'nin başlıca
anlatı nesnesini oluşturur. İnsancıl bir yaklaşım içinde, toplumsal sorunları
enikonu önde tutan bir yazar oldu. Dil bilinci ve Türkçe duygusunun yüksekliği
özellikle önemlidir. Konuşma dilinden yararlanan, yalın bir Türkçeyle yazdı.
Yüz bir kısa öyküsü var Çağdaş öykücülüğümüzün erken ürünleri arasında
yer alan bazı başarısız örneklerin dışında. çok sayıda duygusal öykünün de
aralarında bulunduğu, içtenlikli ve başarılı öyküler yazdı. Öykü kitapları: Tanrı
Misafiri ( 1 927). Sönmüş Yıldızlar ( 1 927). Leyla ile Mecnun ( 1 928) , Olağan İşler
( 1 930). Romanları: Çalı kuşu ( 1922). Gizli El ( 1 922) . Damga ( 1 924 ) . Dudaktan
Kalbe ( 1 925 ) , A kşam Güneşi ( 1 926), Bir Kadın Düşmanı ( 1 927). Yeşil Gece
( 1 928) . Acımak ( 1 928 ). Yaprak Dökümü ( 1 930). Kızılcık Dalları ( 1 932 ) .
Gökyüzü ( 1 935 ) , Esk i Hastalık ( 1 938 ) . Ateş Gecesi ( 1 94 2) . Değirmen ( 1 944 ) .
Miskinler Tekkesi ( 1946) . Harabelerin Çiçeği ( 1 953 ) . Kaı·ak Yelleri ( 1 96 1 ) , Son
Sığınak ( 1 96 1 ) . Kan Davası ( 1 962) .
Gürsel, Nedim ( 1 95 1 ) . Uzun Sürmüş Bir Yaz ( 1 975) adlı kitabıyla öykü
yazınımıza girdi ve genç yaşta geniş bir ilgi uyandırd ı . Genç aydınların baskıcı
bir ülke ortamı içindeki olumlu ve olumsuz tutumlarını yansıttı. Akıcı, şiirsel
bir anlatım biçimi kurdu. Uzun yıllar boyu Paris'te yaşıyor oluşu öykülerinin
içeriğini de etkiledi ve yurdundan uzakta kalmış bir aydının yurt - ve
Kısa Biyografiler 1 99
Halikarnas Balıkçısı ( 1 886- 1973). Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Bir
öyküsünde halkı savaş aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi"nce
üç yıl Bodrum'da kalebentliğe mahkum edildi ( 1924 ) . Bir buçuk yıl sonra cezası
affa uğrayınca da İstanbul'a dönmedi ve Bodrum'un antik çağdaki adı olan
Halikarnas'ı kendi adı olarak benimsedi. İlkin deniz konulu öyküler yazdı;
deniz insanlarını öykücülüğümüze taşıdı . Ölçüsüz bir coşku ve yer yer şiirsel bir
anlatım diliyle yazdı. Gelgcleli m , öykü dilinde yabancı sözcükler, yapı
bozuklukları pek çoktur. Belki coşkun anlatım dilini denetleyemediği söylene
bilir. Ege uygarlığının mitologyasından da beslenen öyküleri. onun düşünürlü
ğünü yansıtan yazılarına çok yakın düşer. Öykü kitapları: Ege Kıyılarında
( 1 939) , Merhaba A kdeniz ( 1 947), Ege'nin Dibi ( 1 952), Yaşasın Deniz ( 1 954),
Gülen A da ( 1 957). Gençlik Denizlerinde ( 1 973). Romanları: Aganta, Burina,
Burinata ( 1 946) , Ötelerin Çocuğu ( 1 956), Turgut Reis ( 1 966), Deniz Gurbetçile
ri ( 1 969). Ayrıca, A nadolu Efsaneleri ( 1 954) ve A nadolu Tanrıları ( 1 955) adlı
inceleme kitapları vardır.
