Gizemli - Oykuler-Ayetullah Destgayb-Ok

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 121

GİZEMLİ ÖYKÜLER

Ayetullah Destgayb

GİZEMLİ ÖYKÜLER

      İÇİNDEKİLER
 
GEÇMİŞTEN İBRET ALMAK
GAYBE İMAN
EHLİBEYT İMAMLARININ (A.S) ASRIMIZDAKİ MUCİZELERİ
Hidayet İmamlarına Daha Çok İnanmak ve Tevessül Etmek
ÜMİTSİZLİĞE ENGEL OLMAK
YAZARIN ÖNSÖZÜ
001-SADAKA ÖLÜMÜ GECİKTİRİR
     002-KESİN ECELİN TEDAVİSİ YOKTUR
003-ÖLÜM ANINDA KURÂN TİLAVET ETMEK
004-CENABET MANEVÎ KİRLİLİKTİR
005-TAYYÜ'L-ARZ NASİP OLURSA
006-ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK
007-DÜŞMANDAN KURTULMAK
008-HZ. ALİ'NİN (A.S) TÜRBESİ VE NECEF KAPISI
009-İMAM RIZA'NIN (A.S) MUCİZESİ
010-İMAM RIZA'NIN (A.S) İNAYETİ
011-İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) TEVECCÜHÜ
 
012-İKİ İLGİNÇ OLAY
013-BİNLERCE KİŞİNİN ÖLÜMDEN KURTULMASI
014-BOĞULMAKTAN KURTULMAK
015-İMAM ALİ'NİN (A.S) İNAYETİ
016-ALİMLERİN SAYGINLIĞI
017-ALİMLERİN KERAMETİ
018-KURÂN'A TEVESSÜL ETMEK
019-ŞÜPHELİ LOKMA
020-GELECEKTEN HABER VERME
021-SADAKANIN ÖNEMİ
022-ÖLÜMDEN DÖNÜŞ
023-HIRSIZDAN GÜVENDE OLMAK
024-ÖLÜMDEN KURTULUŞ
025-ÇEŞME SUYU
026-KÖTÜRÜMKEN İYİLEŞMEK
027-RÜYAYLA GELEN ŞİFA
028-BİR ANDA YEDİ HASTANIN İYİLEŞMESİ
029-ÇABUK İCABET
030-KURÂN'IN FEYZİ
031-DAHA İLGİNÇ BİR ÖYKÜ
032-HÜSEYNÎ MUCİZE
033-İDAM CEZASI
034-KURTARICI
035-ÖLÜM SAATİ
036-DÜŞÜNCEYİ BİLME
037-MÜMİN TAHKİR EDİLMEMELİDİR
038-ALLAH'IN LÜTFÜ VE KULUN NAKÖRLÜĞÜ
039-ACİL YARDIM
040-HÜSEYNÎ İNTİKAM
041-ALEVÎ İNTİKAM
 
042-ALEVÎ İNAYET
043-ŞEYTANIN GÖRÜNMESİ
044-CİMRİLİĞİN KÖTÜ ETKİLERİ
045-İMAM HÜSEYİN'E (A.S) YAS TUTMAK
046-BİR MUCİZE DAHA!
047-KABİRDEN KURTULUŞ
048-İLGİNÇ BİR NASİHAT
049-TÖVBE NASİBİ
050-İMAM RIZA (A.S) ZİYARETÇİLERİ
051-EVLAT ACISI
052-SADIK RÜYA
053-HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ
054-ANNELER AZİZDİR
055-ZENGİNLERİN İHLÂSLISI
056-ÖLÜLERİN HÂLİ
057-YARIM KALAN MESCİT
058-SADIK RÜYA
059-ÖLÜME HAZIRLIK
060-HACCIN ÖNEMİ
061-İMAM HÜSEYİN'E (A.S) TEVESSÜL
062-ZEKÂTIN ETKİSİ
063-KURÂN-I KERİM'İN ŞİFASI
064-ÖLÜM KURTULUŞTUR
065-İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MUSİBETİ
066-KANLI TOPRAK
067-İLGİNÇ HESAP
068-HELAK...OLMAKTAN KURTULMAK
 
069-HAYIRLI OLANI İSTEMEK
070-HAYÂ EDEN KÖPEK
071-FEDAKÂR KÖPEK
072-HELAL RIZIK
073-MEYSEM-İ TEMMAR'IN KERAMETİ
074-KÖRÜN ŞİFA BULMASI
075-İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) İHSANI
076-KÖTÜ ZAN
077-İHSANIN MÜKÂFATI
078-İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ
079-ÖZGÜRLÜK BELGESİ
080-KADINLARIN ALTI GÖREVİ
081-İMAM HÜSEYİN'İN İNAYETİ
082-HZ. MEHDİ'NİN (A.F) YARDIMI
083-HZ. FATMA'NIN (A.S) ADIYLA
084-SIKINTIDAN SONRA RAHATLIK
085-DÜŞÜNCEYİ OKUMA
086-BAŞKASININ HAKKI
087-İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ
088-ADİL FAKİHİN MAKAMI
089-İNSANIN AKIBETİ
090-ONBİNLERCE ÖLÜ VE BİR BEBEK
091-ALİ'Yİ NAZARINDA TUT!
092-SEYİTLERİN YÜCELİĞİ
093-HZ. EBULFAZL'IN (A.S) KERAMETİ
094- SÖNMEYEN MUM
095- HZ. İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MATEMİNDE ASLANIN AĞLAMASI
096- HASTANIN HZ. HÜSEYİN'İN (A.S) VESİLESİYLE ŞİFA BULMASI
 
097- ŞEHİD HÜRRÜN KERAMETİ
098- MURDAR LEŞ VE DÜNYANIN PİSLİĞİ
099–72 YIL SONRAKİ CESEDİN TAZELİĞİ
100- NECEF SEFERİ VE EVLAT ŞİFASI
101- DEVAMI KESİLMEYEN PARA
102- HASTANIN ŞİFASI VE MEYSEMİN MEZARININ TAMİRİ
103- EHLİBEYTİN (A.S) KUM KENTİNDE MUCİZESİ
104- HZ. MEHDİNİN (A.F) MUCİZESİ VE HASTANIN ŞİFA BULMASI
105- SIKINTIDAN SONRA GENİŞLİK
106- KIR VE KARZİN DEPREMİ
107- DUANIN ÇABUK KABUL OLMASI
108-GEÇİM ZORLUĞUNDAN SONRA GENİŞLİK
109-HEDİYE, ZİYARETİN KABUL NİŞANESİ
110-AŞURA ZİYARETİNİN ÖNEMİ
111- İMAM RIZA'NIN (A.S) ŞİFASI
112-KURAN VE MEFATİHİ'İN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ
113-KADİR GECESİNDE RUHLARIN HZ. HÜSEYİN'İN KABRİNİ ZİYARETİ
114-HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ
115-ASKERİYEYN MUCİZESİ
116-KÖR BİRİNİN HZ. ASKERİYEYN'İN BEREKETİYLE ŞİFA BULMASI
117-EKSİK PİRİNÇLER
118-DÜĞÜN GECESİ ÖLDÜRÜLEN DAMAT
119- ESRARENGİZ EV
 

     GİZEMLİ ÖYKÜLER


GEÇMİŞTEN İBRET ALMAK
"Ant olsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl
[1]
sahipleri için pek çok ibretler vardır."
Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları okuyup öğrenmenin insana çekici
geldiği bilinen bir gerçektir. Öykü anlatmak ve öykü dinlemek ötelerden beri
insanlara oldukça şirin gelmiştir. Bu nedenle eskiden kıssa/öykü anlatımı oldukça
rayiçti ve hatta resmî bir meslek sayılırdı.
Bu dönemde de bazı basın ve yayın organları okuyucuların dikkatini çekmek
için heyecan verici, ama baştan sona yalan-yanlış romanlar yayınlamakta ya da
yabancı dergilerin uyduruk hikâyelerini anlatmaktadırlar. İşin ilginç yanı ise,
bütün bu yalan ve uydurmalara rağmen insanların bu ve benzeri hikâyeleri
iştiyakla okuyup dinlemeleridir. Bu da insan tabiatının kıssalara ve geçmiş tarihe
ne kadar düşkün olduğunu gösterir. Halbuki bu merak hissini doğru yolda
kullanmak ve ondan en iyi şekilde yararlanmak mümkündür.
İnsandaki bu merak hissi, hiçbir şekilde uyduruk ve saptırılmış kıssalara gerek
duyulmadan, yaşanmış gerçek öykülerle ibret almak ve kalpleri gafletten
uyandırmak yolunda kullanılabilir. Nitekim, Kurân-ı Kerim geçmiş ümmetlerin
başına gelen gerçek olayları defalarca hatırlatmıştır. Ad, Semud, Hz. Nuh, Firavun
ve Hz. Lut'un kavimlerinin kıssalarını değişik yerlerinde anlatarak onların kötü
akıbetlerini vurgulamış ve insanları bu tür işlerden sakındırmıştır.
[2]
"Andolsun ki onu bir ibret olarak bıraktık, hiç ibret alan yok mu?"
Kurân-ı Kerim, Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasını en iyi kıssa olarak tabir
[3]
etmiş ve Yusuf sûresinin son ayetlerinde şu ifadeyi kullanmıştır: "Andolsun
onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için
[4]
pek çok ibretler vardır."
Yani, her akıl sahibi geçmiş ümmetin başına gelenlerden ibret alarak bu
kıssalardaki ahlakî noktaları ve onların yaptıklarının neticesini öğrenip doğruyu
ve yanlışı bir birinden ayırt etmiş, doğru yolu yanlış yola tercih edip kendine
dersler çıkarmıştır.
Kurân-ı Kerim defalarca peygamberlerin geçmişlerini, sıkıntılı ve musibetli
durumlarını, maksada ulaşmak yolunda yapmış oldukları fedakârlıkları ve bu
hedef doğrultusunda nasıl sebat gösterdiklerini yinelemiş; birçok hikmet ve
öğütleri, insanın kemale erme yolu sayılan yüce ahlakî talimatları kıssa kalıbında
açıklamıştır.
[5]
Lokman Hekim'in oğluna olan sözünü nasihat şeklinde dile getirmiştir. Veya
yaratılış sırlarını ve tekvînî işlerin hikmetini "Musa ve Hızır" kıssası olarak beyan
[6]
etmiştir.
Sadaka vermenin ve Allah yolunda infak etmenin etkileri gibi daha birçok
konuyu en güzel dille farklı kıssalarda açıklamıştır.
Yazar, kitabının girişinde kısaca bahsettiği gibi, bu eseri kaleme almasının
sebeplerinden birini şöyle dile getirir: Amaç, okuyucuların, başkalarının
geçmişlerinden ibretler ve ahlakî dersler çıkarmasıdır. Bu da her insan tabiatının
kıssalara olan merakından hâsıl olur. Başka bir deyimle, kıssa kalıbında öğütler
insan üzerinde daha çok etki bırakır. Özellikle de bu kıssalar yaşanmış gerçek
öykülerden  olursa, okuyucuyu daha çok etkisi altına alacağı muhakkaktır.
GAYBE İMAN
Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de mukaddes İslam dininin temel
esaslarından olan meada ve duyu organlarıyla hissedilemeyen gaybe iman
meselesidir. İnsan her ne kadar his ötesine inanırsa, imanı da bir o kadar güçlenir;
Rabbinin dergâhına bir o kadar daha yakın olur.
Doğal olarak gaybe imanı artıran yollardan biri de insan nefsini his ötesi âleme
bağlayan doğru rüyalardır. Bu yolla insan gizemli olayları idrak edebilir ve gerçek
âlemdeki olaylara rüya yoluyla vâkıf olabilir.
Sâdık rüya görenler gaybe daha fazla iman ederler. İşitip inananların imanı ise
artar.
Bu yüzden elinizdeki kitap, doğru rüyaları ve bu doğruluğu gerçek hayatta
tasdik eden olayları içermektedir.
Okuyucular, günümüze ait hiçbir kitapta bulamayacağı bu doğru rüyaları
mütalaa ederek gerçek manada onlardan faydalanabilirler. Bu rüyaları gören
kişilerin birçoğunun hayatta olduklarını, onlarla uzaktan-yakından irtibatta olan
kimselerin bu büyük insanların yalancı ve düzenbaz olmadıklarını taahhüt
ettiklerini hatırlatmak isteriz.
Kısacası, okuyucu, bu kitabı mütalaa ettikten sonra madde âleminin ötesinde
bizi bekleyen başka bir âlemin varlığını daha iyi hissedecektir.
Bu yüzden elinizdeki kitap, İslamî akidelere, gayb âlemine ve madde ötesine
iman meselesini takviye etmede son derece etkilidir.
EHLİBEYT İMAMLARININ (A.S) ASRIMIZDAKİ MUCİZELERİ
Hidayet İmamlarına Daha Çok İnanmak ve Tevessül Etmek
Bu eserin özelliklerinden biri de kıssalarının çoğunun ismet ve taharet
imamlarının (a.s) mucizelerine yönelik olmasıdır. Bu öyküler günümüzde
gerçekleşen öykülerdir ve neticede, okuyucunun bu temiz hânedâna imanını
güçlendirecek, propagandacıların kötü tebligatlarına aldanmalarını önleyecek,
Ehlibeyt (a.s) dostlarının hak yol ve hak mezhepten sapmalarına mani olacak,
onlara daha çok tevessül edilmesini ve bu vesileyle onların da daha çok teveccüh
etmelerini sağlayacaktır. Çünkü okuyucu, bu temiz insanların, Hak Taâla'nın
kudret ve hacetler kapısı olduklarını öğrenecek ve ayrıca dinin temelini oluşturan
imamların sevgilerini elde etmek için daha fazla gayret sarf edecektir.
ÜMİTSİZLİĞE ENGEL OLMAK
İnsan ne kadar kötü olsa da, kendi saadetinden ümitsizliğe kapılsa da veya
birtakım musibetlere ya da olağanüstü sıkıntılara uğrasa da imamların ahvalini
okuyarak ümitsizliğini ümide dönüştürebilir; Allah'a olan ümidini artırabilir;
O'nun rahmetini elde etmeyi başarabilir; önünde bulunan uzun ve korkunç
yolculuk için kendine azık hazırlayabilir, geçmişini telafi edebilir. Böylece yaşam
zorlukları onu alt edemez hâle gelir.
Kısaca, bu kitabın herkese yararlı olacağını ve siz değerli okuyucuların yeterli
ölçüde istifade etmesini temenni ederiz.
Şiraz- 18 Ramazan – 09.18.1374
Seyit Muhammed Haşim Destgayb
 
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Ömrüm boyunca salih kullardan, takva ve yakin sahibi kimselerden birtakım
öyküler dinledim veya bazılarına şahit oldum. Bunların her biri duaların müstecap
olmasını, makam ve saadetlere erişilmesini, Kurân-ı Kerim'e ve temiz imamlara
(a.s) tevessül etmenin insan üzerindeki olumlu etkilerini doğrulayan delillerdir.
Ömrümün sonlarına yaklaştığı şu altmış beş yaşında düşündüm ki; ölüm
elçileri, yani bedenin çökmesi ve hastalıkların saldırısı bana yüce Rabbimin,
temiz cetlerimin ve diğer müminlerin mülakatına gideceğimi müjdeliyor. Bu
nedenle sözünü ettiğim öykülerden hatırımda kalanları aşağıda belirttiğim birkaç
nedenden dolayı kaleme almak istedim:
1-Salih kullardan olmasam da onları seviyor; "Şayet ki onlardan değilsen, o
halde onlardan anlat" sözü gereği haklarında bir şeyler dinlemek, bir şeyler
anlatmak ve bir şeyler yazmak istiyor; onları görmeyi arzuluyorum.
2-Hadiste de geçtiği üzere, "İyiler yâd edildiğinde Allah'ın rahmeti
[7]
yağar." Umulur ki bu rahmet, hem yazarı hem de siz değerli okuyucuları
kapsasın!
3-Bu öyküleri gaybe imanı artırdığı, kalpleri öbür âleme ve yüce Allah'a
yönlendirdiği için kaleme aldım. Böylece evlatlarımın ve diğer okuyucuların
sıkıntı ve zorluklarda ümitsizliğe kapılmamalarını ve kalplerini yüce yaratana
bağlamalarını istedim. Şunu bilmelerini isterim ki; takva derecelerini elde etmek
ve duyu organlarıyla hissedilemeyen yakin makamlarını kazanmak için dua ve
tevessülün birçok etkisi vardır.
4-Şayet benden sonra aziz bir okuyucu bu kitabı eline alır, okur da bu vesileyle
Rabbiyle aşina olur ve güzel bir durum elde ederse, Allah da kendi erdem ve
rahmetiyle bu yüzü siyah kulunu yâd eder umarım.
 
001
SADAKA ÖLÜMÜ GECİKTİRİR
[8]
Seyit Muhammed Rezevî'nin kendisinden şöyle işittim:
Vaktiyle dayım merhum Mirza İbrahim Mahallatî şiddetli bir hastalığa
yakalanmıştı. Öyle ki doktorlar tedavisinden ümitlerini kesmişlerdi. Çok
sevip saydığı merhum Şeyh Muhammed Cevat Bîdâbadî'nin de bu
hastalıktan haberdar edilmesini istedi. Bu istek üzerine İsfahan'a telgraf
çekerek merhum Bîdâbadî'yi dayımın hastalığından haberdar ettik. "Hemen
iki yüz tümen sadaka verin; Allah şifasını inayet edecektir!" diye cevap
yolladı.
Bu meblağ o dönemlerde oldukça yüksek bir meblağ idi. Buna rağmen
bir yerlerden bulup fakirler arasında paylaştırdık. Kısa sürede Mirza şifa
buldu.
Bir defasında Mirza Mahallatî ağır bir hastalığa daha yakalanmıştı.
Doktorlar onun için ümit yok dediler. Ben ilk önce merhum Bîdâbadî'yi
telgrafla haberdar ettim. Telgrafın cevabını talep etmeme rağmen bir cevap
alamadım. Nihayet Mirza Mahallatî o hastalık yüzünden vefat etti. Ben de
merhumun neden cevap vermediğini anlamıştım. Çünkü Mirza'nın kesin
eceli gelip çatmıştı. Artık sadaka vermenin ölümüne bir faydası yoktu.
Bu öyküden iki ders anlaşılmaktadır:
1-Sadaka vererek hastanın iyileşmesi çabuklaştırılabilir; hatta daha da öteye,
ölümü geciktirilebilir.
Sadakanın hastalara şifa olduğuna, ölümü geciktirdiğine, ömrü uzattığına ve
yetmiş tür belayı def ettiğine dair Ehlibeyt'ten (a.s) birçok hadis naklolunmuş, bu
alanda yine birçok öykü nakledilmiştir. Tüm bunları bu kitaba sığdırmak mümkün
değildir. Bu konuda bilgi edinmek isteyenler, merhum Tuveyserkanî ve merhum
Nuri'nin Lealiu'l-Ahbar ve Kelime-i Tayyibe adlı eserlerine müracaat edebilirler.
2-Kesin ecel gelip çattığında şahsın yaşaması hikmete muhalif olur. Bu
durumda her ne kadar dinî ve dünyevî yararları olsa da, dua ve sadaka etkisini
kaybeder. Bu konuyu teyit etme amacıyla bir başka öyküyü naklediyoruz:
002
KESİN ECELİN TEDAVİSİ YOKTUR
Tütün satıcısı lakabıyla tanınan merhum Hacı Gulam Hüseyin, Hacı şeyh
Muhammed Cafer Mahallatî'den şöyle işittiğini anlatır:
Merhum Hüccetü'l-İslam Şirazî hastalandığında bir grup arkadaşı
ziyaretine gitmişti. Hacı Mirza Muhammed Hasan ve âlimlerden bir grup
yanı başında oturuyordu. Özellikle İmam Hüseyin'in türbesi olmak üzere
birçok türbede ve başta Kûfe Mescidi olmak üzere birçok kutsal mekânda
hayırsever insanların onun için itikâfa girdiği ve hakkında şifa dileklerinde
bulundukları söylendi. "Bunlar, Allah'tan sizin için şifa diliyorlar;
sıhhatiniz için sadakalar verildi. Biz, edilen duaların ve verilen sadakaların
bereketiyle Allah'ın sizi iyileştireceğini ve sayenizi Müslümanların
üzerinden eksik etmeyeceğine inanıyoruz" dendi.
Merhum Mirza bu sözleri işittikten sonra Allah'a, "Ey vesilelerin,
hikmetini geri  çevirmeye kadir olamadığı Rabbim!" diye yakardı.
Adeta o merhuma ecelinin kesinleştiği ilham olmuştu. Dolayısıyla da
sözünü ettiğimiz vesilelerin, Allah'ın kesin hikmetinin önüne
geçemeyeceğini bize işaret etti.
003
ÖLÜM ANINDA KURÂN TİLAVET ETMEK
Birinci öyküde Mirza Mahallatî'nin ölüm hastalığından bahsedildiği için o
merhumun ölümünü de anlatmak istedim. Merhum Hacı Mirza İsmail Kazerunî
şöyle diyordu:
Mirza Mahallatî ölüm döşeğinde Haşr sûresinin son ayetlerini defalarca
tekrarladı. Son olarak, "O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah
yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir,
[9]
emniyete kavuşturandır…" ayetinin ortalarına vardığında ruhunu yüce
Rabbine teslim etti.
Gerçekten de ömrün sonlarında hem dilin, hem kalbin Allah'ı anarak ölmesi
saadetin özüdür. Bütün iman ehlinin tek arzusu da budur.
"Onun içiminin sonunda misk kokusu vardır. İşte yarışanlar ancak onda
[10]
yarışsınlar."
Allah'ım! Muhammed (s.a.a) ve O'nun temiz soyunun hürmetine işimizin sonunu
hayırlı kıl!
 
004
CENABET MANEVÎ KİRLİLİKTİR
Merhum Rezevî şöyle anlatır:
Merhum Bîdâbadî, Medine'ye gitmek amacıyla Bûşehr yoluyla Şiraz'a
teşrif ettiler. İki aya yakın bir süre burada kaldılar. Ali Ekber Magâzeî adlı
bir şahsın evine misafir oldular. Burada her üç vakitte namaz ikame ederdi
ve bazı özel kişiler onun arkasında cemaat namazı kılmak için buraya
gelirlerdi.
Bir akşam cenabet guslü üzerime vacip olmuştu. Sabah ezanından sonra
banyoya gitmek için evden dışarı çıktım. Karşımda birden Hacı Şeyh
Muhammed Bâkır Şeyhülislam'ı gördüm. Bîdâbadî'nin ziyaretine gitmek
üzereydi. Bana "Sen de geliyor musun? İstersen birlikte gidelim" dedi.
Utancımdan banyo yapmam gerektiğini söyleyemedim; çaresiz kabul ettim.
Kendi kendime "Henüz vakit var. Bîdâbadî'yle görüşür, sonra hamama
giderim" diye düşündüm.
Birlikte içeri girdik. Önce Şeyhülislam tokalaşıp yere oturdu. Sonra ben
yanına gittim. Tokalaşırken kulağıma eğilip "Banyo daha önemliydi!" dedi.
Bîdâbadî'nin benim kendi hâlimden haberdar olması ister istemez beni
sarsmıştı. Utancımdan yüzüm kızardı. O hâlimle geri dönmek istedim.
Merhum Şeyhülislam bana, "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca merhum
Bîdâbadî, "Bırakın gitsin; daha önemli bir işi var!" diye cevap verdi.
[11]
Bu öyküden iyice anlaşıldığı gibi cenabet ve diğer hadesler, bazı
bilimcilerin sandığı gibi Allah'ın belirlediği basit ve sıradan hükümler değildir.
Bilakis bütün hadesler ve özellikle de cenabet, hakikî işlerdendir. Yani bir çeşit
pislik ve çirkef şeyler bu yolla insanın ruhuna ilave olur. Bu da insanın gerek
Allah ile münacatında, gerekse O'nun huzuruna çıkmak için kılınan namazda
varolan bağının kopmasına neden olur. Dolayısıyla bu halde kılınan namaz
bâtıldır. Cenabet ve hayız gibi büyük hadesler gerçekleştiğinde mescitlerde
durmak ve Kurân-ı Kerim'in yazısına dokunmak da ayrıca haramdır.
Bu manevî pislikler yüzünden bu durumlarda yemek yemek, uyumak,  yediden
fazla Kurân ayeti okumak ve ölünün yanında durmak mekruhtur. (Zira o durumda
ölüm döşeğindeki insan rahmet meleklerinin rahmetine son derece ihtiyaç duyar;
melekler ise cenabet ve hayız pisliğinden hiç hoşlanmazlar).
Bunun dışında birtakım haramlar ve mekruhlar da vardır ki bunu, dini açıdan
sakıncası olmayan birtakım tezkiyeler neticesinde ruhlarını kötülüklerden ve
günahlardan arındıran salih Şiîlerden başkasının derk etmesi mümkün olmayabilir.
Nitekim merhum Bîdâbadî bunu idrak etmişti.
Buna benzer daha birçok kıssalar vardır. Merhum Tunikabonî, Kısasu'l-Ulema
adlı eserinde şöyle nakleder:
 Merhum Seyit Abdülkerim b. Seyit Zeynelabidin Lahicî babasının
şöyle dediğini anlatır: Mukaddes mekânlarda (Necef'te) tahsil ediyordum.
Merhum Bâkır Vehîd Behbehanî'nin son zamanlarıydı. Yaşlandığı için
onun yerine bazı öğrencileri ders veriyordu. Ama merhum Behbehanî
teberrük olsun diye kendi evinde Lema'ların şerhini yüzeysel olarak
anlatırdı. Biz de birkaç kişiyle birlikte yine teberrüken o derse katılırdık.
Bir gün cenabet olmuştum. Namazım kazaya kalmıştı. Üstadın ders
saati de gelip çatmıştı. Kendi kendime "En azından ders boşa gitmesin"
diye düşündüm. O hâlimle derse gittim. "Sonra banyo yaparım" diyordum.
Üstat henüz gelmemişti. İçeri girdiğinde son derece güler bir yüzle etrafa
bakındı. Ansızın yüzünde bir üzüntü belirdi. "Bugün ders yok; haydi,
evlerinize gidin" dedi. Herkes kalktı ve oradan ayrıldı. Ben de gitmek
istedim. "Sen kal!" deyip oturmamı istedi. Artık ders meclisinde kimse
kalmamıştı. Bana; "Oturduğun serginin altında bir miktar para var, onu al
ve guslet; bir daha da derse cenabetli gelme!" dedi.
Yine makam ve keramet sahibi seyit Muhammed Bâkır Kazvinî'nin biyografisi
hakkında Müstedreku'l-Vesail'de (c.3, s.401), şöyle nakledilir:
1246 yılında Necef'te ölümcül veba salgını baş göstermişti. O yıl
yaklaşık 40 bin kişi bu salgın yüzünden hayatını kaybetti. Seyit'ten başka,
kaçmayı başaran herkes Necef'ten uzaklaşmıştı.
Salgından önceki akşam, Seyit, rüyasında İmam Ali'yi (a.s) görmüştü.
İmam, salgından dolayı Seyit'i haberdar etmiş ve ona şöyle buyurmuştu:
"Sen veba yüzünden dünyadan en son göçecek kişisin!"
Nitekim öyle de oldu. Yani Seyit öldükten sonra veba salgını sona erdi.
Bu müddet içerisinde Seyit'in işi, aralıksız olarak her gün sabahın ilk
saatlerinden akşama kadar mukaddes eyvanda cenaze namazı kılmak
olmuştu. Bir grubu cenazeleri toplayıp eyvana getirmek, başka bir grubu
gusül ve kefen işleriyle ilgilenmek, bir başka grubu da cenazelerin defin
işlerini yapmakla görevlendirmişti. Bu durum Seyit Murtaza'yla
görüşünceye kadar böyleydi. Seyit bana şu haberi vermişti:
Seyit'in yanında olduğum bir vakit, Necef sakinlerinden hayırsever yaşlı
bir acemin Seyit'e bakarak ağladığını gördüm. Sanki Seyit'e işi düşmüştü
de ona ulaşamıyordu. Seyit onu bu durumda görünce bana; "Ne hâceti var,
bir sor hele!" dedi. Yanına yaklaşıp ne istediğini sordum. "Bugünlerde
ölümüm gelip çatarsa, Seyit'in cenazeme münferiden namaz kılmasını
arzuluyorum!" diye cevap verdi. (O sıralar cenazelerin fazlalığı yüzünden
birkaç cenazeye bir namaz kılıyordu). Seyit'in yanına dönerek yaşlı adamın
dileğini ona ilettim. Seyit de kabul etti. Ertesi gün bir genç ağlayarak
yanımıza geldi. "Ben o yaşlı adamın oğluyum; babam vebaya yakalandı.
Sizi çağırmam için de beni gönderdi" dedi. Seyit (salgından ölenlerin)
cenaze namazlarını kılması için yerine Seyit Amilî'yi bıraktı. Kendisi de o
gençle birlikte hayırsever yaşlının ziyaretine gitti. Ben de onunla
birlikteydim.
Yanımızda bir grup cemaat de vardı. Henüz yolu yeni yarılamışken
yaşlı, salih bir adamla karşılaştık. Adam evinden yeni dışarı çıkıyordu.
Nereye gittiğimizi sordu. "Falan şahsın ziyaretine" dedim. "Ben de ziyaret
sevabı almak için sizinle geleyim" dedi.
Seyit içeri girdiğinde önceki gün gördüğümüz yaşlı adam çok
sevinmişti. Ziyaretimizden dolayı hepimize teşekkür ederek mutluluğunu
dile getirdi. Yolda bize katılan iyiliksever yaşlı adam da selam verip içeri
girdi. Onu görür görmez hastanın yüz ifadesi aniden  değişti. Korkmuştu.
Elleri ve kafasıyla onu işaret ederek dışarı çıkmasını istedi. Sonra da
oğluna dönüp eliyle onu dışarı çıkarmasını işaret etti. Orada bulunan
herkes bu duruma oldukça şaşırmıştı. Ortada hiçbir aşinalık söz konusu
değilken bu istemezliğe kimse bir anlam verememişti. Çaresiz, yaşlı adam
dışarı çıktı ve bir müddet sonra tekrar içeri girdi. Bu sefer yaşlı hasta ona
bakarak gülümsedi ve ziyaretinden dolayı hoşnutluğunu dile getirdi. Biz
daha çok şaşırmıştık. Herkes görüşüp dışarı çıktıktan sonra ben işin sırrını
ziyarete gelen yaşlı adama sordum. "Cenabetliydim. Hamama gitmek için
dışarı çıkmıştım. Ama hamam yerine sizinle birlikte ziyarete geldim. İçeri
girdiğimde hastanın bundan rahatsızlık duyduğunu görünce bunun benim
yüzümden olduğunu anladım. Gusül alıp geldiğimde nasıl sevindiğini
gördünüz!" dedi.
Müstedrek'in yazarı bu ilginç öyküyü anlattıktan sonra şöyle der:
"Bu kıssada, cünüplü ve hayızlıyken ölüm döşeğinde yatan kimsenin yanına
gidilmemesi konusunda İslam dininin gaybî sırlarına vicdanî bir tasdik söz
konusudur."
 
005
TAYYÜ'L-ARZ NASİP OLURSA
Muhterem muhakkiklerden Mirza Mahmud Müçtehit Şirazî, ömrünün çoğunu
tezkiye ve nefsanî isteklerle mücadeleyle geçiren merhum Hacı Seyit Muhammed
Ali Reştî'den şöyle nakleder:
Necef'te, Hacı Kıvam Medresesi'nde ilim tahsil etmekle meşgul
olduğum dönemlerde talebeler arasında bir söylenti vardı. Bâb-ı Tûsî
tarafında bulunan ve geçimini yamacılıkla sağlayan yaşlı bir adamın
"Tayyü'l-Arz" makamına sahip olduğu ve her Cuma akşamı namazını
İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde kıldığı söyleniyordu. Hâlbuki Necef ile
[12]
Kerbela arası on üç fersahtı ve yaya olarak yapılan yolculuk iki gün
sürüyordu.
Nihayet bu konuyu araştırmaya karar verdim ve doğruluğundan emin
olmak istedim. Bu amaçla iyilik ehli yamacıyla arkadaş oldum.
Dostluğumuz pekiştikten sonra konuyu güvendiğim ve ilmî mübahaselerde
bulunduğum talebelerden birine açtım. Ondan bugün Kerbela'ya gitmesini
ve Cuma akşamı türbede bulunarak yamacı dostumun orada olup
olmadığını öğrenmesini istedim. Onu gönderdikten sonra Perşembe günü,
akşam üzeri yamacı dostumun yanına giderek üzüntümü dile getirdim.
Bana; "Niçin üzgünsün?" diye sordu. "Arkadaşıma söylemem gereken
önemli bir konu var, ama Kerbela'ya gittiği için ona ulaşamıyorum" dedim.
"Konuyu bana söyle; Allah kâdirdir; belki bu akşam arkadaşına haber
ulaşır" dedi. Yazdığım mektubu ona verdim. Mektubu alarak Selam
Vadisi'ne doğru hareket etti. Bir daha da onu göremedim.
Arkadaşım Cumartesi günü Necef''e dönmüştü. Yanıma gelerek
yamacıyla yolladığım mektubu bana verdi. "Cuma akşamı yamacı
arkadaşın türbeye gelerek bu mektubu bana verdi" dedi.
Olayı böyle görünce yamacının "Tayyu'l-Arz" makamına sahip
olduğunu anladım. Onunla görüşmek ve bu makama nasıl sahip
olunabileceğine dair bilgi almak istedim. Bu amaçla onu evime davet
ettim. Hava sıcak olduğu için damın üzerine çıktık. İmam Ali'nin (a.s)
mukaddes kubbesi tam karşımızdaydı. Sade bir akşam yemeğinden sonra
ona; "Ben sizin Tayyu'l-Arz makamına sahip olduğunuza eminim. Hatta o
mektubu bundan emin olmak için size vermiştim. Şimdi ise bu makama
nasıl erişebileceğime dair bana yol göstermenizi rica ediyorum" dedim.
Yamacı, sırrının ortaya çıktığını görünce bir anda feryat etti ve adeta
kurumuş bir dal gibi yere düştü. Bu durumdan çok korktum ve öldüğünü
sandım. Kendine geldikten sonra eliyle İmam Ali'nin (a.s) kubbesine işaret
ederek bana: "Ey seyit, ne varsa hepsi onun elindedir. Dilediğin her şeyi
ondan iste!" dedi ve yanımdan ayrıldı. Artık yamacı adamı Necef'te gören
olmadı. Ne kadar araştırdıysam da kimsenin onu görmediğini öğrendim.  
Bu kıssayı birkaç büyük âlimin de merhum seyit Reşti'nin dilinden naklettiğini
duydum.
Değerli okuyucu! Sakın bu öykü sizi şaşırtmasın ve inanması da güç gelmesin!
Zira mâsum Ehlibeyt İmamlarının (a.s), takipçilerinden birine bu makamı vermesi
büyük bir iş değildir. Bu konuya benzer olaylar rivayet kitaplarında kayıtlıdır.
Biharu'l-Envar'ın 11. cildinde, İmam Musa b. Cafer'in (a.s) halleri hakkında
şöyle yazılıdır:
İbrahim Cemmal Kûfî, Harun Reşit'in baş veziri ve halis Şiîlerden biri
olan Ali b. Yaktin'e oldukça darılmıştı. Ali b. Yaktin, Medine'de İmam
Musa b. Cafer'in (a.s) huzuruna vardığında imam ona itina etmeyip şöyle
buyurdu: "İbrahim senden razı olmadıkça ben de senden razı olmam!" Ali
b. Yaktin; "İbrahim Kûfe'de, ama ben Medine'deyim" diye cevap verdi.
Bunun üzerine İmam onu bir anda Medine'den Kûfe'de bulunan İbrahim'in
kapısına yolladı. O da İbrahim'i dışarı çağırdı. Ali b. Yaktin'i şaşkın bir
halde gördü. Ali, olayı İbrahim'e anlatarak rızasını aldı. Yüzünü yere
koyarak ayağını üzerine koyması için İbrahim'e yalvardı. "Ayağını yüzüme
koy ki İmam benden hoşnut olsun!" dedi. O sırada Ali, Medine'ye döndü
ve İmam da ondan razı oldu.
Yine İmam Muhammed Taki'nin (a.s) Şam'da bulunan Ra'sul Hüseyin
Mescidi'nin hizmetçisini bir gecede Şam'dan Kûfe, Medine ve Mescidu'l-Haram'a,
oradan da tekrar bulunduğu yere geri gönderdi.
Bu ve buna benzeri kıssaları bu kitaba sığdırmak mümkün olmaz. Zira
elinizdeki kitapta sadece güvenilir kişiler veya kaynaklarda görülen-duyulan
olaylar nakledilmektedir. Kitaplarda kaydedilen tüm kıssalar dikkate alınmamıştır.
Ama bazen bir konuyu teyit etmek amacıyla bunlardan da istifade edilmiştir.
006
ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK
Yine merhum Mirza Mahmud'un şöyle dediğini duydum:
Merhum Seyit Murtaza Keşmirî'nin seçkin ve erdemli talebelerinden
Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî'nin "Mezardan Çıkan" lakabı oldukça
meşhur olmuştu. O merhumdan duyduğum kadarıyla şöhret nedeni
şöyleydi:
Muhammed Hüseyin 18 yaşında Gomşe şehrinde tifoya yakalanmıştı.
Gün geçtikçe hastalığı daha da şiddetleniyordu. O yıl üzümlerin bol olduğu
bir yıldı. Odasına bol miktarda üzüm koydular. Kimsenin haberi olmadan
o üzümlerden yedi ve sonunda da tifo hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.
 
