Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 208

Türk Yazınından Seçilmiş

Aşk Öyküleri

Derleyen
Semih Gümüş
ADAM YAYINLARI
©
AnadoluYayıncılık A.Ş.

Birinci Basım: Ocak 1993


ikinci Basım: Temmuz 1994
Üçüncü Basım Şubat 1996

Kapak Düzeni;JJirsen Delemen Güven


Türk Yazınından Seçilmiş
Aşk Öyküleri

Derleyen
Semih Gümüş
AŞK VE ÖYKÜSÜ

Belki aşk, bireyleşmiş insanın gerçeklikle çatışma içine düştüğü


bir anın fonksiyonu olarak tanımlanabilir. Tabii sayısız aşk tanımla­
rından birini daha yapmanın herri neredeyse olanaksız olduğunu,
hem de toplumsal yaşam içindeki bireylerin sayısınca - sayısızca -
aşk tanımı yapılabileceğini unutmadan. Sayısız çoklukta aşk tanımı
ve yaşanmış aşk varsa eğer (ne kadar aşk yaşanıyorsa, o kadar da ta­
nımı vardır!), her birimizin yaşayacağı yeni aşklarla bu sayısız çoklu­
ğa aritmetiksel bir katkımız da olamayacaktır demek ki.
Aşk - nasıl yadsınabilir - gerçek dünyanın dışına düşmektir - bir
saklanma biçimi, kendi kozasına çekilip gerçekliği umursamamak ...
Toplumsal değerlerden şu ya da bu biçimde sakınmaksızın yaşanmış
bir aşkı düşünmek bile çok güç. Üstelik iki insan arasında hiçbir şeyi
sakınmamayı içeren aşk bir tür utanmazlık da sayılabilir ve bu yüz­
den insanoğlunun bu en özelleşmiş davranış biçimi kendini toplum­
�al yaşamın dışına çekerek, içgüdünün kalkanını kuşanır. Bunu yap­
maksızın korunamayacağını farkeder...
Çünkü, toplum utandırır! Ve her aşk toplumsal gözetim altında
bulundurulur.
Toplumsal ahlak, ruhsal aşk ile cinsel aşkın birliğini benimseme­
ye bir türlü yatkın olamamıştır. Tam dört yüzyıl önce Montaigne,
cinsel yaşamların toplumsal utançla örtüldüğünü anlatırken, aslında
bugünkü davranış biçimlerini de bakın nasıl dile getiriyor (üstelik
toplumsal bilincin üç yüzyılda bir başkalaşacağı öne sürülüyorken ! ) :
" İ nsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü gör­
meye hep koşa koşa gideriz, diyor Montaigne. " İnsanı öldürmek
için gün ışığında. geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için ka­
ranlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir
ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şe­
reftir. Biri günah. öteki sevaptır.
Demek ki aşk, tabuların yüceliğine karşı işlenmiş bir suç, başkal­
dırma, en azından saygısızlık yerine geçirilmiştir.
Toplumun utançla örülü hiyerarşisi, işleyiş biçimleri. ilişkileri dü­
zenleyişi. örgütlenişi sıradışına kolay geçit vermez - oysa aşk sıradışı
bir yaşantıyı kaçınılmazlaştırır; toplum ahlakçıdır - oysa aşk genel
ahlakı yadsıyarak kendi özel ahlakını kazanır; toplum genel çıkarları

7
özel çıkarlara baskın tutar - oysa aşk çıkar tanımayan bir saflığa bü­
rünmektir; toplum genel özgürlük hareketi içinde bireylerin özgürlü­
ğünü ikincil k�lar - oysa aşk en köktenci özgürleşme biçimidir; top­
lum her zamari gerçekçi davranmaya zorlar - oysa aşk gerçeğin öte­
sine kaçıştır - ya da gerçeğin ta kendisi, işte aşktır!

Yaşadığımız şu dünyaya bakınca, bütün bir toplumun kırık dö­


kük yaşamaya nasıl boyun eğdiğini hayıflanarak izliyoruz. Herhalde
çocuklarımızın, gençlerin ve tabii büyüklerin, cinsel eğitimin yanı sı­
ra ve giderek ondan da önce, çok kapsamlı bir duygusal eğitimden
geçmesi gerekiyor. Tüketici, yıkıcı, öfkeli, yıpratıcı, sevgisiz, üret­
kenlikten uzak, şiddete eğilimli bir toplum olduğumuza göre, ruhsal
eğitime de gereksinim duymak zorundayız. Asıl sorun başlangıçta
ruhsal-duygusal aşkı bulabilmekte; tensel aşk ruhsal aşkın ertesinde
nasılsa gelecektir. Şu demek ki, ruhsal aşkın tensel aşka üstün gelen
bir niteliği vardır ve insanoğlunun bundan vazgeçmesi neredeyse
olanaksız gibidir. Ya da bütüncül bir aşk tanımını bu kez şu sözlerde
bulabiliriz: "Yaratma sevinci içinde ruhun ruha, gövdenin gövdeye
koşmasıdır sevgi." (D.H.Lawrence)

Kuşkusuz kadın ve erkeğin ortak cinselliği de yazınsal yapıtların


gözde izleklerinden biridir ama, bir başına ruhsal aşka değgin göz­
lemler, sorunlar, çatışmalar ya da mutluluk ve yumuşak duygular ka­
dar değil. Ruhsal aşkı çözümleme, kurcalama itkisi her düşünen in­
sanın içini kıpırdatır.
Türk Yazınından Seçilmiş Aşk Öyküleri seçkisinde yer alan öy­
külerde de mutsuzluk ve mutluluk, ayrılık ve birliktelik, evlilik ve so­
runları, ilkgençlik aşkları gibi izleklerin cinsel aşkın önüne geçtiği
görülüyor. Cinsellik ve erotizm çağdaş Türk yazınının öncelikli ko­
nularından biri de olamamıştır - bunun oldukça ilginç ve anlaşılır ne­
denleri vardır kuşkusuz. Toplumsal yaşamın, giderek insanlarımızın
günlük yaşamının doğal, sıradan konularından biri olmak bir yana,
üstü örtülü kalan, konuşulmaz, süregiden tabulardan biri olan, daha­
sı, yaşantısı bile sınırlı kalan cinsellik ve erotizmden uzak durmuştur
yazarlarımız. (Çağcıl Türk yazınında gerçekten kayda değer bir ero­
tik roman var mı?) Edebiyat-ı Cedide yazarlarında ve hemen erte­
sinde oldukça nahif bir düzeyde alınan aşk izleği günümüzün tutkulu
aşklarına dönüşürken, ancak bazen cinsel yaşantıların ve erotizmin
yazınsallaştığına tanık oluyoruz.
Tabii şu da var: bu düşüncelerin gerçekliği de bir başka gerçekle
sınırlanmıştır: " kuramsal doğrular" ile kadın ve erkek arasındaki iliş­
kilerin sınanması çok saçma olur. Önünde sonunda herkesin yaşantı­
sı kendine değil midir?
8
Toplumsal yaşamı düzenleyen ilkeler, kurallar olabilir ve bunla­
ra gerçekten de gerek duyulabilir ama, özel-bireysel yaşantılar ve
karşılıklı duygular ne kural tanır, ne ilke . Demek ki aşk kuraldışı ve
ilkesiz bir özel yaşantı biçimidir. Bir bakıma, nesnesi olan kişilerden
bağımsızlaşarak belirleyici bir özneye dönüşen aşk, kurallarla çekilip
çevrilmeye başlandığında bireylerin onu nesneleştirmelerine de kat­
lanmak zorunda kalır.
Belli ki erotizm ve cinselliğin kendi dışlarına uğradıkları bir dün­
yanın egemenliği altındayız. Ruhsal aşkı ve duyguları bir mal olarak
kullanmak, paraya dönüştürmek ne denli güçse, cinsellik ve erotiz­
min tecimsel boyutları da o denli çarpıcı biçimde önümüze getirili­
yor. Aslında her şey çqk çıplak: Gövde ruhtan ayrılmış, cinsel aşk
ruhsal aşkı hiçe saymış, ikisi birbirinden uzaklaşmıştır.
Hangi değerlerden söz ediyoruz?
Her şey herkesin gözleri önünde yaşanıyor. Ruhsal aşkın içedö­
nüklüğü, romantizmi ve gizemi sönmüş, herkesle paylaşılabilir olma­
yan cinsel aşk yıkıcı bir dışadönüklüğün elinde kullanıma düşmüş,
değer yitimi içinde sürüklenmektedir.
Yaratma sevinci öldükten sonra ruhun ruha, gövdenin gövdeye
koşması nasıl beklenebilir?

Ruhsal ya da cinsel aşk kuşkusuz dün olduğu gibi yaşanmıyor.


Buna hayıflanmanın bir anlamı olmadığını da biliyoruz; çünkü bu­
gün yaşadıklarımız geçen yüzyılda yaşadıklarımızdan bambaşkadır.
Sözgelimi Halit Ziya Uşaklıgil ya da Reşat Nuri Güntekin'in öyküle­
dikleri aşk ile Sevgi Soysal, Selim İleri ya da Murathan Mungan'ın
öykülerinde anlatılanlar bambaşka düzeylere gönderirler bizi. Bu
kuşkusuz olumlu bir değişimdir de. Gel gelelim, aşkın tecimsel bir
mala ve medyanın oyuncağına dönüştürülmesini de içimize sindir­
mek zorunda değiliz...
Bir de yazınsal yaratım sürecinde cinsel aşkın ve erotizmin dile
gelip gelemeyeceği sorunu var - erotizmin ve cinsel aşkın, kadın ve
erkek arasında yaşanan ilişkinin hangi dil-biçemine sığdırılacağı. ..
Herhalde bunun çözümü gene yazınsal yaratıcılık eliyle, deneysel
çalışmalar içinde bulunacaktır.
Bu seçkide de ruhsal aşkın bazen tadı, bazen yüceliği, tabii bazen
de sorunları ve iç çatışmalarının öykü yazınımızda öncelikle alındığı
görülüyor. Bu arada ruhsal ve cinsel aşkın birliğine de hak ettiği de­
ğer biçilerek.

Semih Gümüş
Eylül 1 992
Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)

BİR HiKA YE-İ SEVDA

Tepeden kıyıya kadar bütün bu kocaman dağın geniş karnını bir


beyaz kuşak biçiminde kuşatarak bir ucundan hafif bir eğilimle sar­
kan yolu, uzaktan, elimle arkadaşıma gösterdim:
- Köyünüzde çalışkan bir belediye var, dedim. Burası insanda
hayranlık uyandıran görünüşü olan bir köy! Yüzyıllar görmüş çamla­
rınız, duvarsızlığına karşın şunun bunun sataşmasından korunuk
bahçeleriniz, daha yağma edilmesi düşünülememiş geniş arsalarınız;
sonra, tepelerden denizlere kadar yol yapan belediyeniz var.
o güldü:
- B unu yapan belediye değil. Üstelik sanırım köyümüzde bele­
diye bile yok. Bu yol yalnız bir adam tarafından yapıldı ya da yapılı­
yor; çünkü daha bitmedi.
Şaka yapıyor sandım. En çalışkan bir belediye kurulunun bile
halkın insanlık duygularına başvurmaksızın gerçekleştirmeye imkan
bulamayacağı bu, uzun kayalar arasından oyularak meydana getiril­
miş yolu, bir adamın, tek bir adamın üstlenebileceğine inanamaya­
rak sorarcasına yüzüne baktım. O benim omuzuma dokunarak eliyle
yolun son ucunu, köye inen parçasını gösterdi:
- Orada biri çalışıyor, gördünüz IJlü? İşte bu yolu yapan odur.
Hala sürdürüyor. Bütün bu uygulamalar geçen yıl bu vakitte başladı;
işte birkaç ay sonra bitmek üzeredir.
Ve bu inanılmayacak şeyin nedenini söyledi. Bu sabır, dayanma
ve çalışkanlık harikasını hemen insanın algılama gücüne kabul ettire­
cek olan nedeni anlayınca, şaka yapılmadığı kanısına vardım.
- Bu bir yarı delidir, demişti. Köyün meczubu. Bir de büyük aş­
kı var. Bu yolu bitirince aşkında mutlu olacağına onu kandırdılar.
İşin bütün nedeni bundan başka şey değil.
Yirminci yüzyılın bir başka biçimde kendini ortaya koyan bu Fer­
had 'ını daha iyi anlamak istedim. Arkadaşımın Iütufkarlığına borçlu
olan bu öyküyü işte olduğu gibi aktarıyorum:
Barba ' nın hayat öyküsü bilinmiyor, ama bu adla lakaplandırılma­
sı ve köyde nasıl vatan tuttuğu bilinmektedir. Onu, belki on beş yıl­
dan beri, bu köyde herkes bilir, herkes tanır, üstelik herkes sever.
Hiçbir zaman Barba'yı söyletmek, yaşayışının ayrıntılarına ilişkin
kendisinden bilgi almak mümkün olmamıştır. Onun, sorulara karşı
ağzını geniş bir gülüşle açan şaşkınlıkları, gözleri ni garip bir düşün-

11
12 lla/iı Ziya Uşqklıgil

ceyle bulandıran korkuları vardır.


Bir yaz, bir göçle birlikte, ola ki Köprü'de rastlanılan eşyanın ar­
kasına takılarak buraya kadar gelivermiştir.
Önce, o evin, sonra k9mşuların suyunu taşımakla başlamış, ona
boş yıkık bir ahırda yer vermişler; tenekelerle, tahtalarla delikleri
kapamış; o evden bir çuval, berikinden bir ot minder bularak, haya­
tında mutlu olmak için fazla bir şeye gereksinme duymamış . . .
Merak ederler, adını sorarlarmış. O zaman b u sorunun karşısın­
da düşünür, karşılık vermekte büyük bir kararsızlığın çekişmeleri
arasında sıkışır kalırmış. Ama köyün içinde herkesin bir gülümse­
meyle karşılayıp kabullendiği bu yüze bir ad koyamamak garip bir
üzüntü doğurur ve adsızlığın verdiği belirsizlik, onun hayat öyküsü­
ne ilişkin türlü varsayımların uydurulmasına neden olurmuş. Sonun­
da bu zorluğu çocuklar çözümlem iş. Bir gün, bilinemez nasıl, köyün
içinde Barba adı işitilmiş. Herkes, onu, kafasının kimlik kağıdına bu
adla yazdıktan sonra, artık Barba yabancılıktan kurtularak köyün
asıl parçalarından biri olarak kabul edilmiş.
Kış gelmiş, birlikte geldiği göç kente geri dönerken o da hazırlan­
mış. Bütün eşyayı taşımakta, iskeleye indirmekte koşmuş, uğraşmış;
sonunda denkler, sepetler, kutular konup her şey bittikten sonra o,
bir şey kalmış olmasın kaygısıyla iskeleye bir göz atmak üzere dön­
muş, vapurun halatı alınıyormuş, atlayacak olmuş; köyün çocukları
tutmuşlar:
" -Adam sen de Barba, gideceksin de ne olacaksın? "
O, ağzını açan geniş şaşkın gülüşüyle yanına yöresine bakarak sı­
rıtmış ve işte böyle, köyde kalmış ...
Bu günden sonra Barba köyün en yararlı öğesidir. Yararlı ve say­
gın . . . Evet, bu sözü özellikle kullanıyorum. Sanırım ona, bağışlanmış
addan geçmiş bir saygınlığı vardır. Alışılageldiği üzere yarı deliler,
çocukların ve hayatta başka bir eğlence bulamayan ahmakların bir
alay ve saldırı kurbanı olduğu halde, burada Barba 'ya köyün en ağır,
en kirli işleri yüklenilmekle birlikte, kendisini saygıya benzer bir
duyguyla kuşatmak, yiyeceğine giyeceğine özen gösteren bir seve­
cenliğin gösterilmesiyle, sanki bağlantısını güçlendirmeye çalışmak,
herkesçe kabul edilmiş bir adettir. O da böyle bir kabul edilişe hak
kazanmak için her şeyi yapar; özellikle suskunluk en büyük ve beğe­
nilen üstünlüğüdür. Kendisine söz yöneltilmedikçe o bir sözcük bile
söylemez ve bir söz yöneltildiğinde en kısa yoldan karşılık verir.
Uzun cümleleri iki sözcüğü aşmaz. Ama bu iki sözcüğü öyle bir açık­
lık ve sağlamlıkla söyler ki onun meczup mu, filozof mu olduğuna
karar verilemez.
Kimi zaman köyün sokaklarında, elleri arkasında, gözleri belirsiz
Bir Hik<iye-i Sevda 1 3

bir noktada, yanına yöresine bakmayarak - kafası yaratış ve yaratıl­


mışların gizliliklerinin gerçeklerini çözümlemeye uğraşmakla dolu
bir eski zaman filozofu kadar düşünceli - dolaşır. Görenler:
" - Barba bugün gene göklerde uçuyor. .. "

derler. Halkın sağduyulu anlayışı bu deyimle onun filozofça kendin­


den geçmişliğini pek iyi betimlemiş olur.
Barba gerçekten yaratılıştaki goksel bilinmezliğin gerçeğiyle uğ­
raşan bir uçuş içinde gibidir. Kimi zaman bir çocuk olur, denizin kı­
yısında oturur. Bir yanda oynayan çocuklara gülümseyen ve sevinçli
bir çocuk yüzüyle dalar. Ara sıra kalkıp onların oyunlarına katılmak
için zor tutabildiği heveslerle, yürek çarpıntısıyla doludur. Uzaktan
ya onlara küçük küçük çakıllar atarak ya da iyi anlaşılmayan sözler
homurdanarak sanki çocuk ruhun u onların oyunlarının yakınında
dolaştırır. Çocuklar iyi anlarlar:
" - Barba, sen de gel... "
derler. O zaman heveslerinin ortaya dökülmüş olmasından doğan
ağırbaşlı bir utançla başını kaldırarak arka arkaya:
" - Hayır. .. " der.

Arkadaşım bana bu ayrıntılı bilgileri, yürürken veriyordu. Yavaş


yavaş çamlıkları geçmiştik, tepeyi dolaşıyorduk. Şimdi dağın üzerin­
den dolanarak inen o yolu, Barba ' nın yolunu daha açık seçik görü­
yorduk. O, sanının, yorulmuştu. Ayakta, başını kaldırmış gözleriyle
yola, bu taşların arasında oyula oyula meydana getirilen esere baka­
rak dinleniyor, sanki sürdürmek için gerekli gücü ortaya konulan şe­
yin gönül doygunluğundan bekliyordu.
Uzun uzun biz de ona baktık. O bizi gördü, kendisine bakıldığını
öğrenince yeniden isteklenerek eğildi, elini uzatarak kazmasını aldı.
Arkadaşım anlatmasını sürdürdü:
- İşte Barba, köyde böyle herkesin saygı ve sevecenliğiyle kuşa­
tılmış olarak yaşarken bir gün, bir takılgan tarafından ortaya atılmış
bir söylenti, uydurulmuş bir yalan işitildi: Haber alındı ki Barba aşık­
tır. Bu haber hemen köye yayıldı ve herkes onu ayrı ayrı sorguya
çekti:
" - Barba, söyle bakalım, kime aşıksın?"
" - Aferin Barba, demek hata gençsin Barba ! "
" - O da seni seviyor mu Barba? "
" - Kimdir bakalım b u talihli kız k i kendisini sana sevdirebil­
.
mış ?. ..
Bu sonu gelmez sorularla, önce çocuklardan başlayarak, sonra
14 Halit Ziya Uşaklıgil

bütün köy halkına, sonunda genç kızlara kadar geçen bir sanıyla, ilk
günleri bir şaka halindeyken sonra karar verildi ki Barba gerçekten
aşıktır. Onu, h�r yerde, her saatte aşkından söz eden sesler, o talihli
kızın kim olduğ'.tJnu öğrenmek isteyen sorular izlemeye başladı.
O, bu konuyu ilk başlarda sıradan bir şaka olarak karşılardı. Se­
sini çıkarmaz, yalnız o geniş ve yayık gülüşüyle çevresine sırıtırdı.
Sonra yavaş yavaş onun katıksız ve sessiz rahat ruhunda bir kaygı,
bir b . u lanıklık belirdi. Soranlara anlamayan, ama merak eden gözler­
le bakmaya başladı. Sanki yüreğinin içinde bir kuşku uyanıyordu:
Gerçekten aşık mıydı? Aşıksa kime aşıktı? ..
O zamana kadar köyün içinde mutlu iken, birden bu beynin ikin­
ci bir çarkı daha bozulmuş göründü. Alnında derin bir çizgi oyuldu,
başı biraz daha yerlere eğildi, gözleri biraz daha bulandı ve onda
günden güne pekişen bir çekingenlik durumuyla, çevresinden bir çe­
kingenlik farkedildi.
Herkes bu değişme olayını Barba ' nın aşkının varsayımı lehine
yorumladı ve bütün köy - elbirliği etmişçesine - onun davranışlarını
incelemeye başladı. Farkına varıldı ki Barba sabahları, öğlenleri ve
akşam üstleri köy içinde sokakları dolaşarak bir gezinti yapıyor; bu
gezintiyi yaparken yürüyüşünde, geçişinde, çevredeki kızlara bakı­
şında özel bir çaba ve özen vardır.
Yolunun üzerindeki genç kızlar hep sorarlardı; pek yüreklileri
açıkça:
"- Beni mi Barba, beni mi seviyorsun? .. "
derler; biraz daha çekingen olanları parmaklarıyla kendilerini göste­
rerek:
"- Yoksa beni mi? "
sessiz sorusuyla gülerlerdi.
O, başkalarının sorularına artık gülmeyen, tam tersine derin bir
telaş ve heyecanla karşılık veren perişan gözlerle bakarken genç kız­
lara gülümser, en tatlı iltifatlı bakışıyla sanki onları bu şaka ortamın­
da destekler ve her soruyla karşılaştıkça yırtık potinli ayaklarını da­
ha erkekçe sürter, eski yırtık kasketinin altında yüzü daha fazla bir
gençlik taslamasıyla parlardı.
O zaman sokağın bir başından öbür başına kadar patlayan genç
ve neşe dolu kahkahaların alkışları içinde Barba'nın o zavallı yapısı,
aşkının bütün kahramanlık edasını sürükleyerek, ağırbaşlı ve gör­
kemli, geçer giderdi.
Barba sahi aşık mıydı, yoksa ona bu düşünceyi çevresinde pey­
dahlanan sanmalar mı aşılamıştı, bu bilinemez; gerçek olan nokta
Barba ' nın artık eski mutlu sevincini bütünüyle kaybederek gamları­
nın gölgelendirmesine bürünmüş bir siyah adam olmasıydı. En kuş-
Bir Hikiiye-i Sevda 1 5

kulanılan nokta da yolu üzerinde kendisine: " Beni mi? " diyen genç
kızların arasında, yüreğindeki saltanat yerinin asıl kraliçesini belirle-
yebilmekti. '
Ona artık köyün sokaklarında, kararlaştırılmış gezinti saatlerinin
dışında pek seyrek rastlanılıyordu. Gittikçe kaçıyor, saklanıyor, ıssız
köşelerde aşkının umutsuzluğunun zehirli suyunu içe içe sanki ölü­
yordu.
Zayıfladı, çöktü. Hasta sanıldı. Yaşlı kadınlar ona ilaç yaptılar,
meyhaneciler güçlensin diye şarap verdiler; ama o iyi olmuyor, güç­
lenmiyor; tam tersine günden güne gözlerinde daha çok sönen bir
şeyle eriyordu. Artık şakalar azalıyor, sorular gevşiyor, genç kızlar
ona, " Yazık! . . " diyorlardı.
Bir gün ...
Arkadaşımla yolun ta başına gelmiştik. Eliyle gösterdi:
- İşte burada Barba ' ya elinde bir kazma ve yanında bir k Ürekle
rastlanıldı.
"- Ne yapıyorsun ? " diye sordular. Omuzlarını silkeleyerek ve
elinin bir işaretiyle bellisiz bir çizgi çizerek köye kadar gösterdi. An­
laşıldı ki Barba köyle tepenin arasında bir yol yapacak. Bu haber
köyde büyük bir kahkaha ile karşılandı. Hemen Barba 'nın girişimi­
nin nedeni olmak üzere haber alındı ki eğer bu yolu gerçekleştirecek
olursa ona b. i r nişan verilecek, bu nişanı· göğsüne takarak sevgilisinin
kapısına gidip ona evlenme elini uzatacak ve sonra Barba sevgilisine
kavuşacak.
Bu düşünceyi ona bir takılgan vermiş olacaktı. Şimdi Barba yal­
nız bu düşünceyle yaşıyor, yalnız bu güvenliliğinin peşinde koşuyor,
bir yıldan beri işte . . .
Arkadaşımla birlikte Barba 'nın yolundan iniyorduk. B u neredey­
se iyi bir yol, üstelik - pek dik olmasa - araba işlemesine bile elveriş­
li bir caddeydi. Arkadaşımdan öğrendim ki burada daha önce sularla
çizilmiş, daha sonra, tepeye çıkmak isteyenlerin ayak izleriyle yerleş­
miş, geçide benzer dar bir yol varmış. Şimdi o dar çizgi Barba ' nın
kazmasıyla küreğiyle, bir belediyeyi kıskandıracak, düzenli bir yol
haline gelmişti.

İki yıl sonraydı. Gene arkadaşımın köyüne gitmiştim. Aynı gezin­


tiyi yaparak, gene yolun başına gelmiştik. Birden aklıma geldi:
- Sahi! .. Sizin yol ne oldu?
- Yol bitti, ama bir ağlatıcı acılıkla ... Barba' nın öyküsünü anlat-
mıştım değil mi? En sonunda o yıl, yaz bitiminde, Barba yolu ta-
1 6 Halit Ziya Uşaklıgil

mamlamış olarak teslim etti. Zaten yol bitmeye yaklaşınca köy hal­
kı, nişanın takılması için tören düzenlemişlerdi. Bir gün köyün mey­
danında bütün köylüler, çoluk çocuk, özellikle genç kızlar toplandı.
Barba geldi. Küreğiyle kazmasını köylülere verdi.
Sonra ona bir nutuk okudular. O, pek anlamayarak, ama gözleri
yerde, başını sallayarak dinliyordu. Sonra göğsüne kırmızı bir şeritle
bir madeni para taktılar. Herkesin alkışları, kahkahaları içinde Bar­
ba, bu şeref ve şanın gürültülü gösterişinden boğulmuş bir perişan­
lıkla, üzerine koca bir yolun kayaları çöken sırtını kamburlaştırarak
çekildi, kaçtı. Ertesi gün onu kimse göremedi. Herkeste bir merak
vardı:
" - Barba kimin kapısına gidecek? .."

Ertesi sabah, kırmızı şeritle eski gümüş madeni para, köyün en


güzel kızının kapısına asılmış bulundu. Barba'yı aradılar, önce bula­
madılar; sonra köyün ta ötesinde, kayaların arasında, kollarına ve
bacaklarına birer iri taş bağlamış, suyun içine boylu boyuna yatmış,
boğulmuş buldular.
Memduh Şevket Esendal (1883-1952)

GENÇLİK

Sıcak yaz günü, evde kim varsa küçük büyük, çoluk çocuk, top­
landılar, öğle yemeğini yediler, sonra da her biri bir yana çekildiler.
Şehre inecekler, giyindiler gittiler. İrfan Beyle, Mükerrem futbol
maçına gideceklermiş, savuştular. Büyük Hanımın, sözüne bakılırsa,
bu son günlerde öğle yemeklerini yedikten sonra, büyük efendi, Ke­
rim Beylere kaçıyor, orada kanepe üstünde uyuklayıp uykusunu alı­
yor, gece erken yatıp uyuyanlara da kızıyor, söyleniyormuş. Büyük
Hanım, olduğu bir günden, öğle uykusunu sevmezmiş; ama, gece er­
ken yatıp kocasının çenesini açtırmamak için şimdi öğle yemeklerin­
den sonra biraz kestiriyormuş!
- - Gel Kevser, şu koltuğu gölgeye çek! Nerede yastıklarım, getir!
Büyük Hanım da uyuklamak için yerini, sonra da kendisini hazır­
ladı.
İstanbul'un, Erenköy'le Göztepe arasında, birkaç yıldır bakımsız
kalmış, yollarını ot basmış, camları yükselip saçaklarına el atmış olan
bu büyük köşkünü, derin bir sessizlik kapladı.
Hayriye Hanım, bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar ta­
ze görünen güzel bir kadın, bir buçuk yıldır evli ise de kocası ilkin fa­
külteyi, sonra da askerliğini bitirip eve yeni geldiğinden, ancak bir
buçuk aylık evli bir hanım, yemek odasının yanındaki ufak odada
kocası ile kendisinin gömleklerini ütülüyordu.
İpek gömleğin kolunu çekip açıyor, düzeltiyor, masanın üstüne
seriyor, ütüyü deniyor, sonra sürüyor. Yakasını yahut göğsünü açıp
ütülüyor, devşiriyor; o bitince, bir başkasını alıyor, bu arada " perde­
lerin tüllerini de çıkarıp yıkatmalı , " diye düşünüyor, sonra bu takım
düşünceler arasında dün sütçüye verilen paranın üstü eksik geldiğini
de hatırlıyor, daha sonra İstanbul'a inip hem .kendine, hem de hiz­
metçisine ayakkabı almayı aklından geçiriyor; bir gömleği bitirip ye­
nisine geçerken sol kaşının ucunu yavaşça kaşıyor, sanki bu güzel ka­
şı okşuyordu.
Bu ütü işi belki bir saat sürdü. Hepsi bitince ütülediklerini sırala­
maya başladı. Kocasının gömleklerini üst üste korken kendi iç yeleği
eline geçti. Bu yeleği erkek gömlekleri arasına koymak istemiyor­
muş gibi durdu. Sonra yüzünde ince bir pembelik, dudaklarında bir
gülümseme ile bu yeleği kocasının iki gömleğinin arasına soktu, son­
ra da kocasını hatırlayıp: " O nerede? " diye düşündü. " Nasıl oldu da

17
1 8 Memduh Şevket Esendal

nereye savuştuğunu göremedim? " diye kendi kendine şaştı. " Ada­
mın dalgın bulunup kocasını da unuttuğu oluyormuş! .. "
Evdekileri birer birer göz önünden geçirdi. Kimler köşkte, kim­
ler çıktılar. biliyordu. Kocası dışarı çıkacak değildi: " Sakın Beybaba
ile gitmi� Ölmasın?.. Çamaşırları odasına bırakıp kocasını aramak
istedi. ÜtÜlediklerini iki kolunun üstüne alıp odasına çıktı. Kapıdan
girdi, dolaba doğru gidecekti, orada kanepenin üstüne yatmış, uyuya
kalmış olarr kocasını gördü. Beklemediği için irkildi, sanki odada bir
yabancı erkek görmüş gibi durdu. Sonra yaklaşıp kocasının uyuyuşu­
na baktı. Gülümsedi.
" Dolabı açsam, belki uyanır, diye düşünerek gömlekleri piyano­
nun üstüne bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak kocasına doğru gitti.
Kumral bir delikanlı, tenis kılığına benzer bir kılıkta kanepenin
üstüne uzanmış, derin derin uyuyordu. Hayriye, başkalarını çağırıp
onun uyuyuşunu göstermek isteğini duydu.
" Ne kadar da rahatsız yatıyor ! " diye düşündü. Oradaki sandalye­
nin ucuna ilişti. Yakından bakınca, delikanlının gözlerinin altında
ufak ufak ter damlacıkları görünüyordu.
" Ne kadar da rahatsız yatıyor, başını kaldırıp bir yastık koysam!
Uyanır! Yeniden uyusa iyi ama, hiç uyur mu! "
Hayriye gülümseyerek başını salladı, ancak kendi işitebileceği
kadar yavaş sesle de " yaramaz! " dedi.
" Bu kolu da uyuşacak ! " Yere diz çöktü. Kocasının kolunu kaldı­
rıp yanına koyacakmış gibi ellerini uzattı, ancak dokunamadı.
Evlilik ne tuhaf! Kızlıkta, erkek düşünmek yasak, erkek yasak.
Sonra günün birinde bir erkeği getirip adamın odasına bırakıyorlar!
İşte bu oda onun kızlık odası. Kanepenin üstünde bir de erkek uyu­
yor, herkes de biliyor! Bu odanın nesi değişmiş? Yalnız şu perdenin
arkasında, eskiden bir yatak vardı, şimdi iki ! Başka? Hiç. Ya bu
adam kim?
Kafasının içini sevinçli bir duman bürüdü. Diz üstü, parmakları
birbirine kilitlenmiş, elleri kucağına düşmüş, öyle kaldı.
" Kanepenin kenarında başı acıyacak, ne yapmalı? " Bakındı, göz­
leriyle orada bir yastık aradı. Yatakta var. Yataklarını örten perdeyi
açarken içinde tatlı bir utangaçlık duydu. Sanki, kendilerini orada
görecekti. Elini uzatıp yastıklardan birini çekti. Bu yastıklar büyük,
hem de kalın. " Daha ince bir yüz yastığı olsa! " Annesinin yeni yap­
tırdığı yastı kları hatırladı. Yavaşça çıkıp orta salonu, merdiven aralı­
ğını geçti, annesinin odasına girip yastıkları aradı. Yok. Sormak için
aşağı indi. Büyük Hanım, camekanın önünde, koltuğunun üstünde
uyuyordu. Hayriye yavaşça.
- Anne ! diye seslendi.
Gençlik 1 9

- Anne
- Ne var?
- Sizin yeni yüz yastıklarınız nerede?
- Nasıl yastık?
- Canım, Kevser'in yeni yaptıkları.
- Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?
Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken,
- Lazım, dedi.
- Lazım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!
- Kanepenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.
- Kim uyumuş?
Hayriye karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıka-
rak,
- Yok orada, dedi.
- Kim uyumuş, söylesene, baban mı?
- Canım, babamın benim odamda ne işi var?
- E kim? Kocan mı?
- Canım kim 9lur anne! ... Yastığı babamın odasına götürmüş ol-
masınlar?
- Kevser'e sor! Senin yastığın yok mu?
- Benim yastıklarım hem kalın, hem büyük.
Büyük Hanım kızdı. Hayri,ye 'nin arkasından söylendi :
- Yediği naneye bak! Hanımın kocası uyanmasın diye gelip beni
uyandırıyor. Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart baka­
lım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana
bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Bu­
rada ölsem, başını çevirip bakmaz.
Hayriy� dinlemedi bile. Kevser'den yastığın birini alıp odasına
çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanepenin önüne diz çöktü. " Elim­
le başını kaldırıp yastığı koysam ! " diye düşünüyordu. " Ya uyanırsa ! "
Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığı nasıl koyacağını
bilemedi.
Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken, sanki bi­
raz ateşi varmış gibi gördü. " Hiç böyle yattığı yoktu," diye düşündü.
Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. " Neden
hasta olsun uyuyor. " Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra, onu
kendi odasında, kendinin olmuş gördükten, onu sevdikten sonra onu
- kim görse beğeniyor - kaybetmek... ondan sonra gene yaşamak var
mı?
Kocası kımıldandı . Hayriye ' nin gözyaşları gözlerini bulandırmış
iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı.
20 Memduh Şevket Esendal

İlkin anlamayarak karısına baktı . Hayriye kızararak, gülümseyerek,


- Uyuyordun, dedi. Boynun ağrıyacak. Hasta değilsin ya? İster­
sen, bak yastık getirdim. Gene uyu!
Delikanlı biraz doğrulup, karısının elinden tuttu, çekip kanepeye
oturttu:
- Yok. dedi ,. Sen bura,ya otur, ben dizine başımı koyup uyuya­
yım.
Hayriye kanepenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak, ha­
yatlarının o çağında idiler ki biri ötekinin dizine başını koyduktan
sonra uyumak olmazdı!

SEVDİGİM

Odaya yavaşça girdim, bu ufak köylü kulübesinin içine bir esmer


tül serpilmişti. Ocağın önünde gölgeni görüyordum, dirseklerini diz­
lerine dayamış, başını ellerinin içine almış ateşlere bakıp düşünüyor­
dun.
O gün akşama kadar yağmur düşmüş ve bizi güzelce ıslatmıştı.
Arkamıza kalın atkılar aldığımız halde yine çamaşırlarımıza kadar
ıslanıyor, atların üstünden duman çıkıyor, tekerlekler sular içinde
dönüyor, kırlarda, bütün kuru dereler su getirmiş, taşmış, her taraf­
tan sel suları gidiyor, mütemadiyen küçük küçük göller, ırmaklar ge­
çerek, etrafa sular saçarak gidiyorduk.
Ben, üşüyeceğini düşünüp söylendikçe, eğleniyor ve bu halden
memnun görünüyordun: Ancak, şimdi, ocak başında elbiseni değiş­
tirmiş ısınırken, seni yine o sebepsiz hüzne dalmış buluyordum.
Yaklaştım, birdenbire titredin
- Beni korkuttun, dedin . •

- Neden sevdiğim?
- Bilmem, sanki uyuyordum.
_!__ Bakayım elbiseni değiştirdin mi?
- Ben ne iyi akıl etmiş bu kalın etekliği almışım, sepete biz yol­
da bakmadık, içinde ne kadar ufak tefek varsa ıslanmış, bak.
Hakikaten kurusun diye, hepsini ocağın kenarına dizmiştin.
Ocağın ateşi eteklerine gölgeler serpiyordu. Bir incecik saç de­
meti örgüsünden kurtulmuş şakağına düşmüştü. Böyle ne kadar gü­
zeldin, sevdiğim. Bilmem neden benim de içime bir hüzün çöktü.
Yerde senin yanına oturmak, başımı dizlerine dayamak istedim. An­
cak. sen nedense dışarı çıkmak istedin ve benim bütün ricalarıma
rağmen ısrara başladın.
Sevdigim 2 1

- Hava serin, sevdiğim, gündüz ıslandık üşürsün, hem bak güneş


battı, ellerin henüz buz gibi. Yerler ıslak, diyor, seni kandırmaya uğ­
raşıyordum.
- Hayır hayır, hiç üşümüyorum, ne olursun? Dere kenarına ka­
dar gidelim, ben· üşümem. Ben yağmurdan sonra kırları severim, di­
ye yalvarıyordun. O güzel neşeli çocuk halin gelmişti. Ben buna mu­
kavemet edebilir miyim, sevdiğim? ..
Yağmur dineli üç dört saat olmuştu. Artık yollarda araba teker­
leklerinin izlerinden ufacık dereler akmıyordu, yalnız güzel yıkanmış
kumlar yer yer serilmiş, birkaç adımda bir ufacık göller gurubun ren­
giyle ufak altın tepsiler gibi parlıyordu.
Güneş batmış, yorgun uzanmış dinlenen bulutların arasında sema
altın renkleriyle yanıyor, altında derenin durgun sularında inikas
ediyor ve suların parlak yüzünde uzun kamışların ince gölgeleri gü­
zelce görünüyordu.
O tarafta, ufuk üstünde bir köyün, bütün renkleri silinmiş yalnız
çatılar, bacalar ve sivri birer külaha benzeyen ot odalarının semaya
düşen kenar hattı belli oluyor ve sakin rutubetli havada semaya yük­
selen dumanlar eflatun renkli görünüyordu.
Bu Bulgar köyü, sevdiğim, seni ne kadar işgal ederdi. Ne zaman
böyle dere kenarına çıksak gözlerin oraya ilişir, kalır. Fikrine bir dal­
gınlık dolaşır, sanki .haline bir mahzunluk çökerdi.
Sık sık oraya giderdin. Seni köylü kadınlar severlerdi, çocukları
okutan genç Bulgar kızı ekseriya gelir, seni arardı. Nedendi bu teces­
süsün, bu köyle bu rabıtan nedendi? Bir şey sormazdım. Ancak içim­
de bu sual, her lahza beni gıcıklar dururdu.
Sevdiğim, akşam ne kadar güzel, dere ne kadar parlak ve durgun.
Uzaktan köpek sesleri ne kadar canlı, yağmurdan sonra ovanın bu
sükunu ne kadar tatlı idi. Yanımda ayakta duruyordun, yüzüne bak­
mıyordum, ancak acayip bir hisle iki damla yaşın güzel yanakların­
dan yuvarlanıp düştüğünü duydum. O lahza dönüp yüzüne baksam,
sanki tatlı bir hayal uçacakmış, sanki güzel bir rüyadan uyandırıla­
cakmış gibi içime bir korku gelirdi. Her zaman olduğu gibi tamamen
seninle meşgul olarak hareketsiz durdum.
Sevdiğim! Her zaman olduğu gibi dedim, çünkü sen benim tatlı
bir hayalim idin. Seni ancak ruhumla hissederdim.
Ne zaman sana elimi uzattımsa, ruhun dalgalandı, kollarım ara­
sında yalnız tatlı bir ceset buldum.
- Ne düşündün sevdiğim, niçin güldün. Dudaklarında tatlı bir
hande uçtu, yahut, " Neden mahzunsun, söyle," dediğim zaman dai­
ma bir, " Hiç ! " cevabın olurdu ve sonra bazen sokulur ve gülerek o
güzel neşeli çocuk halin ile, " B eni ne kadar seversin?" diye sorardın,
22· Memduh Şevket Esendal

ben de buna ekseriya cevap vermezdim. Çünkü bilmem ki seni ne


kadar severdim.
Ömer Seyfettin (1884-1920)

BİRDENBİRE

- Daha kalkmadın mı Yumuk'um?


- Görüyorsun.
- Ey, ne vakit kalkacaksın? Saat on bir.
- Hiç, hiç kalkmayacağım, cicim.
- Hasta mısın yoksa?
- Bir şeyim yok.
- Ey, bu tembellik ne?
- Bu yatağa, bu yalnız yatağın lezzetine doyamıyorum ki!
- Haydi deli.
- Ah bilsen ...
Kapıdan giren saz benizli, narin kadın, şuh bir teklifsizlikle tem­
bel arkadaşının karyolasına oturdu. Lacivert başörtüsünü yeldirme­
sinin omuzlarına indirdi. İçinde tek tük gümüşi aklar görünen kum­
ral, kıvırcık, çok gür saçları, hayali bir çiçek demeti gibi meydana
çıktı. Gülümseyerek,
- Ben o lezzeti bilirim! dedi.
Pencereden karşısındaki dolabın büyük aynasına aksetmiş gamlı
sonbahar semasına bir an daldı. Pek gençken vardığı ihtiyar miralay­
dan yine pek gençken üç çocukla dul kalan bu yaşlı kadın ha!a güzel­
di. Endamındaki o bedii incelik, kırkını çoktan geçtiği halde, onu yi­
ne dinç bir kız gibi gösteriyordu.
Yumuk, yusyuvarlak tombul elini yorgandan çıkardı. Misafirinin
donuk bir leylağı andıran solgun eline vurdu :
- Ama Ahter'ciğim, sen artık bu yalnız yatağın lezzetine doy-
muşsundur, dedi.
- Niçin doyayım?
- Öyle ya, kaç senedir ...
- Evet, dokuz sene.
- Oh, bir hayat, bütün bir hayat.
- Evet.
- Bıkmadın mı hiç?
- Alıştım.

Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk'u çok sever-


di. İhtiyar paşa babasının çılgınca muhabbeti içinde lalaların, dadıla-

23
24 Ömer Seyfettin

rın kucaklarında şımartıla şımartıla büyütülen bu kızcağız da daha


on sekizini doldurmadan abus bir zabite verilmişti. Berlin mekteple­
rinde tahsilini bitirip tamamıyla Almanlaşan bu adam, ağaçtan. ham
kayın ağacından yapılmış bir manken kadar katı . hissiz, duygusuz,
hayalsiz. zevksiz, hasılı, tatsız tuzsuz bir şeydi. Zavallı Yumuk 'un bir
buçuk sene onunla çekmediği kalmadı. O, hayatı. tamamıyla roman­
lardaki gibi bilirdi Hep aşk, hep bir aşk etrafında biriken vakaların
teakubu ... Halbuki kocası ona, sevginin hatta lafını bile ettirmez, bi­
raz açılacak olsa
- Böyle düşünceler kokotlara yaraşır, diye susturuyor, ruhunun
şevkini daha parlamadan söndürüyordu.
İşte hemen altı ay vardı ki, boşanmış, artık romanlarına, hulyala­
rına tekrar kavuşmuştu. Hayalin tadı, acı hakikatlerden sonra ne de­
rin duyulur! Şimdi bütün muhayyelesinin içindeki dikensiz, fırtınasız
cihanda yapayalnız mesut yaşıyor, nihayetsiz tahayyüllere dalarak
yatağından çıkmak istemiyordu.
Ahter,
- Sakın sen buna alışma, dedi.
- Sen nasıl alıştın?
- Benim çocuklarım vardı.
- Benim de huylarım var.
- Hayır, Yumuk, hayır. Hakikat hulyadan şüphesiz daha iyi-
dir! . . .
Genç kadın doğruldu. Yatağında yan yastıklarına dayandı. Aile
içinde herkes, bütün dostları ona "Yumuk " derlerdi. Şişman olmadı­
ğı halde vücudunda, yüzünde, om uzlarında, kollarında, hatta gözle­
rinde öyle tatlı bir yuvarlaklık vardı ki . . . oynak hareketleriyle güzel,
hırçın bir Yan kedisini andırıyordu.
- Hakikat, yine birisine varmak mı?
- Eğer hulya yalnızlıksa ... evet.
- Mümkün değil Ahter'ciğim.
- Demek hep böyle yaşayacaksın!
- Evet.
- Benim gibi?
- Evet.
- Daha yirmisinde yoksun. Demek on dokuz, yirmi beş, otuz se-
ne ... ölünceye kadar böyle yapyalnız.
- Evet.
- Bütün bir hayat !
:-- Yalnız bir şartla. bu rahat yalnızlık cennetine veda edebilirim.
- O şart ne?
- Bir aşk !
Birdenbire 25

Ahter güldü. Genç kadının şen gözlerine mahzun mahzun baktı :


- Heyhat! dedi, öyle müphem bir şey ki ...
- Niçin?
- Daha aşkın ne olduğunu dünyada kimse öğrenememiş.
- Kim diyor?
- Ben diyorum, Yumuk'um. Senin düşündüğün aşk, bir Zümrü-
düanka'dır, ismi var, cismi yok.

- Evet, bir Zümrüdüanka ... Yalnız masal. Şairlerin vehmi! Kim


ona inanırsa bedbaht olur.
... Fakat Yumuk 'un aşka büyük bir itikadı vardı. Koltuğunun altı­
na bir yastık çekti. Karyolanın yanındaki küçük dolabın üstünden
bağa bir kutu aldı. İçinden cıgara çıkardı. Ahter'e verdi
- Al bakayım şunu, dedi. Sana bugün aşkın ne olduğunu öğrete­
ceğim.
- Öğret bakayım.
Kendi de bir cıgara aldı, yaktılar. İnce mavi dumanların şeffaf bu­
lutçukları içinde konuşmaya başladılar. Yumuk, ne olduğu bilinme­
yen, lakin var olduğuna kimsenin şüphesi olmayan ruha dair ıstılah­
sız bir tasavvuf konferansına girişti. O söyledikçe, Ahter gülümsü­
yor: " Bunlar hep laf! Hep kelime, hep kelime ! " diyordu. Yumuk'a
göre maddi hayat, ne olursa olsun, " adili k " ten başka bir şey değildi.
Asıl hayatın manası ruhtaydı. Ruhu olan yaşıyor demekti. Uzvi ha­
yatın nebattan farkı yoktu. Ruhun varlığı da mutlaka aşkla kaimdi.
Uzviyetimiz havasız nasıl yaşayamazsa, aşksız ruhun yaşamasına da,
öyle imkan yoktu. Fakat insanlar aşkın mahiyetini kaybetmişlerdi.
Hürmet ettikleri, acıdıkları, yahut alıştıkları vücutları " seviyorum "
zannediyorlardı. İşte bu yanlış zan aşkın kıymetini düşürüyordu.
Ahter sordu :
- Aşkın doğrusu nasıldır?
Yumuk,
- Ah anlatabilecek miyim? diye içini çekti. Aşk, aşk, hakiki
aşk ... Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla, fi­
lanla hiç alakası yoktur. Öyle bir şey ki, yıldırım gibi ... birdenbire! ...
-Vay vay vay!
- Evet, birdenbire ... Eğer ruhu varsa insan sever. . . Birdenbire . . .
Sanki deli olur. Hayat, ufuk, gece, gündüz artık hep yüzüncü planda
kalır.
- Aşık Garip devrinde gibi?
- Hemen, hemen ...
Ahter, çok yaşamış, çok görmüş, çok duymuş bir kadın tavrıyla
güldü. Cıgarasını tablacıkta söndürdü. Tekrar dolabın aynasına akse-
26 Ömer Seyfettin

den sonbaharın semasına bakarak hakiki aşkın ancak " hürmet, te­
mayül, takdir " gibi hislerin tekasüfünden başka bir şey olmadığını
söyledi. Uzun uzadıya yaşamış bir temayül, derin bir hürmet, samimi
bir takdir olmadan aşk doğmazdı.
- Hele o " Birdenbire ... " nazariyesi çok saçma! dedi.
- Niçin?
- Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir? ..
- Birdenbire işte ! İlk görüşte, yıldırım gibi .. .
- Saçma, saçma ... Birdenbire sevilmez ama .. .
- Ne olur.?
- Yıllarca devam etmiş hakiki bir aşk ölebilir.
- Nasıl? ..
- Tıpkı yılların, mevsimlerin gıdasıyla yetişmiş bir fidana bir-
denbire indirilmiş bir balta darbesi gibi. Evet, birdenbire sevilemez,
fakat birdenbire insan soğur. .. Sevdiğine düşman olur. Ondan nefret
eder.
- Bir balta darbesi! Mesela, ne gibi? ..
Ahter, bir misal arıyormuş gibi siyah gözlerini süzdü. Parlak alnı­
nın ince, görünmez buruşuklukları gölgelendi. Yumuk, aşk münaka­
şalarında garip bir heyecana tutulurdu. Daha ziyade doğruldu. Ar­
kasındaki yastıkları düzeltti. Ahter,
-Birdenbire aşkın ölümü! dedi. Evet aşk yavaş yavaş doğar. Fa­
kat birdenbire ölür. Aşkın hastalığı yoktur. Benim bir tanıdığım var.
Yirmi beş senedir birini seviyordu. Hem nasıl? Uzaktan uzağa, son
derece samimi, son derece namuskarane ...
- Sonra?
- Birdenbire,-bu adeta ilahi denecek aşktan soğudu.
- Nasıl?
- Anlatayım mı?
Yumuk, güzel arkadaşına sarıldı
- Anlat kuzum, Ahter'ciğim, dedi .
Genç kadın gülümseyerek bir masal ahengiyle başladı
- Bir varmış, b.i r yokmuş . . .
- Ah !
Evet, evvel zaman içinde. Ama o kadar eski zamanlarda de­
ğil. Şöyle yirmi. yirmi beş sene evvel, tenha bir köşkün genç bir kızı
varmış. Komşularından bir delikanlı ! O vakitler şimdiki gibi değil.
kaç göç gayet sıkı ! Daha çocukken beraber oynarlarmış . Genç kız,
bu delikanlıyı uzaktan uzağa sevmiş. Derdini kimseye söylememiş.
Zaten o vakit böyle dertlere doğrudan doğruya, namussuzluk, der­
lermiş. Zavallı kızın kısmeti çıkmış. Kendine sormadan, danışmadan
hemeı:ı vermişler. Delikanlı da başka bir kızla evlen!lli ş. Gel zaman,
Birdenbire 27

git zainan, köşkün genç kızı dul kalmış. Aradan seneler geçmiş. On
beş, yirmi sene kadar ... Dünya değişmiş. İki taraf da eski zenginliğini
kaybetmiş. Nihayet dul kadın, yirmi senedir gizliden gizliye sevdiği
beyin k;öşküne geçmiş. Selamlık tarafını kira ile tutmuş. Karısının
son derece samimi ahbabı olduğu için, daha doğrusu yaşları epeyce
gecikmiş olduğu için, bu beyle görüşmeye, konuşmaya da başlamış­
lar ... Fakat aşk durur mu? Çocukluk hatıratından filan derken ... iş
aşka kadar varmış. Meğerse o bey de, yirmi sene evvel alamadığı
komşu köşkün kızını seviyormuş. Samimiyet son dereceyi bulmuş.
Aradaki kapıyı da açmışlar. Bir aile gibi yaşamaya başlamışlar. Fa­
kat bir gün, bu kadın ara kapının arkasından birtakım fısıltılar işit­
miş. Kulağını yaklaştırmış; sevdiği, yalnızken kendine söylediği söz­
leri tekrarlıyor :
"- Ah sevgilim. Seni nasıl seviyorum? Seni görünce yüreğim ağ­
zıma geliyor. Ah sen, benim ruhumsun. Falan filan.
"

"- Merak ediyor. Kapıyı itiveriyor. Bir de ne görsün? Yirmi se­


nedir insan diye sevdiği, evdeki şişman, arsız, hayasız hizmetçi kızın
dizlerine kapanmış, pis eteklerinden öpmüyor mu? Yıldırımla vurul­
muşa dönmüş . "
- Sonra cicim?
- Sonra, hemen ara kapıyı mıhlatmış.
Hepsiyle, o beyin karısıyla, ailesiyle selamı sabahı kesmiş. Bir­
denbire o kadar nefret, o kadar nefret etmiş ki ...
Yumuk, gözlerini Ahter'in gözlerine dikti. Ahter bu parıl parıl
parlayan yuvarlak mavi elmasların ateşinden kurtulmak için başını
çevirdi.
- Görüyorsun ya, Yumuk 'um hürmet takdir hisleri kırılınca ide-
al bir aşk bir anda göçüyor.
Yumuk,
- Bu kadın sensin! dedi.
- Ben mi?
- Evet.
- Haydi deli.
- Hizmetçinin pis eteklerini öpen aşık da Nebil Bey.
·

- Haydi deli.
Yumuk'un neşeli çehresi birdenbire bozuldu. Daha ziyade yuvar­
laklaştı. İnce, kavis kaşları çatıldı. Ahter'e döndj.i. Tül perdeli, açık
pencereye yaklaştı. Yaprakları dökülmüş ağaçların iskelet dallarına,
tenha bostanlara, dalgalarının figanı işitilen asabi denize bakmaya
başladı. Zavallı Yumuk sinirlenmişti. Üşüyordu, titriyordu. Mor,
ipek kaplı yorganına iyice sarıldı. Penceredeki donuk sonbahar se-
28 Ömer Seyfettin

ması içinde - mesnedinden düşüp yıkık bir cidara dayanmış meyus


bir heykelin gölgesi gibi duran - Ahter'i görmemek için gözlerini ka­
padı. Tekrar öyle " temayül, hürmet, takdir" gibi umumi hislerden
doğup birdenbire ölebilen fani aşk değil; birdenbire doğan, birdenbi­
re yakan, birdenbire bütün hayata hükmeden ilahi bir aşk düşünmek
istedi. Fakat... muvaffak olamadı.
Halikarnas Balıkçısı (1886- 1973)

FOSFORLU HANDAN

Tütün evinde işleyen çeşit çeşit kadının arasında, Tezgahtar Han­


dan en güzeliyd i. Evindeki besin eksikliği, her gün soluduğu tütün
tozu, onu çirkinleştireceğine tersine, tenini büsbütün apak ediyor,
yüzünün çizgilerini daha da inceltiyor ve kapkara gözlerini çukurlaş­
tırıyordu. Handan'ın elinde olmayan bu güzelliği, oradakilerin gö­
zünde kendilerine edilen bağışlanmaz bir aşağsama (hakaret) sayılı­
yordu.
İşte bundan dolayı, Handan'ın gizli ilişkilerde bulunarak bol bol
para kazandığını, mahallesinde Çakmakçı Remzi ' yi. Koç Halil'i bı­
çaklamaya kışkırttığını, o delikanlının ona kar kalmayacağını fiskos
ediyorlardı. Önceleri bir ahmak ıslatan gibi seyrek fısıldanan bu de­
dikodular, Handan 'dan karşılık görmeyince gürleyen bir kin seli du­
rumunu aldı.
Gün geçmezdi ki; Dolapdereli Feride, o kalın sesiyle,
- Ah zamane şırfıntıları, işleri güçleri erkeklerle dalga geçmek,
diye eşekarısı gibi zırlayıp durmasın.
Tepecikli Benli Huriye de, parmak kalınlığındaki rastıklı kaşları­
nı anlamlı anlamlı büzerek,
- Onca düzgü ve pudra sürüp sürüştürdükten sonra kim dünya
güzeli olmaz? demesin.
Bir gözü ötekinden i ki kat daha büyük olan Şişko Hanife Dudu
da, bu söz üzerine,
- Hay Allah müstahakını vermesin Huriye. taşı gediğe koyması­
nı ne güzel bilirsin. İşte bundan dolayı erkekler dizi dizi peşine takılı­
yor. Dişi köpek kuyruk sallamayınca erkek köpek ardına düşer mi?
diyerek, kof kahkahalarını takırdatmasın.
Bu konuşmaların arasında. Handan'ın yanında tütün yapraklarını
ayıklayanlar, hızla sakızlarını çiğneyip yumuşattıktan sonra, dudak­
larının arasında balonlar gibi şişiriyorlar ve Handan'a doğru dönüp,
onları puf puf diye patlatıp şaklatıyorlardı. Handan'ın annesi, gözleri
pek seçemez, kulakları işitemez bir yaştaydı. Herkesin güldüğünü
görünce, Handan'a gülmekte olduklarının farkına varamayarak,
kendisi ele masum masum gülümserdi. O zaman, " Bak, anası bile ça­
kıyor ve gülümsüyor; o ne ihtiyar çakaldır, " diye gevrek kahkahala­
rını gürletirlerdi.

29
30 llalikarnas Balıkçısı

Böylecedir ki Handan, tütün evinin gagalanan pilici olmuştu. Ga­


galayıcılar doğ4ştan kıskanç oldukları için mi böyle davranıyorlardı?
Bir bakıma evet. Ama şu da vardı ki; uzun süren fukaralık gövdeyi
çökertmekle kalmıyor, ahlakı da çürütüyordu. Yapılan bir haksızlığa
karşı insanın normal olarak duyacağı asil öfke yerine, kıskanç ve
kinci bir köpek uluyuş ve hırlayışı geliyordu.
Handan ve yaşlı anası, fukaralığın insanı bozan sopsoğuk ve ıssız
karanlığında büyümüşlerdi. Onlar da sürü sürü otomobiller, zengin
tuvaletler, bakkallarda ağız sulandıran çerezler görmüşlerdi. Fakat
bu gördükleri, duygularına kıskançlığın zehrini katmamıştı. Handan
otomobile binmekten. güzel giyi nmekten, enfes şeyler yemekten
hoşlanmıyor muydu? Hoşlanıyordu. Fakat bir iç vakarı vardı. Bunla­
rın hepsinin arasından, bomboş ve ıssız bir yerden geçiyormuş gibi
yürüyordu.
Handan'ın aklını oyup duran bir soru vardı : Neden o tütün evin­
dekiler, kendisini bir yaşam arkadaşı sayarak ona karşı bir sempati
duymuyorlardı? Tam tersine ... Neden kendisini aşağılayıp, çıkardığı
bir lokma ekmeği zehir ediyorlardı? Bazı geceler bu düşüncelerle
göz yummuyordu. Geleceğini kapkara görüyordu. Fakat o anlarda
bile kendi içinde, insanlara karşı kini ve kıskançlığı değil, kendi ço­
cuk masumluğunu buluyordu. Eh, sanki dünyada değil, kapkara bir
tünelin içinde yürüyordu. Ama o tünelin derinliğinde, çoğu kez tü­
nelin ağzını, çakan kırpan bir yıldız gibi görüyordu. O da hiç dinlen­
meden, istemeden, gönülden kopup bir gün kendisine verilecek in­
san sevgisiydi.

Bıyıkları ince ince yeni çıkmaya başlayan bir _çocuktu. Delikanlı­


lığın caka satmak hevesiyle, Sipahi Ocağı sigarası dudakta, sokağa
fırlamıştı. Hava güzel olunca, akşamüzerleri bir aşağı bir yukarı so­
kak gezintilerine çıkmak, fukara mahallelerde oturanların bir gele­
neğidir. Kız ve erkek satıcılar, küçük katipler, odacılar, çıraklar, ya­
maklar, fabrika ve tütün işçileri, içlerinden doğan bir sürü gizemli is­
teklerin zoruyla ucuz, bazen ekmeklerinden bile keserek, ipek men­
diller, saç kurdeleleri, işporta malı cicibiciler satın alırlar ve köşe bu­
cak mahallelerine en yakın anacaddelerde kaynaşan renkli kalabalı­
ğa bütün bir cesaretle katılırlardı. Bu çıkışların hiç de gizemli olma­
yan masum nedenleri de vardır. Her gün aynı bunaltıcı işi yeni baş­
tan görmek sıkıntısından kurtulmak! Çoğu dar, dostsuz ve sevgisiz
olan evlerden, bir iki saat için olsun kaçmak! Eve karşı duyulan is­
yan dolayısıyla. insan sevgisi ve hayranlığını aramak vb. Kısacası,
birdenbire insan şiddetiyle bir iç gereksinmesi olan şiire, romana ve
güzelliğe (kimilerince çocukça - ve gezicilerin birbirlerine attıkları,
Fosforlu Handan 3 1

sözümona nükteli sözlere bakılırsa - kaba ve hoyratça) bir atılıştı bu.


Pek bayağı bir durum olduğu söylenebilir. Fakat onlardaki bu isteğe
dikkat edilirse, bunun, eşini ışığıyla çağıran ateşböceğinin isteği ol­
duğu görülür. Dolayısıyla, yaradılışın ta kendisi kadar bayağı ve do­
ğal bir istek!
İşte öyle bir akşam, delikanlımız, dudağına sıkıştırmış olduğu al­
tın uçlu, pahalı ve şanlı cigarasıyla gururlanarak yürürken, yanı ba­
şından uzun boylu bir genç kız geçti. Delikanlımız, akşamın alacaka­
ranlığında, onun sıcak ve canlı yüzünü seçebildi. Gözleri, yıldızlar
yansıtan durgun göller kadar derindi. Kız, başını döndürüp omzunun
üstünden baktı. Kızın bu geçer ayak iltifatı, iki genci bakış bakışa ge­
tirdi. Delikanlının gözü, artık uzaklaşmakta olan cömert büklümlü
saçlardan ayrılmadı. Yüreği göğsünü güm güm yumrukluyordu. Ca­
kalı cigarasını yere fırlatarak ve kendi kendine " fosforlum" diye mı­
rıldanarak, ardına düştü.
Çocuk tuhaftı. Belki yaşamı boyunca delikanlımız, birçok kez
aşık olacaktı. Fakat hiçbir zaman birdenbire duyduğu bu heyecan
kadar şiddetlisini duymayacaktı. Delikanlımız kelle koltukta, uzun
boylu kıza yanaşıp selam verdi. Kızın gözlerinin içi merhametle, acı
tatlı gülüyordu. Pek hoş saçma sapan sözler söyleyerek, yan yana yü­
rüdüler. Bir yan sokağa daldılar. Handan - o uzun boylu kız Han­
dan'dı - daha ileriye gelmemesini delikanlıdan yalvardı. Ertesi ak­
şam için ana caddede randevu verdi. Ertesi akşam yine, birlikte ta­
ban teptiler.

Akşamleyin, Handan'ın evde bekleyen anası, " Handan bir buçuk


saat önce bakkala gitti. Fasulye Çabuk pişmez ki. Yarın işe geç kala­
cağız, " diye meraklanıyordu. Ne var ki, Handan artık bakkaldan hiç
dönmedi.
Daha ertesi akşam delikanlımız, caddede bir aşağı, bir yukarı, sa­
atlerce yürüyüp durmuştu. Ama Handan hiç gözükmemişti. Delikan­
lımız o sabah gazete okumamıştı. Eğer okumuş olsaydı, bir gece ön­
ce, Koç Halil'i yaraladığı için bir buçuk yıl hapiste yattıktan sonra,
iki gün önce çıkmış olan Çakmaklı Remzi ' nin, Fosforlu Handan 'ı,
bakkaldan evine dönerken, 1 456. Sokak'ta bıçaklayıp öldürmüş ol­
duğunu anlayacaktı.

Delikanlımız, birkaç gün sonra, sporcu bir arkadaşına dert yanı­


yordu. Öteki,
-Yahu, sana Alsancak takımı yenilmiş diyorum. Sen, sanki hiç­
bir şey olmamış gibi, senin o kara saçlı, kara gözlü aşifteden söz edi­
yorsun ! diye bağırdı.
32 Halikarnas Balıkçısı

Beriki,
- Ağzını topla! Aşifte deme, alimallah, ağzını yırtarım. Hele
dur; ne anlatıyordum? dedi.
Yüzü heyecandan pancar kesilerek. sözünü sürdürdü
- Ha, Eşrefpaşa Parkının yanından geçiyordum. Ona ilkin orda
rastgeldim. Beni görünce, başını çevirip güldüydü. Resim bilseydim,
sana onun yüzünün resmini yapardım. Sen yaşamında, onun kadar
güzel bir kız görmemişsindir. Beni görünce, bana aşık olmuş. Yürü­
dü, ardına düştüm . . .
Sporcu genç,
- Hah, anladım. Hemen santradan dosdoğru kaleye bir şut çek­
tin, değil mi? Yaşşa ! Gool ! diye bağırdı.
Delikanlımız,
- Dur be. Ne diyordum? Haa ... Ardına düştüm. Hani ya, Yeni
Moda Mağazası ' ndan yedi liraya aldığım şapkayı biliyorsun ya! Onu
göklere kaldırarak, dehşetli bir selam salladım ...
- İşte o zaman, kız topu senin ayaklarından aldı demektir. Hah
ha haay!
- Dur be avanak. Amma da zevzeksin. Kız bana, ta ezelden ba­
yıldığını söyledi. Kolkola girdik; kolumu sıcacık sıkıyordu. Yeryü­
zünde mi yürüyorduk, yıldızlar arasında mı geziyorduk, farkında
olan kim? Hani ya, bir ay önce Asri Sinema 'da birlikte izlediğimiz
" Şen Yürekler" filminde Rita Hayworth' un, filmin sonundaki upu­
zun öpüşmesi vardı ya. İşte, fısıldaştık ve ondan sonra, tıpkı o öpüş­
me gibi, uzun uzun öpüştük. Ona, " Sen benim Fosforlumsun, " de­
dim. O da bana. " Sen benim belalımsın, " dedi ...
Delikanlımızın sesi burada kırıldı, gözleri yaşlarla dolar gibi oldu.
Kendini topladı, boyunca irkilerek, vahşi bir şiddetle,
- İşte o gün bugün, her gece buluşup sevişiyoruz, dedi.
Birdenbire beli büküldü, başı, önündeki masanın üstüne düştü ve
bir çocuk gibi. hıçkıra hıçkıra ağladı.
Reşat Nuri Güntekin (1889-1956)

BİR AŞKIN TARİHİ

Birbirlerini nasıl tanıdıklarını, bu zamane aşkının nasıl başladığı­


nı bir sabah Üsküdar iskelesinde gözümle gördüm.
Kız, bilet almak için telaşla çantasını açarken dirseğiyle arkasın­
daki delikanlıya çarptı. Delikanlının elinden yere kocaman bir mü­
rekkep şişesi düşüp patladı.
Bu dünyada pek az insan yaptığı kabahatin cezasını bu kadar ça­
buk çeker. Kızın sarı iskarpinleri, pembe çorapları gri mantosunun
etekleri bir anda mor nakışlarla işlendi .
- Eyvah, şimdi bir kızılca kıyamet kopacak ! .. dedim.
Hakikaten de öyle olacaktı. Onlar, evvela dövüşmeye hazırlanan
iki horoz gibi kabardılar. Fakat, biri yirmi beş, öteki on dokuz yaşın­
da ancak vardı. Fazla olarak her ikisi de adamakıllı güzeldiler.
Genç adam, kızın menekşe rengi gözleri karşısında mor mürek­
kebin acısını unuttu:
- Aman efendim, çoraplarınıza yazık oldu. Vah vah, şişeyi niye
sıkı tutamadım ? ! .. diye üzülmeye başladı.
Genç kız da, bir çoraplarına, bir karşısındaki nazik delikanlıya
bakarak çabuk bir mukayese yaptıktan sonra:
- Ziyanı yok efendim, kaza! .. diye gülümsedi.
Yanlarındaki bir sakallı ilave etti:
- Uğurdur, uğur. .. İkiniz için de fal-i hayırdır çocuklar!
Önümdeki ellilik çopur bir madam gülüyordu:
·-İyi ki bana rastlamamıştır. Hem çoraplarım gider idi, hem sağ­
lam dayağı yer idim ! ..

Bu gençlere ikinci defa, beş dakika sonra, vapurda oturacak yer


ararken rast geldim.
Onlar, açılır kapanır iki sandalye bulmuşlar, burun buruna konu­
şuyorlardı. Yanlarından geçerken şu sözler kulağıma çarptı:
Erkek- Benim bankamla sizin çalıştığınız ticarethane arasında
iki dakikalık bir mesafe yok ...
Kız- Evet, adeta komşuyuz . . . Nasıl oldu da birbirimize rast gel­
medik?

33
34 Reşat Nııri Güntekin

***

Üçüncü defa, vapurdan köprüye çıkarlarken, seslerinden tanı­


dım. Arkamda konuşuyorlardı:
Erkek- Yok, yok ... Ben, amcanıza hak veriyorum. Amerikan
filmleri zengin ama, Avrupa'nınkiler yine başka.
Kız- Hayır, hayır ... Haksızsınız . . . Daima gördüğünüz Fransız
terbiyesinin tesiri ...
Erkek- Ben de söylediğimi tekrar edeceğim, Sizi Amerikan
mektebine göndermekle hata etmişler. Gerçi nikbin ve cesur olma­
nız hoşuma gidiyorsa da ...
Kendi kendime:
- Herhalde onlar olmayacak, dedim, böyle yirmi dakika içinde
bu kadar içli dışlı anlaşmak imkansız ... Birbirlerini tasdik devresini
geçirip, tenkit devresine girebilmek için uzun zaman lazım. Mutlaka
sesleri benzettim! ..
İskeleyi geçip denize düşmek tehlikesini atlatınca başımı çevir­
dim: Onlardı ! .. Delikanlının elinde, kırılan mürekkep şişesi yerine
kızın çantası, onun elinde de arkadaşının bastonu vardı! ..