İleri, Selim ( 1 949). Öykü yazınımızın genç kuşağı içinden süzülen en önemli
yazarlardan, bir genç usta. Çok genç yaşta kendini yazın dünyamıza kabul
ettirdi. Başlangıçta öykü yazdı ve çok özenli diliyle dikkat çekti . Genç
insanları, değişen büyük kent ortamını, yitip giden gelenekleri konu etti. Selim
İleri, hem öyküleriyle, hem romanlarıyla, denebilir ki, eski! bir duyarlığın
yazarıdır. Gelenekle ilişkisinde ayıklamacı değil, bütüncüdür. Kendi kınlgan
duyarlığını öykülerine yansıttığı söylenebilir. Aşklar, umutsuzluklar. hiçlikler,
çaresizlikler, zayıflıklar, acılar vb. Selim İleri'nin başlıca izlekleridir. Asıl
yaygınlık kazanması ise , ilk romanı Her Gece Bodrum ' un ( 1 976) gördüğü
ilgiyle birlikte gerçekleşti. Romancı olarak da çok verimli bir yazar oldu. Selim
İleri'nin verimi titiz bir incelemeci-eleştirmen olarak da ayrıca dikkate
200 Kısa Biyografiler
Öz, Erdal ( 1 935). Başlangıçta çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan şiir, öykü
ve eleştiri yazılarıyla tanındı. 1960"da Yorgunlar adlı öykü ve Odalarda adlı
romanı yayımlandı. 1970'lerin genç devrimcilerini konu eden öykülerine yer
verdiği Kanayan ( 1 973) ve siyasal bir roman olarak nitelenebilecek Yaralısın
( 1 974) ile ilgi topladı. Sıcak ve etkili anlatımı , canlı kişileriyle başarılı bulundu.
1 987'de ikinci öykü kitabı Havada Kar Sesi Var yayımlandı. Tutukluluk
günlerindeki ortak yaşantıları içinde tanıdığı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve
Yusuf Aslan'ın 12 Mart darbesi öncesi ve sonrasındaki yaşamlarını içeren
Deniz Gezmiş Anlatıyor ( 1 976) adlı anı kitabını daha sonra Gülünün Solduğu
A kşalfı adıyla. yeni bir biçimde yazdı.
da özel bir yeri vardır. Yaşadığı çevrenin insanlarını anlattı. Günlük yaşantının
gerçekliğini ve insanlarını insancıl bir bakış açısıyla aldı. Hızlı bir akış
kazandırdığı öykülerinde çoğun belli bir olayı anlatır. Arı dil anlayışı ve canlı
ele alış biçimi ve bugün hiılfı yaygın biçimde okunması ilgi çekicidir. Bütün
Eserleri dizisindeyayımlanan öykü kitapları: Efruz Bey, Kahramanlar,
Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Kurumuş Ağaçlar, Yalnız Efe, Falaka, Aşk
Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabed.
Soysal, Sevgi ( 1 936-1976). Genç ölümüyle çağdaş Türk yazı nının en büyük
kayıplarından oldu. Her zaman ilgiyle izlenen. sevile n . tartışılan bir yazardı.
İncelikli mizahıyla. ayrıntılara değer veren gözlemciliğiyle etkileyici öyküler
yazdı . Mamak Cezaevi'nde tutuklu kaldı ve bu döneminden yararlanan siyasal
gözlemlerini öykülerine ve romanlarına yansıttı. Kimi eleştirmenler öykülerini,
kimileri de romanlarını daha başarılı bulurlar. Bu da gösteriyor ki. Sevgi Soysal
bütün yapıtlarında belli bir düzeyin üstüne çıkmış bir yazardır . Öykü kitapları:
Tutkulu Perçem ( 1 962). Tante Rosa ( 1 968 ). Barış A dlı Çocuk ( 1 976).
Romanları: Yürümek ( 1 970). Yenişehir'de Bir Öğle Vakti ( 1973 ) . Şafak ( 1 975),
ve tamamlanamamış olan Hoş Geldin Öliim ( 1 980). Ayrıca Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu ( 1 976) adlı bir anı kitabıyla yazılarının toplandığı Bakmak
( 1977) adlı bir kitabı daha yayımlanmıştır.
AŞK VE ÖYKÜSÜ 7
NECATİ CUMALI ( 1 92 1 )
Yalnız Kadın 52
TA RIK DURSUN K. ( 1 93 1 )
Kum Saati 65
İlik 66
Eşik 71
LEYLA ERBİL ( 1 93 1 )
Gündelik 73
ERDAL ÖZ ( 1 935)
Uçucu Bir Koku Gibi 77
NEDİM GÜRSEL ( 1 95 1 )
Yaz Gelmeden 1 36
207
MAHİR ÖZTAŞ ( 1 95 1 )
Daha Vakit Varken 141