Orada hazır bulunanlar ağlamaya başladılar. Annesi cansız yatan
bedenini görünce, "Ben dönünceye kadar kimse ona dokunmasın" dedi.
Eline bir Kurân alıp çatıya çıktı ve Rabbiyle râz-ü niyaz etmeye başladı.
Kurân-ı Kerim'i ve İmam Hüseyin'i (a.s) şefaatçi kılarak, "Ey Allah'ım,
evladımı bana geri verinceye kadar yakarışımdan vazgeçmeyeceğim" dedi.
Henüz birkaç dakika geçmemişti ki Muhammed Hüseyin'in ruhu
bedenine geri döndü. Muhammed etrafına bakındı. Annesini göremeyince
"Anneme söyleyin hemen gelsin! Allah, hayatımı İmam Hüseyin'e
bağışladı" dedi.
Bu haber annesine bildirildi. Sonra da Muhammed Hüseyin başından
geçenleri anlatmaya başladı:
Ölümüm gelip çattığında beyaz elbiseli iki nur yüzlü yanıma gelerek;
"Neden korkuyorsun?" diye sordu. "Tüm bedenim ağrıyor" dedim. Bunun
üzerine içlerinden biri elini ayaklarımda gezdirmeye başladı. Tüm
ağrılarım sona ermişti. Elini her yukarı kaldırışında bir o kadar
rahatlıyordum. Ansızın bütün ev halkını ağlar gördüm. Her ne kadar onlara
rahatladığımı anlatmak istediysem de bir türlü başarılı olamadım. Sonunda
o iki nurlu sima beni yukarı doğru götürmeye başladılar. Çok mutluydum.
Yolun yarısında daha büyük bir nur belirdi ve o ikisine; "Biz bu şahsa 30
yıl daha ömür verdik. Annesinin tevessülü hatırına onu geri götürün" dedi.
Hızla beni geri getirdiler. Gözümü açtığımda etrafımdakiler yine
ağlıyordu. "Anneme senin tevessülün kabul oldu ve ömrüme 30 yıl
eklediler" dedim.
Çoğu Muhammed Hüseyin'in kendi dilinden bu olayı nakleden Necef
uleması, onun ölmesini bekledi ve tam 30 yıl sonra Muhammed Hüseyin
merhum oldu.
Buna benzer bir öykü de Irakî'nin Dâru's-Selam adlı eserinin son bölümlerinde
Kerbela civarında yaşayan, salih ve takvalı biri olarak bilinen Molla
Abdülhüseyin tarafından nakledilmiştir. Uzun bir öykü olduğu için biz özetiyle
yetiniyoruz:
Molla Abdülhüseyin'in oğlu çatıdan düşerek hayatını kaybeder. Baba
perişan ve ağlar bir halde gayri ihtiyari olarak İmam Hüseyin'in (a.s)
türbesine koşar. İmam'dan oğlunun dirilmesini talep eder ve "Oğlumu bana
geri vermedikçe türbenden dışarı çıkmayacağım" der.
Kısacası, komşular Molla Abdülhüseyin'in geri dönmediğini görünce
"Artık bundan fazla cenazeyi bekletmek doğru olmaz" deyip cenazeyi gasil
haneye götürürler. Gusül esnasında İmam Hüseyin'in (a.s) şefaatiyle ruh
tekrar bedene geri döner. Bunun üzerine Abdülhüseyin'in oğlu elbisesini
giyerek derhal İmam'ın türbesine gider ve babasıyla birlikte evlerine döner.
Ehlibeyt imamlarının mucizeleriyle tekrar dirilen ölülerin öyküsü oldukça
fazladır. Bunlardan bazıları Medinetu'l-Maaciz adlı kitapta "İmamların
Mucizeleri" başlığı altında zikredilmiştir.
 
007
DÜŞMANDAN KURTULMAK
Adı geçen merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Gomşeî hakkında şöyle
nakledilir:
Merhum Gomşeî, Irak'ta defnedilen mâsum imamların ziyareti için
oldukça hızlı koşabilen bir merkep satın alarak yol hazırlıklarına başladı.
Yanına bir miktar elbise, biraz yol azığı ve birkaç cilt kitap alıp hurcuna
yerleştirdi. İçlerinde gerekli bilgilerin yazıldığı bir de kitapçık vardı.
Ayrıca kitapçığın içinde takiyeye aykırı, muhaliflere lânet eden konular
yazılıydı.
Kervanla beraber yola koyuldu. Bağdat gümrüğüne vardıklarında
gümrük müfettişi iki görevliyle birlikte yanlarına geldi. Şeyhin hurcunu
açmalarını istedi. Müfettişin gözü küçük kitapçığa takıldı ve tesadüfen
kitabı açtığında takiyeye muhalif olan konuları görüp okumaya başladı.
Öfkeyle şeyhe baktı ve yanındakilere onu büyük mahkemeye götürmelerini
emretti. Müfettiş, şeyhi gözaltına aldıktan sonra diğer ziyaretçileri hiç
aramadan serbest bıraktı.
Eskiden gümrükle şehrin mesafesi arasında âbat yerler yoktu. İki
memur, şeyhin eşyasını merkebe yükleyip şeyhi gümrükten çıkararak yola
koyuldular. Bir süre yol gittikten sonra merkep durdu ve bir daha da
hareket etmedi. Memurlar merkebi hareket ettirmek istedilerse de bir türlü
başarılı olamadılar. Öyle ki biri diğerine; "Artık yoruldum, şeyhin kaçış
yolu yok! Ben merkebin önünde gideyim, sen de şeyhle beraber arkasından
gel!" dedi.
Görevliler bir süre böyle yol kat ettiler. Güneşin yakıcı sıcaklığı onları
susuz ve bitkin düşürmüştü. İkinci görevli şeyhe; "Ben su ve gölgelik bir
yel bulabilmek için önden gidiyorum; sen de arkamızdan gel, sakın geri
kalma!" dedi. Yorgun ve bitkin düşen şeyh, kaçması için bir engelin
kalmadığını görünce merkebe bindi. Biner binmez merkep kulaklarını
havaya dikip tıpkı bir Arap atı gibi hızla koşmaya başladı. Birinci memura
yetişerek "Gel, sen de bin; merkep düzeldi" demek istedi. Ancak adeta biri
şeyhin ağzını kapatmıştı. Söylemek istediği şeyi söyleyemedi. Hızla
görevlinin yanından geçti. Öyle ki, memur bile bu durumu fark edemedi.
Şeyh, bu işin ilahî bir yardım olduğunu ve kendisini kurtarmak
istediklerini anlamıştı. İkinci görevlinin yanına vardığında o da şeyhi fark
edememişti. İkinci memuru da atlattıktan sonra merkebin yularını boş
bıraktı ve "Allah nereyi isterse oraya gitsin" dedi. Merkep Bağdat'a girdi.
Sokakları geride bırakarak hiç zaman kaybetmeden Kazımeyn şehrine
girdi. Bir süre Kazımeyn sokaklarında gezindikten sonra şeyhin dostlarının
bulunduğu bir evin kapısına gelerek başıyla kapıyı tartakladı.
Şeyh dostlarıyla görüştükten sonra sonra Kazımeyn'den ayrıldı ve
rabbine, kendisini bu büyük şerden kurtardığı için şükürler etti.
008
HZ. ALİ'NİN (A.S) TÜRBESİ VE NECEF KAPISI
Yine Şeyh Muhammed Hüseyin'in şöyle anlattığı rivayet edilir:
Bir akşam vaktiydi. Turşu satın almak için evimden dışarı çıkmıştım.
Turşu dükkânı şehir duvarının yakınında bir yerdeydi. (Eskiden mukaddes
Necef şehri hisarla çevriliydi ve büyük bir kapısı vardı. Bu kapı büyük
pazara, büyük pazarın kapısı türbenin avlusuna, avlunun kapısı altın
[13]
eyvana ve revaka açılıyordu. Öyle ki bütün kapılar açık olduğunda
kutsal türbe rahatlıkla görülebiliyordu). Oradan geçerken bir grubun şehir
kapısını çaldığını, ama memurların onlara itina etmediğini gördüm. Onlar
da; "Ey Ali, kapıyı kendin aç!" diye sesleniyorlardı. Şehir kapısı akşamları
kapanır, sabaha kadar açılmazdı. Bu saatlerin dışında açık tutmak yasak
idi.
Kısacası, turşuyu alıp eve doğru yürümeye başlamıştım. Yine şehir
kapısına yaklaştığımda az önceki ziyaretçilerin bu kez ağlama ve sızlama
seslerini işittim. Ayaklarını yere vurup yüksek sesle; "Ey Ali, kapıyı aç!"
diye bağırıyorlardı. Sırtımı duvara yaslayıp İmam'ın kubbesini baktım.
Kubbe sağ yanımda, şehir kapısı da sol yanımdaydı. Bir o yana, bir bu
yana bakarken ansızın mübarek kabir tarafından portakal büyüklüğünde
mavi renkli bir nurun yükseldiğini gördüm.
Bu nur kendi ekseni etrafında dönerek önce avluya, oradan da büyük
pazara doğru yavaşça hareket etti. Gözüm nurun üzerindeydi. Yavaşça
önümden geçerek şehrin kapısına çarptı. Ansızın duvarın bir bölümü yere
çöktü. Ziyarete gelen Araplar son derece sevinçli bir halde şehre girdiler.
Neceflilerin çoğu, özellikle de alimleri 6, 7 ve 8. öyküleri bilmektedirler.
Merhum Muhammed Hüseyin'i bizzat gören ve bu olayı kendisinden duyan bazı
büyük âlimler hâlen yaşamaktadırlar. Olayı nakledenlerin sayısı çok fazla olduğu
için isimlerinin kaydedilmesine gerek duymuyorum.
009
İMAM RIZA'NIN (A.S) MUCİZESİ
Merhum Mirza, yine Muhammed Hüseyin'den şöyle nakleder:
Şeyh Muhemmed Hüseyin, İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmek amacıyla
Irak'tan Meşhed'e hareket etmişti. Mukaddes Meşhed'e girdikten sonra
parmağında bir yara belirdi. Yara onu oldukça rahatsız ediyordu. Birkaç
âlim arkadaşı onu hastaneye götürdü.  Nasranî cerrah parmağın hemen
kesilmesi gerektiğini, aksi takdirde yaranın yukarılara da sirayet edeceğini
söyledi.
Şeyh parmağının kesilmesini kabul etmedi. Doktor "Yarına kadar
beklersen, bileğine kadar olan bölümü kesmek zorunda kalacağız" dedi.
Şeyhin ağrıları daha da artmıştı. Akşamdan sabaha kadar inleyip durdu.
Ertesi gün parmağının kesilmesine razı oldu. Hastaneye götürdüklerinde
cerrah eli görünce bileğine kadar olan bölümü kesmeleri gerektiğini
belirtti. Ama şeyh bunu da kabul etmeyip sadece parmaklarının
kesilmesine rıza gösterdi. Cerrah, ısrarının hiçbir faydası olmadığını ve
böyle kalırsa daha da yukarılara sirayet edebileceğini söyledi. Şeyh bu işe
razı olmayarak eve döndü. Ne yazık ki ağrıları git gide artıyordu. Öyle ki,
ertesi gün elinin kesilmesine de razı oldu. Tekrar cerraha gidildi. Doktor
eline bakınca yaranın daha yukarılara sirayet ettiğini gördü ve omzuna
kadar olan bölümün kesilmesi gerektiğini söyledi. "Bugün kolunuz
kesilmezse, yaranız ertesi gün başka uzuvlara da sirayet eder; sonra da
kalbinize işler ve bu hastalıktan ölüp gidersiniz" dedi.
Şeyh, kolunun omzuna kadar kesilmesine razı olmadı. Ne var ki ağrıları
artık dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu yüzden sabahlara kadar inleyip
duruyordu. Arkadaşları kolunun omzuna kadar kesilmesi için onu ikna
edip hastaneye kaldırdılar. Henüz yolda giderlerken şeyh, arkadaşlarına
dönerek "Hastanede ölebilirim. Önce beni İmam'ın türbesine götürün" dedi.
Nihayet türbeye gelmişlerdi. Bir köşeye oturup ağlamaya başladı. İmam'a
"Ey efendim! Ziyaretçinizin böylesi bir musibete düştüğünü görür de nasıl
feryadına yetişmezsiniz? Halbuki siz çok merhametli imamsınız; özellikle
de ziyaretçilerinize daha çok merhamet edersiniz!" diye şikâyette bulundu.
Şeyh bu yakarışlarından sonra baygınlık geçirip yere uzandı. Tam o
sırada İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam, mübarek ellerini şeyhin omuzlarına
ve parmaklarına sürüp "Artık iyileştin!" dedi.
Şeyh kendine geldiğinde ağrılarından bir eser kalmadığını fark etti.
Durumu arkadaşlarına belli ettirmeyip onlarla birlikte tekrar Nasranî
cerraha gitti. Cerrah, şeyhin elini iyice kontrol etti. Parmağında ve
kolundaki yaradan eser kalmamıştı. Yaranın diğer kolunda olduğunu sanıp
onu da kontrol etti. Ama bir şey göremedi. Şeyhe "İsa Mesih'i mi gördün?
" diye sordu.
Şeyh, "İsa Mesih'ten daha üstün birini gördüm; O bana şifa verdi" diye
cevap verdi. Daha sonra İmam'ın kendisine nasıl şifa verdiğini ona da
anlattı.
010
İMAM RIZA'NIN (A.S) İNAYETİ
Âsaru'l-Hucce adlı eserin yazarı Şeyh Muhammed Razi, (Tahran'da bulunan
Hacı Seyit Azizullah Mescidi imamı) Seyyidu'l-Ulema merhum Hacı Yahya'dan
ve bazı ilim adamları da Sahibü'z-Zamanî lakabıyla meşhur merhum Şeyh
İbrahim'den şöyle nakleder:
İmam Rıza'nın (a.s) kutlu doğum gününde (11 Zilkade) yine O'nun
methinde bir kaside okudum. Türbe sorumlusunun yardımcısıyla görüşüp
kasidemi ona da okumak amacıyla evden dışarı çıktım. Kutsal avludan
geçerken kendi kendime; "Ey cahil! Sultan burada, nereye gidiyorsun?
Kasideni neden O'na okumuyorsun?" dedim.
Pişman oldum ve onunla görüşmekten vazgeçtim. Türbeye girip
İmam'ın mezarının hemen karşısında durdum ve kasideyi okumaya
başladım. Sonra da "Ey efendimiz! Geçim sıkıntısı çekmekteyim. Bugün
de bayram. Bir bayramlık inayet buyursanız iyi olur!" dedim. O sırada sağ
tarafımdan birinin bana on tümen uzattığını gördüm. Parayı aldım. Tekrar
mezar-ı şerife dönerek "Efendimiz, bu yetmez!" dedim. Bu kez de sol
taraftan biri on tümen uzattı. Yine yetmez, dedim. Bir on tümen daha
verdiler. Kısaca, tam altı kez miktarı artırmasını diledim. Her defasında on
tümen inayet buyurdu. (O dönemlerde on tümen küçümsenecek bir meblağ
değildi).
60 tümeni yeterli gördüğüm için daha fazlasını istemekten haya ettim.
Parayı alıp efendime teşekkür ederek oradan ayrıldım. Ayakkabıların
emanet alındığı yerde türbeye girmek üzere olan rabbâni alimlerden
merhum Hacı Şeyh Hüseyin Ali Tahranî'yle karşılaştım. Beni görünce
bağrına bastı. "Bakıyorum iyice gözün açılmış, kendini İmam Rıza'ya (a.s)
yaklaştırmış, yüzünün suyunu dökmüşsün! Sen şiir okuyorsun, o da sana
hediye veriyor. Söyle bakalım, ne kadar harçlık verdi sana?" dedi. "Altmış
tümen" dedim. "Altmış tümeni verip iki katını almaya razı olur musun?"
diye sordu. Teklifini kabul ettim. Altmış tümeni verip yüz yirmi tümen
aldım. Ama daha sonra pişman oldum. İmamın bana merhamet ettiği
meblağın başka bir şey olduğunu anlamıştım. Şeyhin yanına döndüm. Ne
kadar ısrar ettiysem de Şeyh Ali Tahranî muameleyi feshetmedi.
011
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) TEVECCÜHÜ
Yaklaşık otuz beş yıl bundan önce züht ve ibadet ehli merhum Hacı Şeyh
Gulam Rıza Tabesi, Şiraz'a gelerek birkaç ay Babahan Medresesi'nde ikamet
etmişti. Ben de bu haberi duyunca onunla görüşme şerefine nail oldum. O büyük
zat şöyle anlattı:
Birkaç arkadaşla beraber kutsal mekânlara ziyarete gittik. İran'a hareket
edeceğimiz sabah, Berasa Mescidi'ni ziyaret etmeyi unuttuğumu fark
etmiştim. Bu kutsal mekânın sevabından mahrum kalmak istemiyordum.
Arkadaşlarıma "Gelin hep beraber Berasa Mescidine gidelim" dedim.
"Artık zamanımız kalmadı" dediler ve bu yüzden gelmediler. Tek başıma
Kazımeyn'den çıkarak sözünü ettiğim mescide vardım. Ne var ki kapısı
kapalıydı. Kapı içeriden kapanmıştı ve ortada kimsecikler yoktu. Ne
yapacağımı şaşırmıştım. Halbuki buraya büyük ümitlerle gelmiştim.
Çaresiz, mescidin duvarına baktım. Oraya tırmanıp mescide girebilirim,
diye düşündüm.
Kısacası, duvara tırmanıp mescide girmeyi başarmıştım. Mescidin
kapısının içeriden kapatıldığını ve bu yüzden onu kolayca açabileceğimi
düşünerek gönül rahatlığıyla namaz ve duayla meşgul oldum. İbadetten
sonra kapıyı açıp dışarı çıkmak istedim. Fakat kapı sağlam bir şekilde
kilitliydi. Herhalde kapıyı içeriden kilitleyip merdivenle dışarı çıkmışlar,
diye düşündüm. Şaşırıp kalmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. İçeriden
mescidin duvarına tekrar tırmanmak mümkün değildi. Kendi kendime "Bir
ömür Hüseyin'den dem vuruyorsun! Cennetin kapısı o hazretin bereketiyle
yüzüme açılacak; bunu ümit ediyorum. Bu kapının da O'nun sayesinde
yüzüme açılması nedir ki?" dedim. Tam bir yakinle elimi kilidin üzerine
koydum ve "Ya Hüseyin!" deyip kilidi çektim. Aynı anda kapı açıldı ve
dışarı çıktım. Rabbime şükür ettim. Daha sonra da kafileye yetiştim.
 
Berasa Mescidi:
Muhaddis Kummî Mefatihu'l-Cinan adlı eserinde Berasa Mescidi hakkında
şöyle der:
Berasa Mescidi, tanınmış kutsal mekânlardan biridir. Bağdat ile Kazımeyn
arasında yer almaktadır. Genelde ziyaretçiler bu mescide pek itina etmeyerek,
hakkında bunca faziletler ve üstünlükler nakledilmesine rağmen ziyaret feyzinden
mahrum kalmaktadırlar.
7. yüzyılın tarihçilerinden Himevî, Mucemu'l-Buldan adlı eserinde şöyle der:
"Berasa, Kerh kıblesi ve güney muhavval kapı tarafında yer alan bir bölgeydi.
Bağdat'ın bir mahallesi sayılırdı. Şiîlerin, orada namaz kıldığı büyük bir camileri
vardı. Daha sonraları bu cami harabeye çevrildi. Abbasî halifesi Râzi Billâh
zamanından önce Şiîler orada bir araya gelir, sahabeye küfrederlerdi… Râzi
Billâh o mescidi yıkarak yerle bir ettirdi. Orada bulunan herkesi tutuklayıp
zindana attırdı. Şiîler bu haberi Bağdat'ın baş amirine ilettiler. O da mescidin
yeniden yapılmasına ve yerinin genişletilmesine hükmetti. Mescidin baş tarafına
Râzi Billâh adını yazdırdı. Cami 450 senesine kadar mamur ve içerisinde namaz
kılınabilir bir haldeydi. O yıldan günümüze kadar hâlen terk edilmişliğini
korumaktadır.
Berasa Mescidi, Bağdat inşa edilmeden önce yerleşim yeriydi. Tahminlere göre
İmam Ali (a.s) haricilerle savaşa giderken o bölgeden geçmiş, hamamını burada
yapmış ve sözü edilen mescitte namaz kılmıştır.
Ebu Şuayb Berasi, Berasa Mescidi'nin fazileti hakkında nakledilen hadislerin
toplamından on iki fazilet çıkarmış ve bunları saymıştır. Berasi, daha sonra şöyle
der: Şimdilerde kapısı kapalı olmakla beraber bu mescide ilgi de kalmamıştır."
Müellif der ki: Beş yıl önce oraya gittiğimde Allah'a şükürler olsun ki mescidi
mâmur gördüm. Her bakımdan donatılmış, restore edilmiş, elektrik ve su boruları
döşenmişti. Kapısı açıktı. Müminler orayı ziyaret ediyorlardı.
012
İKİ İLGİNÇ OLAY
Seyit Necef Eşref Medresesi'nde merhum Hacı Şeyh Murtaza Talikanî'den
duydum, şöyle anlatıyordu:
Merhum Seyit Muhammed Kazım Yezdî zamanında bu medresede
birbirine zıt iki ilginç olaya şahit oldum. Biri şuydu: Yaz mevsimiydi. Bu
yüzden talebelerin bir kısmı avluda, bir kısmı da çatıda uyuyordu. Bir
akşam, talebelerin gürültüsüyle uyandım. Bütün talebeler avluya doğru
yürüyordu. Bir kişinin etrafına toplandılar. Ne olduğunu sordum. Horasanlı
falan talebenin (ismini unuttum) yuvarlanarak çatıdan aşağı düştüğünü
söylediler.
Hemen yanına gittim. Adeta uykudan yeni uyanmıştı. Her yanı
sapasağlamdı. Talebelere, ona çatıdan düştüğünü söylememelerini istedim.
Daha sonra onu odasına götürdük. İçmesi için biraz ılık su verdik.
Sabah olduğunda onu yanımıza alarak merhum Seyit'in dersine gittik.
Olayı Seyit'e de anlattık. Seyit de bu olaya sevinmişti. "Hemen bir koyun
alıp medresede kesin, etini de yoksullar arasında taksim edin" dedi.
Birkaç gün sonra aynı medresede yine bir olay daha oldu. Aynı veya
başka bir talebe, (tereddüt bana ait) binanın bodrum katında, yüksekliği iki
karıştan az olan bir yatağın üzerinden düşerek hayatını kaybetmişti.
Cenazesini bodrumdan çıkardılar.
Bu iki farklı olay ve buna benzer daha yüzlerce olay bize şunu öğretmektedir:
Her sebebin etkenliği Allah'ın iradesine bağlıdır. Sebepleri etkin kılan O'dur. Zira
normal şartlarda sözü edilen iki katlı medresenin çatısından aşağı düşen bir
kişinin kırıkları olması ya da ölmesi gerekirken, güçlü bir faktörün en ufak bir
tesiri dahi bu kişiden uzaklaştırdığına tanık oluyoruz. Çünkü bu işin
gerçekleşmesini Allah istememiştir. Bunun tam tersine, normalde iki karış
yükseklikten düşen birinin bir zarar görmemesi gerekirken bu olay kişinin
ölümüyle de sonuçlanabiliyor.
                                                                                                                                    