Dördüncü tesadüf. Aynı gün ... Saat bir buçuk ... Eminönü tram­
vay durağındayım. Beyoğlu'ndan gelen bir tramvaydan onlar iniyor­
lar. Ellerinde paketler var. Derhal tahminlere başlıyorum: Öğleyin
biri bankasından öteki ticarethanesinden çıkınca birleştiler. .. Sanki
her günkü adetleriymiş gibi, Beyoğlu 'nda yemeğe gittiler. .. �onra bir
iki mağaza dolaştılar. .. Oteberi aldılar. .. ihtimal, bir aralık Ubeydul­
lah Efendiye de uğrayıverdiler. .. Mamafih. bu noktada galiba yanılı­
yorum, onlarda Nikah Dairesinden pek öyle sıcağı sıcağına ayrılmış
insanlar hali yok ... Çünkü, adeta kavga ediyorlar gibi.
Filhakika, yanımdan geçerlerken, genç kızın onu azarladığını işi­
tiyorum:
- Kimde görülmüş şey? Koca paket tramvayda unutulur mu?
Öyle ya, insan, önündeki Rus kadınının dekoltesine o kadar dalarsa,
kendini unutmamış olması ne mutlu! . .
Vay vay vay vay ... Bunların dört, beş saat evvel tanışmış insanlar
olduğunu şu geçenlere söylesem, beni muhakkak deli diye polise tes­
lim ederler ya!
Bir Aşkın Tarihi 35

Son perde, son tesadüf... Aynı günün akşamı, aynı vapurda ...
Onlar karşımda oturuyorlar. .. Genç kız, mahzun ve müteheyyiç
başını sallıyor, ağzından bir kelime çıkmıyor. ..
Beni müthiş bir merak sarıyor. Vapurdan çıkarken peşlerine ta­
kıldım ve iskelede birbirlerine söyledikleri son sözleri işitiyorum.
Kız, ağlıyor:
- Yemin ederim ki, benim hakkımda yanlış düşünüyorsun ! . .
Erkek, aynı inatla:
- B u, birinci değ\! ki ... Kaç defa beni aldatmaya teşebbüs ettin ...
Kat' iyyen affedemem ! . .
- Feridun, aramızdaki acı, tatlı bunca hatıralara d a mı acımıyor­
sun? ..
- Onları çiğneyen sen oldun ... Benden artık usanmış olabilirdin.
Fakat bu, beni göz göre göre aldatmak için bir sebep olmazdı... Mü­
ebbeden Allahısmarladık ! . .
- Hayatımızı zehirledin zalim ... Uğurlar olsun!..
Birbirlerinden ayrılıyorlar. Karanlığın içinde kaybolurken söyle­
niyorum:
- Merhum Fikret, bir manzumesinde bir buçuk saat içinde do­
ğan, yaşayan ve ömrünü tamamlayan bir nevi mahlukata hayret
eder. Anlaşılan elektrik asrı gitgide insanları da bu böceklere çevire­
cek ... Zavallı çocuklar, bunca hatıralardan sonra, daha belki manto­
daki mürekkep lekeleri bile kurumadan bu kadar feci bir surette ay­
rılmak ... Ne yaparsınız? Dünyada ebedi saadet kime nasip olmuş
ki ...
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)

BİR AŞK HiKA YESİ

Ne ayıp şey, ne kötü başlık, ne çirkin bir hikaye ismi !


Ben de öyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir tarafa dünya hali­
ni, şu pahalılık içinde sevişmek? .. Hadi sevişmeyi de bırakalım bir
yana, onu da şu aç insanlar içinde var sanalım. Ama neden konu di­
ye seçelim. Ne ayıp şey!
Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi, "Günah bu zamanda !"
bile der. Hem ayıp, hem günah doğrusu!
Doğrusu bu, doğrusu bu ama, elimde değilse ondan söz açma­
mak ... Bir başkasıyla hem yalnızlığımı, hem ekmeğimi bölüşmeyi ca­
nım çekiyorsa ... Yine hakkım yok. yine ayıp!.. Allah belamı versin
aşka dair bir hikaye yazarsam. Hi kayemin başına "Bir kravat hika­
yesi " de diyebilirdim.
Aşk nedir, diye düşünmüyorum. Galiba Stendhal, insanların en
mühim, en büyük icadı, diyor. Zaman zaman herkes bir şeye benzet­
miş. Üstüne ciltlerle kitap yazılmış. Halledilmiş bir mesele değil. Var
mı yok mu, o da meçhul. İnsandan başka hiçbir hayvanda yok ... Ben
de onu bir şeye benzetmeye çalışsam, olur mu dersiniz?
Bir tren düşündüm. İki kişilik bir kompartıman. Öteki yolcunun
hangi istasyonda ineceğini düşünmüyorum bile. Ovaları, karlı dağla­
rı, akarsuları, kayaları. çölü, vahaları, küçük şehri, trene bakan
'
öküzleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik.
Gözümüze kırların, akarsuların, stepin, küçük kulübelerin, öküzle­
rin, çoban çocuklarının; kiminin sükunu, kiminin çağıldayışı, kiminin
penceresinin ışığı, uçsuzluğu, kiminin hüznü, hayreti, kıskançlığı
çöktü.
Hava kıırarmak üzere. Bir istasyonda duruyoruz. İçimizden güzel
şeyler geçiyor. işte yolcu da bindi, söyleşmeliyiz, konuşmaya başla­
malıyız. SeyahH bitmek üzere.
Beğenmedim. Ömrü seyahate, aşkı bir durağa, sevgiliyi yolcuya
benzetmek de ne oluyor?
Ekmek, tuz, yemiş, su. Sayabildiğin kadar... "Korku, gece, gün­
düz, yaz, kış, uyku. döşek " de, korkma söyle. Her şeyin tadı onunla
tadıldığına göre her şeye, her hoşlandığın şeye, her ihtiyacın olan şe­
ye onu henzetebilirsin.
Hayır. ben aşka dair konuşmamalıyım. Yalnızlık kuyuma taş düş­
memeli .

36
Bir Aşk Hikayesi 37

Bir akşam üstüydü: İnsanoğulları şehrin bütün nakil vasıtalarını


seferber etmişti. Taksi, tramvay, hususi otomobil, araba, kamyon. ta­
banvay! .. Işıklar yanmıştı. Şehir semt semt insanla akıp gidiyordu.
Tramvaya binmektense Yüksekkaldırım 'ı tırmanmak üzere dört
arkadaş yola çıkmıştık. Şen. gürültücüydük ... Arabalar geçerken ba­
ğıra. bağıra " Hicran, yine hicran ... " şarkısını tutturmuştuk. Cebimiz­
de üç beş lira vardı. Şehrin ışığma doğru koşuyorduk! Vay anasını!
Dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir, . dünyaya
rengini değiştirirdik; olur mu olurdu ...
Kaç akşamlar böyle içimizde. atik bacaklı bir kızla tanışıvermek.
dost oluvermek hülyası geçerdi. Bana nasip olmadı bu hülyanın sahi­
si! Ama olana oldu. Hatta içimizden ikisine de bu piyango düştü.
Onların başından geçti bu aşk hikayesi, bize nakletmek düştü. Yoksa
kendi başımdan geçmiş bir şey değil.
Arkadaşlarımdan birinin güZel gözleri vardı. Üst dudağında pırıl
pırıl bir bıyık parlardı. Saçlarında bir kestane, kumral, koyu koyu
kırmızı bir ışık yanar dönerdi ... En kötü elbiselerin onun cılız vücu­
duna bir oturuşu vardı .. Bunlar vardı, yalan değil, kızların da onu
seçmeye hakları ...
Onu seçen kızın da kolları bacakları adaleliydi. Hele bir teni var­
dı! .. Kafasını bir sallayış sallardı ! Belini gösterişsiz, yürürken bir bü­
küş bükerdi ! .. Kaşını, bir tanesi az yukarıya kalkık kaşını, ötekisiyle
bir birleştiriş birleştirirdi!
Hepimiz aşk hikayesi içindeydik. Onu görür görmez hepimiz hül­
yamızı apartman gibi kurardık. Suratımıza bile bakmazdı. Meğer sarı
bıyıklı arkadaşımla bir ara bakışırlarmış. Ben bu bakışı yakalasam
kendime sanır, bir iki akşam yatağımda uyumadan evvel tatlı tatlı
kaşınır, hülya kurardım. Yazık ki kızın o arkadaşıma baktığının far­
kında bile değildim.
Günün birinde olan oldu... Güzel arkadaşımızla tatlı kız sevişti­
ler. Bize evvela lakaydi, sonra hüsran, sonra bir başka birtakım his­
ler yapıştı.
Arkadaşımızla, insanoğlunun güzel günlerinin geleceğini konu­
şurduk. İnsanoğlunun bugünkü halinden söz açardık ... Aşktan bah­
seder olduk. Güzel arkadaşımız, çirkinliğimize, halimize acıdı mı ne­
dir, bize sevgilisini takdim etti. Bir müsabakayadır giriştik. Şairimiz
şiirini okudu. Birimiz dünya görüşünden dem vurdu. Ben daha sami­
mileştim:
- Hepimiz seni sevdik. dedim. Ama şen onu seçtin; hakkın. Ka­
dın seçecektir . . . Sözümü bitirmeden genç kız:
- O. hayvanlarda öyle, dedi, en kuvvetlisini . . . Ama ben en zayı­
fınızı seçtim.
38 Sait Faik A basıyanık

Bir tanemiz:
- Güzelliğin kuvvetini . . . der, arkadaşımızı kulaklarına kadar kı­
zartırdı. Gülüşürdük. Beraberce yürürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim
de, kol işçisinden ayıralım. Sonra aramızdaki, bize biralar ikram
eden, zengin arkadaşımızın, aramızdaki varlığının manası kalmaya­
cak.
Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikayesini bitirelim:
Aramızdaki para pul, apartman sahibi, bu işçi kızını hem bizden,
hem güzel arkadaşımızdan ayırdı, aldı.
Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, iltimasıyla Heybeli Sa­
natoryumunda beş ay yattı. İyileşti maşallah! . . Zar zor işe geliyor bu­
günlerde. İnsan hikaye yazarken, " Öldü " de diyebilir. Ama ben di­
yemem. Sevmem insan öldürmeyi . . .
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeye mecbur kaldık. Hani şöyle
cesaret gösterip de Ahmet 'e, " Alçak! bize bunu yapacak mıydın? "
dedik sanmayın. O bizim yanımıza gelmeye bir zamandır çekiniyor.
Yaptığı mühim bir şey değil ki, olağan şeyler bunlar. Kızla altı ay be­
raber yaşadılar. Sonra onlar da ayrıldılar.
Siz bilir misiniz Beyoğlu' ndaki " Şelale " içkili kahvesini? Ne aca­
yip bir yerdir! Bir akşam yolunuz düşer de oraya giderseniz, Üskü­
darlı Sevim diye sorun, size gösterirler.
O akşam orada yoksa size melez bir Arap karısını işaret ederler,
ona sorarsınız. Ben biliyorum o karının size vereceği cevabı:
- Sevim mi? Ha! O bu akşam kompledir, der.

MEKTUP

Ne desem yalan gibiydi. Selviler Arnavutköyü'ne doğru mırılda­


nıp dururdu. Bir taka İstanbul 'a gider; bir yelkenli, böcek yüklü bize
doğru gelirdi. Tepelerden, " Kırk katır mı istersin, kırk satır mı? " di­
yen , bir masal cezası havası eserdi.
Rıhtımın kırık taşına oturmuştuk. Bulutlar yıldızlara bir şeyler
götürürdü. Beklerdik. Masalımıza aydan çocuklar gelecekti.
Sizi iskelenize bıraktıktan sonra, ikinci mevkide oturmuş. dünya­
da ilk yazıyı yazanı düşünüyordum !
Şiir, muhakkak ki yazının ta kendisi ... Orman, deniz, çiçek, ye­
miş, böcek, kuş, güzel insan olur da, şiir olmaz olur mu? Yazıdan ev­
vel, sanırım, resim vardı. Yazı çok sonraları icat edilmiştir, diye bir
şey söylemeyeceğim. Beni atim sanırlar da alay ederler! Yazı üzerine
Mektup 39

hiçbir deneme okumadım. Onun üzerine düşünmek istiyorum. De­


mek söylemekten usandığımız, konuşmak istemediğimiz bir gün giz­
lice; - bakın bu gizlice kelimesini iyi buldum - kendimiz hitap ettiği­
mizin yanında bulunmadan, sesimiz işitilmeden söylemek zorunda
kalmışız. Bu iş nasıl olur? diye düşünmüşüz. Yazıyı belki binlerce,
milyonlarca insan okuyor. Ama yazı bunun için uydurulmuşa benze­
miyor pek ... Olamaz; ilk defa birçokları için yazmadık. Kendimiz ol­
madan, sesimiz duyulmadan, başka birisine, bir tek kişiye bir şey
söylemek için birtakım şifreler düşündük. Yazı sizin için yazıldı. B u
yüzden uyduruldu. B i r türlü "Seviyorum!" diyemedik. Belki d e ilk
defa iki kol resmi, iki dudak resmi, sonra!arı kalbin biçimini öğrenin­
ce onun resmine bir ok batırarak derdimizi dökmeye çalıştık. Başba­
şa, karşı karşıya, çoktan riyakar olmuştuk. Daha samimi olmamız la­
zım geldiği zaman utandık. Bu utanmadan yazı doğdu. Baş başa ko­
nuşurken ne kadar coştuk, neler söyledikse, o kadar da hataya düşü­
yorduk. Yalnız başımıza oturduğumuz zaman, kafamız daha başka
türlü işliyordu. Biraz evvel söylediklerimize pişman olmuştuk. Bak
şimdi ne güzel düşünüyorduk. Düşünmek; yazı, düşünmekten doğ­
du. Konuşurken düşünmüyor muyduk? Düşünüyorduk, ama hatala­
ra düşüyor, bir türlü onaramayacağımız haltlar karıştırıyorduk. Son­
radan ne kadar pişman oluyor; söylediğimiz, hırsla söylediğimiz bir
sözden ne kadar utanıyorduk.
Yazı daha hesaplıydı. Hatta yazıyla düşündüklerimizi, yeni baş­
tan istediğimiz kadar düzeltebiliyorduk. O halde, demek yazı, konuş­
madan daha samimi değildir. Konuşurken elbet daha samimiyiz.
Hem öyle, hem öyle değil. Yalan söylemek lazım geldiği zaınan kale­
me kağıda sarılanlar olabilir. Ama ilk yazıyı yazan adamın yalan söy­
lemek için yazdığını sanmıyorum. Belki olmayacak hulyalarını söyle­
miştir. " Ben yalnızken başka türlü düşünüyorum. Sen o söyledikleri­
me aldırma! Onlar da yalan değildi ama, tashih edilmemiş şeylerdi.
Bak bugün, dün söylediklerimi yeni baştan düşündüm, düzelttim! "
Ah bu ilk yazıyı yazan adam ! Bu ilk vesikayı bulsam; birçok şey
öğrenebilirdim. Acaba iki kişi oturup birtakım remizler mi düşündü­
ler? Eğlence için mi bu işi yaptılar? Yoksa birinin bir derdi mi vardı?
İlk yazı bir erkekten mi kadına yazıldı. yoksa kadından mı erke­
ğe? Bana öyle geliyor ki, ayrı iki cins insan tarafından bir yazı öteki­
ne gönderildi. Bu bir mektup muydu. yoksa bir şiir miydi? Galiba
resimdi. Hem şiir, hem resim. hem mektuptu. İki dudak resmi mi
vardı? Yoksa iki kol birbirine mi sarılmıştı? İki işaretten mi ibaretti?
Yoksa, " Gel kızım " demek için uzun saçlı bir kadına bir adım mı at­
tırıyor. bir küçük kulübeyi mi işaret ediyordu? Küçük küçük çocuk­
lar mı yapmıştı?
40 Sait Faik A hasıyaııık

Ben. böyle bir ilk mektubun ağaç üzerine yazıldığını görüyor gi­
biyim. YazaQın da. okuyanın da heyecanı bende ... Bir erkek tarafın­
dan yazılmış diye kabul ettiğim bu mektubu okuyan kadın. ne kadar
şaşırmıştır? Bu şifreyi nasıl çözmeye çalışmıştır.
Ah bu ilk mektup! Bir elime geçse . . . Onu ben de size göndermek
isterdim. Sizde, ilk yazıyı okuyan kadının heyecanı, sevinci canlanır
mıydı? Ta uzaklardan. adeta derinlerden, ilk okuyanın ruhu başkal­
dırır mıydı? Ne gezer! ..
Biz artık yazının canına okuduk. Onu nelere alet etmedik. İçimi­
zin, beynimizin güzel, tashihli taraflarını söyleyemediğimiz, söyleme­
ye sıkıldığımız. utandığımız, hem temiz. hem de güzel olduklarına
inandığımız şeyleri anlatmak için uydurduğumuz bu işaretleri, artık
kepaze ettik. Yalan söylemek için, birini aldatmak için, bir kötü fikri
müdafa etme k için kaleme sarılanlarımız oldu. Bak gör ki, şu in­
sanoğlunun elinde kala kala, yine hep güzelleri kaldı. Onun için yazı
yazmaktan korkmamalı. Kötüsü üç günlük, üç seneliktir. İyisi tarih
olduğundan beri bize kalıyor. Kaybolan yalnız, sevgiliye yazılmış uy­
durulmuş ilk mektup ... Merak ettiğim hep o ilk ve en güzel yazı.
Sabahattin Ali (1907-1948)

HANENDE MELEK

Kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir halı ve
etekleri eski bir kilimle örtülü. kürsü kılıklı bir kerevet vardı. Üç ki­
şiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine, göze batan
bir ciddilikle oturmuşlardı. İçlerinden biri inmek isteyince. bir met­
reye yakın bir yerden atlamaya mecburdu. Hanende Melek böyle za­
manlarda küçük garson Hamdi 'yi çağırarak yardımını ister, bir eliyle
onun omzuna dayanıp ötekiyle eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı
uzatırdı. Bu anlar o civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim
fırsatlardı. Baygın. fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir,
tatlı bir şey yenmiş gibi pos bıyıklar alt dudakla yalanırdı.
Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri o
kadar sislenmişti ki, dışarıda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi
işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.
Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendileri­
ne güçlükle yol açabiliyorlardı. Çamurlu ayakkabıların tebahhurun­
dan hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş olan müşterileri
büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı bastıracak kadar yükse­
len bir gürültü, sık sık açılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.
Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları düşü­
rerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak uzun müddet
dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini çıka­
rıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.
. Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini yük­
seltiyorlardı. Bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç dakika devam
eden hakiki bir mücadele oluyor, bazen gürültü galip gelerek saz
mahçup bir eda ile vızıltısına devam ediyor, bazen de, bir hayat kav­
gası kadar canla başla yaptığı mücadelenin sonunda kalabalığın biraz
susar gibi olduğunu görünce, sevinçle sesini yükseltiyordu. Böyle da­
kikalarda Meleğin ince, biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur,
kendisine çevrilen gözlerde biraz da alaka belirirdi.

Camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili Hüseyin Avni girdi.
Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını önüne

41
42 Sabahatıin A li

indirmişti. Hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir gözlük örttüğü için


yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları uzamış çenesi görünüyor­
du. Ucundan yağmur suları süzülen harap bir şemsiyeyi koluna tak­
mıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak için iskemle arkalarına tutuna­
rak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle
yoktu. Gözleriyle arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, be­
kar öğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına
çağırmaya mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler ya da
derin lakırdılara dalmışlardı.
Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının
içinde saklayan üç kasap Hüseyin Avni 'yi masalarına davet ettiler.
Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına efendi adam
oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak istiyorlardı.
Hüseyin Avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu ile
sildi. paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını çıkardı. Adamakıllı sey­
rekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli derisine yapış­
mıştı. Oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan
sonra başını saza çevirerek gülümsedi. Bu sırada uzun, seyrek dişle­
ri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının ke­
narından tükürükler sızıyordu.
Keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin
selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı; kuca­
ğındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran ihtiyar sanatkar
ise, dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına devam ediyordu.

Melek içinden: " Aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak mı­


yım? " dedi. Ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast gelmemiş­
ti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor. sıkıştıkça vücudunu
hu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de kalıyordu. Bu meslekte
adam seçmek pek adet değildi ama, bunun da bir haddi vardı. Zaten
hu tiksinmesinde Hüseyin Avni 'nin suratının pek rolü yoktu. Mele­
ğe asıl korkunç gelen onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve
siyah gözlükleri nin arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışla­
rıydı.
Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir çayı hile hakir görmeyen ve
hu eli açık hovardayı bir gülümseme ile tediye eden genç kadın. Hü­
seyin Avni'nin, evinden kim bilir ne sahnelerden sonra alıp kendisi­
ne hediye ettiği birkaç altın bileziği bir türlü koluna takamıyordu.
Kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce Hukuk mahkeme­
si azasından imiş. sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar, çok az bir teka-
Hanende Melek 43

üt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını davavekilliği ederek geçindi­


riyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt katipliğinden yetiştiği ve işi­
ne gücüne karşı hiç alakası olmadığı için yazıhanesine günde birkaç
köylüden başka uğrayan olmazmış. Kahveci:
" Metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz? " diyordu. " G ünde
iki köylüye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı Ma­
hir'de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin. Yaşından da
utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrıyan altmışlık köy­
lü karılarına saldırır. Dayak yemediği gün yoktur. Şu kahvemize ge­
len efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini gördünüz mü? Çamur gi­
bi adamdır! "
Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Hüseyin Avni bir ge­
ce bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşam üzeri, yazıhane­
de mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer, daha ikinci ka­
dehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu tutardı. Bu
genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak fakat yanık sesi onu
çıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla yapışması için böyle bir
sebebe de hacet yoktu. Bütün kadınlardan, en güzelinden en çirkini­
ne, en küçüğünden en yaşlısına kadar öyle bir hava intişar ediyordu
ki, çeşit çeşit olmasına rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren
bu kah latif, kah baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış
vücudunda ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uyku­
dan, hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.
Çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan bin bir türlü da­
laverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın dibin­
de nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı gibi sazlı
kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan sonra, getirdiği
şeyleri küçük çırak Hamdi ile Meleğe yolluyordu.
Kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile rakı
ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur duyan
genç çingenenin Melek üzerinde lehinde tesir yapacağını ümit edi­
yordu.
Fakat artık sabrı tükenmişti. Yarım yamalak selamlardan ve pek
kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen " Nasılsınız
efendim? " yollu bir hatır sormadan başka bir şey gördüğü yoktu.
Halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan ihtiras nöbetle­
ri tahammül edilmez hale gelmişti. Oturduğu yerden Meleğe doğru
bakarken, derhal (ırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyor­
du.
Birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla yazıhanesine davet ettiği
halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş, kemancıdan ce­
vap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat, kız isteyip cevap bekleyen
44 Sahalıattin A li

delika nlılara taş çıkartacak bir ümit ve yeis silsilesi halinde geçmişti.
İki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve bin bir türlü plan­
lar kuruyordu.
Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu için
çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar ve ona
da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı Hüseyin Avni 'nin
kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu. Melek ihtiyar
udinin sesini bastırarak:

Gece kapladı her yeri.


Keder sardı dereleri.
Esmerim vay vay.
Düşman değil. sevda açtı
Sinemdeki yareleri.

diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi
oluyordu.
Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Meleğin ağlar gibi bir ifade
alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. İ htiyar
adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor fakat ancak gırtlağını yır­
tar gibi dışarı fırlayan bir " A h ! " duyulabiliyordu. Bir aralık ufak ve
buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak kemancıya gönderdi, biraz
sonra saz eski bir şarkıya başladı:

Bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım,


Billahi bu sevdada benim yoktur günahım!

Bunu. kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun di­


ğer şarkılar takip etti.

Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz, on yaşlarında bir kız başı


uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı.
Gözleriyle, şaşkın ve kararsız. etrafı süzdükten sonra oralarda dola­
şan Hamdi ' yi çağırdı, bir şeyler söyledi.
Hamdi , tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin ara­
sından sıyrılarak Hüseyin Avni 'nin yanına geldi ve kara gözlüklerini
düzeltmeye çalışan ihtiyara:
" Bey baba ! Senin küçük kız gelmiş. evden istiyorlarmış! " dedi .
Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik
olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
Hanende Melek 45

" Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar! " diye homurdandı
ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.
Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine
çöktü.
Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi her­
halde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.
Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu. Udi,
hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay
fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gündeliğini alıp git­
ti. Kemancı, Hüseyin Avni 'nin yanına gelerek:
" Nasılsın beybaba! " dedi, başıyla da: " Ne edelim, bir türlü olmu­
yor işte ! " der gibi bir işaret yaptı.
Sarhoş ihtiyar:
" E ... Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya? " diye mınl­
dandı.
Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek
·garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi eski bir man­
tonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri ça­
murlanmış ve silinmemişti.
Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek
onun koluna yapıştı:
" Ben götüreyim seni, ruhum ! " dedi.
Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi
ürperdi.
"Teşekkür ederim ... Hacet yok ! " diye mırıldandı.
" Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya?
İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi ! "
Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. Melek
hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne
düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünü-
yordu.
Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:
" Ne demek istiyorsun yani?" dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.
Başını kemancıya çevirerek:
" Ulan ! " dedi. " Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçı­
yor! "
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Hüseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir adım
attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.
Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketi­
ni alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına toplam-
46 Sabahattin A li

yordu.
Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar, susu­
yorlardı.
Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığı­
nı bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokul­
muştu.
Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar eli­
ne geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: " Sen geliyor mu­
sun şimdi? " dedi.
Melek kısaca:
" Hayır! "
diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde
kaldı ve sağa sola bakındı.
Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini his­
setti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.
Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir is­
kemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.
Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi yı­
ğılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyor­
lardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından
ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne. yağmurun altına bıraktı­
lar.
Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan son­
ra çırağa:
" Haydi gidelim ! " dedi .
Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibin­
de Hüseyin Avni 'nin hata yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıs­
lanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çeke­
lediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları farket­
memişti.
" Babacığım, ne olursun babacığım. hadi gidelim ! " diye ağlıyor-
du.
·

Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına ka-


rışıyordu.
Melek yanındaki garsona:
" Ş u adamı kaldırıversene! " dedi.
Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında dola­
şıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yal­
varıyordu:
" Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga et­
meyecek ... Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek ... Hiç kavga
Hanende Melek 47

etmeyecek... Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:


" Hadi kalksana, ne olursun ! " diye tekrar ağlamaya başlıyordu.
Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz
bir yardım ister gibi:
" Kaldırıversenize, ne olur! " dedi. " İki gündür eve uğramıyor, he­
pimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor,
gidin getirin diyor! "
Melek ve garson, Hüseyin Avni'nin kollarına yapıştılar. Sarhoş
sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska vücudundan
daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. Bi­
raz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. Hiçbir şey söylemeden
onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gös­
teriyordu.
Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura battığını
hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir müddet yürü­
dükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. Kız alışkın
bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz
sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların
sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare
lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.
Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün mana­
sız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek
benzeyen boğuk bir sesle:
" Demek şimdiki de sensin ha? " dedi.
Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar. Gar­
son sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı. Küçük kız ka­
pının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.
Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk sesler
çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu.
Melek yavaşça elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bile­
zikle bir çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzata­
rak:
" Alın bunları . . . Bunlar sizin galiba... dedi. Sonra başını azıcık
önüne eğerek:
" Bana bunları boşuna vermişti ... " diye ilave etti.
Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük kızı
gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, sırsık­
lam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı. Sonra eğildi, şaşkın
şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü
sıkı sıkı öptü.
Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını
tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan
48 Sabahattin A li

yirmi, otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.


Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen gar­
sonla beraber. çamurlu yollardan geriye. kendisini bekleyen han
odasına döndü.
Orhan Kemal (1914-1970)

EKMEK, SABUN VE AŞK

Hapishanede. Galip isminde, genç bir gardiyanımız vardı. Günün


her saatinde. hapishanenin neresinde olursa olsun. elinde aynayla ta­
rak, saçlarını tarardı. Briyantinden vıcık vıcık, kumral saçları dalga­
lıydı. Onda umumiyetle, mahcup bir hal, bir konservatuvar talebesi
hali vardı.
Bir tayyare gediklisinden ucuza düşürdüğü mavi bir pardösüyü
bozdurup üzerine göre yaptırmıştı. Modaya uygun değildi ama, bu
biçim onu büsbütün sevimlileştiriyordu, güzel bir konservatuvar tale­
besi kadar!
Benimle dostluğu, onu bir ahbap yakınlığıyla karşıladığım içindi.
Sonra kitaplarım ... Bilhassa bunlar dikkatini çekmiş, mahçup bir in­
san olduğum, hayatın en aşağı " dehlizlerinde " yaşamaya mecbur
edildiğim halde, niçin halii ısrarla okuduğumu sormuştu. Ne lüzumu
vardı? Daha uzun seneler yatacaktım. Günün birinde çıksam bile, al­
nımda kocaman bir sabıka damgası taşıyacak olduktan sonra ...
Ona, kitap okumanın, esrar çekip, barbut atmak, yahut bıçak kul­
lanmaktan daha faydalı olup olmadığını sorduğum zaman, uzun
uzun düşünmüştü...
Sonra ahbap olmuştuk.
Ekseriya meydan yeri nöbetini teslim ettikten sonra gelir, yanıma
oturur, gözlerini bir noktaya diker, dakikalarca öylece kalırdı. Ne­
den sonra, Allah 'a, aşk'a, saadet'e, cennet 'e, cehennem'e, ölüm'e da­
ir sualler sorardı. Kafası adamakıllı işliyordu, muhakkak . Bir gün:
" Biz de insan mıyız? dedi. Otuz beş lira maaş ve koca bir ay mah­
pusluk! Sizinle aramızdaki fark ne? Bizim bu işin gönüllüsü olduğu­
muz mu?"
Hiç kimsesi yoktu. Annesi on sene evvel ölmüş, veremden. Baba­
sını hiç tanımıyor. Bazen:
" Aşk, derdi, ama ilahi aşktan bahsediyorum. Sinemalarda gördü­
ğümüz gibi ... Öyle bir sevgilim olsun istiyorum ki, ne demek istediği­
mi bakışlarımdan anlasın. Sözle değil, gözlerimizin bakışıyla anlaşa­
lım. Sonra, küçücük bir evimiz, çok değil iki oda bir salonlu .. Amma
fitne fücur şehirlerde değil, şehirlerden, motor gürültüsünden, radyo
sesinden uzakta, engin bir denizin kenarındaki bir ormanın içinde.
Kış gecelerinde, kuduran denizin azgın dalgalarının gümbürtüsünde
titreşelim, sarılalım birbirimize. Ormandan kurtların ul umaları gel-

49
50 Orhan Kemal

sin. Fırtınalar, ağaçları çatırtıyla kırsın ve sevgilim bana, Galip desin,


k,)rkuyorum . . . Sonra bir çocuğumuz olsun, sarı kıvırcık saçlı, mavi
mavi gözlü, tombul, oğlan. Tıpkı sinemalardaki gibi . .
" Sonra ? "
" Sonra ... Sevgilim ölüversin. O n u ellerimle kazdığım mezara, ge­
ne kendi ellerimle gömdükten sonra, mezarına kapanıp ben de öl­
sem ! "
Bir başka gün benden bir kitap istedi. Öyle bir kitap ki, içinde,
aşk üzerine düşürülmüş vecizeler, ilahi aşk tasvirleri bulunsun. Bu
türlü kitaplarım yoktu. Bir arkadaştan La dam o Kamelya'yı bulup
verdim. Ertesi gün, gözleri kıpkırmızı geldi. Bütün gece uyumamış,
kitabı yer gibi okumuş.
" İ nanır mısın, dedi, Margerit beni saatlerce ağlattı, uykumu ka­
çırdı sabaha kadar . . . Ne sihir, ne keramet var Yarabbi bu kargacık
burgacık harflerin içinde ? "
Sonra b i r başka kitap istedi. Benimkiler arasından rastgele birisi-
ni çekip uzattım. Galiba Benim Üniversitelerim.
" Bu sarmadı ! " diye geri getirdi.
Sebebini sordum.
" Belki, dedi, bunda bir şeyler var amma. Bilmem ... Benim, senin,
herhangi bir insanın hayatına benziyor! "
İzaha çalıştım.
" Evet, dedi, haklısın amma ... İstiyorum ki, her kitapta bir başka
Margerit bulunsun ... Sonra Arma n Düval... B iliyor musun, ben bir
Arman Düval olmak isterdim ... "
Her ne olursa olsun, aldığı kitapların lekelenip kırışmamasına
son derece dikkat ediyordu.
Revir'de yattığım günlerden bir gün, elinde bir mektup müsved­
desiyle geldi. Heyecanlıydı. Karyolamın ucuna ilişmedi, mektup
müsveddesini uzattı.
" Ne bu? "
" Oku, anlarsın .. "
Kötü aşk tasvirleriyle dolu, bayağı bir ifade tarzıydı. Bir sevgili­
ye. ölüm denen muammadan, saadetten, ebedi aşktan, aşkın derin­
liklerinden, tül kanatlı aşk perilerinden, kadının Cenabı Hak tarafın­
dan bir serap olarak yaratıldığından uzun uzun bahsediyordu.
Bunları kime yazdığını sordum . Kulak memelerine kadar kızara-
rak önüne baktı... Israr ettim.
" Sonra öğrenirsin ... dedi .
Ve merakla sordu:
" Nasıl olmuş? Dokunaklı mı? "
Mutlaka beğenmemi isteyen öyle ısrarlı bir bakışı vardı ki, zaten
Ekmek, Sabun ve Aşk 51

verilecek ters bir cevabım olamazdı. B u takdirde, daha dokunaklısını


yazmamı isteyebilirdi, buysa iktidarımın dışındaydı. .. Gayet mükem­
mel yazılmış olduğunu söyledim. İlk peşin, alay ettiğimi sandı, sonra
inandı, sevinçle çalkanarak, gitti.
Aradan günler geçti. Revirden taburcu edilip, koğuşuma geldi­
ğim bir gün, yanıma sokuldu. Koyu yeşil gözleri hüzünle dolu, kolu­
ma girdi, beni tenha bir köşeye çekti. Sekize katlanmış bir mektup
çıkarıp uzattı.
Mektup gayet bozuk bir imlayla yazılmıştı. Hatırımda kuvvetle
kaldığına göre, şöyle başlıyordu:
" Sevgilim
" Baharın bu nazik günlerinde gönderdiğiniz muhabbetnameyi al­
dım, derecesiz sevindim. Lakin sen çok siyasi konuşuyorsun. Ben bu
türlü laflardan anlamam. Kalp kalbe karşıdır. Sen beni seviyorsan,
ben de seni seviyorum demektir, senin bana meylin düştüyse, benim
de sana düştüğü tabiidir. ..
"

Mektup şöyle bitiyordu:


" Dışardan bakan hiç kimsem yok. Laf aramızda, çamaşırlarım
bitlendi. Bu yüzden kimse beni yanma sokmuyor, beni burunluyor­
lar. Hem de karnım hiç doymuyor. Bir tayını ben bir solukta yeyive­
riyorum, bitip gidiyor. Şurda kırk gün bir cezam kaldı. Dışarda öde­
şiriz. Beni ciddi olarak sevdiğini anlayayım ki, bana bir kalıp sabunla
iki somun gönder! "
Mektubun dört yanı dört yerinden sigarayla göz göz yakılmıştı.
" Nasıl? dedi. Beğendin mi? Biz ilahi aşktan bahsettik, o tuttu bi-
ze sabundan, somundan ...
Mektubu elimden aldı, parça parça edip attı.
" Ayı, dedi, kadın mı bunlar? "
Haksızlık ettiğini uzun uzun anlatmaya çalıştım. Ekmek ve sabu­
nun hayatımızdaki mühim rollerine dair söylediğim sözleri dinliyor,
başka noktalara bakıyor, arada içini çekiyordu.
Sonra gitti.
Ertesi sabah, neşe dolu yeşil gözleriyle tekrar geldi. Usullacık:
" Bir kalıp sabunla, iki somun gönderdim ! " dedi.
O günden sonra, kadın çıkıncaya kadar ona ekmek, sabun ve az
miktarda da olsa, paraca yardım ettiğini, kadın hapishanesine gidip
gelen meydancılardan öğreniyordum.
Daha sonra, kadın tahliye oldu. On dört yaşında, zorla kocaya
verilip on beşinde zina işlediği için kocası tarafından kapıp koyuveri­
len, ortalığa düşen, bir müddet elden ele gezdikten sonra, mahkeme­
ce üç aya mahkum edilen, genç irisi bir kadındı.
Çok geçmeden gardiyan Galip ' in bu kadınla evlendiğini duyduk.
Necati Cumalı (1921)

YALNIZ KADIN

On beş gündür tanışıyorduk. O akşam dı�arda yemek yedik. Lo­


kantadan çıktıktan sonra bir parka uğradık. iki akasya ağacı arasın­
da alçak bir sıraya yan yana oturduk.
Mayıstaydı. Saat on bire geliyordu. Park bomboştu. Havada ge­
celeri soğuyan toprağın o kara iklimine özgü serinliği vardı. Tarhlar­
dan nemli ot, çayır kokuları geliyordu. Parkın gerilerindeki kavakla­
rı yeni aşan tostoparlak ay, çakılların, ellerinin beyazlığını aydınlatı­
yor; solumuzdaki akasyanın dal uçlarından yüzüne, omuzlarına dü­
şen parça parça gölgeler, hafif hafif kımıldıyor, yer değiştiriyordu.
Çantasından Gelincik paketini çıkardı. Bir cigara alıp bana doğ­
ru döndü. Dudakları arasında tuttuğu cigarasını yaktım.
Kibritin alevinde yüzüne baktım: beyaz. durgundu. Her zamanki
gibi. bu yüz bana gene bu kadar güzel olduğunu ilk kez görüyormu­
şum gibi geldi. Ben bu kadını seviyordum. Daha doğrusu sevmeyi
iyice kafama koymuştum. Onun her dediğine peki demeye hazırdım
da, kim bana bu sevdanın sonu çıkmaz olduğunu hafif yollu çıtlata­
cak olsa, kırılarak karşı çıkıyor, çıtlatana düşman kesiliyordum.
Çantasını tekrar yanına bıraktı. Ayak ayak üstüne atarak sıranın
gerisine yaslandı. İçmiştik, neşeliydi:
- Tam size göre bir gece, dedi, aşıksınız, ben yanınızdayım, ba-
har, ay da var! ..
Güldüm:
- Daha ne isterim, değil mi?
- Tabii, yalan mı?
- Şikayet etmedim.
- Bütün erkekler böylesiniz zaten!
- Nasılız?
- Yalnız kendinizi düşünürsünüz.
---'- Bu da nerdcn çıktı?
- Yalan mı? İftira etmiyorum ki; siz de bütün erkekler gibisiniz.
İsteklerinizi yerine getirmekten başka düşünceniz yok!
- Haksızsınız.
- Yoo! Hiç de haksız değilim. Tanıştığımız günden beri her va-
kit bir şeyler istiyorsunuz, her vakit de dediğiniz oluyor.
- Mesela, ne gibi?
- Mesela bu gece, dışarda yemek yiyelim dediniz, lokantadan

52
Yalnız Kadın 53

çıktık, parka uğrayalım dediniz, daha buna benzer türlüsü ... Canınız
ne isterse söylüyorsunuz, benim de uymamı istiyorsunuz.
- Bir farkla ki, ben bu değişi kliklerden sizin de hoşlanacağınızı
umuyordum.
- Öyle mi sanıyorsunuz? Aslında değişiklik isteyen sizsiniz. Be­
ni gerçekten hiç düşündünüz mü? Mesela hastalansam? .. Saçlarım
birdenbire ağarıverse? .. Bir iki yıl sonra beni şimdiki gibi sevmeye­
ceğiniz günler gelince? .. Ne bileyim? O kadar gençsiniz ki, ölsem üç
aya va_rmaz başka bir kadına benim kadar aşık olursunuz! .. Söyleyin,
ölürsem ne yaparsınız?
Ben, zar zor geçinen, parasız, küçük bir memurdum. Ne ona ne
de başkalarına söz vermeye, umutlar aşılamaya durumum uygun de­
ğildi. Çaresizliğimi bir kez daha duydum.
- Sizi sevmeyeceğim günün geleceğini hiç düşünmedim, dedim.
Sizden ayrılırsam, herhalde ... Sustum, bilmem ama herhalde, çok
üzüntülü olur, diye kararsız, sözümü tamamladım.
Güldü:
- Başka birisi olsa bensiz yaşayamayacağını söylerdi. Ben de
inanmış görünürdüm. Yalan söyleyemiyorsunuz. Zaten sizden hoş­
lanmamın sebebi de bu ...
Başka bir kadına belki ben de hiç düşünmeden aynı şeyi söyler­
dim. Ama ona karşı yalan söyleyemiyordum. B unu bilmesini, ayır­
masını çok istiyordum. Oralı görünmeyişime (:anı sıkıldı. Karşılık
vermedim. Eğildi, gönlümü almak istercesine yüzüme baktı. Gülüm­
semeye çalıştım.
O sırada parkın gerilerinden kopan bir esinti kavakları dolaşıp
üstümüzdeki akasya dalları arasından hışırtılarla geçti. Saçları yüzü­
me doğru uçuştu. Cigarasını attı. Elleri dizleri arasında büzüldü. Ka­
dınca bir edayla ürpererek içini çekti:
- Üşüyorum, niye getirdiniz beni buraya? Bakın ellerim buz gi­
bi ...
B ana uzattığı ellerini sağ avucumun içinde sıktım. Sol kolumu
omuzundan doladım, gövdesini göğsüme doğru çektim. Dudakların­
dan uzun uzun öptüm. Önce teni buz gibiydi. Öpünce ısındı. Başını
biraz ayırıp omuzuma dayadı. Sol elini avucumdan ayırdı. Ceketimin
yakası altına yerleştirerek, aşağı yukarı dolaştırmaya başladı. Büsbü­
tün değişmiş bir sesle sordu:
- Neyimi seviyorsunuz benim bu kadar? Ne var bende?
Değişivermiştim. Bütün yaşama isteklerimin dalga dalga artan
bir sıcaklıkla damarlarımda dolaştığını, ona doğru atıldığını duyuyor­
dum. Dudaklarım saçları arasında, şakaya vurdum:
- Düşünmedim! ..
54 Necati Cumalı

Hafif doğruldu:
- Sahi söyleyin, ne var bende? Ben de öteki kadınlar gibiyim.
Sadece kadınım o kadar. . .
B e n karşılık vermeden o devam etti:
- Ne deseniz boş ! Sizin çağınız bu. Aşk çağı! Yirmi beş yaşında­
sınız, kimi olsa böyle seveceksiniz! Yirmi beş yaşında ben de böyley­
dim. Delicesine aşıktım. Sevmek sevilmek isterdim. Dünyada aşktan
daha önemli bir şey yok sanırdım ...
- Ya şimdi?
- Şimdi de seviyorum ... Yalnız sizin gibi değil, başka türlü!
Sesinden anladım ki, seviyorum derken düşündüğü ben değildim.
Hayatının bilmediğim yönleri çoktu. Bana söylemek istemediği şey­
leri de, ben sorup öğrenmek istemiyordum. Arkadaşlığımızda garip
bir boşluk vardı. Er geç hoş kaçmasa da bazı şeyler öğrenecektim.
Aldırış etmez görünerek sordum:
- Kimi?
- O kadarını söyleyemem, sizi değil!
- O sizi sevmiyor mu?
- Seviyor herhalde.
- Peki ya ben? Ben neci oluyorum?
Aramızda rahatsız edici kısa bir sessizlik geçti.
- Oo! dedi. İkiniz bambaşkasınız. Onu yıllardır tanırım. Arka­
daşım, dostum, artık ne isterseniz deyin ... Sonra sizin gibi değil. Ol­
gun ... Böyle bir durulup, bir taşmıyor! Size hayatımı bağlayamam ki !
Sizin yanınızda gençleşiyorum, canlanıyorum ! Bunu sırası gelince
anlarsınız. Hem belki sizi de seviyorum! İyi çocuksunuz! Nedir ki si­
zin gibi aşık değilim. İkisi birden olamaz mı sanıyorsunuz?
- O biliyor mu bunu? Kıskanmıyor mu?
- Biliyor belki! Görmüştür ya da duymuştur. .. Belli etmiyor!
Hafif doğruldu:
- Peki siz niye kıskanmıyorsunuz?
Duraladım:
- Hakkım yok ki! diye mırıldandım.
Yeniden sıraya yaslandı:
- Doğrusu da bu! Ne onun, ne de sizin kıskanmaya hakkınız
yok !
Yine sustuk. Söylemek istediğimi iyice bulamıyordum.
- Kimdir bilmiyorum, dedim. Ama hayatınızı bağlayabileceği­
niz biriyse aranıza girmek istemezdim! Tanıyor muyum? Nasıl
adam? Söylerseniz belki bir karar verebilirim . . .
Dudak büktü:
- Gereksiz olur!
Yalnız Kadın 55

- Neden?
Ayakkabılarının ucuna bakarak:
- Bilmem ! dedi, sormayın. Düşünmek istemiyorum ...
Sustum. O, sıranın gerisine kolunu uzattı. Hemen gerimizdeki
taflanlardan bir iki yaprak kopardı. Sonra yaprakları parmakları ara­
sında hafif hafif yırtarak konuşmaya başladı:
- Siz dünyada aşk var mı sanıyorsunuz? Sadece alışkanlıklar
var! Aşk varsa da altı ay, bilemedin en çok bir yıl sürüyor! Gerisi
hep alışkanlık ...

- Önce o bana karşı çok anlayışlı ! Bana daima incelikle davran­


dı. Sonra güzel adam ... Halbuki siz hiç onun gibi değilsiniz! Benden
değişmemi, başka bir kadın olmamı istiyorsunuz! Ben böyleyim, de­
ğişemem ki!
Çakılların üstünde ayak sesleri duyarak başını kaldırdı. Önümüz­
den esneyerek, bilet kutusunu koltuğu altına sıkıştırmış, elleri ceple­
rinde bir otobüs biletçisi geçti. Parkın içinden kestirme bir yol tuta­
rak karşı caddeye doğru uzaklaştı. Gizlemeye çalıştığım bir alıngan­
lıkla susuyordum. O, yeniden söze başladığı sırada sesinde gönlümü
almak istemeyen bir değişiklik vardı.
- Belki de sizin en iyi yanınız bu. Umutlusunuz, yaşamayı sevi­
yorsunuz, inandığınız, her zaman istediğiniz, bir şeyler var! Benim
ne kendim, ne de başkaları için en küçük bir isteğim yok !

- İsterseniz beni sevin ! Ama benden sizin gibi karşılık bekleme­


yin! Yeniden sevecek kuvvetim, gücüm yok benim! Kim bilir? Belki
de zamanla olur! ..
Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz? Herkesi bırakıp git­
sem ... Deniz kenarı, güneşli bir yerde aylarca, hiçbir şey düşünme­
den uyusam, uyusam . . . Sonra, içimden geldiği gibi yaşamaya başla­
sam ... Bütün genç kızlar gibi ben de hiçbir şey bilmezken karşıma
gezmiş dolaşmış, yakışıklı bir adam çıktı. Sevdiğimi sandım. Evlen­
dik. Birkaç yıl bu duyguyla aldandım. Dünyada kocam ayarında
adam yok kanısındaydım. Halbuki bambaşka yaradılışta insanlardık !
Ne onun n e d e benim kaba � atim. Sonunda ayrıldık. Boşandıktan
sonra ardıma düşen çok oldu. insan sevebileceği birini buluncaya ka­
dar kaç kişiyi sevdiğini sanıyor. Türlüsünü gördüm. Bir ikisi gerçek­
ten bana aşıktı. Çoğu numaracıydı. Sonunda bir kadından hepsi aynı
şeyi istiyor. Yalnızım! Düşünürseniz ne var yaşayışımda benim? Bi­
riyle konuşmak, arkadaşlık etmek istesem, başka türlü olmuyor! ..
Yoruldum artık, düşünmek istemiyorum . . .
O böyle konuşuyordu. Kavak ağaçlarının üstünden büyük kamu
56 Necati Cumalı

yapılarının çatıları görünüyor, parkın üç yanını çeviren caddelerden


zaman zaman hışırtılarla geçen taksilerin, son seferini yapan otobüs­
lerin gürültüsü geliyordu. Üstümüzde gök yer yer bulutlarla örtülüy­
dü. Büyük kara lekeli bir bulut, küçük bir buluta yaklaştı, yaklaştı,
sonunda onunla karıştı. Küçük bulut artık görünmez oldu. Sağ yan­
da bir gaz ortaklığının reklamının kırmızı ışıkları yanıp sönüyordu ...
Onu mutlu etmeyen bu dünyadan, onun yöresini saran, tanıdı­
ğım tanımadığım ht,!rkesten. gezmiş dolaşmış olanlardan, ince davra­
nanlardan, numaracılardan, hatta onu sevenlerden nefret ediyor,
ona bütün söylediklerinin yanlış olduğunu bütün kuvvetimle söyle­
mek istiyordum.
Gözlerim bir noktaya daldı. Büyüdü, büyüdü, neden sonra onun
sustuğunu, bana baktığını gördüm.
- Ne oldunuz birdenbire? dedi. Ne çabuk değişiyorsunuz? Ço-
cuksunuz diyorum ya, çocuksunuz işte !
Elini tuttum:
- Hiç, dedim, sizi dinliyordum.
- Peki niye öyle daldınız?
- Hiç! Ne bileyim! Hiç işte ...
Pardösüsünün önünü kapadı. Çantasını aldı.
- Soğuk değil mi?
Yine kucaklamak istedim. Eliyle önledi.
- Hadi hadi, uslu durun, park sa fası yeter. Kalkalım.
Kalktık. İlk elektrik direği altında çantasını açtı. Boyasını tazele-
di. Birdenbire koluma girerek uçarı bir tutum takındı:
- Bırakalım bunları, dedi. Unutun artık! Hadi bana eğlenceli bir
şeyler anlatın.
Vüs'at O. Bener (1922)

YAŞAMASIZ

Dalgınlıkla yanıma oturdu, diyebilir miyim. Sezemediği belli gi­


biydi. Ya da artık kendini alakoyamadığı. Bilmem. Kim bilir. Dört
yıl yüzünü erkı:: k leştirmiş. Dolmuş kalktı. Bana öyle geldi. Pardösü­
lerimizin altında omuzbaşlarımız yaslandı birbirine. Onunki yuvar­
lak, kaslı. (Benimki kemik.) Tunç güzellik! Kumral, kıvırcık saçları­
nın ayrıntısını görüyorum. O kucaklanmadan edilemez, dedim gene.
Sıkıldı. Eskiden de neye yoracağını kestiremediği bir sıkıntı duyardı
bana rastladıkça. Dayanılmaz bir gerilmeyle bunalıyor şimdi, biliyo­
rum. Ben zıt dayanamazlığımla dirseklerini tutmak istiyorum oysa.
Mavi gözlerine bakmayı. Bir çeşit donuk tutkuyla. Kötülüklerimin
seninle ilintisi yok, dedim. Mırıldanmadan. Yumuşak. Anladığını
sandım. Tartışıyorduk. Beklenilmeyen bir susuntu aralığında birbiri­
mize itildiğimiz gözümün önüne geldi. Üste yanaklarımızda bir ıslak­
lık. Geçiştirilen bir kazanın sonrası gibi. Isındım. Soluğum düzeliyor.
Etim doyunmuş, çözgün. Değil ama! O tas ! Huzursuzluğu yüzüne
oyuk. Gözucuyla incelemeye çalışıyor daha, yanındakini. Görmez.
Çevresi nden habersiz davranışların tedirginliğine kendini kaptıra­
rak. Yerim boşalınca, ben yok olunca daha sıkılacaktır. Kurtulduğu
için sevinir ya da. Ölümümü diliyor belki. Nedenini bilsen, aranıza
girişimin, desem. Seninle konuşmaktan yasaklanmak üzülmeye de­
ğebilir. Bunu bilemezsin ki. Böyle düşündüğüm için suç yüklenebili­
rim. Suç yüklenmenin getireceği rahatlığı benimsemeden. Anlatabil­
meliydim. Olmaz. Dinlemiyor. Yolumun yarısında indim. Bir vakit
iğrentisini dindiremeyecek, ama ben ne yapabilirim. Duraklayarak
bir kez gözgöze gelebilseydik. Ona duyurmak istediklerimin hepsini
anlatabileceğimi umuyordum. Hiçbir şey değişmeyebilirdi. Ama so­
nuç zaten beni ilgilendirmez. Durup dineldim orada. Hayıflanarak
denebilir. O başını çevirmedi. Çok uzaklaştığında bile. Çevirememiş­
tir. Tozun toprağın havalandığı sıra, toz elenip dağılınca karısıyla da
karşılaşabilirdim. Budalalığını söyleyebilir miydim yüzüne. Budalalı­
ğı o denli küçümsenen, bir kendini verebilme anlamında kullanmayı
isterdim. Yaşamanın derimle değinimini tasarlamak bile güç. Ama
demin, onunla omuz omuzayken bir ara yaşadığımı anladım galiba.
Kapısına mermer basamaklarla varılan bir evin önündeki umutlu
umutsuz kişinin gecikmiş sevinci ! Her yan karanlıktı. Yalnız dip pen­
cerelerinde bir kırmızı ışık vardı. Beklenebilirdim. Kocasının gittiği-

57
58 Viis 'at O. Bener

ni öğrenmiş olabileceğimi umuyorsa. Öylesine de aşınmış ki! Merdi­


venler erimiş. İndim ! Heyecansızım. İlk istasyondan geri dönmüş, şu
çınarın ardına gizlenmiş olabilirdi. Yok. Gölge, peşlerindeydi. Bir
gün kendi kendine konuştu. Duyurmadan. Bir daha bizim bulundu­
ğumuz yerlerde görünmesen iyi edersin. Gözdağı! Gülümsemiştim.
Anlamazdan geldi. Hep öyle sessizce o yağı, ben tutkun. Birbirimi­
zin hep yanıbaşındaydık. Bu mu beni iten? Oyalandıı:n. Çınarın ardı­
na saklansaydı. Söze vakit bırakmayacak. Oysa orada ne aradığımı
ona açıklayabilirdim belki. Daha odasında değilim. Yadırgamadığım
bir küçük oyun tasarladım. Perde ardı öyle bir dördüncü olmalı ki,
hıçkırıversin! Üçümüz şöyle bir duralayıp gülmeye başlıyoruz. Duru­
mun acıklı ağırlığı olduğu gibi yıkılır. Adamın yerinde olmak güzel
şey. Hakkın karışmadığı bir güçlülük. Bu denli güçlü 'olabilir insan.
istiyor muyum? Bana kalırsa. Ben olsaydım. Saçma. Tersine yürütü­
lemez olay. Üçümüz birer köşe noktası. Yerlerine çivili. Başka türlü
olamayacak. Ne olursa olsun, ben karısını öperken o içeri girer. Su­
ratı allak bullak. Üzerime yürüyecektir. Kadın duvara doğru geri gi­
decek mi? Pencereden atlamaya kalkışmak delilikti . Yüksek çünkü.
Bunların tek anlamı olabilir. Bir bıçak atımlık uzağındaydım. Ayak
parmaklarımın büküntülerini, baldırlarımı, göğsümü kasıyorum. Tı­
rabzanın topuzunu sıkan sağ elime ışık vurmuştu. Köşe sokak fene­
rinden düşen ışığın korkak parçası. Perde kımıldadı. Bekleniyorum
demek. Dönsem mi! Buraya gelişim getirildiğime inanmadığımdan.
Sürükleniş. Dönmek yaptıklarımın en kolayı! Bu kez daha yöresin­
de dolanırken savuşabilir miydim? Ötesi umurumdaydı. Olanın tü­
müyle unutulmasına bile benzetilemez. Hiç anılamasa da ! Atlanıl­
mış bir zaman bölüntüsü. Daha iyisi. Öyle olabilirdi. Dönülemeyece­
ğine inanlı mıyım. İlk kez! Öyle görünüyor. Yağmurla yumuşamış
toprağa dalacak bir pulluk. Ya derinlik sertse. İçtenin düzeni eritme­
sini isterken istemiyorum. İstemek. İstendikçe değişemez yanın gü­
cünü daha iyi anlayıp istememesini bilmeli . Tutamağımdan nasıl ko­
parabilirim kendimi. Ölürüm. Üstünlüğümün kuruluğu, renksizliği.
acısı. bağıntısızlığı içinde bileyli . Yitirmişliğin dışında. Ne olacağı ba­
şından belli öyleyse. Gene de? Kapının tokmağını tıkırdattım. Bir­
kaç hızlı adımda merdivenleri aşarken. penceredeki gölge silinmişti.
Çabuk aralandı kapı. " Geleceğini biliyordum! " Bilmr kle başlandı.
Sürgüsü itilen kapıya dayandım. Yorgun. Üçüncünün bir benden
kuşkulanması sinirlenmeye değer. Hiç değilse serüven tadına başka
tepkiler karışabilirdi. Onunsa: " Üç günü geçirmem, merak etme, "
demediğini sanmam. Demiştir. Sigarasını tüttürüp. Bilinenler bir
araya toplanınca. Çiçekli sabahlıkla karşılanışta, güzel koku sürü­
nüşte hazırlanışların bayağılığı. Kötü! Merdivenleri çıkarken neden
Yaşamasız 59

gıcırdatmamaya çalıştık. Ev boş. Elini tutmak isterken de kaçırdı.


Masa lambası yanık. Tavandan sarkan avize sönük. Düzen. Ellerimi
dizlerime kenetledim. Gömüldüğüm koltukta. Vicdansızlığımın içi­
me çökerttiği acıyı anlayan bir kadınsılıkla sokuldu. Nen var? " Hiç,
biraz heyecan/Jyım. Düşündüğün değil. " Hışırtısını sürükleyerek dı­
şarı çıktı. Anlasaydı " canım " demezdi. Kesme kadehlere boşalan lı­
kırtıyı duydum. Lıkırtı sarı. Loş odanın dört bucağında. " Geldin ge­
leli bir kere yüzüme bakmadın ! " Yapmacığı eklentisiz. Fısıltısının
boğukluğu dingin. Ama bu durmadan gülmek korkusuna ne demeli.
Sesim çatlayıverirse. Kırık dökük çıkmalı. Doğru bakmadığım. Susa­
dım! Su istemekse sorusuna karşılık değil. Değil. Başlarken bitirme­
li. Ağzımı bir daha açmadan gidivermeliyim. Zorun önüne durama­
yacağı bir gidişle. Bu uygunu. Bırakıp kaçmaların aralıksız dürtüsü.
Nasıl kaçmalı ama! Bunu yapamadım mı çekeceğim var. Varsın alın­
sın . Kalkıp bakacağım. Gözlerinin ta içine. Bir de süzükse. Gevşek­
se. İyi ya! Ne korkuyorum. Sarılmaklığım mı gerekecek. Çok bilmiş­
çesine kucaklarım. Gözlerim yumuk. Parmaklarımla oynuyor. Bir
kumaşın dokusunu inceler gibi. O hırçın, ateşli mektupları yazan bu
eller şimdi susuyor! " Niye konuşmuyorsun? " Öpeyim. Durmayayım.
Kargaşalığa getireyim. Elimde değilmiş! Dayanamamışım ! Dişlerimi
sıktım sıktım. Küçüktüm. Bir köpek ezilmişti. Dudaklarını aranır­
ken, kamyon bir daha altına aldı köpeği. Ezdi. " Beni öpeceğini bili­
yordun. " Ne demek istedi. Ne olacak biliyordumsa. Yatkın bir iplik.
Yoklamaya gelmiyor. Sitemin yeri . Öpeceğini biliyordun. Bundan
daha saçma bir suçlama olur mu? Suçlama gösteri için olmasaydı.
Bildiğini biliyorum. Kendimi bıraktıysam, bile bile demeye getiriyor.
Dengedeyiz. Ölü nokta. Birimizin kıpırdaması gerekti. O oynadı.
" Çocuksun. " Belki çocukluk öyküleri hoşuna gider. İnanılmaz olma­
lı. O denli hoşa gider. Kadınlardan korkum. Hiçbiri değil. Teneşirde­
ki kadın. İnsan anca böylesine uzayabilirdi sevgilim. Sevgilim. Usan­
dırıcı teklik. Bıktırıcı dönenme. Çocuksun ! Büyüksü, bilgicimsi so­
ğukluğunla olur şey değilsin sevgilim. " Onunla kolunda olmaktan sı­
kılmayacağım, bir biblo gibi güzel yüzünü seyretmekten hoşlanaca­
ğım biri olduğu için evlendim , " diyordu mektubunda. Sonra bir gün
onca ilginç bir şiiri kocasına okurken yüksek sesle okusun, duygulan­
masa da, bir canlı, dinlediğine onu kandırsın istemişti, berikinin acık­
tığını anlamış! Burun delikleri bayağı et kokluyormuş. Madem öyle.
ağlamak nesi. Otur oturduğun yerde. Bir horozu kesmek ilgi çekici­
dir. Kanatlarına basan ayağının altında sıcak gövde nin direnişini
duymak. İbiğin diri putur kırmızısı koyulaşır. Kirli turuncu, yarı ör­
tülü gözderileri. Açılıp kapanan gaganın içinde kurumuş dilin sivrili­
ği. Paslı bir ıslık. " Canım ne tatlı an latıyorsun. " Canım mı? Çalınmış
60 Viis 'at O. Bener

bir şeyler var bu gecede. Beklemediğim mi? Elbette beklediğim. El­


lerim eğreti. Cam göz. Kollarım çözük, eklemli. " Ama bir gün bun­
lar anlatılmış. tüketilmiş olacak biliyor musun? Onun için sana gel­
mek istemem. Hayaliyle yetinmeye çalışırım. " ·Gerçek. Onu çağır­
mıştım. Ben! " Gelecek! " demiştim. " Haklısın bir gün değil. Yoktu
ki, tükensin. Başlamayan bitti . " " Sen o kadar başkasın ki. Duyduğu­
mu söylemedim. Aklım öyle diyor. " Öyle. Anı! Anılar galiba hep
yaşanmamışlar. Ne yapayım. ' İhtiyacı vardı zahir! ' Kocasında doğ­
ma var olan güvenle gizlice alay edebilme yetisine erişmeyi diledi.
Eh! bu da bir şeydir. Diz üstü çöktü. Başını kucağıma Y.atırdı. Taraz­
lıyorum saçlarını. Ona neler dediğimi biliyorum. Olemeyen bir
örümceğin ayaklarını titretişindeki büyüyle. Eğlendi. Düğüm böylesi
uğraştırmadan çözüldü. Gereksiz bir sokulganlıkla uyuşuk. Daha da
sokuldu. Ağzımı kapattı. " Sus! Bak ne diyeceği m . " Sustum. " Sence
elde edilmemesi eksiklik olacak hiçbir şeyi anlamazdan gelemem.
Zaferin tam olmalı ! " Pek örtüsüz. " Zafer ha? " " Öyle! Hadi ! " Oyun
tam olmalı. Gülümsedim. Şaşırtıcı bir çabukluğun çirkinliğiyle so­
yundu. Burnumun ucuna durmadan bir görünmez tatarcık konup
kalkıyor. " Artık gidebilir miyim? " " Memnun olmadığını iddia etmi­
yorsun ya? " " Hayır. hayır. " Ne evet ne hayır diyebilmeliydim oysa.
Ayak parmaklarının üstüne dikildi. Dudaklarını dudaklarıma yapış­
tırdı. Soluğum kesilinceye dek dayandım. Ne diye ! Pis huy! Dayanı­
rım ! " Bu sahneyi hatırlayacaksın hep! " Doğru, oyun/ar anılır! " Seni
seviyorum. Soğuksun. ama seviyorum. Sana gelseydim zaferinin an­
lamı kalmazdı. Kolaylık seni rahatsız eder! " İyice güldüm. " Hiç an­
lamadım. ama zararı yok. Allahaısmarladık. " " Mektup yazma olur
mu? " O bana yazdı. Geçen yıl. " Kormadığının başına geldiğini söy­
ledim, bu durumda boşanmaya hazır olduğumu da ! Alay etmeye
kalkışmaz mı? İnanmaz görünüyor hata. İçine şüphe kurdunu sok­
tum ama! Nasılsın? Bunu sana yazmaya beni neyin zorladığım bilmi­
yorum, yalnız, ne bileyim, fena halde sıkılıyordum, aklıma geldin, al­
dırmayıver, zaten sen aldırmazsın! "
Oktay Akbal (1923)

BOŞ SEVİ

Küçük bir penceresi vardı denizi gören. Vapurlar, sandallar, dal­


galar hep onundu. Hep onundu mavili karalı gökyüzleri, yağmurlar,
güneş ışınları. Onun için işlerdi tramvaylar, otomobiller. Çan sesleri,
kornalar, esinler, dalga sesleri. Yeryüzünde kıpraşan, çırpınan ne
varsa hep Aslı ' nın dünyasına girsin, içinde yer etsin diyeydi. Kişiler,
olaylar, görünüşler onda kazanırlardı gerçek anlamlarını. Onda kay­
bederlerdi çirkin yönlerini. Doğa o baktığı için renk renk değişirdi.
Gözlerini kapatsa dıştan gelen bütün izlemleri bir kat daha güzelleş­
miş olarak içinde seyrederdi. Olanca duyusuyla yaşardı Aslı. Yeryü­
züne yakışmaz bir düş yaratığıydı. Nereye gitse, nereye baksa kişili­
ğiyle orasını başkalaştırırdı. Hayatın, yaşamanın tek bir anlamı, bir
değeri varsa o da Aslı ' nın içinde yaşamasıydı. Sanki bir rıhtım cad­
desi boyunca akşam üstleri yürümese, kalabalık vapurların güverte­
lerinde oturmasa, küçük penceresinden başını uzatıp denize bakma­
sa, bulutları bir bir seyretmese bu şehri bir acılık, bir boşluk örterdi.
Şehrin aydınlığı ondan geliyordu. Kişinin mutluluğu, sevinci ondan.
Aslı'ydı yaşamayı yaşama yapan. Nefes aldırıp verdiren. Güldüren,
konuşturan, şiirler yazdıran, romanlar doldurtan, Aslı'ydı İstan­
bul' un güzelliği dedikleri. Sürüp gelen sürüp giden eşsizlikler, yüce­
likler. O var olduğu için yaşanırdı ancak. Ancak onunla yaşanır,
onunla ölünürdü. Aşkın kendisiydi bir bakıma Aslı. Aşkın bir yö­
nüydü. Kişileşmiş aşk anlamının kendisiydi ...