013
BİNLERCE KİŞİNİN ÖLÜMDEN KURTULMASI
Üç yıl önce Tahran'da, Hacı Seyit Muhammed Ali Kadı Tabatabaî'yi ziyaret
etmek ve huzurundan feyiz almak bana nasip oldu. Hatırımda onun anlattığı
birçok kıssa var. Bir keresinde bana şöyle anlatmıştı:
Dört yıl önce, mübarek Ramazan ayında, Mirza Abdullah Müctehidî'nin
de imamlık yaptığı Tebriz'in Şişgülân Mescidi'nde mübarek Kadir Gecesi
için bir araya toplanmıştık. Mescit ağzına kadar cemaatle dolmuştu.
Abdullah Müctehidî, meclisin bitimine iki saat kala gayri ihtiyari ve hiç
beklenmedik bir şekilde meclisine son verdi. Ayakta durmaya hâli
olmadığını anlayınca camiden dışarı çıktı. Onun hareket etmesiyle birlikte
cemaat de dışarı çıktı. En son kişi de dışarı çıktıktan sonra camiin büyük
eyvanı tamamen çöktü. Bu olayda bir kişi bile zarar görmedi. Cemaatin
içeride olduğu sırada bu olay gerçekleşmiş olsaydı, içindeki herkesin çöken
bina altında can vermesi içten bile değildi.
014
BOĞULMAKTAN KURTULMAK
Yine Şeyh Hüseyin Tebrizî şöyle anlatır:
Necef'te, bir Cuma günü, gezi amacıyla Kûfe'ye gittim. Nehrin
kenarında yürüyordum. Bir yere vardığımda çocukların oltayla balık
avladıklarını gördüm. Necef sakinlerinden biri de oradaydı. Aynı yere olta
atan balıkçılardan birine dönerek "Bu sefer de benim şansıma olta at!"
dedi. Olta suya atıldıktan bir süre sonra ip hareket etmeye başladı. Oltanın
sahibi ipi yukarı doğru çekmeye başladı ama ağır olduğu için çıkaramadı.
"Ne güzel şansın varmış; şimdiye kadar böyle ağır bir balık görmedim!"
dedi. İpi yukarı çektiğinde boğulmak üzere olan bir çocuğun ipe sarılarak
dışarı çıktığını gördük. Adam çocuğu görür görmez "Bu benim oğlum!
Burada ne işin vardı oğlum?!" diye feryat etti.
Çocuk bir süre sonra kendine gelince başından geçenleri şöyle anlattı:
Yukarıda çocuklarla beraber yüzüyorduk. Dalga beni suyun altına çekti.
Bir daha da yukarı çıkamadım. Sonunda elime bir ip geçti ve ona sarılarak
yukarı çıkmayı başardım.
Suphanallah!  Çocuğun kurtulması için babanın nehir kenarına gelerek
"Bu sefer de benim şansıma at" demesi nasıl da kalbine ilham oluyor?
Bu ve buna benzer nice kıssalar vardır ki hepsini nakledecek olsak, bu kitaba
sığmaz. Buna benzer birkaç kıssa Envar-u Nûmaniye adlı eserin sonlarında Ecel
Bâbı'nda zikredilmiştir. Aynı şekilde, merhum Nihavendî'nin Hazinetu'l-Cevahir
adlı eserinde de nakledilmiştir. Meraklıları bu kitaba müracaat edebilirler.
015
İMAM ALİ'NİN (A.S) İNAYETİ
Takva ve ilim sahibi merhum Hacı Mirza Muhammed Sadr Bûşehrî şöyle
nakleder:
Merhum babam Hacı Şeyh Muhammed Ali, Necef-i Eşref'ten
Hindistan'a yolculuk ettiğinde ben ve kardeşim Şeyh Ahmed daha altı-yedi
yaşlarında idik. Tesadüfen o yıl babamın yolculuğu uzadı. Ev masrafları
için anneme verdiği para tükenmiş, bu yüzden zor durumda kalmıştık.
Bir ikindi vakti açlıktan ağlayıp annemize sarıldık. Annem
elbiselerimizi temizledi ve abdest almamızı söyledi. Sonra da bizi İmam
Ali'nin (a.s) türbesine götürdü. "Ben eyvanda oturacağım; siz de gidin,
İmam Ali'ye (a.s) babanızın bu akşam evde olmadığını ve karnınızın aç
olduğunu söyleyin; o size harçlık verir!" dedi.
Kardeşimle beraber türbeden içeri girdik. Başımızı parmaklığa
dayayarak; "Babamız bu akşam evde yok ve karnımız da aç!" dedik.
Elimizi mezar-ı şerifin parmaklıklarından içeri uzatarak "Bize harçlık verin
de annemiz akşama yiyecek bir şeyler hazırlasın!" dedik.
Aradan bir süre geçti. Akşam ezanı okunmuştu. İkame sesini duydum.
Çocuksu düşüncemle kardeşime "İmam Ali cemaat namazı kılıyor" dedim.
Türbenin bir köşesine oturduk ve namazın bitmesini bekledik. Henüz bir
saatten fazla bir süre geçmemişti ki adamın biri yanımıza gelerek bir kese
para uzattı. "Bunu annene ver; babanız yolculuktan dönünceye kadar ne
lazımsa (adı hatırımda kalmayan) falan mahalleye müracaat edin ve oradan
alın!" dedi. Hatta babamın yolculuğunun ne kadar uzayacağını da bana
haber verdi. Bu süre içerisinde tıpkı Necef'in önde gelen zenginleri gibi,
geçimimiz güzel bir şekilde devam etti. Sonra da babamız yolculuktan
döndü.
016
ALİMLERİN SAYGINLIĞI
Yukarıda adı geçen şahıs yine şöyle anlatır:
Şeyh Ensarî'nin talebesi olan ceddim merhum Abdullah Behbehanî
geçim sıkıntısı yüzünden beş yüz tümen (bu meblağ yüz yıl öncesine kadar
oldukça yüksek bir meblağ idi) gibi ağır bir borcun altına girmişti.
Normalde bu ağır borcu ödemek imkânsız görünüyordu. Durumunu üstadı
Şeyh-i Âzam'a anlattı. Üstat biraz düşündükten sonra "Tebriz'e yolculuk et;
inşallah bir genişlik hâsıl olur!" dedi.
Şeyh Behbehanî, Tebriz'e doğru yola koyuldu. Tebriz'de oranın seçkin
ve meşhur âlimlerinden merhum Cuma imamının evine misafir oldu.
Merhum imam, ona pek itina etmedi. O da geçici olarak geceyi evin
avlusunda geçirdi.
Sabah ezanından sonra imamın kapısı çalındı. Hizmetkâr kapıyı
açtığında karşısında Tebriz'in en zengin tacirlerinden birini gördü. İmamla
işi olduğunu söyledi. Hizmetçi imama haber verince imam "Bu vakitte
gelmenizin sebebi nedir?" diye sordu. O da "Dün akşam (uzak yoldan) bir
âlim size geldi mi?" diye sordu. Cuma imamı; "Evet, dün akşam Necef'ten
bir âlim geldi, ama ben daha onunla konuşmadığım için kim olduğunu ve
neden geldiğini de bilmiyorum" dedi. Tacir; "Sizden onu bana havale
etmenizi rica ediyorum" dedi. İmam bir sakıncasının olmadığını ve şeyhin
odada olduğunu söyledi. Tacir, şeyhin yanına giderek büyük bir ihtiramla
onu evine götürdü. O gün tacir, Tebriz tacirlerinden yaklaşık elli kişiyi
akşam yemeğine davet etti.
Yemekten sonra misafirlerine; "Arkadaşlar, dün gece ilginç bir rüya
gördüm. Şehrin dışındaydım. Ansızın gözüm İmam Ali'nin (a.s) mübarek
cemaline ilişti. Bir ata binmiş şehre doğru geliyordu. Hemen yanına koşup
atının üzengisini öptüm. "Ey efendimiz! Ne oldu da Tebriz'i mübarek
ayağınızla müzeyyen kıldınız?" diye sordum. "Çok borcum var. Buraya
borçlarımın ödenmesi için geldim" buyurdu.
Uykudan uyandığımda bu olayı düşünmeye başladım. Kendi kendime
"Anlaşılan İmam Ali'ye (a.s) yakın bir kimsenin oldukça borcu var ve
borçlarının ödenmesi için Tebriz'e geldi" dedim. Sonra da onların
dergâhına en yakın kimselerin birinci derecede seyitler ve âlimler
olduğunu düşündüm. Daha sonra da onu nerede ve nasıl bulacağımı
düşündüm. "Bu kişi âlimse, kesin âlimlerin yanına gidecektir" dedim.
Sabah namazını kıldıktan sonra âlimlerin evlerini, sonra da otelleri ve
misafirhaneleri kontrol etmek için dışarı çıktım. Güzel bir rastlantı sonucu
Cuma imamının evine gittiğimde bu saygın şeyhi orada buldum. Sonra bu
şeyhin Necef ulemasından olduğu ve borçlarının ödenmesi için Hz. Ali'nin
(a.s) yanından bizim şehre geldiği malum oldu. Beş yüz tümenden fazla
borcu var; yüz tümenini ödemeyi ben üstleniyorum!" dedi. Diğer tacirler
de bir miktar para vererek şeyhin borcunu kapattılar. Şeyh arta kalan
parayla Necef'te kendisine bir de ev satın aldı.
Merhum Sadr Bûşehrî, o evin hâla durduğunu ve kendisine miras kaldığını
söylüyordu.
017
ALİMLERİN KERAMETİ
Tahran sakinlerinden Hacı Muin Şirazî şöyle nakleder:
Bir gün amcazadelerimden biriyle Tahran yollarının birinde durmuş,
uzak bir yere gitmek için taksi bekliyorduk. Yaklaşık yarım saat bekledik.
Gelip geçen taksiler ya yolcu doluydu ya da durmuyordu. Bekleye bekleye
yorulduk. Ansızın bir taksi yanımızda durdu. "Buyurun binin, sizi
istediğiniz yere götüreyim" dedi. Bindik ve gideceğimiz maksadı söyledik.
Yol esnasında amcazademe "Allah'a şükür, nihayet Tahran'da hâlimize
acıyıp bizi arabasına alan bir Müslüman bulundu" dedim.
Şoför sözümü işitmiş olacak ki "Beyefendiler, bilakis ben Müslüman
değil, Ermeni'yim" dedi. "Nasıl oldu da durumumuzu görüp bizi arabana
aldın?" dedim. "Müslüman değilim ama âlimlere ve alim kıyafeti giyen
kişilere saygı duyuyorum. Şahit olduğum bir işten dolayı ihtiramlarını
gerekli görüyorum" dedi. "Neye şahit oldunuz?" diye sordum. Başından
geçenleri şöyle anlattı:
Merhum Hacı Mirza Sadık Müctehidî Tebrizî, Tebriz'den Kürdistan'a
(Senendec'e) sürgüne gönderildiğinde arabanın şoförlüğünü ben
yapıyordum. Yol esnasında mola vermek üzereydik. Bir ağacın gölgesinde
güzel bir çeşme vardı. Oraya yaklaştığımızda Tebrizî, "Burada dur da
öğlen namazını kılayım" dedi. Görevli memur, sözüne itina etmeden
arabayı sürmemi emretti. Ben de duymazdan gelip arabayı sürmeye devam
ettim. Suyun yanına vardığımızda araba aniden durdu. Ne kadar
uğraştıysam da çalışmadı. Aşağı indim. Arabanın arızasının ne olduğunu
bilmiyordum. Bir türlü sorunun nerede olduğunu bulamadım. Tebrizî,
"Araba durduğuna göre bırakın ben de namazımı kılayım!" dedi. Görevli
sustu ve bir şey söylemedi. Bunun üzerine Tebrizî namaz hazırlıklarına
başladı. O namaz kılmakla meşgulken ben de arabanın parçalarını tamir
etmeye çalışıyordum. Kısacası, Tebrizî namazını bitirdikten sonra araba
hemen çalıştı. O günden sonra bu kıyafeti giyen kimselerin Allah katında
saygın ve değerli olduklarını anladım.
Âlimlerin saygınlığı ve ihtiramlarının gerekliliği hususunda birçok rivayet ve
kıssa nakledilmiştir. Bu konuyla ilgili merhum Nurî'nin Kelime-i Tayyibe adlı
eserine müracaat edebilirsiniz.
018
KURÂN'A TEVESSÜL ETMEK
Hacı Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:
Merhum babam Ali Ekber Magazaî'nin ticarî işleri bir süre ters gitmiş,
ağır bir borcun altına girmiş ve borçlarını ödeyemez duruma gelmişti. O
zamanlar (adı 1 ve 4. öykülerde geçen) merhum Hacı Şeyh Muhammed
Cevad Bîdâbadî de, Şiraz'a gitmek üzere İsfahan'dan yola çıkmıştı.
Merhum Bîdâbadî, babamın çok sevdiği bir tanıdığıydı ve Şiraz'a
geldiğinde sürekli bizim eve misafir olurdu. Nihayet Bîdâbadî'nin Âbade
şehrine geldiği haberi babama ulaştı.
Merhum babam "Bu ağır borç içerisinde bir de onun gelmesi bizim için
uygun olmadı" dedi. Bîdâbadî, Zarkan şehrine vardığında babam, Cuma
günü öğleden önce Şiraz'a varıp Cuma guslünü yerine getirmek için beş
tümen fazla vererek hızlı koşabilen bir binek kiraladı. (Zira merhum,
müstahap ameller konusunda, özellikle de yapılması önemle vurgulanan
sünnet amellerden olan Cuma guslü konusunda oldukça titizdi.)
Kısacası, Cuma günü öğleden önce bizim eve varmayı başarmışlardı.
Bîdâbadî, babamla sohbet ederlerken "Buraya zamansız ve boş yere
gelmedim; bu akşamdan itibaren tüm ev halkıyla beraber mübarek En'am
sûresini okumaya başlayın" dedi. Nasıl okunması gerektiği konusunda da
şu açıklamayı yaptı: "Okumaya fecr-i sadık ile fecr-i kâzib arasında
başlayın. Daha sonra da 'Ve Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse
sizi yok eder ve sizi başka bir kavmin zürriyetinden yarattığı gibi sizden
[14]
sonra yerinize dilediği bir kavmi yaratır.' ayetini, baştan sona 202 kez
okuyun. Bu sayı, mübarek isimlerden Rab, Muhammed ve Ali'nin  (ebced
hesabıyla) toplam değeridir."
Daha sonra hamama giderek Cuma guslü alıp eve döndüler. Biz o
akşamdan itibaren sözü edilen sureyi okumaya başladık. İki hafta sonra
bolluk ve genişlik hâsıl oldu ve sıkıntılarımız sona erdi. Ömrümüzün
sonuna kadar da rahat bir yaşam sürdük.
019
ŞÜPHELİ LOKMA
Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:
Bîdâbadî evimize geldiği ilk gün babama "Benim yemeğim sadece
senin hazırladığın yiyecekten olsun; başkasının getirdiği yemeği kabul
etme!" demişti.
Tesadüfen o gün merhum Hacı Şeyhülislam da gelmişti. Babama bir
çift keklik vererek bunları kebap yapıp Bîdâbadî'ye ikram etmemizi
istemişti. Babam, Bîdâbadî'nin isteğinden gafil olarak merhum
Şeyhülislam'ın talebini kabul etti. Daha sonra keklikleri kebap yapıp akşam
yemeği vaktinde Bîdâbadî'nin önüne koydu. Bîdâbadî keklikleri görünce
sofradan kalktı ve babama "Ben senden başkasının hediyesini kabul
etmemeni istemiştim!" dedi. Kısacası, o kekliklerin etinden hiç yemedi.
Kekliği getirenin merhum Şeyhülislam olmasına rağmen Bîdâbadî'nin onu
yememesine sakın şaşırmayın. Çünkü kekliği şeyhe getiren şahıs avlayan kişiyi
razı etmemiş olabilir ya da avcı, dinî esaslar gereği hayvanı tezkiye yapmamış
olabilir. Mesela, kekliği keserken "bismillah" dememiş olabilir.
Muhtemelen bunun gibi daha birçok ihtimalleri göz önünde bulundurarak
merhum Bîdâbadî kekliği yemek istememiştir. Çünkü şüpheli lokmalar kalbin
katılaşmasında oldukça etkilidir.
Büyük şahsiyetler bu tür lokmalardan sürekli sakınmışlardır. Zira insanın
yediği lokma, tıpkı tarlaya serpilen tohuma benzer. Tohum iyi olursa, etkisi de iyi
olur; ama aksi olursa, sonuç bellidir.
Aynı şekilde temiz ve helal lokma, kalbin yumuşaması ve manevî ruhun
güçlenmesine vesile olur. Haram lokmanın semeresi kalbin katılaşması, dünyaya
düşkünlük ve şehvete kapılarak maneviyattan mahrum kalmaktır.
Aynı zamanda o büyük şahsiyetin kekliğin şüpheli lokma olduğunu bilmesine
de şaşırmayın! Çünkü insan, elde ettiği takva ve Allah'a yakınlık derecesine
oranla özellikle de şüpheli lokmalar hususunda kalbinde özel bir letafet elde eder.
Öyle ki bununla manevî işleri ve his ötesi şeyleri idrak edebilir.
Bu ve benzeri kıssalar rabbanî alimlerden oldukça rivayet edilmiştir. Burada,
konunun tekidi için merhum Hacı Nuri'nin Dâru's-Selam adlı eserinden (c.1,
s.253) bir alıntıyla yetiniyoruz:
Merhum Bahru'l-Ulum'un kız kardeşinin oğlu rabbanî âlim merhum Hacı Seyit
Muhammed Bâkır Kazvinî'nin kerametleri hakkında takva ehli Seyit Murtaza
Necefî şöyle anlatır:
Seyit Kazvinî'yle birlikte salihlerden birinin ziyaretine gittik. Seyit tam
kalkmak üzereyken adam "Bugün evimizde taze ekmek pişirildi;  o
ekmekten yemenizi isterim" dedi. Seyit de bu daveti kabul etti. Bir süre
sonra sofra serilmişti. Seyit ekmekten ağzına bir lokma koyar koymaz
hemen geri çekildi. Daha da ağzına bir şey sürmedi. Ev sahibi "Neden
yemiyorsunuz?" diye sorunca "Bu ekmeği hayızlı bir kadın pişirmiş" diye
cevap verdi. Adam şaşırmıştı. Odadan ayrılıp ekmeğin kimin tarafından
pişirildiğini öğrenmeye gitti. Bir süre sonra da geri döndü. "Seyit,
haklıymış" dedi. Bunun üzerine başka ekmek getirdi ve seyit o ekmekten
yedi.
Hayız halindeki bir kadının ekmek pişirmesi o ekmeğe bir tür manevî kirliliğin
bulaşmasına sebep olur. Öyle ki latif bir ruh ve temiz bir kalp bunu idrak edebilir.
O halde her yönüyle gerek maddî, gerekse manevî pisliklere bulaşan ekmek
pişiricilerinin hallerini düşünebiliyor musunuz?
Seyit b. Tâvus hakkında şöyle denir: "Allahın adı anılmadan hazırlanan hiçbir
yemeği, 'Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuskusuz bu,
[15]
büyük günahtır.' ayeti gereği yemezdi."
Hele bir de yemek yaparken Allah'ın adını anma yerine (haram olan) müzikleri
dinleyen ve boş boş konuşan günümüz insanlarını düşünelim. Ne yazık! İlahî
nimetlere nasıl da haram karıştırıyorlar? Bundan da kötüsü, fakirlerin hakkı olan
zekât verilmeden pişirilen arpa ve buğdaylara ya da gasplı bir yere ekin ekme
sonucu elde edilen ürünlere ne demeli? Her ne kadar zavallı tüketicinin haberi
olmasa da, bunların ruhsal etkileri kaçınılmazdır.
020
GELECEKTEN HABER VERME
Merhum Rezevi, şöyle nakleder:
Merhum Bîdâbadî, Medine'ye müşerref olma kastıyla Bûşehr yoluyla
Şiraz'a gitti. İki aya yakın bir süre Şiraz'da kaldı. O sıralar halk arasında
birtakım ayrılıklar baş göstermişti. Meşrutiyet isteyenlerle bağımsızlık
taraftarları arasında ihtilaf çıkmıştı.
Merhum Bîdâbadî iki grup arasını düzeltmek, fesat ve tefrikanın önüne
geçebilmek için elinden geleni yapıyordu. Hatta bu amaçla meşrutiyet
yanlısı merhum Allame Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânatî'yle bizzat
görüşmelerde bulundu. Kargaşanın sona ermesi için ne kadar uğraştıysa da
çabalarının bir faydası olmadı. Bu olaydan sonra aldığı ani bir kararla
Şiraz'dan ayrılma hazırlıklarına başladı. Kalması için ısrar ettikse de kabul
etmedi. "Çok yakında şehirdeki fitne ateşi daha da alevlenecek, birçok
insanın kanı akıtılacak!" dedi.
Kısacası, içlerinde cami ehli, "Tellal" lakaplı merhum Hacı Seyit Abbas
ve merhum Aga Mirza Hacı Hasanpur'un da bulunduğu birkaç dindar
kişiyle birlikte yola koyuldular.
Bu iki büyük şahsiyet, daha sonra bana şöyle naklettiler: Erjen Ovası'na
kadar merhum Bîdâbadî'yle birlikteydik. Orada bize Şiraz da fitne ateşinin
daha da alevlendiği, Hacı Şeyh Muhammed Bâkır İstehbânati'nin
öldürüldüğü ve içlerinde sizin ailelerinizin de bulunduğu bir grubun zor
durumda olduğu haberleri geldi. Bu yüzden dönmemiz gerektiği söylendi.
Bu yüzden (İsimlerini unuttuğum) birkaç kişiyle birlikte Şiraz'a döndük.
Oraya vardığımızda şeyhin sözlerinin tamamının gerçekleştiğini gördük.
021
SADAKANIN ÖNEMİ
Muhammed Hasan İmanî, merhum Hacı Gulam Hüseyin Bûşehrî'den şöyle
nakleder:
Hacca müşerref olduğum yıl, rabbani âlim merhum Hacı Şeyh
Muhammed Cevad Bîdâbadî de oradaydı. Yolculuk sırasında haramiler
hacıların çoğu mallarına el koymuşlardı. Öte yandan veba salgını herkesi
tehdit ediyordu. Herkes korku içindeydi.
Merhum Hacı Bîdâbadî veba tehlikesinden güvende kalmak isteyenlere
"Herkes gücüne göre 140 ya da 1400 tümen sadaka versin. (Merhum, 12
ve 14 rakamlarının uğuruna çok inanırdı.) Ben de onun selametliğini
İmam-ı Zaman'dan (a.s) isteyeceğim. Bunu yaptığınız takdirde salgından
güvende kalacağınızı garanti ediyorum" dedi.
Merhum Hacı Melik, "Ben kendim için 140 tümen sadaka verdim" dedi.
Aynı şekilde hacılardan bir grup da sadaka vermeyi kabul etmişti. Bu
meblağ o zamanlar yüksek bir rakam olduğu için birçok kişi veremedi.
Bîdâbadî de o paraları toplayarak yolculuk sırasında malları yağmalanan
hacılar arasında taksim etti.
Kısaca, belirtilen miktarı sadaka verenler salgından bir zarar görmeden
vatanlarına geri döndüler. Vermeyenler ise vebaya yenik düşerek
hayatlarını kaybettiler. Kız kardeşimin oğlu ve kâtibim de bu meblağı
vermeyenler arasındaydı. Onlar da salgına yenik düşerek vefat ettiler.
Sadaka, bedenin hastalıktan güvende kalması, (kesin ecel dışında) ölümü
geciktirmek ve malı afetlerden korumak için kesin ve tecrübe edilmiş bir yoldur.
Bu hususta Ehlibeyt'ten (a.s) mütevatir hadisler zikredilmiştir. Merhum Hacı Nuri,
bu hadislerin çoğunu "Kelime-i Tayibe" adlı eserinde nakletmiştir.
İnsan sadaka ile gerek kendisinin, gerekse yakınlarının canını ve malını ilahî
sigorta altına alabilir. Kelime-i Tayyibe adlı eserde belirtilen sadaka âdâbına ve
şartlarına uyarsa, bilmelidir ki; Allah en iyi koruyucu, en iyi bilen ve en güçlü
yardım edicidir. O vaadinden asla dönmez, aksini yapmaz.
Burada, aziz okuyucunun basiretine ışık tutacak bir rivayete değinmek
istiyoruz. Mezkûr kitabın 193. sayfasında, sadaka âdabının onuncu şartı
zikredilirken İmam Hasan Askerî'den (a.s) şöyle nakledilir:
Bir gün İmam Câfer Sâdık (a.s) bir yere gidiyordu. Yanında mallarıyla
birlikte bu yolculuğa katılan bir grup vardı. Onlara gidecekleri yol
istikametinde hırsızların ve haramilerin pusu kurdukları haberi ulaştı.
Korkudan titremeye başladılar. İmam:
-Size ne oluyor? diye sordu.
-Mallarımızı da yanımızda getirdik; hepsini elimizden alırlar diye
korkuyoruz. Ama bu malları siz üstlenseniz belki sizin hürmetinizi gözetir,
mallarımıza dokunmazlar, diye teklifte bulundular.
-Nerden biliyorsunuz; belki de sadece beni kastetmişlerdir. Böyle olursa
bütün mallarınızı yağmalarlar.
-Mallarımızı yere gömelim mi?
-Bunu yaparsanız mallarınızın daha çok telef olmasına sebep olursunuz.
Biri gelip onları alabilir ya da defnettiğiniz yeri bir daha
bulamayabilirsiniz,
-O halde ne yapalım?
-Malınızı onlardan koruyacak, âfetleri üzerinden bertaraf edecek, onu
daha da çoğaltacak, her birini dünyadan ve dünyanın içinde olan şeylerden
daha büyük kılacak ve son derece ihtiyaç duyduğunuzda onu size teslim
edecek birine emanet edin. Mallarınızı âlemlerin Rabbine emanet ediniz.
-Peki mallarımızı ona nasıl teslim edebiliriz?
-Zayıflara ve miskinlere sadaka vererek.
-Burada fakir yok ki!
-Malınızın üçte birini sadaka vermeyi niyet edin. Böylece Allah da onu
korktuğunuz şeylerden korusun.
-Niyet ettik,
-O halde Allah'ın güvencesi altında gidiniz.
Yola koyuldular. Haramiler belirince korkmaya başladılar. İmam:
-Allah'ın güvencesi altında olduğunuz halde nasıl korkarsınız, diye
sordu. Haramiler iyice yaklaşıp atlarından indiler. İmam'ın elini öpüp:
-Dün akşam rüyamızda Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördük. Bizden
kendimizi size sunmamızı istediler. Huzurunuza vararak sizi ve
beraberinizdekileri düşmanların ve hırsızların şerrinden korumak için
sizinle birlikte yolculuk yapmaya karar verdik, dediler. İmam:
-Size ihtiyacımız yok; sizi bizden def eden her kimse, onları da bizden
def edecektir, dedi.
Nihayet hepsi güvenlik ve esenlik içerisinde maksatlarına ulaştılar.
Kararlaştıkları gibi mallarının üçte birini sadaka verdiler. Ticaretleri de
bayağı kazançlı geçti. Her bir dirhemleri on dirhem gelir elde etti.
-İmam Sadık'ın (a.s) bereketi ne kadar da büyükmüş! dediler. İmam:
-Allah ile muamele etmenin bereketini gördünüz; o halde onunla
muameleye devam ediniz, buyurdu.
Allah yolunda verilen sadakanın olağanüstü etkilerinden biri de malın
azalmaktan ziyade kat kat artmış olarak insana geri dönmesidir. Bu konuya ilişkin
birçok rivayet mevcuttur. Konuyla ilgili olarak Kelime-i Tayyibe adlı esere
bakılabilir.    
022
ÖLÜMDEN DÖNÜŞ
Yine merhum Muhammed Hasan İmanî şöyle anlatır:
Vaktiyle İsfahan'dan Şiraz'a dönüyorduk. Yolculuğumuz sırasında Hacı
Bîdâbadî'nin huzuruna vardık. Bize şöyle dedi: (Adı birinci öyküde geçen)
Mirza Mahallatî bana yazdığı bir mektupta ona dua etmeyi unuttuğumu
söylüyor. Ona selamımı iletin ve onun için dua etmeyi unutmadığımı
söyleyin. Nitekim falan gece üç defa ölüm tehlikesiyle karşılaşmış,
kurtulmasını İmam Mehdi'den (a.f) istemiştim. Allah da onu korudu.
Bunları ona anlatın."
Muhammed Hasan İmanî daha sonra şöyle anlattı:
Şiraz'a vardıktan sonra Bîdâbadî'nin mesajını Mirza'ya ilettim. "Bana
söyledikleri doğrudur" deyip başından geçen ilginç olayı anlattı:
O akşam tek başıma eve dönüyordum. Kapıya vardığımda eyvanın
altında bir kişiye rastladım. Beni görür görmez hapşırdı. Selam verdim.
Benden onun için istihare etmemi istedi. Tespihle istihare ettim, kötü geldi.
Bir daha istihare istedi, o da kötü geldi. Üçüncü kez istihare istedi, onun
da sonucu kötü geldi. Bunun üzerine elimi öperek şöyle dedi: Beni bu
akşam sizi şu silahla öldürmeye zorlamışlardı. Sizi görünce elimde
olmadan hapşırdım; tereddüt içindeydim. Kendi kendime "İstihare edeyim"
diye düşündüm. Sonuç iyi gelirse sizi öldürecektim. Üç defa istihare
açtırdım. Üçünde de sonuç kötü çıkınca Allah'ın bu işe razı olmadığını ve
onun katında saygın bir kişi olduğunuzu anladım.
023
HIRSIZDAN GÜVENDE OLMAK
Yine Muhammed Hasan İmanî şöyle nakleder:
Aynı seferde merhum Bîdâbadî, bu yolculukta haydutların yolumuzu
keseceğini, kervanımıza saldıracaklarını, ama bize bir zarar
veremeyeceklerini söyledi ve her birimize 14 mâsum (a.s) sayısınca 14
tümen yol harçlığı verdi.
Sivend şehrine yaklaştığımızda haramiler kervanımıza saldırı düzenledi.
Yükümüzü taşıyan katır bir anda hızlanarak kafileden uzaklaşıp Sivend'e
doğru kaçmaya başladı. Mahfemizi taşıyan merkep de arkamızdan
koşmaya başladı. Sonunda bize ve eşyamıza hiçbir zarar gelmeden şehre
vardık. Ama bütün kafile haramilerin saldırısına maruz kalarak eşyalarını
kaybetmişti.
024
ÖLÜMDEN KURTULUŞ
Merhum İmanî yine şöyle anlatır:
(İmanî'nin halasının oğlu) Hüseyin Aga Mojde, annesiyle ağır bir
hastalığa yakalanarak ölümün eşiğine gelmişlerdi. Merhum Bîdâbadî
yanlarına gelerek bu iki hastadan birinin öleceğini bildirdi. "Ama ben
Hüseyin Aga'nın şifasını Allah'tan diledim, o iyileşecek" dedi.
Merhum Bîdâbadî'nin bu haberinden sonra aynı gece Hüseyin Aga'nın
annesi vefat etti. Allah, Hüseyin Aga'ya şifa inayet etti. Hüseyin Aga hâlen
hayattadır ve kendisi iyiliksever bir kişidir.
025
ÇEŞME SUYU
Bir grup seyit, İsfahan'a bağlı Necefâbad ilçesinden hareket ederek
merhum Bîdâbadî'nin huzuruna vardı. "Dağın yamaçlarından akan ve uzun
süredir ahalinin yararlandığı çeşme epey bir zamandır kurumuş durumda.
Bu nedenle çevre sakinleri oldukça zorluk çekiyor. Dua edin de bir rahatlık
hâsıl olsun!" diye ricada bulundular. Bunun üzerine merhum; "Eğer biz bu
Kurân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş
eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler
[16]
diye veriyoruz." ayetini (sonuna kadar) okudu. Sonra da bu ayeti bir
parça kâğıda yazarak onlara verdi. "Akşamüzeri bunu dağın başına bırakın
ve dönün" dedi. Onlar da kâğıda yazılı ayeti dağın başına koyarak evlerine
döndüler. Eve vardıklarında dağın tepesinden korkunç bir ses yükseldi.
Öyle ki herkes bu sesi duymuştu. Çevre sakinleri sabahleyin evlerinden
dışarı çıktıklarında çeşmenin aktığını gördüler ve Rablerine şükrettiler.
Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar:
Merhum Bîdâbadî ve emsali hakkında nakledilen kıssalar sakın okuyucuyu
şaşırtmasın veya Allah muhafaza bu tür olaylar okuyucular tarafından sakın inkâr
edilmesin.
1-Zira Salman, Meysem, Reşid Hucrî ve Cabir Cufî gibi mâsum imamların
mektebinde yetişen seçkin Ehlibeyt ashabı yanı sıra Seyit Bahru'l-Ulum, Seyit
Bâkır Kazvinî ve Molla Mehdi Necefî gibi üstün makamlara ulaşan bu mektebe
mensup âlimler hakkında o kadar muteber olaylar nakledilmiş ve İslamî
kaynaklarda kaydedilmiştir ki, bunların tümü hiçbir inkâra meydan
bırakmamaktadır. (Bu konuyla ilgili daha çok bilgi edinmek isteyenler
Mamakani'nin, Ehlibeyt ashabının ve ravilerinin başlarından geçen olayları detaylı
bir şekilde kaleme aldığı Rical-ı Mamakanî 'ye ya da bazı âlimlerin kerametlerini
konu alan Kısasu'l-Ulema adlı esere müracaat edebilirler).
2-Din büyüklerinden bu tür kerametlerin görülmesi, masum imamların (a.s)
makamlarının büyüklük ve yüceliğinin anlaşılmasına ve bu makamların idrakten
öte bir yüceliğe haiz olduğunun öğrenilmesine neden olur. Zira insan tam
anlamıyla onların takipçiğinde bulunarak ilim, beceri ve davetlerine icabetle bu
makamlara ulaşabiliyorsa, o halde imamların ilme ve kudrete olan ihatasının nasıl
olduğunu rahatlıkla tasavvur edebilir. Zira çok açıktır ki, ruhani makama sahip
olan bir kimse için bu, imamların (a.s) ihsan ettiği ufak lütuf lokmalarından gıda
almak demektir.
İmam varlık âleminin kutbu, imkân âleminin kalbi ve tekvîniyatın kaynağıdır.
İmam'ın makamını idrak etmeye aciz olduğumuzu tasdik etmek demek âlemlerin
Rabbi, duaların icabet edeni, imamların (a.s) yaratıcısı olan ve onlara velayet
makamını ihsan eden yüce Allah'ın ilim ve kudretine vakıf olmanın imkânsız
olduğunu tasdik etmek demektir ve bu tasdik, yakini güçlendirir.
Netice itibarıyla bu kıssaları öğrenmek, İmam'ın makamını tanıma yolunda
basireti çoğaltarak insanın, Rabbinin azametini idrak etmesine sebep olur.
3-Bu ve benzeri kıssalar Allah, Resulü ve Ehlibeyt imamlarının (a.s) takva
ehline yönelik buyruklarının doğru olduğunu ve vaatlerinin de kesinlikle vuku
bulacağını gösterir. Kabiliyetli kişiler şer'î teklifleri yerine getirme hususunda son
derece duyarlı olup, tüm vacipleri yapma ve haramlardan da kaçınma hususunda
çaba ve ciddiyet gösterirlerse, aklın idrak edemeyeceği his ötesi makamlara
erişebilirler. Öyle ki melekler onlara hizmetkârlık ederler. Allah'tan diledikleri
tüm şeyler onlara verilir. Buna benzer daha nice makamlar vardır ki, hadis
[17]
kaynaklarında özellikle de Usul-i Kâfi'de zikredilmiştir.
Okuyucunun bilgi seviyesini artırmak için Ehl-i Sünnet ve Şia'nın naklettiği
muteber bir hadisi aktarıyoruz:
Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Dostlarımdan birine ihanet eden
kuşkusuz benimle savaş için pusu kurmuştur. Dergâhımda, üzerine vacip
kıldığım amelle bana yaklaşmak isteyen kişinin amelinden daha sevimli bir
amel yoktur. Kulum nafileleri (müstahap amelleri) yaparak bana yaklaşsın.
Bunu yaparsa, onu severim. Onu sevdiğimde ise işiten kulağı, gören gözü,
konuşan dili ve savunan eli olurum.  Beni çağırdığında icabet ederim. Bir şey
[18]
dilerse ona bağışlarım."
[19]
Bu hadisin yorumuyla ilgili âlimler bazı görüşler belirtmişlerdir. Hadisten
istifade edilen nokta şudur: İnsan vacipler konusunda titizlik göstererek, bunları
yerine getirerek, müstahap amellere de gereken ehemmiyeti vererek yüce
yaratıcının dergâhına yaklaşabilir ve O'nun sevgili kulu olabilir. Böyle olduğunda
da gözü Rabbinin gören gözü olur; yani başkalarının göremediklerini binlerce
perde ve örtü arkasından görebilir. Kimsenin duyup işitemediğini o işitir. Hatta
maneviyatı, melekutî sûretleri ve his ötesi gaybî nağmeleri açık ve net bir şekilde
duyabilir.
Sonuç olarak, değerli okuyucu şunu bilmelidir ki; bu tür kıssalarda gerek
okuduğu, gerek duyduğu, gerekse Allah'ın vaat ettiği ve (has kullarına) sakladığı
bu yüce makamlar ve ruhani dereceler, iyi ve mukarreb kullar için denizden bir
[20]
damla misalidir. Nitekim, Hadis-i Kudsi'den de bu anlaşılmaktadır.
026
KÖTÜRÜMKEN İYİLEŞMEK
Bir hac yolculuğunda büyük âlim Hacı Seyit Ferecullah Behbehanî'yle
görüşme fırsatı buldum. Evindeki taziye meclisinde İmam Hüseyin (a.s)
tarafından bir mucize gerçekleşmişti. Ben de ondan bu mucizeyi bana yazmasını
rica ettim. Olayı kendi kalemiyle detaylı bir şekilde yazarak bana yolladı. Yazılı
metni burada olduğu gibi naklediyorum:
Ramhormoz'a bağlı Câbirnan doğumlu Behbehan sakini Abdullah, 28
Muharrem 1883 yılında ayağından müzmin bir hastalığa yakalandı. Koltuk
değneğiyle güçlükle yürüyordu. Geçimi için hayırsever müminler ona
yardımda bulunurlardı. Doktor Gulamî'ye müracaat ettiğinde pek de ümit
verici bir haber almadı. Sonra yanıma gelerek Ahvaz'a gitmek için yardım
istedi. Allah'a şükür, yolculuk için vesileler tedarik edildi. Ona bir mektup
vererek Ayetullah Behbehanî'ye yolladım. O da Abdullah'a yardım
konusunu kabul ederek onu Condi Şahpur hastanesi başhekimi Doktor
Ferhat Tabipzade'nin yanına yolladı.
Doktor, ilk etapta ayaklarının filmini çekti. Diz kapaklarının altında
kansere neden olan bir urun oluştuğunu belirterek, bu ayağın iyileşmesinin
artık imkânsız olduğunu söyledi. Daha sonra tüm masraflarını kendisi
karşılayarak onu Abadan Petrol Hastanesi'ne sevk etti. Orada da ayağından
dört film çekildi. Ne var ki sonuç aynıydı. Bu cevabı da aldıktan sonra
ümitsiz bir şekilde Behbehan'a geri döndü.
Abdullah şöyle anlatır:
Bu zaman zarfında gördüğüm bazı ümit verici rüyalar beni biraz da olsa
rahatlatıyordu. Bir akşam rüyamda sizin evin bahçesine girdiğimi
görmüştüm. Siz orada yoktunuz, ama dış bahçedeki elma ağacının altında
iki nurlu seyit vardı. O sırada siz de selam vererek içeri girdiniz. Seyitler,
sizi görünce kendilerini tanıttılar. Biri İmam Hüseyin (a.s) diğeri de oğlu
Hz. Ali Ekber (a.s) idi. İmam Hüseyin (a.s) size iki elma verdi. "Biri
senin, diğeri de oğlun içindir. Bu elmalar iki yıl sonra netice verecek!"
dedi. Sonra da Hz. Mehdi'yle (a.f) birkaç kelime sohbet etti.
O sırada ben de size dönerek "İmam'dan bana şifa vermesini dileyin!"
dedim. O iki büyük zattan biri şöyle buyurdu: 1384 yılında, Cemadiyüssani
ayında, bir Pazartesi günü, falan şahsın (bana işaret ederek) evinde taziye
meclisi olacak. Oraya git; inşallah ayakların iyileşecektir!"
Sevinçle uykudan uyandım. Bu ümitle vaat edilen günün gelip
çatmasını bekliyordum.
Abdullah bu rüyayı bana da anlattı. O gün gelip çattığında Abdullah'ın
koltuğunda iki sopayla içeri girerek minberin yanında bir yere oturduğunu
gördüm.
Kendisi şöyle diyor: Mecliste oturalı bir saat olmuştu. Yavaş yavaş
ayağımın eski hâline kavuştuğunu hissedebiliyordum. Sanki kan yeniden
damarlarımda dolaşmaya başlamıştı. Ayağımı uzatıp tekrar topladım. Bunu
yapabildiğimi görünce iyileştiğimi anladım. Henüz mersiye okuyan şahıs
sözlerini tamamlamamıştı. Değnekler elimde olmadan ayağa kalkıp
oturdum. Sevinçle olayı etrafımdakilere de anlattım.
Abdullah daha sonra yanıma gelerek benimle tokalaştı. Meclis bir anda
salavât sesleriyle dolmuştu. Abdullah artık o müzmin hastalıktan tamamen
kurtulmuştu.
Bunun üzerine şehirde kutlama merasimleri tertiplendi. İmam
Hüseyin'in mucizesi münasebetiyle aynı yıl, mehir ayında, saat sekizden on
bire kadar bizim evde de kutlama merasimleri düzenlendi. Eşine az
rastlanır bir kutlama oldu ve fotoğraflar çekildi.
Vesselamu aleykum ve rahm. ve berekatuh
Seyit Ferecullah el- Musevî
027
RÜYAYLA GELEN ŞİFA
Vaktiyle merhum hacı Muhammed Haşim Silahî'nin ağzında bir yara
belirmişti. Öyle ki ağzından kan ve irin akıyordu. Oldukça üzgündü.
Tedavi için Doktor Yaverî'ye müracaat etti. Doktor, bu yaranın ancak
elektrik tedavisiyle iyileşebileceğini, cihazın Şiraz da bulunmadığını, bu
nedenle de Tahran'daki Şurevi Hastanesi'ne müracaat etmesi gerektiğini
söyledi.
Merhum, bir ara bana gelerek "Bir yandan Tahran'a gidersem, mübarek
Ramazan ayının feyzinden mahrum kalacağıma üzülüyorum; diğer yandan
da gitmesem, kanları yutarak harama müptela olacağımdan endişe
duyuyorum" dedi. Nihayet Tahran'a gitmekten vazgeçti.
Bir sabah Doktor Yaverî elinde bir tıp kitabıyla evime gelerek şöyle
dedi:
Dün gece rüyamda birini gördüm. Neden Muhammed Haşim'i tedavi
etmediğimi sordu. Ben de Tahran'a gitmesi gerektiğini söyledim. Bunun
üzerine Tahran'a gitmeye gerek olmadığını, derdinin devasının elimdeki
kitabın falan sayfasında olduğunu söyledi.
Rüyadan uyandım. Hemen kitabı açtım. Karşıma tıpkı rüyada söylenen
sayfa çıktı. Nihayet orada yazılı olan yöntemi uyguladım. Allah da ona
şifa verdi ve mübarek Ramazan ayının orucunu ilk günden itibaren imsak
etme sevabına nail oldu.
Allah'ın sonsuz rahmeti ruhuna olsun.
028
BİR ANDA YEDİ HASTANIN İYİLEŞMESİ
Yaklaşık 20 yıl bundan önce Şiraz'da tifo salgını baş göstermişti. Oldukça
büyük kayıplar vardı ve çok az evin dışında neredeyse bu hastalığa yakalanmayan
ev yoktu.
Bir gün merhum Muhammed Hâşim Silahî bana gelerek "Hacı Abdurrahim
Serefraz'ın evinde İmam Hüseyin'in (a.s) bereketiyle yedi tifo hastası birden şifa
buldu" dedi ve olayı detaylarıyla anlattı.
Sonraları Hacı Serefraz ile görüştüm ve bu olayın nasıl gerçekleştiğini sordum.
Anlattıkları, merhum Silahî'nin anlattıklarıyla aynıydı. Sonra olayı kendi el
yazısıyla yazmasını rica ettim. Şimdi, yazdığı metnin aynını naklediyorum:
Bundan yaklaşık 20 yıl önce halkın geneli tifoya yakalanmıştı. Evimin
bir odasında (yakınlarımdan) yedi tifo hastası bulunuyordu. Muharremin 8.
akşamıydı. Taziye merasimine katılmak için onları evde kendi hallerine
bırakıp gecenin geç saatlerinde, telaşla merhum Hacı Molla Ali Seyfî'nin
tertiplediği ve kendi taziye meclisimiz sayılan merasime gittim. Sine
dövme merasiminin ardından Hz. Kâsım b. Hasan'ın (a.s) ağıtı okundu.
Meclisin bitiminde cemaatle sabah namazını kıldık. Namazın ardından
alelacele evin yolunu tuttum. Henüz yoldayken içimden, Hz. Zehra'nın
(a.s) azizini (Hz. Mehdi) vasıta kılarak, evimdeki yedi hastanın şifa
bulmasını Allah'tan diledim.
Nihayet eve gelmiştim. Çocuklar mangal ateşinin etrafına toplanmış,
önceki günden arta kalan ekmekleri ısıtıp ısıtıp büyük bir iştahla
yiyorlardı. Bu sahneyi görünce öfkelendim. Çünkü bayat ekmek tifo
hastaları için zararlıydı. Sinirlendiğimi gören büyük kızım, "Biz iyiyiz,
uykudan yeni uyandık ve karnımız aç. Açlığımızı bastırmak için de
ekmekle çay içiyoruz" dedi. "İyi de tifo hastaları için ekmek yemek iyi
olmaz" dedim. Bunun üzerine "Babacığım! Biz şifa bulduk; otur da sana
gördüğüm rüyayı ve nasıl şifa bulduğumuzu anlatayım" dedi. Ben de
anlatmasını istedim. Şöyle anlattı:
Rüyamda, bulunduğumuz oda oldukça aydındı. Bir yabancı odamıza
gelerek bir köşeye siyah bir sergi serdi ve edepli bir şekilde kapının
yanında durdu. Ardından, son derece değerli beş kişi daha içeri girdi.
İçlerinden biri çok saygın bir hanımefendiydi. Önce odanın raflarına ve
üzerinde 14 mâsumun isimleri yazılı olan duvardaki tablolara dikkatle
baktılar. Sonra siyah serginin üzerine oturarak ceplerinden Kurân çıkarıp
okumaya başladılar. Daha sonra içlerinden biri Hz. Kâsım'ın ağıtını Arapça
olarak okumaya başladı. "Kâsım" isminin tekrarlanmasından dolayı bu
ağıtların Hz. Kâsım için okunduğunu anladım. Herkes şiddetle ağlıyordu.
Özellikle de o yüce hanımefendinin ağlayışı daha yürek yakıcıydı.
Herkesten önce odaya girip sergiyi seren şahıs küçük kaplarda kahveye
benzer bir şey getirip önlerine koydu. Bu azametteki kişileri yalın ayak
görünce şaşırmıştım. Öne çıkarak "Allah aşkına söyleyin, hanginiz İmam
Ali'siniz" dedim. İçlerinden biri "Benim!" diye cevap verdi. Oldukça
azametliydi. "Neden yalınayaksınız?" diye sordum. Ağlayarak cevap verdi:
"Biz bugünlerde yastayız, o yüzden ayaklarımız çıplak." Dikkat ettim;
sadece o heybetli hanımın ayağı örtülüydü.
Daha sonra "Biz çocuklar hastayız; annemiz de, teyzemiz de hasta"
dedim. İmam Ali (a.s) yerinden kalkarak mübarek elini teker teker
başımıza ve yüzümüze dokundurup yere oturdu. "Artık iyileştiniz!" dedi.
"Annem de hasta" dedim. "Annenin ölmesi gerekiyor!" dedi. Bunu işitince
ağladım, ısrarla yalvarmaya başladım. Ayağa kalkarak mübarek ellerini
annemin yorganının üzerine sürdü. Odadan çıkıp giderken bana dönerek
"Namaza önem verin; insan, kirpikleri açılıp kapandığı sürece namaz
kılmalıdır" buyurdu.
Sokak kapısına kadar arkalarından gittim. Onlar için siyah parçalara
bürünmüş binekler getirmişlerdi. Üzerlerine binip yanımızdan ayrıldılar.
Hemen eve döndüm. Bu esnada sabah ezanın sesini duyarak uykudan
uyandım. Elimle kardeşlerimin, teyzemin ve annemin eline dokundum.
Hiçbirimizin ateşi kalmamıştı. Hep birlikte sabah namazını kıldık. Çok
acıkmıştık. Sizin gelip kahvaltı hazırlamanız uzun sürer diye düşünüp
çayla birlikte ekmek yedik. Böylece evde bulunan yedi tifo hastası,
doktora ihtiyaç duymadan iyileşmişti.
029
ÇABUK İCABET
Takvası herkesçe tasdik edilen, güvenilir ve adil biri olarak bilinen
(Bezzaz/Manifaturacı lakaplı) Hacı Ali Selman Meneş şöyle anlatır:
Bacağımda çıkan bir yara beni oldukça rahatsız ediyordu.
Hastaneye gidip ameliyat olmak çok zor geliyordu. Bir seher vakti
teheccüd için uyandığımda çok pis kokular hissettim. Merakla etrafıma
baktığımda kokunun yaramdan etrafa yayıldığını fark ettim. Perişan
bir halde Rabbime şöyle yalvardım: "Allah'ım! Ömrüm boyunca
İslam'a hizmet ettim, sana kullukta bulundum, Muhammed (s.a.a) ve
onun temiz soyunun (a.s) sevgisi ile yaşadım. Beni bu belaya düşürme
ve senin dininden uzak olan kişilere müracaat etmeye mecbur kılma!"
Öyle ağlayıp sızlamıştım ki bir ara kendimden geçtim.
Uyandığımda sabah olmuştu. Teheccütten mahrum kaldığımı
düşünüp üzüldüm. Temizlenmek kastıyla alelacele merdivenlerden
aşağı indim. Bir anda ağrıyan ayaklarımla nasıl hızlı bir şekilde aşağı
indiğimi anımsayıp şaşırdım. Ayaklarımda hiç ağrı kalmamıştı. Işığa
çıkarak yarama baktım. Yaradan eser kalmamıştı. Hatta izi bile
görünmüyordu. Yara olan ayağımla sağ ayağım arasında hiçbir fark
kalmamıştı.
Hacı Ali Selman Meneş, buna benzer birçok olayın kendi ya da akrabalarının
başına geldiğini, bu tür hastalık ve sıkıntıları dua ve mâsumlara (a.s) tevessül
yoluyla geçiştirdiklerini anlattı. Okuduğunuz bu kıssa da onlardan bir numunedir.
Bu öyle bir olay ki, az rastlanır
Sen inkârcı olma, sırrı Hak'tadır.
030
KURÂN'IN FEYZİ
Yine Hacı Ali Ağa şöyle naklediyor:
Çocukluğumda okula gitmediğim için cahil kalmıştım. Gençliğimin ilk
yıllarında Kurân-ı Kerim okumayı çok arzuluyordum. Bir gece arzuma
kavuşmak için kırık bir kalple Hz. Mehdi'ye (a.f) tevessül ettim.
O gece bir rüya gördüm; Kerbelada'daydım. Adamın biri yanıma
gelerek "Şu eve git; orada İmam Hüseyin (a.s) için ağıt okunuyor; git de
dinle!" dedi. İçeri girdim. İki saygın seyit yerde oturuyordu. Önlerinde bir
ateş vardı. Yanlarına, üzerinde ekmek bulunan bir sofra serilmişti. Bir
miktar o ekmekten ısıtarak bana ikram ettiler. Mersiye okuyan şahıs
Ehlibeyt'in (a.s) musibetlerini okudu. Merasim sona erdikten sonra
uykudan uyandım. Ansızın arzumun yerine geldiğini hissetim. Hemen
Kurân-ı Kerimi açıp okumaya başladım. Eksiksiz ve tam olarak
okuyordum.
Artık Kurân tilaveti toplantılarına katılıyor ve yanlış okuyanların
hatasını gideriyordum. Hatta kıraat hocasının yanlışlarını dahi
düzeltiyordum.
Üstat; "Sen daha düne kadar okuma yazma bilmiyor ve Kurân
okuyamıyordum. Nasıl öğrendin?" diye sordu. "İmam-ı Zaman'ın (a.f)
bereketi ile bu arzuma kavuştum." dedim.
Hacı Ali, bugün itibarıyla kıraat üstatlığı yapıyor. Mübarek Ramazan
gecelerinde de kıraat toplantıları düzenliyor.
Hacı Ali'nin özelliklerinden biri de, rüya yoluyla gelecekte gerçekleşecek
olayları sık sık görmesidir. Yarın kiminle karşılaşacağını, kiminle muamele
edeceğini ve o muameleden ne kadar kazanç elde edebileceğini bu rüyaları
sayesinde bilmektedir.
Bana, "Allah çok yakında oğluna (Seyit Muhammed Haşim'e) bir erkek çocuk
bağışlayacaktır. Adını merhum babanın adı olan Seyit Muhammed Taki koy!"
dedi. Çok geçmeden Allah ona bir erkek çocuk bağışladı. Adını Muhammed Taki
koyduk.
Doğumdan sonra çocuk çok ağır bir hastalığa yakalandı. Öyle ki yaşamasından
ümidimizi kesmiştik. Yine Hacı Ali; "Bu çocuk iyileşecek ve yaşayacak!" dedi.
Kısa bir süre sonra Allah o çocuğa şifa verdi. Şu an Allah'a şükürler olsun ki o
[21]
çocuk beş yaşında ve yaşıyor.
Kısacası Hacı Ali, takvası,  müstahaplara amel etmesi ve özellikle de günlük
nafileleri yerine getirerek nefsini kötülüklerden arındırması neticesinde İmam
Zaman'ın (a.f) inayet ve lütfünü elde etmiştir.
Bu Tür Kişiler Gelecekten Nasıl Haber Verirler?
Bazı kişilerin gelecekteki olayları anlayıp bildirmelerinin sırrı şudur: Güç
sahibi Allah, ezelden ebede kadar gerçekleşecek olan büyük-küçük tüm olayları
ve tekvînî hadiseleri, henüz vuku bulmadan önce ruhanî kitapların ve manevî
lehivlerin birinde kaydetmiştir. Nitekim Hadid sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre
kolaydır. * (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği
nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip
[22]
böbürlenen kimseleri sevmez."
Buna göre bazı temiz gönüller, rüya âleminde bir hadde kadar maddeden
soyutlaşarak serbest kalabilir; saygın ruhlar, yüce levih ve ilahî kitaplarla irtibata
geçebilir; onlar tarafından bilinen birtakım olaylardan haberdar olabilir,
gördüklerini tamamen hafızalarında saklayarak uyanıp da bedenlerine
döndüklerinde uykuda gördüklerinden haber verebilirler.
031
DAHA İLGİNÇ BİR ÖYKÜ
On beş yıl önce Kum'un ve Necef'in önde gelen âlimlerinden, Kerbelaî
[23]
Muhammed Kâzım Kerimî Sarukî adlı yetmiş yaşındaki yaşlı bir adamın hiç
okur-yazarlığı olmadığı halde Kurân-ı Kerim'i tam olarak öğrenip hafız olduğunu
işittim. Şimdi yaşanmış olan bu gerçek olayı aktarıyoruz:
Perşembe günü ikindi vakti Kerbelaî Muhammed Kâzım o bölgede
bulunan bir imamzadenin ziyaretine gider. İçeri girdiğinde iki muhterem
seyitle karşılaşır. Kendisinden türbenin etrafına yazılan yazıların okunması
istendiğinde; "Efendiler! Benim okuma yazmam yoktur; ben Kurân
okuyamam" diye cevap verir. Bunun üzerine onlar da okuması için ısrar
ederler. Bu iki seyidin iltifat ve buyruklarından sonra kendinden geçer ve
orada yığılıp kalır.
Ertesi gün ilkindi vakti köy ahalisi imamzadeyi ziyarete geldiklerinde
onu yere uzanmış bir vaziyette bulurlar. Kerbelaî kendisine geldiğinde
duvardaki yazıtlara bakar. Bu yazıtların Cuma sûresine ait olduğunu görür
ve okumaya başlar. Bir süre sonra kendisinin Kurân hafızı olduğunu fark
eder. Kurân-ı Kerim'den istenen her hangi bir sûreyi doğru bir şekilde
ezberden okur.
Merhum Mirza Şirazî'nin torunu Mirza Hasan'dan işittim, şöyle diyordu:
Onu defalarca sınadım. Sorduğum her ayetin hangi sûrede olduğunu
ezberden söyleyebiliyordu. Bana daha da ilginç gelen bir özelliği de
herhangi bir sûreyi sondan başa doğru okuyabilmesiydi.
Elimde Sâfi Tefsiri vardı. Önüne koyup "Bu da Kurân'dır; okuyabilir
misin?" dedim. Kitabı aldı ve göz atmaya başladı. "İyi ama bu kitabın
tamamı Kurân değil!" dedi. Sonra da elini yazıların üzerine koyarak "Bu
yazı Kurân ayetidir, şu yarım satır ayettir, şu da ayet değildir" dedi.
"Arapça ve Farsça okuma yazma bilmediğin halde bunu nasıl
yapıyorsun?" diye sordum. "Allah'ın kelamı nurdur, ayet olan yerleri nur,
diğer yazılar ise (onun nuru karşısında) karanlıktır" diye cevap verdi.
Birkaç büyük âlimle daha görüştüm. Onlar da Kerbelaî Kâzım'ı imtihan
ettiklerini ve onun bu işinin olağanüstü bir şey olduğuna yüzde yüz emin
olduklarını belirterek bu makamın ona feyiz kaynağı Allah tarafından verildiğini
itiraf ettiler.
Salnâme-i Nur-i Dâniş'in 1335 yılı baskısının 223. sayfasında, Kerbelaî
Muhammed Kâzım'ın bir fotoğrafı yayımlandı. Kitapta, "Rabbanî İlhamlardan Bir
Numune" başlığı altında bir de makale vardı. Bu makalede bir grup saygın âlimin
bu olayı harikulade bir olay olarak yorumladıkları vurgulanıyordu.
Mezkur makalenin bir bölümünde şöyle yazılıdır: "Yukarıdaki el yazmalarının
toplamından Kerbelaî Kâzım'ın Kurân hafızı oluşunun ilahî bir bağış olduğu iki
delille ispatlanır:
1-Tüm köy halkının onun okuma-yazmasının olmadığına tanıklık etmesi ve
buna hiç kimsenin muhalefet etmemesi.
Ben bizzat bu mevzuun doğruluk derecesini Tahran sakini Sarukîlerden sorup
araştırdım. Okuryazar olmadığı yüksek tirajlı gazete ve dergilerde
yayımlanmasına rağmen muhalefet eden birinin çıkmaması, bu olayın gerçek bir
olay olduğunu inkâr edilmez kılıyor.
2-Kerbelaî'nin hafızlığından yola çıkarak bu tür hafızlığın ders ve tahsil
yoluyla mümkün olamayacağı ortadadır. Zira…
a) Ona Arapça ya da Arapça olmayan bir kelime okunduğunda bu kelimenin
Kurân'da olup olmadığını hemen söylemesi...
b) Kurân kelimelerinden bir şey sorulduğunda anında hangi sûre ve cüzde
olduğunu söylemesi…
c) Kurân-ı Kerim'in birkaç yerinde tekrarlanan bir kelimenin tüm yerlerini
duraksamaksızın ve eksiksiz olarak okuması…
d) Kurandaki bir kelime veya hareke yanlış okunduğunda ya da bir harf eksik
veya fazla okunduğunda hiç düşünmeden bunu söylemesi…
e)Birkaç sûreden alıntı yapılarak peş peşe okunan kelimelerin yerini hiç hata
yapmadan söylemesi...
f)Eline herhangi bir Kurân verildiğinde Kurân kelimesini ya da ayetini anında
göstermesi…
e)Arapça ya da Arapça olmayan bir sayfada diğer kelimelere mutabık olarak
yazılan bir ayeti ayırt edebilmesi, gerçekten fazilet ehli için bile güçtür.
Bu özellikler, 20 sayfalık bir yazıyı ezberleyen en güçlü hafızaya sahip bir
kişide bile yoktur. Kaldı ki binlerce ayetlik Kurân'a böyle vakıf olsun!"
Mezkur makalede, birkaç büyük din âliminin bu konuya ilişkin tanıklıkları
nakledildikten sonra şöyle yazılmıştır: "Allah tarafından Kerbelaî Kâzım'a
bahşedilen bu makam, sınırlı fikirlerini maddenin dört duvarında kısıtlayanları ve
tabiat ötesini inkâr edenleri şakına çevirmiş, doğru yoldan sapan kimseler için de
bir hidayet vesilesi olmuştur. Ama bu iş, tüm önemine rağmen muvahhitlerin
nazarında Allah'ın sonsuz ışıklarından (inayetlerinden) küçücük bir ışıktır ve
Hakk'ın en küçük kudret mazharlarından biridir.
Tarihte yazılı ve kayıtlı olan bu tür olağanüstü olaylar, peygamberler ve hak
elçileri tarafından defalarca tahakkuk bulmuştur. Asrımızda da yaratılış
kaynağıyla irtibatta olan keramet sahibi kişiler vardır ve bunlar, Kurân
hafızlığından çok daha önemli ve değerlidirler."
Bu makalenin sonunda şu noktayı hatırlatmayı gerekli görüyorum: Bu olaylar
gazete ve dergilerde yayınlandıktan ve Tahran'da duyulduktan sonra çarşıdaki
bazı dindar esnaflardan şöyle duydum: "Bundan birkaç yıl evvel, yani merhum
Hacı Yahya zamanında, Hacı Abûd adında kör bir şahıs "Seyit Azizullah
Camii"ne gidip gelirdi. Kör olmasına rağmen Kerbelaî Kâzım'ın taşıdığı
özelliklere sahipti. O da ayetin yerini gösterir, halka Kurân ile istihare ederdi…
Bir gün ona Kurân-ı Kerim kalınlığında Fransızca bir sözlük vererek istihare
etmesini istediler. Hemen sinirlenerek sözlüğü yere attı ve "Bu, Kurân değil!"
dedi.
Kurân hafızının da hazır bulunduğu bir mecliste üniversite hocalarından sayın
İbnuddin, Hacı Abûd'un sahip olduğu özellikleri teyit ederek şöyle dedi:
Bu şahsı merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdülkerim Hairî'nin de bulunduğu
Kum kentinde üstat Misbah Yezdî'nin evinde mülakat ettim. Orada onu imtihan
ettiler. Tüm bunlar, Allah'ın kudretinin bir göstergesidir. Bazen halkı bunlarla irşat
eder ve zahirî hücceti tamamlar.
[24]
"Bu, Allah'ın lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
032
HÜSEYNÎ MUCİZE
Merhum Muhammed Rahim İsmail Beyg, Ehlibeyt'e (a.s) tevessül etme ve
İmam Hüseyin'e (a.s) kalbi bağlılık konusunda eşine az rastlanır takva sahibi
kimselerdendi. Bu yüzden bir takım manevî makamlara erişmişti. Merhum, 1387
Ramazan ayında hakkın rahmetine kavuştu. Kendisi şöyle nakleder:
Altı yaşında gözlerimden bir rahatsızlık geçirdim. Bu rahatsızlık,
ağrısıyla birlikte üç yıl devam etti ve üç yıl sonunda bu hastalık yüzünden
iki gözümü de kaybettim.
Aşura günleri muhterem dayım merhum Hacı Muhammed Taki İsmail
Beyg'in evinde mersiye meclisi vardı. Hava çok sıcak olduğundan
misafirlere soğuk şerbet ikram ediyorlardı. Dayıma "Bugün davetlilere ben
şerbet dağıtmak istiyorum" dedim. "Gözlerin görmediği için bu işi sen
yapamazsın" dedi. Bunun üzerine "O halde sağlam birini görevlendirin;
bana yardımcı olsun" dedim. Dayım da bu teklifimi kabul etti ve bizzat
kendisi yardım ederek misafirlere birlikte şerbet ikram ettik.
O sırada merhum Muinuşşeria İstehbânatî minbere çıkarak Hz.
Zeynep'in (a.s) mersiyesini okudu. Bu mersiye beni çok etkilemişti.
Dayanamayıp ağladım ve kendimden geçtim. (Mukaşefe aleminde) İhtişam
ve azamet sahibi bir hanımefendi gördüm. Bu hanımefendi Hz. Zeynep
(a.s) idi. Mübarek ellerini iki gözüme sürerek "Artık iyileştin; gözünde bir
ağrı hissetmeyeceksin" dedi.
Gözümü açıp meclistekilere baktım. Sevinçle dayımın yanına koştum.
Meclisteki herkes şaşırmıştı. Bir anda etrafıma toplandılar. Dayımın isteği
üzerine beni bir odaya götürerek kalabalığı dağıttılar.
Merhum, daha sonra şöyle nakleder:
Birkaç yıl önce birtakım deneyler yapıyordum. Yanımda ki alkol dolu
kâseyi fark  etmeden kibrit yaktım. Ansızın alkol ateş alıp yanmaya
başladı. Gözlerimin dışında bütün bedenimi ateş aldı. Birkaç ay hastanede
tedavi gördüm. Bana "Nasıl oldu da gözlerin sağlam kaldı?" diye soranlara
bunun, İmam Hüseyin'in (a.s) bir vergisi olduğunu, ömrümün sonuna
kadar gözlerimin ağrımayacağını vaat ettiklerini söylüyordum.
033
İDAM CEZASI
Hacı Mümin lakabıyla meşhur merhum Abbas Ali, birçok kez mukaşefe
alemine tanık olmuş, kerametler elde etmiş yakîn ehli biriydi. Yolculuklarda ve
huzurda yaklaşık 30 yıl onunla arkadaşlık etme şerefine nail olmuştum. Kendisi,
yaklaşık iki yıl bundan önce Allah'ın rahmetine kavuştu.
Merhum hakkında birçok kıssa nakledilmiştir. Bir defasında devlet
casusları, merhumun dayısı Abdunnebi'nin oğlunun evinde silah
bulmuşlardı. Onu tutuklayarak hapse attılar. Bir süre sonra da idama
mahkûm ettiler. Dayısı oldukça perişan ve üzgündü.
Hacı Mümin, "Ümidini kaybetme! Bütün işler Hz. Mehdi'nin (a.f)
iradesi altındadır. Bu Cuma akşamı O'na tevessül ederek oğlunun
kurtulmasını dileyelim" dedi. Hacı Mümin, dayısı ve dayısının eşi geceyi
hiç uyumadan, dua ve tevessülle geçirdiler. "(Onlar mı hayırlı) yoksa
darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki)
sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah'tan başka bir
[25]
tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!" ayetini okudular.
Üçü de gecenin sonlarına doğru çok güzel bir misk kokusu algılayarak
o yüce zatın nuranî cemalini müşahide etmiş; İmam onlara, "Duanız kabul
oldu. Allah evladınızı size bağışladı; yarın eve dönecek!" diye vaatte
bulunmuştu.
Merhum Hacı Mümin der ki: Çocuğun anne ve babası Hz. Mehdi'nin
(a.f) cemalini gördüklerinde dayanamamış, sabaha kadar baygın
düşmüşlerdi. İdam günü gelip çattığında sabahleyin erkenden çocuklarının
akıbetini öğrenmeye gittiler. O sabah idamın bir sonraki güne
ertelendiğini, dosyasının yeniden gözden geçirileceğini haber aldılar.
Nihayet, öğleden önce onu serbest bıraktılar.
Merhum Hacı Mümin'in duasının aynı zamanda şiddetli hastalar ve sıkıntıda
olanlar hususunda da kabul olduğuna dair birçok kıssalar nakledilmiştir. Allah'ın
sonsuz rahmeti onun ruhuna olsun.
034
KURTARICI
 Yine Hacı Mümin şöyle anlatır:
Gençliğimin ilk yıllarıydı. O dönemlerde İmam-ı Zaman'ı görmeyi çok
istiyordum. Bu şevk beni öyle etkisi altına almıştı ki O'nu görünceye kadar
yemeyi ve içmeyi kendime haram etmiştim. (Gerçi bu istek cahilliğimden
ve aşırı iştiyakımdan kaynaklanıyordu.) İki gün boyunca hiçbir şey
yemedim. Üçüncü gece bir miktar su içmek mecburiyetinde kaldım.
Baygınlık geçirdim. O esnada İmam-ı Zaman'ı gördüm. Bana, "Neden
kendini böyle harap ediyorsun?" diye çıkıştı. Sonra da "Sana yiyecek bir
şeyler göndereceğim; onları ye" buyurdu. Kendime geldiğimde saat epey
geç olmuş, (Serduzek) Camii boşalmıştı. Kapı çalıyordu. Gidip kapıyı
açtım. Tanınmamak için olsa gerek, başını abayla örtmüş bir yabancı,
abasının altında bir tabak yiyecekle karşımda duruyordu. "Al bunları ye ve
kimseye de verme!" diye tembihte bulundu. Yemeği minberin altına
koyarak oradan uzaklaştı. Merakla yemeğe baktım. Tabakta kızarmış tavuk
ve pilav vardı. Hemen yemeye başladım. Şimdiye kadar tadına
varamadığım eşsiz bir lezzeti vardı.
Ertesi gün, dönemin önde gelen hayırseverlerinden merhum Mirza
Muhammed Bâkır gün batımından önce yanıma gelerek boş tabağı istedi.
Bir miktar para vererek "Şu parayı al; yarın Seyit Haşim Meşhed'e hareket
edecek. Sen de onunla git! Zira yolda büyük bir şahsiyetle mülakat edecek
ve ondan yararlanacaksın" dedi.
Hacı Mümin sözlerine şöyle devam eder:
Parayı alarak merhum Seyit Haşim'le birlikte Tahran'a doğru hareket
ettik. Tahran'dan çıktığımızda yaşlı ve nur yüzlü biri eliyle arabamıza dur
işareti yaptı. (Otomobil, Seyit Haşim tarafından özel olarak kiralandığı
için) onun izniyle arabaya bindi ve yanıma oturdu.
Yolculuk sırasında bana birçok nasihatlerde bulundu. Başımdan
geçenleri ve başıma gelecekleri haber verdi. Hayrıma olan ne varsa bana
izah etti.
Anlattıkları şeylerin hepsini gördüm. O gün beni lokanta yemeklerini
yemekten sakındırarak, "Şüpheli yemekler kalbe zarar verir" demişti. Bu
yüzden yanında bir sofrası vardı. Ne zaman ihtiyaç duysa onu çıkarır,
arasındaki taze ekmekten bana da ikram ederdi. Bazen yeşil kişmiş çıkarır,
bana da verirdi.
Bir süre sonra Kademgâh'a vardık. Bana ecelinin yaklaştığını ve
Meşhed'e varamayacağını söyledi. "Ölürsem kefenin yanımda hazırdır.
Üzerimde 12 tümen var. Onunla türbenin avlusunda bir yer satın al;
cenazemi de Seyit Haşim kaldırsın!" diye vasiyet etti.
Bu sözler beni hem ürkütmüş hem de üzmüştü. Bana "Sakin ol! Ölüm
gelip bana ulaşıncaya kadar bunlardan kimseye söz etme ve Allah'ın
istediğine razı ol!" dedi.
[26]
Torok Dağı'na vardığımızda otomobil durdu. Yolcular arabadan
inerek İmam Rıza'nın (a.s) türbesine selam verdiler. Şoför muavini
gözlerini uzaktan görünen kubbeye dikmişti.
Yaşlı adam bir köşeye çekilip yüzünü türbeye çevirdi. Selam verip
uzunca ağladı. "Mübarek kabrine yaklaşmak için bundan daha fazla
liyakatim yok" dedi. Sonra kıbleye doğru uzanarak abasını başına çekti.
Aradan birkaç dakika geçmişti. Yavaşça yanına yaklaştım. Abasını açıp
baktım. Yaşlı adam hakkın rahmetine kavuşmuştu. Ağlayıp sızlamamı
işiten yolcular etrafıma toplandı. Şahit olduğum bazı kerametlerini onlara
da anlattım. Orada bulunan herkes bu olaydan etkilenerek ağlamıştı. Daha
sonra cenazesini aynı arabayla şehre götürüp mukaddes türbenin avlusuna
defnettik.
035
ÖLÜM SAATİ
Yine Hacı Mümin, birkaç yıl Serduzek Mescidi'nin bir köşesinde itikaf ve
ibadetle meşgul olan züht ve takva ehli Seyit Ali Horasanî'den birtakım ilginç
olaylar nakletti. O olayların birini şöyle anlatır:
Seyit Ali ölmeden bir hafta önce bana "Önümüzdeki Perşembe günü
yanıma gel. O gece benim son günüm olacak" demişti. Bunun üzerine
Perşembe günü akşam üzeri yanına gittim. Ocağın üzerinde bir miktar süt
vardı. Bir bardak kendi içtikten sonra kalanını da bana vererek içmemi
istedi. "Bu akşam dünyadan göçeceğim; cenaze işlerimi (Serduzek Camii
imamı) Seyit Hâşim üslenecek. Yarın (cami komşularından) Adalet adlı bir
şahıs gelir de kefenleme işini üstlenmek isterse, buna razı olma; ama tatlı
satıcısı Celal kendi malından beni kefenlemek isterse kabul et" dedi.
Sonra kıbleye doğru dönerek Kurân tilavet etmeye başladı. Ansızın
gözlerini kıbleye dikti. Yaklaşık yüz defa "lâ ilâhe illallah" kelimesini
tekrarladı. Tüm bedeniyle ayakta durarak "Selam olsun sana ey ceddim!"
dedikten sonra kıbleye uzandı ve "Ya Ali! Ya Mevla!" dedi. Daha sonra
bana dönerek "Ey genç, bana bakıp da sakın korkma! Ben ceddimin
yanına giderek rahatlığa kavuşacağım" dedi. Sonra da gözlerini kapayıp
ruhunu Allah'a teslim etti.
036
DÜŞÜNCEYİ BİLME
Yine Hacı Mümin, Serduzek Camii cemaat imamı muhterem âlim Hacı Seyit
Haşim'in anlattığı bir olayı naklederek şöyle der:
Bir gün Seyit Haşim minbere çıkarak namazda kalbi huzurun gerekliliği
ve önemi hakkında konuşma yaptı. Ve sözlerine şöyle devam etti:
Bir gün şu camide merhum babam (Hacı Seyit Ali Ekber Yezdî) cemaat
namazı kıldıracaktı. Cemaatte ben de vardım. Ansızın köylü kıyafeti
giymiş biri içeri girdi ve cemaat saflarını yararak babamın hemen
arkasındaki ilk safta yerini aldı. Müminler, takvalı kişilerin durması
gerektiği yerde onu görünce bu durumdan rahatsız oldular. Ama yabancı,
bu duruma aldırış bile etmemişti.
Namazın ikinci rekâtındaydık.  Henüz kunuttayken ansızın fürada
kastıyla cemaatten ayrıldı ve namazını bitirip olduğu yere oturdu. Ardından
yanında taşıdığı sofrayı açarak ekmek yemeye başladı.
Namaz sona erince cemaattekiler her taraftan ona saldırıp itirazlarını
dile getirdiler. Fakat o hiçbir şey söylemiyordu. Babam durumu fark
edince "Ne oluyor?" diye çıkıştı. Cemaat; "Meselesini bile bilmeyen şu
cahil köylü cemaatin ilk safında durarak size iktida etti; sonra namazın
ortasında ayrılarak namazını bitirdi. Ardından hiçbir şey olmamış gibi
yemek yedi" diye cevap verdi. Bunun üzerine babam ona; "Neden böyle
bir şey yaptın?" diye sordu. Yabancı, "Cevabını gizlice mi söylememi
istersiniz, herkesin içinde mi?" dedi.  Babam; "Herkesin içinde söyle" dedi.
Bunun üzerine yabancı şöyle dedi:
"Cemaat namazının sevabından yararlanmak amacıyla camiye girdim.
Size iktida ettim. Ne var ki, Fatiha sûresinin ortalarına vardığınızda
namazdan çıktınız. Artık yaşlandığınızı, camiye gelmekten aciz
olduğunuzu düşündünüz. Kendi kendinize artık bir bineğe ihtiyaç olduğunu
ve camiye gidip gelirken ona binmeniz gerektiğini hayal ettiniz. Sonra
merkeplerin satıldığı meydana giderek kendinize bir binek seçtiniz. İkinci
rekâta geldiğinizde bineğinize yem ve yer ayarlıyordunuz. Artık
dayanamadım ve daha fazla sizinle cemaat namazı kılmanın reva
olmadığını düşündüm. Bu yüzden de namazımı fürada olarak kıldım."
Yabancı, bu cevabı verdikten sonra sofrasını toparlayıp dışarı çıktı.
Babam elleriyle başına vurarak ağlamaya başladı. "Bu adam büyük bir
insan olsa gerek! Çabuk onu bana getirin; ona ihtiyacım var!" diye
hayıflandı. Ancak cemaat dışarı çıktığında adam gözden kaybolmuştu.
Bugüne kadar da onu gören olmadı.
Bu öyküden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki: Hiçbir mümine hakaret
gözüyle bakılmamalı veya bir müminin yapmış olduğu bir işi doğruya yorma yolu
varken onu kötüye yormanın yanlış olduğu bilinmelidir. Zira tahkir edilen kişi,
insanların gözünde üstünlük ve ihtiram nedeni olarak bilinen birtakım zahirî
şeylere sahip olmadığı için sırf bu nedenle Allah'ın gözünde saygın bir mevkie
sahip olabilir veya insan, bilmeyerek de olsa, bir Allah dostuna haksızlık ederek
O'nun kahır ve gazabına uğrayabilir.
Aynı şekilde, Allah dostu bir kimse doğru bir iş yapabilir; fakat insan o işi
doğruya ve iyiye yorması gerekirken yersiz itiraz ve eleştirileriyle doğruluğa
[27]
rağmen onun kalbini kırabilir.
037
MÜMİN TAHKİR EDİLMEMELİDİR
Takva ehli alimlerden Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam der ki:
Cemaat namazı bittikten sonra sağımda ve solumda oturan kişilerle
tokalaşmayı alışkanlık hâline getirmiştim. Bir defasında Samerra'da
merhum Mirza Şirazî'nin kıldırdığı cemaat namazına katılmıştım. Solumda
muhterem bir alim, sağımda da basit bir köylü vardı. Namazdan sonra sağ
tarafımda oturan muhterem âlimle tokalaştım; solumda oturan köylüye ise
elimi uzatmadım. Hemen bu yanlış düşüncemden pişman oldum ve kendi
kendime "Sana göre hiçbir şanı ve makamı olmayan bu sâde köylü, Allah
katında saygın ve aziz biri olabilir!" dedim. Sonra son derece edepli bir
şekilde elimi uzatarak onunla da tokalaştım.
O sırada adeta dünya kokularından olmayan bir misk kokusu algıladım.
Oldukça mutlu oldum. İhtiyat ederek ona "Yanınızda bir misk kokusu var
mı?" diye sordum. "Hayır, asla böyle bir kokum olmadı" diye cevap verdi.
O kokunun ruhanî ve manevî kokulardan olduğuna kesin olarak
inanmıştım. Ayrıca o kişinin de çok saygın ve manevî biri olduğuna yakin
ettim. O günden sonra hiçbir mümini küçümsemeyeceğime dair kendi
kendime ahdettim.
038
ALLAH'IN LÜTFÜ VE KULUN NAKÖRLÜĞÜ
Yine adı geçen merhum Şeyhülislam, Behbehan şehri Cuma imamı Seyit
Behbehanî'den (ismini bana tam olarak söylemişti, ama daha sonra unuttum) şöyle
işittiğini anlatır:
Vaktiyle Mekke'ye müşerref olmuştuk. Namaz için Mescidü'l-Harâm'a
gitmek üzere evden dışarı çıktım. Yolda hayatî bir tehlike atlatmış,
Allah'ın inayetiyle ölümden dönmüştüm. Neyse ki sağlıklı bir şekilde
mescide doğru yöneldim. Mescit kapısının yakınlarında kavun satıcıları
vardı. Yere çok miktarda kavun dökmüş, yoldan geçenlere satıyorlardı.
Merak edip fiyatını sordum. "Şu taraftaki kavunların fiyatı şu kadar, ama
ucuzunu istersen diğerleri daha iyi" dedi. "Mescit çıkışı alırım" diye
düşündüm. Mescidü'l-Haram'a giderek namazla meşgul oldum.
Namazda "Pahalı kavunlardan mı, ucuz kavunlardan mı alayım ya da
kaçar kilo alayım? diye düşünüyordum.  Namazım bitene kadar bu
düşünceler içerisindeydim. Namazı bitirip dışarı çıkmak istediğimde hiç
tanımadım biri yanıma gelerek yavaşça kulağıma bir şeyler fısıldadı. "Seni
bugün ölüm tehlikesinden kurtaran Allah'a karşı O'nun evinde kavun
namazı kılman doğru olur mu?" diye sordu.
Hemen kabahatimi anlayarak titremeye başladım. Eteğine yapışmak
istedim ama, onu bulamadım.
36. ve 38. öykülere benzer yaşanmış birçok öykü nakledilmiştir. Benzeri bir
kıssayı da Kısasu'l-Ulema adlı eserin sahibi merhum Tunikabonî, kitabının 311.
sayfasında şöyle nakleder:
Seyit Razi'nin kerametlerinden biri de şuydu: Vaktiyle kardeşi Seyit
Murtaza'ya namazda iktida etmişti. Rükûa vardıklarında seyit Razi
namazını münferit olarak tamamladı. Ona niçin münferit kıldığını
sorduklarında, "Rükûa vardığımızda kardeşim Seyit Murtaza'nın fikri hayız
meselesiyle meşgul idi. Onu kanlarla boğuşurken gördüm. Bu yüzden
namazımı yarıda keserek münferit kıldım" diye cevap verdi.
Bazı kitaplarda seyit Murtaza'nın bu konuyu itiraf ettiği ve şöyle dediği
yazılıdır: "Kardeşim doğru anlamıştı. Namaza gelmeden önce bir bayan,
bana hayız meselesiyle ilgili bir soru sordu. Namazda ona verdiğim cevabı
düşünüyordum. Bu yüzden kardeşim kanlarla boğuştuğumu görmüş
olacak."
Kalbî huzur, namazın sıhhat şartlarından değildir. Yani kalbî huzur olmadan
kılınan namaz, insandan mükellefiyeti kaldırır ve namazı tekrar kaza veya iade
etmeye gerek kalmaz. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: kalbî huzur
olmadan kılınan namaz, tıpkı ruhsuz beden gibidir. Yani ruhsuz bedenin bir eseri
ve semeresi olmadığı gibi, kalbî huzur olmadan kılınan namazın da bir mükâfatı
yoktur. Bu namaz, insanı Allah'a yaklaştırmaz. İnsanı ancak huzur-u kalple
kılınan miktar Allah'a yaklaştırır. Bu yüzden bazılarının namazından ancak yarısı,
[28]
bazılarının ancak üçte biri ve bazılarının da ancak dörtte biri kabul olur. Hatta
bazılarının namazının da ancak onda biri makbul olur.
Usul-i Kafi'de İmam Câfer Sâdık'tan (a.s) rivayet edilir ki; bir insan elli yıl
namaz kılabilir, ama kıldığı namazlardan iki rekâtı dahi kabul olmayabilir.
Allah'ım! (Katına) yükselmeyen namazdan ve fayda vermeyen amelden sana
sığınırım!
039
ACİL YARDIM
Ali Asker İsna Aşerî'nin kâtibi şöyle der:
Bir akşam eşimin burundan kan açılmıştı. Hiç aralıksız burnun iki
deliğinden de kan geliyordu. O saatte doktora ulaşmamız mümkün değildi.
"Kanama bu şekilde devam edecek olursa, eşimin aşırı kan kaybından
ölmesi içten bile değil" diye düşündüm. Daha önceden hiç dile
getirmediğim Allah'ın mübarek isimlerinden biri olan "Kabiz" ismini "Ya
Kâbiz!" diyerek defalarca tekrarladım. Anında kan kesiliverdi. Öyle ki, bir
damla bile akmadı.
Bu olay üzerinden bir hafta geçti. Vakit akşam olunca uyumuştum. Bir
ara beni uykudan kaldırarak eşimin tekrar burnun kanadığını söylediler. O
akşam okuduğum ismi tekrarlamamı istediler. Aynı ismi tekrarladım ve
kan yine kesildi.
Duanın icabet olmasının önemli şartlarından biri de madde ve etkenler üstü
Allah'ın sonsuz kudretine yakîn etmektir. Tüm vesileler onun iradesi altındadır.
Şek ve tereddüt ile edilen dualar icabetten uzaktır.
Kendisini mutlak olarak Allah'a muhtaç gören ve Allah'tan başka bir
yardımcısının olmadığına yakîn eden bir kimse, bu hâliyle O'ndan bir şey dilerse,
elbet dileğine kavuşur.
Bazı muteber kitaplarda şöyle bir hâdise nakledilir:
Kadının biri, bir gün bebeğini de kucağına alarak nehir üzerindeki bir
köprüden karşıya geçmek ister. Ne var ki köprü kalabalıktır. İzdiham
sonucu yere düşer ve kucağındaki çocuk suya yuvarlanır. Yavrusunun
nehre düştüğünü gören kadın "Müslümanlar feryadıma yetişin!" diye acı
acı bağırır. Bebek, kundağıyla birlikte suyun akıntısına kapılmıştır. Anne
ise ümitsizce etrafında bulunanlardan yardım ister. Ne var ki az ileride bir
su değirmeni vardır ve küçük yavrusu değirmene doğru ilerlemektedir.
Kundak değirmen taşının döndüğü yere iyice yaklaştığında anne, artık
çocuğunun taşın altına girerek parçalanacağını anlar. Bu durumda onu
kimsenin kurtaramayacağını çok iyi bilmektedir. Çocuk değirmen taşının
altına gireceği sırada başını göğe kaldırarak "Allah!" diye haykırır. O
sırada hızla akan su bir anda durur ve bulunduğu yerde birikmeye başlar.
Anne hemen değirmenin yanına giderek kendi eliyle çocuğunu sudan
çıkarır ve Rabbine şükreder.
"Onlar mı (hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık
veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı?
[29]
Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz."
040
HÜSEYNÎ İNTİKAM
Birkaç yıl Hindistan'da ikâmet eden ve şu an Şiraz'da bulunan Hacı
Muhammed Sevdager, Hindistan'da kaldığı süre içerisinde birtakım ilginç
olaylara şahit olduğunu anlatmıştır. Aşağıda, onun anlattığı bir olayı naklediyoruz:
Vaktiyle Bombay şehrinde bir Hindu, resmî bir emlak bürosunda
kendisine ait mülkünü satmıştı. Parasının tamamını müşteriden alarak
bürodan dışarı çıktı. Şia mezhebine mensup iki dolandırıcı da onu pusuya
düşürüp parasını almak için fırsat kolluyordu. Hindu, durumu fark edince
hızla evinin yolunu tuttu. Hemen evinin önünde bulunan ağaca tırmanarak
izini kaybettirdi. İki dolandırıcı evine girip adamı aramaya başladı. Ama
Hindu evde yoktu. Bunun üzerine zavallı Hindu'nun eşini taciz etmeye
başladılar. "Onu eve girerken gördük, bir an önce saklandığı yeri söyle"
diye zorlamaya başladılar. Zavallı kadın "Bilmiyorum" deyince dövdüler.
Kadın sonunda mecbur kalıp "Kendi imamınız Hz. Hüseyin'in (a.s) hakkı
için ona bir şey yapmayacağınıza dair yemin ederseniz, yerini söylerim!"
dedi. Hayâdan yoksun bu iki arsız, İmam'ın üzerine yemin ederek ona bir
zarar vermeyeceklerini ve sadece yerini öğrenmek istediklerini söylediler.
Kadın ağaca işaret edince onlar da ağaca tırmanarak Hindu'yu aşağı
indirdiler. Üzerindeki paraların tümünü aldılar. Daha sonra takip edilir,
rezil oluruz korkusuyla kafasını kesip oradan uzaklaştılar.
Zavallı kadın, başını göğe kaldırarak ey "Şiîlerin Hüseyin'i! Sana edilen
yemin üzerine kocamın yerini gösterdim!" diye haykırdı. O sırada aniden
biri ortaya çıktı ve parmağıyla o iki adamın boğazına işaret etti. Anında o
zorbaların kafaları bedenlerinden ayrılarak yere düştü. Sonra kafası kesilen
Hindu'yu dirilterek gözlerden kayboldu.
Devlet makamları bu olaydan haberdar oldu. Araştırmalardan sonra
İmam Hüseyin'in mucize gösterdiğine yakîn edildi. Bu olay üzerine
Muharrem ayı münasebetiyle devlet makamları tarafından büyük bir
ziyafet verildi. Demir yolları taşımacılığı, İmam Hüseyin'in (a.s)
matemcileri için ücretsiz seferler başlattı. Yeniden hayata dönen Hindu ve
yakın akrabaları da Şiî olarak Müslümanlığı seçtiler.
 