Aslı 'yı böyle düşünürdü hep. Genç bir İstanbul kızı olarak değil.
Çeşitli anlamlar yüklü bir yaratık gibi. Onun yanındayken yalnız
gözlerine, ellerine bakardı. Saçma sözler söylerdi. Ne diyeceğini şaşı­
rırdı. Utanır sıkılırdı hiç yoktan. Yanı başında bulunması yeterdi.
Aslı demesi yeterdi mutluluğuna. Elini tutması, yanında yürümesi,
onu bir yerde beklemesi, geleceği dakikaların önü sıra onu yaşaması.
Yüksek merdivenlerle çıkılan bir odada, basık tavanlara, dört yanı
dolduran kitaplara bakarak beklerdi. Bazen bulutlu olurdu hava.
Tam karşıdaki çınarın yapraklarına iri damlalar düşerdi. Lambayı
yakardı. �okak görünmezdi penceresinden. Hep yan yapının kara
duvarı. Kargaların konup uçuştukları çınar. Bir kitap alır okumaya
çalışırdı. Bir kağıt çeker yazmak isterdi. Boştu tüm çabalar, boştu
avuntu arayış. Odanın içinde ne ilişse gözüne, " Aslı " derdi. Aslı yol-

61
62 Oktay A khal

da. Aslı geliyor, Aslı tramvaydan indi, Aslı yazlık pabuçlarını giy­
miş, Aslı 'nın sırtında sarı bir rop var, Aslı bir Paris şarkısı mırıldanı­
yor, Aslı alt kat merdivenlerinde, Aslı basamakları çıkıyor. .. Bekler­
di. Dünyadan kopmuş. uzaklaşmış. Adını sorsalar bilmezdi artık.
Kim olduğunu. ne aradığını, ne beklediğini. Beyaz bir kağıda çizgiler
çizerdi. Bu çizgilerde iç dünyanın karışık. dolaşık anlamsızlığı vardı.
Ne yapacağını, ne edeceğini bilemeyen bir insanın boşluğunu dile
getirişi. Camda kirli bir yüz görürdü. Eski tanıdık bir hayal. Utanırdı
o yüzden. Yarı yaşında bir genç kızı bekleyen adamın acı gülünçlü­
ğünü görürdü. Çektiği heyecan, telaş ne kadar gereksiz geliverirdi.
Çok uzak yılların ötesinde unuttuğu duygular. izlemlerdi bunlar. Ni­
ye geri dönmüşlerdi? Niye gene onu sarmıştı. gecikmiş bir seviye
onu itelemişti. Geçmişte sevileri, sevi sanılarını sevdiği kadınları ha­
tırlamak isterdi. Onları yüzleriyle canlandıramazdı. Hepsi de As­
lı'nın görünüşüne bürünürlerdi. Onun esmer yüzü, incecik, boyasız
dudakları, yıldızlı gözleri, genç vücudu. Rüzgarlı sıcak havası. Ilıksı
dudakları. Aslı sanki şu son üç dört yıl içinde gene kızlığa erişiver­
miş dünkü çocuk, dünkü ilkokul öğrencisi değildi. Aslı'yı ilkokula
giderken. evinin önünde ip atlarken, top oynarken görürdü. Düşün­
deki bütün küçük kızların tümü Aslı ' nın kişiliğini alırdı. Onun daha
ilkokula gitmediği günlerde kendisinin gene böyle aşk tutkuları, aşk
mutluluklarının üzüntüsü içinde yaşadığını düşünürdü. Bu düşünce­
lerle sıkıntısı artardı. Nasıl olurdu bu? Nasıl sevebilirdi bu kız kendi­
sini? Nasıl seviyor görünebilirdi? Ya kendisi, bu 1 8 yaşın güzelliğini,
eşsizliğini nasıl kendisine mal etmeye kalkışabilirdi? Hayat ona kar­
şıydı. Nesi varsa. Nesi yoksa. Geçmişi. kişiliği. eski anıları, bağları.
zorunluklar. görenekler, gelenekler, yasalar, alışkanlıklar. Hepsi,
hepsi. hepsi ona karşıydı. Aslı ' yı ondan uzaklara iterdi. Kapı tıkır­
dardı birden. Aslı geliverirdi. Daracık oda genişlerdi. Sıcak elleri.
dudakları. Kelimeleri, havası, gençliği. İstanbul 'un, aşkın yıpranma­
yan tazeliğini duyardı onda. Hazırladığı uzun sözleri unuturdu. Kar­
şılıklı bi[er sandalye çekerlerdi. Aslı ona kendinden bahsederdi. Kü­
çük günlerinden. Lise hayatından, evinden, annesinden, babasından.
kendisine gelen mektuplardan. Sevi sözü etmemeye çalışırlardı. So­
nuçsuzdu sevi sözleri. Sevinin kendisi. Çıkmazdı. Çıkmaza girmekti.
En iyisi dostluktu. Dostluk havasını sürüp götürmek. Yapamazdı
ama. Uzunca bir susuş uzardı. Aslı masanın çekmecelerini karıştırır­
dı. Kitaplardan cümleler okur, beyaz kağıtlara imzasını atardı. Sonra
birden başını kaldırıp bakardı ona. Gülümseyiverirdi. Kulaklarında­
ki uzun küpeler titreşirdi. Kolundaki altın bileziği gün ışığını yansı­
tırdı. Onun mahzun gözlerindeki acıyı sezerdi. Elini tutardı, sıkardı.
Erkek bazen çıkalım, bir vapura binelim, bir yerlere gidelim demek
Boş Sevi 63

isterdi. Hep bu kapalı oda. Hep bu karanlık merdiven. Bu duvar. Bu


masa. Kitaplar. Resimler. Hep bu odada oturmaya, bu gizli buluşma­
larla yetinmeye. mahkumdular. Açık hava sanki sevilerini, dostlukla­
rını yok edecekti. Aslı burada yokken de onu hep şu masa başında
otururken görüyordu. Ayak ayak üstüne atmış. Kalemle kağıtlara
bir şeyler çizerken. Nasıl olduysa bir defasında bomboş bir gazinoya
gitmişlerdi. Denizi gören bir köşeye. Küçük cep defterini almış, yüz­
lerce defa ikisinin adını yan yana yazmıştı sayfalarına. Daha başka
aklına ne geldiyse o anda içinden ne geçtiyse. Günlerce o sayfalarda­
ki yazıları, işaretleri gizli bir şifre çözer gibi okudu, inceledi. Aslı 'nın
içindeki duyguların gerçekliğini anlamaya çalıştı. Kendisini aldatıp
aldatmadığını. Sevip sevmediğini. Sevebilip sevemeyeceği ni. İkisinin
yaşları arasındaki uçurumlu ayırımı. Bir defasında, " Kendinizi niye
bu kadar yaşlı sayıyorsunuz? " demişti. Bir defasında, "Ne yapıp ne
edip sizden ayrılmaya kendimi zorlayacağım. " demişti. Bir defasın­
da, " Benim serüvenlerim bir haftalıktır. " demişti. Bir defasında, " Si­
zin bağlarınız var. " demişti. Bir defasında elimi tutmuş dudaklarına
götürmüştü. Bir şey dememişti. On beş yıl ötede bir duraktaydı. On
beş yıl ilerden onu seyrediyordu. H ep bu açıdan görecekti onu. Ça­
resiz bir şeydi. Hayatın oyunu. Oyunbozanlığı. " Aslı 'nın yaşı yok. "
dedi içinden. Aslı ' nın kişiliği var, kendisi var. Anlamı var. Onunla
birlikte iken gençleşmek, tazeleşmek, var. Onsuz bahtsızlıklar, ka­
rarsızlıklar, acılar, yalnızlıklar. Tümüyle. erkek, dar odanın ufacık
penceresinden çınar ağacına baktı. Yapraksızdı. O buraya geldiği
günlerde yemyeşildi. Dallara kuşlar konar, konar kalkarlardı. Şimdi
kupkuru. Yalnız. Gövdesiyle kız ortasında bir başına. Kendine ben­
zetti adam ağacı. Kurumuş boşalmış. Şimdi Aslı gene yemyeşildi, ge­
ne sıcaktı. Işıklı bir ülkeydi. Değişmez bir bahardı. Geçtiği yolları

güzelleştiriyordu. Kaldırımlar, insanlar, bulutlar onun bakışlarıyla


anlam kazanıyordu. Gözlerini gökyüzüne çevirmesi yeterdi bulutları
itmeye, güneşi çıkarmaya. Vapurlara baktıkça bayrakları uçuşur,
dalgaları kabarırdı. Onun içinde bulunduğu çevrede mutluluktu ege­
men olan . Burada ise lamba ışığının loş, buruk, anlam dışı tatsızlığı.
Kupkuru ağaç. Tozlu kitaplar. Asl ı ' sız bir odanın içinde Aslı 'yı yaşa­
yan kişi. Aylardır yaşamaktan uzaktı. Aslı'sızdı. Aslı 'sız demek yaşa­
mamaklı. Bayatlamış sıkıntıları içine gömülmekti. Azar azar yitip
gitmekti. Oysaki orada bir penceresi vardı Asl ı ' nın. Bir odası denizi
gören. Belki başka birini kuran hayalleri. Yaşamayı mutlu bir serü­
ven sayan mizacı. Dünyaya sadece kendisi için yaratılmış bir nesne
diyebilen gençliği. 1 8 yaşın umursamazlığı. Bir gün önce değer verdi­
ği şeyleri bir gün sonra değersiz bulan taze izlenimleri. İki oda vardı
şu anda şehirde. Biri bir duvara. bir ağaca, bir avluya bakıyordu. Biri
64 Oktay A k hal

denize, göğe . Bir ufak penceresi vardı Aslı'nın denizi gören. Vapur­
lar, sandallar hep onundu. Mutluluk, yaşama sevinci, aşklar. özlem­
ler, umutlar Aslı'nındı. Aslı demekti. Aslı hayatın yaşamaya değer
nesi varsa hepsini topluyordu özünde. Aslı gelip geçici bir rüzgardı.
Dediği yerlerden anısı geçmezdi ama. Düşlere düş katardı. Anılar
bırakır, geçerdi. Bir şubat gecesi o yüksekteki odasında soluk bir ışık
altında kendinde yeni bir dayanma gücü arayan adam da, Aslı ' nın
gerçekten var olup olmadığını, onun hala şehrin bir köşesinde yaşa­
yıp yaşamadığını düşünüyordu. Aslı onun için hem var hem de yok
gibiydi. Sadece anısında yaşamıyordu Aslı. Kendisi vardı, kendisiyle
beraber mutluluklar. yaşama güçleri. " Aslı gelecek. " dedi içinden.
Aslı bir kış. bir bahar, bir yaz. bir güz günü çıkıverecekti yeryüzüne.
Yüksek merdivenlere tırmanıp odasına gelecek. Bir bakışı, bir gülü­
şü. bir kelimesi ile onu hayata çekecek. Aslı bu dünyada var olduğu
için o da, yaşayacaktı. Bir gün gelir, aşkını, düşlerini, serüvenini geti­
rir diye. Bu umutla. Bu umudun en küçük kırıntısıyla. Tükenene
dek.
Tarık Dursun K. (1931)

KUM SAATİ

İlk kıpırtı ayak parmaklarından başladı. Odayı gördü. Yorgun,


ezgili bir ağırlık usul usul geziniyordu, duvarlardan duvarlara gidip
geliyordu. Bağevinin penceresinden sızakonmuş bir alacalık, tek ki­
şilik karyolanın demirlerine tutunmuştu.
Ellerinin soğuması durdu. Uyur-gezer kanın damarlarına bölük
pörçük atıldığını, deli bir yürek tazeliğinde koşturduğunu ellerinde,
ellerinin yollu damarlarında gördü, içi ılındı.
Dışardan bir yerden bağlı bir atın soluklanmasını duydu. At?
Olabilir miydi? Belki. Kır bir attı hem, gemi yoktu, burnunun üze­
rinden ağzına akıtması iniyordu.
Uzun bir süre o soluklanmayı dinledi. Hızla buğulanıp tüten tere
eşitti soluklanma. Atın sırtı yamyaştı. Gözleri iri, çok kocaman, ince­
cik bir su zarıyla kaplıydı. Su, gözün içindeki saydamlıkta akıyor, ço­
ğalıyordu. Ayaklarının altında pek bir kaya sımsıkı tutuyordu onu.
istese de gidemezdi, bağlı kalırdı, yalnızca solurdu; burun deliklerini
açar, ezgin ezgin solurdu.
Ağaçların, tıknaz asmaların ötelerindeki yıkıklıktan bir puhuku­
şu puhladı. Sesi size kadar geldi, yetişti.
" - Puhukuşu muydu o öten? "
Çıplaktı, uyanmıştı. Kollarındaki karıncalı uyuşuk kanı elleriyle
uyandırmaya çalışıyordu, duyuyordu. Et ete değiyordu, hışırtılı, tüy­
lü, uçuşan bir sesti çıkardığı; sessizliği dövüyordu.
" - Dönsene bana ! "
Dönmeden o sokuldu. Arkadan elleri ellerini buldular.
" - Dönmedin . . . " dedi.
Çıplak omuzuna yüzünü yasladı, yabancı bir sıcaklık tenine indi.
" - Seni seviyorum," dedi fısıltıyla. Sesi duyulur duyulmazdı.
- Çok mu? " diye sordu.
Karşılık vermedi. Düşünüyordu herhalde.
" - Senden bıkarım diye korkuyorum . "
- Belki de hiç bıkmazsın . "
- Belki de hiç bıkmam . "
- Olabilir, dedi.
- Bıkmam, bıkmam ! "
Ah, o adına bıkıntı dediğimiz şey! İnsanın yüreğinde ki dağın ini­
şinde, çepeçevre karların aklığını bir bıçak vuruşuyla kese n o duru

65
66 Tarık Dursun K.

suya iniyordu. Dağ suya eğilmişti. Bulanıklığı; bıkıntı vurup ayırıyor­


du. Bulanıklık çözülüyor, dağılıyor, bıkıntının aynası suya tutuluyor­
du.
Dudaklarından öptü. Uzun uzun, bir su tadar gibi öptü. Dudak-
larını dudaklarından çekmedi. Soluğu tıkanınca bıraktığı ağzını.
" - Sen bıkar mısın ? "
" - Bilmiyorum, " dedi.
İkisi de çıplaktılar. Hiçbir utanma duymuyorlardı birbirlerinden.
Yatağa oturdu. Konyak şişesindeki son yudumu da içti.
" - Yoruldum, " dedi.
" - Çok mu yoruldun? "
- Değil. Az. "
Şişeyi elinden aldı, yere bıraktı.
" - Otur. Ayakta kalma. "
- Yanına mı? "
" - Yanıma, " dedi.
Yan yana oturuyorlardı. Çıplaklığı çıplaklığına değiyordu. Çevir-
di. Yüz yüze oldular. Omuzlarından kavradı. Ellerinin altında etinin
titrediğini, kaçındığını duydu.
" - İstemiyor musun yoksa? "
Başını eğdi, çırpıntısız göğsüne sokuldu.
Yeniden yüzüne eğildi, ağzını arandı buldu. Dişleri dişlerine değ-
di.
Ayrıldı. Gömleğini yatağın ucundan aldı, etine giydi.
Elini tuttu.
" - N 'olursun ! " dedi.
Soluğunu kesti, bekledi.
" - N ' olursun! "
Öptü. Hep ağzından öptü. Islak, sıcak, direnen, gücün gücüne
karşı koyan gergin, etli ağzından öpüyordu.
"- İstemiyor musun yoksa ? "
Gözleri yumuşamıştı.
Gömleğini yavaşça topladı, başından çıkarmasına yardım etmek
için kollarını havaya kaldırdı. Bekledi.
- Unuttum ! " dedi.

İLİK

Ses çıkarmadan odadan içeri girdim tavandaki büyük lamba ya­


nıyordu. Gece lambası sönüktü. Yataktaydı, başı arkaya devrikti,
ilik 67

gözleri aralıktı. İki damlalık yeşille kara karışımı bir ışık sızıyordu
aralarından.
Açtı. Kapıyı kapadım, bekledim .
" Geldin mi? " diye sordu.
Sıkıntıyla,
" Geldim, " dedim.
Of çekti, başını pencereden yana döndürdü. Öyle duruyordum.
Oda ılıktı, içeri girer girmez saçlarından, kaşlarından, kirpiklerinden,
kulak memelerinden insanı yakalıyordu; karıncalıyordu.
" Hadi gel yanıma, " dedi.
Kıpırdamadım. O da kıpırdamadan bekledi. Kolunu yorgandan
dışarı uzattı - o öpe öpe doyumsuzluğumu büyüten kolların biriy­
di - perdenin saçaklarına parmaklarını doladı: - ince, kadınsı kadınsı
parmaklardı, uzun tırnaklı, tırnaklarının araları yavaştan kire yürü­
müştü - sinirli sinirli sıktı. Şapkamı çıkardım, atkımı boynumdan al­
dım.
" Gelsene, hadi, " dedi.
İnatçıydı, beklemeyi iyi bilirdi.
Duruştuk. Bu, kendinden doğma deli güvenliğini yıkayım kıra­
yım istiyordum.
Başını çevirip bana baktı. İyicene görüyordu yavaş yavaş atkıyı
indirdim. Ama bir adımlık olsun ilerlemedim. Kalın bir sesle,
" Gel! " dedi yalnız.
Atkıyla şapkayı bir sandalye üstüne bıraktım. Paltomun birinci
düğmesini iliğinden ayırdım. Gözleri ikinci düğmedeydi. Uzatacağı­
mı biliyordu da korkuyordu.
" Hadi gel öyle, öyle gel. . . " dedi.
Dayatamadım. Yanına yürüdüm. Yatakta az kaydı, çekildi.
" Şuraya otur . . .
"

Oturdum. Göğsüme varan ikinci düğme iliğinde gerildi. Doğrul­


du az, balmumu parmaklarıyla paltomun yakasını kavradı sol eliyle
asıldı. Eğildim, sağ eliyle de - soluya soluya - ikinci düğmeyi ayırdı.
Ağız ağızaydık yüzündeki yorgunluğuna, yaşlanmışlığına, çizgi çiz-
·

giliğine çok yakından bakıyordum.


Anladı, soluğunu yüzüme bıraktı, kendini çekti. Elleri gevşediler.
Bakmadı. Bakamadı. Ne söyleyeceğini biliyordum. " Artık beni sev­
miyorsun ... " diyecekti. Sürdürmedi, söyledi :
" Artık beni sevmiyorsun ... " dedi. Döndü.
Alnına ter yürüyordu; kalın ince. Sesimi çıkarmadım. Gözlerinin
en uçları kızarmıştı. Yanık yanıktı. Damlanın birinin sağdan toplanıp
düşmesini gözlüyordum. Bebeciklerini duman sarmıştı. Buğu tütü­
yordu.
68 Tarık Dursun K.

" Sevmiyorsun, de 'mi ? "


Elleri capcanlıydı, yorganda geziniyorlardı. Dizime rastladı.
" Sevmiyorsun artık ... "
" Seviyorum , " dedim.
Buğu dağıldı, duman açıldı. İç geçirdi. Çocuksu!,
" Sevmiyorsun, sevmiyorsun," dedi.
Uzandım, terden yapış yapış alnındaki saçlarını düzledim. Ekşi
bir koku, ilaç kokusuyla iç içe vücudunun kokusu yükseliyordu.
" Seviyorum işte , " dedim. " Hadi, uyu sen şimdi ... "
Gereksizce hırçınlaştı.
" İstemiyorum. Usandım uyumaktan. Usandım, bütün gün uyuyo­
rum hep ... "
" l)yuyup dinleneceksin, iyi olacaksın ... "
Anlamsız anlamsız konuşuyordum. Gözlerini irin irin açıp bana
öyle bakmasını istemiyordum da ondan: kalkmak istemiyordum da
ondan; gitmek istiyordum da ondan.
" Uyumayacağım işte, " dedi.
Karşılık vermedim. Üstelememi bekliyordu. Bile bile üsteleme­
dim ben de.
" Artık ölmek istiyorum, " dedi.
Ölmek sözcüğünü ilk kullanıyordu. Aylardır ağzında değildi. Ne
etki yapacağını anlamak için gözlerimi arandı. Başım eğikti, yorga­
nın kocaman al güllerini yukardan aşağıya sayıyordum. Tek tek sayı­
yordum.
" Öleyim öleyim, " dedi, elini dizimden ayırdı, " mademki beni ar­
tık sevmiyorsun ... "
" Söyledim. Seviyorum dedim ya ... Seviyorum ... "

" Yalan! Hastayım diye söylüyorsun, mahsus söylüyorsun; iyileşe­


yim diye söylüyorsun. "
Kavradı, parmaklarımı sıktı.
İçim ezıliyordu. Tiyatroda sayıyordum ikimizi de. Ezberlenmiş,
kendimizin. kendi duyularımızın dışında, başkasının yazdıklarını ko­
nuşuyorduk. H ·:r şeyimiz ölçülüydü. Benim soğukluğum, bıkkınlı­
ğı m: onun hastalığı, belirgin kocamışlığı, tavandan gürül gürül başı­
mıza yağan çiğ ışık, hırçınlığı, " seviyorum " a doymazlığı bundan geli-
'
yordu.
" Sen de kurtulursun hem ... " dedi. " Fena mı? Kurtulursun ... "
Sc-; etmeden çekişerek parmaklarımı, parmaklarından kurtarma-
ya çabalıyordum.
" İstediklerine kavuşursun artık. Kurtulursun benden ...
'' Konuşma bunları," dedim, damarına bastım.
· Konuşacağım işte. dedi .
itik 69

Yutkundu. Ağzı konuşmaktan kuruyordu.


" Konuşacağım işte ... Sabaha kadar konuşacağım. Ölmek istiyo-
rum ... "
" İyi ... " dedim.
O zamandı, ağladı. Yuta yuta,
" Biliyordum bunu istediğini. Senin istediğin de bu. Ben ölünce
hiçbir derdin kalmayacak de mi? " dedi .
" Kalmayacak, " dedim.
Hızlandırdı.
" İşte ... " dedi, " işte, işte! "
Sözünü bitiremedi. Acındım. Yüreğime batıyordu. Elini kaçırı-
yorken tuttum. Boğuk boğuk.
" Dokunma bana, dokunma ... " dedi.
Duraksadı. Çabuk çabuk.
" İğreniyorum senden ... " dedi.
Yanakları kızarıyordu, yanaklarının kızarmasıyla gerilen deri üs­
tünde gecikmiş eski boya izleri dışarı uğramıştı.
" İğreniyorum ... İğreniyorum ...
"

Kalkayım gideyim dedim, elim ayağım varmadı. Başını yastığa


gömdü. Ağlamasının dinmesini bekledim. Saçlarının her bir telinden
ter fışkırdığını görüyordum. O terleri parmak uçlarımda duymak is­
teğiyle elimi gezdirdim. Isladım, serinliğe erdim. Ağlaması daha çok
arttı. Omuzlarından çevirmeme karşı koydu. Vücudunu taş gibi ağır-·
laştırmıştı.
" Hadi, bana dön ... " dedim
Sesim tatlıydı, güvendiriciydi, ona karşılık yine dayattı; aldırma-
dım.
" Hadi, dön bana. "
Ağlamasının ardı gelmedi.
" İstemiyorum. Hiç istemiyorum artık. "
" İsteme yine. Ama dön ... "
Yastıklara vurdu.
" Dönmeyeceğim ... "
Bıraktım. Karyoladan kalktım, ayakta bekliyordum. Dönmedi.
İkinci düğmeyi ilikledim, birinciyi açık bıraktım. Odanın ılıklığı, daya­
nılmaz bir sıcaklığa çevrikti. Gözkapaklarımın ağırlaştığını duyuyor­
dum, uyku çöküyordu. Oturduğum yerin yorganlı yatağı çukurlaşmıştı.
" Gidiyorum ... " dedim.
" Git ! " dedi, karşıladı hemencecik.
Sandalyeden önce atkımı aldım, gelişigüzel sarındım boynuma
şapkama uzandığımda hırlı, kızgın sesini duydum
" Hadi git! .. " dedi. " Git. git! "
70 Tarık Dursun K.

Şapkamı giymedim. Duruyordum, bakıyordum.


" Gitsene hadi, ne duruyorsun : gitsene ! " dedi.
Solundan da yaşlar iniyordu. Irak denizlerin suyu eksiliyordu.
Korkulu oluyordu böyle. Susaktı, ezgisizdi kabuğu yarılmış bir ya­
radan acı ;:ıcı mor kanıyordu.
" Gelme bir daha da. Gelme. Git ! "
Dirseklerini gevşetti, büktü. yatağa koyverdi vücudunu. Yorul­
duğunu, kesildiğini biliyordum. Soluğu düzensiz çıkıyordu, kabuğu
ölümcül bir hoşnutlukla yolup yolup koparıyordu, acı çeksin, kan
hep aksın, morluk yayılsın yayılsın, gözlerinin alacasında par par
yansın sönsün istiyordu. Bana bakmadan bitik yorgun,
" Gitsene, ne duruyorsun? Hadisene ! " dedi.
Sesi kurşun dökülüydü, ağırdı.
" Gidiyorum, " dedim.
Gidemedim. Gitmiyordum, gidemiyordum, öyle duruyordum
durduğum yerde.
" Git! .. " dedi.
Bu kez de gitmemi istemiyordu. Gerçekte ben de istemiyordum.
Kolum kanadım kırıktı, ezgindim, yeniktim ama istemiyordum.
Oda sıcaklığını yitiriyordu. İlk geldiğimki sarıcı ılıklığına kavuşu-
yordu. Anca benim duyabileceğim kadarınca.
" Git git ! " dedi.
O da yenikti, o da istemiyordu.
İkinci düğmeyi iliğinden ayırdım, atkımı boynumdan çıkardım;
şapkam elimde yürüdüm. Ayak seslerimi dinliyordu. Vücudu dönük,
başını aldı : ağlamıyordu, hasta değildi -dedim bunu- gençti artık,
güzeldi artık, aşklıydı, delişmendi.
Yatağın kıyısındaki eski yerime gelince durdum, " otur " demedi.
Bakışıyorduk, gözlerimi eğecektim, gözlerini eğdi oturdum. Şapka­
mı arkada bir yerlere bıraktım.
Gözleri vurulu üçüncü düğmemde,
" Niye gitmedin? " dedi.
O düğmeyi de iliğinden çektim .
" Gitmedim," dedim.
Konuşur diye sırayı verdim. Sustu. Sokuldu.
" Gitme ... " dedi, " ben de istemiyordum gitmeni ...
Açık ikinci iliğe göstermelik parmağını soktu, döndürdü, göğsü-
me dayadı.
" Gitme. Gitme hiç, emi ? " dedi .
" Gitmem, " dedim.
Başladı
" Sen gidince... Arkasını getiremedi, iki elimi de aldı, yüzüne
ilik 7 1

tuttu, ateşini ellerime aktardı.


" Hiç gitme, emi?"
" Gitmem ... "
" Hiç gitme ama ... "
" Hiç gitmem ... " dedim.

EŞİK

Bağevinin kapısını açtığında, korkunu hemencecik sezmişti. Ön­


den sen giresin diye yana çekildi durdu. Yüzüne bakamıyordun, kor­
kuyordun, korkuyordu.
Çenesinden tuttun, kaldırdın, gözlerinin içine baktın. O da baktı.
Görmüyordun onu. Elini aldın, soğumuş parmaklarını birleştirdin.
Kuşkuyla - ne gereği vardı oysa? Hiç! - çekti, kurtardı. Bakıştınız.
Anladın. İlkten içeri sen girdin.
" Işık yakayım mı? "
Karşılık vermedi. Bekledin. Pencereye yürüdü, kapalı perdelere
bakıyordu. Ortada bir masa vardı, yolu kesmişti.
" İçerisi soğuk ! "
Güzdü. Okullar açıktı. Okula diye çıkmıştınız.
Ağarık parmağıyla perdelerde aşağıya inen bir çizgi çekti, durdu;
hareketsiz kaldı sonra. Sobanın önünde odunlar yığılıydı. Baban güz­
le birlikte bıldırcına çıkardı. Cumartesiyle pazarı çokluk bu bağevi­
nizde geçirirdi.
Sobanın kapağını açtın, kibriti çaktın, attın. Alev bir yerlere değ­
di, harladı. Kara'nlık odada küçüldü; harlık, kırmızı muşambalara at­
ladı, koşmaya başladı.
" Bir şey içer misin? "
Filmlerde, romanlarda böyle değil miydi? Kızla oğlan kaçamak,
herkesten gizli uzak bir bağevinde - onlarınki bağevi değildi tabii,
şatoydu. Çok merdivenli, ıslak, loşluk içinde, insanı birbirine daha
da yaklaştıran taş duvarlı, görkemli bir şatoydu - buluşmuyorlar
mıydı? Kız, Süheyla gibi başlangıçta ürkek, kuşsu değil miydi? Do­
kunsan ağlayacak, ha desen geri dönecek ...
Oğlan, kıza ' ne içeceksin?' diye sorardı hep. Demek bu tür du-
rumlarda içki gerekliydi, zorunluydu hatta.
" Ne var? "
" Konyak ! "
" Sen iç istersen ... "
" Sen? "
72 Tarık Dursun K.

" Bilmem," dedi, omuzlarını kaldırdı.


Şişeyi pardösünün cebinden çıkardın.
" Bardak yok ama ...
"

" Olsun ! "


Şişeyi elinden aldı, başına dikti, içti. Sen de içtin.
" Başka? "
" Hayır! "
Dişlerini gördün. Gülüyordu.
" Beni görebiliyor musun? "
Gerçekte yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.
" Göremiyorum. "
" Hiç mi? "
" Hiç! "
Bir yudum daha içtin şişeden.
" Işığı yakmadığımız iyi oldu . "
"Neden ? "
" Ansızın. . . Yüzünü merak ettim. "
" Yakayım mı? "
" Hayır, hayır! Hep böyle merak edeyim istiyorum. "
Bir cıgara yaktın. Kibritin tıkanık ışığından yararlandın. Tanrım,
ne kadar büyüktü; saçlarıyla, etli dudaklarıyla, alınmış, yukarı yuka­
rı kaşlarıyla ... Üst dudağı terlemişti. Ağzını büzüp topladı, soluğunu
içine çekti. Kibriti yüzünden aldın, aleve üfledin. Yine karanlığınıza
döndünüz.
Leyla Erbil (1931)

GÜNDELİK

... Onlar olmadığımızı bilip, koyup kotarıp salt yalnızlıklara, yal­


nızlıklara gitmelerle . . .
Burdakiler bilmezler D susar niçin suskuların derisizliğini yüzer
öyle külrenk. Bunun bi çeşit sevgi - salt sevgi diye bi nen olmadığın­
dan - olduğunu sezinlerim ben. Onunkisi bana doğru bir birikme,
köpüklenme bir, tutunma ya da umma, güçlü sanışı beni, yağı oluşu,
kendisinden başka türlü niteliklerle bulunduğum boyutlarda güçlü
görünümüm, benden geçmeden gülüler durmuyo dudaklarına. Bu
sanıları D ' nin ayakta tutan beni. Bu etkiyi sürdürmem gerek. Bu­
günler ve ötegünler için. Başaramamak: - O anlamda - sevilmemek,
umulmamak, bakılmamak, urların büyümesi, D'sizlik.
Bunca işi çevirmeye oyuluyorum. n, boyutlu yerden sonsuza doğ­
ru ve sonsuza paralel titrek bi bacak açıyorum, denge süreleri, kapa­
tıyorum. Usul usul belli etmeden ekimi kapatıyorum. Kapatacak mı­
yım hep bilmiyorum, şimdilik hep böyle açık vermelere gelmiyo,
böylesi gerek bu süre böyle yapıyorum. Sonra karanlığa, M ' nin hiç
jil«::t t�.tulmamış kanat altına sokuluyorum; gıcırtıyla açılıyor kanadı.
B UYUKCE BiR KUŞ M; iyot kokuyo, bütün deniz kokuyo. M, bu­
nu kadınlık sanıyo, yumuşaklık, esriklik, yarımlık sanıyo. Kapatıyo,
ekliyo, ısıtıyo. Tüm çabalarım, D ' yi kandırmak, güçler dokumak, do­
kunan güçler bi süre daha çok dayanmak - dayanabilmenin ürkünç­
lüğüne ve içrekliğine başka türlü - biçimde ve özde başka türlü bi bi­
çimsizlik ve özsüzlükle karşı komak için diyorum M 'ye, " değil değil,
ben seni tanırım. " diyor.
A, ve B ' nin yok sakıncaları hiç. Kavuniçi dönemecinde malta taş­
larının zeytinyağlı fasulyeye domates ezerken cıyak cıyak anlatıyor­
lar. " Birer hayvan bizim kocalarımız, " " kadın ruhunu bilmez bizim
kocalarımız." Kaşları gözlerinin altından bakıyor A'nın, kapkara bo­
yanıyor, bacaklarının üzerinde nasıl dikeliyor kaya denli. Dirimde
anca erkekle varlar; dudakları öpüler bekliyo, hep hep öpüler. Kim
olursa olsun öpmek istesin onları, göz koysun dişiliklerine, ya da salt
şunu söylesin onlara: " Sen sevmek, sevişmek için yaratılmışsın ! "
mahvoluyorlar, bitiyor, eriyorlar aşktan doğalsa! bi erk alıyorlar bu
tümceden, öylesine yoksun kalmışlar sevilerden. Sevmedikleri koca­
ları bi yanda, öte yanda yoksullukları. " Ayrılın çalışırsınız. " diyoruz
D 'ile. " Biz m i " diyorlar, " biz mi ! ayda 200 lirayla! " Çın çın uçuyor

73
74 Ley/fi Erbil

gülüşleri Tchelitchew'in elden ayaktan var ya ağacı hani sekiz sene­


de yapmış, işte onun ikinci parmak dalma konuyorlar. " Biz üç bin li­
raya zor geçiniyoruz. " diyor B. B u arada A: " Yavrularımız olmasa
gözümüz para mara görmez, " diyor. Dediğinen bu sözü Tchelitc­
hew 'in ağacının içinde bi çocuk başı da var ya, o bi silkiniyo düşürü­
yo gülüleri dibine, ufalanıp toprağa karışıyorlar. D, gözümün içini
kolluyo, benim düşünlerimi çıkarıp kendininkilere takıcak. Ufak ay­
rımlarla Kareninlerin, Bovarilerin öyküsü hiilii. Hiilii bu alabildiğine
alaturka alabildiğine iğrenç karı kocaların öyküsü bunların ki de.
Şimdi tutup olanca sevecenliklerimle aklı başında bi öykücünün yap­
ması gerektiğince A, ile B, ye eğilip gözpınarlarımda tutamadığım
yaşlarla savunmalıyım onları. Toplumsal koşulları, kişisel zorunlu­
lukları, algı içi ve duyum ötesi durumları, nedenleri, yok, şunları yok
bunlarını gözönüne alıp temiz kağıtlarını vermeliyim ellerine. Ama
bunca yüzyıldan sonra hiilii aynı sorunlarla uğraşacak değilim ya.
Hem temizlik, kirlilik suçlu yahut suçsuzluk diye bi sorun yok ki as­
lında. Canı isteyen ezbere bilinen yargıları da katsın hesaba. Ben A,
ile B ' ni n bakımsız ölümlerden, sevilmemek sayılmamaktan yoksul­
luktan şu ile bu ile gizli gizli sevişip kocalarının koynuna döndükçe,
çevrelerine namus - yirminci yüzyılda Türkelinde uygulanmış töre
kuralları - öykünmeleri tasladıkça mutsuzluktan kurtulamayacakla­
rını, böylelerinin girdiği yazıların tadı bozulduğunu ... D, bunları çı­
karamadı yüzümden - çıkaramasın diye ne avurtlar yaptım - Çıkara­
madı da " Zavallılar " dedi arkalarından. Nasıl sinirime dokundu D.
Anladı da duygumu, bozuluverdi. Onun için B ENDEN GEÇME­
DEN GÜLÜLER durmuyo dudaklarına. Belki suskunluğu da bu
yüzden.
D' diyor ki, " Kişilerin aramızda bilinenden ayrı olan ve her kişi­
nin ötekinden ayrı olan ikinci bir dirimleri yok mu? Onu asıl olan ki­
şiliklerini - dirimlerini - yaşamasalar bile. " Kendinden konuşurcası­
na söylüyor bunları, ya da benden konuşurcana. Boyutlar içinde ki­
şinin asıl dirimini - onu yaşamaya bile - kestirmek. D'ye benim gös­
terdiğim biçimde tanırsa beni, razıyım ama içime çok çok içime asıl,
beni bulacağı değin içime girmesine değilim razı. Yittiğim gündür.
D' sizlik onun beni iyice tanıdığı gündür. Z ' nin de benden beklediği
bu belki - belki değil kesin böyle - ama ne olursa olsun D'yi asıl bo­
yutlarıyla tanımalıyım ben. Onun suskunluğu ya da boyutlardan ko­
nuşusu bakışı bana, süslenişi, sigara yakarken memelerini kıpırdatı­
şı, tırnaklarının her sürede görünmeden büyümeleri, çarpık bacakla­
rını kullanışı D ' den başka hiç mi hiç D, olmayan, D 'nin ta kendisi
olan bir D' sürüyor ve gene de asıl D, değil onlar. Böyle bu, bir uyu­
mu bir uyumsuzluğunun, tabakları kurulamasının, beraber aynı kita-
Gündelik 75

bı okumamızın yok bir asısı D ' yi bulmama. O da benden böylesine


öteki beni çıkarmaya çalışıyo. Ben bi sıçrıyorum, kalıyorum havada.
Glissade devant, glissade derriere yok beni bulamaz o. Gözgöze ge­
lince kaçırıyoruz gözlerimizi. Niye hiç iyice bakamamışız biribirimi­
ze, iş görürken ne diye sırıtıyoruz arada bir, ne için karşıma oturur­
ken eteklerini dizkapağının üzerlerine çekiyor, hafif yana eğiyor ba­
caklarını - ona en yakışan bu bacak durumunu kaç kez aynada dene­
diğini biliyorum - ve ses çıkarmadan, güzelliğini iyice kurduktan son­
ra tutup gözümün dibine dibine bakıyo. Güzelliğini övmemi bekliyor
ille de.
Bana ne bi hallerinden D 'nin. Güzelliğini ya da aramalarının tu­
tunmalarının boynuzundaki kesikli karanlığı sevmişim. Sevmişim ya
da sevmemişim de dolaylarımda olsun dilemişim ya, özlemler çekmi­
şim ya da çekmemişim de bi rastlantı - hem de opolağan bi rastlan­
dı - böyle dostluklar andıran bi durum koymuş ortaya, böyle olmu­
şuz ya, ondan ötesi bana ne. Yok yonut denli bedeni, yok ışıl ışıl
us'u. Ben bekliyor muyum beğenmesini beni, övmesini. Bekliyorum
belki de, bana yaslanışı, benim onun yaşantısında bi tek oluşum - hiç
olmazsa şimdilik bi tek oluşum - doyuruyor beni veya şöyle bir nen
oluyor: D, beni olmak istediğim ama olamadığım kişi sanarak benim
kişiliğimi tamamlıyor. D, diye tutturmam bundan.
Biribirimizden beklediklerimiz var şüphesiz, umutsuz bi bekleyiş
de olsa vazgeçemediğimiz. Z'nin benden, benim ondan ve D ' den,
D ' nin benden, bunlar da değil bireylerin toplumdan koparmak iste­
diği - bizimkisi denli toplumlardan - yahut da toplumun bireylere
zorla yüklediği de bu. Ama bir ayıklama işine bi tümdengelime mi
kalktım salt D, Z, veya M lerle çıkılmaz işin içinden gene de öyküyü
düzense!, toplumsal, moplumsal sözlere boğmadan geçeyim bi ya­
zakcık geleyim düzensiz, sınırsız, koşulsuz bi yanından us'lu bi yanın­
dan duygusal çıkmazlarda sıkışık o onlatmaya koyulduğum dostluk
bitişi kliğine.
Böyle elim üstünde oyunlarıyla biz işte. Tüylerimizin eleklerin­
den salıveriyoruz " ben " leri, sel vuruyo içimize tam, arınacağız, şura­
larımızda duruyo su. Na şuralarımızdan öte geçemiyor. Üstelik ayık­
lamakla, olanca gücümüzle eşelemekle, göstermeliklerimizin çarşı­
sında ne biçim bir gerçek - gerçek diye bi nen olmadığını, göreceli­
ğin tek gerçek olduğunu savunduğumuz halde - bekliyoruz.
D kalkarken ayağa ipiçeri çekiyo karnını. Öyle incecik, körpe,
katı olmak istiyor. Yonut soylu bedeninden güç alacak, varsın alsın.
Gayrı sıkı eleyip ince dokumalar bi yana, Assia diyorum ona, Des­
Pinau' nun Assia'sı diyorum hem de, gOya duyulmasın istiyormuşca­
sına alçak sesle, ama duyuruyorum. Varsın güçlensin, varsın güçlen-
76 Leyla Erbi/

sin insanlar, varsın büyüsünler, beğensinler kişiliklerini, varsın eli üs­


tümde kalsın D ' nin. Hemen işlek bi Assia oluyor D, kollarını bede­
ninden geriye sallıyıveriyo. " Gidiyorum, " diyor. " Olur. " diyorum
ben de. " Karas Karas! " sesleniyo. Karas giriyo odamıza, tüysüz sol
kulağını kurşuni keten eteğine sürtüyo D ' nin. " Canım ! " diyo D,
ona, " Yavrum, koruk gözlüm benim . " Büksüle büksüle çıkıyorlar.
İki göğsümün ortasında ur'um şişiyo ardından. M ' nin kanatlarını, gı­
cırtılı açılışlarını özlüyorum birdenbire.
Böyle işte, biz böyle. Ben onu ve o beni - evet gene de aradaki­
lerden çok biribirimizi, her boyut içinde en çok biribirimizi sevip,
baş aşağılarda, yanlamasına, dönük, Lamboyla içerkene, kadınların
arasında ve erkeklerin içinde, kitaplarla ve yazılarla, bale ve resim­
lerle, ölümlerle, parasızken ve sevdiğimizi, nasıl sevmediğimizi bil­
meden, bi çizekte yağılıka bi düzlemde aşka kıl kalmışken, İstanbul­
da ve analarımızın evinde gizler yaşıyoruz sanarak, Ahmedi dostu­
muz yapıp, ağlaşıp yetinip, kıçımızdan terleyerek ve bok kokan İz­
mir körfezine dikili şu odamızda boyalı ellerimizle A ve B ve Z ve
M ile Tchelitchew 'in ağacına gizli gizli gülüler oturtup, Nana'yı sey­
rederken kapalı gözlerle ezilip Kumkapıyı, Haliçi kırlangıç balığı
çorbası düşünürken - tüm bunlar sanki bi bokmuşlar denli - biribiri­
mizi asıl özlediğimiz kişiliklere koyup, koyup kotarıp ama onlar ola­
madığımızı bilip salt yalnızlıklara, yalnızlıklara, yalnızlıklara gitme­
lerle ... Tüm bunlarla işte.
Erdal ÖZ (1935)

UÇUCU BİR KOKU GİBİ

" Tanrım kaldığı yeri biliyorum artı k , " dedi.


Başım, karnının inip çıkan nemli yumuşaklığındaydı.
Kollarımın üzerinde doğruldum, y üzüne baktım. Odanın alacaka­
ranlığında beklemediğim kadar güzeldi. Yüzünün kayganl ığında do­
laştırdım elimi. Birden başımı ellerinin arasına alıp dudaklarımı bul­
du.
" D udaklarını gevşek bırak " masını söyledim.
Araladı ağzını, yumdu gözlerini, bekledi.
Üst dudağını denedim. Dişlerim i n arasındaki küçük sıcak diriliği
ısırır gibi yaptım.
Geri çekti kendini. " Isırma. Şişti dudaklarım. " Ama kendi de ay­
nı şeyi yaptı: ısırdı. Sonra dilini dolaştırdı ağzımın içinde. " Öpüşme­
nin bu kadar güzel olduğunu nerden bilebilirdim. iyi ki tanıdım se­
ni. " Alt dudağımı çekti ağzının içine. " Tıpkı Tanrının kaldığı yeri öğ­
rettiğin gibi. " Sonra küçük küçük öpücükler dolaştırdı burnumda,
çenemde, kulaklarımda, boynumda, omuzumda. " Korkuyorum . "
Çekti kendini yukarı. Başını duvara dayad1; B u onun son günlerde
en çok söylediğiydi. " Çok gençsin be. " Bir eliyle sırtımı okşuyordu;
omuzumda durdu. " Korkuyorum. "
" Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum. "
" Söyle, hep söyle n ' olur. " Sımsıkı sarıldı boynuma. " Söyle sevgi-
lim. Hep söyle. "
" Seni seviyorum, seni seviyorum, seni se-.
" Of ne kötü dünya . "
Bu sözleri yüksek sesle söylerken, a z sonra çekip gitmeyi, ama
gelecek olursa bir kez de ona söylemeyi düşünüyordum.
Gecenin ilerleyen serinliğinde üşümemek için karşı kaldırımda
bir aşağı bir yukarı yürüyordum. Durmadan söyleniyordı.ı m . Onu bı­
rakmak hakkını gitgide ediniyor gibiydim. " Bak, bekledim işte. Sö­
zünde durmadın. O kadar bekledim içeride gelmedin. Yarım saattir
de buralarda dolanıp duruyorum; bir aşağı bir yukarı. Demek ki seni
seviyorum. Bütün çırpınmaların bir yana, beni bir gün yitirirsen, suç­
lu ben olmayacağım. Sen, bir yerde, unutabiliyorsun. Ama ben-. "
Hep birileri giriyor, birileri çıkıyordu. Kıpır kıpırdı pastanenin
kapısı. Ama o yoktu. Oysa nasıl koşmuştum, nasıl kaçıp kurtulmuş­
tum o adamlardan, bir taksiye atlayıp hızla gelmiştim buralara. içeri

77
78 Erdal Öz

girince, bir yığın genç insan; allah kahretsin, birdenbire de tanıdık


bir yüz; hem de böyle kapalı bir yerde, dar kenarlı yeşil şapkasını ba­
şından çıkarmayacak kadar budala bir yüz. Bir sürü de numara.
Ayağa kalkmalar, el sıkışmalar, ' ne var ne yok ' lar, ' iyilik'ler. Efen­
dim, buralarda ne arıyormuşum, buralar onun sayılırmış, işler nasıl­
mış, falan filan. 'Sana ne ' demek geçiyor içimden, ama birden
" Otursana! " Masada tanımadığım birtakım ilkel yüzler, birtakım ye­
ni budalalar. " Tanıştırayım. " Tanıştırıyor: " O ktay, Nidai, Gürcan,
Ekrem, " iki kişi daha. Yapmacık gülüşler, el sıkışmalar, hoşnut kal­
malar. Bir gözüm de kapıda. Saate bakıyorum: gelmesine daha beş
dakika var. Gelmiş, beni bulamayıp dönmüş olamaz.
" Birini bekleyeceğim. Ben şuraya oturayım. Nerdeyse gelir. "
Her şeyi anlamış gibi yarım yamalak bir gülümseme. " Oldu. " Eli­
mi sıkı sıkı tutuyor avucunda, bırakmıyor. " Görüşelim. "
" Görüşelim, " diyorum, elimi kurtarmaya çalışarak.
Bırakmıyor bir süre. Neden sonra elim kurtuluyor. Ben de. Ca­
nın cehenneme. İnek. Oturuyorum.
Ve gelmiyor. Gelmesin, daha iyi.
Bir yığın insan. Sonra bir yığın insan daha. Nasıl da çoğalıyorlar.
Bir sürü de saçmasapan söz. Niye konuşur bu insanlar bu gereksiz
sözleri. Kimse de kimseyi dinlemiyor gibi.
Bizimki, başından çıkarmadığı yeşil şapkasıyla yine ayakta. Yağ­
murluğunu giyiyor. Gitmeye hazırlanıyorlar. Yine yanıma sokulu­
yor. Sırıtık bir yüz. Ve arkasında arkadaşları.
" Gelmedi mi? "
İşte en korktuğum.
Neyse uzatmıyor. Kartını veriyor. " Ara beni. Görüşelim.
Karta bakıyorum. Adı bile bir şey anımsatmıyor bana. " Ararım,"
diyorum. Bok ararım.
Arkadaşları bir bir başlarıyla selamlayıp geçiyorlar önümden; al­
datılmış, boş yere bekleyen bir aşığı selamlıyorlar. Sürü halinde çı­
kıp gidiyorlar. Bir erkek sürüsü.
Gözüm hala kapıda. Gelmese. Ben çıkana kadar gelmese.
Gelmiyor.

Yılın en kısa günleri artık. Güneş çekilir çekilmez toz renkli bir
akşamüstü serinliğinde insan erken acıkıyor. Ayaküstü bir şeyler yi­
yoruz; kentin işten döQen kalabalığından da biraz olsun kurtulmuş
gibiyiz. Havaların soğuk gitmeyişi sineklere yaradı. Camlarda ayna­
larda hala onlar, hala onların noktaları. Yüzü, aynada, alışmadığım
bir yüz gibi. Nedense o kadar da güzel değil. Rahat yiyişini seviyo­
rum. Onda acıkan az yese bile acıkan bir kadının sıcaklığı var her za-
Uçucu Bir Koku Gibi 79

man. Diri diri ısırıyor elindeki kaşarlı tostu. Yaşamaya bir ucundan
sıkı sıkı tutunuşunu seviyorum.
Ne kadar tıraş olsa yüzü sakaldan kurtulamayacak bir adam irisi
var aynada, tam arkasında; turşu suyunu bir dikişte bitiriyor, yenisini
istiyor. Bir on bardak içebilir diye düşünüyorum.
Bir sarışın küçük çocuk başı, sosisli sandviçini bekliyor sabırla.
Ayran suluca ama soğuk. Birer ayran daha istiyoruz.
Dışarıda güzün esmer akşamüstlerinden biri. Işıklar yanmaya
başladı bile. Karşıdaki kitapçının yanındaki vitrinde bir yığın Ameri­
kan eşyası. Buzdolapları, çamaşır makineleri, çeşit çeşit sıkma, kö­
pürtme araçları. Elmanın çekirdeğini kırmadan çıkarma makinesi de
var mıdır aralarında? Vitrinin önünde birtakım insanlar; bir sinema­
nın afişine bakar gibi bakıyorlar.
Çıkıyoruz.
Anacaddelerden korkar o. Sevmez kalabalıkları; benim gibi. Bir
de görülmek korkusu tabii. Arka sokağa yöneliyoruz. Yine her za­
manki gibi sokulgan, her zamanki gibi yüzü bana dönük yürüyor.
Sormuyorum. Sormamı bekliyor. Sormayacağım.
Bir şey söylemek için döndüğümde, gözlerini yine yüzümde bulu­
yorum. Yakın, ama korkulu, gülümsüyor. Korkusunu uzun süre taşı­
yacak yanımda, biliyorum.
" Nereye gidiyoruz? "
" Nereye istersen . "
" Sen n e iyi b i r insan oldun . "
" Ne demek o? "
" İyi oldun. Sana iyi davrananlara sen de çok iyisin. "
" Ne var bunda? Doğal bir şey. "
" Kötüydün sen . "
Elimi tutuyor. Eli korku içinde. Alıştım ona. Elini tutunca, ayak­
larımı daha bir güvenle basıyorum yere, farkındayım. Hayır sorma­
yacağım. Oysa sormamı bekliyor.
" Bu gece ne yapacaksın?" diyor.
" İçerim belki. Düşünmedim . "
Elini çekiyor. Yine görülme korkusu olmalı. Evet, birine selam
veriyor. Gözleri yine gizlice yüzümde, biliyorum. " Kimdi? " diye sor­
mamı istemediği belli. Ama sormayışını onu daha da tedirgin ediyor.
" Dün gece uyumadın mı? "
" Uyudum. "
İnanmıyor. Gerçekten uyudum oysa.
" Yorgunsun. "
Gerçekten yorgunum.
" Yüzün yorgun. Çok mu çalıştın bugün? "
80 Erdal Öz

" Her zamanki gibi . "


" Dinlenmelisin. Hani yıllık iznini alacaktın ? "
" Yarın dilekçeyi yazacağım . "
" İyice dinlenmelisin. Çok gerekli senin için. " Sesinde kırık, gü­
vensiz bir şeyler var. " Uzak bir yerlere gitmezsin, değil mi? Gitme,
burada kal. Ben seni dinlendiririm . "
" Yorarsın beni. "
" Öyle söyleme n 'olur." Gülüyor, sevinçle gülüyor.
" Burada dinlenemem. "
Neden sonra: " İyi ya, git, " diyor. Güçlükle söylüyor. " Ne kadar
kalırsın? Çok kalmazsın, değil mi? Dayanamam. Sevgilim, iki gün
kalsan yetmez mi? Yeter. Hem sen de sıkılırsın öyle uzak bir yerler­
de. Kaç gün kalacaksın? "
" Çok değil, bir hafta falan. "
" Bir hafta mı? Off. Ölürüm. "
" İstemezsen gitmem. "
Yüzündeki çocuk gülüveriyor. Gözleri parlıyor. " İki günü geç­
mesin. Hadi bilemedin üç gün. Ben ne yaparım buralarda tek başı­
ma? Şuradan gidelim. " Sağdaki aralığa çekiyor beni. " Şeye gidelim
mi, ister misin? "
" Nereye? "
" B ir yer bulmuştuk hani. Bir kere gitmiştik. Çok sevmiştik. Hani
o mavi ışıklı yer."
" Param yetmez.
Elimi sıkıyor, yüzüne çekiyor; elimin üzerinde dolaşan dudaktan
sıcacık. Sonra kırmızıya boyalı bir duvara dayanıyor. Elini göğsüne
bastırıyor. Birden yorulmuş gibi. Şaşkınlıkla baktığımı görünce,
" Çpk hızlı yürüyorsun," diyor.
Kolunu kolumun altına sıkıştırıp yürüyorum. Daha ağır yürüme­
ye çalışıyorum. Güz. ayaklarımızın altında bir yiğın kararmış yaprak,
kuru hışırtılar, adım attıkça.
" Dün gece iyi ki gelmedin . "
İşte dayanamadı. Anlatacak.
" Gelmeyişine öyle sevindim ki. "
" Niye geleyim? Gelmeyeceğimi biliyordun.
" Beğendim ben Bilge'yi. Hoş kız. Güzel de. Seviyor seni. "
Konuşmuyorum.
" Hiç görmüyor musun onu artık? "
" Hayır. "
" B ütün gece gözlerini ayırmadı benden. Ne zaman başımı çevir­
sem bana bakarken yakalıyordum onu. Biliyor bizi, biliyor değil
mi? "
Uçucu Bir Koku Gibi 8 1

" Sanmam . "


" Bil�yor. " Elini elimden çekiyor. " Annesi d e biliyor. Hepsi bili-
.
yorlar. Oyle şaşkındılar ki. Kim anlatmış olabilir? "
" Bilmem . "
" Bilge'ye sen bir şeyler söylemiş olabilir misin? "
" Yok daha neler. "
" Ama biliyorlar. Hepsi de biliyor bizi. Yengesi anlatmış olamaz
mı? "
" Olamaz. Yengesiyle bu konuları konuşmaz o. "
" Niye konuşmasın? "
" Konuşmuyor yengesiyle. Sevmez onu.
" Ağabeyi söylemiştir öyleyse. "
" Mi dersin? Belki . "

" Korktum dün gece, biliyor musun, uyuyamadım. "


" Neden korktun sevgilim? "
" B ugün de hiç iyi değildim. Hep seni görmek istedim. "
" Telefon etseydin. "
" Etmedim."
" Çıkıp gelseydin . "
" Gelemezdim. "
" Niye gelemezdin? " Susuyor. " Kocan mı geldi yoksa ? "
" Dün akşamüstü geldi. H i ç beklemiyordum. "
Yarım bırakılmış bir yapının önünde duruyoruz. Bir taşın üzerine
oturuyor.
" Seviştin mi dün gece kocanla? "
" Saçmalama. "
" Seviştin mi? "
" Hayır. "
" Sevişmek istemedi mi kocan? "
" İstedi. "
" E-eee? "
" Sevişmedik . "
" Doğru söylemiyorsun. "
Ayağa kalkıyor. Sinirli. " Doğru söylüyorum. Kapatalım bu konu-
yu. "
Konuşmadan yürüyoruz.
" Sen Bilge'yle sevişmedin mi?"
" Sevişmedim. "
" Sevgi 'yle seviştin ama . "
" Seviştim . "
Durup yüzüme bakıyor. " Hani sevişmediğini söylemiştin? "
82 Erdal Öz

" Seviştim. "


" Dün gece ben sevişmedim kocamla. "
" Olabilir. "
Tırnaklarını batırıyor elimin üstüne. " Dün gece -ilk olarak- seni
kaybedebileceğimi düşündüm."
" Neden? "
" Öyle alıştım ki sana. Birkaç gün görmesem bile, var olduğunu,
bu şehirde olduğunu bilmek yetiyor bana. Ama bir gün bu ilişki ko­
parsa-. "
" Ne olur koparsa? "
"Yaşayamam. "
" Yaşarsın. "
" Yaşayamam. Ölürüm. "
" Böyle şeyler düşünme sen de. "
" B iliyor musun, seni zorla tutmaya hakkım da yok. Düşündüm
de, senin yaşamını da altüst ettim. Ben olmasam Bilge ' yle evlenirdin
sen. O kız mutlu ederdi seni. " Sesi kıpırtılı. " Yüzüme baksana sen. "
Durup yüzüne bakıyorum. Öyle hoş ki. Tam yaşının kadını. Göz­
lerimin içinde bir şeyler arıyor gibi. Dopdolu. Sımsıcak. Gülümsü­
yor. Yine burnu kırışıyor gülümserken.
" Bir gün bu senin yüzünün resmini yapmaya çalışacağım. Bu ço­
pur yüzünün. Sen niye kimselere benzemiyorsun? O çenenin ucun­
daki çukurda da benim diş izlerim olacak. "
" Yapacağın resimde mi? "
" Resimde tabii. " Yüzü eriyor, yok oluyor. " Sevgilim, korkuyo­
rum . "

Bir taşın üzerine çöküyorum. Nicedir dudaklarımda taşıdığım si­


garayı yakıyorum sonunda. Karşı apartmanın camında bir kadın ba­
şı, bir erkek gövdesi; dışarıyı gözlüyorlar, beni de. Apartmanın alt
katında bir ayakkabı mağazası. Az önce o vitrinin önünde de dur­
dum. Hepsi de kadın ayakkabısı. Güz ayakkabıları. O havayı ver­
mek için kuru yapraklar doldurmuşlar vitrine.
Birden o. Fırlıyorum yerimden. Sesleniyorum. Sesim katı, dik,
ama duyarsız değil; kendini gizlemeyen bir ses. Az önce duran o tak­
siden inmiş olmalı; kaçmış gözümden. Gördü beni, bana doğru geli­
yor. Saçlarını yaptırmış. Değişik bir saç. Çocuk adımlarıyla hızlı hızlı
geliyor; her zamanki gibi biraz sarsak. O bayıldığım minicik ayakları
yüzünden. Ayağına göre ayakkabı bulamaz pek mağazalarda. Otuz­
beş numara.
" Çok mu beklettim sevgilim? "
Saçları öyle değiştirmiş k i yüzünü.
Uçucu Bir Koku Gibi 83

Onu bulmuş olmanın rahatlığı içinde, onu tam yanın saattir bek­
lemiş olmanın sözde haklı öfkesiyle konuşuyorum. "Tam yanın saat­
ttr buradayım. "
" Sevgilim, yemeği geç verdiler, kalkamadım. " Öyle alışmışım k i
yüzünün ürkekliğine. " Çok mu kızdın? "
Yokluyorum kendimi: Hayır, pek kızgın değilim. Daha doğrusu
kızgın değilim. " Saçların çok güzel olmuş, " diyorum.
Şaşırıyor. Ne diyeceğini bilemiyor.
" Taksi ! " diye sesleniyorum.
" Sevgilim, pastaneye gitmeyecek miyiz?"
" Hayır. "
Taksinin kapısını açıp önce ben giriyorum. O hep sonra girer.
" Kavaklıdere' ye lütfen. "
Gidiyoruz.
" Niye pastan ede oturmuyoruz? "
" B oşver. Bir sürü it kopuk. "
" İt kopuktan bize ne sevgilim. Biz ikimiz," baş başa bir köşede . "
Elimi sıkıyor. " Paran yoktu senin . "
" Var. B uldum biraz. "
Sokuluyor. Başını omuzuma dayıyor. " Çok tatlısın."
Öyle yakın ki bakıştan.
" Gül biraz n 'olur. "
Gülüyorum.
" Nereye götürüyorsun beni ? "
" D ragon'a. Seversin orayı sen. "
" Ama benim karnım tok, yemek yedim ben. "
" Biliyorum, ama benim karnım aç. "
B aşıyla ' peki' diyor.
Eğilip öpüyorum alnından. Uçucu yanık bir karanfil kokusu bur­
numda.

Şarap gittikçe acılığından sıyrılıyor. İçtikçe su gibi geliyor.


" Çok içiyorsun, içme o kadar. "
" Yoo, bu gece içeceğim. "
" Niye sevgilim? " Yine o bildiğim korku belirtileri yüzünde.
" Gündüz de içmişsin. Çok mu içti n ? "
" Biraz. "
" İçme artık. "
" Biraz salata alsana sen. Tabağına koyayım mı? "
" Ortadan alırım ben. "
Saatine bakıyor.
" Kalkalım istersen , " diyorum. " Evine götüreyim seni. "
84 Erdal Öz

Sesimdeki sitemi anlıyor. " Yoo, erken daha. " Bunu söylerken si-
temimi sitemle karşılamaya çalışan bir yüz kullanıyor.
" Şu üstündekini çıkarsan iyi olur. Dışarıda üşüyeceksin. "
" Taksiyle götürürsün, üşümem . "
Yüzünü iki küçük elinin içine almış bana bakıyor.
" Dün gece garip bir düş gördüm . "
" Anlatsana, " diyor. Toparlıyor kendini, arkasına dayanıyor.
" Karmakarışık bir düş. "
" Olsun. Anlat. "
" Gece üçte yattım. Yarı uyur yarı uyanık döndüm durdum saba­
ha kaoar. Bir yığın yarım yamalak görüntü, kesik kesik. Bir ara kimi
gördüm dersin? "
" Kimi ? "
" Kocanı. "
Gülmüyor bile. Gözleri küçülüyor.
" Öyle işte . "
" Anlatsana. "
"Ne anlatayım. "
" Kocamı görmüşsün. N e yapıyordu kocam? "
" Sevişiyordu seninle. "
Başını eğiyor, iki yana sallıyor.
" Doyuruyordu seni. Bağırıyordun. O da tıpkı benim gibi seni
susturmaya çalışıyordu; ağzını kapatıyordu . "
Uzanıp elimi yakalıyor masanın üzerinde. " N 'olur sevgilim kapat
bu konuyu , " diyor.
Susuyorum.
Neden sonra, " Onunla sevişmiyorum artık, anlamıyor musun? "
diyor. " Sevişemiyorum. Seni tanıdıktan sonra bitti her şey. Eti ya­
bancı geliyor bana, itici geliyor; iğreniyorum. Sevişmek zorunda ka­
lınca da gözlerimi yumup seni düşünüyorum, seni yaşıyorum; seninle
sevişiyorum. " Eğilmiş masanın üzerine, bana bakıyor. Gözleri koca­
man. Fısıldıyor: " Hadi gidip sevişelim sevgilim. Tanrının kaldığı yeri
bir daha göster bana, öğret; unuttum; iyice öğret. " Vuruyor elimin
üzerine. " Hadi . "
" Nereye? "
" Bize . "
" Kocan? "
" Bu sabah gitti. Güneye uçtu."
Toparlanıyor.
Hesabı istiyorum.

" Bir kahve daha lütfen, sade olsun. Varsa bir de soğuk maden
Uçucu Bir Koku Gibi 85

sodası. "
Sonra gene sıkıntı. Gene bekleyiş. İşte o zaman ıçım yazmaya
başlıyor. Gözlerimi tavanın herhangi bir köşesine dikip ona söyleye­
ceklerimin ilk alıştırmalarını yapıyorum.
Kalkıp gitmeli mi? En iyisi gitmek. Doğruca eve. Beş dakika da­
ha bekleyiır-. "
Bu 'beş dakika daha ' nın içinde, onun gelmesini isteyen önü alın­
maz bir sabırsızlık da var. Ve bu sabırsız isteğin de anlatılmaz bir ta­
dı. Dakikaları sündüre sündüre uzatışın doyulmazlığı, acı bir sevinç
belki; yıldırıcı ama güzel.
Bu gece onu aramayacağım. Telefonumu bekler. Beklesin.
Saati durmuş olmaz mı? Ya ansızın döndüyse kocası? İşte yine
onun adına, oturmuş, küçük yalanlar düşünüyorum.
Oysa yalan da atamaz. Beceremez. Atacak olsa bile-bağışlanacak
türdendir. Üstelik kendi küçük yalanma önce kendi inanır, sonra da
kendi üzülür; yalan da yalan olmaktan çıkar.
Onun adına tasarladığım küçük yalanlar bile onun gelmeyişine
çözüm getirmiyor.
Sözünde durmuyor, gelmiyor ve ben hala onu bekliyorum.

Onu görünce yeniden kızacağımı biliyordum.


" Ne arıyorsun buralarda? Ne güzel seni burada görmek. Pencere­
den gördüm seni. "
Az önce evlerinin önünden geçmiştim. Perdeler açıktı. Anlaşılan
kocası dönmemişti; çünkü arabası kapının önünde yoktu. Gidip kö­
şede beklemiştim. Evlerinin önünden geçerken beni gördüyse gel­
memezlik etmezdi.
Az sonra koşarak geldi yanıma. " Hemen gidelim buradan. " Bu­
nu derken bir yandan da ağaçlıklı yokuşlu yola sürüklüyor beni. İşte
yine onun akıntısındayım. Ne kadar kızsam, ne kadar dirensem de
alıp götüren o oluyor hep.
" Orhan gördü mü seni ? "
" Orhan kim ? "
" Bilge ' nin ağabeyi canım. Gülercan'ın kocası Orhan. "
" E-eee? "
" Şimdi çıktılar bizden. Arabalarına binip gittiler. Karşılaşmadın
mı? "
" Hayır. "
Yokuşun ortasında rahatlıyor. " Elimi tutsana.
Tutmuyorum; gerçekten elini tutmak gelmiyor içimden.
" Kızgınsın bana. " Evet, dememi bekliyor sanki. " Sevgilim, tam
çıkıyordum, Gülercan geldi. İlle falıma bakacaksın, diye tutturdu.
86 Erdal Öz

Kurtulamadım. "
" İşim var, deseydin. Birine sözüm var, deseydin . "
" Dedim. B i r arkadaşımla buluşacağım, dedim. Dinletemedim.
Tam Gülercan ' m falına bakıyorum, kapı çalındı: kocası Orhan. O da
fal diye tutturdu. Kalkıp bir kahve de ona pişirdim. Tam falına bak­
maya hazırlanırken, camdan seni gördüm. Acele Orhan 'ın fincanına
bakıp bir şeyler uydurdum. Çocuklar kusura bakmayın, kalkmak zo­
rundayım, dedim. Kalktılar, birlikte çıktık. İlle seni gideceğin yere
arabayla bırakalım, diye tutturmazlar mı? Güç kurtuldum ellerin-
·

den . "
Öyle hızlı konuşuyor ki. Sonra birden yavaşlıyor: " Hep sendeydi
aklım . " Durup yüzüme bakıyor. " İnanmıyorsun bana değil mi? "
İnanıyor gibiyken inanmıyor olmayı seçiyorum.
" Sevgilim niye konuşmuyorsun? Yanındayım bak. Bu benim . "
Sarılıyor boynuma. Sonra birden geri çekiyor kendini, kollarımdan
sıkı sıkı tutup gözlerimin içine bakıyor.
" Çok korktum sevgilim. B ilge de gelecek, dediler. Seni camdan
görünce, onunla karşılaşmandan korktum. Bana kızgın olduğunu bi­
liyordum, kızgınken onu görmeni hiç istemedim. Öfkeyle gidip ko­
nuşabilirsin onunla diye geçirdim içimden. Koşarak geldim sana. Se­
ni bulamasaydım ölürdüm. Seni onunla düşünmek bile korkunç bir
şey. Karşılaşsaydın, ne yapardın? Gidip konuşmaz mıydın? "
" Bilmem. "
" Seni kaybetmek istemiyorum. Sensiz bir tek gün bile dayanıl­
maz, katlanılmaz geliyor bana. Öylesine girdin ki yaşamıma. Aslında
sensizliğe yavaş yavaş alıştırmalıyım kendimi diyorum. "
" Bir gün nasıl olsa olacak bu. Doğal bir şey. "
" Doğal mı dedin? "
"Güzelim, hayatımın sonuna kadar böyle boşlukta asılı kalamam
.
k ı. "
Gözleri kocaman.
" Çünkü beni kaybetmemek için yapacak hiçbir şeyin yok senin.
Ben her şeyi denedim. Oysa sen, yalnızca, kaybetmek korkusu için­
de kendinle boğuşuyorsun. Benden çok, beni kaybetmenin kendisiy­
le dolduruyorsun yüreğini. Bir çözüm aradığın da yok. Bir gün ben
de başımın çaresine bakmak zorunda kalabilirim. "
" Ben n e yaparım o zaman? "
" Bilmiyorum. "
" N asıl acı çekerim. Offf. "
" Ben de en az senin kadar acı çekerim. "
" Benim kadar mı? Ne bilirsin sen acı çekmeyi? "
" Nedenmiş o? "
Uçucu Bir Koku Gibi 87

" Öyle gençsin ki. "


" Ne olmuş gençsem? "
Susuyor.
" Gene de böyle bir şey olmayacakmış gibi yaşayalım. Bırak sonu­
muz ne olursa olsun. Olacak olanı ikimiz de başından belirleyemedi­
ğimize göre-. "
Daha neler neler anlatıyorum ona. Sanırım ilk kez bu kadar uzun
anlatıyorum.
Karşıya geçmek için hızla gelen arabanın geçmesini beklerken,
her zamanki gibi yüzüme yapışık bakışlarının çekimine kapılıp dö­
nünce, güzel gözlerinden sızan iki ıslak çizgiyi görüyorum.
Sevgi Soysal (1936-1976)

MAL AYRILIÖI VE ŞAMPANYA KOVASI

Bütün kızlar, şampanya adını duymuş bütün sıradan kızlar, sevgi­


li bir erkeğin kendilerine pembe şampanya ısmarlamasını düşlemiş­
lerdir. Gümüş kova içinde, buzlar arasında pembe şampanya, sonra
belki de kuş cıvıltıları. Başlarına tuğla düşmemiş bütün kızlar. Tuğla
düşene kadar. Tuğla düşünce, tek düşünce ölmemek olur, yaşamak
olur elbet.
Şampanya gibi usul usul, kibar kibar, kabardı erkek.
- Ev tuttun ha?
- Bir tane sana, bir tane de bana, dedi kadın, şampanya yudum-
larcasına, yumuşak.
Adam şampanyalıktan çıktı. Sanki ilk tuğlayı başına yemiş. Ma­
sanın çevresinde eşindi, eşindi. Aynı köpekler gibi. Gezmeye götü­
rüleceğini sezen köpekler gibi. Ve sevinçle, hayır kederle havladı.
- Delisin sen !
- Dönüp durma masanın çevresinde, midem bulanıyor, dedi ka-
dın.
Sanki alışmadığı, o eski aptal düşlerin şampanyasından sarhoş.
Adam bir tuğla gibi düştü ayaklarına, başına eskilerde düşen t uğ­
la gibi.
- Ben sensiz yaşayamam.
Beklemedik anda birinin başına bir şey düşse, bu tuğla da olsa,
güler insan. Hatırladı, güldü kadın; kendi başına düşen tuğlayı bir
kez daha seyretti. Adam kalktı, sarı bir yüzle. Ağlıyor, aman, eski
şampanya köpükleri ve kuş cıvıltıları gibi, kilisede evlenen bir çifti
kutlayan bir rahip gibi, yüznumara duvarına çizilmiş ayıp resimler
gibi, ağaçlara oyulmuş kalpler, sevgili adları gibi. Bütün bu görüntü­
lerin bir yerlerinde ağlayan bir erkek vardır. Gevşeyecekti kadın.
Hangi kadın erkek gözyaşlarıyla gevşememiştir? Hangi çılgın ka­
dın? Şaşarım. Bendimi çiğner taşarım. Hangi çılgın gevşemelere zin­
cir vuracakmış şaşarım. Tuğladan önceki aptallıkla geviş getirecekti;
görüntüyü, o bütün aptal kadınlara gözyaşı döktüren görüntüyü ka­
çırdı. Katı, kaskatı kaldı . Hiç şampanya içmemiş kadar katı. Bu kötü
romanı, bu kötü filmi göremedi, gözleri yaşaramadı. Şimdi bir tuğla­
nın zamanıdır. Şimdi yeniden ölmenin. Adam kadında şampanyanın,
kilisede evlenen sevgili görüntüsünün getirebileceği gevşekliği aran­
dı. Ellerini tuttu kadının. İşte şimdi bütün apartmanlar yıkılsın üstü-

88
Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası 89

ne, belki, ancak o zaman ölünebilir. Yok şu sırada aşk sahneleri oy­
namak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu
sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircilerin bolluğu yü­
zünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göre­
medi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz
bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi
konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmek, bir cümle fazla konuşmak,
taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan
akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak.
Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine.
- Yarın taşınıyoruz. Bir kamyon tuttum. Bütün eşyaları yükle-·

riz. Sen kendi evine, ben kendi...