041
ALEVÎ İNTİKAM
Züht ehli muhterem alimlerden merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' Muhsinî
Cemmî yaklaşık iki ay önce Allah'ın rahmetine kavuştu. Merhum, hayattayken
bana şu öyküyü anlattı:
Kenkan'da fakir bir meddah vardı. Ev ev dolaşır, Hz. Ali'nin (a.s)
methiyle ilgili kasideler okur, halk da ona geçimi için yardım ederdi. Bir
gün, rastlantı sonucu yolu Nasibî bir "kadı"nın evine düştü. Orada Hz.
Ali'nin (a.s) methinde birçok kaside okudu. Kadı bu işe oldukça
öfkelenmişti. Kapıyı açarak "Ne kadar da Ali'yi methediyorsun! Ömer'i
methetmezsen sana bir şey vermeyeceğim!" dedi. Meddah; "Ömer uğruna
bana verilen şey, benim için yılan zehrinden daha kötüdür; asla o
bahşişinizi almam!" diye cevap verdi. Kadı hiddetinin önünü alamayarak
zavallı meddahı iyice dövmeye başladı. "Kadı"nın hanımı öne çıkarak
"Yeter artık, onu öldürürsen seni de öldürürler!" diye çıkıştı. Sonra da
kadıyı içeri götürerek yatıştırdı. Bir sorun çıkmasın diye de meddahın
gönlünü almaya çalıştı.
Bir süre sonra "kadı"nın feryadı duyuldu. Kadın, kocasının sesini duyar
duymaz hemen içeri koştu. Gördüğü manzara onu şaşkına çevirmişti.
Çünkü kocası, hem dili tutulmuş hem de felç olmuştu.
Haberi hemen akrabalarına duyurdu. Ona "Nasıl bu hâle geldin?" diye
sorduklarında işaret diliyle kendisini göğün yedinci katına götürdüklerini
ve büyük bir zatın yüzüne tokat atarak aşağı fırlattığını anlattı.
Bir süre sonra kadıyı Bahreyn Hastanesi'ne kaldırdılar. İki aya yakın bir
süre tedavi altında kaldı. Ancak hiçbir faydası olmamıştı. Bu yüzden
Kuveyt'e intikal ettiler.
Şeyh Muhammed şöyle diyor:
Tesadüfen onunla aynı gemiye binmiştik. Birlikte Kuveyt'e gittik. Dua
etmem için bana yalvarıyordu. Ona tokat yediği kişinin eliyle şifa bulması
gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ne var ki sözüm bu zavallıya tesir etmedi.
Bir süre sonra Kuveyt'teki hastanelere müracaat etti. Onların da bir
yararı olmadı. Geçen yıl ona Bahreyn'de rastladım. Bir dükkânda
yoksulluk içerisinde yaşıyor ve dileniyordu.
Bu "kadı"nın öyküsüne benzer bir öykü de Ebu Abdullah Muhaddis adlı bir
şahıs hakkında nakledilmiştir. Bu olay, Medinetu'l-Maaciz adlı eserin 140.
sayfasında Şeyh Mufid'den nakledilmiştir. Rivayete göre Şeyh Mufid şöyle anlatır:
Uncu Cafer'in yanına giderek rüya tabirleriyle ilgili dört adet kitap satın aldım.
Dükkândan ayrılmak istediğinde "Otur da bir dostumun başından geçen bir olayı
sana anlatayım. Umarım bu olay mektebin yararına olur!" dedi. Sonra da
anlatmaya başladı:
Yanımda ilim öğrettiğim bir arkadaşım vardı. Babu'l-Basra
mahallesinde Ebu Abdullah Muhaddis adlı bir şahıs halka hadis anlatırdı.
Ben ve arkadaşım hadis dinlemek için onun yanına giderdik. Ne zaman
Ehlibeyt'in (a.s) faziletleri hakkında bir hadis beyan edecek olsa, hakaret
edercesine gönderme yapardı. Bir gün Hz. Zehra'nın (a.s) faziletleriyle
ilgili bir hadis yazdırdı ve "Bunların bize bir yararı yok; çünkü Ali (a.s)
Müslümanları öldürdü, Hz. Zehra'ya (a.s) karşı da saygısızlık etti!" dedi.
Ben de arkadaşıma dönerek "Bundan sonra bu adamdan bir şey
öğrenmemiz reva olmaz. Çünkü o dinsiz biri ve sürekli İmam Ali ve Hz.
Zehra'ya (a.s) karşı saygısızlık ediyor. Bu, Müslüman bir kimsenin
yapacağı bir iş değil!" dedim. Arkadaşım sözlerimi onaylayarak "Bir daha
dönmemek üzere başka bir yere gitsek daha iyi olur" dedi.
O gece bir rüya gördüm. Sanki Büyük Cami'e gidiyordum. Ebu
Abdullah da oradaydı. Hz. Ali (a.s) eyersiz bir bineğe binmiş cami'e doğru
gidiyordu. Kendi kendime "Şimdi kılıcıyla onun boynunu vurur!" diye
düşündüm. Ona yaklaştığında sopayla sağ gözüne vurarak "Ey melun!
Niçin Hz. Fatma'ya (a.s) hakaret ediyorsun?" diye bağırdı. Muhaddis, elini
gözünün üzerine koyarak "Aman Allah'ım, gözümü kör ettin!" diye feryat
etti.
Ertesi gün arkadaşımın yanına koştum. Gördüğüm rüyayı ona da
anlatmak istiyordum. Ansızın rengi solmuş bir halde onun da bana doğru
geldiğini gördüm. "Biliyor musun, ne oldu?" diye sordu. "Hayır" dedim.
"Dün gece rüyamda Muhaddis'i gördüm dedi. Sonra da gördüğü rüyayı
anlattı. Tıpkı benim gördüğüm rüyanın aynıydı. Ona "Ben de böyle bir
rüya gördüm ve bunları anlatmak için sana geliyordum" dedim. "Gel de
elimize bir Kurân alarak Muhaddis'e gidelim ve huzurunda böyle bir rüya
gördüğümüze dair yemin edelim; bu inancından vazgeçmesi için ona
nasihatte bulunalım" dedi.
Birlikte Muhaddis'in evine doğru hareket ettik. Oraya vardığımızda
kapıyı açan hizmetçi "Şimdi onu göremezsiniz" dedi. Tekrar kapıyı çaldık.
Yine aynı cevabı işittik. Hizmetçi daha sonra bize dönerek "Şeyhin, dün
geceden beri elini gözünden çektiğini görmedim. Sürekli feryat ediyor; Ali
b. Ebu Talib beni kör etti, diyor!" dedi.
Ona "Biz de bu iş için buraya geldik!" dedik. Bunun üzerine kapıyı
açtı; içeri girdik. Feci bir şekilde inliyor ve "Benim Ali ile ne işim olabilir
ki; dün gece elindeki sopayla gözümü kör etti!" diye bağırıyordu.
Sonra da bize rüyada gördüklerimizin aynını anlattı. "Bu inancından
vazgeç, bir daha da onun yüce makamına dil uzatma!" dedik. "Allah
belanızı versin! Ali diğer gözümü de kör etse, onu Ebubekir ve Ömer'in
önüne geçirmem!" dedi.
Bu sözler üzerine orayı terk ettik. Üç gün sonra mülakatına gittiğimizde
diğer gözünün de kör olduğunu gördük. Buna rağmen yine inancından
vazgeçmemişti. Bir hafta sonra gittiğimizde onu toprağa verdiklerini
öğrendik. Oğlunun da mürtet olduğunu ve İmam Ali'ye (a.s) duyduğu
öfkeyle Rum diyarına göç ettiğini haber aldık.
42
ALEVÎ İNAYET
Mirza Mahmut Şirazî şöyle anlatır:
Merhum Şeyh Muhammed Hüseyin Cehrumî, Necef'in önde gelen
alimlerinden ve merhum Seyit Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden idi.
Necef'te ıtır satıcısı biriyle muamele eder, ondan azar azar borç alır, eline
geçtikçe de öderdi.
Uzun bir süre borcunu ödemek için eline bir meblağ geçmedi. Yine bir
defasında, ıtır satıcısına giderek bir miktar borç istedi. Satıcı, "Şeyh efendi,
borcunuz çoğaldı; bundan fazla size borç vermekten beni mazur görün!"
dedi. Şeyh üzülmüştü. İmam Ali'nin türbesine giderek hâlini İmam'a (a.s)
şikâyet etti. "Ey efendim! Sizin komşunuzum, size sığınıyorum; borcumu
ödeyin" diye yakardı.
Aradan birkaç gün geçmiş, Cehrum'dan bir yabancı gelmişti. Şeyh'e
gelerek bir kese para verdi ve "Bunu size teslim etmem istendi; bunlar,
size aittir!" dedi. Şeyh para kesesini alarak vakit kaybetmeden ıtır
satıcısının yanına gitti. Yolda "Tüm borcumu öder, paranın geri kalanıyla
da ihtiyaçlarımı gideririm" diye düşünüyordu. Satıcıya "Size ne kadar
borcum var?" diye sordu. Satıcı, "Çok fazla" dedi. Şeyh, "Ne kadar olursa
olsun ödemek istiyorum" dedi. Satıcı hesap defterini getirerek Şeyh'in
borcunu hesapladı (Merhum Mirza borcun meblağını zikretti ama
hatırımda kalmadı). Şeyh, para kesesini çıkararak "Borcunu şundan al ve
kalanını bana iade et" dedi. Satıcı, Şeyh'in huzurunda paraları saydı.
Paralar, tam Şeyh'in borcu kadardı. Şeyh, eli boş ve son derece üzgün bir
halde tekrar türbeye gitti. "Ey efendim! İlle de söylediğim kadar vermenize
gerek yoktu (daha fazlasını da ihsan edebilirdin)!" dedi. Sonra da
hacetlerini sıraladı.
Türbeden dışarı çıktığında ihtiyacını giderecek kadar bir meblağ daha
eline geçti.
43
ŞEYTANIN GÖRÜNMESİ
Hacı Ali Selman Meneş der ki:
Bir gece seher vakti, gece namazı kılmakla meşgul idim. Kunutta üç
yüz defa "el-afv" denilen vitir namazı için seccademin üzerindeki tespihi
alıp doğrulmak istediğimde tespihin açılmayacak bir şekilde düğümlenmiş
olduğunu gördüm. Bu işin şeytandan olduğunu ve bu gece beni namazdan
mahrum etmek istediğini anladım. Aniden şeytan karşımda beliriverdi. "Ey
melun! Niçin böyle yaptın?" dedim. Sözüme aldırış etmedi. Tekrar,
"Allah'ın lütfünün benimle olduğunu bilmiyor musun?" diye sordum. Yine
itina etmedi. Başımı göğe kaldırarak "Allah'ım! Bana gösterdiğini lütfü
zahir eyle ve bu melunun yüzünü siyah et!" diye yakardım.
Ansızın tespihin düğümlerinin çözüldüğüne dair kalbime ilham
olunduğunu hissettim. Adeta "Al da zikret" diye ilham olmuştu. Tespihi
elime aldığımda hiçbir düğümünün kalmadığını ve o melunun gözden
kaybolduğunu gördüm.
Şeytan, Allah'a giden yolu kapamaya çalışan ve insanları bu dergâhtan
uzaklaştıran bir köpek konumundadır. İnsan ne zaman Rabbine yaklaşmak
amacıyla bir iş yapmak isterse, şeytan o işe engel olmak için elinden geleni yapar.
Şeytanı alt etmenin yegâne yolu, yüce Rabbin lütfüne sığınmak ve onun kahredici
gücüne dayanmaktır.
Kuşkusuz kim ihlasla Allah'a tevekkül eder, O'nu çağırır ve O'na sığınırsa
Allah tarafından korkutucu bir ses, o melunu ürkütüp uzaklaştıracaktır. Bu mâna
açık bir şekilde Kurân-ı Kerim'de vaat edilmiştir. Nitekim, Nahl sûresinde şöyle
buyrulur:
"Kuran okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki:
İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir
[30]
hâkimiyeti yoktur."
Melun şeytan; Hz. Yahya, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. İsa (a.s) gibi büyük
peygamberlerin karşılarında da cisme bürünmüş, onları rahatsız etmeye
çalışmıştır. Ejderha kılığına girerek namaz halinde olan İmam Zeynelabidin'in
(a.s) ayak parmağını ağzına almak istemiş, ancak ilahî ve korkutucu bir ses onu
ürkütüp oradan uzaklaştırmıştır.
Aynı şekilde, diğer müminlerle ilgili birçok kıssa rivayet kitaplarında
nakledilmiştir. Bunları kaleme almaktaki maksadım, insanlara Allah'a sığınmanın
gerekliliğini vurgulamaktır. Hayırlı bir işe girişmeden önce ne şekilde şeytanın
şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği konusunda merhum Nuri'nin Dâru's-Selam
adlı eserinin 3. cildine müracaat edilebilir.
Yine rivayet edilir ki; Allah yolunda sadaka vermek isteyen kişinin eline
yetmiş şeytan yapışır ve onu fakirlikle korkutarak bu büyük hayırdan mahrum
etmek isterler.
44
CİMRİLİĞİN KÖTÜ ETKİLERİ
Büyük âlimlerden biri şöyle nakleder:
Merhum Bîdâbadî'ye gönülden bağlı olan İsfahan'ın saygın tacirlerinden
biri şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Merhum Bîdâbadî onu ziyarete
gittiğinde hastalığın şiddetiyle baygın yatıyordu. Bîdâbadî onu ölüm
tehlikesiyle burun buruna gördü. Varlıklı biri olduğu için çocuklarına, "On
dört bin tümen sadaka ayırın ve bunları fakirler arasında taksim edin; ben
de şifasını Hz. Mehdi'den (a.f) talep edeceğim" dedi. Tacirin çocukları
merhumun bu isteğini kabul etmediler. Bunun üzerine merhum Bîdâbadî
üzülerek oradan ayrıldı. Kendisine eşlik eden birine "Bu hastanın evlatları
cimrilik edip sadaka vermediler. Ama bu hasta bizim arkadaşımız ve
boynumuzda hakkı var; ona dua etmeli ve şifasını Allah'tan dilemeliyiz"
dedi.
Daha sonra birlikte eve gittiler. Akşam namazından sonra merhum
Bîdâbadî ellerini göğe kaldırarak Allah'tan onun için şifa dileyeceği yerde
"Allah'ım, onun günahlarını bağışla" dedi.
Arkadaşı, "Niçin Allah'tan şifasını dilemediniz?" diye sordu. Merhum,
"Dua etmek istediğimde 'Artık onun için mağfiret dile!' diye bir ses işittim
ve öldüğünü anladım" dedi. Olayı araştırdıklarında o saatte hastanın,
Allah'ın rahmetine kavuştuğu ortaya çıktı.
En büyük hüsran, varlığın büyük bir kısmını heva ve heves uğruna harcamak
fakat o miktarı, hatta ondan daha az bir miktarı Allah yolunda harcamaktan
kaçınmaktır. Aynı insan, hastaneye çok fazla meblağ ödeyerek ve hatta bir
taahhüt göstererek orada kalmayı kabullenebiliyor; hâlbuki bu meblağdan daha az
bir miktarı şifa bulur ümidiyle Allah yolunda sadaka vermeye razı olmuyor. Daha
da öteye, kesin eceli gelip çatsa da çatmasa da vereceği miktarın ahireti için bir
azık olacağı hususunda gaflet ediyor. Tüm bunlar kişinin ilahî vaatlere olan
imanının zayıflığından ve dünyaya olan düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.
Nitekim İmam Câfer Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Hastalarınızı
sadaka vererek tedavi ediniz."
Burada hadisin maksadı, doktor ve ilaç vesilesiyle tedaviyi terk etmek değildir.
Bilakis, dua ve sadaka vererek doktor ve ilaç tedavisini etkili ve faydalı kılmaktır.
Çünkü ilacın etki göstermesi Allah'ın iradesine bağlıdır. Doktor ve ilaca
verdiğimiz önemden daha fazlasını sadaka ve duaya vermeliyiz. Bu konu büyük
günahları terk etme bahsinde detaylı bir şekilde açıklanmıştır.
045
İMAM HÜSEYİN'E (A.S) YAS TUTMAK
Bir diş hekimi olan merhum Seyit İsmail Mucab, Hindistan'da kaldığı süre
içerisinde tanık olduğu birçok ilginç şeyler anlatmıştır. O olayların birini şöyle
nakleder:
Hindistan'da Hindu olmalarına rağmen İmam Hüseyin'i (a.s) çok seven
bir grup tacir vardı. Bunlar, mallarının bereketli olması için her yıl O'nun
matem merasimine katılır, yıllık kazançlarının bir bölümünü yine O'nun
yolunda harcarlardı. Hatta bazıları Âşura gününde şerbet, su ve dondurma
hazırlayarak bu merasime katılanlara ikramda bulunurlardı. Bazıları da
İmam Hüseyin (a.s) için ayırdıkları meblağı, matem yapılan merkezlerde
kullanılması amacıyla Şiîlere verirlerdi.
İşte bu Hindulardan biri, sine döven gruplarla birlikte hareket etmeyi ve
sine dövmeyi kendine alışkanlık edinmişti. Öldüğü vakit Hindu yakınları,
ayinleri gereği cesedini ateşte yaktılar. Sağ eli ve sinesinin dışında her yeri
kül olmuştu. Ateş bu iki uzvu yakmamıştı. Yakınları bu uzuvları alarak
Şiilerin mezarlığına götürdüler ve Şiîlere, "Bu uzuvlar sizin Hüseyin'inize
(a.s) aittir!" dediler.
Dünya ateşiyle mukayese dahi edilemeyen cehennem ateşi bile İmam
Hüseyin'in (a.s) sayesinde söner ve esenliğe dönüşür. O halde dünya ateşinin
İmam Hüseyin'in (a.s) hatırına yakıcı olmaması çok da şaşırtıcı bir şey olmasa
gerek.
Bir grup Hindistanlının her yıl Âşura akşamları çıplak ayakla ateşte
yürüdükleri ve buna rağmen ateşin onları yakmadığı herkes tarafından
bilinmektedir.
046
BİR MUCİZE DAHA!
Müellif der ki:
1358 yılında, Necef'te olduğum dönemlerde Muharrem ayında kama
vurmak, sine dövmek ve deste gruplarının dışarı çıkması Irak hükümeti
tarafınca şiddetle yasaklanmıştı. Âşura akşamı mukaddes türbe ve
avlusunda sine dövülmemesi için, ilk geceden itibaren türbenin kapıları ve
revakı hükümet tarafından kilitlendi. Aynı şekilde avlunun kapılarını ve
son olarak da kıble kapısını kilitlemek istediklerinde ansızın büyük bir
kalabalığın desteler hâlinde kapıya doğru hücum ettiği ve içeri girdiği
görüldü. Kalabalık, engel tanımayarak türbeye doğru harekete geçti. Ancak
kapılar kilitliydi. Bunun üzerine bulundukları eyvanda ağıt okumaya ve
sine dövmeye başladılar.
Bir grup güvenlik görevlisi amirleriyle birlikte çıkageldiler. Amir,
ayağındaki botla eyvanda bulunan mâtemcilerden birine tekmeyle
vuruyordu. Öfkeli amir hırsını alamayıp görevlilere, matemcileri
tutuklamalarını emretti. Oysa desteler hâlindeki matemciler daha fazlaydı
ve amiri havaya kaldırarak avluya fırlatmışlardı. Amir, bu olay sonucu feci
şekilde yaralandı. Olaydan etkilenen diğer görevliler de etkisiz kılmıştı.
Devlet güçlerinin birazdan gelerek bu olaya müdahale etmek
isteyeceklerinden endişe eden matemciler son derece üzgün bir halde
türbenin kilitli kapısına doğru harekete geçtiler. Bir yandan sine dövüyor,
bir yandan da "Ey Ali! Kapıyı aç, biz senin evladının matemcileriyiz!"
diye bağırıyorlardı.
Türbenin, revakın ve avlunun tüm kapıları bir anda açılıverdi. Bazı
güvenilir görgü tanıklarının bana anlattıklarına göre kapıların ve duvarların
arasında bulunan kalın demir şişler ortadan ikiye bölünmüştü.
Sonuçta, desteler hâlindeki kalabalık türbeye girerek sine dövdüler. Bu
haberi duyan Necef sakinleri de avluda ve türbede toplanarak onlara
katıldılar.
Bu arada emniyet güçleri de ortadan kaybolmuştu. Mezkur olay
Bağdat'a rapor edildiğinde matemcilere bir zorluk çıkarılmaması emredildi.
O yıl Necef ve Kerbela'da önceki yıllara oranla daha fazla matem
merasimleri düzenlendi.
Bu açık mucizeyi şairler şiirlerinde dile getirdiler. Bu şiirlerden birini önde
gelen Araplardan biri tabloya yazarak türbenin duvarında astı. Ben de bu
şiirlerden birkaç mısra alıntı yaptım:
Murtaza'nın mucizesini gördün mü?
Gel de Müslüman'san eğer itiraf et!
Avucumuz açılır gibi kapılar açıldı yüzümüze
Bu iki rahatlığın değerini bil de ihsan et
Muharremlikte akan kanlara kim engel olur?
Matem sahiplerinin önüne çekseler de set
Olmasaydı o vasiden bu güzel inayet
[31]
Fitne çıkardı sonunda, kan akardı elbet
Allahın salât ve selamı O'nun üzerine olsun.
047
KABİRDEN KURTULUŞ
Mirza Mahmut Şirazî şöyle nakleder:
Merhum Seyit Zeynelabidin Kâşî'nin Kerbela'da takva ehli, dindar ve
inancı sağlam Tebrizli (ismini söylemişti ama ben daha sonra unuttum) bir
hizmetkârı vardı. Kerbela'ya gelmeden önce başından geçen bir olayı şöyle
anlattı:
Tebriz'in dışında, mezarlığa yakın bir yerde kahvehanem vardı. Geceleri
orada uyurdum. Havanın çok soğuk olduğu bir gece kahvehanenin
kapılarını sıkıca kapatarak oracıkta uyudum. Birden kapının süratle
dövüldüğünü işittim. Hemen koşup kapıyı açtım. Adam beni görünce
kaçtı. Geriye döndüm. İkinci kez daha şiddetli vurmaya başladı. Yine
kapıya koştum, ama adam tekrar kaçtı. Kendi kendime "Anlaşılan bu adam
bu gece beni uyutmayacak!" dedim. Elime bir sopa alıp kapının arkasında
oturdum. Heyecanla gelmesini bekledim. Üçüncü kez kapıyı çalıp
kaçmıştı. Mezarlığa kadar onu takip ettim. Ne var ki mezarlığa girer
girmez bir anda ortalıktan kaybolmuştu. Olduğum yerde durarak etrafıma
bakındım. Onu bulmaya çalışıyordum. Sonra da "Belki burada bir yere
saklanmıştır, birazdan ortaya çıkar" diye düşünüp oracıkta uyudum.
Uyumak için başımı yere koyduğumda toprak altından zayıf bir inilti
sesi işittim. Meğer bulunduğum yer yeni bir kabirmiş ve o gün öğleden
sonra defnedilmiş. Adam kalp krizi geçirmiş, yakınları da kalbinin
durduğunu sanarak onu o halde toprağa gömmüşler.
Hâline acıyıp kurtarmak için girişimde bulundum. Mezarın üzerindeki
toprakları kenara atıp adamı oradan çıkardım. "Nerdeyim? Babam nerede?
Annem nerede" diye sorular sormaya başladı. Elbisemi ona giydirerek
kahvehaneme getirdim. Adamı tanımadığım için akrabalarına da haber
veremedim. Yavaş yavaş sorular sorarak mahallesini ve evinin yerini
öğrendim. Hemen o akşam annesini ve babasını bularak durumu onlara da
bildirdim. Bunun üzerine onlar da kahvehaneme gelerek onu evlerine
götürdüler. Kapıyı çalıp kaçan kişinin, o gencin kurtarılması için
görevlendirilen gaybî bir memur olduğunu anladım.
48
İLGİNÇ BİR NASİHAT
Ehlibeyt velayetinin (a.s) muhlisi olarak bilinen Aga Mirza Ebulkâsım Attar
Tahranî, merhum Hekim Molla Hâdî Sebzivarî'nin talebelerinden olan merhum
Hacı Şeyh Abdunnebi Nuri'den şöyle nakleder:
Merhum Hacı Sebzivarî'nin ömrünün son yılıydı. Bir gün adamın biri
merhumun dersine gelerek, "Mezarlıkta bir adam var. Bedeninin yarısı
içeride, diğer yarısı da dışarıda; sürekli gökyüzüne bakıyor. Çocuklar ne
kadar ona sataşıp rahatsız etmeye çalışsalar da oralı olmuyor" dedi.
Bunun üzerine merhum, "Bu şahsı bizzat kendim görmem gerek" dedi.
Merhum adamı yakından görünce çok şaşırmıştı. Yanına yaklaştı ancak
adam ona da itina etmedi.
Merhum, ona "Senin deli olduğunu sanmıyorum, ama yaptığın iş
akıllıların işine benzemiyor!" dedi. Bunun üzerine adam, "Ben cahil ve
gâfil biriyim; ancak iki şeye yakînen inanıyorum: Birincisi; hem benim
hem de bu âlemin şânı pek yüce olan bir yaratıcısı var; O'nu tanıma ve
O'na ibadet etme konusunun ihmal edilmemesine inanıyorum.
Diğeri ise; bu âlemde kalmayacağıma ve öteki âleme göçeceğime tam
olarak inanıyorum. Ama o âlemde durumumun ne olacağını bilmiyorum.
Muhterem Hacı! Bu iki ilim beni perişan etti. Öyle ki insanlar beni deli
sanıyorlar. Siz kendinizi Müslümanların âlimi olarak gördüğünüz halde ve
bu kadar ilminiz olmasına rağmen neden bir zerre de olsa acı hissetmiyor,
korkmuyor ve düşünmüyorsunuz?"
Adamın öğütleri bir ok gibi Hacı'nın kalbine saplanmıştı. Bu sözleri
işittikten sonra hâli değişmişti. Perişan bir halde geri döndü.
Ömründen geriye az bir zaman kaldığını hisseden Hacı, artık ahiret
seferini düşünüyor, bu tehlikeli ve uzun yolculuk için hazırlık yapıyordu.
Sonunda da Allahın rahmetine kavuştu.
İnsan ne makamda olursa olsun daima nasihat dinlemeye muhtaçtır. Çünkü
işittiği nasihati biliyor ise bu, onun için bir hatırlatma sayılır. Zira insan
unutkandır ve devamlı bir hatırlatıcıya ihtiyaç duyar. Ama eğer işittiği nasihati
bilmiyor ise, bu nasihat ona ilim ve marifet kazandırır.
Bu yüzden Kurân-ı Kerim, hayrı dilemenin ve karşılıklı nasihatleşmenin her
Müslüman'ın vazifesi olduğunu vurgulayarak şöyle buyurur:
"Ant olsun asra. İnsan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi ameller
[32]
işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.
Başkasına nasihat edip öğüt vermek Allahın emri olduğu gibi dinlemek ve
kabul etmek de lazım ve kaçınılmaz bir iştir. Zira nasihat hem dinlemek, hem
kabul etmek, hem de ona uymak için emredilmiştir. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim'de
"Nasihati işitip de kabul eden yok mudur?" ifadesi defalarca tekrarlanmıştır.
Şunu da belirtmekte yarar var: Her ne kadar nasihatin kısmî ve anlık bir etkisi
olsa da, sonuçsuz değildir. Aslında bu tür toplantılara katılmak ve kimden olursa
olsun nasihat dinlemek insan için bir saadettir.
Mesleme'den şöyle nakledilir:
Bir sabah Ömer b. Abdülaziz'in evine gittim. Sabah namazından sonra
yalnız olduğu odaya cariyelerinden biri bir miktar hurma getirdi.
Hurmadan bir miktar alarak "Ey Mesleme! Bunu yer ve üzerinden bir
bardak su içersek yeterli olur mu?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. Bir
miktar daha alıp "Peki ya bu kadar alsak nasıl olur?" diye sordu. "Evet, bu
miktar yeterli olur; hatta bundan daha azını da yerse akşama kadar başka
bir şey yemesine gerek kalmaz" dedim. "O halde insan neden cehenneme
gitsin? Yani bir gün boyunca bir avuç hurma ve bir miktar suyla idare
edebilen insan neden bu kadar dünya malına tamah ediyor ve haramlardan
sakınmayarak cehenneme gidiyor?" diye sordu. O güne kadar hiçbir
nasihat beni bu kadar etkilememişti."
Kimse hangi sözün onu daha çok etkileyeceğini bilemez. Mesleme bu kadar
öğüt dinlemesine rağmen hiçbir söz onu bu denli etkilememişti.
Bazı tefsir kitaplarında Fuzeyl Ayaz'ın başından geçen bir olay şöyle rivayet
edilmiştir:
Fuzeyl, ömrünün bir bölümü günah ve isyan içinde geçirmiş biriydi. Bir
akşam vakti soygun yapmak amacıyla bir kervanı takibe koyulur. Bir an
Kurân okuyan bir şahsın sesini işitir. Adam şu ayeti tilavet ediyordur:
"İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kurân sebebiyle kalplerinin
[33]
ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?" Bu ayeti işittikten sonra
gafletten uyanır ve "Evet, vakti geldi!" diyerek geldiği yoldan tekrar geri
döner. Gerçek manada tövbe edip üzerindeki kul haklarını iade eder ve
böylece tüm alacaklılarını kendisinden razı eder. Bir süre sonra da
zamanının en iyi insanlarından biri olur.
Yine şöyle anlatılır:
Zenginlerden biri, bir vaizin yanından geçerken ondan şöyle bir söz
işitti: "Zayıf kulun güçlü Rabbine isyan edip baş kaldırmasına şaşarım!"
Adam bu sözden çok etkilendi ve tüm günahlarını terk etti. Sonunda doğru
yolu bularak zamanının saygın insanları arasına girdi.
Bu şahıs da hayatı boyunca birçok nasihat dinlemiş olabilir, ama onu gafletten
uyandıran ve değiştiren şey, sadece bir cümle olmuştu.
Abdullah b. Mübarek'e "Daha ne zamana kadar ilim ve hadis talep edeceksin?"
diye sorduklarında "Bilmiyorum; henüz kurtuluş ve saadetimi hazırlayacak sözü
duymamış olabilirim" diye cevap verdi.
Rabbanî âlimlerden merhum Şeyh Câfer Şuşterî, minberde şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Meclisimizi öğüt meclisi kıl. Öğüt meclisi, ancak günahkâr bir
kimsenin pişmanlık duyarak günahlarını terk etmesi, itaat ehlinin de itaat yolunda
şevkini ve ihlâs arzusunu artırmasıyla olur."
Sonuç olarak âlim ve gayri âlim herkes öğüt meclislerine katılmalı, onları
kabullenmeli ve pratiğe dökmelidir. Bilmeyenler öğrenmek için, bilenler ise
hatırlamak için nasihatlerden pay almalıdır.
Öğüt dinlemenin faziletiyle ilgili oldukça hadis zikredilmiştir. Bunun önemini
anlamak için öğüdün ruhun gıdası olduğunu ve kalbe hayat bahşettiğini bilmek
yeterlidir. Nitekim İmam Ali (a.s), oğlu İmam Hasan'a (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kalbini nasihatle dirilt! Zira nasihat, nefsi ve şeytanı rüsva eder; insanı
onların şerrinden korur; vesveseleri ve ıstırapları bertaraf eder; gönül
rahatlığını ve güvenceyi icat eder; 'gönüller Allah'ın zikriyle sükûnete
[34]
erer.'"
Niceleri vardır ki birtakım sıkıntılar ve şeytanî vesveseler yüzünden intihara
teşebbüs etmiş, bu düşüncelere öğütle karşı koyarak gönül rahatlığını elde
etmiştir.
Şu noktayı da hatırlatmakta yarar vardır: Öğüt toplantılarına ve öğüt veren
kişilere ulaşamayacak durumda olanların, başta Kurân-ı Kerim olmak üzere bu
konuyla ilgili kitaplara müracaat etmelerinde fayda vardır. Aşağıdaki kitaplar ve
bu alanda yazılan diğer eserler, okuyucular için tavsiye edilir niteliktedir:
1-Kurân-ı Kerim ve mealleri.
2-Nehcü'l-Belaga: İmam Ali'nin (a.s),  insanı düşünceye sevk eden hutbeleri
muhakkak faydalı olacaktır.
3-Biharu'l-Envar, c.17, Allame Meclisi: Peygamberimizin (s.a.a) ve hidayet
imamlarının (a.s) nasihatleri bu kitapta bir araya toplanmıştır.
4-Miracu's-Saadet, Merhum Narrakî
5-Aynu'l-Hayat, Allame Meclisî
49
TÖVBE NASİBİ
Mirza Ebulkâsım, merhum İtimadu'l-Vaizîn Tahranî'den şöyle nakleder:
Vaktiyle Tahran'da ekmek bulmak oldukça güçtü. Bir gün Mirgazabbaşı
Nasreddin Şah, su ambarının eyvanına çıkmış, köpeklerin uluma sesleriyle
karşılaşmıştı. Durumu araştırdığında bir köpeğin yavruladığını ancak
yiyecek bulamadığı için yavrularına süt veremediğini, bu yüzden de acı acı
uluduğunu öğrendi. Kısacası, bu duruma çok üzüldü. Komşu fırından bir
miktar ekmek alarak köpeğin önüne attı. Sonra da merakla köpeği seyretti.
Köpek ekmeği yedikten bir süre sonra göğsünün sütle dolduğunu anlayınca
yavrularına süt vererek onları sakinleştirdi.
Mirgazabbaşı, bir ay boyunca köpeklerin yiyeceğini komşu fırından
satın aldı. Her gün çırağa "Şu köpeklerin ekmeğini sen ver. Eğer bir gün
dahi ihmal ederseniz sizi affetmem" diyordu.
O zamanlar arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak birbirlerine misafir
oluyorlardı. Her gün öğleden sonraları gezintiye çıkarlar, akşam olunca da
yemeği sıradaki arkadaşlarının evinde yerlerdi. Tesadüfen o gece sıra
Mirgazabbaşı'ndaydı.
Mirgazabbaşı'nın iki eşi vardı ve ayrı ayrı evlerde kalıyorlardı. Bir
hanımının evi Tahran'ın merkezindeydi ve misafir ağırlamak için onun evi
daha uygundu. Diğer hanımının evi ise Tahran'ın girişindeydi.
Tahran'ın merkezinde kalan eşine bir miktar para vererek "Şu kadar
misafirimiz var; ona göre eksiksiz bir hazırlık yapmanı istiyorum!" diye
tembihte bulundu. Sonra da her zamanki gibi öğleden sonra arkadaşlarıyla
beraber şehir dışına gezmeye çıktı. O gün gezileri epey uzadı. Arkadaşları,
"Bugün çok yorulduk, en iyisi şehir girişindeki evine gidelim; hem daha
yakın olur!" dediler.
Mirgazabbaşı, "Maalesef şehir girişindeki evimde bir hazırlık
yapılmadı. Merkezdeki eve gitsek daha iyi olur" dediyse de arkadaşları
oraya gitmeye razı olmadılar ve "Biz bu evde kalacağız!" diye direttiler.
"Bu gece aza razıyız, yarın diğer evine gider, geri kalanını orada yeriz!"
dediler.
Mirgazabbaşı arkadaşlarının bu teklifini mecburen kabul etmek zorunda
kaldı. Az da olsa kebap yaptırıp misafirlerine ikram etti. Geceyi orada
geçirdiler.
Seher vakti herkes Mirgazabbaşı'nın ağlama sesleriyle uyanmıştı. "Niçin
ağlıyorsun?" diye sordular. "Rüyamda İmam Zeynelabidin'i (a.s) gördüm.
Bana, 'Allah köpeklere yaptığın ihsanı kabul etti. Bu yüzden de seni ve
arkadaşlarını ölümden kurtardı. Zira ilk eşin sana olan öfkesinden,
mutfağın falan yerine zehir gizledi. Oraya gidecek olsaydınız yemeğinize
katacaktı. Yarın git, o zehri bul. Ama eşine eziyet etme. Kendi gönül
razılığıyla ayrılmak isterse güzel bir şeklide ondan ayrıl! Allah, gerçek
tövbeyi sana nasip edecektir. Kırk gün sonra da babam Hüseyin'in (a.s)
ziyaretini gerçekleştirmek üzere Kerbela'ya gideceksin!' buyurdu."
Mirgazabbaşı, sabah olduğunda arkadaşlarına dönerek "Rüyamın
doğruluğunu öğrenmek için benimle birlikte o eve gelmenizi istiyorum"
dedi. Hep birlikte Tahran'ın merkezindeki evine gittiler.
Eve vardıklarında hanımı hemen öne çıkarak, "Dün gece epey hazırlık
yapmıştım, neden gelmediniz?" diye itirazda bulundu. Mirgazabbaşı oralı
olmayıp arkadaşlarıyla birlikte hemen mutfağa koştu. Tıpkı İmam'ın (a.s)
rüyada anlattığı gibi, zehir oradaydı. Onu eşine göstererek "Dün gece
bununla bize ne yapmayı düşünüyordun? diye sordu. Cevap vermeyince,
"Eğer İmam'ın emri olmasaydı bu kötülüğünü telafi ederdim, ama
efendimin emri üzerine sana ihsan edeceğim. İstersen bu evde kal; ben
sana hiçbir şey olmamış gibi davranırım. Ama istemiyorsan, boşanırız; ne
istersen sana veririm!" dedi.
Eşi rezil bir duruma düştüğünü görünce bir daha onunla aynı çatı
altında kalamayacağını anlamıştı. Bunun üzerine boşanmak istediğini
belirtti. Mirgazabbaşı da eşinin isteği üzerine onu güzellikle boşadı.
Bu olaydan sonra Mirgazabbaşı görevinden istifa etti ve istifa dilekçesi
kabul edildi. Daha sonra tövbe ederek borçlarını ve üzerindeki kul
haklarını ödemeye başladı. Rüyada gördüğü gibi Kerbela'ya müşerref oldu.
Ölünceye dek de orada kaldı.
Köpeğe dahi olsa, Allah'ın yarattığı varlıklara ihsanda bulunmak konusunda
birçok hadis zikredilmiştir. Bazen bu ihsanlar insanın akıbetinin hayra
dönüşmesine ve Allah'ın mağfiretini elde etmeye vesile olmaktadır.
Bu konuda şahit oldukça fazladır. Nitekim, Biharu'l-Envar adlı eserin 14.
cildinde Hayatu'l-Hayvan adlı bölümde Dumeyrî, Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle
nakleder:
Vaktiyle kadının biri çöle gitmişti. Bir süre sonra oldukça susadı.
Kendini bir su kuyusuna yetiştirdi. Kuyunun dibine inerek doyuncaya
kadar su içti. Kuyudan çıktığında susuzluktan kuyunun etrafındaki nemli
toprağı yalayan bir köpek gördü. Kendi kendine "Zavallı köpek! O da
benim gibi susamış olsa gerek" diye düşündü. Hâline acıdı ve su çıkarmak
için aynı zahmetle tekrar kuyunun dibine indi. Çizmesinin içine su
doldurdu ve ağzıyla kavrayarak yukarı çıktı. Sonra da onunla köpeğin
susuzluğunu giderdi. Bu iyiliğine karşılık olarak da Allah ona yardım etti
ve günahlarını affetti.
"Ey Allah'ın Resulü! Hayvanlara yaptığımız iyiliklerin bir karşılığı var
mıdır?" diye sorduklarında; "Evet, susayan her ciğeri serinletmenin ve
ona su vermenin bir mükâfatı vardır" buyurdu.
Yine aynı kitapta Resul-i Ekrem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Miraca gittiğim akşam cennete girdiğimde orada birini gördüm. Susuz bir
[35]
köpeği suyla doyuruyordu."
Yeri geldiğinde hayvana iyilik yapmak günahların bağışlanıp akıbetin hayırlı
olmasına sebep olabiliyorsa insanlara, özellikle de müminlere ihsan etmenin
etkisini düşünebiliyor musunuz?
050
İMAM RIZA (A.S) ZİYARETÇİLERİ
Rabbani âlim Hacı Şeyh Muhammed Cevad Bîdâbadî'yle aynı dönemde
yaşayan takva ve yakîn ehli bir zat şöyle nakleder:
Bir gün Merhum Bîdâbadî, ziyaret amacıyla kız kardeşiyle birlikte
İsfahan'dan Meşhed'e hareket etti. Kırk gün orada ikamet etmeyi niyet
etmişlerdi. Henüz ikametlerinin üzerinden 18 gün geçmemişti ki rüya
âleminde İmam Rıza'yı (a.s) gördü. İmam ona "İsfahan'a dönmelisin" diye
emretti. "Efendimiz, ben burada kırk gün kalmayı niyet etmiştim. Henüz
geleli 18 gün olmadı" dedi. Bunun üzerine İmam "Kız kardeşin annesinin
özlemine dayanamıyor; bizden İsfahan'a dönmesini talep etti. Onun hatırı
için dönmelisin, ziyaretçilerimi sevdiğimi bilmiyor musun?" diye cevap
verdi.
Merhum Bîdâbadî uyandığında kız kardeşine "Geçen gün İmam
Rıza'dan (a.s) ne istedin?" diye sordu. "Annemin ayrılığına dayanamayıp
üzülünce yüce İmam'dan İsfahan'a dönmemizi talep ettim" dedi.
İmam Rıza'nın (a.s) tüm Şiîlerine, özellikle de türbesini ziyaret edenlere
duyduğu şefkat ve muhabbet herkes tarafından bilinmektedir. Nitekim
ziyaretnâmesinin bir bölümünde, "Selam olsun sana ey şefkatli İmam!"
ibaresi yer almaktadır. Mukaddes türbesini ziyaret eden herkes, İmam'dan
yana muhakkak muhabbet ve inayet görmüştür.
051
EVLAT ACISI
Müminlerin yanında takva ve iyilikseverliliğiyle tanınan Seyit Zinnur (mimar)
şöyle nakleder:
Bir gece rüyamda oldukça geniş bir bağın içinde görkemli bir köşk
görmüştüm. Muhafızdan izin alıp içeri girdim. Köşkün büyüklüğü beni
büyülemişti. İçinde gezinmeye ve derinliklerine doğru yürümeye başladım.
Olağanüstü güzellikte bir yere vardım. Etrafı ırmaklarla çevrili bu yer,
mest edici kokular saçan yasemin ağaçlarıyla daha da muhteşemdi.
Ağaçların gölgesinin altında çeşit çeşit süslerle bezenmiş bir taht vardı.
Şeyh Muhammed Kâsım Talakat (vaiz) tüm heybeti ve izzetiyle tahtın
üzerindeydi.
Muhafıza dönerek, "Bu saltanat kime ait?" diye sordum. "Saltanat
kürsüsünde oturan Talakat'a ait" diye cevap verdi. İzin alarak huzuruna
çıktım. Uzun bir teşrifattan sonra "Sizinle bir arkadaşlığımız vardı ve
durumunuzdan haberdar idim. Nasıl oldu da Allah size böyle bir makam
inayet etti?" diye sordum. "Evet, haklısın. Benim bu makamı hak edecek
bir amelim yoktu, ama 18 yaşında genç bir oğlum vardı. Dünyadayken
ansızın boğazında bir hastalık meydana geldi ve 24 saat içerisinde o
hastalık yüzünden öldü. Allah da bu musibet karşılığında şu gördüğün
makamı bana ihsan etti" diye cevap verdi.
Seyit Zinnur şöyle der: Talakat'ın oğlunun ölümünden haberim yoktu.
Onu görüp rüyamı anlatmak istedim. Kendi kendime "Belki de oğlu
ölmemiştir ve rüyanın başka bir tabiri vardır" diye düşünüyordum. Âlim
arkadaşlarımdan birine merhumun oğlunu sordum. "Evet, onun 18 yaşında
bir oğlu vardı ve 24 saat içerisinde hayatını kaybetti" diye cevap verdi.
Evlat acısına, özellikle de erkek çocuklarının ölümlerine sabretmenin
mükâfatıyla ilgili olarak birçok rivayet ve kıssa nakledilmiştir. Bu kıssaları
merhum Tuveyserkanî Leâliyu'-l-Ahbar adlı eserinin başlarında nakletmiştir. Bu
konuda daha fazla bilgi edinmek için Şehid-i Sani'nin Meskenu'l-Fuad fî Mevti'l-
Ehibbe ve'l-Evlâd adlı eserine müracaat edebilirsiniz.
Burada, konuyla ilgili bir hadisi zikretmekle yetiniyoruz: İmam Câfer Sâdık
(a.s) şöyle buyurmuştur: "İster sabretsin, ister sabretmesin evladını kaybeden
[36]
müminin mükâfatı cennettir."
Her musibetin mükâfatı sabır göstermeye bağlıdır. Ama evlat acısı bundan
istisnadır. Yani insan bu musibete sabredemese dahi Allah katında mükâfatı
sabittir.
052
SADIK RÜYA
Yakîn ehli Ehlibeyt aşıklarından merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' Cemmî
şöyle anlatır:
Vaktiyle bir Gadir-i Hum bayramında Necef'e müşerref olmuştum.
Ziyaretimi tamamladıktan sonra memleketime (Cem) döndüm.
Muharrem ayında Hüseyniye'de, İmam Hüseyin (a.s) anısına matem
törenleri düzenliyordum. Aşura günü gelip çattığında şevkle o yüce İmam'ı
ziyaret etmeyi arzulamıştım. Bu muradımın yerine gelmesi için O'na
tevessül ettim. Normal şartlara göre oraya gitmem imkânsız gibi
görünüyordu. Aynı gece rüya âleminde İmam Ali ve imam Hüseyin'in (a.s)
mübarek cemalini ziyaret ettim.
İmam Ali (a.s) oğluna, "Niçin Muhammed Şefi'in gelmesine izin
vermiyorsun?" diye sordu. İmam Hüseyin (a.s), "İzin belgesini yanımda
getirim" diye cevap verdi. Sonra her iki tarafı eşit olan ve üzerine iki nurlu
satır yazılı bir kâğıt verdi. Şiir ehli olmadığım halde bir bakışta onu
ezberledim:
Ol şahın muhlislerindendir kendisi
Adı Muhammed'dir hem de Şefi'
Nasip oldu yoldaşa Kerbela'ya yolculuk
Gerçi çok olmamıştı Necef'ten döneli
Uyandığımda son derece neşeliydim. Artık dileğimin
gerçekleşeceğinden kesinlikle emindim. Rabbime şükürler olsun ki, aynı
gün içerisinde Kerbela'ya gitme vesileleri tedarik olmuştu. O gün
Kerbela'ya doğru yola koyuldum ve İmam'ın pak türbesini ziyaret ettim.
Merhum Hacı Şeyh Muhammed Şefi' ile yaklaşık 30 yıl arkadaşlığımız
olmuştu. Birkaç hac ziyareti yanı sıra diğer ziyaretlerde de birlikteliğimiz oldu.
Amel ehli, güzel ahlaklı, sadık ve ihlâslı bir Ehlibeyt (a.s) aşığıydı. Gittiği her
şehirde hayırsever kişilerle ülfet kurar, katıldığı her mecliste insanlara Allah'ı ve
Ehlibeyt'i (a.s) hatırlatırdı. Ehlibeyt'in (a.s) menkıbelerini anlatmaktan ve onların
düşmanlarına buğz etmekten kaçınmazdı. Tevazuda, hayâda, edepte, insanlara
muhabbet etmede, cömertlikte ve iyilikseverlikte gerçekten de eşsiz biriydi.
Allah makamını yüceltsin; Muhammed (s.a.a) ve O'nun temiz soyundan gelen
masum imamlarla haşretsin.
053
HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ
Hacı Ali Ekber Serverî Tahranî şöyle anlatır:
İbadet ehli seyide bir teyzem var. Kendisi ailemizin bereket kaynağıdır.
Bir sıkıntımız olduğunda ona müracaat eder, hayır duasıyla sıkıntılarımızı
bertaraf ederiz.
Bu iffetli kadın vaktiyle bir hastalığa yakalanır. Birkaç hastane ve
doktoru ziyaret eder, ancak bir yararı olmaz. Sonunda Hz. Fatıma'ya (s.a)
yönelik bir tevessül meclisi düzenler. Meclise gelen davetlilere yemek
ikram eder. Aynı gece bir rüya görür.
Rüyasında Hz. Fatıma (s.a), evini ziyarete gelmiştir. O'na evinin küçük
olduğunu, yeterince hazırlıklı olamadığını, bu yüzden de kendilerini davet
edemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Fatıma (a.s) "Biz kendimiz
gelmiştik, meclisinizde hazır idik. Şimdi de sana hastalığının çaresini
göstermeye geldik" der. Sonra da mübarek ellerini yüzünün hizasına
kaldırarak elinin içine bakmasını ister. Teyzem Hz. Fatıma'nın elinin içine
baktığında orada bedeninin içini görür. Rahmi iltihap içerisindedir. Daha
sonra Hz. Fatıma, "Falan doktora git, iyileşeceksin!" der.
Teyzem ertesi gün Hz. Fatıma'nın, rüyada tavsiye ettiği doktora
müracaat eder ve derdini söyler. Çok geçmeden ağrıları bertaraf olur.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Eğer Hz. Fatıma (a.s) isteseydi,
herhangi bir doktora müracaat etmeden veya herhangi bir ilaç kullanmadan
hastaya o anda şifa verebilirdi. Ama Allah, hikmeti gereğince her dert için bir
derman yaratmıştır. Yani, Allah'ın o ilaçta kıldığı özellik ortaya çıkmalıdır. O
halde hastalar doktora müracaat etmekten veya ilaç kullanmaktan
kaçınmamalıdırlar.
Bilinmelidir ki Allah, şifayı doktor vesilesiyle verir. Elbette bazı durumlarda
ilahî maslahat gereğince direkt olarak da hastalara şifa verebilir. Belki de
zikredilen seyide hanım için böyle bir maslahat söz konusu değildi. Bu yüzden
ilahî sünnet gereğince doktora gitmesi söylendi.
İmam Sâdık (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Vaktiyle peygamberlerden biri hastalandı. "Bana hastalığı veren
Allah şifamı da verene kadar ilaç kullanmayacağım!" dedi. Bunun
üzerine Allah-u Taâla ona şöyle vahyetti "İlaç kullanmadığın sürece
sana şifa vermem. Zira, (ilaçla da olsa) hastalığının şifası benim
[37]
elimdedir."   
054
ANNELER AZİZDİR
Kuveyt sakinlerinden Molla Ali Kazerunî, doğru rüyalar gören mukaşefe
sahibi biriydi. Zamanın takva sahibi erdemli kişilerindendi. Bir hac seferinde
kendisiyle tanışma ve arkadaşlık etme şerefine nail oldum. Bana şöyle anlattı:
Rüya âleminde ucu bucağı olmayan çok geniş bir bahçe gördüm.
Ortasında oldukça büyük, görkemli bir köşk vardı. Hayranlıkla onu
süzüyordum. Kime ait olduğunu merak etmiştim. Muhafızlardan birine
sordum, Habib Neccar Şirazî'ye ait olduğunu söyledi.
Habib, yakından tanıdığım ve arkadaşlık yaptığım biriydi. Gördüğüm
köşke ve onun makamına gıpta etmemek elde değildi. Derken köşkün
üzerine yıldırım düştü. Köşkü yakıp kül etti. Bu korkunç manzaranın
dehşetiyle uykudan uyandım. Yapmış olduğu bir günahtan dolayı
makamının yok olduğunu düşündüm.
Hemen ertesi gün mülakatına gittim. "Geçen gün ne yaptın?" diye
sordum. "Bir şey yapmadım" dedi. Allah'a ant içirterek "Bu tür şeyler
ortaya çıkması gereken gizemli olaylardır. Mutlaka anlatmalısın!" dedim.
Bunun üzerine yaptığı bir hatayı bana da anlattı. "Geçen akşam falan
saatte annemle aramda bir konuşma oldu. Sonunda dayanamayıp anneme
vurdum" dedi. Hakkında gördüğüm rüyayı ona da anlattım. "Annene eziyet
ettiğin için böyle bir makamı kaybettin" dedim.
Gerek ayetlerden, gerekse rivayetlerden anlaşılan şudur ki, bazı büyük günahlar
salih amelleri ve iyi davranışları yok eder. Nitekim Uddetu'd-Dai adlı eserde
Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir defa la ilâhe
illallah derse, Allah onun için cennette bir ağaç diker." "Ey Allah'ın Resulü! O
halde cennette bizim çok ağacımız var" denilince Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle
buyurdu: "Ateş gönderip de onları yakmaktan kork!"
İşte, bu büyük günahlardan biri de anne-baba hakkına riayet etmemek; yani,
anne-babayı üzmek ve onlara saygısızlık etmektir.
055
ZENGİNLERİN İHLÂSLISI
Hacı Şeyh Muhammed Bâkır Şeyhülislam şöyle anlatır:
Merhum Hacı Kıvamü'l-Mülk Şirazî, vaktiyle bir Hüseyniye
yaptırıyordu. Hüseyniyenin taşları için zamanın önde gelen taş yontma
ustalarından seyit Haccar'ı istihdam etmişti. Bu muamelede Seyit büyük
bir zarara uğradı. Öyle ki, 300 tümen gibi bir meblağ borçlanmıştı. O
zamanlar bu miktar yüksek bir meblağ sayılırdı. Kısacası, bu anlaşma
yüzünden durumu daha da kötüleşerek perişan bir hâle geldi.
Bir Cuma akşamı Cafer-i Tayyar namazı kılıp işlerinin açılması için
İmam Ali'yi (a.s) vesile edinerek Allah'tan yardım ister. O gece rüyasında
İmam Ali'yi (a.s) görür. İki Cuma akşamı aynı rüyayı görür. Üçüncüsünde
İmam ona "Yarın Hacı Kıvam'ın yanına git; biz seni ona havale ettik"
buyurur. Uyandığında ne yapacağını bilemez. Kendi kendine "Hacı
Kıvam'la nasıl konuşayım? Elimde bir nişane yok! Bu yüzden beni
yalanlayabilir" diye düşünür.
Üzgün bir halde Hüseyniyeye giderek bir köşeye çekilir. O sırada Hacı
Kıvam da hizmetkârları ve birtakım çevresiyle birlikte çıkagelir. Hacının o
saatte Hüseyniyeye gelmesi beklenmedik bir durumdur. Seyit Haccar'ın
yanına gelerek "Benimle eve kadar gelmeni istiyorum; seninle işim var!"
der.
Hacı Kıvam evine döndükten sonra Seyit de arkasından oraya gider.
Hizmetkârlar son derece ihtiramla onu Hacı Kıvam'ın huzuruna götürürler.
Selam verip içeri girdiğinde Hacı Kıvam, hâlini bile sormadan her birinde
yüzer tümen değerinde para bulunan üç para kesesi takdim eder. "Bunu al,
borcunu öde" der. Sonra da hiçbir şey söylemez.
Bu kıssadan da anlaşıldığı üzere, eskiden imkân sahibi hayırsever kimseler,
yaptıkları hayır işlerde sınırlı da olsa, sadık ve ihlâslı idiler. Bu yüzden nice din
büyüklerinin teveccühünü kazanıp yanlarında yer almışlardır.
Ne yazık ki günümüzde servet sahibi kişiler genellikle servetlerini nasıl
çoğaltacaklarını düşünmektedirler. Böyle olunca da mallarını hayır işlerde
kullanmak onlara nasip olmamaktadır.
Buna ilave olarak, varlıklarının az bir miktarını hayır yolda harcasalar bile,
içlerinde samimiyet ve ihlâs görülmemektedir. Bazıları, insanların kendilerini
methetmelerini beklerler. Yapmış oldukları iyiliklerde Allah rızası olmadığı için
kalıcı bir netice de elde etmeyeceklerdir.
Hayırlı amelleri batıl eden riya konusu Büyük Günahlar adlı eserde etraflıca
beyan edilmiştir. Allah, zenginlerimizi biriktirdikleri mallardan netice almaya
muvaffak etsin.
Hak ile taşırsan malını eğer
Temiz mal budur işte der Peygamber
056
ÖLÜLERİN HÂLİ
 Hacı Seyit Muhammed Ali Naci, merhum babası Hacı Seyit Muhammed
Hasan'ın vasisi idi. Merhum babası geride çok fazla namaz ve oruç kazası
bırakmış, ecir tutması için oğluna vasiyette bulunmuştu. Seyit Ali Naci, dört yıl
namaz ve dört ay oruç için (Ateşîha Mescidi'nin cemaat imamı) merhum Hacı
Seyit Ziyauddin'i bu işe ecir etti ve parasını nakit olarak ödedi.
Seyit Ali Naci der ki:
Bir müddet sonra rüyamda babamı gördüm. Çok üzgündü. Ona
"Babacığım, vasiyetini yerine getirdim. Dört yıllık namaz ve orucunu
yerine getirmesi için Seyit Ziyauddin'e para verdim. Şimdi benden razı
mısın?" dedim. Babam son derece üzgün bir halde "Kim başkasını düşünür
ki? Seyit Ziyauddin benim adıma sadece altı günün namazını kıldı" diye
cevap verdi.
Uyandığımda seyit Ziyauddin'in yanına giderek "Babam için ne kadar
namaz kıldınız?" diye sordum. "Kıldığım miktarı bir deftere yazmıştım"
dedi. Ona "işlerinizin düzenli olduğunu biliyorum, ama bilmek istediğim
bir konu var ve gördüğüm rüyanın doğru olup olmadığını öğrenmek
istiyorum" dedim. Uzun bir ısrardan sonra defterini getirdi. Gerçekten de
kıldığı namazların sayısı altı günü geçmemişti. Seyit Ziyauddin oldukça
şaşırmıştı. "Gerçekten unutmuşum. Namazın çoğunu kıldığımı
sanıyordum. Merhum babanız böyle dediyse bu günden itibaren
namazlarını kılmaya başlayacağım" dedi.
Kısacası, bu rüya sayesinde Seyit Ziyauddin'in ecir namazlarını unuttuğu ortaya
çıkmış, böylece merhum Hacı Naci'nin rüyasının gerçek olduğu anlaşılmıştı.
İmam Ali'nin (a.s) kısa sözlerini içeren Gureru'l-Hikem adlı hadis kitabında
İmam (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Öz nefsinin vasisi ol ve kendi malın
konusunda başkalarının senin için ne yapmasını istiyorsan, aynını kendin
yap."
Hadis şunu vurgulamak istiyor: Yani, ölümünden sonra başkalarının, senin
malın üzerinde yapacakları iyilikleri henüz hayattayken kendin yap. Zira Allah'tan
korkan ve sana acıyacak olan dindar vasi pek azdır. Ayrıca vasi, senin vasiyetini
yerine getirebilir. Ancak vasinin senin adına namaz, oruç ve hac görevlerini
yerine getirmesi için ecir tuttuğu kimse bunları doğru bir şekilde yerine
getirmeyebilir ya da itina etmeyerek unutabilir. Doğru yerine getirse bile, insanın
bizzat yapmış olduğu ameller başkasının niyabeten yaptığı amellerden çok daha
farklıdır. Nitekim şöyle rivayet edilir:
Ashaptan biri, Allah Resulü'ne (s.a.a), öldükten sonra ambarındaki
hurmaları bizzat kendisinin infak etmesini vasiyet eder. Allah Resulü de bu
vasiyeti yerine getirir. Yere düşen hurma tanelerinden birini alarak şöyle
buyurur: "Hayatta iken kendi eliyle bu hurma tanesini infak etseydi,
onun adına infak ettiğim ambardaki hurmalardan daha iyiydi!"
Sadi Şirazi ne de güzel söylemiş:
 