İşte şimdi her şey eskisi gibi. Erkek inandırıcı hıçkırıklarla ağlı­
yor, kadının da gözleri yaşlı. Otursalar, birbirlerine yeni bir aşk mek­
tubu yazsalar. Sonra da gidip belediyeye çöpçü yazılsalar. Kadın sil­
kindi. Bir şarkı mırıldandı. Bir çocuk şarkısı :
- " Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine. "
- Ben sensiz yapamam.
- Bunu söylemiştin. Yeni bir şey de söyleme. Yeni bir şampanya
patlatma. Kadın kulaklarını tıkadı. Tıkamasa şampanya kulakların­
dan taşacak. Tavanın bir yerlerinde duvar inceden çatladı. Çatlak
hızla büyüdü, büyüdü, büyüdükçe genişledi. Bir örümcek ağı gibi
apartmanı sardı. Çatlaklardan şampanyalar aktı.
- Evimizin eşyalarını da yeni tamamlamıştık, dedi adam. Kadın
ilk kez merakla baktı. Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eş­
yalarda geziniyor. Bilyalara bakıyor. Bilyalarım sayıyor. Benim bil­
yalarım. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyalarım. Buna
gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki ya ne zaman gülünür?
Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmana vurdu kadın. Apart­
man gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını.
- Yeni tuttuğum evler bundan küçük. Eşyalar iki evi idare eder.
- Yine de ikimize yetmez, yani az eşyamız olur.
- Yeter, dedi kadın. İstersen sayalım eşyalarımızı.
Apartmanın yıkıntıları arasından bir inilti duydu kadın. Bir kö­
pek yavrusu belki ya da bir çocuk, üzüldü bir an. Erkek rahatlamış.
Fırladı yerden, bir tuğla gibi düştüğü yerden. Gözyaşları kuruyalı
yıllar geçmiş. Yeni bir şampanya açmak gereksiz bir masraf olur şim­
di.
- Bu resmi ben alırım, dedi adam. Düşünür gibi yaptı kadın.
- Olur.
- Öteki de senin olur.
B ilyaları ayırmaya başladılar. Bu sana, bu bana.
90 Sevgi Soysal

- Bu halı ne olacak peki? Düğünümüzde dayım getirmemiş


miydi onu? Kadın mantarı patlatarak fışkırdı şişeden.
- Herkes kendi soy sopunun getirdiği düğün hediyesini ayırsın
önce.
Adam yadırgamadı bu sözü. Öylesine bilyacıklarına dalmış.
- Kütüphaneleri, koltukları, hani ben yaptırmıştım ya, evlenme-
den önce hani.
- Yatak odasını da babam yaptırmıştı, hani.
- Ben yerde mi yatacağım yani?
- Herkes kendi yatağını, yastığını, yorganını alsın.
- Yemek masasını sen almıştın.
- İki iskemlesi senin olsun.
- Teyp, plaklar? Beni oyalarlar diye düşünüyordum.
- Radyoyu niçin sattın? Onlan da ben oyalanırdım.
- Buzdolabını sen al. Çocuk sende.
- Havagazı fırını ne olacak?
- Gel tabakları, çatalları ayıralım.
- Bu benim.
- B un u sen al.
- Ölümü gör sen al.
- And verdim sen al.
Al sana, al sana diye vururdu kabahat yapınca büyükleri. Tokatı
nasıl almalı?
- Peki alırım.
- Alırım peki.
Şimdi sıradan kızların gözlerindeki yaşları kurudu. Şimdi sıradan
kızlar çok eğleniyorlar.
- Kitaptan indirelim.
Kitapları, tencereleri, evdeki bütün ıvır zıvırı halının ortasına
döktüler.
- Bu kitap benim.
- B u tencere hatıradır bana.
- Sen anlamazsın o kitabın dilinden.
- Sana tava dokunur.
- Bana gerekli, el kitabım.
- Elimin altında bir tava bulunmalı.
_:_ Ya bu kitap, ya halı.
- Hah.
- Kitap bende kaldı tamam mı.
- Hepsinin üstünde benim adım yazılı.
- Birinci sayfaları koparırım.
- Yırtma!
Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası 91

- Halıyı kirletme!
- Yırtacağım.
- Bunlarsız yazamam.
- Yazma!
Erkek bilyaları cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı.
Çelme atıp kaçacak.
- Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek.
- Her şey ikimizin.
- B u kitap benim ama.
Bir tuğla, bir tuğla üst üste, bina büyüyecek yeniden.
Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayak­
ta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne.
Adam eşyaların ortasında, dimdik, bunu hiçbir buldozer yıka­
maz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapı­
vermeli.
Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü, bir kadından,
iki kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın
çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptallıkların şampan­
ya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği
perdelere, analarıyla yuvalarına dükkan dükkan perdelik kumaş ara­
yan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlüğü düşürmeye çalı­
şan kaynanalara, evli misiniz diye soran evsahiplerine, kontratlara,
ütülü çamaşır sepetlerine " şampanya adını duymuş bütün kızlara "
nanik yaptı.
Necati Tosuner (1944)

BİR KIZA SÖYLENEMEMİŞ BİRKAÇ SÖZ

O gelince şenlikler içinde kalıyor yüreğim. Sevinçten duracakmış


gibi oluyor, sonra başlıyor hızlı hızlı vurmaya. Elden ayaktan kesili­
yorum.
Anlatıyor:
" Erkek çocuk gibi bir şeydim, saçlarım kısacıktı. Ata bindirirdi
babam, silah attırırdı. Kuşları severdim. Babam zorlan tuttururdu
tüfeği, ateş ederdim. Yemek odasının penceresinden ... "
Bana sevinç bile yetmiyor. Onu incitmekten korkuyorum hep.
Bir şey söylerim de, bir şey yaparım da incinir diye korkuyorum. Be­
ni bırakmasını istemiyorum. Beni bırakırsa.
Sonra bir şey oluyor: Her şey ağır ağır buruşuyor sanki. Yoğunla­
şırmış _gibi oluyor her şey. Bir gün .. bir gün beni bırakacağını biliyo­
rum. Urperti uçuşuyor ortalıkta. Elimden artık hiç tutmayacakmış
gibi bir korku ...
Bakışıyoruz ve benden kaçırıyor gözlerini.
Susuyor.

"Beni anlıyor musun, sevdiğim ? Son umudumsun.


Geldiğim katranm içine yeniden itme heni. Beni umut­
suzluğa itme. Beni b1rakma. Güzelliğin ve umudun ışıt­
sm istiyorum gözlerimi. Bırakma beni. Geceden usan­
dım, gündüzünü alma üstümden. Esirgeme, daha yeni
alışıyor gözlerim ışığma. Çekme, dursun. Ve umut ne­
dir, çoğalsm yüreğimde, esirgeme. Seni seviyorum. Gü­
zelliğini seviyorum. Alnmın gülerken beliren kırışığım
seviyorum. Kaşının arada bir kalkar gibi olmasını ve
gözlerini ve bana bakışmı, umut veren bakışmı ve ateşi­
ni gözlerinin, ısıtan ve ellerinin serinliğini seviyorum.
İyiliğini. . . Ve bana çapraz çıkan her şeye karşı. yanımda
olmanı seviyorum.
Beni bırakma. "

Sobayla masanın arasında oturuyor o. konuşmuyoruz. Yüzüne


bakamıyorum. Neyi, nasıl demeli bilemiyorum. Dışarıda belki yağ­
mur yağdığını ve Ankara 'ya doğru bir tren geçtiğini düşünüyorum.
Ve babamın ona " hanım kızı m " diyeceğini ... Ve yatağım bozulma-

92
Bir K1Za Söylenememiş Birkaç Söz 93

dık duruyor öylece. Saçlarının yastığın üstüne nasıl dağılacağını me­


rak ediyorum. İki parmak var dizimin dizine değmesine. Sakınıyo­
rum.
Umutsa, isli bir yağ kandili olarak yanıyor yüreğimde, tükenme­
yen bir kandil...

"Beni bırakma.
Sil içimden şu korkuyu. Kaldır aramızda duran soru
işaretinin karanlığını artık. İri, koyu ve sinsi karanlığını
kaldır soruların. Seni istiyorum, beni bırakma. "

Bakışıyoruz.
Bir esinti bütün sıcaklığıyla geliyor, yakıyor, kavuruyor beni.
" Seni öpeceğim ... " diyorum.
Ben ona yaklaşırken kaçınıyor o. Dizim değiyor dizine.
" Hayır, bunun için gelmedim ... " diyor.
Çekiliyorum.
Bakışmıyoruz.
Sanki bir yerlerde akşam oluyor. Sanki soba yanıyor değil artık.
Belki saydam bir şey kırılıyor aramızda. B üyüyor soru işareti, kararı­
yor.

"Düşün sevdiğim, diyelim bir pencerenin önündeyiz


şimdi: Ve kırlara ve birden bir gümbürtüyle inen yağ­
mura, sessizliğe ve esen yağmur sesine, yeşile, ilkyaza;
güneşe, sıcağa ve sarıya ve açık sarıya ve daha da koyu­
suna sarının, güzün öncesine ve sonrasına, soğuğa ve kar
örtüsüne ve yeniden kuş sesinç:, yürek çırpışma ve kan
damarda dolanır gibi doğan ve batan dışarıya bakıyoruz.
Birlikte ağarmış saçlarımızla, yemek odasının pencere­
sinden...
Bunu istiyorum. "

" Kızma, bir daha olmayacak ... " diyorum.


Bir şey demiyor.
Sigarasını yakayım istiyorum, çakmağını alıyor elimden, kendi
yakıyor.
" Çay İ<;cr misi n ? " diyorum.
Bir şey demiyor.
" Hadi, unut artık... diyorum. " Söz ... Bir daha olmayacak ... "
" Buraya o şey için gelmediğimi anlamalıydın ... " diyor.
" Beni bağışla. unut... " diyorum. " Biliyorsun, seviyorum seni. Bir
94 Necati Tosuner

an ... işte ... "


Susuyoruz.
" Çay istemez miydin? "
" Beni anlamalısın ... " diyor. " Arkadaşlıktan daha çoğunu isteme-
melisin benden. "
" Anlıyorum ... " diyorum. " İnan, bir daha olmayacak. "
Sigarasını v e çakmağını koyuyor çantasına.
" Eh, ben artık gideyim ... " diyor.
Kalkıp giyiniyor. Gidecek ve gelmeyecektir. Hiç de sesim çıkmı-
yor. Yakasının kürküne bakıyorum.
" Biraz daha kalaydın ... " diyorum.
Duymuyor. Omzuna asıyor çantasını, yöneliyor kapıya.
" Lütfen, anla beni ... " diyor.
Elimi okşuyor hafifçe. Sanki bana acıyor. Kızıyorum.
İnci Aral (1944)

AYKIRI SEVGİ ÜSTÜNE

Bir bira bardağı. Çarpılan bir kapı. Betonun üzerine düşen anah­
tarın bin parçaya bölünen sesi. Aceleyle doldurulan bir valiz ki bir
yığın bez. Gömlekler, eteklikler, mayo ve havlular. Topuğu eğrilmiş
bir terlik. Bir krem kutusu. Saç tokaları. Dayanılmaz zavallı nesne­
ler. Ayrıntılar. Öfke, az gözyaşı.
- Gidiyorum ben ... Geçirmeye gelecek misin?
Gelmeni istiyorum. Gece de ondan. Yani gelmen gerekir. Ne de
olsa ... Kopamayız böyle ansızın. Geçirsen iyi olur. Bir kadın bu saat­
te tek başına ... Belki otobüs kalkıncaya kadar. O kısa sürede bile bir
şeyler düzelebilir çünkü. Gitmeye kalkmakla kafa tuttuğumu yüzü­
me vurabilirsin, haydi otur oturduğun yerde diyebilirsin. Çözülürüm.
Çatıda cırlayan ağustos böceğini duyuyor musun? Kıyı dingin. Gide­
bileceğime inanmıyorum. Sen de biliyorsun bunu. Ama kibir ve kız­
gınlık dikeliyor aramızda. B ir şey söyle şimdi ... Zaman kazanalım.
Ya da otobüse kadar gel...
- Yo, hayır. ..
- Peki. Şimdilik evde kalacağım. Sonra bir yer bulur taşınırım.
- Evet. Olur.
- Gerekli ayrıntıları sonra konuşuruz. Sen geldiğinde. Yani ko-
nuşmamız gerekir.
Biraz daha uzatmak. Tutunmaya çalışmak olumsuzluklara. Anlı­
yor bunu. Elleri cebinde. Yüzü rüzgarlı ve solgun. Katılık ve kayıt­
sızlık maskesini takınmış. Sonra ağlayabilir ama şimdi bana kahra­
manca güle güle diyecek.
- Konuşuruz. Ayrıntıları, bütünü ...
- Hep gereksiz ayrıntılar üzerinde durduk. Birlikte olduğumuz
sürece...
- Evet, sen öyle yaptın.
Şimdi de ayrıntılar egemen. Bu anın önemini kavrayamıyorum
bu yüzden. Karanlık, gölgeler içinde görüntüler ve ağırlık. Derinler­
de korku ve panik. Çatının ayışığına çapraz düşmüş kara üçgeni.
Hem dikleniyor hem boyun eğiyorum ve bu onu çileden çıkarıyor.
Bu yüzden gizlenerek sürdürüyorum.
- Hoşça kal, iyi tatiller. Bensiz rahat edersin artık.
- Gerek yok bu sözlere. İyilikle ayrılalım. Güle güle ...
Gidip eve kapanacağım. Ne denli yalnız olduğunu duyurmak

95
96 inci A ral

için. Ona gerektiğimi anlamalı ... Elleri cebinde. Bir an önce git artık
dercesine. Gitmem ya da kalmam hiçbir anlam taşımıyormuş gibi.
Ama yarın ben olmayacağım. O zaman anlayacak yitirdiğini. Yo. ha­
yır. Hiçbir şey olmamış gibi gidip kumlara yatacak yarın sabah bili­
yorum. Gazete okuyacak güneşlenirken. Balık alıp kızartacak. Kı­
zartırken bana gerek olmadığını düşünecek. Öğle uykusu uyuyacak
hiçbir şey olmamış gibi. Gülüp konuşacak başkalarıyla. Herkesin ta­
sasıyla, sevinciyle ilgilenecek. Kendi başına hiçbir şey gelmemiş gi­
bi ...
Havlularını yıkayıp güneşe asacak. Ben gitmemişim, bitmemiş,
hiçbir şey olmamış gibi. Ben uzakta toza bulanmış evi süpürürken,
yer silerken, boğulurken, boğulurken sıcaktan, inat ve sıkıntıdan, toz
bezleriyle ve perdeler yıkanacakken . . . Ki kimseye anlatamazsın.
Çünkü hep o iyidir ben kötü. O haklı, ben suçlu . . .
Yapraklar dökülüyordu. Uzun uzun yürümüştük. B e n onu bul­
maya hazırdım, o bende aradıklarını. Yokuşlar çıkıp indik. Beni
ayakta tutan biri olsun artık istiyordum. Nesneler, evler, kurallar
arasında bütünlenecektim. Yapraklar dökülürken zaman dönüyor.
Sonra eve gittik. O biber kızarttı ben bulaşıkları yıkadım. Çünkü yı­
kamamış biriktirmişti. Yemekten sonra kahveyle konyak içtik. Her
şey güzeldi ve güzel olacaktı. Ve bulaşıklar birikmeyecekti artık ...
Ama işte yarın biriktirmeye başlar. Ben gidiyorum ya rahat ede­
cek ...
- Hoşça kal...
Gecenin karanlığına, yola çakılan iki uzun ışık izi. Motor sesinin
yükselişi, küçük bir sarsıntı. İnanılmazlıkla, zaman içinde kesinlikle
bir şeylerin düzeltilebileceği umuduyla geride bırakmak onu. Oysa
kesin de olabilir. Böyle biriyle her an bitebilir, her an yepyeni olarak
yeniden başlanabilir. İşte arkasını döndü bile. Uyuyacak şimdi. Gi­
dip yatıp uyuyabilecek. Hiçbir şey olmamış, kaç kez zaman dönme­
miş, birlikte onca güzel şey yayamamışız, ve ben şimdi onu bırakıp
gitmemişim gibi . . . Ya da gidişim çok olağan, çok gerekli imiş gibi.
Onun için işte karanlık ve ağırlık . Ve midemin üzerinde bir değir­
men taşı ki kusacağım şimdi.
Motorun uğultusu. gölgeler içinde zeytin ağaçları. İnanılmazlık
ve yoksulluk. Bende bulduklarını aradıkları sandı. Biber kızarttı.
Kahveyle konyak içtik. Sonra sevdim onu. Büyük ellerini, saçlarını.
Ne zaman gülse binlerce güvercin havalandı yüreğimde. Onu, seve­
cenliğini, içtenliğini, rahatlığını, ellerini, saçlarını ve en çok gülüşünü
sevdim sonra. Ve korktum yitirmekten. Ev içleri güvenlik doludur.
Bulaşıkları hiç biriktirmedim.
Aykırı Sevgi Üstüne 97

İçerde, kadın kendi türküsünü söyler dururken böyle, odalardan


odalara dolaşırken toz bezleriyle ... süpürgeler ve bitmeyen bulaşık­
larla mutluluğu pekiştirmeye çabalarken, sürülmüş, bir evin içine sü­
rülmüş ve güvenlik içindeyken. Sınırlanmış yerli yerindeliklerle, ya­
pılması gerekirliklerle kuşatılmış tembelliklerle, kuşkusuz yargıların
rahatlığıyla dolu sözcüklerle egemenlik peşinde tekdüze ... Kahvaltı,
akşam yemeği, aşk, birlikte tatlılıkla yaşayıp gitme ve bunun dayanıl­
maz ağırlığını kaldıracak hiçbir şey olmadan, karşı koymalara kapa­
lı ... Düzenli olarak yitip giden bir şeyler oldu. Çünkü :
Dışarda, bir türkü büyüyordu. Adam o türküye vermişti kulağını
ve yüreğini. Ev içlerinde güneşin nasıl doğup battığı pek az ilgilendi­
riyor onu. Bir tek kadının bir tek adama, bir adamın bir tek kadına
söyledikleri ve söylecekleri de. O ikisi yaşamın ve kalabalığın sesini
hiç yadırgamadan ve hoşlanarak dinleyebiliyorlar mı, önemli olan,
öz olan bu ... Ta o zaman, daha biber kızartırken kadına, " Önce iki­
miz ayrı ayrı başkalarını da sevebilmeli, sonra hepsini birlikte seve­
bilmeli ve onları sevebildiğimiz için de birbirimizi daha çok sevmeli­
yiz. Yoksa iki insan, bir kadın ve bir erkek arasındaki o aldatıcı
uyum bir anda anlamsızlığa, uyumsuzluğa dönüşebilir, " demişti.
Tam tamına böyle dememiş olabilir ama bunu söylemişti. Gelgele­
lim kadın o anda başka şeyler düşündüğünden, sözgelimi koltukları­
nı nereye yerleştireceği gibi bir şey, bunu pek anlayamamıştı. Ayrıca
biberler çok cızırdadığından (adam biraz acemiydi bu işte yağları sıç­
ratıyordu her yana) kadın iyice duyamıyordu onun söylediklerini.
" Birlikte bir türküye katılmak isterim seninle . . . " gibisinden bir şey­
ler duyuyordu o kadar. " Ama bu arada kuraldışı, beklenmedik, alt­
üst edici her şey olabilir, " diye sürdürüyordu adam sözünü. Raflar­
daki tabakların, küllüklerin, yıkanıp kaldırılmış çamaşırların, duvar­
larda asılı resimlerin, çay bardaklarının, çöp kovasının, yastık ve
minderlerin, iğne oyası sepha örtülerinin düzeni tümden bozulabilir­
di. Çok doğal olarak. Nesnelerle kuşatılmış bir yaşama direnmek ge­
rekiyordu. Kuşatılmış, çevrelenmiş giderek nesnelere tutsaklaşmış
bir yaşama ... Bulaşıklar birikebilir, tavanlardan örümcekler sarkabi­
lir, tozlu masalarda parmak izleri kalabilirdi.
Yapılacak onca önemli şey varken ... Akşam üzeri duraklarında
bekleşen yabanıl, bencil ve kararsız ve öfkeleri içlerine tıkılmış yüz­
ler varken. Öyle olsalar da ... Açlıktan. açıklıktan açık bırakılmışlık­
tan, hastalıktan ve yoksulluktan ve inançtan ölen insanlar ve küçük
zavallı .kadınlar dururken. Kesilenler. vurulanlar, dövülenler. kayna­
şan kalabalık ve güpegündüz. Bunca suskunluk. yılgınlık, korku kol
98 İnci Aral

gezerken ... Daha neler varken ve dünyanın dört bir yanında, say­
makla bitmezken yani ... Bir kadınla bir erkek arasındaki o aldatıcı
uyum uyumsuzluğa dönüşebilir. Derken bir gece, bir kıyıda çatının
gölgesi ayışığına çapraz düşmüş kara bir üçgenken ve cırcır böcekle­
ri öter dururken o güvenlik dolu evin bir duvarı durup dururken çö­
küverir ... Tabaklar, bardaklar, küllükler ise sonsuza dek sürer. Sü­
pürgeler, aynalar, saç tokaları, plastik bulaşık tasları ve yer silme ko­
vaları.

" Merhaba, " dedin beni görünce. Sevince benzer bir esinti yüzün­
de. U mutsuzluğa yakın bir umut. Ama yalnız ben sezebilirim bunu ...
yoksa kayıtsız. Döneceğimi biliyordun. Bu yüzden kolay çırpıntıyı
boğmak. Sıkışınca başını yıldızlara kaldırmak ve gelişi güzel sözcük­
lere sığınmak.
Geldim işte, döndüm. Seni ne yitirdiğime ne yeniden bulacağıma
inanamadan. Bir tek sana duyduğum inanç eksiksiz. Ki 'yeterince ta­
nımıyorum seni. Bir kuşkuya bir şaşkınlığa bırakıyorum günlerdir
düşüncemi. Uzun yol boyunca da bu çizginin iki ucu arasında gidip
geldim.
Kaygı içimde taşlaşmıştı. Beni nasıl karşılarsın bilmiyordum.
Renkli bir fotoğrafta sigara içiyordun. Bir arabanın yanında ayakta
durmuş kayıtsız güle güle diyordun bana. Uykumun ortasında göv­
demi kavrayıp başımı kolunun çemberine sıkıştırıyordun. " Sevgiyi
senin gibi algılamıyorum ben , " diye bağırıyordun.
" Hep bir arada ya da sürekli ayrı yaşayabiliriz ama gene de birbi­
rimizi sevebiliriz ...
"

Seni sevmeyi becerememişim. Ya da eksik, yanlış sevmişim. B u­


nun için döndüm işte. Aramızda beliren açıklıktan bakıldığında ne­
yin aksadığı göründü. Şimdi kolaylığı getiren bu. Geçiştirip, unutup,
yeniden, olduğunca sürdürmeye başlamanın kolaylığı değil bu. Ben­
cil sevgiyi yakalamanın, zor olanı çözmenin getirdiği umut ve güven.
Sonra, " Merhaba, " dedin. Güldün. İlk uçuşuna çıkmış, sevinçli,
korkulu ve coşkuyla şaşkın bir kuş havalandı içimde.
- Yürüyelim mi biraz kıyıda?
- Yürüyelim.
- Düşündüm ki tatilimi yarıda kesmem anlamsız. Dinlenmem
gerek. Onun için döndüm.
- Gitmen gereksizdi.
- Ama kötü şeyler :-:öyledik birbirimize ...
- İkimiz de kızgınd.k.
Aykırı Sevgi Üstüne 99

Söylenmeyecek sözler söylemek. Ne diyeceğini bilememenin da­


yanılmaz hırçınlığı. Hem utanma hem aşağılama. Hem saldırı hem
savunma. Birbirinin içine girmiş onca duygunun, sevgi ve kızgınlığın,
acının ve direnmenin, umut ve umutsuzluğun, her yandan gelen sar­
sıntının, içinden çıkılmaz karmaşası. ..
Sonra o acılı sessizlik. Bir gece otobüsünün yoksul dinginliği.
Olup biteni acı içinde düşünüp ölçüye vurması usun. Yatışmadan ki
anlama apansız gelen sarsılışla olsun.
- Biliyor musun, eksik, bencil, kusurluyum ben ...
- Uzlaşmak için söylüyorsun bunu. Sonradan kendini onarırken
yan tutacaksın, haklı çıkmaya çalışacaksın. Bencilliğini yadsıyacak­
sın . . .
- Hayır, acının içinde yakaladım kendimi. Beni geliştirecek ilk
aşama olacak bu. Anlamlı ve sürekli olana yöneltecek beni. Yardım
eder misin? Seni ve insanları sevebilmem için ...
Kolunu omuzuma sardın. Kumların üzerine oturduk. Bir koyver­
sem kendimi. Nasıl anlatılır ya da bilebilsem. Sözcüklere sığınma­
dan, onların dışında. Ama gene de söyleyerek ve aceleye getirme­
den, uzun uzun ... Kendimi atlamayı öğret bana. Sen benim el sürül­
medik yanımsın. Genişlet beni ...
- Becerebilir misin?
- U mutsuz musun?
- Evet, çok zor.
- Gene de denemek istiyorum.
- Sendeki kibir güvensizlikten geliyor. Ama bu durgunluk sıcak-
lığı, içtenliği donduruyor. Uzak, yabancı ve yalnız kalıyorsun ...
- Aramıza kimin, ne zaman, ne yolla girebileceğini düşünür ol­
dum. Çünkü her an bitirebilmenin ve yepyeniye başlamanın rahatlığı
içindesin sen ...
- Hayır bana sahip olduğunu yaşadığın için. Bütünlenmemiş bir
sevgi çünkü. Kurallara uygun ama yaşamın ayrımsız karışıklığı için­
de belirlenmemiş . . . Senin dışındaki bir çok insanı da başka biçimler­
de sevebileceğimi anlamak istemedin ...
- Değişeceğim. Bu birdenbire elle tutulacak kadar kesin olma­
yabilir ama istiyorum. O yanılmaların dışında kalamayan, görüp ge­
ne de durduramadığım yanlışlar yaşadığımız deneyin içinde eriyor.
Hem şimdi anlıyorum, hep bir şey ölüyor, kendiliğinden bir sonraki­
ne geçiyoruz. Benimle yaşamak istiyor musun?
- Evet. Ama bunu kesin bir sözveriş olarak almamalısın. Yarın
ayrılacakmışız gibi rahatlıkla istiyorum. Oysa sen ayrılıkları ve bera­
berliği abartıyorsun. Coşkuyla üzerlerine varıyor, sıkıca yakalamaya
çabalıyorsun.
1 00 İnci A ral

- Senden ayrıldığımda, beraberliğin o olağan umursamazlığının


dışına çıktığımda anladım bunu. Korunak yıkıldığında yani.
Öptün beni. Beyazın üzerine kocaman kanatlı mavi bir kuş düş­
tü. Beyazla hem uzak hem yakın bir mavi. Hem gök mavisi hem ge­
ce. Belki mavi değil de acının coşkuya, sevginin dirence dönüşmesi.
Saçlarını okşuyorum.
- Saçların ne güzel...
- Niye ama?
- Bir çocuk kadar açık ve içtensin. Gülüşünü seviyorum ve seni.

Uyurken gövdenin aldığı biçimi iyice biliyorum. Bacaklarının


kollarının nasıl savrulduğunu. Başının yerini. Sabahları anımsayama­
dığın düşlerini de. Şimdi uyuyorsun, ben seni boyuyorum ve kendi­
mi yeniden. Ölçüsüz çoğalıyorum. Us ve duygu, alışılmışla yepyeni,
apaçık olanla kavranamayan, kuşkuyla mutluluk, acıyla sevinç çarpı­
şıyor. Biliyorum, bu çatışma beni yeniden biçimleyecek. Sevgiye biç­
tiğin kalıbı da. Bütünleneceğim. Çünkü, tabaklar tencereler, kova­
lar, aynalar ve perdeler sonsuza dek sürmez...
Nazlı Eray (1945)

GÜLEN GÖZLER PASTANESİ

İkidir böyle oluyor. Pazar sabahı uyanır uyanmaz dayanılması


güç bir acı duyuyorum. Bunu sana anlatabilmem olası değil. Yoksun,
yanımda değilsin. Sana olan sevgime bile i nanmıyorsun. Kim bilir
neler geçirdin; 'Dört ay birbirimizi görmeyelim, ' dedin.
On beş gün oluyor, korkunç bir acı yaşıyorum. Yavaş yavaŞ gü­
cüm kesiliyor, işte o zaman ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra ağ­
lıyorum yatağımın içinde. Olanları anlayamıyorum. Anlamadığım,
bilmediğim şeyler olmuş besbelli . . . Nasıl dayanılır bu acıya, bilemi­
yorum. Sen benim en çok sevdiğim insansın. Üç buçuk yılımız dolu
dolu birlikte geçti. Ne çok sevdin beni ... Bir dediğimi iki etmedin.
Atanıp, Ankaraya 1 1 0 km. uzaktaki ilçeye gittin sonra. Yanına
annen, ailen geldi.
Sende neler oldu bilemiyorum.
Ben, ikimizi de, çok, ama çok mutlu zannediyordum.
Artık çok para kazanıyordun. Hafta sonları geldiğinde en güzel
lokantalarda yemek yiyor, eski yoksul günlerimizin acısını çıkartı­
yorduk. (Şimdi düşünüyorum da, belki ufak mutfakta değişik ye­
mekler hazırladığımız günler, yaşamımızın en yalın, en mutlu zaman­
larıydı. Belki de en büyük boy renkli televizyon, en büyük frij der, en
pahalı mikser, sitelerden birlikte beğendiğimiz en rahat ve geniş ya­
tar koltuk bizi tuhaf bir biçimde birbirimizden ayırdı ... )
Bir gün,
' Yanlış ilişkim yüzünden yapayalnızım. Mutsuzum. Benimle ko­
nuşmuyorsun, bana bir şey anlatmıyorsun ... Ben de sana anlatmıyo­
rum oraları ... Zaten oralarda bir şey yok. Dinlerken sıkılıyorsun. Oy­
le algılıyorum. Senin çevren geniş. . . Ben yokken sen burada mutlu­
sundur,' dedin.
Ne saçma laflardı bunlar.
Ağlamaya başladım.
Salonda, koltukta yanında oturuyordum.
' Seni öyle çok seviyorum ki,' dedim.
Sanki şaşırmıştın.
'Sahi, senin sevgin aynı mı ? " diye sordun.
' Evet, aynı . Onu değiştirecek bir şey olmadı ki, dedim doğallıkla.
'Demek bende bir şey var,' dedin. ' Eski coşkum, eski heyecanım
yok. Farketmiyor musun? Her şey boş . . . Anlamsız ... Boşluktayım.'

1 01
1 02 Nazlı Eray

Senden ilk kez duyduğum bu laflar yüzüme, beynime tokat gibi


patlamıştı. Şaşkındım. Çok şey yapılabilirdi. O an hiçbir şey yapama­
dım.
Seni seviyorum. B u ilişkinin böylece kaybolup, unutulup gitmesi­
ne dayanamam. Yüreğim elvermez buna.
Mektuplar yazdım sana. Aradaki uzaklığı, 1 1 0 kilometreyi kıra­
cak, parçalayacak mektuplar. .. Aslında 1 1 0 kilometre öyle kısaydı
ki ... Mektupların çoğunu ekspress attım.
H�r gün, günde birkaç kez arardın beni. Yıllardır alışmıştım bu­
na. Birden hiç aramamaya başladın? Her çabam yanıtsız kalıyordu.
Ne yapılabilirdi ... Ne yapabilirdim ki ...
Sen berıim en iyi okurumdun bir zamanlar. Mektup yazmaktan
vazgeçtim. Sana, sevgimi anlatan öyküler yazmak istedim. O hiçbir
zaman inanmadığın, güvenmediğin sevgimi haykıracak öyküler. ..
Ben de böylece birdenbire kendimi içinde bulduğum şu karabasanı
seninle paylaşabilecektim.
B ugünlerde hep bir mucize olsun istiyorum. Bir uykudan uyan­
sam, yeniden mutlu olsam. Şu korkunç acı bir geçse...
Sen beni üzen bir insan değildin ki. Hep yanımdaydın. Dükkan
dolaşsam yanımda olur, berbere gitsem beni kapıdan alır; ne bile­
yim, benim düşenemeyeceğim gereksinimlerimi sanki benden önce
düşünürdün.
Ah, bir mucize olsa !
Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi böyle acı çekeceğim. Ve sen
hiçbir zaman bilmeyeceksin bu korkunç boğuntuyu, bu çaresizliği ...
Her zaman önünden geçip de, içine girmeyi hiç akıl etmediğimiz
Dikmen yolundaki Gülen Gözler Pastanesi ' ne gitsek ...
El ele otursak içeride ...
Hava buz gibi soğuk olsa. İ kimizin de nefesi buhar olup, havada
birbirine karışsa ... Garson bize sıcak çay getirse...
Gülen Gözler Pastanesi ' nde, birbirimize bakarken, öylece taşlaş-
sak ...
Sonsuza değin orada kalsak.
Dikmen yokuşunun kırlık, unutulmuş bir köşesinde ...
Sanki Stromboli yanardağının lavlarının altında kalıp, heykelleş­
miş, yüzyıllık sevgili gölgeleri gibi . . .
'Ne olur, bir mucize olsa,' diyorum. Gözyaşlarım yanaklarımı
yakmaya başladı.
Sevgili insan, duy beni! Ne olur, duy beni ... Kendine ve bana gü­
ven.
Birden kapı açılıversin.
Her zaman yaptığın gibi gir içeriye. Sarıl bana ... Bitsin bu kara-
Gülen Gözler Pastanesi 1 03

basan.
Ama odamda yalnızım. Yeni boyattım duvarları. Tepede, senin
bana geçen hafta armağan ettiğin Japon lambası asılı. Başucumda, o
gece pizzacıda kutusu ile masanın üstüne koyduğun armağan; uçuk
mor renkli saat... Ertesi gün getirdiğin kırmızı karanfiller. .. Senden
bana son kalan şeyler işte bunlar.
Yeni açılan otelin çay salonunda oturmuştuk. Seni çok özledim.
O günden sonra bir daha hiç görmedik birbirimizi.
Evet, Gülen Gözler Pastanesi ...
Hep aklımda orası.
Bak gene ağlıyorum.
Yarın doktoruma gideceğim.
Verdiği ilaçları alıyorum.
İçim yanıyor, buna can dayanmaz. Yok yere onca güzel şeyin yok
olup bitmesi kahrediyor beni. Ufukta kaybolmak üzere olan, uzakla­
şan, giden bir geminin izi gibisin. Renkli ışıklar, kahkahalar, güverte­
deki cazbant 'ın sesi; dans edenler. .. Mutluluk ... Uzaklaşıp, gidiyor.
Ah, ne olur, bir mucize olsa !
Belki böyle üzüldüğümü, ağladığımı bilsen, dayanamazsın. Çün­
kü yıllardır çok sevdin beni ...
Ama senin yanında hiç ağlayamam. Belli edemem sevgimi.
Yatağımda döndüm. Kulağımın dibinde incecik bir fısıltı duy-
dum.
" Ağlama. Nasılsın? " diyordu bir ses.
Başımı kaldırıp baktım. Sen oradaydın.
Ufacıktın, başparmağım büyüklüğündeydin. Üstünde Avni 'den
birlikte aldığımız yeni gömleğin vardı. Hani dayının oğlunun nişanı­
na giydiğin ...
Siyah montun kolunun altındaydı. O gece, birlikte seçmiş olduğu­
muz çiçek çok beğenilmiş; sarı bir ikebana aranj manı idi; dönünce
bana anlattıydın . . .
Yatağımda doğruldum. Gözyaşlarımı durduramıyorum k i , ne
korkunç ... Sana yağmurlu bir günde pencerenin ardından bakar gibi­
yim.
Yastığımın üstüne bağdaş kurup oturdun. Elimle dokundum sa­
na. Bana bakıp gülümsüyordun. Yumuşacaktın. Her şey düzelmişti.
Zaten her şeyin neden bozulduğunu ben hiç anlamamıştım ki.
Gözlerime inanamıyorum.
" İyi misin? Rahat mısın orada? " diye sordum.
Yastığın üstünde oyuncuktan yuvarlandın, ödüm koptu yataktan
düşeceksin diye; kenara gelmeden tuttum seni. Avucumun içinde
dimdik ayakta durdun. gözlüklerini düzelttin.
1 04 Nazlı Eray

Yatağımın başucundaki masada, renkli küpelerim, nazarlıklı kol­


yem duruyor. Senin armağanın mor renkli saatin ve petrol rengi iki
yuvarlak ebruli küpenin arasına koydum seni.
Bir aşağı, bir yukarı yürüdün, hemen ilaç şişesini gördün. Senin
boyundaydı. Kapağı omuzuna geliyordu. Bir iki adım geriye çekilip,
üstündeki yazıyı okudun.
" Çok almıyorsun ya bundan, dedin.
" Yok, " dedim. " B azen ...
"

Masa üstünde, okuma lambasının dibinde dolaşıyordun, ince


uzun bardaktaki gece suyuna baktın. Sonunda kenara oturdun.
" İşlerin nasıl ? " diye sordum.
" İşler iyi . . . Bu hafta çok hasta vardı. Doğum çoktu ... Kürtaj da
öyle , " dedin.
" İşte paralar! " diyerek cebinden yüzlerce mini mini banknot çı-
karıp bana verdin.
Seni usulca elimin içine aldım, odada şöyle bir dolaştırdım.
" Nasıl, yeni boyattım odayı, güzel olmuş mu? " diye sordum.
" Çok iyi olmuş. Japon lambası biraz eğri takılmış ama," dedin,
tavana bakarak.
İnanamıyorum. Yanımdasın işte! Benimsin. Sevgin gözlerinden
okunuyor ... Mutlusun, huzurlusun . . . Her şey eskisi gibi.
" Karnın aç mı? " diye sordum.
" N e var ki yiyecek? " dedin.
Düşünüyorum, ne verebilirim sana. Çukulatalı bir badem şekeri
bulup getirdim, verdim eline. İki elinle tutup, ucunu zorla ısırdın.
" Mmm ... İçi portakallıymış, " dedin.
" Bu mavi küpeler yeni mi? "
" Yeni . . . Geçen gün pasajdan aldım . "
Avcumun içinde sıcacıktın, kıpır kıpırdın. Gözlüklerini düzelttin.
Usulca karnımın üstüne bıraktım seni. Kadife sabahlığımın kıv-
rımları arasında dolaşmaya başladın. Çıplak bacaklarımın oraya
doğru gittin. Sabahlığın kalın kuşağının üstünden yavaşça atlayıp,
çıplak bacağımın üstünde yürümeye başladın. Kaşla göz arasında
ayakkabılarını çıkartmıştın. Yalınayaktın. Ufacık ayaklarının bacağı­
ma değişini duyumsadıkça içim ürperiyordu.
Sen, uzun bir yürüyüşe çıkmış gibiydin. Bodrum 'da, Turgutre­
is'te; güneş batarken, uçtaki kumsalda yürüdüğün gibi doğallıkla
aşağıya doğru iniyordun.
Ayağıma ulaşmıştın.
Pembe ojeli tırnaklarımın orada oturdun bir an. Eğilip, tırnakla­
rıma dokundun. Ayağım senin yanında, dev bir firavun heykelinin
ayağı gibiydi. Ama yumuşacıktı. Canlıydı.
Gülen Gözler Pastanesi 1 05

Tırnaklarım etkilemişti seni. Pembe sedeften bir aynaya bakar gi-


bi bakıp duruyordun onlara.
Aklına bir şeyler gelmişti. Hemen anladım.
" Ne düşünüyorsun, söyle bana? " dedim.
Bakıyorum, saçların azıcık uzamıştı. Eski kot pantolonun vardı
üstünde. Ayağımın üstüne sırtüstü uzandın. Ellerini başının altına
koydun. Gökova ' yı ilk gördüğünde de tıpkı böyle yapmıştın. Oracık­
ta palmiyenin altındaki bir tahta banka uzanıp denize ve gökyüzüne
dalmıştın.
Dünyanın en mutlu insanıydın o an. Öyle bir fotoğrafını çekmiş­
tim. İçerideki albümde durur.
" Yorulmuşum ... Biraz dinleniyorum ... Her yanım ağrıyor. .. Ora­
daki ev soğuk, ısınamıyorum, " dedin.
" B acı nasıl, bacı? " diye sordum.
Bacı senin yanında çalışan yoksul kadıncağızdı. Ona birlikte açık
mavi renkli, gömleklik kumaş almıştık. Mersa 'dan ... Kumaş az gel­
miş, kolları kısa olmuştu gömleğin.
Bacı, kürtaj odasında hastanın yanında duruyordu. Ben hiç gör­
medim onu ya, senin anlatmandan iyice tanıyor gibiyim. Fak Fuk
Fon ona bir inek vermiş. Sana plastik bir kaba yoğurt yapıp getiri­
yordu. Bir geldiğinde bana da getirmiştin. Tatlı, güzel bir yoğurttu.
Onu yemiş, televizyondaki eski bir cinayet filminin yarısını izleyip
yatmış, o gece ikimiz de derin bir uykuya dalmıştık.
Ayağımı salıncak sallar gibi usul usul sallamaya başladım. Ellerin
başının altında, göğsünü şişirmiş, öylece keyifle yatıyordun.
" Seni en çok ne zaman özlüyorum biliyor musun ? " diye sordum
usulca. " Acım en çok ne zaman dayanılmaz bir hal alıyor, biliyor
musun? İkimizi İzmir'de düşündüğüm zaman . . . Hani beni İzmir'e ilk
götürdüğünde faytona binmiştik ... Alsancak'tan Şirinyalı'nın oralara
kadar götürmüştü bizi faytoncu. İ lkin konuşmuş, pazarlık etmiştik
onunla. Sonra senin eski bekar evinin olduğu caddenin başında fay­
tonu durdurmuş, bir şişe mandalinalı schweppes vermiştin adama.
Öğlen sıcağında adamın onu kana kana içişi hiila gözümün önünde.
" Sonra vapura binip Karşıyaka'ya geçmiştik. Dolaşmıştık oralar­
da, ara sokaklara girmiştik. Kurabiye fırınları bulmuştuk. Anımsıyor
musun oradaki postaneyi? ... Ne değişikti. O faytoncu da ilginç bir ih­
tiyardı. Bize hep cezaevini anlatıp duruyordu. Biz faytonun körüğü­
nün altında fotoğraf çekmeye uğraşıyorduk.
" Benim eski makinemin kapağına bir şey olmuştu, bir türlü kapa­
tamıyordum.
" Daha sonraları gittiğimizde İzmir' de gece de kalmaya başladık.
Sen annenlere giderdin, ben Ankara Palas Otel 'indeki, o her zaman
1 06 Nazlı Eray

kaldığım odamda geçirirdim geceyi. Zaman çoğunluk ilkyazdı. Üstü­


me pikeyi çeker, eski otel 'in yüksek tavanına bakıp uykuya dalar­
dım. Sabah yan odadaki adamın öksürükleri ve lavaboda genizini te­
mizleyişinin çıkardığı seslerle uyandığım olurdu. Ne de olsa, eski ve
ucuz bir oteldi burası. Kalanların çoğu, köylü, öğrenci ya da parasız
turistti.
" Uyanır uyanmaz hemen giyinir, aşağıya iner, o çok sevdiğim
Kemeraltı' nın insan sesi dolu kalabalığına girip çıkardım. Otele dön­
düğümde sen gelmiş olurdun.
" İkinci Kordon'da bir dükkanda Marilyn Monroe ' nun posterini
bulduğumuz günü anımsıyor musun? " diye sordum.
" Anımsıyorum, " dedin. " Ne sıcak bir akşamüstü varmıştık İz­
mir'e. Hava boğucuydu. Gökyüzünde batmak üzere olan kıpkırmızı
bir güneş vardı. İnsanlar Kordonboyu' nda, yol kenarındaki pastane­
lerde, telefon kulübelerinin önünde kümeleşmişlerdi, Kent'e iner in­
mez boğucu sıcağı algılamıştık. Sen soluk alamıyordun, yüzün benek
benek terlemişti. "
Ayağımın üstünden yere atlamış, şimdi bej renkli balımın üstün­
de dolaşıyor, bir yandan da o sıcak İzmir akşamüstünü anımsadıkça
anlatıyordun bana.
Yatağımın kenarından yere eğilmiş, seni halının üstünde izliyor­
dum.
" Arabayı Alsancak 'ın orada bir sokağa park etmiştik, " dedin.
" Arabanın içinde bir süre senin Bağdat yelpazeni aradık. Hurma
saplarından örülmüş, sana rahmetli anneannenden kalan yelpazeyi.
Sanki yer yarılmış, yelpaze yok olmuştu. Fazla zaman kaybetmek is­
temiyorduk; arabayı kilitleyip hızlı hızlı caddelere ve sokaklara dal­
mış; kent'e bir önce geldiğimizde, dev bir Marilyn Monroe posteri
görmüş olduğumuz çerçeveci dükkanını aramaya başlamıştık.
" Yolda yürürken hep doktor tabelalarına bakıyorduk. Kimi çok
büyüktü, kimi kirlenmiş ve unutulmuş gibiydi.
" Sonunda Marilyn'in bize duvardan baktığı dükkanı bulduk. Ma­
rilyn beyaz tülden bir balerin giysisi giymiş, yalınayak, yüzünde hü­
zünlü bir bakışla bize bakıyordu. Canlı gibiydi. Hemen çerçeveyi
sardırıp, kollarımızda Marilyn Monroe, arabaya döndük. Onu özen­
le bagaja yerleştirdik.
Bunları anlatırken, tüylü kışlık terliğimin içine girmiştin.
" Bak, burası çok rahat. Sıcacık, dedin.
" Üşüdün mü yoksa? " diye sordum. " Dışarıda hava buz gibi. Kar
bekleniyor bugün. "
Renkli yün çorabımı yorgan gibi üstüne çekmiştin. Yan dönüp,
gözlerini kapattın.
Gülen Gözler Pastanesi 1 07

" Uyudun mu yoksa? " diye seslendim.


" Yok canım, uyumuyorum. Dinleniyorum biraz," dedin.
Yere, terliğimin kenarına oturmuş, seninle konuşuyorum.
"O sıcak İzmir gecesinde beni Otel'den alıp Pavyon Sokağı'ndaki
bir çöpşiş'çiye götürmüştün. Ne çok çöpşiş yemiştim. Sonunda Asan­
sör semtindeki bir bakkaldan soda almıştın bana.
" Resepsiyondaki çocuk artık tanıyordu beni. Her zaman bana
verdikleri ikinci kattaki odayı vermişti. Kemeraltı 'ndan alelacele, be­
yaz üstüne koyu lacivert puanlı bir gecelik almıştım. Sen arabayı
kentin merkezindeki bir garaja park etmiştin.
" Otelde sular kesikti. Saçımı fırçalayıp inmiştim aşağıya. Tüm
bunları anımsıyorsun, değil mi? " diye sordum.
Terliğin içindeydin.
Tek gözünü açıp baktın bana.
" Anımsamaz olur muyum? Hepsi aklımda, " dedin.
O, an, odanın bir köşesinden düzenli nal sesleri ve bir atın ho­
murtusu geldi kulağıma.
Dönüp baktığımda, İzmir'deki faytoncunun, atı ve faytonu ile sü-
pürgeliklerin oradan bize doğru geldiğini gördüm.
Heyecanla bağırdım:
" Şuna bak ! "
Miniminicik bir faytondu bu, at da ufacıktı, faytoncu hasır şapka­
sını çıkartmış, bizi selamlıyordu.
Sen hemen terliğin içinden fırladın, koşarak faytona doğru gittin;
faytoncuya:
" Odayı dört kez kaça dönersi n ? " diye sordun. Bir yandan da be­
ni çağırıyordun yanına.
" Gel, bak; bizim faytoncu! Gel, binip dolaşalım, diyordun.
Sen faytona atlamıştın bile. Faytoncu kamçısını şaklatmaya hazır­
dı.
" Nasıl binebilirim ben o faytona? " dedim. " Ayağım bile sığmaz
onun içine . "
" Hadi gel; hadi, b i r ayağını a t ! Ne olursun; korkma, bir dene! " di­
yordun.
Uzanıp senin ufacık elini tuttum. Yahu çok mutluyum: Sen gel­
din ya. Her şey yolunda ya . . . Yarın sabah ilk uyandığımda o korkunç
acıyı yaşamayacağım ya ...
Birden fayton sarsıldı.
Sen beni yukarıya çekiyordun. Sonunda ikimiz de faytonun için­
deydik. Havada hafif bir at pisliği kokusu vardı. Faytonun körüğü
kapalıydı. Onu biraz arkaya itince önümüze İzmir serildi.
Birdenbire İzmir'i yeniden görünce dayanamadım, ağlamaya baş-
108 Nazlı Eray

!adım. Gözlerimden iplik gibi yaşlar süzülüyordu.


Sana haktım.
Yanımdaydın.
" Öldüm mü yoksa? " diye sordum kaygıyla ... " Öyle mutlu ve hu­
zurluyum ki. Acaba öldüm mü? Ne olur bana doğruyu söyle. Yoksa
ilaçlardan fazla mı aldım? "
Gülüyordun.
" Yok, ölmedin. Yanı başımdasın. Yaşıyorsun. Bak, Pasaport 'tan
geçiyoruz. Sen oradaki kahveyi çok seversin," dedin.
İskeleye bir vapur geri geri yanaşıyordu. Öğlen zamanı olmalıydı
İzmir' de.
Yahu, yaşamak ne güzeldi!
Sinirlerim bozulmuş benim. Gözyaşlarım durmuyor. ..
Sen faytoncuya uzandın.
" Şirinyer'e, Buca ' ya çek ! " dedin.
Tüm sıkıntılarım geçti.
İyileştim artık.
Fayton tıkır tıkır İzmir sokaklarında gidiyor.
Ağlamam da birazdan duracak .
... Faytonun gıcırtısı, atın düzenli nal sesleri usul usul uzaklaşıp
gitti.
İzmir'i yavaş yavaş bir sis kaplıyordu.
İnmiştik faytondan.
Odamın içindeydik.
Ama sen kaybolup gitmemiştin. Ufacıktın. Parmak kadardın.
Yerden bana bakıyordun.
Aldım seni, göğsüme bastırdım.
" Biliyor musun, ne güzel bir pazar günü geçirdim. Artık rahat
uyuyabilirim. Sakın gitme, " dedim .
" Yok, ben hep buradayım. Ne olursa olsun, yanındayım senin,
dedin.
Seni sevgiyle; zamanın uçuşunu gösteren, bana armağan etmiş ol-
duğun uçuk mor renkli saatin yanına bıraktım.
Yatağıma girdim.
B.aşımı yan çevirdim, elimi sana uzattım .
Öylece yattım.
Zeynep Avcı (1947)

"ASLINDA BEN SENİ... "

" Beni sevemez misin? " diyordum.


Karlı bir gündü. Üşüyorduk. Tuhaf bir kahveye sığındık. On da­
kikada dumanaltı olmuştuk. Öksürükler biraz hafifledikten sonra
sordum:
" Beni biraz olsun sevemez misin ? "
" Sevemem," dedi. Sesinin tınısını anlamaya çalıştım önce, sonra
bundan da vazgeçtim.
Ilınmış çaydan bir yudum aldım. Sesimi çıkartmıyordum, ama ga­
liba kızgınlığa benzer bir duygu bürüyordu içimi. Soğukkanlılıkla
davranmış olmak için donuk denebilecek bir gülümseme ile yüzüne
baktım. " Neden ? " dedim.
Ceplerini karıştırıyordu. Sorumun yanıtını bir an önce alabilmek
için telaşla bir sigara sundum ona. Aradaki kısacık süre sorumu
unutturmuştur diye korkarak yineledim: " Neden beni sevemezsi n ? "
Köşeye sıkışmış gibiydi. " Sevgi görece bir şeydir, " dedi.
Bekledim sürdürmesini. Yüzüne önemli bir anlam takmıştı. Bir
yandan da kaçamak bakışlarla kahvedekileri gözlüyordu.
" Tavla şakırtısı oldum olası sinirimi bozar, " diye olmadık bir laf
etti.
" Sevgiden söz ediyorduk. "
" Görecedir diyordum. "
" Sevgi görece bir şey olduğu için mi beni sevemezsin? "
Yeniden cebine davranıyordu. Sigarası yandığına göre neyi aradı­
ğını kestiremediğimden beklemeyi yeğledim. Bir kağıt mendil paketi
çıkardı; öteki mendillerin düzenini bozmamaya - bence gereğinden
fazla - özen göstererek bir mendil çekti; çıkardı; gayet temiz görü­
nen burnunu temizledi. Kağıt mendili avucunda yuvarlayarak yüzü­
me baktı.
" Bunca önemli mi sevilmek? " dedi.
" Bir soru sormuştum; yanıtlandığını sanmıyorum," dedim ben
de. Tastamam böyle düşünüyordum. Onca zamandır tanışıklığımız
vardı üstelik. Şu habis soruyu sorana dek - düşündüğümden biraz
eksik ya da fazla olabilir sanmama karşın - beni sevdiği kanısınday­
dım.
" Aslında yanıtladım: farkında değilsin, dedi.
Avucundaki dertop olmuş mendili didikliyordu. Yüzüme bakma-

109
1 1 O Zeynep A vcı

dan " Aslında klasik anlamda, severim seni " , dedi, " ama istediğinin
ne olduğu seziyorum. Öylesine bir sevgi olacak şey değil. İşin içine
sahip olma duyguları, kıskançlık, toplum filan giriyor. .. Bunları aş­
tım ben ! "
Öksürükten boğulmak üzereydim. Son cümlesini anlayamadığım
için yineletmek zorunda kaldım. Bir bardak su istedim kahveciden. Bu­
nun için de kahve ocağına kadar boğula boğula gidip adamın boşluğunu
yakalamaya çalıştım. İki yudumdan sonra biraz duruldu öksürüğüm.
Masaya döndüğüm zaman biraz önce aldığımız gazeteyi okuyordu.
Bense bir türlü uzaklaşamıyordum konudan.
" Demek ki bir şeyleri aştığın için beni sevemiyorsun. "
Ciddi biçimde yüzüme baktı.
" Anlamıyorsun, " dedi, " sevgi önemlidir. "
" Yani beni seversen önemsiz bir şey mi yapmış olursun ? "
Masanın üstüne abandı. Aynı ciddiyetle yine baktı bana. Çok
ciddi baktığını anlamadığımdan kuşkulanıyordu. Konuşsun diye
bekledim; konuşmadı. Bakışlarımdaki soruların çokluğunu anlama­
dığını anlamam uzun zaman aldı.
" Ben seni aldatamam, " dedi bu kez. " Şu güne kadar bir sürü in­
san bir sürü başka insanı aldatıp, onlara sevdiklerini söylediler. Ama
ben artık yokum böyle bir aldatmacada. "
Demek bir zamanlar varmış, diye düşündüm.
Ayaklarım üşümeye başlamıştı. Plastik çizmelerin içinde donmuş
gibi sızlayan parmaklarımı oynatmaya çalıştım.
" Yani beni sevdiğini söylersen , bu bir aldatmacadan öte bir şey
olmaz, öyle mi? "
"Ta kendisi ! " dedi.
" Peki, kimi sevebilirsin?"
Ceplerinden birinde yeni bir sigara paketi bulmuştu. Paketin ka-
ğıdını açtıktan sonra gözlerini devirerek bana baktı.
" Bu koşullarda hiç kimseyi . . . " dedi .
Rahatlamış mıydım?
" Seni seviyorum, " dedim. En kötü ancak böyle söylenebilirdi.
" Bana şaşıyor musun? " dedi.
Şaşkınlık değildi düşündüklerim. Ayaklarım o denli üşümese,
kahve o denli dumanlı olmasa, belki anlatabilirdim. Ama zaten içim­
den bir şey anlatmak gelmiyordu.
" B u koşullarda kimseye şaştığım yok," dedim.
" Aslında seni çok severim," dedi.
Teşekkür ettim.
Feyza Hepçilingirler (1948)

KIRIK CAM MAVİSİ

" İşte seni seven benim/ Senin aşkından ölenim " Mırıltısız, kıpır­
tısız, içinden söylüyor şarkıyı, bir yandan akşam yemeğini hazırlar,
bir yandan camdan küreleri çarpıştırıp dünyalar yıkarken içinde. Ya­
payalnız olduğu halde tek hecesi yanlışlıkla dudaklarından döküle­
cek olsa geri dönülmez pişmanlıklar duyacak. Kimsenin bilemeyece­
ği kadar gizli olan bu. Açık olansa: Hak etmişti, bana öyle davran­
mamalıydı düşüncesi. Merve istediği için onunla birlikte olmuştu.
Kendisini mutlu etmekle görevli biriymişçesine davranamaz Önder,
davranmamalı; davranınca da cezasını çekmeli. Onuru incinmese yi­
ne böyle cezacı olmazdı; ama sevmenin yardımcı öğesi olamayacağı­
nı akıl etmeliydi Önder; aşkının nesnesi olmaya razı gelmeyeceğini.
Önder için aşk esas, aşkın nesnesinin ise aşkı kadar önemi yok, deği­
şebilir, yenilenebilir, belki değişmeli ve yenilenmeli diye düşünüyor;
bu yüzden o, noktalanan yerden sürdürebilir kolayca, yeni bir nesne
bularak, Merve ise kişiliğini düğümlü bir top yapıp oturabilir ancak,
ağdalanmış karanlık sulara dalıp dalıp çıkar böyle. Şey' leşmekten
korkmayın, özellikle kendi gözünde şeyleşmekten korkmayan insan
var mı var? Merve de korkuyor,'açıkçası bu. Çok kötü günlerdi. Da­
yanılmaz bir yenilmişlik duygusunu tüm ağırlığıyla üstünde taşıyor,
bu duygunun altında eziliyordu. Şimdi böyle düşünmesi, kendini ba­
ğışlatacak neden arama sevdasından değil, hayır, suçlu ilan edilmeye
ve cezasını onurla göğüslemeye, bağışlanmaktan çok daha fazla is­
tekli görüyor kendini.
Gerçek bir kaçıştı yaşadığı ve bu kaçışı bağışlatacak neden aramı­
yor.
Kimi yanlışlar yaptığını biliyor, kimilerini hala sürdürmekte oldu­
ğunu da. Oysa yanlış yapmamak üzere yetiştirilmişti, kendine biçile­
ni yaşayan, boyun eğen, başkaları için iyi bir kız olarak. İyi bir insan
değil, iyi bir kız. Bu ikisi arasındaki ayrım neyse ona direndi yıllarca,
şimdi, iyi bir insan olmak bile umurunda değil, kime göre iyi? Hep
ikili seçenekler arasında bırakıldı: İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru
ile yanlış. Başka seçenek yok mu? Ara seçenekler? Açık mavi, koyu
mavi, gece mavisi, lacivert, safir lacivert, boncuk mavi, balkanik, gök
mavi, endigo, turkuvaz, camgöbeği ... Pekala camgöbeği mavi olmaya
karar verebilmeli insan. Bu yaşta bile halii bir, kişilik savaşımı verdi­
ğinin kimse farkında değil, ne kocası, ne kızı, ne de Önder. Önder bi-

ili
1 1 2 Feyza Hepçilingirler

!erek yapılmış bir yanlışlıktı, yanlışlıklara olan güvenini güçlendire­


ceği umudu taşıyarak; çünkü şimdi artık yanlış yapmada bir çeşit er­
dem buluyor, bu kesin; ama hala beyazla siyah arasında bocalıyor,
bu da kesin. İyi bir kadın, iyi bir eş, iyi bir anne olmak, ben olmakla
çelişiyor ama ben olmak ne? Ben olmanın nasıl bir şey olduğunu bil­
meden ben olunamıyor. Şimdi yarı pişmiş durumdaki yemeklerin al­
tını kapasa, fırlayıp çıksa, diyelim sinemaya gitse, tek başına, kimin
koyduğu belirsiz bir yasağı kırmış olacak belki; ama ben olmaya bir
adımcık yaklaşmış olacak mı? İşte Önder'den bunları beklemişti, ve­
remeyeceğini bile bile, kimse veremez; çünkü bu, kendisiyle yine
kendisi arasında yapılacak bir hesaplaşma. Yıllardır kendini, yasak­
lar, kurallar, doğru olanlar, iyi olanlarla çepçevre kıstırılmış buluyor.
Her gün işe giderken iyi bir makyaj yapılacak, gözler, dudaklar bo­
yanacak, boyalı değilmiş gibi, doğalmış gibi ama boyamak gerek,
kendini bir elma şekerine çevirecek, tadına bakılması yasak meyve­
ye; iyi, anlayışlı, sevecen insan oynanacak gün boyunca ve işten dö­
nünce de iyi, anlayışlı, sevecen olunacak. Giyimine, kim için, ne için
olduğu bilinmeden özen gösterilecek, sen renkleri ve uyumlarını çok
iyi biliyorsun şekerim. Rahmetli resim öğretmeninin dediği gibi, her
gün yüzünü yeni baştan yaratması gerekecek, neden ama, ne için? O
yeni yüze öylesine alışılacak ki, eski yüz kullanılmaz olacak. Gülüm­
seyen bir maske gibi boyalı bir yüz taşınacak. Yataktan kalkar kalk­
maz makyajınızı yapın, kocanız bile sizi bakımsız görmemeli çocuk­
lar, yok şimdilik o kadar değil; ama o bile niçin? Niçin yalnız Fatih
görsün çirkin - gerçekten çirkin olup olmadığını bile bilmiyor artık,
genç kızlık, çocukluk yüzünü çoktan unuttu - ve bakımsız yüzünü;
eğer başka insanların keyfini kaçıracak bir yüzü varsa, bundan koca­
sını da esirgemeli, Fati h ' in ne günahı var, bir zamanlar onu o bakım­
sız yüzle görüp beğenmekten başka? Fatih ' in, bu yalnız kendisiyle
görülüp sonuca bağlanacak hesapta hiçbir günahı yok, bir katılımı
da yok, o hiçbir şey yapmadı, Fatih iyi bir insan, rol yapmadan iyi,
doğal haliyle. Merve öyle değil. iyi olmak için rol yapmak zorunda,
Fatih, salt bu nedenle bile övülmeye, kendisine layık olunmaya çalı­
şılacak bir insan.
Günlerce izledi kendini, başka birinin gözlerini taşıyormuş gibi
üstünde, kendinden başka herkesin gözleriyle. Uzun bir süre adlan­
dırmakta güçlük çekti. Sonra birden keşfetti günün birinde, birisi
kalkmış sokak kadınını oynatıyordu ona. Hakkı yokken, ben bir ai­
lenin içine dışardan sokulan. zehiriyle iz bırakmadan kayan yılan ka­
dını oyna diyor. Önceden üstünde anlaşılmış bir rol olsa sorun çıkar­
mayabilirdi. Ama rejisör, canlandıracağı ki�inin kimliği konusunda
bilgi vermeliydi daha önce . rolüne uyum sağlayamadı işte. ne olacak
Kırık Cam Mavisi 1 1 3

şimdi? Bir yandan oynayıp bir yandan görüyor kendini, gözlüyor. Bu


rol böyle mi oynanır Merve? Sen hafifmeşrep bir rahibeyi oynuyor­
sun; namuslu bir fahişeyi oynamalısın oysa . . . Kamera stop. Bu rol
için henüz hazır değilim recisör bey. (Olacağı buydu, kenar mahalle
girdi film karesine bir kıyıdan) Bir dakika benim size kendimi anlat­
mam gerek önce ... Sen kendini anlatmıyorsun ki yavrum, açıklıyor­
sun . Bu doğru işte. Hatta biri çıkıp, sen hep savunma durumundasın,
kim oldukları bile belli olmayan birilerinin, seni ezmek için ant içtik­
lerini düşünüyor ve hep tetikte tutuyorsun kendini, dese yine haksız
olmayacak. Başkalarını bilmiyor ama Önder ufaltıyor ya da ufalıyor
karşısındakini -elbette Merve'yi de-. Hep aynı şey, saldırı ve savun­
ma mekanizmalarının birbirlerini izleyen ama bir santim ileri götür­
meyen dönüşleri; belki de dönüşümleri: Kendilerine ve birbirlerine.
Ben daha size kendimi anlatmadım ki ...
Belki de kimse kendini anlatamaz. Herkeste ne kadar çok çeşitte
kendisi var. İşte düğüm noktası: Ben, senin karşındaki kendime alı­
şamadım; o, kendim değildim. Tanışık olmadığım başka biriydi ken­
dim diye gözlediğim, bu yüzden öyle dikkatli izledim her edimini.
Selam verir gibi kendini veren bir kadın olsaydı Merve - keşke,
ne kadar kolaydı o zaman her şey - ya da çapraz bulmaca gibi kolay­
ca çözülen, ben, beni anlatacağım, diye çırpınmasına gerek kalmazdı.
Bir anlatım biçimi bulamadı kendine.
Yeni evliyken, kocasının kolunda, kendini, erkeklerin özel ilgi
gösterdikleri kadınlardan biri gibi görürdü. Paylaşılmayı hak edecek
bir güzellik taşıdığına inanmak hoşuna giderdi. Çokça yerli film ko­
kan bir tapılacak kadını oynuyormuş o zaman. Sonra güzelliğine gü­
venli, alçakgönüllü bir kadını oynamaya başladı.
Okul yıllarında birkaç oyunda rol almıştı. Müthiş bir yetenek di­
ye göklere çıkarılmamıştı belki; ama eh işte, idare etmişti. O yıllar­
dan beri oynuyor; yaşamının her anında ve yalnızca kendi görünüm­
leriyle kendini oynuyor. Bu yüzden hiçbir oyununda yalan yok ya da
Merve 'de ne kadar varsa o kadar var. Kimseye kendini kendi olarak
gösteremedi; çünkü gerçek kendini ne zaman oynadığını hiç bileme­
di, o bozulmayacak görüntüyü hiç yakalayamadı. Oyuncusu da, se­
yircisi de kendisi olan tiyatroyu canla başla getirdi bugüne. Hep gi­
bi ' lerle yaşayarak; seviyormuş gibi, seviliyormuş gibi, sevişiyormuş
gibi yaparak. Hiçbir duygunun aslını yaşayamadı, oysa oynayabildi­
ğine göre, bu duyguların asıllarının da bulunması gerekmiyor mu?
Şimdi de Öç Alan Melek ' i oynuyor. Hayır ... İşte bu doğru değil. Şim­
di gerçek bir sınav heyecanı yaşıyor.
Ne olduğunu, ne istediğini - neyi, niçin istediğini bile umursama­
yacak kadar büyük bir çekinmezlik içinde - sonuna kadar öğrenmek
1 1 4 Feyza Hepçilingirler

istiyor, kendini böyle bir sınava sokmaya ancak şimdi zaman bulabil­
di. Yalnızca bir seramik boyayıcısı mı, resitaline gidip piyanosuna
hayran olduğu adama - piyanosuna değil ama, adamın kendisine -
Merve'yi tümüyle verebilecek kadar sevme yeteneğine sahip bir aşk
susamışı mı, nasıl bir insan olduğuna hala karar verememiş bir aptal
mı, bunları öğrenmesi gerek. Bak şekerim, desenlerin arasında
önemli, bu sözüme lütfen dikkat et, önemli değişiklikler olmalı, bu
vazoları alanlar, bir benzeri daha yok diye alıyorlar, senin gibi yaptı­
ğını tekrarlamaya başladı mı insan, ne olur? Ne olacağını gayet iyi
biliyor Merve, sen en iyisi bir başka yerde şansını dene, denir; iyisin,
hoşsun ama, denir; tabii söylenebilecek en güzel biçimiyle söylenir
bunlar; ama sonucu değiştirmez. Her gün milimi milimine aynı yaşa­
mı sürerken insan, desenlerine nasıl değişiklik getirsin? Bir kuş ka­
nadı ekleyemez, uçmayı bilmiyor; yepyeni bir çiçek çizemez, eskile­
rini bile unuttu, bir gökyüzü? Eskiden varmış öyle şeyler. Düşgücü
de çalışmıyor artık, belki hiçbir zaman yaratıcı bir insan olmadı, ol­
mayacak. Hep ezberlediği figürleri çizdi, kendisine öğretilmiş rolleri
oynadı. Nan-figüratif? Müşteri öylesini istemiyor. Ancak çok büyük
bir imza taşırsa; çok büyük bir imza olmadı, olmayacak. İşte bu yüz­
den Önder'in kendisine neler verebileceğini öğrenmek istedi; Ön­
der'i ise vermeye değil, almaya aç bir insan olarak gördü, ne kötü ...
Sürekli kurulduğu için çalışan, ne bir dakika ileri giden, ne geri
kalan bir saatti yaşamı. Bir gün kurmayı unutsa ne olur, bunu öğren­
mek istedi. Kendisine biçilen rolü oynamamayı, tek bir gün doğaçla­
madan, içinden nasıl geliyorsa öyle oynamayı denedi. Sonuç: Ezber­
lenmemiş rollerde başarılı değil.
Çocukluğundan beri delirmekten korkuyordu, en çok, sarhoşlar­
dan ve delilerden, şimdi korkmuyor; belki de yalnızca delirmek,
kendini bulmaktır; ne yazık ki deliremiyor. İşten kovulmak üzerey­
ken ve kim olduğuna hala karar verememişken Önder' den beklediği
yalnızca pazarlıksız bir sevgiydi, kirletmeyen. leke yapmayan bir
sevgi. Önder ne yaptı, kalkıp onun bu eve geldiğine ilişkin izleri sil­
meye yeltendi. Karısı baskın verirmiş sık sık, gafil avlanmak istemi­
yormuş. Demek özveride bulunan yalnızca Merve. Onun da sevdiği,
üstelik saygı duyduğu bir kocası, gözünün içine baktığı bir çocuğu
var. Parfüm kullanıyor musun. kokun eve sinmiş midir, gibi bir şey­
ler gevelediğinde anlamadı ilkin, Merve ' nin çantasını, pardesüsünü,
şemsiyesini toplayıp bir koltuğun üstüne yığdığında dank etti. Hayır.
Önder Bey, her şeyin bedeli ödenmeli. Bak ben nasıl ödüyorum şim­
di, söyleyeceğimi unutmalarla, titreme nöbetleri, uyuyamamalar,
düş bile görememelerle nasıl ödüyorum, sen de göze almalıydın.
Parfüm kullanıyor muymuşum? Evet, gülyağı kullanıyorum, gele-
Kırık Cam Mavisi 1 1 5

neksel olsun diye. O anda gelmedi o parlak düşünce, bir yerlerde


makas görünce geldi: Öyle bir oyun oynamalıydım ki sana, karının
karşısında kıskıvrak kıstırılmalıydın. Tuttum küçücük bir demet kes­
tim saçımdan, giderken armağanım olsun diye - öyle ya, ayrılıyoruz
artık - sana bıraktım. Öyle kolayca kurtulacağını hiç sanmamıştım,
yoksa bu, gerçekten basit tuzağa gönül indirmezdim. Ne diyor tele­
fonda, yerli filme döndürdün, ne kadar basitleştirdin her şeyi ... Bu
benzetme her şeyi açıklamaya yetiyor zaten. Öflcenin öç almaya dö­
nüşmesinden korkmadım, bugün de korkmuyorum, hepsi bu, hep
yerli film ürünüyüz Önder Bey. Çünkü bunu hak etmiştin, çünkü is­
tesem de olamayacağım kadar - yaşamı boyunca hep iyi ' yi oynayan
benim, oyunculuk yeteneğimin tamamının karşılayamayacağı ka­
dar - adileştirdin beni.
Yüzündeki solgunluğun birden kızarmalara dönüşmesini, elleri­
nin titremesini, bu titremeyi durduramayışını hala bir kameranın gö­
zünden izliyor. Daha cesur olmalısın kızım: bu, senin sayısız sınavla­
rından biri. Sınav sonrası kendini, başarını, yere göğe koymayışına
karşın, yıllar sonra yaşamında hiçbir kapıyı açmadığını ya da kapa­
madığını, yani hiçbir değişiklik yaratmadığını anlayacağın gereksiz
sınavlardan birini daha yaşamaktasın; ama yine de yürekli olmalısın;
sınav sonrasında kendini kutlayabilmenin küçük sevinci için biricik
koşul bu.
Kendisini, kısa bir an için bile olsa fahişe gibi hissetmesine yol aç­
tığı için bağışlamayacak Önder'i, bağışlamadı. Alabileceği intikamla­
rın en korkuncuydu hazırladığı tuzak, dili damağına, eli ayağına do­
laşacaktı Önder'in, Merve de uzaktan oh diyecekti, elime sağlık, ne
güzel etmişim. Boyadan epeyce yıpranmış olmasına karşın karısına
naylon saç diye yutturabileceğini doğrusu hiç düşünmemişti. Geçen
gün eve gelen komşunun bebeğinden kesmiş, oyuncak bebekten.
Baksana şekerim belli olmuyor mu, seni denemek, azıcık korkut­
mak, küçük bir oyun oynamak için, hepsi bu ... Oysa Merve' nin çok
çektiği sancılı dönemlerden birinin buluşuydu; maske-yüzünü taçlan­
dıran en eski süslerden, kişiliğini sabitleştirmek için denediği en eski
yollardan biriydi; kimseye doğal renkli olduğunu ya da olmadığını
söylemediği doğal bir parçaydı. Öcünün alınamamış olmasından çok,
Önder 'in bu görmüş geçirmiş işbilirliği düşündürdü Merve'yi.
" İşte seni seven benim/Senin aşkından ölenim " . Mırıltısız, kıpırtı­
sız söyledi içinden aynı şarkıyı. Ne yapalım Önder Bey, biz alaturka
duyarlılıkların insanıyız, yerli film yetiştirmeleriyiz, sizcileyin uyanık
değiliz. Hoşça kal Önder Bey, aşkına yeni bir nesne buluncaya kadar
ne çok yalnızlık çekeceksin ...
Selim İleri (1949)

LATERNA MAGICA

Henüz ilk. Henüz ilk kez birbirimize hiçbir _şey söylemeksizin;


düşünce ve duygularımızı örtbas ederek, nedense konuşmayarak, bir
ağacın kovuğuna yerleştirilmiş küpten su ,içip hemen ayrılıyoruz..
Ama suskunlukları herhalde.ikimiz <;le ilk kez yaşamadık.
Bütün sevdiği insanları; geçmişte kalan· ya da şimdi birli_k te oldu­
ğu, gülümseyen, bakan, sevecenlikle raklaşan - çünkü aşk başka ne­
dir - herkesi anımsayarak ağladığını söyledi. Öyle anlamlıydı ki sesi;
durup dinledim.
Rüzgarla ve sessizce başlayan yağmur, ağustosun bittiğini, artık
sonbahardan başka hiçbir şeyin yaşanmayacağını söyledi. İşitmemek
isterdim . Issız bir yolda yürüyorduk. Karıncaların toplaştığını gör­
dük.
Ağaçlara baktım bir de; gecenin karanlığında koyu, bilinmedik
bir deniz gibiydi yapraklar, hışırtı: çekiyordu. Denizin çağrısına aldı­
rış etmeyerek, sabahı beklemeye karar verdim. Sabah, ya ğrİı ur şakır�
tılarla yağar artık - biliyorum.
Olağanüstü bir geceydi. Opera Palasın sokak kapısından çıkınca
şemsiyemi açmıştım; kumaşta ışıklar ebemkuşağıydı. Eve dönünceye
kadar bulutlar arasından solgun ay çıktı. Bu yaz nasıl geçecek diye
sordum. Yaz geliyordu.
Yağmurun çiseleyişine rüzgarın hışırtıları karıştıkça · yapraklar
çığlayıp duruyordu. İşte otuz yıl bir hışırtı gibi geçti. Önüme koyup
·

tek tek baktım cam kırıklarına.