Bir yaprak da olsa gönder mezara
Yoksa getiren olmaz senden sonra
Ye, giy, bağışla ve ihsanda bulun
Neden saklarsın ki başkalarına
 
Altın ve nimet versen bil ki hayır var
Senden sonra elbet emrinden çıkar
Azığını al da yanında götür
Kim acır ki sana; ne evlat, ne yâr
 
Yanarsan, hayatta kendine dert yan
Ölüye dert yanmaz diri hırsından
Başparmağın kadar hâline acıyan
[38]
Bulunmaz dünyada senin ardından
 
57
YARIM KALAN MESCİT
(Serduzek Mescidi'nin banisi) merhum Hacı Gulam Ali Behbehanî'nin oğlu
merhum Hacı Muhammed Hasanhân Behbehanî şöyle nakleder:
Babam Serduzek Mescidi yapılmadan önce ölümcül bir hastalığa
yakalandı. Mescidin tamamlanması için Bombay'dan havale edilen 12 bin
rupiyeyi mescidin yapımında kullanmamı vasiyet etti. Vefat ettiğinde
mescidin yapım işleri birkaç günlüğüne durduruldu.
Gece rüyamda babamı gördüm. Bana "Niçin yapım işlerini
durdurdunuz?" diye soruyordu. "Size duyulan saygıdan ve sizin için
düzenlenen taziye meclisinden dolayı böyle yaptık" dedim. Bunun üzerine
bana "Madem benim için bir şey yapmak istiyordunuz o halde mescidin
yapım işlerini durdurmasaydınız!" diye itiraz etti.
Uyandığımda mescidin kalan işlerini tamamlamaya karar verdim ve
babamın bu vasiyetini yerine getirmek için kolları sıvadım. Ne var ki
babamın vasiyet ettiği havaleyi bir türlü bulamıyordum. Her yere bakmış,
elimden geleni yapmıştım.
Birkaç gün sonra tekrar babamı rüyamda gördüm. "Neden mescidin
binasını yapmıyorsun?" diye sordu. "Vasiyet ettiğiniz rupiyelerin
havalesini bulamıyorum" diye cevap verdim. Odanın arkasındaki küçük
bölüme düştüğünü haber verdi. Uyanıp ışığı yaktım. Gerçekten de
söylediği yerdeydi. Daha sonra o meblağı tahsil ederek mescidin binasını
tamamladım.
058
SADIK RÜYA
Merhum Hacı Mutemed şöyle nakleder:
Taziye meclisi için Şah Daiyullah Vakfı'na davet edildim. Karlı hava ve
yağışın etkisiyle yollar çamurlu olduğu için Şiraz'daki Dârusselam
Mezarlığı'ndan geçmem gerekti. Mersiye merasimi sona erdikten sonra
aynı yoldan tekrar geri döndüm. Gece rüyamda Sultan lakabıyla tanınan
merhum Hacı Seyit Ali Ekber Falesîrî'nin oğlu Seyit Mirza'yı gördüm. "Ey
Mutemed! Bugün bizim evin yanından geçerken binanın hasarlı olduğunu
gördün; niçin onu tamir etmedin?" diye sordu.
Merhumun mezarının orada olduğundan hiç haberim yoktu. Aynı gün
mezarlığın sorumlusu Şeyh Hasan'ın yanına giderek durumu ona da
anlattım. Merhumun mezarının orada olup olmadığını öğrenmek
istiyordum. Şeyh Hasan, mezarın orada olduğunu söyledi. Sonra birlikte
mezarı görmeye gittik. Gerçekten de mezar, önceki gün geçtiğim
güzergâhta bulunuyordu ve yağışlar nedeniyle harap bir hâle gelmişti.
Bunun üzerine Şeyh Hasan'a bir miktar para vererek mezarı tamir etmesini
istedim.
Bu ve bunun gibi daha binlerce yaşanmış öyküden insanın, öldükten sonra
bedeninin toprak altında kalsa da yok olup gitmediğini anlıyoruz. İnsanın bedeni
çürüyüp gitse de ruhu berzah âleminde kalıyor ve bu dünyada olup biten
[39]
olaylardan haberdar olabiliyor. Bu konu Kurân-ı Kerim ve rivayetlerde açıkça
beyan edilmiştir.
Biharu'l-Envar'ın 3.cildinin 141. sayfasında Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle
rivayet edilmiştir:
Allah resulü (s.a.a) Bedir Savaşı'nda öldürülen müşriklere şöyle hitap
etti: "Allah Resulü'ne (bana) ne kötü komşulardınız sizler! O'nu evinden
dışarı çıkardınız. Sonra bir araya toplandınız ve O'nunla savaştınız.
Kuşkusuz ki Allah'ın bana vaat ettiği şeyi, yani dünyada helak olmayı ve
ahirette de azabı hak olarak buldunuz."
Ömer b. Hattab "Ey Allah'ın Resulü! Helak olup giden ölülerle nasıl
konuşuyorsunuz?" diye sorunca Allah Resulü şöyle buyurdu: "Sus,
konuşma ey Hattab'ın oğlu! Allah'a ant olsun ki sen onlardan daha iyi
işitmiyorsun. Onlarla azap melekleri arasındaki mesafe, ancak benim
onlardan yüz çevirip gitmem kadardır. Ben yanlarından ayrılır ayrılmaz
azap melekleri onları cezalandıracaktır!"
Yine şöyle rivayet edilir:
Cemel savaşı sona erdiğinde İmam Ali (a.s) ölülerin arasında
yürüyordu. İkinci ve üçüncü halife döneminde Basra'da kadılık yapan,
çocukları ve akrabalarıyla İmam Ali'ye (a.s) karşı savaşa gelen Kâb b.
Sur'un cesedinin yanından geçerken durdu ve onu oturtmalarını istedi. Bu
savaşta o ve tüm yakınları öldürülmüştü. Kâb'ın cesedine hitaben şöyle
buyurdu: "Ben Allah'ın bana hak üzere vaat ettiğini (zafer ve fethi)
buldum; sen de Allah'ın sana hak üzere vaat ettiğini (dünyada helâki,
ahirette de azap içinde olmayı) buldun mu?
İmam'ın emri üzerine onu tekrar yere yatırdılar. Bir süre sonra Talha'nın
cesedinin yanı başına geldi. Onu da oturtmalarını istedi. Aynı sözü ona da
tekrarladı. Ashaptan biri "Ey müminlerin emiri! Artık duyamayan bu iki
cesetle neden konuştunuz?" diye sorunca İmam şöyle buyurdu: Allah'a ant
olsun ki sözlerimi işittiler. Nitekim Bedir'de öldürülen müşrikler de Allah
Resulü'nün sözlerini işitmişlerdi."
059
ÖLÜME HAZIRLIK
Hac seferinde ve mukaddes türbeleri ziyaret ettiğim vakit Allah'ın salih
kullarından Hacı Yahya Mustafavî İklidî ile arkadaşlık ve yoldaşlık etme şerefine
nail oldum. O büyük zat bana şunları anlattı:
Seyit Muhammed Sahhaf adında hayırsever bir İsfahanlı vardı. Merhum
Seyit Zeynelabidin İsfahanî'ye gönülden bağlı biriydi. Seyit
Zeynelabidin'in vefatının üzerinden bir yıl geçmişti ki bir Cuma akşamı
Muhammed Sahhaf rüyasında onu görmüştü.
Rüyasında merhum oldukça büyük ve geniş bir bahçede, yüksek bir
köşktedir. Köşkün içi türlü türlü ipek halılar, rengârenk güller ve
reyhanlarla kuşanmıştır. Her yanında çeşit çeşit yiyecek ve içecek vardır.
Kısacası, onu lezzetler ve çeşit çeşit nimetler içinde görünce hayrete
kapılır. Bir süre sonra buranın berzah âlemi olduğunu anlar. Gördüğü bu
makama gıpta etmeye başlar. Merhum Seyit'e dönerek "Siz burada böylesi
yüce makamlarda nimetler içerisindesiniz; bizse dünyada binlerce
sıkıntıların ve dertlerin içerisinde yaşıyoruz" der ve "Bana da yanınızda
yer verseniz ne iyi olur!" diye ricada bulunur. Merhum Seyit; "Bizimle
olmayı arzuluyorsan gelecek hafta seni bekliyorum" der.
Derken rüyasından uyanır. Gördüklerini, bir haftadan fazla ömrünün
kalmadığına yorar. Bu nedenle de borçlarını ödeyip ailesine gerekli
vasiyetleri eder ve kısa sürede işlerini yoluna koyar.
Akrabaları, "Sendeki bu değişikliklerin sebebi nedir?" diye
sorduklarında "Uzun bir yolculuğa çıkacağım. O yüzden hazırlık
yapıyorum!" diye cevap verir.
Nihayet Perşembe günü tüm akrabalarını bir araya getirerek "Bugün
ömrümün son günüdür; gece vakti ebedi yurduma göçeceğim" der. Onlar
"Sen son derece sağlık ve esenlik içindesin" deseler de "Bu, kesin bir
vaattir" diyerek karşı gelir. Akşamdan sabaha kadar dua ve istiğfarla
meşgul olur. Ailesini yanından uzaklaştırarak onları istirahat etmeye zorlar.
Güneş doğduktan sonra başucuna geldiklerinde merhumun kıbleye doğru
yattığını ve o halde öldüğünü görürler.
Allahın rahmeti üzerine olsun.
060
HACCIN ÖNEMİ
Merhum hacı Abdülali Moşksar şöyle nakleder:
Rabbani âlimlerden merhum Hacı Seyit Abdülbaki, bir gün Ahmedağa
Mescidi'nde cemaat namazının ardından minbere çıktı. Ben de o mescitte
hazır idim. "Bugün size nasihat olarak kendi gördüğüm bir şeyi anlatmak
istiyorum" dedi ve anlatmaya başladı:
Mümin bir arkadaşım vardı. Hastalanınca ziyaretine gittim. Onu ölüm
döşeğinde görünce yanı başında oturarak Saffat ve Yasin sûrelerini
okumaya başladım. Ailesi odadan dışarı çıkınca onunla baş başa kaldım.
Tevhid ve velayet kelimelerini telkin etmeye başladım.  Şuuru yerinde
olmasına ve henüz söyleyebilecek durumda olmasına rağmen
tekrarladıklarımı söylemedi. Ansızın son derece öfkeli bir edayla bana
dönüp "Yahudi, Yahudi, Yahudi!" dedi.
Bunu duyunca başımı dövündüm. Artık yerimde duramıyordum. Hemen
dışarı çıktım. Ben çıkınca ailesi de yanına gitti. Kapıya yaklaştığımda
ağlama ve feryat sesleri işittim. Arkadaşım artık ölmüştü.
Durumu araştırdıktan sonra epey bir süredir bu bedbahtın üzerine
haccın farz olduğu, buna rağmen hacca gitmediği anlaşıldı. Bu önemli
farizayı yerine getirmediği için de bir Yahudi olarak dünyadan göçtü.
061
İMAM HÜSEYİN'E (A.S) TEVESSÜL
[40]
Abguştî lakaplı merhum Hacı Muhammed Rahim'in oğlu Hacı Mirza Ali
Îzedî şöyle anlatır:
Babam çok hastalanmıştı. Bizden kendisini camiye götürmemizi istedi.
"Size saygısızlık olur; çünkü eşraf ve tacirler ziyaretinize geliyorlar. Bu
işin camide yapılması münasip olmaz" diye itiraz ettik. Allah'ın evinde
ölmek istediğini söyledi. Camiye oldukça düşkün biriydi. Mecburen onu
camiye ötürmek zorunda kaldık.
Bir akşam hastalığı daha da şiddetlendi. Durumu kötüleşip kendinden
geçince eve götürdük. O akşam ölüm sarhoşluğu iyice kendini belli
ettirmişti. Artık öleceğinden emin idik. Odanın bir köşesinde oturup
ağlamaya başladık. Defin ve taziye işleri hakkında görüş alışverişinde
bulunduk. Sehere kadar bu durum devam etti.
Ansızın beni ve kardeşimi yanına çağırdı. Hemen yanına koştuk. Kan
ter içindeydi. Bize "Sakin olun; gidip uyuyun. Pek yakında bu hastalıktan
kurtulacak ve iyileşeceğim" dedi. Şaşırmıştık.
Ertesi sabah hastalığı tamamen geçmiş, iyileşmişti. Adeta hastalığından
eser yoktu. Yatağını toparlayıp hamama götürdük.
Bu olay 1330 h.k. yılında, Muharrem ayının başlarında gerçekleşti.
Utancımızdan bu hastalıktan nasıl kurtulduğunu ve bir anda nasıl
iyileştiğini soramadık.
Bir ara Hac mevsimi yaklaşmıştı. Birtakım hesaplarını yapıyor ve
işlerini yoluna koymakla uğraşıyordu. Ziyaret hazırlıklarını yaptıktan sonra
ilk kafileyle yola çıktı. Şiraz'a bir fersah uzaklıktaki Cennet bağına kadar
uğurlamaya gittik. Akşama kadar da onunla birlikte kaldık.
Yolculuk sırasında "Neden bana o gün bir anda nasıl iyileştiğimi
sormadınız?" dedi. Sonra da kendi cevapladı: Aslında o akşam ecelim
gelip çatmıştı. Ben ölüm sarhoşluğu içindeydim ki, bir anda kendimi
Yahudilerin mahallesinde buldum. Onların kötü kokusu ve içinde
bulundukları kötü manzara karşısında dehşete kapıldım. Öldüğümde
onların zümresinde olacağımı anladım. İşte o halde Rabbime yalvardım.
Gördüğüm yerin haccı terk edenlere ait bir yer olduğu söylendi. Bunun
üzerine "O halde İmam Hüseyin'e (a.s) yaptığım tevessüller ve döktüğüm
gözyaşlarım ne olacak?" diye sordum.
Ansızın o ürkütücü manzara bir anda ferahlatıcı bir manzaraya dönüştü.
Bana "Senin o yolda yaptığın tüm hizmetler kabul oldu ve haccını yerine
getirmen için İmam Hüseyin (a.s) sana şefaat etti. Ömrün on yıl uzatılarak
ecelin geciktirildi" dediler. İşte, o gün yaşadıklarım bunlardı.
Merhum Îzedî der ki:
1340 yılında, Muharrem ayından önce, babam bu kez hafif bir hastalığa
yakalandı. Muharrem ayının ilk akşamı, ömrünün son akşamı olacağını
haber verdi. Tıpkı bize haber verdiği gibi muharrem ayının ilk akşamı,
seher vakti Allah'ın rahmetine kavuştu.
Gizem dolu bu öykü, bizlere iki mesaj sunmaktadır: Birincisi, haccın önemi;
ikincisi ise bu farizayı terk etmenin günahının ne kadar büyük olduğu ve bu yolda
hiçbir şekilde tembellik yapılmaması gerektiğidir.
Merhum Muhakkik, İlelu'ş-Şerayi adlı eserinde şu ifadeyi kullanılmıştır:
"Şartlar hazır olduğunda hacca gitmek, bir an evvel yerine getirilmesi gereken
farzlardandır." Nitekim bu vazifeyi geciktirmek büyük günahlardan olduğu gibi
insanı helake sürükler.
Yahudilerle haşredilmekten daha kötü bir helak söz konusu olabilir mi?
Nitekim Sefinetu'l-Bihar adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:
"Hacca gitmek için bir sıkıntısı olmayan kimse haccı engelleyecek bir
hastalığa müptela olmadığı veya zamane hükümeti tarafından bir engel
bulunmadığı sürece haccetmeden ölürse, dilerse Yahudi, dilerse de Nasranî
olarak ölür."
Özet olarak; şer'î bir mazeret olmadan haccı terk eden bir kimse öldükten sonra
Yahudi ya da Nasranîlerle beraber olacaktır.
[41]
Yine, "Kim bu dünyada kör ise, öteki dünyada da kör olacaktır" ayetinin
tefsiri hakkında şöyle denir:
Bu ayet, haccı yıldan yıla geciktiren kişi hakkında nazil olmuştur. Yani her yıl
hac zamanı geldiğinde "Seneye giderim" der ve hacca gidemeden ölüp gider. Bu
yüzden ilahî farizalardan birini yapmadığı için kör olur ve Allah da onu cennet
yolunu görmekten mahrum eder.
Öyküde anlatmak istenilen diğer bir konu da şudur:
İmam Hüseyin (a.s) kurtuluş gemisi ve Allah'ın geniş rahmetidir. O mukaddes
imama tevessül etmek, insana tövbe yolunu nasip eder.  Her türlü büyük günahtan
tövbe etmesini sağlar. İnsanın akıbetinin hayırlı olmasına ve günahlardan arınmış
olarak ölmesine sebep olur. Aynı şekilde İmam'a tevessül etmek, her türlü tehlike
ve âfetten güvende kalmayı sağlar. Şüphesiz, ihlâs ve sadakatle O'na sarılan
kurtuluş ve saadet ehli olacaktır.
062
ZEKÂTIN ETKİSİ
Hacı Muradhan Hasanşahî Ersencanî şöyle nakleder:
Vaktiyle Fars bölgesi çekirge istilasına uğramıştı. O gün Kıvamu'l-
Mülk'e Fesa civarındaki ekin tarlalarının bu istila sonucu yok olduğunu
haber verdiklerinde Kıvam, "Bizzat kendim görmeliyim" diyerek harekete
geçti. Merhum Benânulmülk, ben ve diğer bir grupla beraber Şiraz'dan
hareket ettik. Kıvam'ın tarlalarına vardığımızda tüm ekinlerinin çekirgelere
yem olduğunu gördük. Öyle ki içlerinde sağlam kalan tek bir başak bile
yoktu. Tarlanın içinde gezinip etrafa bakınıyorduk.
Hemen hemen tarlanın ortalarına varmıştık. Oradaki ekinler sanki hiç el
değmemiş gibi sapasağlamdı. Dört tarafındaki ekinler yok olmasına
rağmen bu bölgenin tek bir başağı bile yenmemişti.
Kıvam merakla, "Acaba bu tarla kime ait?" diye sordu. Fesa pazarında
yamacılık yapan bir şahsa ait olduğu söylendi. Bunun üzerine bana
dönerek onu mutlaka görmesi gerektiğini söyledi ve bu yüzden onu bulup
yanına getirmemi istedi.
Yamacıyı bulup "Kıvamu'l-Mülk sizi görmek istiyor" dedim. "Benim
Kıvam'la ne işim olabilir? Bir işi varsa, kendi gelsin!" diye cevap verdi.
Bir süre rica ve yalvarmalar neticesinde onu Kıvam'ın yanına gitmeye razı
ettik.
Nihayet araziye vardığımızda Kıvam "Şurası sana mı ait?" diye sordu.
Evet deyince, "Nasıl oldu da çekirgeler yalnız senin tarlana
dokunmamışlar?" diye sordu. Bunun üzerine yamacı şöyle cevap verdi:
"Ben kimsenin malını yemedim ki onlar da benim malımı yesinler! Ben
her zaman tarla başında mahsulün zekâtını ayırır, müstahaklara verir, daha
sonra geri kalanını eve götürürüm."
Kıvamu'l-Mülk, bir yandan onu takdir ederken bir yandan da onun bu
işine şaşkınlığını gizleyememişti.
063
KURÂN-I KERİM'İN ŞİFASI
Seyit Mahmud Hamidî şöyle der:
Şiraz halkının genelinin anofloanza hastalığına yakalandığı yıl (1337
h.k, Muharrem ayı) ailemin tüm fertleriyle beraber ben de aynı hastalığa
yakalanmıştım. Bir ara hastalığın şiddetinden baygınlık geçirdim.
Baygınlık hâlinde Fetih Mescidi'nin cemaat imamı merhum Seyit Mirza'yı
gördüm. Vekil Mescidi'nde cemaat namazı kıldırdıktan sonra cemaatten
birine şöyle dedi: "Halka söyle ellerini şakaklarına koyarak şu ayeti
okusunlar: 'Biz, Kurân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa
[42]
ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.' Kim bu ayeti
yedi defa okursa şifa bulacaktır."
Kendime geldiğimde ayeti yedi kez okudum ve hemen şifa buldum.
Sonra elimi oğlumun şakağına koyarak ayeti ona da okudum; o da hemen
iyileşti. Kısaca, o gün tüm ev halkı ayeti yedi defa okuyarak şifa buldu. O
yıldan bu yana ev halkından biri hastalanacak olsa, mezkûr ayeti okuyup
hemen şifa buluyoruz.
064
ÖLÜM KURTULUŞTUR
Birkaç yıl önce Şiraz'dan Tahran'a göç eden ve buraya yerleşen Seyit
Ziyauddin Takavî şöyle nakleder:
[43]
Bir gün merhum Şerefe'nin evine misafir oldum. Öğleden önce
oracıkta hafif bir uykuya dalmışım. Rüyamda Ayetullah Seyit Ali
Müctehidî Kazerunî'yi gördüm. Bir hamamda yere uzanmış, keseci de
yanına geçmiş, onu keseliyordu. Nedense sürekli bedeninden kirler
çıkıyordu. Şaşkınlığımdan kendi kendime "Acaba bu kirler nereden
çıkıyor?" diye düşündüm.
Uyandığımda rüyamı merhum Şerefe'ye de anlattım. Rüyamı işitince
çok üzüldü. "Görülüyor ki Seyit Ali'nin ölümü pek yakındır. Yazık ki
böyle bir cevheri kaybedeceğiz!" diyerek teessüfünü dile getirdi.
Seyit Ali'nin hâlinden habersiz olarak merhum Şerefe'nin evinden dışarı
çıktım. Ailesine durumunu sorduğumda hâlinin çok vahim olduğunu
söylediler. Ne yazık ki o gün öğleden sonra dünyadan göçtü. Daha
sonraları rüyayı gördüğüm sırada ölümün eşiğinde olduğunu öğrendim.
İçinde karmaşık rüyalar olmadığı sürece sadık rüya, ruhun belirli ölçüde
maddeden soyutlanması ve melekût âlemiyle irtibat kurması neticesinde
gerçekleşen hakikat âlemine uygun tasvirler görmektir.
Gerçekte ölüm, mümin için madeninin çirkefliklerinden arınmak, özgürlüğe
kavuşmak, tabiatın zincirlerinden ve kayıtlarından kurtulmak demektir. Merhum
Seyit de ölümle pençeleşirken ruhu maddelerden arınıp özgürlüğe kavuştuğu için
Seyit Takavî onu hamamda temizlenirken görmüştür.
Biharu'l-Envar'ın 3. cildinde şöyle nakledilmiştir:
İmam Ali Naki (a.s) ölüm halindeki bir sahabesinin yanına gitti. Hasta,
ağlıyordu ve ölümün zorluğundan oldukça korkuyordu. İmam (a.s) "Ey
Allah'ın kulu! Ölümü bilmediğin için ondan korkuyorsun. Bedenin
kirlendiğinde bundan rahatsızlık duyar, hoşlanmazsın. Hamama gittiğin
takdirde kirden ve kir yüzünden bedeninde oluşan yaralardan kurtulacağını
bildiğin halde yine de hamama gitmek istemez misin? Bu pisliklerden
arınıp temizlenmek istemez misin?" diye sordu. Hasta "Evet, isterim ey
Allah Resulü'nün oğlu!" deyince İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Ölüm de tıpkı
hamam gibidir. Tüm pisliklerden arınıp temizleneceğin en son duraktır.
Oradan geçersen, tüm sıkıntılarından geçer, rahatlığa ve saadete erersin!"
İmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine hasta adam sakinleşti. Sonra da
gözlerini kapayarak ölüme teslim oldu.
065
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MUSİBETİ
Şeyh Ali Muvahhid, Âşura günleri tebliğ amacıyla gittiği Laristan bölgesinden
döndüğünde şunları anlattı:
Morudeşt'in Fedag-ı Âla bölgesinde ikâmet etmiştik. Tasua günü birkaç
kişi yanımıza gelerek "Önceki akşam dört fersah ötede bulunan sedir
ağacının civarlarında ay ışığına benzer bir nur gördük" dedi. Bölge
ahalisinden birkaç kişi bu manzarayı görmek için ağacın olduğu yere gitti.
Âşura günü geldiklerinde, dün gece orada bir nura rastlamadıklarını,
ama sabaha yakın o ağaçtan yere kan damladığını bildirdiler. Akan
kanlardan kâğıt üzerinde birkaç damla kan örneği de getirmişlerdi. Bu
sahneyi gören bölgenin ehlisünnet kesiminden bir grup, Yezid'e ve İmam
Hüseyin'in (a.s) katillerine lânet okuyarak Şiîlerle birlikte matem
merasimlerine katıldılar.
Âşura günü bazı yörelerde bitkilerden ve cansız varlıklardan akan kanlar,
İmam Hüseyin'in (a.s) musibetinin büyüklüğünü göstermektedir. Bu tür olaylar Şiî
ve Sünnî tarihçilerin ittifak ettiği kesin meselelerdendir.
Bu konuda daha fazla bilgi için Şifau's-Sudur adlı kitaba müracaat
edebilirsiniz. Ayrıca, Riyazu'l-Kudüs adlı kitapta Kazvin'in Zerabad nahiyesinde
gerçekleşen ağaçtan kan akma olayı detaylı olarak beyan edilmiştir.
O'na gözleri açık ağlıyorsa zaman
Bil ki Kerbela'dan geçmekte bu kan
Bu konuyu teyit etmek amacıyla iki öykü daha naklediyoruz:
066
KANLI TOPRAK
Merhum Hacı Mümin şöyle anlatır:
Vaktiyle Serduzek Mescidi'nde Cuma namazını merhum Seyit Haşim'le
kılmaktan geri kalmayan iffetli ve muhtereme bir bayan vardı. Bir gün
bana gelerek, "Bende İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine ait nohut
büyüklüğünde bir parça toprak var. Onu kefenimin arasına koydum. Her
yıl Âşura günü o toprak kefenimin öteki yüzüne nüfuz edecek şekilde kan
oluyor, sonra da yavaş yavaş kuruyor!" diye haber verdi.
Bunun üzerine Âşura günü beni evine çağırmasını ve toprağı bana da
göstermesini rica ettim. İsteğimi geri çevirmedi. Âşura günü evine
gittiğimde bohçasını açarak kefenini çıkardı ve toprağı bana gösterdi.
Tıpkı söylediği gibi kefen kan olmuştu. Kadın bu manzara karşısında
titriyordu. O sahneyi görünce İmam'ın (a.s) musibetinin büyüklüğünü
hatırlayarak şiddetle ağlayıp kendimden geçtim.
Buna benzer bir olayı da merhum Irakî, Daru's-Selam adlı eserinde güvenilir
ve adil biri olan Molla Abdülhüseyin Hansarî'den nakletmiştir. Hansarî der ki:
Şerh-i Kebir'in sahibi Seyit Ali'nin oğlu Seyit Mehdi, vaktiyle bir
hastalığa yakalanmıştı. Şifa kastıyla zamanın büyük ve saygın âlimlerinden
füsul'un sahibi Muhammed Hüseyin ile Hacı Cafer Esterabadî'nin gusledip
ihram giyerek mübarek kabrin zemin katına inmeleri kararlaştırıldı.
Kitaplarda rivayet edilen âdâba göre kabrin yanı başına inip oradan bir
miktar toprak alacak, sonra da bunu hasta Seyit'e getireceklerdi. Daha
sonra iki büyük zat bu toprağın mukaddes türbeden olduğuna dair şahadet
edecekler, Seyit de bu şehadet doğrultusunda nohut büyüklüğündeki kutsal
toprağı yiyecekti.
Bu iki zat kutsal türbenin bodrumuna inerek o temiz topraktan bir
miktar aldılar. Aynı topraktan bir miktar da orada bulunan müminlere
verdiler. Bu müminlerin arasında daha sonraları kendisini ölüm döşeğinde
ziyaret ettiğim muhterem bir ıtır satıcısı. Arta kalan kutsal toprağı
ölümünden sonra liyakati olmayan kişilerin eline geçer endişesiyle bana
vermişti. Ben de onu bir şeye sararak annemin kefeninin arasına koydum.
Tesadüfen Aşura günü gözüm kefenin bulunduğu bohçaya ilişti.
Kefende bir rutubet hissetmiştim. Merakla açıp baktım. Toprak kesesinin
kefen arasında tıpkı ıslanmış bir şeker gibi kana bulandığını gördüm. Kan,
bohçanın bir yüzünden diğer yüzüne geçmişti.
Sonra onu tekrar yerine koydum. Muharrem'in 11. günü bohçayı tekrar
açtığımda toprak kurumuş, ilk halini almıştı. Ama hem kefende, hem de
bohçada sarı bir iz vardı. O günden sonra her Âşura'da o kutsal toprağa
bakmaya başladım. Her baktığımda onu kana bulanmış olarak buluyordum.
Nihayet anladım ki, o pak toprak nerede olursa olsun kana bulanıyordu.
067
İLGİNÇ HESAP
Yaklaşık yirmi yıl arkadaşlık yaptığım Mirza Mehdi Hulusî şöyle nakleder:
Züht, ibadet ve amel ehli âlimlerden Mirza Muhammed Hüseyin Yezdî
(28 Rebiyülevvel 1307'de vefat ederek Hafiziye'ye ait Batı Mezarlığı'nda
toprağa verildi) zamanında hükümet meclisinin bahçesinde görkemli bir
ziyafet düzenlendi. Ziyafete ruhaniyet elbisesi giymiş bir grup tacir de
davet edilmişti. Yahudilere has klasik müzikler çalınıyor, her çeşit günah
işleniyordu. Bu durumu merhum Mirza'ya bildirdiler. Merhum buna çok
üzüldü. Cuma günü Vekil Mescidi'nde ikindi namazını kıldırdıktan sonra
minbere çıktı. Uzun bir süre ağlayıp birkaç cümle nasihatten sonra şöyle
dedi:
"Ey haddi aşıp günah işleyen tacirler! Sizler daima ruhanilerin
arkasında idiniz. Açık bir şekilde Allah'ın haramlarını helal sayan bir
meclise gittiniz. Onları bu işten alıkoyacağınız yerde üstüne üstlük onlara
katıldınız. Ciğerimi deşip kalbimi ateşe verdiniz. Kanım boynunuzdadır!"
Sonra minberden aşağı inerek evine gitti. Cemaat namazına da gelmedi.
Evine gidilip durumu soruldu. Hasta yatağında yatmakta olduğu söylendi.
Her geçen gün durumu daha da ağırlaşıyor, ateşi gittikçe yükseliyordu.
Doktorlar, bu durumda iyileşmesinin mümkün olmadığını, bir hava
değişimi geçirmesinin hastalığına iyi geleceğini söylediler. Bu tavsiye
üzerine onu Daru's-Selam Mezarlığı'na yakın olan Salari Bahçesi'ne
götürdüler.
O zamanlar Şiraz'a Hintli biri gelmişti. Hakkında "Hesabı doğru yapar
ve haber verdiği her şey gerçekleşir" deniyordu.
Bir gün mağazamızın önünden geçerken, merhum babam Hacı
Abdülvahhab "Onu getir de Mirza'nın nasıl olacağını soralım" dedi.
Hintliyi içeri getirdim. Babam, başkaları tarafından duyulmaması için
Mirza'nın isminin gizli tutarak, "Benim ticari malım var; onun için
kurbanlık kesmem gerekir mi yoksa kendiliğinden bana ulaşacak mı? Cefr
ya da remil ilmine göre bu durumu bana haber verebilir misiniz? Ücreti ne
olursa öderim" dedi.
Bunu söylerken içinden Mirza'nın bu hastalıktan kurtulup
kurtulmayacağını geçiriyordu. Hintli uzun uzadıya bir hesap yaptı.
Oldukça şaşırmıştı. Bir süre şaşkın şaşkın bekledi. Babam, "Eğer
anlıyorsan söyle, anlamıyorsan boşu boşuna kendini de bizi de yorma!"
dedi.
Hintli "Benim hesabım doğrudur, ama sen benim zihnimi karıştırdın.
Çünkü dilinle söylediğin şeyler kalbinden geçirdiğin şeyle farklı
gözüküyor" diye cevap verdi.
Babam; "Kalbimde ne niyet ettim ki?" dedi. Hintli, "Şu an yeryüzünün
en zahit adamı hasta yatıyor. Sen bu hastanın akıbetinin nasıl olacağını
öğrenmek istiyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim ki, bu adam
iyileşmeyecek ve altı ay sonra vefat edecek!" diye cevap verdi.
Babam bu sözleri işitince çok sinirlendi ve haber yayılmasın diye
Hintliye belirli bir meblağ ödeyerek yanından uzaklaştırdı. Ama Hintlinin
de söylediği gibi Mirza, altı ay sonra Allah'ın rahmetine kavuştu.
İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak
Bu öyküye binaen iki önemli noktayı hatırlatmak istiyorum:
Birinci konu: Kurân-ı Kerim ve hadislerde geldiği üzere, üzerinde önemle
durulan ve terk edenler için Allah'ın şiddetle tehditlerde bulunduğu en önemli
vacip amellerden biri de iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma farizasıdır. Bu
farizayı terk etmek büyük günahlardandır. Bu hususta Büyük Günahlar adlı kitapta
geniş açıklanmalar yapılmıştır.
Kötülükten sakındırma, öncelikli olarak kalbî inkârı açığa vurmakla
gerçekleşir. Yani her Müslüman'ın vazifesi, yapılan herhangi bir harama karşı rıza
göstermemek ve kalben bu haram işten nefret etmektir. Öyle ki bu nefret, yüz
ifadesine yansımalıdır. Harama mürtekip olan bir kişiyle karşılaşıldığında ona
güler yüz gösterilmemeli, aksine yüz ekşitilmeli ve bu rahatsızlık açıkça
belirtilmelidir. Özetle, kalbî inkârın etkileri, şahsın uzuvlarında görülmelidir.
Kişinin imanı ve maneviyatı ne kadar güçlü olursa, günaha karşı kalbî inkârı
da bir o kadar sağlamlaşacaktır.
Merhum Mirza, imanı kuvvetin son doruğunda, ruhu son letafette ve aydın
kalbi şefkatin son noktasında olan, zamanının ender rastlanan kişilerinden biriydi.
Nitekim Hintli, bunu kendi hesaplamalarından da anlamıştı.
Merhum Mirza, zahiri iyi görünüşlü bir grubun Allah'ın haramlarını ayaklar
altına almasına dayanamayarak hastalandı ve bu hastalık yüzünden dünyayı terk
ederek salih kulların arasına katıldı. Merhumun üzüntüsünün şiddetlenmesine iki
şey sebep olmuştu:
Biri, alenen yapılan günahın insanların nazarında küçük görülmesi ve bu
günaha teşebbüs etmeleri; diğeri ise görünümü iyi olan tacirlerin bu işi
yapmasıydı. Zira zahiri görünüşü iyi olan kimseler, başta ruhaniler ve minberlerde
halka vaaz verip onları irşat eden kimselerle, ikinci derecede ulema ile içli dışlı
olup cemaat namazına katılan ve ilahî şiarları yaşatmaya çalışan müminlerdir.
Şüphesiz ki bu grupta görülen bir hata, halkın inancının zayıflamasına ve dinî
hükümlerin insanlar tarafından hafife alınmasına neden olacaktır.
Büyük Günahlar adlı eserde açıklandığı üzere, görünümü iyi olan şahısların
küçük günahları, büyük günahlar hükmündedir.
İkinci konu: Mezkûr Hintlinin ya da bir başkasının birtakım gizli işlere vakıf
olması ve vuku bulacak olayları önceden bildirmesi, onların hak yolda
olduklarına, itikatlarının doğruluğuna veya ilahî dergâha yakın olduklarına delalet
etmez. Çünkü insan inanç ve itikadı doğru olmadığı halde cinleri etkisi altına
alarak, bir üstattan remil ilmini ve bazı gizemli ilimleri öğrenerek ya da ruhunu
birtakım işlerden arındırarak bazı gizli işlerden haberdar olabilir. Aynı zamanda
bu kişiler, çirkin edimlere ve yakışıksız işlere kalkışarak ruhaniyetten mahrum bir
halde şeytanlar âlemiyle de irtibatta olabilirler.
Bazı büyük din bilginlerinin birtakım gizli işleri bilmeleri ve gaybî haberler
vermeleri konusuna gelince; şunu belirtmemiz gerekir ki: Bu işler, beceri yoluyla
elde edilebilir işler değildir. Aksine ilahî bir bağış ve rabbanî bir ilhamdır.
Buna göre "Hakla batılı birbirinden ayırmada ölçü nedir?" diye sorulabilir.
Bunun cevabı ortadadır. Böyle bir durumda öncelikli olarak kişinin davranışlarına
ve hallerine bakılır. Onların ruhani mi, şeytani mi olduğu veya ilahî bağış için mi
yoksa maddi kazanç elde etmek için mi bu işi yaptıkları yol göstericidir.
İkinci olarak şu bilinmelidir ki, yalan üzere ruhaniyet makamına sahip
olduğunu iddia eden ve birtakım gizemli ilimler öğrenerek harikulade işler yapan
ve bu yolla zavallı insanları kandıran kimseyi Allah mutlaka rezil ve rüsva
edecektir. Allah'ın, lütuf kaidesi gereğince hüccetini (kesin delilini) zahir
etmemesi ve insanları sapıklıkta bırakması imkânsızdır.
Netice olarak, gizemli ilim sahipleri din kanalıyla halkı doğru yoldan saptırıp
dalalete düşürmek isteyecek olsalar, mutlaka Allah hakkı aşikâr edecektir.
Nitekim Kurân-ı Kerim'de Allah-u Taâla şöyle buyurmaktadır:
"Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de
bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı
[44]
yazıklar olsun size!
Rivayet ve rical kitaplarına müracaat ettiğimizde, görüyoruz ki, sadrı İslam'dan
3. asra kadar Allah, hidayet imamları (a.s) vesilesiyle hakkı ortaya çıkarmış, batılı
da yok etmiştir. O dönemlerden günümüze dek zaman zaman batıl iddialarda
bulunan kimseler çıksa da Allah, büyük âlimler ve İslam dininin hamileri
vasıtasıyla onları rezil etmiş, batıllıklarını ortaya çıkarmıştır. Şimdi, bu konunun
teyidi amacıyla bir öykü daha naklediyoruz:
Derbendî'nin Esraru'ş-Şehadet ve Tunikabonî'nin Kısasu'l-Ulema adlı
eserlerinde şöyle nakledilir:
Şah Abbas zamanında batılı krallardan biri Safevî şahına bir mektup
yollayarak "Mezhep âlimlerinize söyleyin, gönderdiğim elçiyle din
hakkında tartışsınlar; eğer onu ikna ederlerse biz de Müslüman olacağız,
ama şayet o sizi yenerse siz bizim inancımıza döneceksiniz!" dedi. Elçinin
yaptığı iş ise şuydu: Kim eline bir şey alacak olsa, onun ne olduğunu
rahatlıkla söylüyordu.
Bunun üzerine Safevî şahı âlimleri bir araya topladı. O dönemlerde
âlimlerin en ileri geleni ve en seçkini merhum Molla Muhsin Feyz idi.
Muhsin Feyz, elçiye "Padişahınızın senden başka âlimi yok muydu da
senin gibi bir avamı tartışmak için yolladı?" diye sordu. Elçi; "Siz beni alt
edemezsiniz. Şimdi elinize bir şey alın, avucunuzdaki şeyi size haber
vereyim!" dedi. Bunun üzerine Muhsin Feyz, gizlice eline Kerbela
toprağından yapılmış bir tespih aldı. Elçi uzun uzun düşündü, ama ne
olduğunu bulamadı. Muhsin Feyz, "Görüyorum ki cevaptan aciz kaldınız!"
dedi. Elçi; "Hayır, aciz kalmadım. Elinde cennet toprağından bir parça var.
Ama o cennet toprağının nasıl sizin elinize geldiğini düşünüyorum!" diye
cevap verdi.
Molla Muhsin, istediği cevabı alınca şöyle yanıt verdi: "Evet doğru
söyledin, elimde cennet toprağından bir parça var. Elimdeki, İmamımızın
ve Peygamberimizin torununun tespihidir. Peygamberimizin buyruğuna
göre Kerbela (İmam Hüseyn'in defnedildiği yer) cennetten bir parçadır.
Sen de bu sözün doğruluğunu kabul ettin. Çünkü kendine ait
hesaplamalarında hata yapmayacağını söyledin. O halde Peygamberimizin
nübüvvetlik iddiasını da doğrulamış oldun. Çünkü bu işi Allah'tan başka
kimse bilmez ve peygamberden başkası onu insanlara söylemez. Buna
ilave olarak Peygamberin oğlu Kerbela'da defnedilmiştir. Eğer Peygamber
hak üzere olmasaydı O'nun sulbünden olmayan biri cennet toprağına
defnedilmezdi."
Hıristiyan elçi, delile dayalı bu sağlam sözü işitince Müslüman oldu.
068
HELAK OLMAKTAN KURTULMAK
Yine merhum Hulusî, yaklaşık 30 yıl önce, yakınlarından epey yaşlı ve salih
birinin (ben ismini unuttun) şöyle anlattığını nakleder:
Gençlik dönemlerimde akrabalarımdan birinin evi İsfahan'ın girişinde
bir yerdeydi. Cuma akşamı evinde düğün töreni vardı. Beni de davet
etmişti. Sıla-i rahim olsun diye davetini kabul ederek oraya gittim. Yahudi
bir grup müzik çalıp şarkı söylüyordu. Bu sahneyi ve işlenen diğer
günahları da görüce çok üzüldüm. Onları uyarıp nasihat ettiysem de bir
yararı olmadı. Kaçış yolum da yoktu. Çünkü evim Kazerun girişlerinde bir
yerdeydi ve eve gitmem için uzun bir mesafe kat etmem gerekiyordu.
Ayrıca akşam saatlerinde şehre giriş-çıkış yasaktı.
Çersizlik içinde evin boş bir odasına girdim ve kapıları kapadım. Cuma
akşamı olduğu için namaz kıldım, dua ettim ve rabbimle raz-ü niyazda
bulundum. Akşamın son saatlerinde sesler kesilmiş, herkes yorgunluktan
uyumuştu. Şiddetli bir yer sarsıntısıyla uykudan uyandım. Oldukça
ürkmüştüm. Odanın kapısını açıp ne oluyor diye anlamaya çalıştım. Tam o
sırada evin bahçesinde bulunan bir ağaç depremin etkisiyle bulunduğum
odaya doğru devrildi. Dalları neredeyse elime değecek kadar yakınıma
düşmüştü.
Korkuyla ağacın dallarından tutarak hızla geriye ittim. Ağaç yerine
oturunca dallarından tutunarak aşağı inmeye çalıştım. Bahçenin ortasına
vardığımda bir anda büyük bir gürültü işittim. Korkuyla geriye dönüp
baktım. Bina tamamen çökmüş, ev yerle bir olmuştu. Benim dışımda o
evden kurtulan olmadı. O an kendi evimi ve ailemi düşündüm. Kendi
kendime "Gidip onlara bir bakayım, acaba onlara ne oldu?" dedim.
Ağaçtan inerek evime doğru yola koyuldum. Kazerun'a kadar yolumun
üzerindeki tüm ev ve dükkânlar harabeye dönüşmüştü.
Bu olay bize iki şey öğretmektedir:
1- Günahkârlar arasında Allah'ı hatırlayıp onları bu günahtan vazgeçirmeye
çalışan biri olur ama onlar dinlemezlerse, onlara gelen bela uyarıcı kişiye gelmez.
Zira Allah, vaadi gereği onu bu beladan kurtarır. Nitekim Allah-u Taâla, Âraf
suresinde Cumartesi ashabı hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine
yapılan uyarıları unutunca biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri
[45]
de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık."
2- Günah ehli hiçbir zaman gönül rahatlığıyla heva ve heveslerine kapılarak
diledikleri günahı yapmasınlar. Zira her an Allah'ın kahredici azabı gelip çatabilir.
Özele veya genele yönelik bu tür ani belalar, tövbe kapılarını insanın yüzüne
kapatabilir. Nitekim Kurân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet
çoğaldılar ve: 'Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yasamışlardı' dediler. Biz de
onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık. O (peygamberlerin
gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların
üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de
[46]
ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.
Ani deprem vb. gibi umumî belalar hakkında unutulmayacak birçok gerçek
yaşam öyküsü nakledilmiştir. Büyük olasılıkla yukarıda anlatılan bu deprem,
Farsname-i Nasırî'nin (s.308) de sözünü ettiği 25 Recep 1269 yılında, Şiraz'da,
sabaha yakın gerçekleşen şiddetli deprem idi. Yüzlerce evi viran eden bu deprem,
geride binlerce hasarlı bina bıraktı. Binlerce kişi enkaz altında kalarak yaşamını
yitirdi. Camilerin ve okulların bir bölümü bu depremde harabeye döndü. Şehir
genelinin yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı.
Aynı dergide (s.268) şöyle yazılıdır: 1237 yılında Çin ve Hindistan'dan İran'a
veba salgını sirayet etti. 5-6 gün içinde Şiraz'da altı bin kişi hayatını kaybetti.
1239 yılının Şevval ayında Kazerun kasabasında şiddetli bir deprem yaşandı.
Birkaç akşam sonra, sabaha karşı, bundan daha şiddetli bir deprem de Şiraz'ı
vurdu. Binaların geneli altı üstüne gelecek şekilde yerle bir oldu. Ama baharın
sonları olduğu ve halkın büyük bir bölümü damların üzerinde ya da avluda
uyuduğu için can kaybı birkaç bini geçmedi. Yine birkaç gün sonra Şiraz da artçı
bir deprem daha oldu. İlk depremden daha hafif olan bu depremde, evlerinin
çatısında uyuyan insanlar, ilk depremin korkusuyla kendilerini aşağı atmış, bu
nedenle de birçoğunun ayağı kırılmıştı.
Bu olayları yaşayan insanlardan hâlen hayatta olan yaşlı insanlar vardır.
Anlattıklarına göre, 1322 yılında, yani yaklaşık 70 yıl önce Şiraz'da veba salgını
baş gösterdiğinde insanlar tıpkı hazan yaprakları gibi kâh yollarda, kâh evlerinde,
kâh pazarlarda yere dökülüyorlardı. Cenazeler üst üste yığılıyor, defin işleri
güçlükle yapılıyordu.
Merhum Doktor Haverî şöyle diyordu:
Gecenin geç saatleriydi. Hastaları tedavi etmeye gittiğimde yolum Yeni
Pazar'a düştü. Kimsecikler yoktu. Ama yol boyunca bir sürü cenaze
dizilmişti. Köpekler cesetleri parçalayıp yiyorlardı.
Bu belanın şiddetini öğrenmeniz için şu kıssayı anlatmam yeterli olur
sanırım: "Muhammed'in Annesi" adında bir bayan bana şöyle diyordu:
Oldukça çaresizdim. Sokak ortasında uzanmış, başımı yere koymuştum.
"Ey Müslümanlar! Dört oğlumu kaybettim, Allah rızası için gelin onların
cenazelerini kaldırın, diye feryat ediyordum. Akşam güneş batımına yakın
eve döndüğümde cenazelerden bir eser yoktu. Herhalde hayırsever insanlar
götürüp defnetmişlerdir, diye düşündüm. Ama sonraları ne kadar araştırıp
soruşturduysam onları kimin götürdüğünü veya nereye defnettiklerini
bulamadım. Hâlen dahi onların mezarlarının yerini bilmiyorum.
Yine bundan 50 yıl önce 1337 senesinde Şiraz'da baş gösteren anfolonza
salgınını hâlen iyi hatırlayan kişiler vardır. O yıllarda Şiraz halkının geneli bu
hastalığa yakalanmıştı. İmam Hüseyin'e (a.s) tevessüller edildi. Pazarlara ve
sokaklara minberler kurulup İmam Hüseyin'e (a.s) ağıtlar okundu, dualar edildi ve
iki ay geçmeden bu hastalık bertaraf oldu.
Yine 1322 yılında, yaklaşık 25 yıl önce, halkın geneli tifoya yakalanmıştı.
Doktorlar hastaların çokluğundan onlara yetişmekte güçlük çekiyordu. Sabahın
erken saatlerinden akşam geç saatlere kadar hastalarla ilgileniyorlardı. Bazen
evlerine dönemedikleri dahi oluyordu.
Ben, akrabalarım ve dostlarımın cenazesiyle ilgilendiğim için öğleye kadar
gasil hanede kalıyordum. Öğleden sonraları gittiğimde de akşama kadar orada
kalıyor, cenazelere namaz kılıyordum. Her gün ortalama olarak yaklaşık elli
cenaze geliyordu.
Bu hastalık yetmiyormuş gibi kıtlık baş göstermiş, her şey oldukça
pahalanmıştı. Öyle ki, insanlar ekmek almak için sabah erkenden fırında
kuyruklar oluşturuyor, öğleye kadar ancak ekmek alabiliyorlardı. Ekmekten başka
her şey vardı. İnsanların gürültüsü ve inleme sesleri uzak mesafelerden
işitilebiliyordu. Hem doktor, hem ilaç, hem de ekmek bulmak için çırpınan zavallı
insanlar vardı. En zavallıları ise yokluk yüzünden evlerini ve eşyalarını sudan
ucuza satmaya mecbur kalan insanlardı. Bu vahim durum birkaç ay devam etti.
Bu tür olayları anlatırken aziz okuyucularımız, bu kıssaları mütalaa ederek
geçmiş toplumların başına gelen belalardan haberdar olsun istedik. Bilinmelidir ki
yüce Allah haddi aşıp bozgunculuk yapan, Allah'ı ve ahiret gününü tamamen
unutan, adalet ve ihsan yolunu terk eden, şehveti ve nefsî istekleri uğraş edinen
kimselere mühlet vermektedir. Hadlerini iyice aştıktan sonra yaptıklarından
pişmanlık duymaları ve tekrar tövbe edip Allah'a yönelmeleri için Allah-u Taâla
ani belalar gönderir; onları perişan eder. Aslında bu tür belalar, yaratıcının kahır
yoluyla gönderdiği lütuftan başka bir şey değildir. Bu, tıpkı suyu ve otu bol olan
bir yerden sapıp da kurak toprağa yönelen koyunları çobanın taşla-sopayla
meraya geri çevirmesine benzer.
Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Nimet ve rahatlıkta Rabbimi
övdüğüm gibi bela ve sıkıntılarda da O'nu övüyorum."
Kurân-ı Kerim'de de şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, senden önceki
ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye onları darlık ve
[47]
hastalıklara uğrattık."
Günümüzde insanların geneli Allah'ı ve ahireti unutarak şehvetlere ve şeytanî
arzulara yönelmişlerdir. Allah'tan yüz çevirerek O'ndan ve ahiret azabından başka
herkesten ve her şeyden korkmaktadırlar. Allah'ın geniş rahmetinden ve
mükâfatından başka her şeye ve herkese bel bağlamışlardır. Adalet, ihsan ve
şefkat gibi insanı kemale götüren sıfatlardan uzak durarak; özellikle de genç
neslin, bilhassa da genç kızların, hayâ ve iffeti terk ederek bunların yerine
hayvanî sıfatlar edindikleri görülmektedir. Allah'ın evlerini boş bırakarak sinema,
diskotek ve eğlence mekânları gibi şeytanî yerleri doldurmaktadırlar. Onlara
Allah'ı ve ahireti hatırlatacak âlimane toplantılardan kaçınır, nerede şeytanî bir ses
varsa onu dinlemeye koşarlar. Hangi gün yollar ve caddeler cinayetlerden, türlü
türlü hıyanetlerden ve iffetsizliklerden boş kalıyor ki?
Bu yüzden insanlar bu kötü gidişattan vazgeçmedikleri sürece Allah yoluna
dönünceye kadar üzerlerine bela ve afetlerin yağmasını beklemek zorundadırlar.
Böylece bu zorunluluk, onların mescitlerde toplanıp yaptıkları kötü işlerden
dolayı Allah'a karşı tövbe etmelerine vesile olacaktır. Ülkenin batısında, Lar ve
Horasan bölgelerinde yaşanan son depremler, toplumumuz için büyük bir uyarıdır.
069
HAYIRLI OLANI İSTEMEK
Bûşehr sakini merhum Seyit Abdullah şöyle anlatır:
Vaktiyle İsfahan âlimlerinden biri, deniz yoluyla hacca müşerref olmak
için bir grupla birlikte Bûşehr'e gelmişti. Ne var ki İngiliz elçiliği vize
vermeyerek zorluk çıkarmıştı. Ben de dahil olmak üzere birçok kişi işin
düzelmesi için elinden geleni yapmaya çalıştıysa da bir faydası olmadı.
Şeyh ve arkadaşları bu duruma oldukça üzülmüşlerdi. Şeyh, "Epey
müddettir hacca gitmek için uğraşıyoruz. Bir aya yakındır yoldayız ve bu
yolda sıkıntılara katlandık. (O zamanlar kafile yolculuğu İsfahan'dan
Şiraz'a 17 gün, Şiraz'dan Bûşehr'e kadar da 10 gün sürüyordu.) Bu yüzden
geri dönemeyiz" diyordu.
Merhum Biladî şöyle der:
Şeyhi oldukça üzgün ve sıkıntılı görünce acıdım. Bir şeylerle meşgul
olmasını sağlayıp rahatlatmak için mescidimi ona vererek cemaat namazı
kıldırmasını ve minbere çıkıp vaaz vermesini rica ettim. Şeyh, isteğimi
kabul etmişti. Her akşam minbere çıkıyor, beraberindeki hacı adaylarıyla
birlikte hüzünlü ve kırık bir kalple Allah'a yalvarıyor, "emmen yucibu"
ayetini okuyor ve İmam Hüseyin'e (a.s) tevessül ediyordu. Onların bu
yakarışı her işiteni etkileyip üzüyordu.
Birkaç akşam böyle perişan bir halde Allaha yalvarıp şikâyetlerini dile
getirdiler. "Rabbimiz, bizler geri dönemeyiz, bizi maksadımıza ulaştır!"
diyorlardı.
Bir gün İngiliz konsolosluğundan birkaç kişi geldi. Şeyhe, "Gelin de
izin belgenizi alın!" dediler. Sevinçle vizelerini aldılar ve Kâbe'ye doğru
yola koyuldular.
Aradan birkaç ay geçmişti. Bir gün deniz kenarında dolaşırken saçı başı
birbirine karışmış kötü görünüşlü birine rastladım. Bana pek yabancı
gelmemişti. "Sen birkaç ay önce falan şahısla birlikte Mekke'ye gitmek
isteyen İsfahanlı değil misin?" diye sordum. "Evet" dedi. Bunun üzerine
Şeyh'in ve arkadaşlarının durumunu sordum. Uzun uzun ağladıktan sonra
cevap verdi: "Yolda önce haydutların saldırısına uğradık, mallarımızı
yağmaladılar; sonra da hastalığa yakalanarak hayatlarını kaybettiler.
Onlardan geriye sadece ben kaldım; durumumu görüyorsun!"
Biladî hoca der ki:
Onların dualarının niçin kabul olmadığını şimdi anlıyorum. Israrlarını
sürdürünce Allah isteklerini kabul etti, ama bu, kendi zararlarına oldu.
Allah-u Taâla Kurân'da şöyle buyurmaktadır: "Sizin için daha hayırlı olduğu
halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi
[48]
sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Yine bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk
istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu.
Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde
[49]
(kendi başlarına) bırakırız."
Ayetteki kasıt şudur: Bazıları şerri talep ederek hayrı istediklerini sanırlar.
İstedikleri şey hayırlarına olmadığı için Allah onu kabul etmez. Tıpkı
öfkelendiklerinde kendilerinin ya da evlatlarının ölümünü dileyen, öfkeleri
yatışınca da bundan pişmanlık duyup duaları kabul olmadığı için Allah'a şükreden
kimseler gibi…
Nice işler vardır ki insan, hayrının ve saadetinin onda olduğunu zannederek
ısrarla o işin olmasını yeğler, ama muradına erince de "Keşke bu iş olmasaydı!"
diye hemen pişman olur.
Dolayısıyla insan, hacetlerini Rabbinden dilerken isteğinin hayırlısını Allaha
bırakmalı ve şöyle demelidir: Ey alemlerin Rabbi! Dinî ve dünyevî hacetlerim
ancak senin rızan ve benim de hayrım doğrultusunda olursa yerine getir!
İnsan, diliyle söylemese bile bunu kalbinden geçirmelidir. O halde
Rabbimizden bir şey talep ettiğimiz zaman o işin yararımıza mı, zararımıza mı
olduğunu Allaha havale etmeli; hayrımıza olanı Allah'tan dilemeli; aksi halde
ondan vazgeçmeliyiz.
Netice olarak, insan kendisini Rabbi karşısında aciz, zayıf ve maslahatını teşhis
edemeyen bir kul olarak görmeli; Rabbini ise her şeye gücü yeten ve her şeyi
bilen bir Rab olarak bilmelidir. Haceti verilmezse Rabbine karşı kötü düşüncelere
kapılmamalı ve O'nu, isteğini yerine getirmediği için itham etmemelidir. Aksine
duası kabul olmadıysa, bunu ya kendi maslahatına ya henüz vaktinin gelip
çatmadığına ya da duasının kabul gerektiren bazı şartlara haiz olmadığına
yormalıdır.
070
HAYÂ EDEN KÖPEK
  Yine merhum Biladî şöyle anlatır:
Tahsili için birkaç yıl Fransa'da ikâmet eden akrabalarımdan biri vatana
döndüğünde şöyle bir olay anlattı:
Paris'te bir ev kiraladım. Eve bekçilik yapıp gözetmesi için de bir
köpek satın aldım. Akşamları kapıyı kapatıyordum. Köpek kapının yanında
uyuyordu. Derse gidip geldiğimde köpek de benimle birlikte eve giriyordu.
Bir akşam eve geç döndüm. Hava çok soğuktu ve üşümemek için
paltomun yakasını kaldırmış, kulaklarımı ve başımı örtmüş, elimdeki
eldivenle de yüzümü kapatmıştım. Sadece gözlerim görünüyordu. Bu halde
evin kapısını açmak istediğimde zavallı köpek beni tanımayarak saldırdı.
Paltoma asılınca hemen yakamı indirip yüzümü açtım. Tanıması için
seslendiğimde beni tanımıştı. Hemen kuyruğunu sallayıp sokağa doğru
kaçtı. Kapıyı açıp içeri almak istedim ama bir türlü girmedi.
Sabah olduğunda köpeği ölü olarak buldum. Aşırı hayâ ve utanç
yüzünden can vermişti.
İşte bu yüzdendir ki herkes kendi köpeksi nefsine hitap edip "Ne kadar
hayâsızım!" diyebilmelidir. Sahi, neden tüm varlığımızın kaynağı olan
Rabbimizden hayâ etmiyor ve yüce makamına saygısızlık yapıyoruz? İmam
Zeynelabidin (a.s), Ebu Hamza Sumalî Duası'nda şöyle buyuruyor:
"Ey Rabbim! Tek başıma kaldığımda senden hayâ etmiyor, aşikârda da
(makamına) saygı göstermiyorum. Belki de beni hayâmın azlığından
cezalandırıyorsundur."
71
FEDAKÂR KÖPEK
Merhum hacı Şeyh Sihamuddin babasından, o da babasından şöyle nakleder:
Vaktiyle merhum Hâkim Hüseyin Ali, yüzmek için deniz kenarına
gider. Elbisesini çıkarıp suya atlamak istediğinde köpeği önüne geçip
yüzmesine mani olur. Hâkim köpeğine itina etmeyip tekrar suya atlamak
ister. Köpek, sahibine engel olamayacağını anlayınca denizin belirli bir
yerine zıplar. O sırada büyük bir deniz hayvanı peyda olur ve köpeği yutup
oradan uzaklaşır.
Hâkim, bu manzarayı görünce köpeğin neden kendisine mani olmak
istediğini anlar. Onun bu fedakârlığı karşısında şaşkına dönen hâkim,
üzüntüsünden gözyaşlarını tutamaz.
Merhum Allame Meclisî, Biharu'l-Envar adlı eserinin 14. cildinde, köpeklerin
vefası ve kendilerini sahiplerine feda etmeleri konusunda birbirinden ilginç
kıssalar nakletmiştir.
Söz köpeğin vefa ve hayâsından, insanın vefasızlık ve hayâsızlığından
açılmışken, merhum Şeyh Bahaî'nin şiir kalıbında anlattığı kıssayı aktarmak
istedim:
 