Yaz bir serüven gibi geçti. Her yaz sonu, hayatın izdüşümleriyle
tek bir kez parlar: bu ışıktan ateşçiçekleri göverir. Bu ışıkla aydın­
lanmış sayısız görüntü, birbiri ardınca geçer. Boyna dönen fenerlerin
yanıp söndüğünü sanırız.
· ·

Başımı çevirip arkama baktım. Balkonda dµruyor ve dini ·sallı­


yordu. Resim yapan, boyayla tanışık ellerini duyumsadım; deri, belli
belirsiz pürüzlüydü. Bir papatyanı n. sarısı�a yarın pürtükler ekleye­
ceğini söylemişti. Seni seviyorum dedim içimden; her zamanki gibi .
yüzüme al bastı. Geçen ilkyaz, mayıs ayında.
İşte sesler ve yanılsamalar arasından geçiyorum. Bi.r lokantanın
döşemesine zamanın aralıklarından ışıklar yansıyor; tam da otura­
cakken denizin saydam gölgesi gözlerimizi kamaştırdı. Akşamleyin
otobüse binip gidecekti o.
1 16
Laterna Magica 1 1 7

Papatya resmi yapan bir zamanki sevgiliyi, gözlerinde deniz göl­


gelerinin oynaştığı aşkla arkadaşlığı kristal bir aynada yanyana gör­
düm. Sonra kayboldular.
Günbatımının maskeli balosuna ben de çağrılıyım. Sabaha kadar
yeni bir serüveni yaşayabiliriz: hoş geldin. Daha önce niçin tanışma­
dık; bu sonsuz bir satranç - bu gece ve her gece oynarız.
Bozkırı çağrıştıran, deniz .kıyısında, kayalık ve· akçıl bir tatil kasa­
basının zakkumlarını, boruçiçeklerini afdımda bırakarak eski bir ge­
ceye başlıyoruz. Upuzun bir dalgakıranda yürüyorsun. Orada ve her
yerde tanışıyoruz seninle. Orada sen durmadan kimlik değiştiriyor­
sun, kılık değiştiriyorsun: şimdi sensin, ama geçen yaz ya da birkaç
·

yıl önce bir başkasıydı.


Bütün sevdiği insanları anımsayarak ağladığını söylemişti. Bir ay­
naya yansıttım yaşadıgımız her aşkı. Bir kristal ansızın sayısız parça­
ya bölünebifü.
Orada ve bütün güneyde -: güneşl�r, ışık, her gece :-- ölümün albe­
nisine kapılıyorum. Şimdi· yaklaş; güzelliğin cam kırıklarını devŞire..
ceğiz. Sabah -.eıı uyor. . .

Bir tekneden ...., küçüktü, geçmiş zaman kalyonlarını hiç de �atır­


latmıyordu - kaldığım pansiyona dönüyorum. Anna Karenina'yı
söyledim mi sana?
Ak badanalı pansiyon odası duvarına kirli. ellerimle bir iz bıraka­
rak hayatı, otuz yaşımı düşüı:ıüyorum. İ şte titreyen parmakuçlarım!
Bir gün naSll olsa tanışacaksınız; bu yaşlı kadın annem. Gülümsü­
yor, kendisine sığındığımı anladı mı - çünkü artık annemin neyi an­
layıp neyi anlamadığınf açıkseçik kavramak olanaksız. Küçük bir ÇO"
cuğu severcesine saçlarını karıştırıyorum; annem gülümsüyor. Şimdi
karşı duvara vurur akşam güneşi, bir sarmaŞık gölgelere boğulur;
Dönüyorum cam kırığı tatillerin kasabasından. Bir otobüste ön­
cesiz ve sonrasız yaşadığım bir insanı terk ediyorum. Hayat yabancı­
lar arasında geçiyor. Yatiıkodamın kapısında iri bir hamamböceğinin
parlak, yanardöner kabuğu üstüne çevrilerek ölmüşİüğünü buluyo­
rum. Telefonu açıp, ben geldim tatil iyi geçmedi Bodrum'da iyi in­
sanlar tanıdım · tek güzel şey buydu Bodrum çok kalabalıktı diyorum.
Bakalım cumartesi günü telefon eder mi? Pansiyon kapısında
hafta sonu evet hafta sonu araşırız dediğimiz için, bakalım cumartesi
.günü telefon eder mi?
Sedef kakmalı küçük bir tahta kutuya kurutulmuş denizyıldızları­
nı bırakıyorum. Belki bütün bir yıl sularda solmuş maviyle bezeli kı­
rık fincan parçası hep çantamda; usulca gözetliyorum öyküsünü ken­
di kendine söyler mi diye. Köpükl€t yüzümüze sıçrarken, bir rüyada
çıkageliyorsun: al bu kırık fincan sende kalsıri.
1 1 8 Selim İleri

Evet, eve dönünce bir çay koyarım; demek dönmek zorundasın


bu gece ... - pazara peki pazara pazar günü bende kal artık ... baka­
lım ... - yoo, sözcüklerle değil, bakışlarla ... - elbet içiçe cümleler, kar­
makarışık. Gözümün ikide birde seyirdiğini, yüzümün solarak sark­
tığını fark etmeni istemem. Pazar günü beşte gelirsin, pazar günü
bende kal artık.
Bu yağmur yarın durmaz; sonbahar geldi. Bir kuş - belki bir yel­
kovan kuşu - denize çarparak geçiyordu; sen başka bir .teknede ge­
çirdiğin başka bir geceyi ve başka insanları - yüreğin dilini çözmüş­
ler miydi - anlatıyordun. Yelkovan kuşunun kanat çırpışını da dinle­
dim.
Bir fincan çay, gecenin bu saatinde iyi gelir evet; yalnızlığımızsa
yüreğin diline yeni sözcükler katar. Kırık bir ayna gibi hayat: bütün
kırıklarda bir zamanki aşkların suretleri, eller, gözlerin uzak, yakın
anlamı, bir saçın geriye atılışı, çözülen gür hir .saç demeti. Suretİere
bir yenisini ekleyeceksek, yeniden göze aJmak gerekir, ama bir kez
daha kırdığımızda ayna kaç parçaya bölünür ve kaç yeni suret işle­
mek zorunda kalırız - kestiremiyorum.
Her şey akıyor. Musluğun geceye söylenen tek tek damlaları, o
tıpırtılı ses, kaynayan suyun fokurtusu birdenbire. Hep bir yerlerim
uyuşuyor. Otomobilin penceresinde yağmur damlaları yol yol şerit­
leşmekte. Birazdan sabah. Tekneden inerek pansiyon odasına döne­
rim. Ak badanalı, henüz parmakuçlarımın damgasını taşımayan bu
odada, bir kıyıyı, bir güneşi, bazı aşkları sileceğim.
Açıkça görülüyor ki imge, sanatçının kendi zihni ya da duyumla­
rıyla, başkalarının zihin ya da duyumları arasına yerleştirilmelidir.
Bunu aklında tutarsan, sana tınzorunl ul uklakendini birbirindendo­
ğan üç şekle böldüğünü görürsün. Bu şekiller şunlardır: lirik şekilde
sanatçı imgesini kendisiyle dolaysızbir ilişki içinde sunar; epikş(:kil­
de imgesini kendisi ve başkalarıyla dolaylı bit ilişki içinde· sunar;
dramatik şekilde, imgesini başkalarıyla dolaysız bir ilişki içinde su-
nar.
Bunları okuyorum. Bir roman, bir fincan çay, sanatın çözümle­
mesi ... dalgakıranda yürüyüp dönerken ve bir" aşkı yaşayıp yaşama-
yacağımızı düşündüğüm sıra . . . yarın yola çıkıyorsunuz, bu gece birbi-
rimizi bir daha göremezsek ... - ortalama, kapital B İITİ.
Sessizce ve sokulgan, ağladığını söylemişti. Başkaları ... başkaları
her zaman olacak. biz birbirimize hiç değ_işmeyelim dedim.
Bu ilk. Henüz ilk. Henüz ilk kez birbirimize hiçbir şey söyleme­
den. düşünce ve duygularımızı örtbas ederek, nedense konuşmaya­
rak, bir ağacın geniş yaprak yelpazesi altındaki toprak küpten su iç­
tikten sonra ayrılıyoruz. Ama suskunlukları sanırım ikimiz de ilk kez
Laterna Magica 1 1 9

yaşamadık. Herhalde başkalarını, geçmiş günleri - o anılar ki hepsi


kan lekesidir - aklımıza getirdiğimizde ıssız duygularla yaşamın geç­
tiğini sezinliyoruz. Beni sevecek mi? Şimdi konuşuyoruz, şimdi gülü­
yorum, şimdi yüzüme bakıyor; az önce başını çevirdi, az önce akşa­
mın esintisine siyah bir gömlek geçirdi, az önce siz üşümüyor musu­
nuz diye sordum.
Pankartlar taşınıyordu. Baharlar da pembe beyaz tam o sıra acı­
yordu nedense; bakakalıyordum. Bu gece 47'yle başlayıp 81 'le biten
o telefon numarasına kimse karşılık vermeyecek: bir zamanki sevgili
burada değil. Hiç olmazsa bazı mevsimler birlikteydik, hata o tül
perdelerin birbirlerine değerek ipek kordonlarla iki yana açılışını,
soğuk gecelerin özgün ama içten kahkahalarını anımsıyorum, hala
Bodrum'u, hala geceleri, sabahı, günışığında ordan oraya savrularak,
hayatın izdüşümleriyle örülü bir roman yazmak istediğimi ... bu gece
kimseler yok ... pankartlarda insan yalnızlığından söz açılmayacaksa,
bir şeyler hep eksik kalacak ... hala aşkı ve arkadaşlığı. .. hoş geldin.
Bir pervane gibi suretlere koşardım, gecelere akarak, ama daha
çok, ruhun ölümsüzlüğüne. Yıldızlar da hep arkamdan gelirdi. Ha­
yat, mavili bir fincan kırığı gibi suskun değildi.
Otomobil kalkıyor. Ellerimi dizkapaklarıma bastırıyorum. Elini
sallıyorsun.
Bir elektrik direğinin altında bir gece çöküp ağladım, yanıbaşım­
da renkli ampullerle aydınlatılmış fosforlu mor kırmızı yeşil sular
çağlıyordu. Bir otobüsün kalabalığı içinde bir taşra kasabasında -
üstelik denizden çok uzaktık - unuttum aşkla arkadaşlığı. Hata onun
için, başkaları için, ipek kordonlarla iki yana açılan bir perdeye ba­
karak gecelerce ağlamak geçiyor aklımdan. Nerede ne zaman nasıl
yitirdim onları? Elini sallıyorsun. İ lle bir şey söyler şimdi taksi şofö­
rü; keşke konuşmasa. Nereye gideceğini soruyor. Bu kentin deniz kı­
yısındaki semtlerinden birini söylüyorum - zaten bütün bildiğim bu
kadar. Ama ellerinin toprağa biçim verdiğini, kanişli şişman kadın
resimlerine baktığını, bilmediğim bir resim yaptığını ... konuştuğu­
muz ve yaşadığımız her şeyi hatırlıyorum. İnip arkandan koşmak, bir
kez daha, bu gece dönmek zorunda mısın diye sormak istiyorum. O
zaman çocukluğum geri geldi ve babamla Bostancı vapur iskelesine
geldik.
Babam artık büyüdüğümü. hayatı olduğu gibi öğrenmem gerekti­
ğini söyledi. Rüzgarlar. bitkilerin erkek tozlarını dişi dölyataklarına
serperlerdi . . . ben ürperirdim. Sonra bir hastane odasında, dudakları­
nı pembe köpükler örterek öldü babam. Hata vapurlar kalkar mı
Bostancı iskelesinden, hata ürperiyor mu küçük erkekçocuklar.
Hem uzun siyah saçlarının atkuyruğunu çözüyor, hem de. bütü-
120 Selim İleri

nüyle erkek bütünüyle kadın olan hiç kimseyi sevmiyorum kadınla­


rın yalnızlığını çoğu erkek anlamıyor diyordu. Ona bakıyordum yat­
tığım yerden.
Otomobilin penceresinden, başımı çevirsem, seni görebilirim; ne­
dense ayakkabılarıma bakıyorum: yine boyasız. Çok sık sigara içiyo­
rum. Çok seyrek sevdiğim insanların saçlarını okşuyorum.
Karşıdan karşıya geçerken elimden tutuyor babam -" Evlilik kut­
saldır çocuğum. " - evlilik . Renkli sular üstümüze sıçrıyor ve artık
damlaların renksiz olduğunu görüyorum.
Orada ve her yerde bir koltukta, bir iskemlede otururken, bir du­
vara ince gövdeni dayadığında, su içerken, gözlerini kısarak gülüm­
sediğinde, cana artık otuz yaşında olduğumu, her şeyden ürktüğümü
anlattığımda - " Bu şarkıyı bir kere daha çalabilir miyiz?"- kim oldu­
ğunu düşünüyorum. Annemle babam, kızkardeşim hiçbir şey söyle­
meden beni bırakıp gittiler, bazı aşkları yitirdim, her şey geçti. Sonra
- bir kez daha - seninle tanıştık. Kardeş miydik, aşk mıydı. .. - büyük
ve fırtınaya yakalanmış bir papatya resminin önünde duruyorsun.
Avcumdan kayıp yere düşen resimlerde, annem, saçlarını orta­
dan ikiye ayırmış, gözlerinde bütün geçmiş zamanların güzelliği.
Acıyla anneme bakıyorum. Senin bu gece gitmeni asla istemiyorum.
Elini sallıyorsun: serüvenden kaçılamaz.
Sokak kapısından çıkarak şemsiyemi açıp ...
Eliyle saçlarının atkuyruğunu sıvazlarken, " Yarın o papatyanın
sarısını pürtükleyeceğim ... " demişti ...
Upuzun bir dalgakıranda yürüyor ve yanıma geliyordu ...
" Merhaba. Sizinle biz arkadaşız ...
"

Fincan kırığını çantamdan çıkararak kitaplığın bir köşesine bıra­


kıyorum. Onu sana vereceğim pazar günü, bu öyküyü okumaktansa
fincan kırıklarının - bütün bir yılı denizde geçirdi Gümüşlük'te - di­
lini söylemek ... tuzlu su solduruyor maviyi.
Orada sıcak, kavruk bir yaz gecesi bütün renklerin ortasında,
hem de yeni tanışmışken - bu kez son olsun, biz birbirimize hiç de­
ğişmeyelim - durakalıyorum, - senden önce ve belki senden sonra,
çünkü hayat... - her şeyi sayıklamak istiyorum.
" Anna Karenina, 'Senden başka bir şeyim yok artık. Unutma bu­
nu,' diyor. Anlıyor musun? "
" Anna Karenina, Yronskiy'e ' Sizden başka kimsem yok. Unut­
mayın bunu.' der. Anlatabiliyor muyum ? "
" Anna Karenina ' nın söyledikleri ... Yronskiy'e söyler: 'Sizden
başka bir şey kalmadı. Bunu unutmayın . ' Niçin söylüyorum bunları
size? "
Yalnızca çılgınlıkların bu maskeli balosunda niçin karşılaştığımı-
Laterna Magica 1 2 1

z ı artık günlerce sorarım. Bu yağmur yarın d a sürüp gider. Niçin her


aşk maskesizdir? Birlikte olduğumuz günler - başkaları . . . başkalarını
unutmamız için hiçbir neden yok - gitmeni istemiyorum. Bir dalgakı­
randa tanışıyoruz; fırtınaya tutulmuş bir papatyanın önünde durmuş­
tun; telefonunuz var mı ben size telefon numaramı vereyim beni ara­
yın.
Ertesi akşam da biri kırmızı biri yeşil dönenip duran fener ışıkla­
rında ölümün görüntüleri - ne lirik, ne epik, ne de trajik olan bu im­
ge - ıslıklı kahkahalarla seslendiriliyor. Asla ve daima. Merhaba ve
elveda. Önce ve sonra. Bu gece ve her gece. Birini çıkarıp birini takı­
yorum yaldızlı maskelerin.
Oysa içimizdeki zengin duygular, orada sıcak bir yaz gecesi, tu­
runçgillerin baygın kokusundan başımız dönerek; Sidere Adalarını,
eski zaman sokaklarının kaldırım taşlarını, mermer heykelleri, tiyat­
ro kalıntılarını anımsıyorum. Bu yedi ada, bir simge gibi ikide birde
karşıma çıkar. Orada zeytin ağaçları ve seyrek keçi sürüleri vardır.
Sana, yarın tekneyle yola çıkınca Sidere Adalarını görmeniz gerekti­
ğini söylüyorum (gördünüz mü). Yıldızlar da gökyüzünden bir türlü
silinmiyor. Zenciler yahudiler geçiyor otuz yaşımdan, karanlıklar ge­
çiyor, savaşlar, soykırımları. Zenciler yahudiler bizi ve her şeyi sim­
geliyor. Bir iki ay sonra turunçgiller olgunlaşır, bir günde sarıyla tu­
runcu silinir bu bahçelerden. Ama şimdi koyu bir orman gibi arka
bahçe ağaçları biri kırmızı biri yeşil iki fenerin değil, son lambaların
yakın uzak ışıklarıyla parlayıp duruyor. Ben bir romanın son sayfası­
nı okuyorum.
Bu sigara da biterse, başka sigaram yok. O zaman bu öykü de bi­
ter. Oysa biraz daha yazmak istiyorum, gecenin karanlığı gibi daha
yoğun ve daha yalnız, yağmura karışarak ve hiç bitmesin.
Hiç bitmesin ve sen pazar günü gelince Sidere Adalarından, bir
papatyanın ucu kırılmış taçyapraklarından konuşalım. Olur mu?

Yayımcının notu: Yazar birinci tekil kişi anlatımını ve değişik tip­


leri kullanarak, bir sevgi ilişkisinin titreşimlerini saptamak istemek­
tedir. Çağrışımlar yoluyla geçmiş sevgiler anımsanır ( " kutsal aile "
çevresi, otobüste terk edilen arkadaş, yazara bir papatya resmi hedi­
ye eden uzun siyah saçlı kadın, vb ). Ancak bütün bu yitirilmiş sevgi­
lerden sonra başlayan yeni ilişki, otuz yıllık bir yaşantının süzgecin­
den geçirildiği için (yazar, birkaç kez otuz yaşında olduğunu belirtir)
ille korunmalıdır. Birey, karşısındaki insanın geçmişteki ve gelecek­
teki sevgileriyle uyuşarak, yaşamda ve sanatta (J oyce - Stephen 'ın üç
edebiyat tarzı olduğu görüşüne " ölüm " imgesiyle karşı çıkılır) yalın­
lığı aramalıdır. Gelgelelim yaşamın karmaşası, bizi, bir laterna magi-
1 22 Selim İleri

ca' nın durmaksızın değişen görüntüleri gibi kendi akışına sürükler.


Hiç bitmesin ve sen pazar günü gelince Sidere Adalarından, bir
papa tyanın ucu kırılmış taçyapraklarından konuşalım. Olur m u ?
Öykü böylece, yaşanılmış güzelliklerin dondurulmasını bir kez
daha isteyerek biter. Ama bu, bir çözüm önerisi değil; başlıca izlek­
leri ölüm, güzellik ve aşk olan bir yazı taslağının dağınık örgüsünden
herhangi bir parçadır. Yazar, mavili fincanın kendisini yansıtamadı­
ğının bilincindedir.

MECNUNU ÇOK DAÖLAR

Zeki Ökten 'e

" Sakın bir ateşböceğine basma. "


(Yurdanur evleniyormuş.) B u sözü bana, Yurdanur söylüyor.
Geniş bahçe silme ateşböceği dolu. Çocukluğumun bahçelik evleri:
Onları bir daha bulamıyoruz; katı, yüreksiz korkağım ister istemez.
Kırları, çimen yeşilini, ilkyaz güneşinin yakan kavuruculuğunu özlü­
yorum belki de. Sarı benizli, çirkin yüzlüyüz. Bir sabah bahar gelir­
miş. İstanbul 'a bir günde bahar geliverirmiş. Tepeleri aşan, tepeler­
den yamaçlara inen korular; sırtlarda göz kamaştıran bağlar, birden
suskunluklarından sıyrılırlarmış. Her yerde ilkyazın belirtileri (sav­
ruk rüzgara kapılmış yuvarlacık tohum, beklenmedik fırtına, kara­
ran gökyüzü) başlarmış. Biz yaşamadık hiç. Doğayı duyan, doğadan
vazgeçmeyen Zekeriya dede anlatırdı. Yurdanur'la ikimize ... Otlar
ayaklarımıza dolanıyor, boy atmış dikenleri ellerimizle açıyoruz.
Yurdanur'u dünyada herkesten ve herşeyden daha çok seviyorum.
Bir gün görmesem, öleceğim gibi geliyor bana. Gür ve kıvrık kirpikli
siyah gözlerine bakmaya doyamıyorum. Saçları i ki örgü, bitimlerin­
de gül beyazı kurdelalar. Kısalan giysilerini, annesi, her yaz kırma­
larla, fistolarla uzatırdı belli etmeksizin. (Yoksulluğun ince beğeni­
lerle gizlenişi.) Zekeriya dedeyle M übeccel hanım. Yurdanur'u sağ­
lıklı yetiştiriyorlar. Sözgelimi, yaşamı seviyor, yokluklara boyun eğ­
meyecek. yarına açık.
Yurdanur her zaman biraz önde yürürdü. Dikenli bitkiler, önce
kendi sıska bacaklarına batsın isterdi galiba. Mor çiçek açmışları in­
ce "ince kanatırdı. Bir ana sevecenl iğiyle ardına dönüyor Yurdanur,
" Dikkat et bunlara. diyor. Mor çiçek açmışların orda adımlarımı
hafifçe sola kaydırıyorum. Yazın. nice yazların sesini işitiyoruz.
(Ağustosböceği cırcırı.) Kenar mahalleye öğle sıcağı çökmüş. Do-
Mecnunu Çok Dağlar 1 23

ğancılar'da gölgeliğe sığınmış sokak köpeğinden başka canlı yok.


Yurdanur'la büyülü bahçemize giriyoruz. Zaten bizim için her yaşa­
dığımızın bir tılsımı var. Cılız bacaklarını büküyor Yurdanur, yere
çömeliyor. Güzel yüzü benden yana çevrik.
Zekeriya dedenin sık sık sözünü ettiği bahçelerden biri herhalde.
Ama iyice garipsiyorum. İlk gördüğüm gün. İ ki katlı, balkonlu bina­
nın pencere camları kırılmış. içeriye bakıyorum. Sonra korkup uzak­
laşıyorum. Yurdanur alışmış. Yabanıl otları söküyor, oturacak yer
hazırlıyor. Tekrar gıcırdayan kepenklere yaklaşmaya cesaret edemi­
yorum.
Annem, Yurdanur'un evleneceğini çok üzgün söyledi. Kederli,
endişelenmiş, hatta çaresiz, bir şeyleri değiştirmek isteyen yüzü an­
nemin. Sanki kandırmak istiyor. " Anadolu'da çalışan genç bir dok­
tora istemişler Yurdanur'u bugün . " Ölçüp biçiyor beni; durgunum.
" Erkek tarafı görücü gelmiş sabahleyin. Mübeccel'e gittim de öğle­
den sonra. " Yatak odasının kapısındayım. (Duvarı boydan boya kap­
lamış kitaplık; Galatasaray' dan beri okuduklarım, tozlu, pislenmiş.)
" Hayırlı; uğurlu olsu n , " diyorum. Konuşmanın uzayacağından tedir­
ginim. Annem cevap vermiyor, tığ işi elinde ayaklanmış.
" Ne dememi bekliyordun? "
" Yurdanur'un seni sevdiğini biliyorsun.
Sıkıntılıyım. O bahçede dolaştığımızdan, masalsı seviştiğimizden
bugüne, araya yıllar girdi. Aykırı yetiştik birbirimize. Yabancılayaca­
ğız ne türlü. En önemlisi umutsuzluk. (Benim umutsuzluğum.) Kal­
bim, gece gündüz umutsuzlukla çarpıyor. Eskiden yozlaşmış, koku­
şan çevremin bir gözlemcisi, tanığı sayıyordum kendimi. Yıkılan
köşklerle, ölen soylu akrabalarla hiçbir ilintim yoktu. Dimdik duru­
rum gibi geliyordu. Etrafım üzerime çöküyormuş, habersizdim.
" Ben Yurdanur'a kız kardeş gözüyle bakıyorum anne.
" Küçükken arkadaştınız. O unutmadı seni. "
" Evlenince unutur nasılsa. Kaç sene oldu doğru dürüst görüşme-
yeli. Hayalindeki Kemal ' i seviyor Yurdanur.
" Ne dediğini anlamıyorum ki.
" Sözü niye uzatıyorsun? "
" Bir gün nasıl olsa evleneceksin oğlum. Yurdanur gibi mazbut kı­
za, insan hayatta bir defa rastlar. "
" Evlenmeyeceğim anne. Evlenemem. Sana anlatamam. Bilmi­
yorsun bazı durumları . "
Tığ işi elden kaydı. İplikler daha ağır ve tığ daha çabuk taşa düş­
tüler. (Geçmişte düşünülmeliydi. Annemin suçu değil. Ortaklaşa ta­
dıyoruz gene de acıyı.)
Gelincik toplardım ona. Gelinciklerin koncalarından uçuk kırını-
1 24 Selim İleri

zı tuvaletli kadınlar oluşuyor. Yurdanur' un yetenekli elleri çimenleri


alabildiğine beziyor. Gelincikleri kolayca koparabiliyorum, hiç di­
renmiyorlar; mayıs papatyalarını da ortaları altın sarısı. Katırtırnak­
larını sökmek zordu. Bütün gücümle asılıyorum katırtırnaklarına ...
Toprağın kuru kuru çatlamış, nemli küçük tümsekler yükseltişi çev­
resine. (Katırtırnağının tozlu kökleri.) O, benden ·az ötede oturuyor­
du; " Gelsene, " dedi. " Yılan sokmasın," diyorum. Şaşırmış, yüzüme
baktı. " Surda yılan ne arasın? " diye sordu. Oysa babanem kulağımı
büküyor sokağa çıkarken: " Kuytularda gezinip durma, yılan vardır. "
Onların yalan söyleyebileceğini, hep yalan söylediklerini öğrenme­
miştim henüz. Kuşkulu, Yurdanur'a inanmamış, yeniden eğiyorum
başımı kır çiçeklerine. B urnuma bir deli sinek çarpıyor; telaşla bur­
numu tutuyorum. Bir gelinciğin yanına, terk edilmiş bahçede nasılsa
tomurcuklanmış bir akasya dalı yerleştiriyorum sonra. Akasya ağacı
çiçeklerini bizlere kadar alçaltmış. Demetim büyüyor; kendimce ha­
rikulade buluyorum onu. Yurdanur'a armağan edeceğim. Pisiotu
saplarıyla bağlıyorum demeti. Yurdanur da gelincik toplar, Mübec­
cel teyze şerbet yapmasını bilir kızıl gelinciklerden: " Gelinciğin kızı­
la çalanından güzel şerbet çıkar. "
Yurdanur bahçedeki binadan korktuğumu anlatmıştı Zekeriya
dedeye. Zekeriya dede, gümüş çerçeveli gözlüklerini takmış, eski bir
kitap okuyordu. (Bir de yılanlar.) Zekeriya dede okuduğu eski yazı
kitabı bırakıyor, gülümsüyor, beyaz sakalını sıvazlıyor. Fazla kala­
mam onlarla, babanemin bundan hoşlanmayacağını biliyorum. Ze­
keriya dede anlatacak. " Çişim geldi, " deyip kaçıyorum. Yurdanur
dükkanın önünde, gidişimden kırgın. Konağın kapısında sahiden çi­
şim geliyor. Yurdanur' un pisiotu sapıyla bağlanmış demeti ve · örgü
saçlarını çözdüğünü görüyorum. Taç yapacak başına.
Pisiotlarının üzeri ateşböceği kaplıydı. Aslında geceleri, karanlık­
ta ışık veren böceklerden değildi bunlar. Düpedüz meryem böcekle­
ri. Gündüzleri, renklerinin ateş kırmızısına aldanıyorduk. Yurdanur,
onları ezeceğimizden ürkerdi. B i nbir özenle parmağında gezdirirdi
uçuç böceklerini, Zekeriya dedenin öğrettikleri hep. Kara benekli
kınkanat açılıyor, tülsü kanatlar esintiye karşı koyup uçuyorlar: Sev­
diğim kızın parmaklarında bitki kokulu yosun renkli lekeler.
Boşalmış ilaç şişelerine koyup öldürdüğümü bilmedi. Bilmesin.
Yaprakcı klarla döşüyorum cam şişeyi. Bir ateşböceğini parmak uçla­
rımla şişeye sokuyorum. Musluk sularında boğuyorum. İçim sızlamı­
yor. (Çünkü Yurdanur'dan uzaktım, Zekeriya dedenin öğütlerini
aklımda tutamıyordum . ) Yavaşça boğuluşunu seyrediyorum. Ayak­
yolunun kapısını da kitlemişim, kimse görmez beni. Ne yaptığımı.
Her vakit bir ateşböceğine basmaktan sakınacağım.
Mecnunu Çok Daglar 1 25

Yurdanur'un sokağı. Yeniden yaza açıldığımız mevsim dönümü.


Nisan ayının bildik yağmurları, mevsim dönümlerinde gerçekleşiyor.
Oluklardan şakır şakır yağmur suları dökülüyor. Köşebaşından ıslan­
mış, omuzlarım düşük, üşüyerek sokağa sapıyorum. Issızlık yağmur­
la çoğalmış. Yağmurdan korunmak için cumba altlarına sığınıyorum.
Her halimle yabancıyım. (Yağmurdan ıslanmışlığıma rağmen.) B u
sokak değişmiyor. Dervişlerin bahçesine kimse dokunmuyor. Bu so­
kakta oturan insanlar yabancılaşmıyor ... Babanemin konağı davalı.
Herkes birbirine düşüyor babanem ölünce. B abanem öldü.
" Evlenir evlenmez Anadolu'ya gidecekmiş Yurdanur da. Annesi,
doğru dürüst çeyizini hazırlayamadık bile diyor. " Az önce söyledi­
ğim doğru dürüstü yineliyor annem: " Doğru dürüst görüşmeyeli kaç
yıl oldu. " Tığ işinin taşlardan alınışı . . . Ben, babaneme her gelişimde
okuduğum masal kitaplarını getirirdim Yurdanur'a: Ma vi Kuş, Boz
Fare, ipek Prenses. Bir solukta okurdu. Anlayamadığım, çözemedi­
ğim incelikler yakalar; bir kez daha yaşatırdı masalı ... Birlikteliğimi­
zin imkansızlığını dile getiremiyorum bir türlü. Dile getirmek de de­
ğil, dillendirmek gerek apaçık. Annemin bembeyaz olmuş saçları.
(Babanem kına yakardı.) Gözlüklerini takıyor, şimdi geceyarılarına
kadar oturmaya yönelecek. Tığ işi sabırla büyüyecek. Sabır sözcüğü­
nün taşıdıklarını yitirmişiz. Zekeriya dededen, Mübeccel hanımdan
sabretmenin güzelliklerini kazanıyor Yurdanur. " Çürüyoruz, " diyo­
rum anneme. Kuyulara ses etmiş gibiyim. Kuyulardan karşılık gelmi­
yor.
" Yurdanur evine bağlı bir kız. Güzel de. Nedir gönlünden geçen,
düşünemiyorum. "
" Yurdanur' u kötüleyen var mı sana. Uzatmayalım anne, başka
başka şeyler söylüyoruz. "
"Terzilikten iyi para geçiyormuş kızın eline. Gittikleri yerde de
dikmek istiyor. "
Gittikleri yer. ( İstanbul 'dan uzaklaşamıyorum, sayısız ürkme.)
Mübeccel teyze, Doğancılar'dan dışarıya adımını atmamıştı. Ama kı­
zına güveniyor, güvenecek; ta oralarda Yurdanur'un bir başına kal­
mayacağını biliyor. Yurdanur'a kendi insanlarıyla kaynaşmasını çok­
tan öğrettiler, böyle yetişti Yurdanur. Kız sanat okullarında.
Bahanemin konağı, civarındaki basma perdeli evlere oranla gü­
lünç bir ululuk içindeydi. (O �vler sürüyor, konağın yüceliği büsbü­
tün göçtü . ) Babanem de: Kınalı saçlarını örten dantela, hiilii selvi gi­
bi salınarak yürüyüşü, candan usandırıp cefadan usanmayışları ... Ko­
nağın tavanarasına çıkmam kesinlikle yasaklanmıştı: " Allah göster­
mesin, pencereden bakim derken sarkar da. " Akşama doğru bir fır­
satını bulup merdivenleri sessizce tırmandım. Tavanarası şimdi kul-
1 26 Selim İleri

)anılmayan eşyaların yığıldığı, gelişigüzel atıldığı yer. Bronzdan ço­


cuklar, yaldızı dökülmüş çerçeveler, gobleni erimiş koltuk. kuğulu
sandıklar. .. Hiçbirisi ilgimi çekmiyor. Pencereyi fark ediyorum, düş­
memden korkulan. Tavanarasının tek penceresinden, temizlenmesi
unutulan camdan (oysa konağın içi her gün silinip süprülürdü) bü­
yük bir bahçe görünmekte. Abanarak görmeye çalışıyorum. Güneş,
bu bahçenin yüksek yüksek ağaçlarından geçememiş. Serinlik. Bir
ara beyaz kurdelaların koşuşması, örgü saçların yapraklarla haşır -
neşir oluşu. Hemen kafamı çekiyorum tavanarasına. (Biri babaneme
derse yukarı çıktığımı.) Merak ağır basıyor derken. Eğiliyorum. Bir
kız çocuğu kendi kendine geziniyor. İç içe girmiş dallardan sızan gü­
neş ışığı, yüzünde durmadan başkalaşarak dalgalanıyor. Nedenini
kavrayamadığım bir heyecanla doluydum. Soluk soluğa. Artık ko­
naktan birinin beni yakalayacağını unutuyorum. Kız çocuğu çevik
sıçrayışlarla bir ceylanı hatırlatıyor. Yerinde duramayan bir hali var­
dı.
Aşağıdaki kız çocuğuyla arkadaşlık kuracağım. Bütün akrabala­
rım kimselerle dost olmamı istemiyor. Kabullenmiyorlar. " Ahlakı
bozulur Süheyla, arsız olur. " Bir annem karışmadı, insanları seviyor
annem. B unaldığımda, bir başınalığa dayanamadığımda babanem,
içinde zakkum benekler kıvıldaşan ela gözlerini kırpıştıra kırpıştıra
kendi odasına giderdi; oyuncak bez bebekler getirmeye. Oyuncak
bez bebekleri makasla doğrasaydı m ... Bez bebekler, babanemin ölü
yıkayıcılarına sakladığı havluyla sabunun durduğu sandıktaydı. Bo­
yaları akmıştı, bezler yer yer yırtılmıştı, saçları dökülmüştü. Üçünü
beşini zorla elime tutuşturuyordu babanem. " Bunlarla oyna, hayal
gücünü geliştirir. "
Epey uğraştıktan sonra Yurdanur'un nerde yaşadığını keşfetmiş­
tim. Babanemin yüce konağına bitişik aktar dükkanında oturuyordu
Yurdanur. Dükkanın sahibi doğma büyüme Üsküdarlı Zekeriya de­
deydi. Zekeriya dedenin babası ve büyükbabası da aktarmış. Çocuk­
lara şeker verirdi, Zekeriya dede, top şeklinde. Topun yarısı şeker
pembesi, yarısı hindistancevizi. Yılan gömlekleri ısırıp ağulamaya
hazırmışçasına duvara asılıydı. Nazarlıklar nohut tanelerinden. Ze­
keriya dede yapardı: " Oyalanmak için Kemal evladım, insanın gönlü
temiz olmalı . " Kutularda çeşit çeşit tozlar. Macunlar. Şişelerin için­
de sülükler dururdu kan çeken. Zaman değişip aktarlığın değeri an­
laşılmayınca zeytinyağı, sirke, tuz gibi şeyler de satmaya başlamış
Zekeriya dede. Ama fakir-canlı olduğundan bir fincan zeytinyağım,
bir küçük şişe sirkeyi bedava vermekten kaçınmazdı. " Gönül zen­
ginliği mühim evlat. Her şey bu gönül yolundan geçer. "
Gönül bağlarımızı en kötü ipliklerle dokumuşuz. (Dokumuşlar.)
Mecnunu Çok Dağlar 1 27

Yurdanur'a söylemeliydim. O yağmurlu günde kapılarına kadar git­


tim. Zili çalabilirdim. Zile uzanmak çok yakınımdaydı. Kapı açılınca
taşlık. Üst kata çıkan merdiven. Taşlığın yanında dükkanın duvarı.
Yurdanur'un dedesi, oturdukları evin altında aktardı. Babasını bil­
miyordu Yurdanur. Mübeccel hanım, genç yaşta dul kalmış. Bir da­
ha sevmemiş, bir daha evlenmemiş. Semtin yerlisiydiler. Bahanem
gibi. ( " Ne idüğü belirsiz bir aile. Genç kadın, kocasının babasıyla bir
arada na par bilmem ki. " )
" Bir gün senle evleneceğim Yurdanur. Büyüyünce. "
" Bahanenden uzakta, küçük bir evde yaşardık. Kimselere boyun
eğmeden. Olmaz mı Kemal? "
" Beyaz bir ev üstelik. Bembeyaz. Kepenkleri kırmızı, sonra bah­
çesinde hep gelincikler ve ateşböcekleri olacak. Kimselerin ulaşama­
yacağı bir evde otururduk. "
" Ben de çalışırım. Terzi olmak istiyorum, biliyor musun ? "
" Ne dikeceksi n ? "
" Gelinlik. Kendi gelinliğimi de .
" Ama duvaksız bir gelinlik dik kendine. Duvağın yüzünü örtme­
sin . Gözlerini görmeliyim. "
Ballıbaba emiyorum. Papatyalar yaprak yaprak Yurdanur'un
elinde, seviyor mu sevmiyor mu; ilk aşkların falı. Ağaca, yaban inci­
rine çarpık bir kalp çiziyorum. Yüreği bir ok deliyor. Adlarımızı ka­
zıyorum ağaca. Çakı parmağımı sıyırıyor: Sulu, garip bir kan. Sağlık­
sız. Yurdanur, ballıbabalardan uzak1aşıp parmağımı sarıyor. Fistosu­
nu çarçabuk, becerikli becerikli yırtıyor. Fisto sargı bezleri. " Artık
korkmuyorsun bu bahçeden değil mi? " diye soruyor.
Dervişlerin bahçesindeki binada üçü kocaman, birkaçı küçücük
tabutlar vardı tahta. Tahtalar örtüsüzdü, yeşil ve sırmalı örtüler ça­
lınmış. (Bahanemin sandığında tabutuna örtülecek örtü de yeşil ve
sırmalı.) Kavuk yerlerinde tahta sopalar kalmıştı yalnız. İlk gördü­
ğümde nefesim kesilmişti. Geri geri çekilmiştim. Zekeriya dedeyle
büyülü bahçemize girmiştik. " Derviş merviş, hepsi yalan. Senin be­
nim gibi ademoğlu. İyiliklerini unutmamış halk, rahmetle anmak is­
temiş. " Bir kitaptan okur gibi anlatıyordu Zekeriya dede: " Orta boy­
lu, aslan heybetli, kırmızı yanaklı, zarif ve güzel yüzlü, kaşı hafif çat­
ma ve düzgün, simsiyah gözleri Hazreti Ali' ninkileri andırır ve do­
ğuştan sürmeli, burnu ve ağzı zambak koncası gibi ufak, sarı renkte­
ki sakalı kadife çiçeği yumuşaklığında, boynu kalın ve uzun, sırtı yas­
sı ve sağlam, pazuları nazik, Acem 'inkine benzer elbiseler giyer idi.
Tok sözlü, iyi kalbli, hak sever idi . " Binanın içi rutubet kokuyor.
Pencere kenarına bir baykuşun sığındığını seziyorum. Baykuşa baka­
mıyorum ama. Öteki tabutun önündeyiz; Zekeriya dede devam edi-
128 Selim İleri

yor: " Yüzü yuvarlak ve etli, kulağının altında ve boynunun sağ yarı­
sında bir ben var idi. Kaşları hilal gibi biçimli yumuşak bakışlı, laci­
vert gözlü, iri inci dişli, eli aslan pençesi gibi, bahadır tarzında bıyık­
lı, göğsü yassı idi. Sözü şirin, çok çalışkan, yapıp yıkar, fakat sabır
timsali idi. Çalıp çırpanlarla dövüşürken can verdi. " Zekeriya dede­
nin sesi gittikçe zayıflamıştı, işitmekte zorluk çekiyordum. Son me­
zarın başında gümüş çerçeveli gözlüklerini taktı Zekeriya dede.
" Uzun boylu, dolgun vücutlu, aslan suretli, çatma kaşlı, gözleri par­
lak ve sarımtırak ela, ak-pembe benizli, koç burunlu, sakalı ve bıyığı
ilk çıktığında altun telini andırır idi . " Gözlerinden yaşlar süzülüyor­
du Zekeriya dedenin. Yurdanur'la ikimize döndü. Elimden tuttu be­
nim, sıkı sıkıya tuttu. " Okçu idi; yayını, garipleri ezenlere gerer idi , "
dedi; " sen d e öyle ol. "
" Sen de öyle ol. "
Düğünü Salacak 'da basit, iddiasız bir gazinoda yapıyorlar. He­
men o gün söz kesiliyor Yurdanur'a. Genç doktor. Kapalıçarşı'dan
alınma nişan yüzüklerini takıyor. Düğünde bir büyükleri, nişan yü­
züğünü sol ele geçirecek.
Köprü-Salacak seferini yapan küçük vapurlar. .. Günün birçok sa­
ati vapursuz, bomboş duran iskele. Upuzun iskeleye güneş batarken
varıyorum. Bu vapurların yolcuları kendi halinde insanlardır. Ağır
ağır iskeleyi geçiyorlar. Gazino iskeleni_n karşısındaymış. Kayıkların
sığındığı körfezcikten de yolu varmış ...
Galatasaray'a başiadığım gün, utangaç hüzünlerle gözlerini eğ­
mişti Yurdanur; " N e güzel şeyler okuyacaksın kim bilir, " demişti.
Yurdanur, kız sanat okullarında, mutluluğun bardakta yetiştirilen
sümbül kadar yalın bir şey olduğunu öğrendi. " Sovanı suya koyuyo­
rum Kemal; büyümesini, yarılıp sümbülünü vermesini izlemek zevk
veriyor bana. " O sıralar, başımda kavak yelleri esiyordu. Söyledikle­
riyle doyamıyordum; doymak şöyle dursun, alay ediyordum. Yıllar
sonra derin, içe işleyen acılarla özlemini çekeceğim. Her arınmak is­
teyişimde durup Yurdanur'u hatırlayacağım. Yalnız Yurdanur'u sev­
miyordum, bütün zamanlar yalnız onu düşlüyordum ... Yurdanur'la
bizi ayırmasalar, yoğurtçu çıngıraklarıyla eve çağrılmasak saatlerce
konuşabilirdik. Söylemesek bile, bakışmak yeterdi. El ele tutuştuğu­
muz oluyordu; yanak yanağa verdiğimiz, birbirimizden habersiz göz
göze geldiğimiz oluyordu ve buna müthiş seviniyorduk. Çocuksu gü­
lüyoruz. Cinsel kıpırtıları sezmeden sevişmekti aramızdaki.
Annemle Zekeriya dedenin dükkanına giriyoruz. " Ne güzel göz­
leri var, " diyor benim için Zekeriya dede. Ben Yurdanur' un gözleri­
ni arıyorum. Yurdanur köşeye büzülmüş, karanlık ışıkta ders çalışı­
yor. (Masa lambalı çalışma odam var.) O, iki büklüm tezgahta arit-
Mecnunu Çok Dağlar 1 29

metik yapıyor. Kolundan çekiyorum: Kurşun kalemin saman yaprak­


ta kayışı. " Ben seni tavanarasından gördüm. " Hemen arkadaş oluyo­
ruz. Annem karşı koymuyor. .. Leğene suyu boşaltıyor Mübeccel ha­
nım. Renk renk boyalardan serpiyor Zekeriya dede. Kağıdı suda
gezdiriyor. Ebrular satardı, çiçekli ebrular. Ebrularda yasemenler,
salkımlar, alaca menekşeler, dervişlerin bahçesindeki gelincikler. . .
Çiçekli ebrulardan seçiyor Zekeriya dede.
" Neden değiştin Kemal? Benle konuşurken sıkıldığını·hissediyo-
rum. "
" Sana öyle geliyor. Ben hep aynıyım. "
" Yok yok. Gitmek ister gibi bir halin var. Geldin geleli surat ası­
yorsun. "
Gazinonun önünde çoğu çocuklardan bir kalabalık. Salaş gazino­
dan akordeon sesi geliyor. Komparsita 'yı çalıyorlar. (Benim düğü­
nümde Komparsita çalınmayacak.) Gazino kapısında duraklıyorum.
Aralıksız girip çıkan çocuklar; ellerinde balon, katyonlar, uzayıp kı­
salan düdükler. Birine soruyorum: " N e var, ne oluyor yavrum? " Ço­
cuk, nerdeyse hazırola geçiyor: " Yurdanur ablamın düğünü var am­
ca, bu gazinoda yapıyorlar da. " Sessizce içeri giriyorum. Boydan bo­
ya kağıt fenerlerle, renkli ampullerle bezenmiş ortalık. Konfeti serpi­
liyor. Üç kişilik, küçücük bir orkestra sürekli Komparsita çalıyor.
Pist kötü kayıyor. Kız kıza dans edenler; dönen çocuklar, Yurda­
nur'la kendimi arıyorum yanlarında. Ama biz birlikte, Üsküdar dü­
ğünlerine gidemedik. Aynı mahallenin çocukları değildik. Üskü­
dar'da sadece babanem oturuyordu: " Bu mahalle de oturulmaz hale
geldi . " Yurdanur' un duvağı. Yurdanur duvak takmamış. (Çok acı çe­
kiyorum.) Mübeccel teyze koşarak geliyor, bacakları çarpılmış. " Ke­
mal, oğlum. Buyrun, buyrun çocuğum, " diyor. Boynuma sarılıyor,
elini öpüp başıma koyuyorum. " Annem .ne tarafta. oturuyor teyzeci­
ğim, diyorum. Gerçekte annem de yabancı şu an. " Şükürler olsun
kavuşturana, " diyor Mübeccel teyze. " El öpenlerin çok olsun . " Yur­
danur' u gösteriyor Mübeccel teyze yeniden yeniden; Bir duvağı ek-
· ·

sik, takmam diye inat etti. " diyor.


Zekeriya dede bize eski bir ki tap göstermişti: " Bu da masaldır.
Leyla ile Mecnfin'µn masalı. " Resimler vardı kitapta. Derinliği yok
gibi görünen resimler. (Galatasaray'da yatılı okuduğumun ilk hafta­
sı. Zekeriya dedeye de uğruyorum babaneme el öpmeye götürüldü­
ğümde. Yurdanur ilik yapıyor pırıl pırıl patiskalara.) " Yakmaya beni
yeter hayalin, " diye mırıldanıyor Zekeriya dede: " Leyla 'ya söyler
Kays, onunla kavu�inaya takati yoktur. Bir resimde Mecn ü n dağla­
ra çıkmış. Üstü başı paramparça. Saçı sakalı birbirine karı�mış. Yü­
rek biçiminde oyuk bir mezar taşına kapa nmı�. hıçkıra hıçkıra ağlı-
1 30 Selim İleri

yor. Gözlerinden dökülen yaşlar, dağlardan ovalara ırmak olup akı­


yordu. Ardında genç bir kız ayakta duruyordu. Çok güzel mavi elbi­
seler giymiş, saçlarını omuzlarından aşağı bırakmıştı. " Mecnun 'un
Leyla 'yı tanıyamadığının resmidir; "
Çiftetelli oynanırken damatla gelin masaları dolaşıyorlar. Limo­
nata ve pasta dağıtılıyor. Mübeccel hanım, anneme, " Akşama bize
geçeriz, " demiş; " düğün çorbası pişirdim. " Gelini kucaklıyor yaşlı ta­
nışları. Damat herkese sevdiriyor kendini. Genç, yakışıklı bir adam.
Hayattan ne istediğini biliyor herhalde. Kafamı kurcalayan sarsıcı
soruları dağıtmaya çabalıyorum.
" Sahile bak, " dedi annem. Sahilde kayalar. Kayalara konmuş
martılar. Güneşin son kızıllığında Kızkulesi kapkara görünüyor.
Dalgaların sert vuruşlarla kayaları aştığını görüyoruz.
Nihayet gelinle güvey bizim masaya da geliyorlar. Ayağa kalk­
tım. Bacaklarım titriyor, mor çiçek açmış dikenler batıyor bacakları­
ma. " Kemal, çocukluk arkadaşım , " diye tanıtıyor Yurdanur beni.
Gülümsemeye çalışarak el sıkıyorum: " Tebrik ederim. Allah mesut
etsin. " Genç adama, birden, kapıdan giren arkadaşları bağıra çağıra
sesleniyorlar. " Bağışlayın, özür dilerim, " diyor; kapıdan seslenenlere
doğru koşuyor. Yurdanur'la hiilii ayaktayız. ''Azıcık dinlen hele , " ·di­
yor annem Yurdanur'a. Yurdanur hasır iskemleye ilişiyor. Elinde
tuttuğu gelin tellerinden koparıp, ceketimin yakasına iliştiriyor.
" Ben de senin düğününe gelirim Kemal , " diyor. Mahallenin yaşlıla­
rından bir hanım ısrarla çiftetelliye kaldırıyor gelini. " Ben hiç evlen­
meyeceğim, " diyorum ve Yurdanur işitmiyor.
Orkestra tekrar Komparsita çalmaya başladı.
Necati Güngör (1949)

BİR YILBAŞI MASALI

Bir yılbaşı gecesiydi, dünmüş gibi aklımda ... Eski konagın selam­
lığında, orta yerdeki divan sinisinin çevresinde oturuyorduk. Arif
tamburunu getirmişti. Çalıp söylüyordu. Dışarıda da amansız bir ka­
rakış hüküm sürüyordu: Üç gün üç gecedir yağıyordu kar. .. Ne kötü,
ne uğursuz bir geceymiş o! Aradan yıllar geçti; anısı taptazedir içim­
de. Her şey daha dün gibi ...
Ne güzel sesi vardı Arif'in! Çocukluğundan beri türküler söyler"
di. Ta o yıllarda can yoldaşı gibi yakındık birbirimize. Gizlimiz saklı­
mız yoktu aramızda. Sonra her şeyi, hepimizi unuttu Arif; bu toprak­
ları haram etti kendine !
Öyle varlıklı bir aileden gelmiyordu Arif; çocukluğu, kıtlık yılla­
rında, sıkıntılar içinde geçmişti. Daha doğrusu hepimiz o yokluk,
yoksulluk günlerinin içinden geçip gelmiştik ... Arif'in babası Recep
Usta, demiryolu atölyesinde tornacılık yaparken, oğlunu da yanına
alıp çıraklıktan yetiştirmişti. Tambur çalmaya da o yıllarda alışmıştı.
Sesinin güzelliği dillere destandı ama, nedense yaşlı babası bundan
utanç duyar, " bizim soyumuzdan türkücü çıkmaz " diye önünü keser­
di oğlunun ... Uzun süre babasından saklamıştı da tamburunu; gizli
gizli ilerletmişti çalmayı.
Sonra evlenip ev bark sahibi adam olunca Arif, işin gizlisi saklısı
kalmamış; babası da üstüne varmamıştı artık ... Ağırbaşlı, hatırı sayı­
lır, türküleri kadar sözü savı da dinlenir bir insandı Arif; bir toplulu­
ğa girince, oradakiler büyükten küçüğe ayağa kalkarlardı.
Müjgan 'la da sevişerek evlendiler. Bir düğünde mi görmüşler bir­
birlerini, yoksa bir akraba evinde mi, geçmiş gün ... Müjgan dediğim­
se, dünya güzeli bir yaratık . . . Ağzı, burnu, kaşı gözü hep özenle yara­
tılmış! Kendi soyunda bile yok öylesi. Bir teni vardı, sedef gibi ışıltılı;
gözlerinin akı, çivit mavisi renginde . . .
Arif'te d e gençlik, görkem vardı elbet; boynundan adam asılsa
ayakları yere değmez biriydi. Görmüş, beğenmişler birbirlerini. Yü-
rekleri kaynamış ... Tanrı onları, birbirleri için yaratıp yeryüzüne
göndermişti sanki ... Öylesine uygundular. . .
Müjgan'ın babası, Nizamoğlu derler, malının mülkünün hesabı
belirsiz, ayakyoluna bile atla giden bir adamdı. İki oğlundan sonra
dünyaya gelen kızını, tektir diye el üstünde büyütmüştü. Güzel oldu­
ğu kadar nazlı. nazenindi Müjgan ... Tabii Nizamoğlu, sonradan gör-

131
1 32 Necati Güngör

me zenginlerden değildi; atadan, dededen varlıklıydı. Ateş bulama­


yınca. parayı yakıp üzerinde kahve pişirdiği söylenirdi. Yalanı varsa
söyleyenin boynuna; ama, hani, böyle bir şeyi yapmayacak adam da
değildi. Ama Nizamoğlu, asıl gün görmüşlüğünü, insan kadri bilirli­
ğini, kızını Arif'e istedikleri zaman gösterdi ... Karşısındaki yoksul di­
ye, kapısını kapatmadı yüzlerine ... Onlara karşı gönül indirdi; Arif'i
yeni bir evlat diye benimsedi Nizamoğlu ...
Sesinin güzelliği, elinin hüneri yüzünden Arif' i zaman zaman kıs­
kananlar olurdu; ama Nizamoğlu' nun dünyalar güzeli kızını alınca,
çekemeyenleri büsbütün azdı! Arif, kimselerin helalında haramında
gözü olmayan bir garip kişi; Müjgan ise, sütten ak, kardan temiz bir
kadın ... Gözü götürmeyenler, bu iki insan için ne bulup da ne söyle­
yeceklerdi? Öyle değil... İnsanoğlu bu, arayınca, gökte uçan kuşun
bile kanadında kusur bulurmuş ! Gerçekten öyle oldu: Hiç olmaya­
cak, hiç akla gelmeyecek biçimde adını dile düşürdüler M üjgan 'ın.
Kadınlar, hamamda görmüşler onu ... Kim bilir o an, hangi güzel ya­
nını, kendilerinin de kadın olduğunu düşünüp, kıskançlıkların bin
bir türlüsü içinde ölüp dirilerek incelediler! .. Söylemesi ayıp bir ye­
rinde, kömür karası bir ben varmış ...
İlkin kadınlar arasında yayılmış bu ... Sonra, kara ağızlının biri
kocasına söylemiş; o da bir başkasına ... Gel zaman git zaman, bütün
bir kentin ağzına sakız olmuş; Tann ' nın oya gibi işleyip özenle kon­
durduğu ben ... İnsanoğlu, gönlü ·isterse iyilerin en iyisi, istemeyince
de kötünün kötüsü olabilmeyi nasıl da beceriyor işte !
Kem gözler hep üstlerinde olur, kara ağızlarda sakız gibi adları
çiğnenir de, bütün bu olup bitenler Arif' in kulağına değmez mi bir
gün? Kulağını tıkasa bile, ulaştırmak isteyenler özellikle lafı getirip
kanlı esvaplar gibi açmazlar mı önünde?
Nasıl olmuşsa olmuş, kimden, nereden duymuşsa duymuş; söy­
lentisi yeri göğü tutan ben, Arifin de kulağına ulaşmış ...
Bunu, t:ıbii böyle anlatması kolay da, gözünün bebeği gibi esirge­
diği karısının dillere düşmesi, hem de akla gelmeyecek bir güzelliğiy­
le ellerin dilin1: düşmesi, bir erkek için zor! Çaresi, uman olmayan
hir dert...
Belli ki, bir zaman içine atmış Arif duyduğunu. Belki Müjgan'a
olan sevgisinden, belki aslı astarı incir çekirdeğini doldurmayacak
bir söylentiyi savuşturmak istemesinden dolayı içine atmış ... Atmış
ama , can evine işlemiş bir kurşun yarası gibi gün gün taşımış içinde
hu acıyı. En yakınlarına bile açmamış . . . Söz yarası dediğin de durdu­
ğu yerde durmaz ki; yüreğinin ta başında, oylum oylum işlemiş�··
O uğursuz yılbaşı gecesinde. bir ara sezer gibi olmuştum, Ari f'in
üstü nde bir gariplik dolaştığını; başının üstünde görünmez bir köt ü -
Bir Yılbaşı Masalı 1 33

lük kuşunun konup konup kalktığını. .. Dedim ya, çocukluktan beri


can gibi yakınız birbirimize: Onu hiç böyle, yüreğinin elemi yüzüne
vurmuş bir halde görmemiştim ...
Yeşil lambalı radyoyu dinliyoruz bir yanda. Dışarıda rüzgar uğul­
duyor. .. Gecenin neresindeyiz, belli değil. Kafalarımız dumanlı; her­
kes bir havada ... Nizamoğlu, asmanın dalında, torba içinde kış için
üzüm saklamış kendi eliyle. Çiftlikten taze bal getirmişler ki, rengi
kardan beyaz; zülali, pırıl pırıl her damlası. Çifte kaburga doldur­
muşlar bir gün öncesinden; kadınlara ayrı, erkeklerin sofrasına ayrı.
Meşe közüyle nar gibi kızaran etin içindeki karabiberli pirinç, par­
mak iriliğinde pişip tanelenmiş . . . Radyodan, ara ara ikramiye çıkan
numaralar verilmekte ... Bileti olanların yüreği ağzına geliyor ikide
bir. O zamanın en büyük ikramiyesi de beş yüz lira ki, bu parayla
çiftlik kurulur. .. Herkes birbirine takılıyor; " sana çıksa ne yaparsın
beş yüz lirayı? " diye ...
Arif, sofraya oturduğumuzdan beri, bir iki kez ya konuştu, ya ko­
nuşmadı; daha çok kendi halinde, içinden ne gelirse çalıp söylüyor, o
kadar... Çinili sobaya yakın oturduğu için de, yüzünün bir yanı sıcak­
tan kızarmıştı. Söz döndü dolaştı Arif'e geldi: " B eş yüz lira sana çık­
sa ne yaparsın? "
Çinili sobaya atılan odunlar çıtırtıyla yanıyor; dışarıdaki fırtınaya
inat, koca salonu ısıtıyor.
Arif'in gözünde ne para ne pul.. . O, akşamdan beri başının üstün­
de dolaşan kötülük kuşuyla uğraşıyormuş meğer. .. Ama gecenin ha­
vasına katılmış olmak için tamburun perdeleri üstünden eksik etmi­
yor parmaklarını . . . Beş yüz lira lafın. duyunca, ilkin bir gülümseme
belirdi' dudaklarında; o gülümsemenin taşıdığı acıyı şimdi daha iyi
anlıyorum; sonra, " beş yüz liram olsa " dedi, " çekip İstanbul 'a gide­
rim buralardan ! "
Bu, kimselerin akıl edemediği, parlak bir düştü o anki sarhoş ha­
va içinde. O zaman hep birlikte, o keyifle üsteledik: " İstanbul 'da ne­
ler yaparsın? " diye ...
O gece, dumanlı kafalarla kurduğumuz saçma sapan di,işler için­
de konuşurken, meğer, sonu ölüme varan kısacık bir yolu ti,iketiyor­
muşuz adım adım ... Nereden bilebilirdik? . ..
Arif, parmaklarıyla bir kız çocuğunun saçlarını okşar gibi tambu­
runu okşayarak; " İstanbul 'a gidince, " dedi, " bir kolumda bir kız, bir
kolumda bir başka kız, o beş yüz lirayı, anamın ak sütünü içer gibi
yer bitiririm ...
"

Gülüşmelerimiz bir gülle gibi patladı salonun ortasında! Yine


kimselerin akıl edemeyeceği bir düş sergilenmişti önümüze ... Sanki
gerçekten beş yüz liralık piyango Arif'e çıkmış da, bu dediklerini bir -
134 Necati Güngör

bir yapmış gibi neredeyse kıskanacaktık onu!


Camlara kar serpeliyordu. Fırtınanın uğultusu, kapımızı çalan az­
railin ölüm fısıltılarıymış; ama biz hiçbir şeyin farkında değildik !
Biz öyle konuşup gülüşürken, elinde tepsisi, gümüş zarflı Halep
işi fincanlarla, kahvelerimizi getirdi Müjgan. Bakışları yerde, teker
teker, büyükten küçüğe sırayla uzattı elindeki tepsiyi. Sıra Arif'e ge­
lince", bakışlarını yerden kaldırdı, bir an göz göze geldiler; o bir an
içinde Müjgan 'ın iri gözlerinde kadınca bir kıskançlık kıvılcımının
parlayıp söndüğünü gördüm ... Arif'in yüzü, sobanın sıcağıyla daha
bir kızarmıştı sanki ...
Müjgan, kahvesini sunup çıktı. Kocasıyla arasında geçen bakış­
mayı kimse anlamamıştı.
Ceviz kaplamalı, yeşil lambalı koca radyo çalınıyordu. Nizamoğ­
lu, küçük mermer havuzu rakıyla doldurup içtikleri gençlik günlerini
anlatıyordu. Arif' in üstündeki o garip sıkıntılı hava büsbütün artmış­
tı ama, kendine saklamaya çalışıyordu besbelli.
Gece yarısını çoktan geride bırakmıştık, kalkıp birer ikişer dağıl­
dık evlerimize. Keşke o gece hiç bitmeseydi ...
Arif de karısını alıp evlerine yollanmıştı.
Kaç gündür yağan kar, evlerin pencerelerine ulaşıyordu neredey­
se. Yollar iyicene kapanmıştı; her adım atışta, yarı belimize kadar
gömülüyorduk karlara. Taze kar, yumuşacık, un gibi, gıcırtıyla ezili­
yordu çizmelerimizin altında. Karanlıkta, karların gümüşi pırıltısı
göz alıyordu. Gece, kara bir kefen gibi örtülmüştü dört bir yana.
Her şeyi sabahleyin öğrendik!
Arif ile Müjgan eve döndüklerinde kavgaya tutuşmuşlar. Müj­
gan, onca erkeğin içinde hovardalık özlemlerini anlatıp, kendisini
küçük düşürdüğü için öfkelenmiş. Arif ise, kaç zamandır içinde bir
yara gibi sakladığı acısını dökmüş ortaya ... Kavganın sonunda, o sar­
hoş kafayla ve kıskançlıktan bir topak ağıya kesen acımasız yürekle
çekip vurmuş karısını ! . . O, bastığı yerde çimenlerin ürperdiği dünya­
lar güzeli kadını, telli bir kavak gibi devirmiş yere! .. Sonra o acı, o
korku, o pişmanlık içinde kaçmış evden ...
Aradan bunca yıl geçti, bir kez olsun dönüp bakmadı baba topra­
ğına Arif. Müjgan için söylediği türküler, dilden dile dolaştı bunca
yıl... Genç yaşta ölüp gidenlerin ardından ağıt yerine söylendi onun
türküleri. Onlar türkü değil; Müjgan 'ın geride bıraktığı dünyayı tu­
tuşturmak için ortaya atılmış birer çıraydı ...
Uyu demeye geldim/Yari görmeye geldim . . ./Yarim yaran neren­
de?/Merhem olmaya geldim ...
Müjgan, olanca güzelliğiyle kara toprağı sevindirdi; bahar ayla­
rında mezarında yaban nergisleri, sarı safran çiçekleri, koyungözleri,
Bir Yılbaşı Masalı 1 35

sütlü menekşeler, boy verdi.


Arif, elinde tamburuyla diyar diyar dolaşıp, türküler söyleyip,
içindeki pişmanlık ateşini bastırmaya çalıştı. .. Karadır kaşların fer­
man yazdırır/Aşkın beni diyar diyar gezdirir/Lokman Hekim gelse
yaram azdırır/Yaramı sarmaya yar kendi gelsin ...
O gün bugündür, ne zaman yılbaşı gelse, Arif ile Müjgan'ı barın­
dırmayan bir dünyanın, nice iyi şeyleri, nice kötülüklere kurban edi­
şindeki haksızlığı düşünürüm ...
Nedim Gürsel (1951)

YAZ GELMEDEN

O yıl, yazın böyle erkenden gelivereceğini ummamıştım. Ne de


olsa uzun, zorlu bir kış geçirmiştik. Külrengi sabahların, birden bas­
tırıp neon lambaların yanmasını beklemeden kenti karanlığa boğu­
veren yağmurlu akşamların, parklara, Seine ırmağına inen sisin anısı
belleklerde canlıydı hala. İlkyazın ürpertili, belirsiz günlerinde yaşı­
yorduk. Güneş bir görünüp bir yitiyor, hiç bt:klenmedik bir anda ha­
va ansızın kararıveriyordu. Derken, kentin en kuytu köşelerine, çık­
maz sokakların bitimine dek yayılan bir gök gürültüsü doluyordu
odamızdan içeri. Evler, dumanlı kahvelerin bodrum katları, hatta
metro koridorları bile gökgürültüsüyle yankılanıyordu. Yukarda,
çan kuleleriyle balkonlu çatıların hemen üzerinde bulutlar karışıyor,
önce yavaştan başlayan ılık ilkyaz yağmuru giderek serin, acımasız
bir sağanağa dönüşüyordu. Sonra, sabaha dek süren ince bir yağmu­
ra bırakıyordu yerini sağanak. Ertesi günün, gecenin tüm ayazından,
puslu ve yoğun karanlığından yunup arınmış pırıl pırıl bir ilkyaz gü­
neşiyle başlayacağını düşünsek bile, akşamüstü çıkacağını bildiğimiz
rüzgardan kuşkulanıyorduk. Okyanustan getirdiği yosun kokusuyla
Paris ' i dolaşan, köprüaltlarına, ırmak boyundaki kitapçıların üstü
açık sandıklarına girip çıkan rüzgar yağmur getirecekti yine. Sabah
işe yürüyerek giden insanları, bulvar kahvelerini, " balon " diye ad­
landırdığımız o yuvarlak şarap bardaklarını aydınlatan güneş çekile­
cek, bulutların gölgesi kentin sokaklarını boydan boya kaplayacaktı.
Derken yine korkunç bir gökgürültüsü, ardından da geceyle soğu­
yan ılık ilkyaz sağanağı.
Böylesine kararsız, değişken günlerde yaşarken ansızın yazla
karşılaşacağımı ummamıştım elbet. Yaz hep ertelediğimiz, bütün kış
boyunca sürüp giden alışkanlığın doğal akışına bıraktığımız bir olası­
lıktı. Olasılık da değil, bir kesinlik, önceden alınmış bir karardı dü­
pedüz. Beklediğimiz, hazırlandığımız bir şeydi. Nasıl olsa gelip kapı­
mızı çalacaktı günün birinde. Kış boyunca eskitip bir yana attığımız,
sonra da büsbütün unutarak yitirdiğimiz istek, ikimizi de önce kendi
gövdelerimize, sonra başkalarınınkine yabancılaştıran o umarsız
alışkanlık bunu gerektiriyordu. Ne var ki, ben zamana göre hazırla­
mıştım kendimi, mevsimlerin bilincindeydim. Her şey kendiliğinden.
çürüye, aşma son bulmalıydı. Yalnızlığımı, bir yıl sonra yeniden tek
başıma kalacağım, sabah uyanınca yanımda görmeye alıştığım göv-

1 36
Yaz Gelmeden 1 37

denin sıcaklığına dokunamayacağını günleri yazla birlikte düşlemiş­


tim. Yaz bütün doğallı_ğıyla gelecek, beklediğim, umduğum bir anda
varlığımı kuşatacaktı. Orneğin gölgelerin büyümediği, serinliğin ağaç
diplerinden, loş avlulardan sokaklara yayılmadığı bir öğle sessizliğin­
de. Ya da geceleyin yatakta terler, sertleşen erkeklik organımı lekeli
çarşafların üstüne umutsuzlukla bastırırken.
Diyeceğim, çocukluğumun kovboy filmlerindeki o kurnaz Meksi­
kalı gibi karşılayacaktım yazı. Hasır şapkasını yüzüne yıkmış, duvar
dibinde uyuklayan Meksikalı gibi bungun, devinimsiz. B ungun ve
devinimsiz ama, her an tetikte. Pusudan atılacak kurşunu soğukkan­
lıkla bekleyen, alnına çevrilmiş namluyu, yüreğine saplamak için ge­
rilen bir kızılderili yayının zehirli okunu tam zamanında etkisiz kıla­
bilen, o çevik Meksikalı gibi. Oysa beklediğim olmadı. Yaz ansızın,
bir kırlangıç aceleciliğiyle geliverdi. Günlerin uzamasında, toprağın
ısınıp ağaçların yeşermesinde değildi yaz. Paris otellerini dolduran,
Notre-Dame kilisesinin, Pantheon ve Sacre-Coeur'ün karşısında fo­
toğraf çeken Japonyalı gezginlerin gülüşlerinde, bir anda boşalıveren
ağaçlı bulvarların ıssızlığında da değildi. Artık alıştığımız, yazın özel­
likleri arasında saydığımız bu tatil görüntülerinin gerçekleşmesine
çok vardı daha. Luxembourg parkının çiçeklerine sıcak vurmamıştı.
Kazaklar, şemsiyeler de kaldırılmamıştı sandık odasına. Ama yaz, yi­
ne de geldi.
Akşam eve döndüğünde, çantasından çıkarıp masaya koyduğu
tren biletindeydi yaz. Ayrılık böyle birden, kararsız ilkyaz günlerinin
bir görünüp bir yiten güneşinde, önce ıpılık başlayıp sonra sulusep­
kene çeviren yağmurlarında gösterdi kendini. O yıl, önceden kesin­
likle bilmeme karşın, yazın böyle erkenden gelivereceğini, daha gün­
ler uzayıp toprak ısınmaya bile başlamamışken O ' nun bir nisan günü
ansızın çıkıp gideceğini ummamıştım.
" Ha üç ay önce olmuş, ha üç ay sonra, ne değişir ! " dedi, masada
duran tren biletini yeniden çantasına koyup yanıma oturdu. " Nasıl
olsa, ikimiz de istedik bu ayrılığı . "
Doğru, ayrılmayı ikimiz d e istemiştik. Hatta gününü, saatini bile
kararlaştırmıştık. Beş temmuz sabahı Tunus 'a uçacaktı, oradan da
Sfax'a. Önümüzdeki ders yılı için orada bir öğretmenlik bulmuş, iki
yıllık bir anlaşma bile imzalamıştı. Beraberliğimize ansızın çarpan,
ilişkimizi acımasızca koparan bir göktaşı değildi ayrılık. Ama, daha
temmuz girmeden, beni bir anda bırakıp gitmesini beklemiyordum
doğrusu. O' nun yokluğunu yaz günlerinde yaşamak üzere hazırla­
mıştım kendimi. Oysa şimdi yaza dek beklemem. beklerken de bu
umulmadık gidişin yaratacağı gerilime katlanmam gerekecekti. Yor­
gundum. Artık eskisi gibi sevişmemiz, birbirimize istekle dokunma-
1 38 Nedim Gürsel

mız olanaksız da olsa, O ' nunla aynı yatağı paylaşmak, sabah uyanın­
ca gövdesinin sıcaklığını tenimde duymak rahatlatıcıydı. Üstelik ha­
ta seviyordum onu. Önceden olduğu gibi kendini bana cömertçe
sunmayan, ya da benim, artık istekle, heyecanla içine girip doygun­
luğa varmadığım gövdesine karşıdan bakmak da o gizemli yarığı, bir
zamanlar tüm varlığımı kendine doğru çeken derinliğin kaygan yu­
muşaklığını düşünmek yetiyordu. O 'nunla sevişmeden kadınlığını
imgelemimde yaşatıyor, istek uyandırıcı görüntülerini çoğaltabiliyor­
dum. Ortak deneylerimiz vardı çünkü. Kösnünün kırbacını birlikte
yemiş, tensel birleşmenin rüzgarıyla savrulmuştuk.
" Nasıl olsa ikimiz de istedik bu ayrılığı," diye yineledi, " hem
böylesi daha iyi . "
" Nedenmiş o? "
" Roma'ya gidip babamın yanında kalacağım bir süre. Sana ora­
dan yazarım. "
Fransa ' nın Roma elçiliğinde görevliydi babası. Annesi başka bi­
riyle yaşamaya başladıktan sonra Paris'ten ayrılmak istemiş, önce
Madrid'e, oradan da Roma 'ya atanmıştı. Pek iyi değildi araları.
" Hayır, hiçbir şey yazma bana. Birbirimizden bütünüyle kopalım
istiyorum. Ama şimdi değil, yaz gelince. Yazın bitirelim bu işi . Once­
den kararlaştırdığımız gibi, temmuzda. "
Gülümsedi.
" Hiç değişmeyeceksin sen. Değişme zaten, hep böyle kal. Çılgın,
saplantılı . "
Tanışmamızdan bir yıl sonra ayrılmalıydık. Yazın, temmuz sıca­
ğında. Gölgeler ağaç diplerinde bile büyümüyorken.
" Yokluğunu, sensizliğimi bir temmuz öğlesinde yaşamayı tasarla­
mıştım . "
B u ölümcül imgeyi, patlamaya hazır yaz güneşi altında dolaşmak
istediğim Paris sokaklarını nasıl anlatabilirdim ona?
" Yokluğunu bir temmuz öğlesinde yaşamayı tasarlamıştım, diye
yineledim, " herkes tatile gidince ıssızlaşan bulvar kahvelerinde. O
yuvarlak, saydam balonlar bir dolup bir boşalır, buzlu muscadet şa­
rabı içerdim . "
" Ve karşı masada oturan Amerikalı dilberi süzersin , " diye ta­
mamladı. İşi şakaya vurmak istiyordu.
" Doğru. Kocaman güneş gözlüklerini çıkarmadan dondurma yi­
yen o uzun boylu kadın, serüven düşkünü bir Amerikalı olurdu mut­
laka ! "
Roman başlamıştı işte. " Paris'te Bir Yaz" başlıklı aşk romanı. Bu
tümceden yola çıkarak sabaha dek konuşabilirdik. Bazı varsayımlar
öne sürer, kişileri, kentleri, ilişkileri çoğaltabilirdik. Kurmaca bir
Yaz Gelmeden 1 39

dünyaya yerleşmiştik onunla. Belki de birbirimize duyduğumuz cin­


sel isteğin azalmasının, giderek büsbütün yok oluşunun doğal sonu­
cuydu bu. Gövdelerimizle başaramadığımız yakınlaşmayı imgelem
gücüyle gerçekleştirmeye çabalamak gibi bir şey. Sıkıldım birden,
kesip atmak istedim:
" Amerikalı kadınlar yaz tatilini geçirmek için Paris'e gelmiyor
artık. Ellerinde fotoğraf makineleri, kentin anıtlarını, tüm dikili taş­
larını dolaşan Japonlardan başka gezgin pek kalmadı . "
" Öyle m i dersin," diye gülümsedi. " Ya sen? Sen d e bir gezgin de­
ğil misin? "
Ensesinde topladığı saçlarını çözüp yatağa uzandı. Odeon metro­
sunda, mekanik merdivenle yukarıya, yeryüzüne doğru çıkarken
gördüm kendimi. Alkolün uyuşturduğu gövdemi merdivenin devini­
mine bırakmış, gözlerimi belirsiz boşluğa dikmiştim. Danton'un yon­
tusu giderek yaklaşı yordu. Kendinden bunca emin, kim bilir nereyi
gösteriyordu böyle. işaret parmağı dimdikti . Ağaçlar, ağaçlar, sonra
bir parça gökyüzü ... Alesia'da, yine mekanik merdivendeydim. Güç­
lükle durabiliyordum ayakta. Bütün gün dolaşmıştım. Sokaklarda
yürümüş, parklardan, alanlardan geçmiştim. Paris kıpır kıpırdı içim­
de. Kahvelerin, caddelerin kalabalığındaydım. Nereye yönelsem ya
bir anıt ya da bir yontu çıkıyordu karşıma. Bir ara bilmediğim, dar
sokaklarda yitmiştim. Yağmur başlayınca metroya sığınmış, yerin al­
tından katetmiştim kenti. Merdivendeydim. Köstebek yuvası gibi
oyulmuş yerin altından uğultular geliyordu. Yeryüzüne, ışıklı bulva­
ra çıkacaktım birazdan. Alesia kilisesinin taş duvarları boyunca yü­
rüyüp sinemaların önünden geçecektim. Odama, yalnızlığıma kapan­
mak için. Yorgun gövdemi gecenin yumuşaklığına bırakmak için.
Takside, Raspail bulvarından geçerken gördüm kendimi. İki yan­
da karanlık, sessiz yapılar. Bir tünelde gider gibi. Işıklar çoktan sön­
müştü. Bulvar yağmurda bomboştu. Hızla geçiyordum ağaçları. Yol
kavşaklarında yeşil, bir an sarı, sonra kırmızı, uzun süre kırmızı ya­
nan ışıklara bakıyordum. Islak bulvara yansıyordu renkler. Birazdan
karşı kıyıya geçecektim. Sonra, sonra ... Opera bulvarından yukarıla­
ra doğru, kendimi kollarına atacağım kadının ıslak apışarasındaki
kesik cam parçaları, kocaman ağzının derin boşluğu ... Takside, Sa­
int-Jacques sokağından geçerken gördüm kendimi. Hızla ilerliyor­
dum kentin içlerine doğru. Sabaha karşı odama dönüyordum. Belli
belirsiz bir aydınlık vurmuştu duvarlara. Reklam panolarında uzun
bacaklı, çıplak kadınlar, boyalı dudaklar vardı. Gecenin bitiminde,
bir takside uykusuz ve yorgun, odama dönüyordum. Opera bulvarı­
nın yukarılarına doğru beni bekleyen, her gece beni bekleyen kadı­
nın gövdesinden kendi tabutuma.
1 40 Nedim Gürsel

" Sen de bir gezgin değil misin? " diye yineledi.


" Sana rastlamadan önceydi. Bir sokaktan ötekine, bir kadından
başkasına savrulmalar seni tanımadan önceydi. "
Karşılık vermedi. Gözlerimin içine bakmakla yetindi sadece.
Uzun süre bakıştık. Neden sonra elini sakalıma uzattı, incecik par­
maklarını yüzümde gezdirdi. Bileğinden tutup kendime doğru çek­
tim. Direnmedi. Bir süre yatağın üstünde, karşı karşıya oturduk.
Sonra kollarını boynuma doladı, sıkıca sarıldı bana. Göğüslerinin sı­
caklığıyla irkildim. Biraz küçük, sert göğüsler. Her zamankinden da­
ha diriydiler. Kalbinin çarpışını bağrımda değil de kasıklarımda du­
yuyordum. Yatağa yuvarlandık.
" Biraz da gövdemde dolaş bakalım " diye söylendi. " Göreceksin,
ummadığın sokaklar çıkacak karşına. "
Solukları giderek sıklaşıyordu ya, pantolonumu sıyıran elinin yıl­
lardır aynı alışkanlıkla yapılan, artık kanıksanmış bir görevi yerine
getirdiğini farkettim yine de. Göğüslerini gövdeme bastırdığında içi­
me yayılan, giderek kasıklarımda yoğunlaşan istek yavaşça azaldı.
Hangi umulmadık sokaklar? Bir yabancıyı, meraklı bir gezgini ansı­
zın büyüleyiveren hangi beklenmedik güzellik? Her yanını tanıyor­
dum bu gövdenin. Bütün iniş çıkışlarını, yükselip alçalan kıvrımları,
dağ ve koyakları, engebeleri, her şeyi. Çıkmaz sokakların ardındaki
uçurumlar, o derin yarların başdöndürücü rüzgarı bile ezberimdey­
di. O da, pantolonunu aceleyle sıyırıp odanın bir köşesine attıktan
sonra yeniden boynuma doladığı kollarını gevşetmiş, bakışlarını ta­
vana dikmişti. Kalbi az önceki kadar hızlı çarpmıyordu artık. Giysi­
lerimi birer birer, isteksizce çıkarıp, kendimi altımda uzanan gövde­
sinin tanıdık çıplaklığına bırakıverdim. Bacaklarını yavaşça iki yana
aralarken, " yarına erteleyelim istersen " diye mırıldandı duyulur du­
yulmaz bir sesle. Beyaz tenini okşadım.
" Yarın gitmiyor musun yoksa? "
" Gitmesine gidiyorum da ... "
Sonunu getiremedi. Söylenmeden tüketilmiş bir umut vardı se­
sinde. Birden kestirip attı:
" Gidiyorum. Hem de hiç dönmemecesine.
Mahir Öztaş (1951)

DAHA VAKİT VARKEN

Yolculuğumun vardığı bu ufak kıyı köyünde ne yaptığımı, ondan


uzakta günlerimi niçin harcayıp durduğumu kendi kendime sorup
duruyordum. Son yaptığım telefon görüşmesinde ortak dostlarımız­
dan birisi ülkenin güneyine yerleştiğini söylemişti. Onu bulmam ve
beni bağışlamasını dilemem için uygun bir zamandı. Ama her gün,
anlayamadığım bir nedenle geç uyanıp sabahları kalkan tek otobüsü
kaçırmış oluyordum. Üzerime anlamını çözemediğim bir miskinlik
çökmüştü. Her gün öğlene doğru uyanıyor, saate bakınca içimi bü­
yük pişmanlıklar kaplıyordu. Yollarda olmayı, ona doğru uçarcasına
gitmeyi istiyordum. Ama ertesi gün yoğun bir sarhoşluk gecesinin sa­
bahında yine geç uyanıyor ve Assos'dan ayrılamıyordum.
Böylece günler içimdeki özlemi büyüterek gelip geçti. Birkaç te­
lefon görüşmesi daha yaptım. Arkadaşımın dediğine göre bana hala
kızgındı. Çoğu zaman onun orada nasıl yaşadığı canlanıyordu gözü­
mün önünde. Ona kavuştuğumda söyleyeceğim şeyleri kuruyordum.
İlk karşılaştığımızda bana kızıp saldırsa bile geri adım atmamalıy­
dım. Yoksa onu unutmuş gibi davranmam, uzaktan umursamaz bir
merhaba demem mi gerekirdi?
Aramızdaki dargınlıklar sudan nedenlerle büyümüştü.
" Hep yazmaktan söz ediyorsu n , " demişti L.
" Biliyorum, " demiştim. " Çoğu kez az şey bilmenin benim için da­
ha iyi olacağını düşünmüyor değilim. Ama başarabilir miyim? İçim­
deki bu bilgiye olan meraka, bu acımasız belleğe karşın. "
" Daha az içten ve daha alçakgönüllü olursaı:ı başarırsın, demişti
L. " Hem sen kendini ne sanıyorsun? Senin yapmak istediklerin ki­
min umurunda? Kendine daha sıradan bir rol seç. Göreceksin bu her
şeyi kolaylaştıracak. "
Assos'da günler tekdüze geçiyordu. Denize giriyor ve hep L'yi
düşünüyordum. Birlikte yolculuk ettiğim arkadaşlarım bunu anla­
dıkları için olsa gerek yalnız kalmak istememi anlayışla karşılıyordu.
Kumsalın kıyısında bir ağacın altına oturuyor, kimi zaman kitap oku­
yordum. Kimi zaman da denizin kıyısında yakıcı güneşin altında
uzandığımda, kendi serüvenimi, arzuların dünyasındaki sonu gelmez
yolculuğumu büyük bir açıklıkla görebiliyordum.
Pişffianlık ve özlem. günlerim işte bu iki duyguyla doluydu. Ku­
ma uzcındım. Gözlerimi kapadım, pişmanlık, güneş, özlem ve sıkıntı,

141
1 42 Mahir Öztaş

gözlerimi açtım deniz, özlem, pişmanlık ve huzur, kapadım ...


" Hep böyle yalnız mısınız? " diye sordu bir ses. Baktım, kumral
uzun saçlı bir kadın, sular saçlarından üzerime damlıyordu.
Ondan yanıma oturmasını istedim. Gerçekten çok yalnız bulu­
yordum kendimi. Bir yığın şey anlattım ona. Ama L'den söz etme­
dim. Her gün Assos'dan gitmek niyetinde olduğumu ama bir türlü
ayrılamadığımı söyledim.
" Daha dinamik olmalısınız, dedi gülümseyerek.
İnce bir patikadan ilerledik. Yoldan saparak zeytin ağaçlarının
arasından tırmandık. Yukarılarda rüzgar uğulduyordu. Oysa bulun­
duğumuz düzlükte tatl.ı bir esintiye dönüşmüş yüzümüzü okşuyordu.
Sonra kayalık bir yere geldik. Kayadan kayaya atlayıp durmak­
tan yorulmuştuk. Kendimizi yakıcı kumların üstüne attık. Söyledik­
lerim denizin hışırtısından duyulmuyordu ve bir ağacin gölgesinde
sevimli bir koyun bulabildiği ot parçacıklarını kemirmeye çalışıyor­
du. Üstündeki hafif yazlık giysi denizin serpintileriyle ıslandı, bede­
ninin çizgileri daha bir belirgindi şimdi. Aşınmış bir taş merdivenden
yukarıya doğru çıktık, kumsal aşağılarda kalmıştı. Terkedilmiş bir
kulübenin önündeki tahta sıraya oturdu. B unu yorulmasından çok
kalçalarında denizin nemini ve tahta sırasının ılık katılığını duymak­
tan hoşlandığı için yaptığını anladım.
" Yukarıdaki antik kenti gezdiniz mi?" diye sordu. Antik kentte
kazı yapmak için gelmişlerdi. Birlikt� çalıştığı arkadaşlarını seviyor­
du. Kamp ateşi başında şarap içmeyi, toprağın örttüğü gizli tarihi,
günbatımında karşı adaların görünümünü ve bir de Rumca şarkıları
seviyordu. Bir şeyi daha sevdiğini söyledi ama neydi unuttum. Sonra
adını da söyledi. Bir rüzgar esti, bodur ağaçlar hışırdadı, uzaklardan
dalga sesleri geldi. Adını hemen unuttum. Belki de belleğimde
L'ninkinden başka bir isme yer olmadığından.
" Bağışla beni , " demişti L. Şaşkınlıkla yüzüne bakmıştım neyi ba­
ğışlamam gerektiğini anlamadan. Onu övmelerine. baştan çıkarma­
larına izin veriyor, sonra amansız pişmanlıklarla bunu bir zayıflık di­
ye niteleyip kendisini asla bağışlamıyordu. Aradan sekiz yıl geçtik­
ten sonra yaptığı yanlışın ne olduğunu anlayabilmişti. Nereye gidi­
yordu? Kendisinin ne olduğunu, ne istediğini unutmuştu, çevresinin
onu görmek istediği gibi birisi olmuştu. " Aynaya baktığımda gördü­
ğüm bu kadın ben miydim " diye soruyordu kuşkuyla. İstediklerini
elde edebilmesinin güçlüğünü görebiliyordu ve gerçeklerin onu yor­
ması için sekiz yıl yetmişti. Ancak şimdi sürüklenip gittiğini anlıyor­
du. Evliliğinin baskıdan bir tür kurtuluş umuduyla öngörülmüş bir
edim olduğu söylenebilirdi. Kuşkusuz sonuçta evliliğinde umduğunu
bulamam!ştı. Onunla bir çocukla i lgilenir gibi ilgilenen bu adam aşırı
Daha Vakit Varken 1 43

kıskançtı. Kısa bir süre çalıştığı işi bile bırakmak zorunda hissetmişti
kendini. İlgiye ve hareketli bir yaşama alışkın olan bu güzel ve genç
kadın kendisini birdenbire evlilik yaşamının programlı ve önceden
öngörülmüş ağır aksak akışı içinde bulmuştu. Kocasına gelince, gö­
rünüşte bile olsa bu evlilikten hoşnuttu ve bu da dünyaları arasında­
ki uçurumu alabildiğine artırıyordu. Kocası neredeyse giysilerinin
kokusunda izliyordu başka erkekleri. Onu ne yapsa inandırması ola­
naklı değildi. Bu koşullarda giderek yalan söylemeye alıştı. Tutkular
onu yalanla gerçeğin iç içe geçtiği düşsel bir dünyanın içine atmıştı.
L'nin iri siyah gözlerine hüznün ve ıslaklığın yerleşmesi bu sıralara
rastlar. Söylediği hemen her şeyin yalan olmasına alıştığım bu kadı­
nın hüznünde, insanı yumuşatıp yüreğini paralayan tek gerçeklik işte
bu acı çeken gözlerdi.
Yukarıya antik kente doğru tırmanmaya başladık. Güneş ağır
ağır batmaya başladı. " Yarın , " dedim, " yarın umarım buradan ayrıl­
mayı başarırım. " Taştan anıtlar güneşin ve rüzgarın altında yorulmuş
yatıyor gibiydi.
ilişkinin vardığı bu noktada korkunç bir yorgunluk duyuyordum.
" Tanımlardan hoşlanmıyorum, " demişti L bir keresinde. " Yalnızca
yazıda belli bir işlev görebilirler. Oysa yaşamın dinamiği içinde ayak­
bağından başka nedir tanımlar? " Oysa bir kez karşınızdakinin içten­
likli olduğundan kuşkuya düşmeye görün, her şeyin boyutları hızla
değişir. Kuşku denli bir birlikteliği sarsan, keyifsizlik ve yakınma ka­
dar onu yoran başka ne olabilirdi? L ' nin geçmişten getirdiklerini bi­
liyordum, yaşadıklarında içtenlikli sayılabilirdi. Ama bana karşı iç­
tenlikli davranmadığı, beni sürekli yanlış yollara ittiği çok açık. Ayrı­
mına bile varmadan bir uçurumun kıyısına geldim, oysa L hata beni
yüreklendiriyordu yürümem için.
Belki de yanılıyorum. Her şeyden önce bu aşkın usa dayalı, bi­
linçli bir aşk olduğu söylenemezdi. Daha çok, ayrımına varmadığı­
mız, yine de bizi birbirine bağlayan, bedenlerimizi ve ruhlarımızı tü­
müyle kuşatan, gizli bir dereyi andıran bir aşk. Bu derenin gürültülü
bir çağlayana dönüşmemesi, yaşamlarımızın o anındaki bir düşüşün
eksikliği, bu aşkı belki kendi gözlerimizden bile gizliyordu.
Tepeye vardığımızda rüzgar artmıştı. Güneş gözden yitmiş, geri­
de bir kızıllık kalmıştı. Kulağıma doğru eğilerek - sanki bizi duyma­
larını istemiyormuş gibi - arkadaşlarının kendisini beklediğini söyle­
di. Kazı çadırlarının oraya doğru gözden yiterken, bedeninin dans
eder gibi kayaların arasında devinişini, çalıların üzerinden atlaması­
nı, saçlarının batan güneşle aldığı rengi izledim. Gözden kaybolma­
dan önce döndü, el salladı.
Ondan ayrıldıktan sonra tümüyle baş başa kaldım yalnızlığımla.
144 Mahir Öztaş

Tepelerde uğuldayan rüzgar otların üzerinde denizin hışırtısını andı­


rır sesler çıkarıyordu. " Yalnızlık, " diye mırıldandım, L ' nin çektiği
acıları anlayabildiğimi düşünerek.
Olaylar bu tatsız noktaya nasıl vardı, burası pek açık değil. So­
nunda varılacak yer bu mu olacaktı, bir şeylerin yanlış gittiği duygu­
suyla sarsılıyorduk. Orta yaşımızda, yeni baştan inanacak, tutunacak
bir şeyler arıyorduk. L tanımlardan hoşlanmadığını söylüyordu ama
bütün yaşantısı, üstelik beceriksizce yapılmış, tanımlardan oluşuyor­
du.
Bir akşam geç bir vakit, büyük bir içki kadehinin başında oturur­
ken aklıma yeni bir düşünce geldi. L karşımda oturmuş sessizce beni
izliyordu. Beni sevdiği için üzülüyordu ve beni daha çok üzmek ve
yıpratmak istiyordu. Bilinçaltı bana karşı öfke doluydu. Peki ama
bir sonuca varma olasılığı var mıydı gerçekten? Cinsellik sorunları
konusunda doğrusu onun gerçeği söyleyeceğini ummuyordum. Çe­
şitli konulara bakışındaki kısıtlıklarını ve önyargılarını, birlikte oldu­
ğumuz zamanlarda o kendine özgü davranma, düşünme biçimlerini
yeniden anımsıyor ve yılgınlığa kapılıyordum.
" Beni yavaş yavaş öldürüyorsun L, " dedim. " Bütün yaşamın ta­
nımlardan oluşuyor neredeyse. İstediğin bir geçmişinin olmaması mı
ya da o yorucu gizlerini büyülü saf bir gülüşle değiştirebilmek, kısa­
cası yeniden çocuk olmak mı istiyorsun ? "
Yanıt olarak beni uzun uzun öptü. A h acımasız v e bunaltıcı ruh,
sözleri hiç umursamayan yabanıl beden !
Bu arada, ne qlup bittiğini, neden özellikle o sırada kötü davran­
dığımı anlamaya çalışıyordu. " Niçin? " diye yineliyordu, " niçin bu
denli kaba davrandığını merak ediyorum. "
" Bu öfkeyi içimde biriktirdim , " diye yanıtladım onu, elimdeki
kadehle oynamayı sürdürerek.
" Peki ama neden bu gece de başka bir gece değil? "
" Çünkü her şeyin gelişip olgunlaştığı, duraksadığı inişe ve ölüme
geçtiği bir saat vardır. İşte bizim için o saat şimdi, bu gece, şu odanın
bezdirici bulanıklığı içinde konuşacak bir şey bulamamanın ezikliği­
ni, sıkıntı ve tiksintisini yaşadığımız şu an geldi. "
Kendimi o akşam, bütün bunları söylerken görmeye çalışıyorum.
Bir başkasının gözleriyle nasıl görülürdüm acaba? Hiçbir şeyi umur­
samayan bir bencil mi yoksa yalnız ve mutsuz bir adam olarak mı?
Acıma mı uyandırırdım bakanda yoksa öfke mi? Yoksa üçüncü tekil
şahıs anlatımda, sevemeyeceğim denli düşlerden arınmış, acımasız
ve katı bir portre mi olurdu karşımdaki?
Neydi bu kadından beklediği? Üstelik onun gibi kendi kendine
yetebilen, yalnızlıktan çoğu kez gerçekten hoşlanan. kurallarla sınır-
Daha Vakit Varken 1 45

lanmış bir yaşamdan ölesiye nefret eden bir adamın? Kimi zamanlar
kendini yorgun duyuyordu. Bu masanın başında şimdi otururken ol­
duğu gibi. Belki de onu yoran L ile olan birlikteliğiydi. L doğr ısu
hoş bir kadındı. Peki hiçbir zaman evlenmeyeceğini söyleyebiliyor
muydu, kendiyle baş başa kaldığı zamanlarda? Eninde sonunda onu
bekleyen de düzenli bir yaşamın tüketici tekdüzeliği, bir baba, bir
koca olmak değil miydi? O zaman, o da oyunun içinde yer almıyor
muydu? Eninde sonunda boyun eğecekse, diretmenin anlamı neydi?
Yine de diyordu, belki eninde sonunda olacak, ama zamanı şimdi de­
ğil, bu kentte, bu anılarla yüklü evde değil. L ile değil.
Üçüncü tekil şahısta kendimi açıklıkla anlayabildiğimi söyleye­
mem. Burada Assos'ta bile kimi geceler, yanımda olduğunu, soluk
alışını, bedeninin sıcaklığını duyduğumu sanıyorum. İşte ören yeri­
nin ortasında batan güne karşı yalnızım ve L'yi özlüyorum.
Sana gereksinimim olduğunu söyleyeceğim, kucağına yatıp belki
ağlayacağım şu an. Gece, karanlık ve rüzgar. .. Şimdi her şey ahlakdı­
şı... yorgunum ... Yüreğim gün boyunun kızgın güneşinde kızardı, ya­
nık kokuyor, dilini özlüyorum, sanki içindeyim ve beynimde bilmedi­
ğim dilden bir ses bağırıyor. Her şeyi anlamaya çalışmak, bir de üste­
lik anlatmaya çalışmak ne denli saçma ve ne boş bir çaba ... Seni sev­
diğimi söylemek istiyorum, ama uzaktasın. Ellerimi uzattığımda tu­
tamayacağım kadar uzaktasın. Bir şeyler yap ve beni kurtar bu sıkın­
tıdan. Başımı göğüslerinin üzerine çek, beni kurtar, haydi . . . Kurtar
bu yalnızlıktan ... Şu karanlık gecede can çekişen ruhumu kurtar...
Aradan uzun zaman geçti ve çok şeyler görüp geçirdim. Sana doğru
atılan bedenimi kurtar. Seni yitirmekten ölüm gibi korktuğum için
yanlışlıklar yaptım, beni bağışla. Seninle konuşmam gerekiyor L.
Anlatacağım öyle çok şey var ki. Bir telefon bulmalıyım. Yarın sa­
bah yola çıkmalıyım. Senin o buğulu sesini duymak istiyorum. Seni
yanımda hissetmek istiyorum. Adalar denizinin üstünde solgun bir
ay yükseliyor. Birlikte olduğun insanlara hep katlanmak zorunda
kaldığımı itiraf ediyorum. Bunu da seni yitirmekten korktuğum için
yaptım. Senden de hep uzun itiraflar bekledim. Bana anlatacak hiç­
bir şeyin yok muydu gerçekten? Ah L, şimdi uzaktasın, ama anlattık­
larınla, belleğime yüklediklerinle yaşamımı bir yıkıntıya çevirdin. İş­
te yanımda değilsin ve bekleyişin verdiği o düşsel hazzı yitiren ben
oldum.
Şimdi geleceğe yönelik kurgularla dolu, şu ören yerinde yalnız
başına oturan adamı üçüncü teki l şahısta anlatabilirim sanıyorum.
Sabahleyin erkenden yola çıkmaya karar verecek. Bütün günü yolda
geçecek. Kafasında geçmişle ilgili anılar ... Yardımına gereksinimim
var, dediği zaman sevgiye ve dokunmaya -0lan gereksiniminden
1 46 Mahir Öztaş

söz ettiğini sanmıştı. Oysa çok daha derinlerde olan bir şeyden, ken­
disini tümüyle bırakabilmesi için gerekli bir güven duygusundan
söz ediyordu, ne yazık, bunu ancak bu yorucu otobüs yolculuğunda
anlayabildi. Sonunda hiç bitmezmiş gibi görünen yolculuk bitecek
ve geceyarısı kasabaya varacak. L'nin arkadaşlarıyla eğlendiğini gö­
recek. Yol boyu düşündükleri uçup gidecek, geriye yalnızca tuhaf
bir öfke kalacak. Uzaktan soğuk bir selam verecek ve taştan anıtla­
rın dibinde o gece düşündüklerinin hiçbirisini söyleme olanağı bula­
mayacak.
Sanırım bu kez adamın daha gerçeğe yakın bir portresini çizebili­
yorum. Kendimle yüz yüze gelebiliyorum. Yine de bu portrede hala
eksik olan bir şeyler var gibi.
Aşağıdaki kamp yerinden neşeli kahkahalar, tabak çanak sesleri
geliyordu. Yamaç öyle bir eğimle iniyordu ki aşağıya, köyün evleri
gözden yitmişti. Köye inmem zaman aldı. Taştan taşa sekerek, yılan
gibi kavisler çizen yolu kısaltmaya çalıştım. Kapkaranlıktı, koşuyor­
dum ve çalılar sağımı solumu çiziyordu. Dizimi antik kalıntılardan
birine vurmuştum, enikonu topallıyordum. Onu kamp yerindekile­
rin arasında bulamadım. Kıyıdaki bütün gazinoları dolaştım, yoktu.
En sonunda köyün neredeyse bitip karanlığın başladığı bir gazinoda
buldum onu. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı. Bir konuşmaya dalmış­
tım, içimde bir şeyin kıpırdadığını duydum, bedenimi daha az hisset­
tim. Geçmişin hoş anılarından bir çağlayan üşüşür gibiydi belleğime.
Başka bir deneyim alanına geçtiğimi, yani sarhoş olduğumu hisset­
tim. Karşımızdaki adadan, antik çağların Lesbos' undan gelen hüzün­
lü bir çalgı sesi duyar gibi oldum. Kuşkusuz bu bir yanılsamaydı.
Gerçek olan, karşımda oturuyordu ve arkadaşlarının arasında en az
benim kadar yalnızdı. Bir taraftan içkisini yudumlarken, diğer taraf­
tan da tekdüze bir sesle hüzünlü bir şarkı mırıldanıyordu.
Onun elinden tuttum ve köyün neredeyse bomboş sokaklarından
sessizce geçtik. Bir süre ay ışığında parlıyan denize baktık.
" Bugün ilginç bir yazıt bulduk," dedi. " Çevirmesi çok güç, ama
şöyle bitiyor:
' İşte bunun sonucunda, daha vakit varken, kendisinden geriye
bir dünya kalsın ister' "
Sonra kararsızlıkla ekledi. "Yoksa kendisinden geriye bir 'iz' kal­
sın ister diye mi çevrilmeliydi bilmiyorum. "
Sanki aylardır özlediğim kadın oymuş gibi sarıldım ona. Beni ha­
fifçe öptükten sonra elimden tuttu. Kaldığı çadıra kadar beklememi
söyledi.
Assos'un anlamını sordum. Bir yerlerde birinci veya as anlamla­
rına geldiğini okuduğumu söyledim. Neredeyse kampa gelmiştik.
Daha Vakit Varken 1 47

Dik bir keçi yolunu tırmanıyorduk. " Birinci yoktur, " dedi. " Yoktur
ve hiç olmamıştır. Hep süreklilik vardır. "
Başlarımızı eğip çadırdan içeriye girdik. İstedim ki bana sarılsın,
beni yalnızlıktan kurtarsın. İşte tutkunun vardığı son, işte yalnızlığın
sessiz dönüşümü. Ben ki geleceğimi ufacık bir tutku uğruna ateşe at­
maya, deneyimin ateşinde yanmaya hazırım - yoksa ölmeye hazırım
mı demeli - yine de yapmam gerekenin ne olduğuna, bu denli açık
seçik olana karar veremiyordum. İnsanı önyargılar ve saplantılarla
dolduran bir dünyada, kişisel özgürlüğe giden bir yol görünmez en­
gellerle doluydu.
Ay ışığında tepemizdeki çadır bezi parlıyordu. Rüzgarda hafifçe
salınan dalların gölgeleri, bu yalnızca bize ait olan gökyüzünün de­
vingen yıldızları gibiydiler. Aynı gölgeler çıplak bedenlerimizde bir
belirip bir kaybolan izler oluşturuyordu. İşte böylece, eski yazıtın de­
diği gibi, daha vakit varken geriye bir iz kalsın istedim.
Oysa tek bir beden olduğumuzda bütün izlerin, gölgelerin, dün­
yanın ve biçimlerin karanlıklar içinde yok olduğunu duydum.
Gülderen Bilgili (1954)

UZAKTAKİ SEVGİLİ

Perdeyi araladı, gözlerini kara boşluğa alıştırmak için bekledi bir


an; hata kar yağıyordu.

Üç gün önce, havaalanını kente bağlayan tenha yolda, gökyüzü­


nün boz rengine bakıp " kar yağacak," demişti taksi şoförü. Uçsuz
bucaksız asfalt turuncu ışıklar altında bıçak sırtı gibi parıldayarak
sürekli akıyordu. Açık alanların bitiminde, karanlıkta ne olduğunu
kestiremediğim binalardan sonra kentin ilk evleri başlamıştı. Sonra
otoyolu kesen, giderek sıklaşan ara yollar. .. " Demek burası, " diye
düşünmüştüm, " artık burada yaşıyor, şu binlerce ışıktan birinde. "
Yabancı olduğum bir sevinç büyümüştü içimde.
Ertesi sabah bulunduğum kentle otelin penceresinden gün ışığın­
da tanışmaya zaman kalmadan telefon ziliyle uyandım. " Geldin
mi? " diyordu güne çoktan alışmış, sağlıklı bir sesle. İşyerinden arı­
yordu.
Uykulu, berbat bir sesle toparlanmaya çalışarak, " Duyduğun gi-
bi, " diye yanıtladım.
Güldü: " Uyandırdım mı yoksa ? "
B i r şeyler geveledim.
" Biliyor musun, bütün gece kar yağdı. Tam sana göre. Kalk
bak . "
" Şoför söyledi, " dedim.
Güldü yine. " N e şoförü? Uyandığına emin misin gerçekten? Din­
le beni: işlerini bitirebileceksen saat beşte gelip alayım seni . "
"Tamam, " dedim. Kapattı. Baktım: saat dokuz buçuk; daha yedi
buçuk saat vardı. Bunca yıl sonra bir anda yok edilmiş bir yedi bu­
çuk saat. İşlerimi bitirecektim! İ nanmış mıydı acaba? İnartmasa da
belli etmez, geçiştirir. " Seni görmeye geliyorum, " deseydim ne olur­
du öbür kentten aradığımda? " Sanırım uzun sürmeyecek işim, iki üç
gün fazladan kalıp seni de görebileceğimi düşündüm," demiştim.
" Çok sevinirim," demişti. Biraz ciddi, sevinçten biraz yoksun bir
" çok sevinirim. "

Hata kar yağıyordu. Akşamın ilerlemiş bir saati sayılmamasına


karşın, alana açılan yollarda belirgin bir tenhalık başlamış. Kilisenin

1 48
Uzaktaki Sevgili 1 49

ötesinde, ileride, kıyıyla birleşen caddede lokantaların, sinemaların,


vitrinlerin dinmez ışıkları. Amaçsız adımlarla dolaştı odada.

Akşam, saat beşte geldi. Nasıl bir karşılaşma olacağını gün bo­
yunca kenti dolaşırken, sonra da burada, bu odada beklerken düşü­
nüp durmuştum. Değişik sahneler canlanıyordu gözümde; filmlerden
kalma olmalı, tümünde de iyi kötü bir kucaklaşma vardı. Kapı tıkla­
dı. Açtım. Orada, şaraprengi halılı koridorun loşluğunda, oda kapısı­
nın biraz açığında duruyordu. Üzerinde kalın bir gocuk, atkı, omu­
zunda ağırlığı hemen belli olan koca bir çanta, elinde başından yeni
çıkarılmış yün başlığı, saçları karmakarışık, gülümsüyordu. Karşılıklı
durakladık. Sonra eğildi, yanaklarımı öptü. Üşümüştü yüzü. Sarıl­
mak geldi içimden; sarılmadım, kapıyı çektim, asansöre doğru yürü­
dük.
Asansörde, " Dur, ışıkta bir bakayım sana, " dedi.
Çenemden tutup kaldırdı yüzümü, avuçlarının arasında tuttu. Sık
kirpikli parlak kahverengi gözlerinde şaşkın yüzümün yansısı duru­
yordu. Aklar başlamıştı karışık saçlarında, gözkenarlarında yerleş­
meye kararlı çizgiler. Yüzümü bıraktı. Konuşmasını bekledim. Neydi
gördüğü? Hiçbir şey söylemeden kayan kat aralarına çevirdi bakışla­
rını. Odayla banyo arasını adımlarken düşünmeye çalıştığım karşılaş­
ma böyle gerçekleşmişti.
Dışarı çıktık, kar yağıyordu. Hiçbir yerde yinelenmeyecek, bir
başka kar. Kıyıyla kesişen caddede, gotik mimarinin çizgilerini taşı­
yan geniş yapıların önünden geçiyorduk. Erken bir yılbaşı, renkleri
ve ışıklarıyla yerleşmişti vitrinlere. Konudan konuya atlayarak konu­
şuyordu; anlattıklarının bir bölümü birkaç yıl önceye, bir bölümü ge­
çen hafta olup bitenlere ilişkindi. Konuşurken dumanlar çıkıyordu
ağzımızdan. Oturmuş karların gıcırtısı yineleniyordu ayaklarımızın
altında. Çok eskiden bilinen, sonra unutulan bir tanıdığı birden
anımsar gibi bir kez daha bir yerlerde karşılaştığım o sonsuzluk duy­
gusunun kıpırtısını duyumsuyordum . Yaşamın tüm korkularına mey­
dan okurcasına alabildiğine yükselen, geçmişin ve geleceğin yenilgi­
lerini, kırgınlıklarını, yanılgılarını önemsiz kılan bir duygu. Bir ara,
caddeyi geçerken elimi tutup koltuğunun altında sıcak bir köşeye sı­
kıştırdı. " Ellerin hep üşür senin, " dedi gülümseyerek. Elim o köşede
doğmuş, orada büyümüş, haksız, uzun bir ayrılıktan sonra yerine ge­
ri dönmüştü sanki. Bir inanmazlık içindeydim ...
Kıyıda akşam yürüyüşüne çıkmış kalın giyimli insanlar ağır adım­
larla dolaşıyorlardı.
" Bu kentte kıyı hiç bitmez, diyordu, " kentin ortasında bile bulu­
verir insanı deniz. "
1 50 Gülderen Bilgili

Adını bilmediğim kuşlar, iskelede yan yana bağlanmış uzun bu­


runlu gezinti teknelerine konup kalkıyor, başlarımızın üstünde izlen­
mesi güç eliptik biçimler çizerek birden uzaklara uçuyorlardı.
"Ne deli kuşlar, " dedim.
İstanbul'u sordu.
" İyi, " dedim.
O zaman siste dolaşan martı sürülerini, Karaköy'ün akşam balık­
çılarını, Salacak'!, Mısır Çarşısı ' nın ardındaki yaşlı çınar ağacını sor­
du. " Ne garip, bana �ok uzakta gibi görünüyor, oysa sen üç gün son­
ra bu saatlerde yine Istanbul'dasın . "
O akşam ü ç gündü, şimdi o n sekiz saatim kaldı.
Akşam bir Latin lokantasına gittik. Umulmadık bir köşeye giz­
lenmiş, bilmeyenlerin bulamayacağı yerlerden biriydi. Çok amaçlı
kullanım alanları olan ışıl ışıl bir yapının en alt katındaydı. Yapay
ağaçlar ve fıskiyeli havuzlar arasından geçip dar bir merdivenden in­
dik. Pampalan, çok renkli güleryüzlü insanları, güneşi ve futbol ta­
kımlarıyla duvara asılı geniş posterler, yadsıyordu dışardaki sert so­
ğuğu. Sonra turuncu ışıklar, parlak renkli masa örtüleri, kilim dese­
nine benzeyen Peru işi el dokumaları; gölgeler içindeki bir köşede
yaşlı bir adam dünyayı unutmuş, Violetta Parra ' dan ezgiler çalıyor­
du kararmış gitarıyla.
" Neler yaptın? " diye sordu şarap doldururken.
Gözlerinin altındaki çizgiler şimdi daha belirgindi.
Çok yakınımdaydı. Çok zaman geçmişti.
Bir yaz bahçesine giderdik eskiden, koltuğumuzun altında kitap­
larla. Birlikte ders çalışırdık akşama dek. Işıklar yanardı sonra, deği­
şirdi bahçenin insanları, akşam serinliğiyle birlikte sessiz sevgililer
gelirdi. Kitapları bir yana itip kibrit çöpleriyle bilmeceler sorardık
birbirimize: O yıllarda çok yaygındı bu oyun. Çok gençtik, çok gü­
lerdik, başlarını çevirip ters ters bakardı sevgililer romanstan uzak
kahkahalarımıza. Işıklar yanardı uzak kıyılarda, usulca geçerdi ge­
miler. Önümüzde dokunulmadan duran geleceğe inanırdık. Yaşa­
mın kapısı önünde sevinçle bekliyorduk sıramızı. Öyle gençtik ki.

Yıllar önceydi.
Başını eline yaslamış, şarap kadehini uzatıyordu. Göz göze gel-
dik. Yüzümü inceliyordu.
" Biliyor musun, " dedi, " hata arada bir aklıma geliyorsun.
" Sağol, dedim gülerek.
" Garip bir duygu, " diye sürdürdü; " duruşmadan vareste tutul­
mak gibi . . . Birileri ben bilmeden seni hırpalayacak, seni kıracak, sa­
na sanki bir şey olacakmış gibi bir kaygı. "
Uzaktaki Sevgili 1 5 1

" Ne d e olsa ilk sevgili, " dedim.


" Yo-, " dedi sakin sakin başını iki yana sallayarak, " aşkla ilgisi
yok bunun, güleceksin yine ama, daha çok bir babanın çocuğu için
duyduğu kaygıya benziyor. "
Güldüm. " Nasıl bir babasın? " diye sordum.
" Olmak istediğinle olduğun birbirinden öyle farklı ki, " dedi, " sa­
dece hafta sonları birlikteyiz oğlumla. Bazen iki haftada bir. Yine de
elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Parklar, çocuk tiyatroları, or­
manda yürüyüş; dolaşıp duruyoruz. "
" Masum yerlerde, " dedim.
" Gözlerimde bekleyen bakışlarından alaycı parıltılar geçti.
" Evet, şimdilik, " dedi kısaca.

Banyo kapısında durdu.

Kendimi yarın yola çıkmaya hazırlamam gerek. Bavulumu topla­


sam - geceliğimi sabah üste koyarım. Sonra, belki televizyon. Ne
bekliyordum? Hiç gelmeyebilirdim bu kente. Ne değişirdi? Başka
yıllar geçerdi; henüz tanımadığımız insanlar, yeni insanlar girip çı­
kardı yaşamımıza. Ne yapıyordu acaba o insanlar şu anda? Nereler­
deydiler? Şimdi ortaya çıkamazlar mıydı sanki, rollerine bir an önce
başlasaydılar, bir an önce yaşasaydık sırada bekleyen yaşayacakları­
mızı. Hu yabancı kentin son gecesinde, kapatılmayı bekleyen bavulu­
mun önünde çaresiz; yatak, tuvalet masası, iki koltuk, sehpa, televiz­
yon, dışarıda süt gibi inen bir kar, hep kar; içimde kimsesiz sokakta
kalma duygusu. Mutlaka yaşayacak mıydım bu akşamı?

" Neredesin? " diye bağırdım telefonda, ertesi akşam aradığında.


Gün boyunca mevsimsiz bir turist gibi, kentin tanıtım rehberinde be­
lirtilen yerleri dolaşmıştım tek başıma. Aramasından umudumu kes­
miş, dışarı çıkmak üzereydim yine.
" Tiyatroya bilet aldım, " dedi, " iyi, değil mi? Sonra da Lars'a gi­
deriz. Bizi yemeğe bekliyor. "
" Lars da kim? "
" Arkadaşım. On gündür kuzeyde, Gestalt üzerine bir uygulama
kursundaydı. Dün dönmüş. "
Yanıt bulmaya çalıştım. Tiyatro da nereden çıkmıştı şimdi? Bir
de Lars diye biri. " Başka bir işin mi var yoksa? Hiç aklıma gelme­
mişti . "
B u kez o susuyordu.
Evet, deseydim ya. Şimdi daha kolay olurdu. Şimdi bavulumu ka­
patmış, radyoda hafif bir müzik yakalamış, yatağımda kitap okuyor
1 52 Gülderen Bilgili

olurdum; ondan tümüyle kurtulmuş, dingin bir biçimde yarın yola


çıkmaya hazır.
Oyun bitmek bilmedi. Arada bir dönüp yüzünü izliyordum. Çok
hoşuna gittiği anlaşılıyordu yüzünden. Gözümü yumduğumda kolay­
ca bulabilmek için çizgilerini iyice işlemeliydim belleğime. İ nsan, za­
man geçtikçe başka biçimler, başka anlamlar katıyordu uzakta ka­
lanlara. Sonradan üzerinde çok düşünülen şeylerin kaçınılmaz so­
nuydu belki de bu. Yüzünü izlerken, zaman içinde kendimden ne
çok çizgi eklediğimi ayrımsıyordum . Çoğu, gerçekte var olmayandı.
Lars ' ın atölyesine metroyla gittik. Aktarma yaptığımız istasyon­
da öbür hatta uzanan dar, eğimli koridordan geçerken tüm üyeleri
zenci olan dört kişilik bir orkestrayla karşılaştık. Nat King Cole çalı­
yorlardı. Dayanamadım, içinde bozukluklar bulunan kutuya para at­
tım. Nedense güldü, " Hep aynısın be, dedi.
Lars'ın atölye-evi garip bir yapıdaydı. Yüksek demir parmaklıkla
bir kapı çıktı karşımıza. Tuş takımına benzeyen zilde dolaştı par­
makları. Kapı açıldı. Dikdörtgen biçimli geniş bir avluyu çevreleyen
binalardan birine girdik.
" İyi çocuktur Lars," dedi basamakları çıkarken. " Ressam. Ama
son iki yıldır psikoloji öğrenimini de birlikte yürütüyor. "
Otuz yaşlarında, çok uzun boylu, ama kumral bir Kuzeyliydi
Lars; kocaman bir gülüşle kapıda bizi bekliyordu. Yolda gelirken
dığımız şarabı boyalar, eskizler, kahve maşrapaları ve boş sigara ku­
tularıyla kaplı masanın bir köşesine iliştirdim. Az eşyalı, bembeyaz
bir atölyeydi. Duvarlar aynı temanın, acı çeken bir insan yüzünün
birbirinden farklı yağlıboya resimleriyle örtülüydü.
" Uygulama kursunun sonuçları , " dedi Lars baktığımı görünce.
" Dün, döner dönmez işe koyuldum. Gece hiç uyumadım. Başka tür­
lü kurtulamazdım. Müthişti kurs. " Üzerinde çalıştığı hastanın Yaşlı­
lar Yurdundan hastaneye getirilen, yaşını unutacak kadar uzun, yaşı­
nı unutacak kadar ıssızlıklar yaşamış bir erkek olduğundan söz etti.
O konuşurken resimlere döndüm. İlk tablodaki alabildiğine dur­
gun, kadın ya da erkek olduğu anlaşılmayan kıpırtısız yüz, resimden
resime değişiyordu; acının derinleşmesini, neredeyse somutlaşmasını
duyumsuyordu insan. Son resim bir felaketti: bir çığlık. Kırmızı ton­
ların egemenliği altında kana bulanmış bir çığlık.
Başımı çevirdim. Yanımda durmuş, dikkatli gözlerle beni izliyor­
du.
Gülümsedi birden, belime sarılarak Lars'a döndü: " Çok eski ar­
kadaşız, dedi, " uzun süreli birli kteliğimiz hemen hemen hiç olmadı,
ama hiç ayrılmadık da. " Eli belimdeydi hala. " Yapmadığım delilik
kalmadı onun için. Bu yüzden sürekli on dokuz yaşımı anımsatıyor
Uzaktaki Sevgili 1 53

bana: ilk sevgilim . " Kalktı, televizyonu açtı. Kanallardan birinde eski
bir Joseph Losey filminin jeneriği geçiyordu.
Bu güzel işte. Gereksiz düşüncelere bir nokta konup bu film izle­
nir. Sonra da bavulumu hazırlarım . Sabah erkenden ayrılırım otel­
den. Uçağın kalkış saatine dek bir yerlerde zaman geçiririm. Bavu­
lum ne olacak? Resepsiyona bıraksam. Kent merkezindeki ana istas­
yonda kilitli dolaplardan vardır belki. Mutlaka vardır, oraya bırakı­
rım. Öğleden sonra alırım bavulları. Sonra doğruca havaalanı ...
Bu kadar basitti işte. Her şey birer birer çözümlenmeye başlamış­
tı yine. Bacaklarını sehpaya uzatıp koltuğa gömüldü.
Peki ama, neydi konuşma biçiminde canımı sıkan? Yemek sıra­
sında hiç üzerinde durmadım. Güzel bir akşamdı gerçekte, Lars da
iyi bir evsahibi. Çabucak geçti zaman.
Dönüşte, metroda. " Yerini ayırttın mı uçakta? " diye sordu.
" Evet," dedim.
" Cuma günü mü? "
" Cuma, öğleden sonra, saat dörtte. "
Vagonun içinde, boşluğa dikti bakışlarını. Sonra başını dışarı çe­
virdi, bir durak süresince hiç konuşmadık.
" Bir sorun var, " dedi bir sonraki durakta durduğumuzda, " yarın
ne yapıyorsun ? "
B unu hiç beklemiyordum. Yanıt vermedim. İş masalları uydura­
mam artık. Bu kentte arkadaşım olmadığını da biliyor. Bir şeyler ya­
pıyor olmalıydım yarın. Hiçbir şey bulamadım.
Yanıt gelmeyince sürdürdü konuşmasını: " Yarın akşam oğlumu
görmem gerek. Eski karım aradı bugün. Çocuk ateşlenmiş. Aslında
bu akşam-. "
Sözünü kestim: " Gitseydin keşke. Tiyatroya ve Lars ' a gitmek se­
nin önerindi.
O kadar sert konuşmamalıydım.
Anladı: " Özür dilerim, " dedi, aydın erkeklere özgü o nefret etti­
ğim yapay incelikle. Önce özür dileyip sonra bildiğini okumanın in­
celiği. " Tabii ki ben istedim akşamı seninle geçirmeyi. Neyse-, " Bir
şeyler söylememi bekliyordu. Metroya binip inenleri izliyordum.
" Cuma günü için izin alacağım işten," dedi.
" N e iyi olur," dedim. Keşke " çok sevinirim, deseydim zorlamalı
bir sevinçle. Bu aklıma gelmedi.
" İşten çıkınca doğru oğluma giderim yarın akşam. Onda ya da on
birde dönerim. Uğrayayım mı otele? "
" Ne için?" Güzel bir soruydu. Adam olmaya başlamıştım demek.
Bocaladı. İlk kez bocaladı.
" On buçukta filan uğrasam ... Dışarı çıkarız.
1 54 Gülderen Bilgili

Yarım saat indirim: " On birde uyuyor bu kent. Nereye gidece­


ğiz?"
Hemen güldü. " Caddelerin boşalışına bakma, " dedi, " öyle çok
yer var ki gidecek. Nereye istersen gideriz. " Yüzüme bakarak bekli­
yordu. " Peki , " dedi, " odanda otururuz. Konuşuruz. Uykun gelince
söylersin, giderim. "
Kesinlikle hayır ... En sakin ses tonumu buluncaya dek bekledim.
" Ertesi gün yola çıkacağım," dedim, " erken yatmayı tasarlıyordum . "
Sustu. Oğlundan, eski karısından, işinden, Lars' ından, elinde ça­
resizlikle çevirdiği o budala yün başlığından, hiçbir şeyden, onunla
ilintili hiçbir şeyden hoşlanmıyordum. Otel odasının kapısında karşı­
laştığımız andan, hatta daha önce, telefonda, " çok sevinirim," dedi­
ğinden beri gözlemlediğim ilgisiz tavır, tüm ayrıntılarıyla yürüyordu
belleğimde. Kıyı, Latin lokantası, tiyatroda sahneye çakılı gözleri,
Lars'ın evi, hepsi, hepsi birden üstüme geliyordu. Gündüzleri çalışıp
akşamları beni eğlendirmeyi iş edinmişti kendine, bir görev bilinciy­
le yapıyordu sanki bunu. Ne de olsa ilk sevgili: on dokuz yaşının çıl­
gınlıklarını anımsatıyormuşum. Geçmişten bir yaprak!
" Ne zaman dönüyorsun Türkiye 'ye? " diye sordum.
Beklemediği bir soruydu: " Bilmiyorum, " dedi kisaca.
" Özlemişsin İstanbul 'u," diye üstüne gittim.
" Evet," dedi, " özledim tabii. "
" Öyleyse dön . " Ne demek istediğimi araştırırcasına uzun uzun
yüzüme baktı. " Belki sen de resimler yapmaya başlarsın yakında.
Odanın dört duvarında acının resimleri. Başkalarının tam yerinde
çektiği acıların, uzaktan algılanmasıyla yapılmış resimler. Bir gönül­
lü sürgün için ne kolay bir rahatlama biçimi ama. "
Yüzüme bakıyordu hala. Alt dudağını ısırarak başını başka yöne
çevirdi. " Otele bırakayım seni . "
Zaten otele gidiyorduk. Duyarlı bir noktasına dokunmuştum de­
mek.
" Yarın ara işten. dedim neşeyle. hiçbir şey olmamış gibi.
" Olur. dedi .

Ben olsam aramazdım. O , aradı.


Akşam erken yat. dedi, '' Cuma için izin aldım . sabah erkenden
geliyorum. Birlikte kahvaltı ederiz. Sonra da hızlı bir kent turu. Ba­
şını döndürecek bir tur. Uçağı kaçırtacağını sana.
Birlikte kahvaltı. Bunu hiç yapmamıştık. Nasıl olurdu acaba'?
Sabah erkenden ayrılmasa mıydım otelden? Doğru ya, sabah telefon
etmeyecekti. doğrudan otele gelecekti. Bana kızmamıştı demek. Bi­
raz acımasız davranmıştım. Kolay kolay ısırmazdı alt dudağını. Yine
Uzaktaki Sevgili 1 55

de kızgın değildi. Bağışlamıştı beni yine.


Kaç yıl önce bırakıp gitmiştim onu. Uzun bir aradan sonra karşı­
laşmıştık. Hiç gitmemişim gibi davranmıştı. Yıllarca aralıklı olarak
görüşmüştük. Dünyayla uzlaşmazlığa düştüğüm anlarda düşünme­
den koştuğum kişiydi o; bir barınak. Karşılık beklemeden, cömertçe
sunardı dostluğunu. İstanbul ' da, bir yokuşun bitiminde, bulutların
içinde duran bir evde yaşardı. Dış dünyanın bayağılıklarından arın­
mış, özel bir yerdi orası. Georges Brassens çalardı bana gittiğim za­
manlar, saatlerce konuşurduk. Bir sonsuzluk duygusu alır başını yü­
rürdü içimde. Küçülürdü korkularım, önemsizleşirdi. Olmadık birini
sevmiştim bir ara, ondan söz ederdim. Dinlerdi, düşme üstüne, der­
di. Varlığının anlamını o çok bulutlu evi kapatıp Türk�ye'den ayrılın�
ca anladım. Bir boşluk açılmıştı ayaklarımın altında. ünce inanama­
dım. Kaç kez, hem de kaç kez gidip çalmak istedim artık başkaları­
nın oturduğu evinin kapısını. Alçakgönüllü mobilyalarını, mutfağını,
öbür odalara uzanan koridorunu kaç kez okşadım görünmez doku­
nuşlarla. Geri dönmemecesine gitmişti. Sonra kabullendim, bir baş- .
ka birliktelik yolu buldum: hiçbir zaman kaleme almadığım mektup­
lar yazdım ona giderek sıklaşan uzlaşmazlık anlarımda. Geceler bo­
yunca, upuzun mektuplar. Konuşur gibi ... Bunu hiç bilmez.

Televizyona çevirdi bakışlarını. Film artık izleyemeyeceği kadar


ilerlemişti. Saate baktı: on bir. Kar taneleri kararsız titreşimlerle
uçuşuyordu camın ardında. Işığı kapadı, pencereye yaklaştırdı yüzü­
nü. Alana açılan yollar artık bomboştu. Karanlıkta, ayakta bekledi.
Odanın içinde sürüyordu Losey 'in filmi. Gözlerini gökyüzüne kaldır­
dı. Kuzey gecelerinden birinin tuhaf kızıllığı duruyordu orada. Aşa­
ğıda olup bitenlerle ilgilenmeden ölümsüzlüğü tek başına yakalama­
nın bencil doyumunu süren, havai fişekli şenlik gecelerine kirli yağ­
murlarını indirip, parçalanmış gepgenç cesetlerle dolu savaş alanları­
nı inadına yaşam yüklü, inadına gülen yıldızlarıyla donatan uçsuz bu­
caksız bir göğün altında, sessiz, soğuk, ıssız bir yerdi dünya. Lars'ın
hastasını anımsadı birden, sonra da resimleri ... Odaya döndü. Film
birazdan bitecekti. Sonra yatacak, uykuda cömertçe harcanmış saat­
lerin ardından ayrılacaktı bu kentten. Bir daha gelemeyecekti belki.
İstanbul 'a dönünce kimi zamanlar yüzünü. gülüşünü, biraz savruk
yürüyüşünü belleğinde arayacak, bulduğu an aralarında yükselen o
soğuk, saydam duvara çarpacaktı elleri. Zaman başka biçimler vere­
cekti ondan kalanlara. Giderek bulanacaktı belleğindeki çizgiler.
Yaşanıp bitirilmiş, sonuna dek tüketilmiş nice şeyden biri olacaktı.
Gece duyguları, diye düşündü. Sabah değişir her şey. Çoğunca öyle
olmuyor mu zaten; gece verdiğim kararları sabah bozmuyor mu-
1 56 Gülderen Bilgili

yum? Gece boy atan korkular, kaygılar sabah günışığında gerçek ya­
şamın akışı içinde küçük, saçma, önemsiz görünmüyor mu? Sabahla­
rı çamurlara bata çıka dolmuş peşinde koşarken, beş paralık ürünle­
re çarpıcı reklam metinleri bulmak için bütün gün tuvalette bile kafa
patlatırken, bir üst göreve dikili onlarca gözün hırslı bedenleri ara­
sında ayakta kalma savaşımı verirken kendimi düşünecek zaman bu­
labiliyor muyum ki kaygılarımı gözden geçireyim. Sabahı beklerim,
gelir, kahvaltı ederiz. Kenti gezeriz. Sonra havaalanı. Pazartesi işe
başlarım. B aşladığı gibi biter günler. Masamdan görülen uzak ağaç­
ların ötesinde günışığıyla yüklü gökyüzü, bir bakarım; kapkara. Ça­
bucak geçer günler. Cumalar olur, salılar, pazarlar.
Işığı yaktı birden. Kime yazacaktı o mektupları şimdi?
Aceleyle giyindi.

Bindiği taksi kanalların üzerindeki geniş köprülerden, ışıklı cad­


delerden, vitrinlerden, durağan alanlardan geçti. Yalnızca evlerin
yer aldığı bir bölgedeydiler şimdi. Alçak bir tepe üzerinde yükselen
katedrale benzer büyük bir yapının arka sokağına saptılar. " Burası, "
dedi şöför. Aynı dizi içinde omuz omuza vermiş, dar pencereli, ka­
lın, ·sağlam görünümlü onlarca yapıdan biriydi. Numaraya baktı: ta­
mam. Basamakları çıkıp zile uzandı. Üzerinde sıfırdan dokuza dek
sayılar bulunan bir tuş takımı vardı zil yerine. Lars 'ın kapısındakine
benzeyen bir tuş takımı. Daire numarası üçtü, üç yazılı tuşa bastı,
bekledi. Kapı açılmadı. Sokağın açıklığında durup pencerelere baktı.
Koyu bir ışık yanıyordu oturduğu katta. Uzun süre tuşlarla oynayıp
kapının açılmasını bekledi. Kapıyı açan sayıyı deneme yoluyla bul­
ması olanaksızdı. Çaresiz çevresine bakındı, yürüdü sokak boyunca,
döndü yine. İki eliyle ağzını borazan gibi çevreleyip adını haykırdı.
Yararsızdı. .. Birden aklına geldi. Eldivenleri içinde iyice uyuşan par­
maklarının son bükülme gücüyle kartopları yapmaya başladı.
Daire kapısı önündeki sahanlığa çıkmış, şaşkınlıkla bakıyordu.
"Tanrım," dedi, " sen gecenin bu saatinde, burada ... Ne bu ha­
lin ! "
" Kapıda kaldım.
" Neden, neden söylemedin bana? Telefon etseydin, gelip alırdım
seni. Donmuşsun! Şifreyi de bilmiyordun.
Paltosundaki karları silkeleyerek yere eğildi.
" Ne yapıyorsun? "
" Botlarımı çözüyorum . "
" Ne botu; gir içeri.
Ne zaman yapmıştı bu koca düğümü?
" Gir, dedim, bir kez olsun sözümü dinle ! "
Uzaktaki Sevgili 1 57

Sertçe kolundan tutup içeri çekti birden. Sokak kapısını kapadı.


" Derhal üstünü çıkar. Paltonu, çoraplarını ... Dur sana giyecek bir
şeyler getireyim. "
Hole açılan odalardan birine girdi. Az sonra elinde kazak ve bir
çift çorapla geri döndü. Kanepenin üzerine savrulmuş gazeteleri top­
lamaya başladı.
" Ne yapıyordun ben geldiğimde ? "
" Aşk . . . Giy ş u çorapları. Radyatörün önünde yer yapayım sana. "
Minderleri toplayıp pat pat vurarak biçimlendirmeye koyuldu.
" Geç otur. " Dikkatle baktı bu kez. " Kaç dakika bekledin kapı-
da? "
" Kaç saat demek istiyorsun herhalde? "
Önünde, ayakta duruyordu. Eski, lacivert bir eşofman vardı üs­
tünde. Yine karmakarışıktı saçları.
" Apartman tipi evlerin çoğunda kapılar şifrelidir burada. Unut­
tum sana söylemeyi. Nereden bilebilirdim kalkıp geleceğini? " durak­
ladı. " Hiç beklemiyordum. "
Salonun kapısına doğru yürüdü.
" Nasıl ısıtırız seni? " diye sordu koridorda uzaklaşan bir sesle.
" Kanyaklı çaya ne dersin? " Yanıt beklemeden mutfağa girdi. " Hep
böylesin, " diye homurdandı mutfaktan, " hep böyle. Ömrüm sana
göz kulak olmakla mı geçecek! Bu havada haber vermeden gel, daki­
kalarca bekle karın altında-. "
Hoş bir ışık yüzüyordu odanın zemininde.
Başını çevirip pencereye baktı. Camın ortasında, attığı kartopu­
nun dağılmış izleri duruyordu. Daha ötede, alçak bir tepede kurulu
görkemli bir kilisenin gece ışıkları.
Elinde dumanı tüten iki fincan, ağır adımlarla odaya girdi. Gülü­
yordu şimdi.
" Oğlun nasıl? "
Çayı uzattı. " Bak sana fotoğrafını göstereyim . " Karşı duvardaki
rafa doğru yürüdü. Üç yaşlarında sarışın bir çocuk fotoğrafıyla dön­
dü. " Annesine benziyor, " diye açıkladı hemen.
" Çok güzel. "
" Güzel kadındır annesi, dedi biraz da övünerek.
" Bu tabloyu nereden buldun peki? Daha karamsar bir şey yok
muydu? "
Siyah beyaz bir reprodüksiyon asılıydı karşı duvarda. Mum-ışığıy­
la aydınlatılmış bir odada, beyaz örtülü di kdörtgen bir masada, yüz­
yılın başlarına ait koyu renkli ciddi giyimleriyle oturan beş adamın
resmiydi. Hepsi de farklı yönlere bakıyorlardı. Arkalarında karanlık
bir pencere, önlerinde ise yalnızca üç içki kadehi duruyordu. İnsana
1 58 Gülderen Bilgili

tedirginlik veren bir şeyler vardı resimde; ancak sessizlik dolaşabilir­


di o masada.
" Sessizliğe çağırıyor insanı. "
" Öyleyse sessizliğe izin vermeyelim. Brassens çalayım sana, hala
seviyorsan eğer-? "
" Unutmamışsın . "
" Unutmadı m . "
Plakların önünde bakınarak eğildi.
Otel odasından boşalan alana bakarken kapıldığı tedirginlikler
hızla uzaklara gidiyordu; oysa sabah olmamıştı daha. " Sabah da ol­
madı . "
Başını kaldırdı plaklardan, suskun gözlerle baktı önce, birden
güldü. " Ne konuşuyorsun kendi kendine? Karda beklemek pek ya­
ramadı galiba. "
Işıl ışıldı gözleri.
" Sana söyleyeceklerim var.
" Söyle bakalım. "
Nasıl söyleyeceğim? Ka ğıda geçirilmemiş uçsuz bucaksız mek­
tuplarımdan mı başlasam? Istanbul'da bulutların arasındaki evinin
içinde yeni taşınanlar görmeden geceleri dolaşmalarımdan mı? Bir
tek - bir tek onun yanında kendime gelebildiğimi onun yanında o şe­
yi nasıl anlatsam o yıldızları yakalama duygusunu, o sonsuzluk
duygusunu yaşayabildiğimi söylesem hiç ölmeyecekmiş gibi olma­
ya benzer bir şey desem - hiç yaşlanmayacak - hiç üzülmeyecek - hiç
korkmayacak gibi bir şey desem - Lars'ın hastası var ya, desem -.
Georges Brassens dönüyordu plakta.
Hayvanın biriyim ben, diye de başlayabilirdim. Akıllı sayarım ya
kendimi, bakma sen; öyle kafasızım ki. Nasıl, nasıl bırakıp seni git­
tim hiç değmeyecek kişiler için. Sen orada, o çatı katında kim bilir
neler yaşarken - bak o sıralarda nelerden gelip geçtiğini bile bilme­
yecek denli kör bir bencillik - nasıl da hiç utanmadan sıkıştığım an­
larda çaldım kapını. Sen ise her gelişimde aldın içeri; öfkelenmedin,
hesap sormadın, dinledin, iyileştirdin beni. Başkalarını anlattım sa­
na. Şimdiyse başkalarında boş yere seni arıyorum. Bulamadım, hiç
bulamayacağım, biliyorum. Kolay mı cinseJliğin küçük, anlık hesap­
larını yoksayarak etin derinliklerinde değil, insaoın derinliklerinde
yakalamak gerçek duyarlıkları? Kolay mı?
Bir el dokundu yüzüne. Başını kaldırdı bir el.
" Ne oldu? '' Yüzüne doğru eğilmişti. " Gel bakayım;" ôediyayaş­
ça kolundan tutup ayağa kaldırırken. " Niçin ağlıyorsun? '' Kollarını
sımsıkı kenetledi sırtında.
Yüzünün altında kanyak ve tütün kokusuyla karışmış sıcakliğı
Uzaktaki Sevgili 1 59

duruyordu. Eşofmanın altında yükselen kalp atışları sönmeden be­


denine ulaşıyor, göğüslerinde yineleniyordu. Saçlarında dolaşıyordu
dudakları; " Sevgi değil bu, " diye fısıldıyordu ıslak yüzünü öperken,
" sevgi olsa biterdi. Bu bitmedi . "
Yanıtlamak gereksizdi. Sözcüklerin boşlukta asılı kaldığı anlar­
dan biriydi. Sonsuzluktu şimdi sürüp giden. Neydi tek başınalık? Hiç
bilmiyordu. Değişimin tüm yasaları siliniyordu birer birer. Karanlık­
tan süzülüp odanın zeminine düşen tepedeki kilisenin ışıkları, geniş
yapraklı çiçekler ve kitaplar hep bu odayla birlikte var olmuştu; hep
böyle var olacaktı. Camın ardında sürekli inen kar tanelerine karşın
hanımeli kokularıyla yüklü nefis bir yaz gecesiydi plakdaki yalnızlık
yağmurlarına eşlik eden. Yaz bahçelerine sessiz sevgililer doluşuyor­
du art arda; hiç yaşlanmayacak sevgililer. O gemiler hep öyle sessiz­
ce geçecekti açıklardan.
Ağır ağır dönüyordu başı, ağır bir sıcaklık yükseliyordu bedenin­
de. Karşı duvarda duran beş kişi kayıtsız ama onaylamaz gözlerle
boynunda dolaşan karışık saçlı başa bakıyorlardı. Boğuk bir erkek
sesi şarkı söylüyordu uzaklarda. Giderek hızlanan bir başdönmesi
içinde düzgün bir erkek alnının, uzun kirpiklerin geçişini görür gibi
oluyordu arada bir. Sert bir poyraz savuruyordu bedenini uçsuz bir
denizin açıklarına, giderek kabaran dalgalar arasında hızla kıyıdan
uzaklaşırken denize sarkmış yumuşak bulutlara açıyordu kollarını.
Zaman yoktu. İklimler, sınırlar, silahlar ve savaşlar yoktu. Geçmiş
yoktu, gelecek yoktu. Şimdi dünya, göğüslerinin üzerinde hızlanan
kalp atışlarıyla eşzamanlı olarak sürüklenen o güzel bulutun altında,
usulca gülümsüyordu.

Kenti geride bırakıp havaalanına uzanan otoyola girdiler. Yollar


buz tutmuştu. Hafif bir müzik çalıyordu radyoda. Cam mavisi bir gö­
ğün altında karlı çam ağaçları geçiyordu hızla yanlarından. Gözlerini
yoldan ayırmadan böldü sessizliği:
" Gel kaçıralım şu uçağı. Vazgeç gitmekten.
" Olur. "
" Döneyim mi? "
Baktı kısaca.
Hep çam ağaçları geçiyordu yanlarından. Ama ne çok. Üç gün
önce turuncu ışıklar arasında geçtiği yol, karın donuk beyazlığında
çırılçıplaktı şimdi . O akşam hiçbir şeye benzetemediği yapılar büyük
bir mobilya, bir kağıt, bir boru fabrikasına dönüşüyordu hızla. Sonra
uzun bir otomobil mezarlığı. Sonra yine karlı çamlar.
Sabahleyin külrengi yapılarla çevrili ara sokağa bakan mutfak
penceresi önünde karşılıklı kahvaltı ettik. Alışkın tavırlarla evin için-
1 60 Gülderen Bilgili

de gidiş gelişlerini izledim hep. Yarın sabah bu buzdolabı önünde


eğilecek, bu cam çaydanlıkta su kaynatacak, bu lavabonun, bu tahta
dolabın, bu sandalyelerin önünde dolaşacaktı. Raftaki şu küçük kır­
mızı radyoyu açacaktı herhalde. Onunla sabahlar böyle başlardı de­
mek, onunla birlikte yaşamak bir parça böyleydi anlaşılan; sürekli
birlikte olmak. Kaç yıl sürerdi böyle? Kaç yıl şu andaki gibi göz göze
gelince gülümserdi? Sabahları dışarıda gün ışırken işe gitmeye hazır­
lanan iki sessiz gölge gibi evin içinde dolaşır mıydık yoksa? Günden
güne epriyen, günden güne solan bir birlikteliği, önceleri hiç ayrım­
samadan, sonradan, katlanılması zorunlu bir yük gibi sürükler miy­
dik ardımızda? " Sevgi olsa biterdi, " demişti gece. Saygılı bir alışkan­
lık mı başlardı o zaman? Hep öyle yazardı ya deneyimli evlilik uz­
manları. Yoksa yalnızca alışkanlık mı? Sevgiden yoksun saygılar bir
parça ikiyüzlülüğü de getirmez miydi birlikte?

Omuzumu tuttu. Bir yandan çay dolduruyordu fincanlara . . .


" Dün gece-, " diye başlamıştı.
Bizden söz edeceğinden öyle emindim ki, gecenin birlikte geçir-
diğimiz bölümünü anımsamıştım hemen.
" Dün gece çocuğun başında beklerken-, " diyordu.
Ne çocuğu?
" Dün gece çocuğun başında beklerken - bir kez daha denesek,
diye düşündük karımla. Akşam söyleyecektim sana. Zaman bulama­
dım-, "
Sessizlik olmuştu.
Ne kötü ses çıkarıyordu şu çay kaşıkları fincanlarda!
" Nasıl olur bilmem; yani ne götürür, ne getirir-. "
" Deneyi n , " dedim.
Ne çatlaktı sesim. Karga gibi.
Denesinler.
" Çok istersek başarırız, diyor karım.

Başını kaldırdı. Ağır ağır havaalanına giriyorlardı.


İnsanın çok güç olacağını sandığı, ama zamanı geldiğinde nasıl
olduğu bir türlü anlaşılmadan apar topar yaşanılan son dakikalardan
geçiyorlardı. Bavulları verdiler birlikte. Elinde uçuş kartı. Sonra kar­
şılıklı son sigarayla kahve. Pürüzsüz bir kadın sesi dört dilden anons
yapıyordu sürekli. Nerede olduğu ve nereye gittiği bilincinin bir kö­
şesinde önemsiz bir ayrıntıydı şimdi. Bavul yüklü tekerlekli taşıyıcı­
larıyla insanlar dinmez bir uğultuyla koşuşuyordu çevrelerinde.
Uçuş tablosunda yanıp sönen küçük uyarı ışıklarıyla birlikte sürekli
değişen kent adları ve sefer sayıları.
Uzaktaki Sevgili 1 6 1

Koluma giriyor. Dönüyorum. Kollarını doluyor bedenime.


" Son çağrı. "
Ama hep bir uğultu.
Yine kendimi görüyorum yüzümde takılı duran gözbebekleıinde.
" Ne yapacaksın buradan çıkınca? "
" Bilmem, " diyor usulca, ciddi bir sesle. " Lars'a uğrarım belki.
Bakayım bitirmiş mi acının resimleri ni . " Gülümsemeye çalışıyor.
" Ya sen? Yani akşam, İstanbul'da, ne yapacaksın?"
" Gazete okurum belki. Belki de uyurum. Selam söyle Lars'a. "
" Unutuyordum az daha, dün gece, bir şey söyleyecektin bana.
Sana anlatacaklarım var, dedin. Ağladığını görünce aklım başımdan
gitti; unuttum sormayı. "
Sessizce bakışıyoruz.
" Ne söyleyecekti n ? " diyor elimi iki avucu arasında tutarak.
Paltomun yakası altında kalan saçlarımı tutam tutam çekiyorum
dışarı.
" Kim bilir, " diyorum gülerek, " kim bilir ne söyleyecektim! Aklı-
ma gelmiyor şu anda. "
Pasaport polisi önünde kuyruğa giriyor yolcular.
Uzun uzun bakıyor yüzüme.
" Yine gel. Olmaz mı? "
" Yine gelirim. "
" Ama kırma camlarımı kartoplannla. "
Boynuna sarılıyorum. B ıyıkları dokunuyor yüzüme. Tenini duyu-
yorum olanca gerçekliğiyle.
Yürüyorum.
Belki gelirim yine.
Ama gelince bulduklarımız, giderken bıraktıklarımız mıdır? Bel­
ki de öyledir. Geçen zaman hiçbir şey götürüp getirmiyordur belki
de. O tombul çocuk onun değildir belki; o sarışın kadın, o kiliseye
bakan ev, o sürekli gözlemlediğim bir başka ülkeye alışmışlık ona ait
değildir belki. Belki salt düşlediklerimiz, salt yanılsamalarımızdır
aradıklarımız. Düşlerle mi yaşarız kimi zaman? Kimi zaman kendi
yarattığımız düşlere mi sığınırız?

" Çabu k " gibilerden bir el işareti yaptı görevli polis.


Arkasını dönüp baktı. Yolcularla yolcu geçirmeye gelenleri ayı­
ran demir parmaklıkların ardında, sarışın insanların arasında duru­
yordu. El salladı baktığını görünce. Ne garipti, dakikada bilmcmkaç
uçağın kalktığı, günde binlerce yolcunun gelip gittiği bu havaalanın­
da kimse tanımıyordu onu. Şimdi omuz omuza durduğu uzun boylu
1 62 Gülderen Bilgili

kadınla asık yüzlü adam için o binlerce kişiden biriydi yalnızca. Bel­
ki yine postalanmayan upuzun mektuplar yazacaktı ona gizlice, dün­
yayla uzlaşmazlığa düştüğü anlardan birinde.
Belki de artık yazmayacaktı.
Gecikmiş adımlarla yürüdü.
Pasaportunu polis memuruna uzattı.
Ayşe Kilimci (1954)

SEVDADIR HER İŞİN BAŞI

Günün, insansız, kuşsuz, sessiz zamanında, bir motor homurtusu


sokağın sessizliğini· böldü. Yaşlı sokağı derin uykusundan kaldırdı.
Sokağın yüreği ağzına geldi. Toza, sıkıntıya bulanmış sokak, geleni
farkedince, durağanlaştı. Birkaç meraklısı da camdan geri çekilip, sı­
cak yataklarına döndü. Gelen Bergüzar'dı. Bergüzar arabadan indi.
Uyuşmuş kolunu, bacağını sağa sola savurdu. Bedenini silkeledi. Ağ­
zını aça aça esnedi. Yorgun, tiftiklenmiş, yolun halin tozuna belen­
miş saçlarını iki eliyle havalandırdı . Kendisini evine bırakan taksi ha­
reket ederken, sürücüsü kıza eliyle öpücük gönderdi. Bergüzar, ma­
halleden çekinerek uğurladı sürücüyü. Ardından bir " öf b e " çekıi.
Bazı şeyleri neden hala utana sıkıla yaptığına canı sıkılarak, kaldırı­
ma okkalı bir tükürük attı. Bu haliyle gece vardiyasından dönen bir
aile reisi efeliğindeydi.
Evin kapısını anahtarıyla yavaşça açtı. Kapının önüne kadar dö­
şek seriliydi. Annesi, iki küçük kardeşi salonda yer yatağında uyu­
yorlardı. Dışarının aydınlığından sonra, içerde gözleri bir an seçmez
oldu. Kapatıp açtı, yolunu öyle gördü. Yatakların üstüne basmamak
için sıçraya zıplaya kendi bölmesine geçti. Perdeleri "!-rdına dek açtı.
Ustündeki boz renkli şirket giysisini sıyırdı çabucak. iç çamaşırlarıy­
la camın önüne geçti. Bir uçlu sigara yaktı. Caka ile derin derin nefes
aldı. Sokağı gözleriyle denetledi şöyle bir. Geceyi bitirip günü başla­
tan oydu. Karşı evdeki adamın kendisini seyrettiğini görünce, için­
den bir küfür, dışardan edalı bir öpücük gönderdi adama. Yaşlı ada­
mı bu davranışı ile coşturup taşırdığına aldırmaksızın, perdeleri çek­
ti. Kendini somyasına attı. Boynundaki altın yonca, kendi yatağa dü­
şerken havada parladı, döndü.
(Dışarısı ağardı, günlendi, evin içinin kasvetine bak sen hele.
Hoş, böyle alaca olduğu bana yarıyor. Uykuya dalması kolay oluyor.
Gün, bu evin içine hiç doğmuyor gibi .)
Ağzının içi acımıştı. Sigarasını iki üç nefesten sonra söndürdü.
Yorgunluğunu, motor homurtusunu, uzun yolların tozunu, acısını
yüreğinde duya duya bir çocuk uykusuna koyuldu Bergüzar.
Uyudukça yüzü ağarıyordu. Elleri çenesinin altında kavuşuk, ana
karnındaki duruşunun büküntüsünde, dudakları kıvrılmış, bir bebek
gibi olmuştu uyurken. Dudaklarındaki sedefli ucuz boyanın altında
bile belliydi hoyrat ellerinden geçtiği; yüreği ve düşleri nasır bağlatıl-

1 63
1 64 Ayşe Kilimci

dığı halde, hata ellenmemişliği.


Gençliği, güzelliği, mutsuzluğunu çoğaltıyordu. Uzun yol hostes­
liğinde çalışırdı otobüs şirketlerinin. Gencebay'ın şarkılarına, yüzü­
ne acı badem kremi sürmeye. kaşlarını yay gibi inceltmeye, yanakla­
rına yalancı kızarıklıklar takınmaya bayılırdı. Sakız çiğneyip balon
çatlatmaya, arabaların arkasına nakşedilmiş şiirleri, dizeleri ezberle­
yip, yerli yersiz okumaya, diyezine bemolüne kadar küfür etmeye de
bayılırdı. Uyudukça unutuyor, unuttukça arınıyor, genceliyor, büyü­
yordu. Üzerine birileri iliştirmişcesine iğreti duran kullanılmış ka­
dınlığı siliniyordu ...
Annesi uyandı o sıra. Sürüp giden tıkırtıların biçimi ve kapıdaki
uzun vedalaşma, kızının eve döndüğünün belirtisiydi, anlamıştı. Yü­
reğine mekan tutup, kök salmış hüzün, bir önceki sabah kaldığı yer­
den yaşamaya, kadını garip huzursuzluklara salmaya başlamıştı. Bü­
tün olan bitenler, " yaşadık işte " diyerek, alabildiğine yanlış yorum­
lamakta oldukları geçmişleri, anlamsızdı ona göre. Ya da her şey eş
' anlamlıydı. Dulluk, dullukla gelenler, bir ömürlük acı toplamı, ev ki­
rasının günü gününe ödenmesi zoru, kocasının ölümü, ölümün ar­
dından hamile kaldığı küçüğün işleri, pahalılık, adı büyük dulluk
müşkülü, büyük kızının mesaileri, hostesliği ... Ah, o yürek burkan
mesaileri... Bunlar hep eş anlamlı olabilir miydi? Kadının yaşantısın­
da her şey önem bakımından denkti. Acılar, yokluklar, utançlar, bir­
birine denktiler fıep. İncesine düşünüp kafa yoracak, derinine düşü­
nüp üzülecek zamanı yoktu. Dümdüzlük, içini rahatlatıyordu kadı­
nın. Kadın, eskimişti.
(Gene sabah oldu işte, al bakalım. Sabahlara sevinemeyeli ne
çok oldu. Sıkıntılar basıyor içimi, gün başlarken.)
- Uyudun mu kız Bergüzaar?

- Uyumuş. Bir bakayım üstünü örtmüş mü?


Kadın, kızının yattığı odanın kapısını usulca açtı. Üstünü örttü
Bergüzar'ın. Başucundaki tablaya bitirmeden bastırdığı uzun izmari­
ti aldı, ucunun külünü ufalayıp, izmariti kulağının ardına kıstırdı.
Öbür kulağının arkasında da bir gün önceden takıp da unuttuğu, sol­
muş bir karanfil takılıydı. Sağa sola atılmış naylon çorap, iş elbisesi,
saç tokaları, sakızlar, spreyler, ucuz süs gereçleri, kurumuş çiçekler
türünden yayıntıyı, yerli yerine koymaya çabaladı. Sonra vazgeçti,
çekti kapıyı, çıktı.
Hayattaki küçük tüpe çaydanlığı koydu. Kuş ötüşlü naylon süra­
hiye su doldurup, pencere içlerindeki teneke saksılara ekili karanfil­
lere su verdi. Bir yandan da, kendi kendine, usul usul, ağıt yakarcası­
na söyleniyordu, türkü makamında ...
Sevdadır Her İşin Başı 1 65

- Vay kızım benim, vah sevda yorgunum ooy, oy. Vay hınzır kö­
çek seni, sabıkası sevda kızım öff, öf. Kız bu senin yaşadıklarını ka­
ranfillerime desem, onlar bile utanır da, kurur kalır. Bir ademe bun­
ca acı reva görülür müymüş? Bir kızın gönlü böyle de budanır mıy­
mış? Bu allah da şaşırıyor bazen. Bir kuluna dirhemlen aşk verip, öy­
le şaşırtıyor, bir kuluna da okkaylan sevda verip, onu da öylesine şa­
şırtıyor. En çok neye yanarım kız, bilir misin: Sen o kadar terbiyeli,
namusubütün bir kız iken, o boynundaki, hani Aleko ' nun yüzgörüm­
lüğü diyerekten taktığı altın yoncanın şeysini sana şeyettiklerinde,
söylediklerinde hani, hani bütün evinin eşyasını şeyettiklerinde, sen
nasıl oldu da, o boynundaki yoncayı vermedin? Nasıl senin olarak­
tan el koydun? Bozulmaya o vakit mi başladın kız? Yoksa, pol,isiyle,
herifleriyle, Aleko'suyla, otobüsçüleriyle etraf, düşmanlarımız seni
zorlana bağırta mı bozdu? Bu kötü huylara, kötü sözlere ııh'ştırdılar
seni? Bunca zaman geçti aradan, bu soruma karşılık bulamadım ka­
famda. Uyanınca soracağım ama. İster kız, istersen sinirlen; istersen
de kafama bir şeyler fırlat, soracağım. İçimde bir düğümdür bu.
Kendi kendine mırıldanarak, kapısının önünü çalı süpürgesiyle
süpürdü. Tozuyan toprağa bir tas su serpti. Islak toprak kokusunu
içine çekerek, sokak kapısının eşiğine oturdu. Kulağının ardındaki
sigara izmaritini aranırken, karanfil geldi eline. Fırlattı attı, kurumuş
karanfili. Sigarayı aldı, eprimiş geceliğinin cebindeki. kibritle yaktı.
Nefeslendi ... Sırtını kapının pervazına verdi, kendi kendine konuş­
masını sürdürdü.
- Ne güzel bir kızdın küçükken. Saçların lüle lüle, kehribar
renkliydi. Kaşların hüdadan çekikti. Yüzün ay parçası. Oturduğu­
muz eve hiç yaraşmazdın. Sanki başka yaşamaklara göre biçilmiş bir
kızdın. Bilirdim, bilirdim bunu da, anlamazdan gelirdim, yüreğimde
saklı tutardım. Çünkü bizim gibilerin güzelliği kendine tehlikedir, di­
ye fikir yapardım. Yoksulun güzelliği başına olmadık belalar açar.
Hoş, güzel olanımızın da . güzel kalması pek zordur ya ... Hayat, yaşa­
maklar, zorunan yaşamaklar, fıkaralık felan solduruverir onu: Zengi­
nin de, canına yandığımın, çirkin olma hakkı yoktur. N ' apar, eder,
yüzlerinin çatısı bile bozuk olsa, bir şirinlik, bir güzellik ediniverirler
zenginler, alıverirler, takınırlar.
Oturduğumuz eve ev dedim ya, bakma sen. Boş bir arsa, arsada
iki yanı doğaçtan taş bir mağara kalıntısı. Bildiğin, yosun bağlamış,
kırılmaz. damara geçit vermez bir kara kaya işte ... Kalan iki duvarı
da baban, benim herif, piriketle kapatmıştı. Kapısına da eski bir ki­
lim gerdik miydi, ooo. Bahçeye de taştan ocak. Sağda solda domat,
maydanoz fideleri . . . Arsa sahibine üç kuruş bir kira. Yedi buçuktan
girdiydik kiraya, sonradan on beş yaptılardı. Sonradan her şey iki
1 66 Ayşe Kilimci

kat olduydu zati, sıkıntılar iki kat olduydu, acılar da öyle. Dürümler
iki kat olduydu, bellerimiz iki kat... Büyük oğlumun, abin Feyzul­
lah 'ın yani, tetanostan öldüğü yıllardı, var sen hesabet.
Feyzullah, öz kardeşin, tarlada oyun oynarken, hurdacıya satmak
için hurda toplarken yani, elini küfe kaptırmış. Eli yüzü şişti oğlanın,
dilleri şerha şerha yarıldı. Okuttuk, ettik, ispirtolarla ovduk, nafile.
İki günde gümbedenek gitti. Ağlayamayacak kadar çabuk oldu ölü­
mü. Kağıt, hurda, cam toplayıp satarak eve getirdiği para, bütçemiz­
den eksilince anladık ki, Feyzullah sahiden ölmüş. Resmen ölmüş
oğlancağız, çatır çatır ... Onun ardından sen iyice seçildin, serpildin.
Gözlere gönüllere batar oldun. Delikanlılar sokağımızdan bir geçer­
ken, üç geçmeye başladılar. Kutu içinde, sigara paketleriyle mektup­
lar, nameler atmaya başladılar sana. Daha on üçündeydin. İlk mek­
tep şehadetnameni almak için imtihanlara giriyordun. Kerrat cetve­
linde yedileri hiile bile ezber ettiğin günlerdi. Aşk meşk neyineyi­
miş? Sabahları evin yaygılarını silkip, taşlara sererdin. Güneşlensin
de, evin içinin neminden arınalım diye. Tek göz odamızın toprak ta­
banını bir tas suyla sulayıp, sıkıca süpürgelerdin. Kapıya gerdiğimiz
kilimin ucunu, yani kapımızın ucunu açar, evin içine güneş aldırır­
dın. Kız Bergüzar, bilir misin anam, güneş bizim uzağımızda oldu
hep. Hep güneşsiz evler çıktı nasibimize. Kelebek camlı penceremi­
zin camını silmen yalınız uzaar, uzaar, uzaar. Sonra sonra anladıy­
dım bu cam silmenin uzama sebebini. Aleko ile işaretleşirmişsiniz.
Aleko, ah Aleko. Allahın batsın Aleko. Ne deyim sana, neler de­
yim? Desem, neyi değiştiririm ki? Hiç, işte , öyle ... Sevdası batası de­
sem, vre gavur desem? .. Senin ne suçun vardı ki ey Aleko? Oyunun
kuralına uydun. Genç idin, gönlün sevdiğini çeker idi. Baktın, gönlü
susturması müşkül, insanlığını susturdun sen de. Zaten, bizim bu
Rum mahallesiylen iç içeliğimiz yaptı ya, insanlarımızı da iç içe. Se­
nin kadar İzmir de suçlu. Bu İzmir yok mu ya bu İzmir ... Başka yer­
de olsa, belki her millet kendi şeysini şeyederdi de ...
- Uyandın mı Bergüzar? Uyanma kızım, uyu, uyu . . . Daha vakit
pek erken.
- Hızarın gürültüsüne baksana ...
- Gözlerin şişmiş, bağırma öyle. Gözlerin nasıl da şişmiş, çok
mu yoruldun? Hem ne bağırıyorsun bak hele, aaa . . .
- H e m nasıl yoruldum. Bağırırım tabii. Hep netameli yolcular­
dı. Kiminin veledi zırlar, kiminin safrası kabarır. Ah, verecektin beni
bir terziye, olacaktı kolumda bir altın bilezik. Bir sigara at kız anne
bana.
- Mesleğe koyacak kadar durdun mu baba evinde, gözü körol­
mıyasıca. Hep Aleko oldu senin sebebin. Bu bize ettikleri o adamın,
Sevdadır Her İşin Başı 1 67

ömür boyu kalbinde diken olsun da kanasın.


- Aleko'ya söz etme. Ne günahı vardı adamın, tavuğuna kışt mı
dedi?
- Ömrüme kışt dedi kız. Aaa. Aklından zorun mu var anam se­
nın . . .
(On üçünü bitirmemiştin daha kızcağızım. Saçların belini dövü­
yordu. Adamlar koydu araya. Rum mahallesinin muhtarını, ileri ge­
lenlerini. Su yolu ettiler kapımızı dünürcüler, gele gide ... Kocam has­
taydı, onu beslemek için tütüne gidiyordum ben. işim başımdan aş­
kındı. Ne dünürcüsü, ne kız evermesi kardeşler? Dünya benden
çook uzaktı. Dünya, akşamları sofra tahtama bir kap yemek koyabil­
mekti. Ayın sonunu bulmak, çocu klarımııı içinde açıveren özlemleri
soldurmak demekti dünya. Kendi içimi susturmak bir de ... Ben ken­
dim olabildim mi hiç? Ben de dedim mi? Bana da diyebildim mi?
Pöh. Hey yavrum hey ...
Bergüzar, ilkokulu bitirdi, geldi. " Ben okumuycam " dedi; benim,
hem de babasının yüzüne karşı. " Okumak istemiyorum. Hem ne ola­
cağım okuyup da? dedi. Beni sanata verin, kuaför olucam " dedi.
Aman, bir sevindik, bir sevindik. Ya, okumak istiyorum deseydi? Ne
yapar, nasıl ederdik? Demedi şükür, akıllıydı kızım canım. Yaşama­
nın bizler için ne demek olduğunu bilirdi, yük olmadı bizlere. Kua­
förcüde de durmadı, o ayrı mesele. Kendi saçlarını taramaktan, usta­
sının eline bakmamış, bi yandan da oğlan.
Bergüzar'a, Aleko ' nun gönderdiği dünürcülerin haftasına, baba­
mız öldü, benim herif gitti. Söz için getirdikleri rugan çantanın içine
kibrit çöpü bi altın bilezik koymuşlardı. Onu bozdurduk. Kocamı
onun parasıyla gömdük. Artanıyla da helvasını yapıp, hocasını tut­
tuk. Adamın dirisinden çok ölüsüne para gerektiğini de böylece bel­
ledi k. Hep koşundu Aleko, bak. doğru doğru dosdoğru. Paralandı
evladım. Ettiği masrafları, ölüden borçlu kalınmaz diye cebine zorla­
na kattım ya, o da onun sayılırdı, bilezikten artmıştı. Rahmetli herifi­
me de ayıp olmuştu ya, n ' apahm. Bu ayıptı, kızı Rumlara vermem
ayıptı, amaan. Benim insanlığım çıkmaza girmişken, ayıp ne?
Ondan sonra da işte, hem bileziği vermeye gücümüz yetmediğin­
den, hem de kızın abayı Aleko 'ya iyicene yaktığını farkettiğimden,
he dedim ben de. N ' apayım, aman, peki, olsun bu iş. Hayırlısı neyse
o olur. Ana babayız biz. he deriz, ötesi Allaan bileceği şey. Sonu ne­
ye varır, ne bilelim. Hayırlısı Allahtan. Biz tahtını yaparız da, bahtını
yapamayız. İyi oğlandı Aleko, mertti, şen şatırdı. Bizlere de benzerdi
hani, kaşı, gözü, gönlü ... Bir yanık sesi vardı, " Köşküm var deryaya
karşı " yı bir söylerdi. Allah ki Allah ki Allah. Oğlan, " Sevdadır, her
işin başı " dedi miydi. aferim kız derdim kendime, iyi ettin de Bergü-
1 68 Ayşe Kilimci

zar'ı bu oğlana verdin. Sevdaylan şarkıyı böyle içten duyan adamın


sırtı yere gelmez, derdim. Derdim, ya, işte . . . )
(Nasıl sevmiştim Aleko ' yu, nasıl? .. Böyle bir sevmek söze de sığ­
maz, yüreğe de. Keşki bu kadar çok sevmeseymişim. Çok sevmek de
mutsuzluğa yakın mı ne birazcık ... Hem yanlışı çok oluyor, böyle be­
ter sevmenin. İlkimdi, biraz o yüzdendi. Babamın mağaradan bozma
yoksulluk kokan evinden bunalmıştım, biraz da ondan. Sevdadır her
işin başı'nı çok güzel söylüyordu, çok güzel gülüyordu. Gözleriyle,
saçlarıyla, her yanıyla gülüyordu. D ünyaya onunla açıldıydım ben,
ah Aleko, neden yaptın?
Önceleri kapımızın önünden geçerdi, başı önünde, benden gayrı­
sına göz değirmeden. Bizim evin önüne geldi miydi, adımları ağırla­
şırdı. Utanıp, özleyerek, yandan yandan bakar, evi geçince gene
eğerdi başını. Yazlık sinemalara giderdik, gelir yanı başıma oturur­
du. Karanlıkta elimi avuçlarına alırdı. Sanırsın elimi değil, yüreğimi
avuçlardı. Hiç konuşmadan, sımsıcak susardık. Konuşmazdık, ama
neler neler anlatırdık, susarak, neler ühüü. Seyrettiğim yerli filmle­
rin kahramanı yapardım onu. Fotoromanların baş aktörü, pazar gün­
leri eli kolu yüklü pazardan dönen aile reisleri yapardım. Karılarını
döven erkeklerde biraz onun elleri. Beni o mu büyüttü ne, sevgisiy­
le . . )
- İkide birde Aleko' ya ilenme, tamam mı.
- İyi, peki, tamam, anladık. Çay dökeyim mi?
- Demli ossun.
- Aman kızım be, bu terminalci ağızlarını bırak be yavrusu.
- Asaletine mi dokunuyor anne, boş ver kız.
- B ak, sana ne soracağım. Kızma, aklıma geldi de ondan. Ters
ters bakma, söylemem sonra. Sen boynundaki, kocanın yüzgörümlü­
ğü diye taktığı altın yoncayı neden geri vermedin sonradan? Her şe­
yi verdin de, bir ev dolusu eşyayı verdin de, onu niye gizledin ?
Kız boynunu yakar y a kız, günah anneciğim, günah.
- Karışma. Ka-rış-ma.
- Neden?
- Amaan, öf be, kes.
(Sonra bir gün, haber yollatmış gene bu. Ben de artık ilki bitirmi­
şim. Kuaför Mehtap ' ta çırağım. Daha annem olur molur dememiş
Aleko'gile. Babam ölü sayılır, öyle, yatalak. Ciğerlerine duman in­
miş. Annem tütünde. Hem içtiğimiz cigaradan, hem annemin iş elbi­
sesinden eve kekre bir koku sinmiş. Kızlık denince bir o kekre koku
dolar gönlüme, bir de yokluk, acı yokluk. Yokluğun besbeter koyu­
su. Kimine de duyarım, ne güzel, çiçek çiçek anılar taşırmış kızlık.
Benimkisi hep acı, hep burukluk. Çahuk atladım gittim neyse ki.
Sevdadır Her İşin Başı 1 69

Belki de biraz çok çabuk oldu, ama, uzun sürmesi daha zordu bence.
Çabuk geçti geçmesine ya, ben o dönemi atladıktan sonra ne çocuk
oldum, ne tam kadın. Aralarda bir yerde şaşkın, kısılmıştım. Anne­
me desem o zamanları, " aah, babanızın gününde olacaktık ki, bakın
görün " diye özleye bayıla anar. Yalan halbukise, bal gibi yalan. Bu
kadın endazesiz atar zati. Hayatı kıtır. Nasıl yoksulduk, aç yattığımı­
zı bilirim. Aç yattığımızdan uyuyamaz, evin taş duvarlarında yeşer­
miş yosunları yemek isterdik Feyzullah'la. Aç karınlarımızın güm­
bürtüsünü dinler, bahçeye çıkar, kök, tahta parçası, artık elimize ne
geçerse, yerdik ... Feyzullah derdi ki, ah Allaam, derdi, neden şu top­
rak biraz şekerli değil, şu taşları neden biraz yumuşak yaratmadın?
Hiç olmazsa yenirdi. Ah manyak abicim, manyak rahmetlik.
Haber göndermiş gene bu bir gün. Bahribaba parkında bekliyor.
Göya kan kardeşime yatıya gittim ben, anam öyle bilir. Atladım, git­
tim parka, gece olunca. El ayak çekilip karanlık hükmünü kurunca.
Bir o vardı parkta, bir ben. Bir Aleko vardı sanki yeryüzünde, bir de
ben. El ele yürüdük, omuz omza yürüdük. Yürek yüreğe baktık
ağaçlara, denize, yıldız yüklü gökyüzüne. Ne güzel geceydi ... Ne on­
dan önce, ne de ondan sonra, hiçbir gecenin tadına öylesine varama­
dım. Tekmil gündüzlerin tadına denkti o gece. Cebine bir kanyak şi­
şesiyle bir çukulata koymuş benimki, Allaah. Çakırkeyf olduk. Sev­
menin Allahını dedik, Rumluğun, kindarlığın Allahını, bizi kınayan­
ların Allahını, şarkıların, türkülerin, Allahın Allahını... " Sevdadır
her işin başı " nı ilkin o gece söyledi bana. Kalktı, bi güzel oynadı da
döne döne. Dünyada bizden temiz insan yoktu o gece. Biz o gece,
anasından dünyaya yeni doğmuş bir bebe kadar tertemizdik. Kim
anlar bunu aşıklardan başka? Kan kardeşime sorsam şimdi, neler uy­
durur bana dair. Sarhoşmuşum da, elimde bir buket çiçeklen sabah
dönmüşüm eve de ...
Sabaha karşı çakırkeyf döndüğüm doğru bak. Elimde birkaç dal
gelincik çiçeği vardı. Şafağa doğru bir yağmur çıkmıştı çisi] çisil. Par­
kın nemlenmiş tahta sıralarına oturmuştuk. Güzel kokulu bir ot ko­
parmıştı bana, elini kalbine bastırıp, karşımda diz çökerek sunmuştu
bana o otu. Avucumda ezip, kokusunu tenime geçirmiştim. Ben de,
çoban çantası koparıp, çıngırdatmıştım onun kulağına. " Bak Aleko,
demiştim, çoban çantasının minici k yürek biçimi filizlerini işte böyle
birazcık çıtlatıp da otu avuçlarının içinde dönderirsen, işte böyle çın
çını çın diye şarkı söyler insana çoban çantası. Seninle biz de öyleyiz
değil mi. Bizim bu iki millet gibi kin vuruşturmak yerine, çoban çan­
tası gibi dal vuruşturup, türkü söyleyelim. Mahallede beni çok kına­
yanlar oldu, sizin mahallede de seni elbet. İnsanlar safi yüreklerini
dinleseler, onun sesine kulak verseler ya ...
"
1 70 Ayşe Kilimci

Çocuktuk canım, ne güzel çocuktuk. Gerçi, o benden on yaştan


fazla büyüktü, ama, onun da yüreği çocuktu. Tertemizdi. Öyle temiz
erkek tanımadım. Sanki bir avuç bıyığı, külhan perçemi, iri pençeleri
üstüne iğreti iliştirilmişti, okul müsamerelerindeki gibi. Gözleri öyle­
sine çocuktu, yüreği öyle, gülüşü desen, öylesine ...
Yerden gelin.:: ik çiçeği toplayıp, demet etmiştik sabah alacasında.
Ansızın bir uyku bastırmıştı beni. Omuzunda uyuyup, omuzunda
uyanmıştım bal uykulardan. Uyanınca, gülmüştü. Iri gözleri, sabahın
serininde mavi mavi parlayan bıyıklarıyla, yüreğiyle gülmüştü.
Allahım, demiştim, bizim atalarımız bu ağaçların dibinde birbir­
lerinin kanını içtiler de, biz tuttuk, gönül düşürdük birbirimize. Af­
fet günahımızı yarappim, ama, asıl günahkar atalarımız mıydı, onları
birbirleri üstüne kalkındıranlar mıydı neydi?
Bir bunları düşünmüştüm, Aleko'yu görmüştüm sabah sisi için­
de, bir de göğün mavisinde solmuş bir tek yıldızcığı. Ey yıldızcık, sen
savaşanlarımızı da gördün, tanıksın, bizi de. Yürek haklıdır değil
mi?
Bunları düşünürken, onun gülüşüne takılmıştı gözlerim, yüreğim
gümlemeye koyulmuştu yeniden, ökseye vurulmuş kumlar örneği.
Amma şamata yapıyordu yüreğim, güm be de güm güm, güm be de
güm güm... _

- Annen verimkar olmuş seni, ha?


- Hıı, dedim.
- Evlenir misin benne?
- Hııı, dedim.
- Elim daraç, çok şey istemezsin, değil mi?
- Hıı, dedim.
Hiç aklıma gelmedi, ne iş tutacaksın, zenaatın nedir, ayda kaç pa­
ra getireceksin, bana neler alacaksın, demesi. Bunların sorulması mı
gerekirmiş? Düşünememişim. Bir sevmeyi düşünüyordum ben . Her
şeyin başı sevmekti, sevmekten ötesi. gayrısı yoktu. Sevmekten ötesi
boşluktu, hiçlikti, karanlıktı. Böyle de sevmek olur muymuş . . . Ben­
zersiz, yakışıksız bir aşktı gönlüme tüneyen.
Baktı, baktı, baktı, bin yıldan da çok baktı bana. Derken yana­
ğımdan öptü. Kocaman avuçlarıyla saçlarımın örgüsünü okşadı. Ben
bittim, allah, ben öldüm allah. Koca allah, beter allah, ben sana
n ' ettim ki sevdaya müstahak kıldın beni? Gökteki yıldızlar tutam tu­
tam içerime doluştu, öpüşüyle. Baştan ayağa ışık kesildim. Her ya­
nım bir renge büründü sanki. Al, sarı, mor; dile gelmez bir sevmek
rengi. Her yanım sevda söyler oldu, bet bereket kazandı yüzüm.
Dönelim dedim, artık sabahın soğuğunu ve yağmuru iyice hisse­
der olmuştum. Körfez vapurları denizde ilk seferlerini başlatmışlardı
Sevdadır Her İşin Başı 1 7 1

bile.
Dönüş yolumuzda bir çiçekçinin vitrini önünden geçerken, " ister
misi n " dedi, " ister misin sana çiçek çalayım Bergüzar? "
Ne kadar istemiştim bunu, içten içe ne kadar istemiştim. Bana o
gecenin sabahında bir sap çiçek çalmış olsaydın, sonraki günlere da­
ha kavi yürekle koyulurdum. Acıyı göğüslerdim. Yok dedim, içimi
söyleyemedim. Yok, gören mören olur Aleko. Boş ver, zaten gözlere
batar olduk.
Dinlemeseydi beni, çalsaydı bir dal çiçek, herhangi bir çiçek çal­
saydı bana o çiçekçi tezgahından ya da bir bahçeden. Bir insan bir
insana sana çiçek çaldım, çalacağım diyorsa, bak bu çok önemli.
Ama kim anlar bunu sevenlerden başka?
Elimi sımsıkı tutup, beni yamacına çekti, " merak etme sen " dedi,
" omzuma bir ip atar, seni ekmeksiz bırakmam. "
Çevremizde bizler için, safi biz yoksullar için icat edilmiş onca
güvensizlik, türlü türlü ölmekler ortasında bu sözleri ve sevgisi ile sı­
ğınağımdı Aleko. Canımı, yüreğimi dinlendirecekti. Sevdasıyla ye­
şertip büyütecekti beni ... O yaşta bile insan yorgun olurmuş da din­
lenmeyi düşünürmüş, diyorum bugün. Ama bizim mahallede herkes­
ler yorgun. Rum mahallesinde de herkesler yorgun. Ne kadar benzi­
yor bu iki mahallenin kaderleri, insanları birbirine. Sanki yorgun ve
kadersiz doğuyoruz hep.
Aleko, geçit vermez, damarına inilmez bir kaya gibi dikiliyordu
omuz başımda. Usulca sokuldum, onunla çoğaldım. Dünyasını dün­
yama kattım. Bir sevenler anlar bunun ne ibadet demek olduğunu.
Hem o zaman ben bile düşünememiştim, karakayanın dilinden her­
kes anlayamaz. Karakayalar iyicene yüksek, taşlık arazide biten di­
rençli, kök salmış kayalardır. Diplerinden karasuluk denir, bir yeral­
tı suyu çağlar. Usul usul sızar gider. Ancak taş ustaları anlar karaka­
yanın dilinden. Tek, taş ustaları girer onların yüreğine. Tın tını tın di­
ye bir taş türküsü söylerler çivileri çekiçleriyle. Ustası taşın böğrünü
bulunca, güm diye patlar koca kaya, kaya dağılıverir. Yanımdaki
adamı bu kayaya benzettiydim, ama, ben onu tanıyıp, içini okuyacak
kadar usta değildim kadınlıkta. Sevdam çoktu, dağları, denizleri tu­
tardı sevdam ama. yaşamam azdı. Ah yaşamam azdı o vakitler.)
- Of diyorsun bana a kızım, duy yarappim duy.
- Allah ne görür bizi, ne de duyar anne. Boşuna söyleme.
- Tövbe de gücüne gider.
- Onun ettikleri bizim hiç gücümüze gitmiyor ama.
- Sen tövbe de kızım, her aklına düştüğünde tövbe de. Allah se-
nin tövbeni yoracak nice bir günahlarını bulur çıkarır.
(Aleko. kızıma ne istediyse aldı. Evinin ağır eşyaları, radyosu,
1 72 Ayşe Kilimci

teybi, saati. Giyeceği, takınacağı, kullanacağı. Perdesinden halısına


bir ev döşedi bayıl bayıl. Koluna bilezikler dizdi. Çantasını, ayakka­
bısını, çukulatasını, tekmil yani ... Şusu da eksik diyemedi kimsecik­
ler. Bizi bile düşündü oğlan, bizi bile.
Vakti zamanında bir komşumuz vardı, memur karısıydı. O devir­
ler memurların saltanatlı devirleri, fi tarihi... Kadının adı Bergü­
zar'dı. Pek bayılırdım, şarkı söyler gibi gelirdi o isim bana. O memur
karısının iyi şansı kızıma da geçer belki, mutluluğu felan diyerekten
kızıma adını vermiştim.
Evlendi kızım Aleko ile. Telini duvağını sürüyerek çıktı baba
evinden. Bunun yoksul ve dul bir anne için dünyaların bayramı de­
mek olduğunu kimseler bilemez. Güzel bir evi olmuştu, aslanlar gibi
kocası. On altısının içindeydi kızım ama, güller gibi avrat olmuştu.
Herkesler hasetlendi mahallede. Rum 'a kız gelin ettin, gavura dünür
oldum diye küsenler, ne ölüsüne ne ölümüze diyenler çıktı. Bu yok­
sul mahallesinde zaten kıskanmak, hasetlik en birinci ... Kolunda al­
tınları ile kına gecelerinde oynardı Bergüzar. Ev oturmalarına gelir­
di hanım hatun. İmrenirdi herkesler. Sık sık da bana getirirdi kocası,
gece yatısına. Vardiyeli çalışırdı, öyle bilirdik. Taze karısını evde yal­
nız komak istemezdi. Bu ara ikramiyeler mi almadı, sandıktan borç­
lar mı çekmedi, maaşına zamlar mı gelmedi, bir görülesiydi. Dona­
nık evini bir kat daha donattı. Bizi bile bizi bile ... Drahomayı o bize
veriyordu.
Artık bu kadar mutluluğun, bizim gibi Allahın sol eliyle yarattığı
insanlar için hakkaten çok olduğunu düşündüğümüz günlerdeydi ki,
Bergüzar'ın evini polisler bastı. " Kocan hırsız" dediler, " eski sabıka­
lılardan ... Bütün bu ev eşyalarının sahipleri var, üzerindekilerinin bi­
le. Sahiplerine geri götüreceğiz" dediler. Sırtındakine varasıya alıp
gittiler. Bir o boynundaki altın yoncası kalmış ...
Aleko' yu ellerine kelepçe vurulu, evinin eşyasını bir kamyona
yüklenmiş, her yeri tam takır kuru bakır gören Bergüzar ' ıma bir hal­
lar oldu. O günden sonra iflah etmedi. Ağzı bozuldu, huyu bozuldu.
O melek gibi, sevda çeken kız gitti, yerine külhan mı külhan , anladın
mı, ters bir kadın geldi. Otobüs hostesliği sana mı kalmış a kızım.
Gecenin bir vakti hayda Ankara, haydaa Erzurum. Gider gelmez.
Meraklara düşerim. Eski sabıkalılardanmış kocası, epey ceza ver­
mişler.
Konu komşu toplanıp oturmaya gelir. Bu, o terminalci ağzıyla
konuşur hep
" Gazla şöförüm gazla
Seviyorum pek fazla
Yetmiş seksen yol olmaz
Sevdadır Her İşin Başı 1 73

Kilometreyi yüzle "


Daha bir sürü şiirler, maniler...
Düğün dernekte, kınada gene oynar, oynamadan edemez Bergü­
zar. Bu kız zaten sevincini de kahrını da oynayarak anlatır. Oynar
ya, o eski uçuculuğu, boyun kırış, titreyişleri yok artık, kalmadı bitti.
Şöyle bir iki dönüverir oturur. Onun eski kızlık, gelinlik oynayışları­
nı bilenler, Bergüzar'ın nasıl değiştiğini anlarlar.
Ah ne olur Aleko da, kızım da şöyle döne döne, kavga eder, sev­
dayı söyler gibi bir oyuna başlasalar ne var. Bir araya gelseler de,
hem " sevdadır her işin başı " nı söyleseler, hem bir halaya dursalar. .. )
Murathan Mungan (1955)

BOYACIKÖY'DE KANLI BİR


AŞK CİNAYETİ

Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? bilinmez. Ne


ki yolkesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir bulu­
şur durağın biriyle.
Boyacıköy Durağı.

Boyacıköy Durağı, bir hi'lznün mekanıdır. Dört mevsim sonbaha­


rı yaşar. İnerken solda· bir telefon kulübesi durur. Boyası dökülmüş­
tür, köhne bir görünüşü vardır. Telefon kulübelerinin tarihini bilme­
miş olsanız, onun için rahatlıkla " asırlık " diyebilirsiniz. Eski rum
meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına ben­
zer. (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terke­
dilmiş ahşaplar gibidir. Bırakılmış hayatlar gibi. Sanki oradan hiçbir
yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umut­
suzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, inti­
har, ayrılık, karasevda ve benzeri . . . Telefon kimsesizlikleri yaşayan­
lara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan
telefon edilir. Umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini
sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese,
bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir.
Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur. İntihar karası bir ef­
kar duman duman gezinir denizin üzerinde. Kimse kimsey� dilini öğ­
retemez o telefonda. Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek ses­
lerle konuşulur. Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kur­
tarılmaya çalışılan evlilikler. dön bana telefonları. Hiçbir şey değiş­
mez. Denizin üzeri duman .
Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır. Bir bırakılmışlık
duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde. Pencerelerine hep yağmur
yağar. (Camlarda yağmur izi) Gençliğine doyamamıştır. Alt katında
kimi işlemez dükkanlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası. De­
korunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası.
Her bina. her yol, her ayrıntı denize göre konum almış gibidir; deniz­
fe yüzleşir durur.
İnerken sağda kapısı çıngıraklı bir eczane - içinde ak saçlı, deniz
kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam. ilaç kutularının ardında gü­
lümser-, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber

1 74
Boyacıköy 'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 1 7 5

dükkanı v e sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırma­


dan bekleyen bir inzibat eri vardır. Gözleri hep denizdedir, gözlerini
alamaz denizden. Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyor­
dur. Ve sanki Kars'lıdır, Erzuru m ' ludur. Hiç deniz görmemiştir as­
kerliğine dek. Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünü­
yordur. Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur.
Denizle ödeşecektir.
Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, bek­
lerler.
Boyacı köy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa ' dan,
Emirgan sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke
taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapıları
tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve da­
ha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla. Tıpkı deniz özlemi
çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi.
Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki ya­
nına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkanların, her
gün denize iner.
Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbul'lular­
dandır bu sokak.
Sabahları işlerine gitmek için - ya da öğle Üzerleri bir yerden bir
yere - denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan so­
kakların birinden buraya kıvrıldıklarında, anlarlar ki deniz vardır.
Oradadır. Karşılarındadır. Yürekleri hızlanır. Adımları hızlanır. De­
niz, yolkesen bir Bizans eşkiyası gibi çıkar önlerine. (Var mıdır böy­
le eşkiyalar Bizans' ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmış­
lardır?)
Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak
sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsar­
dı. Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu. Yanlış ma­
ceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan için­
deki o sızılı boşluk, Boğazın pusu, nemli sokak taşları, onarılmaz
sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı
keder veriyordu ona. Elleri zama'n zaman metalin kara soğuğuna de­
ğiyor, ürperiyordu. Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir
üşüme geçiyordu. Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü.
Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı. Karşısında kalın mavi bir
çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu. Bütün deniz
benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir
şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir
benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu. Yalnızca de­
nizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden ge-
1 76 Murathan Mungan

çerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dün­
yada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak
olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? ya da olası mıydı? Her­
kes denizlerini tüketmişti. Telefonlarını tüketmişti. Hayatımızdaki
her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu.
Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda
yürürken bunları düşünüyordu. B ütün takvimleri ve tarihleri birbiri­
ne karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde de­
niz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire ...
·

Gemliğe doğru deniz de böyle miydi?


Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o durak­
tan binerdi her gün otobüse. O durak yaşantısının bir parçasıydı.
Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lo­
kantasını o da biliyordu. Hepsinin ö11ünden geçti.
Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu.
Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz. Tüller için­
de bir Gelin, karalar içinde bir Damat. (Çelişkinin sosyal apaçıklığı)
Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına de­
mir attılar. Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam;
bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne. O kadar. Bütün yüzü o ka­
dardı sanki.
Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı.
Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu.
Sonra indiler arabadan. Gelinliğin eteklerini tuttu Damat. Yol-
dan geçen birkaç kişi durdu, baktı . Bu birkaç kişiden biri, bir kızku­
rusuydu. Öyle olmalıydı. Önce bir mahalle fotoğrafçısına gidecekle­
rini düşündü Genç Adam. Nikahtan ya da düğünden önce çektire­
cekleri o son resmi düşündü. Mesut lnsanlar Fotoğrafhanesi'ni arı­
yorlardı belki de. Bir balıkla, ya da bir denizle yanyana durmak iste­
yebilirlerdi bir resimde.
Oysa lokantaya girdiler.
Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu. Camın kıyısındaki
masaya oturdular. Gelin, camın kıy.ısına oturdu. Yüzünü açmıştı. İn­
ce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü. (Gözleri, dudakları, hülyası) Ya­
nında Damat, karşılarına da o iki adam. İkisi de siyah giysiliydi
adamların. Asık suratlıydılar. Parayla tutulmuş gibiydiler. Sevinçsiz­
diler, her şey gibi. Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi. Bakışları duygu­
suzdu. Kimse kimseye ilişmiyordu. Kimsenin yüzü kimseye bir şey
anlatmıyordu. Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışık­
larla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese
benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeye gelmişler­
di yalnızca.
Boyacıköy 'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 1 77

Gelinle göz göze geldi Genç Adam.


Birkaç kez daha göz göze geldi.
Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular. Ses­
sizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı.
Birkaç otobüs geçti, binmedi.
Balık söylemişlerdi. Balıkları gelmişti. Balıklarını yiyorlardı. Ge­
linle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık. Yaralı bir ceylan gibi
bakıyordu Gelin. Sanki kurtarılmayı bekliyordu. Sanki ölümün elin­
den alınmak istiyordu. Ve sanki artık hiçbir şeyi istemiyordu. Dün­
yadan vazgeçmişti. Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu.
Anlamıştı.
Genç Adam ise bir vurgunu yaşıyordu. Bir karasevdayı. İnzibat
denize bakıyordu. Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu. Berberin
koltuğunda halii aynı adam oturuyordu. (Berber kendi kendini son­
suza dek traş ediyordu; ya da bunun böyle olması gerekiyordu) İçin­
deki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam. O boşluk
kendi kendini yok ederek doluyordu. Genç Adam mazisini, mazisi
de Genç Adamı arıyordu şimdi. Yıllardır bu anı beklemişti. Sevda,
bir cinnet gibi çıkagelmişti.
Bu gelini deli gibi seviyordu. Bu düşü deli gibi seviyordu.
Bütün yaşadıkları bu güne hazırlıktı sanki.
Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her
şeyi yapabilirdi. Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu. U marsızdı.
Birkaç otobüs daha geçti. Gidemedi. Geçsindi. Otobüslerin gelip ge­
çişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı. Meraklı gözlerle kolluyor­
du her geçen otobüsü. Kaygıyla bakıyordu onlara. Her defasında
otobüsün ardında kalan Genç Adamın bu en son gelen otobüse bi­
nip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu.
Lokmaları hızlanıyordu o zaman. Oysa az sonra, otobüs hareket
edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada
halii bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu
içini. Bir o kadar da sevinç. Bu, yüzünden okunuyordu. Artık onu
kimseye bırakamazdı. B unu anlamıştı .
Bir otobüs daha geldi.
Ağır ağır geldi. Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı. Bu kez du­
rakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu. Lokmasını
yutamadı Gelin. Gözleri durağa asılı kaldı .
Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı. Baktı Gelin,
yoktu. Durak boştu. Gitmişti. Yerinden fırladı. Bütün masadakiler
ona şaşkınlıkla baktılar. Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı.
Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu.
Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca. Sevdasından emin olmak
1 78 Murathan Mungan

istemişti.
Bu düşe inanmak istemişti.
Yüzü ışıyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; Kararını vermiş-
ti.
Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler.
Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam
yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin:
" Gitme, seni seviyorum, " dedi.
" Biliyorum, " dedi Gelin. " Ama yapacak bir şey kalmadı artık. "
" Beni seviyor musun? " diye sordu Genç Adam.
" Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şe­
yin olacağını. .. "
" Beni sevdiğini olsun söyle, dedi Genç Adam.
" Bunu zaten b iliyorsun," dedi Gelin. " Hem zaten bu neyi değişti­
rir ki? "
" Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duy-
mak için yaşadım ben. "
" Seni seviyorum, " dedi Gelin. " Ama yalnızca seviyorum. "
" Artık seni bırakamam. "
" Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım. "
" Buna izin veremem . "
" Çaresizim inan. N e yapabiliriz k i hem? Elden n e gelir? Her şey
için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin
sen. Çok geç."
" Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma
takılan bir sürü şey ... "
" Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek
istedim. Geç kaldın sen. Çok geç geldin. "
" Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeye­
ceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar
seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam. "
" Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da
çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. B ana ihtiyacı var.
Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam . "
" Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her iki-
miz de. Çok mutsuz olacağız. "
" Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor.
" Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm . "
" Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve
akıllı bir insansın . "
" Güçlü v e akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyo­
rum. "
Boyacıköy 'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 1 79

"Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün. Güveniyorum sana. Direnir-


sin zamana ve kazanırsın. "
" Yanlış bir zafer olmaz mı bu? "
" Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim? "
Adamlar huzursuzlandılar. Sabırsızlandılar. Genç Adam haJa ko-
lunu bırakmıyordu Gelinin.
" Niye anlamıyorsun? " dedi Gelin. " Aşkımız bir günahtı. "
" Son sözün bu mu? "
" Bu , " dedi Gelin. " Yazık ki bu.
" Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha. "
" Konuşacak bir şey yok inan. Geç kaldın. Geç kaldık. Hepsi bu.
Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz. Hiç olmazsa bu ay­
rılığı yaşatacağız kendimizde. "
" Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle.
" Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu
ki sevgilim. Yaşanc,h, güzeldi ve bitti. Ayrılık bir sevda kaderidir. Bi­
lirsin; öğrenmiş olmalısın. Öğretmiş olmalılar. "
" Seni bırakmam. Bırakamam. "
" Sana mutluluklar dilerim. İnan böyle ayrılmak istemezdim. Ay-
rılmak istemezdim. Elveda. Hayatımda ilk kez elveda diyorum. "
Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden.
" Daha hiçbir şey konuşmadık k i ... " dedi Genç Adam.
Gelin arabaya binmek için eğildi. Genç Adam haykırdı ardından:
" Daha hiçbir şey konuşmadık ! "
Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı.
Tabanca tüller içerisindeydi. Geline yöneltti namluyu. Gelin, döndü
ardına, baktı. Ölümcül bir gülümsemeyle baktı. Genç Adam anladı
ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti. Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere.
" Seviyordum, " dedi Genç Adam. " Ölesiye seviyordum. "
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belin­
den bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı. Durağa geçti.
Otobüsü beklemeye koyuldu.
Buket Uzuner (1955)

BİR YAZ DÖNÜMÜ GECESİ İÇİN SÜİT

Presto con Fuoco


Adagio misterioso
Allegro amoroso
Andante-Finale

" Nerede başlıyordu faşizm?


Atılan ilk bombalarda, ya
da üzerine yazılıp çizilen
terörde değil. . . Faşizm, iki
insan arasındaki ilişkide
başlar... "
I ngeborg Bachmann

HAZİRAN BAŞI

Kumpi on kauniimpi'nin anlamını bilmiyorum.


Canı cehenneme, deyip kesip atacağıma, ne güç bir dil bu böyle!
diye düşünüyorum aralıksız. Bu düşünce beni açık seçik rahatlatı­
yor.
Kumpi: İkisinden biri demek.
On: Dır anlamına geliyor, ama ' kauniimpi 'nin anlamını bir türlü
çözemiyorum. Bu dilin bir özelliği, kelimelerin sonuna gelen eklerle,
anlamda oluşan değişiklikler ... Sözcüklerin 'in' hali olmalı bu?
Yine aynı düşünce: Ne güç bir dil bu böyle ...
Benim hiç suçum yok !
Saat gecenin ikisi oldu.
Sonra üçü.
Teybin tuşlarını ezberleyen parmaklarımla, yeniden sağdan ikin­
ciye basıyorum: Play.
Piyano ve gitarlar, yumuşak bir vals tempoyu sürüklerken, Vesa
Matti Loiri 'nin kederli sesi üç - dörtlük temponun sevincini bölü­
yor: ' Kumpi on Kauniimpi ... '

Fransızcaya Piaf, İngilizceye Beatles yüzünden merak sardırıp,


öğrenen arkadaşlarım geliyor aklıma. Gülmüştük ona.
Şarkıyı yeniden dinliyorum. Bir kez daha. Sonra bir daha ! Artık
günlerce dilime takılacak kadar üstüme sindiğini bilerek, canım sıkı-

1 80
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 8 1

lıncaya dek bir daha ...


Bu kez anladığım bütün sözcükleri boş bir kağıdın üzerine diziyo­
rum. Topu topu üç tane olduğunu görüp, moralim bozuluyor: Özgür­
lük. Aydınlık. Zafer. Olsun. Bunlarla ne şiirler yazılır. ..
Özgür olmak aydınlıksa I sevgilim I bütün karanlıklara savaş I bü­
tün özgürlüklere barış / sevgilim / ama iç aydınlığımızı I ilan edelim.
Uydurduğum bu dizelerden hoşnut gevşiyorum. Fakat aynı anda,
senin bu satırları duygusal, liberal, en çok da bireyci bulacağın dü­
şüncesiyle geriliyorum. Bunları küçümsersin sen!
Yeniden gevşeyebilmek için, bana bu şarkıyı üst üste dinlettiğin
o gece mırıl mınl şarkı söyleyişini arayıp buluyor, gözümün önüne
koyuyorum. İşe yarıyor. Geniş bir gülümseme alkol gibi yayılıyor
kaslarıma.
Şair Eino Leino'yu anlatışındaki heyecanı hiç eskitmeden koru­
duğum yerden çıkartıp, sevgiyle yeniden yaşıyorum. Leino'nun şiir­
lerini ardından kovalayan varmışcasına telaşla ve aramıza giren üç
yabancı dile söve saya çeviriyorsun. İçtikçe bütün zincirlerinden
kurtulduğuna inanıyor, bu yüzden daha çok içiyorsun ... Aslında iç­
tikçe, kendi kendini müebbede mahkOm ettiğin, ' bükülmez, esne­
mez, yenilmez' zırhının içinden çıkıp. çıplak - kendin olmak cesareti
buluyorsun.
Gözlerinden fışkırıp, yanaklarını aydınlatan yeşil alevin aydınlı­
ğında gençliğinin karşı konulmaz diriliğini görüyorum. Söyledikleri­
nin bazılarını anlayıp, hepsini unutarak seni izliyorum. Araya İsveç­
çe ve Rusça sesler katarak dolu - dizgin Eino Leino'yu anlatıyorsun:
Etti mi beş yabancı dil!
Ama bunun ne önemi var?
Alkole teslim olduğun gibi ve kadar hiç kimseye, özellikle bana
teslim olmayacağını bile bile, yanımda olmanın, kendini ve beni hır­
palamadan birlikte oluşumuzun kısacık sürecek keyfini yaşıyorum.
Alıcı gözüyle bakıyorum sana şöyle bir. .. Ah sevilen insanın asla çir­
kin olamayan bedeni nasıl da çeker insanı ... Sen Leino'yu anlat, bı­
rak uzasın gece ... Nasılsa dokunacağım sana ... Nasılsa alkole teslim
oldun bir kere ... Artık seni sevmeme, senin de beni sevmene karşı çı­
kamaz, bundan korkamazsın ... Şu anda hiçbir kadın. hen bile tehlike
değilim senin için ..... .
Bahar güzeldi.
Bahar çok güzeldi. Nisan 'ın sonunda yeni yeni çözülen buzlar,
hala karanlık sabahlar, öğleler, akşamlar. soğuk gündüzler ve gece­
ler. .. Karanlık ve soğuk. Gündüzden geceye. geceden gündüze çözü­
len buzlar, eriyen karlar, karanlık ve soğuk ...
Üşüyorduk.
1 82 Buket Uzuner

Ağaçlar ve insanlar hasretle güneşi bekliyorduk.


Nisan 'ın sonunda, balık tutabilmek için hala gölü burguyla delip,
uzun buz koridorundan oltamızı balıklara uzatmamız gerekiyordu.
Güneşi bekliyoruz ... Tek balık bile gelmeyen oltalarımızı toplayıp,
gölün üzerinde ateş yakıyoruz. Dal parçalarına taktığımız sosisleri­
mizi içten içe çözülen derin buz kütlelerinin deprem çığlıklarını din­
leyerek göl üzerindeki ateşimizde kızartıyoruz. B ütün kaz tüyü ano­
rak, su geçirmez renkli çizmeler ve eldivenlere rağmen üşüyerek yi­
yoruz mis gibi kızarmış 'makkara'larımızı.
Güneş bir türlü açmıyor yüzünü. Bizi gördüğünden eminiz, ama
hep soluk beyaz bir örtünün arkasından kırgın bakıyor gözleri ...
Acaba yüzyıllar önce bu ülke yerlileri ne yapıp da küstürdüler güne­
şi böyl'e ? .. Üşüyoruz ...
İşte her şey bu kadar güzeldi.
Sen vardın!
' Kumpi on kauniimpi' ...
Sa.at dört oldu. Hala şarkının sözlerini çözemedim. Odanın orta­
sında, halının üzerinde oturmuş, çevreme darmadağınık yaydığım
sözlükler, kağıt - kalem ve kaset - çaların arasında yapayalnızım. Kü­
çük / büyük bütün evlerin dar / geniş bütün odalarında eşyalardan
arta kalan mekanlarda herkes uyuyor. Bütün İstanbul...
Bir ben uyumuyorum, bir de Bertan!
Gözlerini ovuşturarak oturma odasına giriyor, duvardaki yuvar­
lak kırmızı saati gösteriyor.
Saat dört.
Teybin sesini kısıyorum. Bakıyorum, uykudan kalkıp geldiği bes­
belli. Ofkeli değil ama. Bertan çok ender öfkelenir bana.
Ben
- Öfkelendiğinde hırpalamıyorsun beni?
Bertan- İnsan ciddiye aldığı kişilere sevgili, duyarlı, sabırlı ve
hoşgörülüdür.
Ben
- Bunu bir türlü beceremiyorum ... Aksine en yakın olduk­
larıma sabırsız, mükemmelci, hoşgörüsüz davranıyorum...
Bertan- Bu yüzden en çok kendine acımasızsın ya!
Ben
- Düşündüklerini ve söylediklerini uygulayabilen ne kadar
az insan var.
Bertan
- Akıl, bedenle eşgüdümlü çalışırsa sağlıklıdır. Yok-
sa . . . . . .
Uyumam gerektiğini, sabahları sürünerek işe gidişimin yüreğini
burktuğunu söylüyor. Sesinde ne tehdit. ne babacan bir ton var. İlgi­
siz de değil... Azarlamıyor, borçlandırmıyor, yalnız da bırakmıyor.
Gözden kaçmış bir ayrıntıyı anımsatmak için sabahın beşinde kalk­
mış gelmiş gibi ... Esneyerek yere dağılmış kağıtları topluyor. Bir ara
Bir Yaz Döııümü Gecesi İçin Süit 1 83

kağıtların arasında seni görecekmiş gibi tedirgin oluyorum. Bertan


seni görmezden geldiğini belli etmeden kağıtları masanın üzerine bı­
rakıp, esneyerek odasına dönüyor. Hiç suçluluk duymadan kalkıp
geriniyorum. Odama gidip, başucu lambamı yakıyorum. Hiçkimsey­
le aynı odada ve yatakta uyuyamadığıma saygı gösteren tek erkek
Bertan !
B unu, ne birey oluşumu ve bağımsızlığımı kanıtlamaya çalışmak,
ne de kendisine yönelik bir hareket olarak görüyor. ' İki bedenin sı­
caklığı yan yana soğumadan' kalkıp bana ait bir odaya çekilmemden
ötürü 'fahişe ' gibi hissetmiyor kendini . . .
Yatmadan önce dişlerimi fırçalamam gerek. Zaman v e durum ne
olursa olsun, mutlaka dişlerimi fırçalamak zorundayım. Evden çıkar­
ken son kez kontrol edilen çantadaki anahtar, okunsun - okunmasın
her ay alman dergiler, 8.30'da izlenen haberler gibi bir alışkanlık bu.
Sen bunu dişçiye verilecek paradan kazanç olarak görüyorsun,
Bertan'sa, sağlıklı bir alışkanlık diye yorumluyor. Ama ikiniz de
bende böyle sımsıkı yer eden diş temizliği alışkanlığını açıklayamı­
yorsunuz. Annem mi, öğretmenim mi, arkadaşlarım mı, yoksa diş
doktoru mu acaba?
Bilemiyorum.
Aynada, elimde beyaz diş fırçası ve mavi diş macunuyla kendimi
göreceğim yerde, seni görüyorum. Açık yeşil gözlerini, kumral güzel­
liğini, sakallarının gizlediği gamzeleri, gençliğini ve erkekliğinin çeki­
ciliğini, sağlıklı bedenini ...
Tanrım ne albeni! . .
Dişlerimi fırçalıyorum.
Bertan'ın ne seninki kadar atletik bir bedeni, uzun boyu, ne
renkli gözleri, ne de pürüzsüz bebek cildi var. Yaşını da tam olarak
bilmiyorum. Benden biraz yaşlı sanıyorum. Belki de yaşıtım? Bu ko­
nuları hiç konuşmadık ki ... Ama B ertan senin kadar genç değil...
Yüzünde ne bıyık, ne sakal, ne de gamze. Bir tek gözlük. Siyah
kısa saçları ve ara sıra parlayan koyu gözleri,
Ama O, başka hiçbir erkeğin bir türlü kavrayamadığı birçok şeyi
zorlanmadan anlıyor!
Işığı kapatınca aynadan kayboluyorsun. Yatağıma girince bu kez
de odamda olduğunu hissediyorum. İlle rüyama gireceksin.
Gülümsüyorum.

HAZİRAN'IN İKİNCİ HAFTASI

Eşyalarımı topluyorum. İş gezisine çıkmak, tatile çıkmaktan daha


kolay. İki resmi giysi, bir pantolon, bir etek, şort ve fanila bluzlar.
1 84 Buket Uzuner

Tatil çantasına daima fazla giysi konur, ama iş gezisinde böyle bir
sorun olmaz. Ayrıca iş gezisinin bütün programı yazılı - çizili olarak
belirlenmiştir, kimsenin alınmasına, suçluluk duymasına gerek bıra­
kacak değişiklik sorunları yaratmaz. Bertan, yedek bir çift kalın ço­
rap ve kazak almamı öneriyor. Bu mevsimde oraları hala soğuktur!
Ben - Donacak değilim ya?
Bertan - Beklenmedik soğuğa, beklenmedik sıcaktan daha güç
katlanılır. Bu zarfta yedek para var, gerekirse diye ...
Ben - Nasıl başarıyorsun bu ayrıntılı ilginle beni boğmadan sev­
meyi?
Bertan - İnsan ancak çok sevdiğini sıkmadan kucaklayabilir.
Dediklerini yapıyorum. Sarı bir kazak, mavi bir çift çorabı ve ye­
dek para dolu zarfı çantama ekliyorum. Bir de uçakta açmam üzere
küçük bir paket. Bertan böyle sürprizler yapmayı pek sever. Uçakta
kemerlerimi bağlar bağlamaz paketi açıyorum. İçinden bir şiir kitabı
çıkıyor: Adrienne Rich.
Bertan - Bu kadının şiirleri hallisinasyon yarattığı için başkala­
rından çok farklı. İncecik bir delilik ve korku şiirlerinin daimi konu­
ğu, farkında mısın? Delilik ve korku, mantığı hem itiyor, hem de tu­
haf bir şekilde yaklaştırıyor.
Ben - Bu söylediklerini böyle söylemeyi beceremem ben ... Ben­
ce şiir ya güzeldir, ya kötü. Ya zengindir, ya yavan. Şiir ya vardır, y a
da yoktur!
Bertan - Peki zengin, güzel, varolan şiiri nasıl görüyorsun? Var-
lık / yokluk . . . . . . İlk adım sorunlarıdır. Varlık tek başına sadece baş-
langıçtır. Güzellik, incelik ve renk, varlığın üzerine özenle işlenecek
unsurlardır.
Ben - ................. .
Bertan - Bak Adrienne Rich o incecik köprünün üzerinde yürü­
yerek, katıksız çılgınlık ve fanteziyi hissettirebiliyor. Dinle şimdi:

" I felt my body slipping through


the fingers ·of its mind. "

Burada sürprizli bir uyandırma, korku ve deli lik bulunduğunu, buna


rağmen ve bu yüzden dizenin güzel olduğunu görmüyor musun?
Uçak İstanbul 'un dışına uçtu bile. Pilotumuz hava, yükseklik ra­
poru veriyor. Adrienne Rich elimin altında kımıl kımıl: ' Yaşamın
Gerekleri ' 79 sayfa şiir. Seni düşünüyorum. Sen Adrienne Rich şiir­
lerini hiç sevmezsin. Tanımıyorsundur bile Onu . . . Bir Amerikalı' nın
şiirlerine el sürmezsin ki ... Amerikan Şiiri abartılı, uyuşturucu, eğ­
lendirici, Fransız duygusal, İngiliz kentsoylu, kibirlidir. Brecht, Hik-
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 85

met, Leino, Neruda dışında şiire yüz vermezsin - vermekten korkar­


sın -. Onların aşk şiirlerinin, ayakları yere basan unsurlarla beslendi­
ği konusunda saatlerce konuşabilirsin. Sonra da, bu yüzden seni faz­
la şekilci, tutucu ve duygusal bulmama çok öfkelenirsin.
Elimin altında Adrienne Rich . . . Çoktan Karpatlar üzerinde uçu­
yoruz. Gözlerimi kapatıp, buzlu portakal suyumu içiyorum. İki ya­
nımdaki koltukları boş varsayıp, ikiniz için gözetiyorum . . .

HAZİRAN ORTASI

Sen hep böyleydin ... İnsanların değişeceğine kim inanıyor acaba?


İçtiğinde boş şişelerin arasından bakıp, artık sarhoş olduğundan ke­
yifle emin, gevşemiş ve sarhoşluğun bütün suçları affettireceği teme­
line dayalı ulusal inancınızı sımsıkı benimsemiş olarak aynı şeyleri
söylüyorsun. Kimseye verecek hiçbir şeyin yok ve bu yüzden kimse­
ye bir şey vaad edemezsin ! Ah zavallı sen ! .. Doğru, bencillik onul­
maz bir hastalıktır. Çünkü ' vermek' eyleminin içinde ' kendini ele
vermek' de vardır. Bencilliğin yanı sıra, bütün 'zayıf' insanların deh­
şetli korktuğu bir hastalıktır bu ... �onra hangi oyunun oyuncusu ola­
caksın değil mi? 'Kadınlara Güvenememek' oyununun bol nakarat­
la, acı çekmiş ama hiilii dimdik, yapayalnız direnen genç erkek baş­
rolünü kimselere kaptırmadan kaç sezondur oynuyorsun? ... Bol izle­
yicin olduğu besbelli, giderek tiradlarını inanarak, kendini kaptıra­
rak, geliştirerek atmaya başlamışsın ... Aslında senin oynaman gere­
ken başka bir oyun var. .. Sana çok daha uygun bir oyun ve rol... Ha­
ni bir adam vardır, geceleri içer, içtikçe değişir. Bir de adamın yanın­
da çalışan bir uşak ... Neydi o oyunun adı? Hay Allah, dilimin ucunda
ama......

ER TESİ G ÜN (Haziran 16)


Toplantılar, telefonlar, teleks, telgraflar... Notlar, notlar, notlar. ..
İş dünyasının dili her ülkede aynıdır. İş dünyasının kendi dili vardır.
Erkekleşmemeye azami özen göstererek, beri yandan erkeklerin
arasında kaybolmadan ve kendimi kabul ettirme psikolojisini ihmal
etmeden, işadamları arasında, onlarla iş konuşup, tartışıyorum. Bana
bakıp, zaman zaman, birer makina değil de birer insan olduklarını
anımsadıklarını düşünüyor, içten içe gururlanıyorum. Kadın yaratıcı­
lığı, bereketi ve aklının erkek dünyasına getirdiği canlılığı, güzelliği
ve 'insan ' faktörünü her toplantıda yeniden yeniden görmek ve yaşa­
mak keyif veriyor bana ... Rakamların, ölçülerin, formların, olasılık
hesaplarının, kar-zarar analizlerin in, istatistiklerin aslında insanlar
1 86 Buket Uzuner

ıçın yapılmakta olduğunu ben olmasam onlara hatırlatacak başka


kimse olmadığına varacak denli geniş tuttuğum hayal gücümü, başa­
rılarım ve özgüvenimle besliyorum. Ağrıyan başlar, gerilmiş kaslar,
'ara verelim' demeyi ' kendine yediremeyen' erkek gururlar arasında
kolumu uzatıp, buzlu bir portakal suyu istiyorum. Beklediğim gibi,
arkamdan hepsi içecek isteyip, mola vermeye bir kadının öncü olma­
sından gururlu, gevşiyorlar. Her ülkede, her toplantıda bu böyle ...
Yanımda oturan 'çok önemli ' bir adama karısının ne iş yaptığını so­
ruyorum. Harika bir kahkaha patlayarak, 'sıkıldığını' söylüyor. Bana
'erkek - erkeğe' ses tonuyla yakınıyor sonra; alaycı, biraz babacan,
biraz küçümser, çokca bıkmış ... Halbuki aynı adam, bu gece verile­
cek partide, benim de kadın olduğumu -tekrar- anımsayacak ve ba­
na asılacak . . . Ben de kadınların da seçme hakları, zevkleri olduğunu
söyleyeceğim ... ' Feminist misiniz? ' diyecek alaycı bir gülümsemeyle
tepeden bakarak - ırkçı bir beyaz erkeğin, beğenmediği için ırzına
geçmediği zenci kız çocuğuna bakışındaki itici üstünlük gibi ... -

Hayır diyeceğim, akıllı bir kadınım yalnızca ... Sonra ......... Yoooo,
yo hayır, bütün bunları baştan yaşamak istemiyorum ... Bıktım bun­
lardan ... Hasta olurum, başım ağrır, değişen iklime uyumsuzluk çeki­
yor olurum ... Gidemem bu geceki partiye ...
Yanımdaki 'çok önemli' işadamı, onunla ilgili kurduğum senar­
yodan, hatta onun yüzünden akşamki partiye gitmeyeceğimden ha­
bersiz, hala karısını çekiştiriyor bana. Kim bilir bu rol ona uygun de­
ğil, ama nasılsa bu rolü oynayacak birileri daima bulunuyor. Akşamı
yalnız geçireceğim!
Yarın seni göreceğim!
Sertan ne yapıyor acaba?

YA RIN (Haziran 1 7)

Seni gördüm. Ne çok özlemişim.

ER TESİ GÜN (Haziran 18)

İş toplantısı. Yeni projeler. Şirket kulisleri . . . Akşam seni görece ·


ğim .
Telefon:
Ben -Hiç sesin çıkmadı, iyi misin? Evet. Hava serin. Aynı tip
adamlar, aynı konular. Gayet iyi. İki iş bağladım.
Bertan İki dergi, dört mektubun var. Kuşların yemlerini yeni­
-

ledim. Ayaklarını üşütm üyorsun değil mi? Toplantıdaki adamları


pek ciddiye alma, bütün erkekler aynı değildir. . .
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 87

Ben - Dönüşümü biraz geciktireceğim. Bir hafta kadar. ..


Bertan Elbette artık gitmişken, yaz dönümü gecesini orada ge­
-

çir. Bir de heyecanlarını fazla büyütme. Biliyorsun düşkırıklıkları


için antibiyotik yapılamıyor ...
Ben - Kendine iyi bak.

YAZDÖNÜMÜ GECESİ (Presto can Fuoco)

En uzun gündüz, ışığın, bereketin, güneşin kutlanışı olarak Ermiş


Johannus ' un adıyla şenli klere dönüşmüş yüzyıllardır burada ... So­
kaklarda ateşler yakılıp, üzerinden atlamak, dans, yemek, kahkaha,
gürültü ve içmek içmek içmek ... - Biraz Hıdırellez sanki - Ne çok
içiyorsunuz sizler böyle? Keyiflenmek için değil, sadece ve en çok
sarhoş olmak için ...
" Johannus'ta herkesin mutlaka bir sevgilisi olmalıdır! " Bakıyo­
rum, şimdi gerçekten yanımdasın. Dokunuyorum, kaybolmuyorsun,
ışığı söndürüyorum, yine kaybolmuyorsun ...
Evet, Yazdönümü gecesinde herkesin mutlaka bir sevgilisi olma­
lı, mutlaka. Yine dokunuyorum, yine kaybolmuyorsun. Artık kork­
madan dokunacağım . . .
Otuzlarına yaklaşmış erkeklerin hiç belli etmeden yaklaşan az
sonra seyrekleşecek saçları, kırışacak göz altları, çevresi genişleye­
cek belleri, katmerleşecek bakışları pusuda beklerken hala taze bir
gülümsemeyle gencecik karşımda durmuş, beni seyrediyorsun. Öyle
bakıyorsun ki, içimdeki bütün doğal enstrümanlar aynı anda birlikte
çalmaya başlıyorlar.
Bu müziği duyuyor musun� Evet, çoktan müziğe uygun devinim­
lerle içten içe yanan , kımıl kımıl bedenin, içimden taşan müziği duy­
duğunu gösteriyor. Birbirimize bakıp, gülümsüyoruz. Hepsi bu.
Birbirimize bu gülümsemeyle kadınla - erkek arasında söylenmiş
ve söylenecek bütün güzellikleri söyleyiveriyoruz.
Yazdönümü gecesinde, Johannus Bayramında birbirimizin sevgi­
lisi oluyoruz! Çok güzel oluyoruz.
Geceyarısı evlerin bahçelerinden ve sokaklardan gelen şarkı ses­
leri, kahkahalar, ateş pırıltıları arasında yükseliyoruz.
Düşmekten korkmadan yükselmek ne güzeldir!
Her şeyin uyumlu, canlı, dehşetli sevinç dolu olduğu kısa zamanlı
bir sevgi tünelinde dolu dizgin koşuyoruz. Bir yerlere çarpsak, bir
yanımız incinse. kanasa, kırılsa: ancak bu tünelin dışına çıktığımızda
canımız yanacak, çok iyi biliyoruz. Bu tünelin içinde hiçbir sorun,
kaygı. hiçbir tehlike yok ... Benliğe, gurura, onura yönelecek hiçbir
dışsaldırı beklenmediğinden, bütün maskelerin, bütün savunma me-
1 88 Buket Uzuner

kanizmalarının ve alaycı gülümsemelerin soğuk, en iyi terzinin elin­


den çıksa bile yapaylığı ütü çizgileri arasından sırıtan kat kat üstü­
müze dolaşmış liflerinden, tellerinden arınıyoruz. Bir de bedenleri­
mizi örten giysiler var. Onları da çıkartıyoruz. Göle giriyor, gölde
yüzüyoruz.
Ne güzel yüzüyoruz!
Hiç kimsenin aramıza giremeyeceği kadar yakınız.
Hiç kim:ıe umurumuzda olamayacak kadar birbirimizle doluyuz.
Hiç kimse!
Hepsi hepsi; kısa bir zaman tüneli bu.
Soğuk gölün kenarında, sıcak bedenlerimizle, dizdize, çırılçıplak
oturuyoruz. Giysilerinden ve maskelerinden soyunmuş bedenleri­
mizden tuzsuz göl suları damlarken, sırılsıklam aşık bakışıyoruz. Bu­
nu son yirmilerimizde gündüzleri ve geceleri yapmaktan çekinirken,
bu gece hiç çekinmeden yapıyoruz. Bu bir yazdönümü gecesi ... Yaz­
dönümü gecesinde her insanın mutlaka bir sevgilisi olmalıdır! !
Sonra gölde sevişiyoruz.
Bir yaz dönümü gecesinde gölde sevişirken, bunu bizden önce ve
sonra hiçbir kadınla - erkek yapmamış ve yapmayacak duygusunun
bencil ayrıcalığını yaşıyoruz. Çünkü bu yalnız ikimizin koştuğu dara­
cık bir zaman tüneli; başkasına yer yok ... Çünkü biz bu anı varlıkla­
rımızla biricikleştiriyoruz.
Söylediğimde gözleri nin yeşili fosforlu bir ışıltıyla yalıyor beni.
Öyle bir yeşil ki, kendimi içinde çıldırıcak, boğulacak, bir daha hiç
yeşile bakamayacak, hep yeşili özleyecek, yemyeşil körleşecek, ken­
di çığlığımla sağırlaşacak gibi hissediyorum. Tek tek böyle ve hepsi
bir arada. Böylece ... Gözlerinden akan yeşil beni öylesine boyuyor
ki, bütün yaşamım boyunca bende daima bir parça yeşil kalacak,
mutlaka ! ..
İnsanda her sevdiğinden bir göz izi vardır, hiç kaybolmaz. Bende
en çok parlak yeşil !
' Kumpi on kauniimpi? ' işte aynı şarkıyı yine mırıldanıyorsun. Yi-
·

ne Şair Eino Leino.


' En güzeli hangisi? / Kumpi on kauniimpi?
İnan bir gün özgürlük gerçekleşecek. / Aydınlığın zaferinden
umudunu kesme / Ve aydınlık için savaş ! / Hiçbir zaman aydınlık za­
feri kazanılmasa da / Aydınlık ve özgürlük için savaŞ!
En güzeli hangisi? / Kumpi on kauniirtıpi / Neden savaşıyorum /
Özgürlük kazanmayacak / Aydınlık bembeyaz gelmeyecekse? / Ben
tan 'ın değil, gurub ' un çocuğuyum / Zaferin olmasam da, /Aydınlığın
insanıyım ... I Kumpi on kauniimpi? '
Sesinde sevgi dolu, kırılacak kadar incecik kıpırtılar, soğuktan
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 89

değil, duygularının yoğunluğundan titriyorsun. Bir battaniyeye dola­


nıp, göl kenarında yaktığımız ateşin başına gidiyoruz. Yine eskisi gi­
bi, çöplerin ucuna takılı sosislerimizi kızartıp, yiyoruz. Yanında bira,
vodka, meyve suyu ... Ne çok içiyorsun hep ve hala ...
Oysa bu kadar korkmana, bu kadar aydınlığı özlemene hiç gerek
yok. Biraz kaldır başını, burada yazları geceler hiç kararmıyor, hep
aydınlık ...
'En güzeli hangisi? '

YAZ DÖNDÜKTEN SONRA (Adagio misterioso)

Yastıkta hala başının izi var, yatakta kokun ve sıcaklığın, sıcak


bir kahvedanlık, ıslak havlu ... Yakınlarda bir yerde olmalısın ...
Gölde bir kayık. Uzakta. Kayıkta bir adam kürek çekiyor.
Kahvedanlık. Su. Kahve.
Ateş. Fincan. Kahve.
Kayık bir türlü kıyıya yaklaşmıyor. Gölün ortasında ve uzak kıyı-
larında dolanıp duruyor. Yanın gün!
Bekliyorum. Yeniden kahvedanlık. Su. Ateş. Fincan.
Kahve.
Üşüyorum. Bekliyorum.
Kayık gölde. Sen kayıkta. Ben göl kenarında sarı ahşap bir tatil
evinde. Geri döndüğünde, kayıktan senin kılığında bir genç adam çı­
kıyor. Gözleri soğuk yeşil. Beni içine kabul etmeyen bir yeşil. Yal­
nızca sarı ve mavinin karışımından oluşmuş, sıradan bir yeşil!
Sesin ırak, yabanıl, pürüzlü. Yüzüme bakmaktan kaçınıyor, canı­
nı çok sıkıyormuşum gibi keyifsiz radyoyu karıştırıyor, o anlamadı­
ğım dilde haberleri dinliyorsun. H aber spikerinin monoton sesinden
başka çıt yok. Akşam oluyor, ama her yan aydınlık ... Çıt yok !
Neden? Niçin? Miksi?
Dün gece kendini ele verdiğin için korkuyorsun?
Yıllardır sessiz süren, ama Johannus Bayramında dillenen duygu-
larından . . . ?
Alkolsüzken korkak olduğunun anlaşılmasından?
Hangisinden? Hangisinden korkuyorsun en çok?
Söyleyeyim: Aşık olmaktan, ama en çok. eşitine aşık olmaktan
korkuyorsun sen !
Kor-ku-yor-sun-! ! !
Sesiın m kuru. yapayalnız yankısı küçük göl-evinin ladin duvarla­
rından hızla çıkıp, göle düşüyor. Gölde iç içe yayılarak genişleyen
onlarca halka oluşturuyor. Halkalar dağılıyor. büyüyor, ama sonra
usul usul kayboluyorlar .
1 90 Buket Uzuner

Sen, sesimin gölde yarattığı halkaları görmemek için sırtını göle


dönüyor, artık kente dönmemiz gerektiğini söyleyerek, eşyalarını
topluyorsun.
Laboratuvarda kontrol etmen gereken bir deneyin varmış, yol
üzerinde üniversiteye uğramalıymışız. Çıkıp dışardaki boş şişeleri,
geceden kalan dağınıklığı toparlıyorsun. Beni hep görmezden gele­
rek, sürekli temizlik yapıyorsun.
Görmezden gelmekle kalmıyor, itip-kakmaya başlıyorsun. Seni
sevdiğimden ve peşinden ayrılmayacağımdan hiç kuşkusuz hırpalı­
yorsun ... Peşinden geliyorum: laboratuvara, çarşıya, evine, yatağı­
na ...
Ne var bunda?
İnsan sevdiğine teslim olmazsa, kime olur??? ..

HAZİRAN 25. (Allegro amoroso)

İşlerim biteli altı, Johannus biteli dört, seni görmeyeli iki gün ol­
du. Kapına not yazıyorum, telefon ediyorum, araştırma yaptığın la­
boratuvara, ofisine uğruyorum; ya yoksun, ya çok meşgulsün.
Spor salonuna gelip, saatle�ce badmington maçının bitmesini
bekliyorum, ter içinde -ve hep galip olarak- duşa giderken kuru bir
selam verip, geçiştiriyor yine kaçıyorsun. Gece Tillika'da yakalıyo­
rum seni. Kenti ortasından bölen nehrin kenarındaki 'sanatçılar
bar' ında. Her şeyin yolunda gittiğini, hayatının ve senin hiç eksiksiz,
hiç yanlışsız sürdüğünü her an, herkese kanıtlamak üzerine kurulu
'protestan ahlakınla ' , sonuna kadar ateist direnerek içip, son tekno­
lojik haberlerden, akademik dedikoduların neşeli yorumlarından
dem vuruyor, ama hiç aksatmadan bol bol içiyorsun. İçtikçe kendine
güvenin artıyor -sen öyle sanıyorsun !- cesaretleniyorsun ... Neye?
Kendin olabilmeye. Korkmadan kendin olabilmek için alkole mec­
bursun!
Şişeler boşaldıkça, gözlerimin içine bakmaya, orada beni arama­
ya başlıyorsun. Sen içtikçe, ben yeşile boyanıyorum ...
İçim ısınıyor, yüreğimdeki kederli gürültüyü bile bile kesiyo­
rum ... Alkolün benden daha güçlü olduğunu bile bile . . .
Konuşuyorsun, anlatıyorsun, yıllarca susup, biriktirmiş -gibi- ko­
nuşuyorsun . . .
Dinliyorum. Seyrediyorum. Seviyorum. Nasıl çok seviyorum . . .
Diğer masalara bakıyorum, h e p aynı, hep aynı ... Yirmilerce kop­
yan, kendileri olabilmek için bütün paralarını şişede saklı büyülü
sıvıya akıtıyorlar.
Konuşmalarından en çok iki sözcük takılıyor kulağıma; öyle çok
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 91

yineliyorsun ki bu ikisini, kurtulmama imkan yok :


Aşk ve Korku!
Birden yeşil bir alevin üzerinde, aşkla korkuyu dudak dudağa
dans ederlerken görüyorum. Çok tehlikeli bir dans bu, her an ayak­
ları kayıp, yanabilirler ... Polka mı? Hayır vals yapıyorlar ... Müziği
duyuyor musun?
' Kumpi on kauniimpi ' : En güzeli hangisi?
Aşk - Korku/Ölüm Yaşam/Güven - İhanet/Sevgi - Nefret/Aşk -
Korku . . . . . .
E n güzeli hangisi?
Aşkla korkunun ölüm dansına ben de katılıyorum.
Bile bile ...
Beni bu dansa iten ne? Aşk ve korku mu?
Peki Sertan, O hiç korkmaz mı aşktan? Nasıl oluyor da O böyle
farklı hepsinden?
Ben - Sevmek, aşık olmak seni korkutmaz mı?
Bertan - Korkum sevgisizliktendir benim. Sevmek korkuları öl­
dürür.
Ben - Ya sonra, aşk bitince çekilen acılar? Ya seni bırakıp gi­
dersem bir gün? Korktuğun olmaz mı bu yüzden hiç?
Berıan - Terkeden, aslında ilk önce terkedilendir. Beni terketti­
ğin gün, çok daha önce ben seni bir şekilde terk etmişim demektir.
Sevmekse, korkunun yangınını söndüren tek organik - kimyasaldır.
Tillika 'dan çıkıp, nehrin kenarında elele yürüyoruz. Nasıl keyifli,
nasıl güzelsin ... Bir görebilseydin ah! ... Birini sevmeyi ne çok istedi­
ğini anlatan alkol tempolu konuşmanı, sık sık kahkahalarımız kesi­
yor. - Hayır ben içmedim ... Ama ... - Martıların çığlıklarını onların
kahkahaları olarak görmek haksızlık mı?
Sen, yanımdaki sevgilim, güzel insan, dokunduğum, gördüğüm,
aslında sen kimsin?

HAZİRAN 26. (Andante - finale)

Yatakta yoksun. Yastıkta başının izi, çarşafta kokun yok. Kahve­


danlık soğuk, havlu kuru.
Neredesin?
Kentin ortasında iki büyük göl, gölde sandallar, botlar, ama sen
yoksun ... Spor salonu, laboratuvar, ofisin, Tillika ... Yoksun!
Sekreter tonuyla konuşan birisi anlatıyor telefonun ucundan; ay­
lar önceden planlanmış bir konferans için Londra'ya uçmuşsun bu
sabahın köründe. Tek not, tek ses, tek ışık bırakmadan ...
Terkeden, aslında ilk önce terkedilendir, demişti Sertan.
1 92 Buket Uzuner

Karanlık, serin ve çok kalın bir giysinin içindeymişim gibi ... Hem
soğuk, hem çok kalın ... Buldum!
Günlerdir dilimin ucuna gelen o oyunu buldum. Sen aslında Bay
Puntilla'sın. Evet öyle. Ben de Matti.
Tıpatıp Bay Puntilla!
Kim bilir Brecht daha yıllar önce, burada sürgündeyken seni dü­
şünüp, bu oyunu yazmıştır?
Sen içince iyi yürekli. sevecen, hakça Bay Puntilla, ben de sana
inanan Uşak Matti.
Bir kağıt, bir kalem, bir not: ' Bay Puntilla,
Uşak Matti oyunun sonunda gözlerini açar,
anımsadınız mı?'
Notu, Eino Leino ile Brecht şiirlerinin arasına yerleştiriyorum.
Saçımı tarayıp, kendime çeki - düzen veriyorum. Sonra çıkıyorum
evinden, kapıyı dışardan sıkıca çekiyorum.
Ağır ağır yürüyorum kentte. Üstüm başım sırılsıklam yeşil!

HAZİRAN SONU

Sonunda sen Londra 'da, ben de İstanbul'dayım.


Beni havaalanında Bertan karşılıyor. Biraz yorgun, ama derli
toplu, tıraşını olmuş bir Bertan. Kucaklaşıyoruz. Hiçbir şey sorma­
dan, her şeyi bilen, ama ilişmeyen dozuyla bütün sevgisi yüreğinde,
yanı başımda. Sıcacık bedenine gömülüp, sımsıkı sarılıyorum. Hiç
çekmiyor kendini.
Eşyalarımı, THY kentiçi servisine taşıtıyor, taşıyıcıya para veri­
yor. Sessizce izliyorum. Servise biniyoruz. Ben yokken ülkede olup -
biteni özetliyor. Kısa kısa. tane tane anlatıyor. Kokusunu duyuyo­
rum: taze, hafif naneli bir koku bu.
Dinliyor muyum diye gözlerime sorarak bakıyor. Hayır, dinlemi­
yorum.
Bertan - Eve varınca ılık bir banyo yapıp, gevşersin. Yarına zin­
de olman gerek. Getirdiğin projeleri iyi sunmalı, pazarlamalısın ya­
rın şirkette. Hem ılık duş, düş kırıklıklarına da iyi gelir.
Ben - Herkesin düş kırıklıklarına mı?
Bertan - Hayır, herkese değil, ama sana iyi gelir.
Bertan'ın beni bunca iyi tanımasından gururlu bir keyif duyuyo­
rum. Eline uzanıp, tutuyorum. Çekmiyor elini.
Bertan - Adını vermek istemeyen bir arkadaşın aradı seni ge­
çen hafta. Nereye ve ne için gittiğini çok merak ediyordu.
Ben - Allah allah, kim olabilir ki bu adını vermeyen saygısız?
Bertan - Böylece adını vermiş olmuyor mu? .. Her neyse, ona
Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 93

bir iş toplantısına gittiğini söylemek yerine, konusu belli olmayan bir


seminere gittiğini söyledim.
Ben - Sahi böyle mi dedin? Aaaa, neden o?
Bertan - Senin, konusu önceden belirlenmiş, başı sonu belli tar­
tışmaları sınırlı bulduğunu anlattım Ona. Öyle ki, çook önceden ya­
zılmış oyunları bile gözünle görüp, oynayabilmek, sınırlarını zorla­
mak üzere hiç üşenmeden binlerce kilometre gittiğini de açıkladım.
Ben - Ben böyle mi yapmışım?
Bertan - Elbette sen ya. Bay Puntilla ve Matti ' yi zorlamadın mı
bu kez de? Elimi çeksem mi? Yüzüm de kızarır böyle hallerde ... Ha­
yır, elimi çekmiyorum. İnsan ancak sevdiğine teslim olur!
Servisten inince bir taksi bulup, eve varıyoruz. Çantalarımı giriş
kapısı önünde bırakıp, anahtar arıyorum. Bertan sakin bekliyor.
Anahtarı bulup, kapıyı açıyorum, içeri giriyoruz. İşte evdeyiz!
Kapının karşısındaki mantoluk aynasında kendimi görüyorum.
hayli zayıflamışım, biraz da yorgun görünüyorum, hepsi bu. Ayna­
dan Bertan'a bakıyorum. Gülümsüyor.
Ben de Ona gülümsüyorum.
Onu benden başka gören ve bilen yok!
KISA B İYOGRAFİLER

Abasıyanık, Sait Faik ( 1 906- 1954). Türk yazınında öykü türünün akla gelen ilk
adı ve en önemli Türk öykücüsü. Fethi Naci'njn deyişiyle. "gelmiş geçmiş en
büyük hikayecimiz" Varlık dergisinde yayımladığı öyküleriyle ( 1 934) öykü
sanatımıza yenilikçi bir yol açmıştı. Klasik öykü kalıplarının ve anlayışının
büsbütün değiştirilmesine öncülük etti . Öykülerinde bir konu ya da olaydan
çok, bir küçük yaşantı parçasını , bir kişilik özelliğini ya da bir durumun şiirsel
etkilerini çıkış noktası olarak aldı. Bu seçimi ona benzersiz bir anlatım
zenginliği sağladı. Kapalı mekanların değil. dış dünyanın, doğanın ve fü'!gür
yaşantıların öykücüsü oldu. Sıradan insanların iç dünyalarını, yaşantılarındaki
gizli kalmış zenginlikleri, tabii ilkin denizi, Burgaz adayı, balıkçıları, kırları,
hayvanları, kent yaşamının ayrıntılarını dile getirdi. Sait Faik denince akla ilk
gelen özelliklerinden biri de bütün bu yaşantıları benzersiz bir hümanizmin
ışığında almasıdır. 1953'te AB D'deki Mark Twain Cemiyeti'ne üye seçildi.
Yapıtları: Semaver ( 1 936), Sarnıç ( 1 939) , Şahmerdan ( 1 940), Lüzumsuz A dam
( 1 948), Mahalle Kahvesi ( 1950), Havada Bulut ( 195 1 ) , Kumpanya ( 1 95 1 ) ,
Havuz BQ:jı ( 1 952), Son Kuşlar ( 1952) , A lemdağda Var Bir Yılan ( 1 954) , A z
Şekerli ( 1954), Tüneldeki Çocuk ( 1955 ) , Mahkeme Kapısı ( 1 956) . Ayrıca
Medar-ı Ma4et Motoru ( 1 944; Birtakım İnsanlar adıyla, 1952), Kayıp A ranıyor
( 1953) adlı iki romanı ile Şimdi Sev4me Vakti ( 1 953) adlı bir şiir kitabı da
vardır.

Akbal, Oktay ( 1 923 ) . Öykü ve roman yazarlığının yanı sıra, 1956'da "Vatan"
gazetesinde başladığı günlük köşe yazarlığın ı , "Barış" ve "Cumhuriyet"
gazetelerinden sonra şimdilerde "Milliyet" gazetesinde sürdürüyor. Savaşın
yarattığı etkiler altında sıkışıp kalan insanların yoksunluklarını, acılarını ele
aldığı ilk öykü kitabı Önce Ekmekler Bozuldu (l 946) ilgiyle karşılandı.
Sabahattin Ali ve Saiı Faik etkileri arasında kalan. ama kendine özgülüğü de
koruyan öyküler yazdı. Sıkıntılı. duygulu öykü kişileriyle yalın bir öykü
atmosferi kurdu. Birbirine çok benzeyen öykülerindeki bu sıkıntılı kişiyi
oluşturmak için, çoğun kendisi ya da çevresindeki gerçek kişilerden yararlandı.
Şiirsel diliyle, Saiı Faik'in izini süren bir öykücü olduğu belirtilebilir. Öykü
kitapları: Aşksız İnsanlar ( 1 949) , Bizans Definesi (l 953), Bulutun Rengi
( 1 954), Berber Aynası ( 1 959 ). Yalnızlık Bana Yasak ( 1 967), İstiııye Suları
( 1 973), Hey Vapurlar, Trenler ( 1 98 1 ) , Lunapark ( 1 983 ) , Ey Gece K'!pını
Üstüme Kapat ( 1 988) Romanları: Garipler Sokağı ( 1 950) , Suçumuz insan
Olmak ( 1 958). İnsan Bir Ormandır ( 1 975). Ayrıca çok sayıda deneme, günce
ve köşe yazılarından derlenmiş kitapları vardır.

1 95
196 Kısa Biyografiler

Aral, İnci ( 1 944). 1 977'den sonra çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerinden


sonra çıkan ilk öykü kitabı Ağda Zamanı ( 1 979) ile ilgi çekti. Günlük yaşamın
olumsuz etkileri altındaki kadınların özel duyarlıklarını konu aldı. Sonra
güncel sorunlar içindeki bireylerin toplumsal konumlarından gelen özelliklerini
irdelemeye başladı. Uykusuzlar ( 1 982) adı öykü kitabıodan sonra yayımlanan
Kıran Resimleri ndc ( 1 983) , doğrudan Kahramanmaraş katliamını içinde
'

yaşayan kişileri anlattı. Bu ölçüde doğrudan bir siyasal şiddet içindeki


insanları, yazındışılığa düşmeden yazınsallaştırabilmcyi başardı. Sevginin Eşsiz
Kışı ( 1 986) adlı öykü kitabından sonra, evlilik, aşk, ayrılık ve cinsellik
izleklerini tartıştığı ilk romanı Ölü Erkek Kuşlar ( 1 991 ) ilgi uyandırdı.

Avcı, Zeynep ( 1 947) . İlk kitabı Kötü Bir Varlık' taki ( 1 983) öykülerinde,
toplumsal yaşamın bireyler üstündeki etkilerini , kişisel açmazları, direnme
çabalarını anlattı. Feridun Andaç bu kitaptaki öyküleri �öyle değerlendiri­
yor: "Yer yer eleştirel, yer yer de humanist bir bakışla veriyor bunların (öykü
kişilerinin, S.G.) gerçekliklerini. Onların çelişkiler ve çatışkılar yumağı
içindeki yaşamlarına gözlemci bir bakışla yaklaşıyor Avcı. Masal öğelcrinc
başvuruyor, anısal birikimlere uzanıyo r . " İkinci öykü kitabı Ahşap Köşkün
Hanımefendisi ( 1 991 ) ile öykücülüğünü geliştirdiği belirtilebilir. Gene benzer
izlekler çevresinde, çaresizlikler, hüzünler, sevinçler, duygusallıklar içindeki
insanları anlatıyor.

Bener, Vüs'at O. ( 1 922) . Sait Faik'tcn sonra gelen öykücülerimizin en önemli


adlarından biri. Çok az yazan, yazdıkları titiz bir işçilik taşıyan bir öykücü
olarak tanındı. Dost ( 1 952) ve Yaşamasız ( 1 957) adlı iki öykü kitabı
yayımlandı. Öyküleri, yayımlandığı yıllarda oldukça kapalı, karamsar ve
karanlık bulundu ve bu özellikleriyle eleştirildi. Ele aldığı gerçekliği olduğu
gibi bırakmayan, soyutlamalarla başka tür bir gerçekliğe ve kuşkusuz yazınsal
bir düzeye çıkaran tutumu. aslında onun en başarılı yanıdır. Başlangıçta çok
yalın olan öykü dili ve anlatım biçemi, sonradan öykü yazınımızda yenilikçi bir
yönscmin ilk örnekleri arasında yer aldı. Tümce yapılarında, sözcük seçiminde.
sözdizimini bozan dil anlayışında apayrı özellikler bulunabilir. Buzul Çağının
Virüsü ( 1 984) ve Bay Muannit Sahtegi 'nin Notları ( 1 99 1 ) adlı iki romanında bu
dil ve anlatım aykırılıkları son kerteye vardırılır. Dilindeki aykırı tutum, anlatı
kişilerinin oldukça aykırı kişilikleriyle özdeşleşmiştir sanki. Vüs'at O . Bcncr'in
Ihlamur Ağacı ( 1 962) ve ipin Ucu adlı iki de oyunu vardır.

Bilgili, Gülderen ( 1 954) . Genç kuşak öykücülerinin en başarılılarından. Hemen


ilk okumada etkileyen bir gözlem gücü, ayrıntıcılığı ve dil yetkinliği var.
İnsanlar arasındaki ilişkiler, yalnızlık , hüzün, sevgi , özlem , kırılga n l ı k ,
yabancılaşma, değer yitimi gibi izlekler çevresinde , incelikli ve yalın b i r anlatım
biçimi oluşturuyor. Geriye dönüş, iç-konuşma gibi yaratım biçimle­
riyle, kişilerinin iç dünyalarını açımlıyor. Tek öykü kitabı Bir Gece Yolculuğu
( 1 987) . Çok az yayımlıyor olması, kuşağının en önemli öykücüsü olmasını da
Kısa Biyografiler l 97

önlüyor sanki. Oysa ilk kitabıyla çok önemli bir çıkış yaptığı saptanabilir.

Cumalı, Necati ( 1 92 1 ) . Edebiyat yaşamında ilkin şiirleriyle göründü. Neden


sonra, kırsal kesim - daha çok Ege yöresi - insanlarını konu eden öykü,
roman ve oyunlar yazdı. Çok verimli yazarlık yılları yaşadı. İnce duyarlıklar ve
şiirsel anlatım arayışlarından toplumsal sorunlara, gerçekçi arayışlara yöneldi.
Hep yalın anlatım biçimleri seçti. Öykü kitapları: Yalnız Kadın ( 1 955). Değişik
Gözle ( 1 956) , Susuz Yaz ( 1 962), Ay Büyürken, Uyuyamam ( 1 969). Makedonya
1900 ( 1 976) , Kente İnen Kaplanlar ( 1 976). Dilıi Hanım ( 1 978) , Revizyonist
( 1 979). Yakubun Koyunları ( 1 979) . Ayla Bıçak ( 1 98 1 ) . Romanları : Tütün
Zamanı ( 1 959. Zeliş adıyla 1 97 1 ) , Yağmurlar ve Topraklar ( 1 973), Acı Tütün
( 1 974) , Aşk da Gezer ( 1 975) .

Eray, Nazlı ( 1 945 ) . Alışılmadık öykü tatları veren bir yazar. Başkalarına
benzemez bir anlatım biçimiyle yazdığı öykülerinde, gerçekle gerçeküstü
arasında gel-gitler yaratarak, günlük yaşarrun ayrıntılarını deşer. Kadın
dünyasına özel bir ilgi gösterir. Fantastiği arayışı içinde düşsel bir dünya ve
masalcı öğelerle buluşturur okuru. Öykücülüğümüzün, denebilir k i , tuhaf ama
aynı ölçüde vazgeçilmez bir yazandır. Bu arada yalın, kolay ilişki kurulabilir
diliyle de dikkat çeker. Ah Bayım A h ( 1 976), Geceyi Tanıdım ( 1 980), Kız
Öpme Kuyruğu ( 1 982) , Hazır Dünya ( 1 984 ) , Eski Gece Parçaları ( 1 986), Aşk
Artık Burada Oturmuyor ( 1 988) , Yoldan Geçen Öyküler ( 1 989) , Kuş Kafesin­
deki Tenor ( 199 1 ) adlı öykü kitapları dışında, Pasifik Günleri ( 1 98 1 ) , Deniz
Kenarında Pazartesi ( 1 984) , Arzu Sapağında İnecek Var ( 1 990) adlı romanları
vardır.

Erbil, Leyli ( 1 93 1 ) . Öykü yazınımızın en önemli adlarından biri olarak


nitelenebilecek olan Leyhi Erbil , yenilikçi yazınsal arayışların öncülerindendir.
Erkek egemenliğine karşı kadın duyarlığını öne çıkaran, aykırı bir tutum alışı
seçen kadın kişileri öykülerinde önem taşıyan unsurlardır. Varoluşçuluk,
hiççilik ve bunalım başlangıçta asıl izlekleri olarak göründü. Sonraları öykü
evrenini de dışa dönük tutmaya başladı. Leyla Erbil, özellikle sözdizimini
bozan . sözcükleri değiştiren, yazım kurallarını dilediğ_i,nce kullanan dil tutumu­
yla. özgün bir anlatım biçimi geliştirdi. Alışılmış olanı, klasik yazınsal değerleri
aşma kaygısı onu yepyeni biçim arayışlarına yöneltt i . Öykü kitapları: Hallaç
( 1 96 1 ) , Gecede ( 1 962) , Tuhaf Bir Kadın ( 1 97 1 ) , Eski Sevgili ( 1977). Karanlığın
Günü ( 1 985) ve Mektup Aşkları ( 1 988) adlı romanları y ayımlandı.

Esendal, Memduh Şevket ( 1 883-1952 ) . Kısa öyküye , bir tür olarak Türk
yazınına girişinden sonra, ilk önemli sıçramasını gerçekleştiren yazar. Edebi­
yat-ı Cedide yazarlarından sonra kısa öyküye çağcıl bir nitelik kazandıran
Esendal, kendinden sonra gelen yazarların da önünü açtı. İttihat ve Terakki
üyeliğinden TBMM üyeliğine, elçilikten CHP genel sekreterliğine varıncaya
dek çok yoğun siyasal çalışmalar içinde bulunan Esendal'ın asıl değe ri ,
1 98 Kısa Biyografiler

denebilir ki, ölümünden sonra anlaşılabilmiştir. Bugünse, onun öykü yazınımı­


zın en büyük adlarından biri olduğu söylenebilir. Çok yalın, duru bir dille, az ve
öz anlatma yolunu seçerek yazdığı kısacık öykülerinin konulannı daha çok
günlük yaşamdan almıştır. Günlük yaşamın önemsiz görünen ayrıntıları ve
insan tipleri öykülerinin konusuna dönüşür. Kişilerinin kişilik özelliklerini
onlann davranışlarına ve konuşmalanna yüklemekte çok başanlıdır. Bir
diyalog ustasıdır. Bütün Eserleri 14 kitapta toplandı ( 1983 - 1 988). Romanları:
Ay�lı ve Kiracıları ( 1 983 ) , Vassaf Bey ( 1983 ) , Miras ( 1988). Öyküleri: Otlakçı
( 1 983) , Mendil A ltında ( 1 983) , Sahan Külbastısı ( 1 983), Veysel Çavıq ( 1 984) ,
Bir Kucak Çiçek ( 1 984) , İhtiyar Çilingir ( 1984), Haı·a Parası ( 1 984), Bizim
Nesibe ( 1985), Kelepir ( 1986), Gödeli Mehmet ( 1 988) .

Güngör, Necati ( 1 949) . Başlangıçta yöresel izlenimler ile anılann güçlü izlerini
taşıyan öyküleriyle dikkati çekti. Sıcak bir öykü atmosferi oluşturdu. Sevgi
Ekmektir ( 1978) adlı kitabıyla önemli bir çıkış yaparken , en başanlı öykülerini
de yazmış bulunuyordu . Orta tabaka insanlannın ezikliklerin i , dirençlerin i ,
yitikliklerini anlattı. Ayrıntıları önemseyen, sıcak b i r dil kullandı. Kitaplan:
Yolun Başı ( 1973), Yeryüzünde İki Gölge ( 1 982), Bu Sevda Ölmek ( 1 983) ,
Hayanmın Yedi Hikayesi ( 1984 ) , Unutulmaz Bir Kadın Resmi ( 1 986), Sinema
Kıqu Sevgilim ( 1990).

Güntekin, Reşat Nuri ( 1 889-1956). Çalıkıqu romanı ile hem yaygın biçimde
tanındı, hem de Feride kişiliğinde, Anadolu aydın kadınını romana soktu.
Yazarlık yaşamında sonra da·· omandarı daha önemli bir yer tuttu. Kasaba
yaşantısı, insanları ve sorunlarıyla Anadolu gerçekliği , Reşat Nuri'nin başlıca
anlatı nesnesini oluşturur. İnsancıl bir yaklaşım içinde, toplumsal sorunları
enikonu önde tutan bir yazar oldu. Dil bilinci ve Türkçe duygusunun yüksekliği
özellikle önemlidir. Konuşma dilinden yararlanan, yalın bir Türkçeyle yazdı.
Yüz bir kısa öyküsü var Çağdaş öykücülüğümüzün erken ürünleri arasında
yer alan bazı başarısız örneklerin dışında. çok sayıda duygusal öykünün de
aralarında bulunduğu, içtenlikli ve başarılı öyküler yazdı. Öykü kitapları: Tanrı
Misafiri ( 1 927). Sönmüş Yıldızlar ( 1 927). Leyla ile Mecnun ( 1 928) , Olağan İşler
( 1 930). Romanları: Çalı kuşu ( 1922). Gizli El ( 1 922) . Damga ( 1 924 ) . Dudaktan
Kalbe ( 1 925 ) , A kşam Güneşi ( 1 926), Bir Kadın Düşmanı ( 1 927). Yeşil Gece
( 1 928) . Acımak ( 1 928 ). Yaprak Dökümü ( 1 930). Kızılcık Dalları ( 1 932 ) .
Gökyüzü ( 1 935 ) , Esk i Hastalık ( 1 938 ) . Ateş Gecesi ( 1 94 2) . Değirmen ( 1 944 ) .
Miskinler Tekkesi ( 1946) . Harabelerin Çiçeği ( 1 953 ) . Kaı·ak Yelleri ( 1 96 1 ) , Son
Sığınak ( 1 96 1 ) . Kan Davası ( 1 962) .

Gürsel, Nedim ( 1 95 1 ) . Uzun Sürmüş Bir Yaz ( 1 975) adlı kitabıyla öykü
yazınımıza girdi ve genç yaşta geniş bir ilgi uyandırd ı . Genç aydınların baskıcı
bir ülke ortamı içindeki olumlu ve olumsuz tutumlarını yansıttı. Akıcı, şiirsel
bir anlatım biçimi kurdu. Uzun yıllar boyu Paris'te yaşıyor oluşu öykülerinin
içeriğini de etkiledi ve yurdundan uzakta kalmış bir aydının yurt - ve
Kısa Biyografiler 1 99

İstanbul - özlemini, göçmenliğin üstündeki ruhsal etkilerini öykülerine


aktarmaya başladı. Nedim Gürsel, sürdürdüğü yazın araştırmalanyla da
oldukça dikkate değer bir incelemeci olarak öne çıktı. Öykü kitapları: Kadınlar
Kitabı ( 1 983 ) , Sorguda ( 1 988), Sevgilim İstanbul ( 1 986). İnceleme kitaplan:
Şeyh Bedreddin Destanı Üzerine ( 1 978) , Çağd� Yazın ve Kültür ( 1 978), Yerel
Kültürden Evrensele ( 1 985 ) , Nazım Hikmet ve Gelenekse/ Türk Yazını ( 1 992)

Halikarnas Balıkçısı ( 1 886- 1973). Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Bir
öyküsünde halkı savaş aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi"nce
üç yıl Bodrum'da kalebentliğe mahkum edildi ( 1924 ) . Bir buçuk yıl sonra cezası
affa uğrayınca da İstanbul'a dönmedi ve Bodrum'un antik çağdaki adı olan
Halikarnas'ı kendi adı olarak benimsedi. İlkin deniz konulu öyküler yazdı;
deniz insanlarını öykücülüğümüze taşıdı . Ölçüsüz bir coşku ve yer yer şiirsel bir
anlatım diliyle yazdı. Gelgcleli m , öykü dilinde yabancı sözcükler, yapı
bozuklukları pek çoktur. Belki coşkun anlatım dilini denetleyemediği söylene­
bilir. Ege uygarlığının mitologyasından da beslenen öyküleri. onun düşünürlü­
ğünü yansıtan yazılarına çok yakın düşer. Öykü kitapları: Ege Kıyılarında
( 1 939) , Merhaba A kdeniz ( 1 947), Ege'nin Dibi ( 1 952), Yaşasın Deniz ( 1 954),
Gülen A da ( 1 957). Gençlik Denizlerinde ( 1 973). Romanları: Aganta, Burina,
Burinata ( 1 946) , Ötelerin Çocuğu ( 1 956), Turgut Reis ( 1 966), Deniz Gurbetçile­
ri ( 1 969). Ayrıca, A nadolu Efsaneleri ( 1 954) ve A nadolu Tanrıları ( 1 955) adlı
inceleme kitapları vardır.

Hepçilingirler, Feyza ( 1 948) . Gözlemleri . dil özeni ve özellikle kadın duyarlığı­


nı yansıtma çabasıyla, son dönem öykücülerimiz arasında dikkat çekti . Eleştirel
bir bakış açısını yansıtmaya çalışıyor. Yeni kitaplarında, kendi gelişmesini
süreğen kıldığı görülüyor. Feridun Andaç. '"Ayrıntılara özeni. gözlem gücün­
deki duyarlılıktan kaynaklanıyor, diyor. "Çoğu şeyi yerli yerince söyleyebil­
mcdc , 'dil'e anlamsal olduğu kadar, yoğunsa! bir işlev de yüklemesi, öyküsünü
lirik söyleme yakınlaştırıyor." Sabah Yolcuları ( 1 98 1 ) . Eski Bir Balerin ( 1 985).
Ürkek Ku.ı·lar ( 1 987) ve Kırlangıçsız Geçti Yaz ( 1 990) adlı öykü kitapları
yayımlandı.

İleri, Selim ( 1 949). Öykü yazınımızın genç kuşağı içinden süzülen en önemli
yazarlardan, bir genç usta. Çok genç yaşta kendini yazın dünyamıza kabul
ettirdi. Başlangıçta öykü yazdı ve çok özenli diliyle dikkat çekti . Genç
insanları, değişen büyük kent ortamını, yitip giden gelenekleri konu etti. Selim
İleri, hem öyküleriyle, hem romanlarıyla, denebilir ki, eski! bir duyarlığın
yazarıdır. Gelenekle ilişkisinde ayıklamacı değil, bütüncüdür. Kendi kınlgan
duyarlığını öykülerine yansıttığı söylenebilir. Aşklar, umutsuzluklar. hiçlikler,
çaresizlikler, zayıflıklar, acılar vb. Selim İleri'nin başlıca izlekleridir. Asıl
yaygınlık kazanması ise , ilk romanı Her Gece Bodrum ' un ( 1 976) gördüğü
ilgiyle birlikte gerçekleşti. Romancı olarak da çok verimli bir yazar oldu. Selim
İleri'nin verimi titiz bir incelemeci-eleştirmen olarak da ayrıca dikkate
200 Kısa Biyografiler

değerdir. Öykü kitapları: Cumartesi Yalnızlığı ( 1 968) , Pastırma Yazı ( 1 97 1 ) ,


Dostlukların Son Günü ( 1 975), Bir Denizin Eteklerinde ( 1 980), Eski Defterler­
de Solmu:j Çiçekler ( 1 982). Romanları: Ölüm İ/4kileri ( 1 979) , Cehennem
Kraliçesi ( 1 980), Yaşarken ve Ölürken ( 198 1 ) , Ölünceye Kadar Seninim ( 1 983),
Yalancı Şafak ( 1 984), Saz Caz Düğün Varyete ( 1 985), Hayal ve Istırap ( 1 986),
Kafes ( 1 987), Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın ( 1 99 1 ) .

K - , Tarık Dursun ( 1 93 1 ) . İ l k yapıtlarında, sanayileşmenin hızlandığı bir dönem


içinde kalan Ege bölgesi insanlarını anlattı. Gençlik serüvenlerini, işçilerin ,
esnaf v e küçük memurların yaşam kavgasını konu e tt i . Esendal v e Sait Faik
çizgisine sımsıkı bağlı, tipik bir ''küçük insanlar" öykücüsüdür. Günlük
yaşamın bütün ayrıntıları onun için bir öykü konusudur. Yer yer tatlı bir
mizahla örülüdür öyküleri. Kimi öykülerinde de halk hikayelerinden yararlan­
mıştır. Öykücülüğün yanı sıra, roman, senaryo dallarında da verimli bir yazar
olarak görünmektedir. Öykü kitapları: Hasangiller ( 1955 ) , Vezir Düşü ( 1 957) ,
Güzel A vrat Otu ( 1 96 1 ) , Sevmek Diye Bir Şey ( 1 965 ) , Yabanın A damları
( 1 967) , Bağrıyanık Ömer'/e Güzel Zeynep ( 1 972) , Bahriyeli Çocuk ( 1 976) ,
İmbatla Dol Kalbim ( 1 982), Ona Sevdiğimi Söyle ( 1 983), Ömrüm Ömrüm
( 1 987) . Başlıca romanları: Rıza Bey A ile Evi ( 1 957) , İnsan Kurdu ( 1959) ,
Sabah Olmasın ( 1 967) , Denizin Kanı ( 1 968) , Kopuk Takımı ( 1 969) , Gün
Döndü ( 1 974) , Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü ( 1 980) ,
A lçaktan Uçan Güvercin ( 1 982), Kurşun A ta Ata Biter ( 1983).

Kilimci, Ayşe ( 1 954 ) . Öykülerini oldukça genç yaşta yayımlamayı başard ı .


Konusu, dili , biçimi ile kendine özgü b i r öykü evreni kurdu. Değişik izlekler
çevresinde, duyarlı bir anlatım biçimi oluşturdu. Anlatımı gitgide gelişen bir
öykücü. Yapma Çiçek UJta/arı ( 1 976), Sevdadır Her İşin Başı ( 1 983), Sevgi
Yetimi Çocuklar ( 1 987), Gül Bekçisi ( 1 989) adlı öykü kitapları yayımlandı.

Mungan, Murathan ( 1 955). Şiir, öykü ve oyun yazarlığında aynı başarıyı


yakalamış, genç kuşağın dikkat çeken yazarlarından. Gelenekte n , Doğu
masallarından, halk hikayelerinde n . söylencede n . onları yepyeni bir düzeyde
üretecek biçimde yararlanıyor. Bir anlamda da, eskil kültürü çağcıl bir bireşime
uğratıyor. Sert ilişkileri. tutku ve şiddeti, kişisel gerilimleri . iç çatışmaları
yazıyor. Denebilir ki. bütün bu kargaşa içinden süzülen, soyut ve belirsiz bir
insana( töz arıyor. Son İstanbul ( 1 985). Cenk Hikayeleri ( 1 986) . Kırk Oda
( 1 987) ve Lal Masallar ( 1 989) adlı öykü kitapları yayımlandı. Şiirlerini
Osmanlıya Dair Hikayat ( 1 98 1 ) , Kum Saati ( 1 984) . Yaz Sinema/an ( 1 988) , Eski
45'/ikler ( 1 989), Sahtiyan ( 1 989) , Mırıldandıklarım ( 1 990) ve Yaz Geçer ( 1 992)
adlı kitaplarında topladı . Mahmut ile Yezida ( 1 980). Taziye ( 1 982 ) . Geyikler
Lanetler ( 1 992) adlı oyunları yayımlandı.
Kısa Biyografiler 20 1

Orhan Kemal ( 1 9 1 4- 1970). Yaşadığı yıllarda en çok okunan öykücülerimizden­


di. Tam anlamıyla halkçı bir yazardır. Üstelik, doğru dürüst bir eğitim de
görememişti. Bursa cezaevindeyken Nazım Hikmet'in gelişiyle , kendini gelişti­
recek bir okuma yoğunluğu içine girdi. Yaşamı boyunca emekçi insanlar içinde
yaşadı ve onları oldukları gibi yansıtt ı . Kişilerini kendi gerçeklikleri içinde
yazınsal laştırd ı . Fazlaca müdahale etmesi gerekmedi. Bir diyalog ustasının
elinde. kişileri kendileri konuşarak iç dünyalarını dışavurdular. Konu ve kişi
bulmakta hiç güçlük çekmemiş bir yazardı. Gerçeğe uygunluk , toplumun
kıyısında kalmış insanların yaşantıları. işlek bir dil , hızla akan bir anlatım
biçimi başlıca özellikleridir. Çok üretkendi. Kendi yaşamında çektiği güçlükler
yüzünden başarı düzeyini yer yer düşürdüğü üstünde birleşilir. Sıradan
insanları yalın halleriyle vermekteki başarısıyla. Türk yazınının hala eskimemiş
yazarlarından biridir. Öykü kitapları: Ekmek Kavgası ( 1 949) . Sarhoşlar ( 1 95 1 ) .
Çamaşırcının Kızı ( 1 952) , 72. Koğuş ( 1 954), Grev ( 1 954), Dünyada Harp Vardı
( 1 963) , İşsiz ( 1 966), Önce Ekmek ( 1 969) . Başlıca romanları: Baba Evi ( 1 949),
A vare Yıllar ( 1 950) , Murtaza ( 1 952) , Cemile ( 1 952) , Bereketli Topraklar
Dzerinde ( 1954), Hanımın Çiftliği ( 1961 ) , Eskici ve Oğulları ( 1 962) , Gurbet
Kuşları ( 1962), Bir Filiz Vardı ( 1 965) , Müfettişler Müfettişi ( 1 966), Arkadaş
Islıkları ( 1 968).

Öz, Erdal ( 1 935). Başlangıçta çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan şiir, öykü
ve eleştiri yazılarıyla tanındı. 1960"da Yorgunlar adlı öykü ve Odalarda adlı
romanı yayımlandı. 1970'lerin genç devrimcilerini konu eden öykülerine yer
verdiği Kanayan ( 1 973) ve siyasal bir roman olarak nitelenebilecek Yaralısın
( 1 974) ile ilgi topladı. Sıcak ve etkili anlatımı , canlı kişileriyle başarılı bulundu.
1 987'de ikinci öykü kitabı Havada Kar Sesi Var yayımlandı. Tutukluluk
günlerindeki ortak yaşantıları içinde tanıdığı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve
Yusuf Aslan'ın 12 Mart darbesi öncesi ve sonrasındaki yaşamlarını içeren
Deniz Gezmiş Anlatıyor ( 1 976) adlı anı kitabını daha sonra Gülünün Solduğu
A kşalfı adıyla. yeni bir biçimde yazdı.

Öztaş, Mahir ( 1 95 1 ) . Çeşitli dergilerde yayımladığı şiirlerini Unutulmak


Tozları ( 1 983) adlı kitabında topladı . Sonraları öncelikle öyküyü seçtiği
görüldü. Ay Gözetleme Komitesi ( 1 988) adlı ilk öykü kitabıyla dikkatleri çekti .
İkinci öykü kitabı Korku Oyunu 1 989'da yayımlandı. Denebilir k i . tuhaf bir
öykü atmosferi içinde. ürpertici, karabasansı dünyalar yaratmakta çok ba�arılı
oldu. Genç kuşak öykücülerinin şimdiden ,olgunlaşmış yazarları arasında ilk
akla gelenlerindendir.

Ömer Seyfettin ( 1 884-1920). Edebiyat-ı Cedide yazarlarının ağdalı. Batı


öykünmecisi diline karşı arı, yalın halk dilini savunan tutumuyla Türk
yazınındaki dönüm noktalarından biri oldu. Milli Edebiyat akımını başlatanlar
arasında yer aldı. Kısa ömrüne 1 40 öykü sığdırdı . Geleneksel dil ve yazın
anlayışlarını aşmaya çalışan tutumuyla, çağdaş öykücülüğümüzün başlangıcın-
202 Kısa Biyografiler

da özel bir yeri vardır. Yaşadığı çevrenin insanlarını anlattı. Günlük yaşantının
gerçekliğini ve insanlarını insancıl bir bakış açısıyla aldı. Hızlı bir akış
kazandırdığı öykülerinde çoğun belli bir olayı anlatır. Arı dil anlayışı ve canlı
ele alış biçimi ve bugün hiılfı yaygın biçimde okunması ilgi çekicidir. Bütün
Eserleri dizisindeyayımlanan öykü kitapları: Efruz Bey, Kahramanlar,
Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Kurumuş Ağaçlar, Yalnız Efe, Falaka, Aşk
Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabed.

Sabahattin Ali ( 1 907-1948). Yazarlığı, yaşamı ve trajik sonuyla Türk yazınının


unutulmayacak adlarındandır. Yazıları ve şiirlerinden ötürü dönemin yönetici­
leri tarafından kara listeye alınıp iki kez hapse mahkum oldu. Sonunda
Kırklareli'de Bulgaristan sınırı dolaylarında öldürüldü. Ölümü hfılfı bütünüyle
aydınlanmış deği l . Art arda yayımlanan şiirleri, öyküleri ve romanlarıyla etkili
bir yazar oldu. Öncelikle öykücüdür ve Türk yazınında kendisinden sonra
gelen yazarları oldukça etkilemiş, bir "Sabahattin Ali çizgisi"nden söz
edilmesine yol açmıştır. Yüksek gözlem gücüyle yazdığı öykülerinde, Anadolu
kasabalarından süzülen konularını toplumcu düşünceleri doğrultusunda işledi.
Romanları da ilgiyle okunmaktadır. Öykü kitapları: Değirmen ( 1 935 ) , Kağnı
( 1 936) , Ses ( 1 937) , Yeni Dünya ( 1 943), Sırça Köşk ( 1 947 ) . Romanları:
Kuyucaklı Yusuf ( 1 937), İçimizdeki Şeytan ( 1 940), Kürk Mantolu Madonna
( 1 943). Şiirleri: Dağlar ve Rüzgar ( 1 934) .

Soysal, Sevgi ( 1 936-1976). Genç ölümüyle çağdaş Türk yazı nının en büyük
kayıplarından oldu. Her zaman ilgiyle izlenen. sevile n . tartışılan bir yazardı.
İncelikli mizahıyla. ayrıntılara değer veren gözlemciliğiyle etkileyici öyküler
yazdı . Mamak Cezaevi'nde tutuklu kaldı ve bu döneminden yararlanan siyasal
gözlemlerini öykülerine ve romanlarına yansıttı. Kimi eleştirmenler öykülerini,
kimileri de romanlarını daha başarılı bulurlar. Bu da gösteriyor ki. Sevgi Soysal
bütün yapıtlarında belli bir düzeyin üstüne çıkmış bir yazardır . Öykü kitapları:
Tutkulu Perçem ( 1 962). Tante Rosa ( 1 968 ). Barış A dlı Çocuk ( 1 976).
Romanları: Yürümek ( 1 970). Yenişehir'de Bir Öğle Vakti ( 1973 ) . Şafak ( 1 975),
ve tamamlanamamış olan Hoş Geldin Öliim ( 1 980). Ayrıca Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu ( 1 976) adlı bir anı kitabıyla yazılarının toplandığı Bakmak
( 1977) adlı bir kitabı daha yayımlanmıştır.

Tosuner, Necati ( 1 944 ) . Kısa öykü türüne en sadık yazarlarımızdandır. Gerçek


yaşamdan gözlenmiş verilerle, acılı duyarlı kları . eziklikleri. bunalımlı iç
dünyaları yansıtır. Ki�ilerinin bu zor dünyalarını son kertede yalın. duru,
tutumlu bir dille , çoğun kısacık öykülerde vermekte büyük başarı gösterir.
Şiirsel dile tutkusunu açıkça sezdirir. Sıradanmış gibi görünen öykülerinin usta
işi ürünler olduğu belirtilmelidir. Öykü kitapları : Özgürlük Masalı ( 1 965 ) .
Çıkmazda ( 1 969) , Kambur ( 1 972). Sisli ( 1 977 ) . Necati Tosuner Sokağı ( 1 983).
Çılgınsı ( 1 990). Sancı . . Sancı . ( 1 977) adlı bir romanı vardı r.
.
Kısa Biyografiler 203

Uşaklıgil, Halit Ziya ( 1 866- 1 945). Türk edebiyatının çağdaşla�ma sürecinin


öncülerinden. Edebiyat-ı Cedide akımının en güçlü yazarı oldu ve bu akımın
özentili dil ve edebiyat anlayışından kopan romanlarıyla. bugüne dek kalmayı
başardı . Güçlü tekniği, özgün roman dili, roman kişilerinin ruhsal durumlarını
yansıtabilme özellikleriyle , Türk edebiyatının önemli romancıları arasındaki
yerini koruyor. Hiç kuşkusuz, onu önemli bir romancı yapan iki yapıtı Aşk-ı
Memnu ile Mai ve Siyah 'tır. Bu iki romanıyla. Edchiyat-ı Cedidc 'nin yapay dili
dışına çıkarak. yalın bir dil arayışına yöneldi. Gene de romanlarında sınırlı
yaşantıların kabuğunu kıramadığı söylenebilir. Çağdaş öykücülüğümüzün ilk
örnekleri arasında yer alan öykülerinde ise . yaşantı çevresini genişleten bir
tutum alara k , sıradan ve yoksul insanları konu ettiği görülür. Selim İleri onun
öykücülüğünü şöyle saptıyor: "Halit Ziya'yı çağının egemen anlayışına boyun
eğmiş, ama incelikten yana bir edebiyatın gelişmesi için didinmiş bir öykücü
olarak görebiliriz. Baskı yönetimiyle uyuşmak zorunda kalı�ı. yazarı. çağının
toplumsal gerçekleriyle hesaplaşmaktan engellemiştir. Buna karşılık kimi
öykülerinde insani duyguları, insanın bireysel açıdan yüceldiği anları çok
ustaca yansıtmıştır. Öykü kitapları: Bir Yazın Tarihi ( 1900), Solgun Demet
( 1 90 1 ) , Bir Şi'r-i Hayal ( 1 9 1 4 ) , Sepeııe Bulunmuş ( 1 920) . Bir Hikıiye-i Sevda
( 1 922) , Hepsinden Acı ( 1 934) . Aşka Dair ( 1 936) , Onu Beklerken ( 1 935).
İhtiyar Dost ( 1937) , Kadın Pençesi ( 1 939). İzmir Hikayeleri ( 1950). Romanları:
Nemide ( 1 892). Bir Ölünün Defteri ( 1 892), Ferdi ve Şürekası ( 1 896 ) . Mai ve
Siyah ( 1 897) , Aşk-ı Memnu ( 1 900), Kırık Hayatlar ( 1 924).

Uzuner, Buket ( 1 955 ) . Dolayımsız, yalın anlatım biçimlerinden postmodern


ilgilere uzanan hir yazı serüveni var. Genç kuşağın okurla e n sıcak ilişki
kurabilen yazarlarından . İlk öykü kitabı Benim A dım Mayıs ( 1986) genç bir
kadının oldukça renkli yaşantısından gözlemler içerirke n . son kitabı olan Balık
İzlerinin Sesi ( 1 992) adlı romanı postmodernizmin edebiyatımızdaki bir örneği
olarak değerlendirildi. Sürekli bir umut ta�ıran anlatısında . özellikle kadın
bakış açısını önde tutuyor. Bu arada düşlerden, düşlemden daha sık yararlan­
maya . gerçe küstüne yönelen bir anlatı evreni kurmaya başladı. Dolaysız. yalın
bir anlatımı ve eleştirel. ironik bir dili var. Ayın En Çıplak Günü ( 1988). Güneş
Yiyen Çingene ( 1 989) adlı öykü. iki Yeşil Susamuru ( 1 99 1 ) adlı bir romanı ve
Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları ( 1 989) adlı bir gezi -anı kitabı da
yayımlandı.

-"Kısa Biyografilcr"in hazırlanmasında. derleyenin kendi değerlendirmeleri


dışında. Füsun Akatlı'nın Bir Pencereden adlı incelemesi ile Behçet Nccatigil " i n
Edebiyatımızda isimler Sözlüğü v e Şükran Kurdakul"un Şairler v e Yazarlar
Sözlüğü "ndcn yararlanılmıştır
İÇİNDEKİLER

AŞK VE ÖYKÜSÜ 7

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ( 1 866- 1945)


Bir H ikaye-i Sevda 11

MEMDUH ŞEVKET ESEN DAL ( 1 883- 1 952)


Gençlik 17
Sevdiğim 20

ÖMER SEYFETTİN ( 1 884- 1 920)


Birdenbire 23

HALİKARNAS BALIKÇISI ( 1 886- 1 973)


Fosforlu Handan 29

REŞAT NURİ GÜNTEKİN ( 1 889- 1 956)


Bir Aşkın Tarihi 33

SAİT FA İK ABASIYANIK ( 1 906- 1 954)


Bir Aşk Hikayesi 36
Mektup 38

SABAHATTİN ALİ ( 1 907- 1948)


Hanende Melek 41

ORHAN KEMAL ( 1 9 1 4- 1 970)


Ekmek, Sabun ve Aşk 49

NECATİ CUMALI ( 1 92 1 )
Yalnız Kadın 52

VÜS'AT O. BENER ( 1 922)


Yaşamasız 57

OKTAY AKBAL ( 1 923)


Boş Sevi 61
205
206

TA RIK DURSUN K. ( 1 93 1 )
Kum Saati 65
İlik 66
Eşik 71

LEYLA ERBİL ( 1 93 1 )
Gündelik 73

ERDAL ÖZ ( 1 935)
Uçucu Bir Koku Gibi 77

SEVGİ SOYSAL ( 1936-1 976)


Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası 88
..

NECATİ TOSUNER ( 1 944)


Bir Kıza Söylenememiş Birkaç Söz 92

İNCİ ARAL ( 1944)


Aykırı Sevgi Üstüne 95

NAZLI ERAY ( 1945)


Gülen Gözler Pastanesi 101

ZEYNEP AVCI (1947)


·'Aslında Ben Seni . . . " 1 09

FEYZA HEPÇİLİNGİ RLER ( 1 948)


Kırık Cam Mavisi 111

SELİ M İLERİ ( 1 949)


Laterna Magica 1 16
Mecnunu Çok Dağlar 1 22

NECATİ GÜNGÖR ( 1 949)


Bir Yılbaşı Masalı 131

NEDİM GÜRSEL ( 1 95 1 )
Yaz Gelmeden 1 36
207

MAHİR ÖZTAŞ ( 1 95 1 )
Daha Vakit Varken 141

GÜLDEREN BİLGİLİ ( 1 954)


Uzaktaki Sevgili 1 48

AYŞE KİLİMCİ ( 1954)


Sevdadır Her İşin Başı 1 63

MU RATHAN MUNGAN ( 1 955)


Boyacıköy'de Kanlı Bir Aşk Cinayeti 174

BUKET UZUNER ( 1 955)


Bir Yaz Dönümü Gecesi İçin Süit 1 80

You might also like