Vaktiyle abit bir kul dağa çıktı Lübnan'da
Rakîm ashabı gibi çekildi inzivaya
 
Dünyadan yüz çevirdi, Allah'ına yöneldi
İzzet hazinesini buralarda keşfetti
 
Rabbi için aç kaldı, günlerce oruç tuttu
İftarlarda kendini hep ekmekle avuttu
 
Yarısını akşam yer, yarısını saklardı
Onu da sahurda yer, kanaatle yaşardı
 
Bir süre böyle geçti, inmedi hiç köyüne
İnmek de istemedi, dönmedi hiç evine
 
Nihayet bir gün ekmek kalmamıştı bohçada
Açlıktan bitkin düştü, zayıfladı bir anda
 
İlk akşamı aç kıldı, yatsıya zor dayandı
Karnı aç olduğu çun fikri hep taamdaydı
 
Ne takati kalmıştı, ne de derman açlıktan
O gece yatamadı, mahrum kaldı namazdan
 
Sabah olunca artık dedi şehre ineyim
İnip de bir çırpıda yemek falan yiyeyim
 
Bir şehire girdi ki, sakini ehl-i zarar
Yarısı ateşperest, yarısı da sahtekâr
 
Ne var ki abit açtı, dayandı bir kapıya
İki ekmek kopardı, ateşperest de olsa
 
Aldı ekmeği abit, teşekkür edip çıktı
Ekmeği görünce sanki tekrar gönlü açıldı
 
Geri dönüp giderken yine hiç korkmuyordu
İki ekmekle o gün iftarı düşlüyordu
 
Ateşperest adamın bir köpeği var idi
Zavallı da açlıktan bir deri-bir kemikti
 
Yanında top çizilse, onu ekmek sanırdı
Biri de "etmek" dese, onu ekmek anlardı
 
Görünce abitte'kmek, koştu hemen ardından
Kuyruğunu sallayıp ekmek istedi ondan
 
Köpeği gören abit birini ona verdi
Biri de bana yeter deyip geri çekildi
 
Ne var ki köpek açtı, yine kuyruk salladı
Bir ekmek daha deyip hemen yanına vardı
 
Abit ise gönülsüz, onu da verdi naçar
Korkmuştu çünkü ondan, biri etmemişti kâr
 
Aç köpek iştahlıydı, onu da yedi ama
Bir kez daha takıldı abitin arkasına
 
Gölge gibi izledi, onu hiç kaybetmeden
Havlamakla kalmayıp yapıştı giysisinden
 
Şaşırmıştı bir anda, durum olunca ciddi
Senin gibi hayâsız var mı bir köpek, dedi
 
Elimde avucumda ne varsa yedirdim ya
Daha ne istersin ki, git başkasına havla
 
İki ekmeğim vardı, onları da sen yedin
Bir de yetmezmiş gibi üstümü pençeledin
 
Köpek dile gelerek dedi ey kemal ehli
Ben hayâsız değilim, ne de celal ehli
 
Küçüklüğümden beri hep burada yaşadım
Bu evi ben kendime ebedi yuva yaptım
 
Koyunları ben güder, evini gözetirim
Sahibim de lütfetse bir lokma ekmek yerim
 
Bazen bol kemik verir, bazen de aç bırakır
Günlerce yanar ağzım, post kemiğe yapışır
 
Bazen bu ateşperest kendi de tok dolaşmaz
Hele sen beni boş ver, kendine nan bulamaz
 
İşte duydun gerçeği, ben bu halde yaşadım
Yine de ondan başka kimseye el açmadım
 
Yaşlı ateşpereste ben, hep bekçilik eyledim
Verdiğine şükrettim, vermeyince sabrettim
 
Ama sen böyle misin, olmayınca bir akşam
Sabır direğin çöktü, yüz çevirdin Allah'tan
 
Bir anda yardan geçip iniverdin bayıra
Ateşperest demeyip yapıştın kapısına
 
İki lokma ekmek için reva mı dosttan geçmek?
Düşmanıyla barışmak, hele post değiştirmek?
 
Yüzün varsa sen hak ver, ey yüzsüz seçkin adam
Hayâsız bir ben miyim, yoksa sen misin, inan
 
Hakkı duyunca abit şaşırdı sessiz kaldı
Köpekten aldı dersi oracıkta bayıldı
 
Köpek nefsli Bahaî, duydun mu itin sözün
Git de kanaati sen, o itten öğren özün
 
Sabırla açılmazsa yüzüne hak kapısı
Seni de geçer elbet o köpeğin pahası
 
072
HELAL RIZIK
Merhum Mahmud Şirazî, bir dönemler Şiraz'da, yakın zamanda da Tahran'da
eczanelere toptan ilaç pazarlayan merhum Hacı Mirza Hasan Ziyauttüccar
Şirazî'den şöyle işittiğini nakleder:
Bir gün Kirmanşah yoluyla Kerbela ziyaretine gitmeye karar verdim.
Bunun için bir merkep kiralayıp yolculuk hazırlıklarına başladım. Daha
sonra bir kafileyle birlikte hareket ettim.
Kazvin'e kadar yaya yürüyen bir adam beni yalnız görünce yanıma
gelip bana eşlik etti. İşlerimde bana yardımcı oluyordu. Akşam yemeğini
birlikte yedik. Kazımeyn'e kadar bana yardımcı oldu. Ben de bu
yardımlarının karşılığı olarak onu yiyeceğime ortak ettim.
Nihayet Kazımeyn'e varmıştık. Ayrılma zamanı gelince ona ismini
sordum. "İsfahan'a bağlı Komşe nahiyesinden Kerbelaî Muhammed" diye
cevap verdi. Kerbelaî Muhammed bana şunları anlattı:
Yedi yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretine gittiğimde Esterabad
yakınlarında, Türkmenler tarafından saldırıya uğradık. Kafilemizdeki tüm
mallarımızı yağmalayıp beni de kendileriyle birlikte götürerek kendilerine
hizmetçi yaptılar. Gündüzleri sürekli çalıştırıyorlardı. Bu durumdan
oldukça rahatsızlık duyuyor, sıkılıyordum. Bir gün ne pahasına olursa
olsun ellerinden kaçıp kurtulmaya karar verdim.
"Eğer Rabbim bana yardım eder de vatanıma dönmem için beni
bunların elinden kurtarırsa, aynı yoldan Kerbela'ya müşerref olacağım"
diye nezrettim. Sonra bir bahaneyle onlardan uzaklaştım. Akşam olduğu
için uyuyup kalmışlardı. Bu yüzden beni fark etmediler. Hızla onlardan
uzaklaştım. Bir yere vardığımda artık onların şerrinden güvende olduğumu
anlamıştım. Rabbime şükürler ederek aynı yerden Kerbela ziyaretine
geldim.
Merhum Ziyauttuccar der ki: Ben Samerra'ya gitmek istiyordum. Ona,
"Gel birlikte gidelim. Kerbela'ya daha sonra gideriz" dedim. Ne kadar ısrar
ettiysem kabul etmedi. "Hiç vakit kaybetmeden nezrimi yerine
getirmeliyim" diyordu. Bir miktar para uzatarak "Ne kadar istiyorsan al!"
dedim. Önceleri almak istemedi. Israr edince üç İran riyali alarak
yanımdan uzaklaştı. Bir daha da onu görmedim.
Bir süre sonra Necef'e varmıştık. Bir ara kutsal avlunun üst tarafından
geçerken kalabalık bir gruba rastladım. Bu kalabalık, bir adamın etrafına
toplanmış onu dinliyordu. Kalabalığı yarıp aralarına girdiğimde bu kişinin
sefer arkadaşım Komşeli Kerbelaî Muhammed olduğunu gördüm. Boynuna
geçirdiği bir parçayla kendini mukaddes revakın parmaklıklarına bağlamış
ağlıyordu. Tahranlı bir adam ona "Ne istersen sana vereyim" diyordu. Yüz
tümen vermeye bile razıydı. Ama Kerbelaî Muhammed kabul etmedi.
Yanına yaklaşarak "Ey arkadaşım, İmam Ali'den (a.s) ne istiyorsun? Kalk
da eve gidelim. Ne ihtiyacın varsa ben sana veririm" dedim. Yine kabul
etmedi. "Benim hacetimi şu yüce zattan başka kimse veremez. Ondan
başka kimsenin bunu vermeye gücü yetmez. O yüzden de hacetimi
alıncaya kadar buradan bir yere gitmeyeceğim" diye karşılık verdi.
Israrlarımın bir faydası olmadığını görünce onu kendi haline bırakıp
yanından ayrıldım.
Ertesi gün, avluda yine ona rastladım. Bu kez oldukça sevinçli ve güler
yüzlüydü. Beni görünce "Gördün mü, hacetimi aldım!" dedi. Elini cebine
sokup bir belge çıkardı. "İşte bak, bunu İmam Ali'den (a.s) aldım!" dedi.
Belgeye baktım. Dört bir yanı birbiriyle eşit yazılmış gayet okunaklı bir
yazıydı. "Bu belge de neyin nesi, kime ait?" diye sordum. "Bunu ancak
onu elde ettiğimde sana haber verebilirim" dedi. Daha sonra Tahran'daki
adresimi alarak yanımdan ayrıldı.
Aradan birkaç yıl geçmişti. Tahran'daki mağazama geldi. Onu
hatırladıktan sonra "Hani bana İmam Ali'nin (a.s) sana olan inayetini haber
verecektin?" diye sordum. "Birkaç kez Tahran'a geldim ama siz Şiraz'a
gitmiştiniz. Şimdi onu size haber vermeye geldim. Ben İmam'dan
ömrümün sonuna kadar rahat geçinmek için helal rızk istemiştim. O yüce
İmam da beni muhterem seyitlerden birine havale ederek bana ekili bir
arazi vermesini emretti. Seyit, İmam'ın (a.s) bu emrine itaat ederek ekili
araziyi bana verdi. O yıldan bu yana o tarlayı ekiyor ve hiç sıkıntı
çekmeden rahatça yaşıyorum" dedi.
073
MEYSEM-İ TEMMAR'IN KERAMETİ
Bu yıl, (Aban 1347) Necef'te ziyaret mekânlarına müşerref olduğum bir vakit
Seyit Ahmed Necefî Horasanî ile birlikte Hz. Meysem'in (r.a) ziyaretine gittik.
Oradaki görevlilerden biri bizimle ilgilenerek çay ikram etti. Biz de bir şey
vermek istedik ama kabul etmedi. "Hizmet hakkımı Hz. Meysem bana verir" dedi.
Sonra şunları söyledi:
Burada hizmet ettiğim birkaç yıl içerisinde rüyamda bazen Kûfe'nin
harabelerinden birini bana gösterir, ben de orayı kazarım. Her kazdığımda
bir sikke buluyorum. Bulduğum sikkeleri satarak geçimimi temin
ediyorum.
Kazıp çıkardığı sikkelerden birini bize gösterdi. İran riyalinden daha küçük
olan yeşil renkli bu sikkenin üzerine Kufî hattıyla tevhid kelimesi nakşedilmişti.
074
KÖRÜN ŞİFA BULMASI
Ağalar Camii'nin muhterem cemaat imamı takva sahibi âlimlerden Hacı Seyit
Muhammed Cafer Subhanî şöyle anlatır:
Rüyamda, İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesinde duaların icabet
edildiği yeri bana gösterdiler. Burası, Habib b. Mezahir'in mezarıyla aynı
hizada olan mukaddes türbenin baş tarafındaki yerdi.
Merhum babamla ziyarete müşerref olduğumuz bir yolculukta babam
ani bir baş ağrısına yakalanarak her iki gözünü de kaybetti. Bu durum beni
derinden üzmüştü. Ayrıca oldukça da sıkıntıya düşmüştüm. Çünkü devamlı
elinden tutmam, ihtiyaçlarını gidermem ve onu gözetmem gerekiyordu.
Bir gün İmam'ın türbesine girip duaların müstecap olduğu yerde
durarak "Babamın gözlerinin iyileşmesini sizden istiyorum" dedim. O gece
rüyamda yüce bir şahsiyetin babamın başucuna gelerek mübarek ellerini
gözlerine sürdüğünü gördüm. Sonra bana dönek, "İşte gözleri! Ama aslı
sağlam değil!" buyurdu. Uykudan uyanıca babamın iki gözünün de
iyileştiğini gördüm. Ama "Aslı sağlam değil!" cümlesini anlayamamıştım.
Bu olay üzerinden üç gün geçtikten sonra babam Allah'ın rahmetine
kavuştu. O zaman bu cümlenin manasını anladım.
075
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) İHSANI
Yine Merhum Hacı Seyit Muhammed Cafer şöyle naklediyordu:
Vaktiyle merhume annemle Kerbela'ya müşerref olmuştuk. O yıl annem
hastalanıp yatalak oldu. Hastalığı kırk günü geçtiğinde ağır bir borcun
altına girmiştim. Bu zaman zarfında ne Şiraz'dan, ne de başka bir yerden
elime bir şey geçmemişti. Mevlamın lütfüne sığınarak türbesine müşerref
oldum. Yine o başucu tarafında durarak; "Ey mevlam! Ne kadar sıkıntıda
ve üzgün olduğumu siz biliyorsunuz; feryadıma yetişin!" dedim ve
türbeden dışarı çıktım.
Aradan az bir zaman geçmişti ki merhum Ayetullah Ağa Mirza
Muhammed Taki Şirazî'nin vekili yanıma gelerek "İstediğiniz her şeyi
vermek için Mirza tarafından görevlendirildim" dedi. "Ne kadar
verebilirsiniz" diye sorduğumda, "Miktarı belirtilmemiştir, onu siz
belirleyin" dedi. Böylece borçlarımın tümünü ödedim ve Kerbela'da
olduğum sürece içinde bütün masraflarım temin edilmiş oldu.
076
KÖTÜ ZAN
Seyit Mahmud Attarân şöyle anlatır:
Aşura günleri Serduzek mahallesinin sine destelerinde yer alıyordum.
Bir gün yakışıklı bir gencin zincir vurduğu esnada kadınlara baktığını fark
ettim. Bu duruma dayanamayıp ona bir tokat attım, sonra da onu deste
grubundan dışarı çıkardım. Birkaç dakika sonra elim ağrıdı ve yavaş yavaş
ağrısı şiddetlenmeye başladı. Doktora başvurmak zorunda kaldım. Bana
"Ağrının nedenini anlayamıyorum, ama ağrısını dindirip yatıştıracak bir
yağ var" dedi.
Doktorun verdiği yağı kullandım. Hiç faydası olmamıştı. Bilakis ağrısı
ve şişi daha da artmıştı. Eve geldiğimde ağrısına dayanamayıp bağırmaya
başladım. Akşam bu yüzden uyuyamadım. Gecenin sonlarına doğru
[50]
gözlerim ağırlaşmaya başladı ve uyudum. Rüyamda Şah Çerağ
hazretlerini gördüm. Bana "O genci bulup rızasını almalısın!" dedi.
Uyandığımda elimin ağrısının sebebini anlamıştım. Gidip o genci
buldum ve kendisinden özür diledim. Nihayet gönlünü alarak razı ettim.
Kısa bir süre sonra elimin şişkinliği yattı, acısı da dindi.
Hata ettiğimi ve o genç hakkında kötü zanna kapıldığımı anlamıştım. O
gün İmam Hüseyin'in (a.s) matemlisine saygısızlık edilmemesi gerektiğini
öğrenmiştim.
Bu kıssadan almamız gereken ders şu ki; Allah ve Resulüne bağlı kişilere
saygısızlık etmek ve onları (basit sebeplerden dolayı) rencide etmek tehlikeli
olduğu gibi ilahî belanın gelip çatmasına ve O'nun gazabına uğramaya neden olur.
077
İHSANIN MÜKÂFATI
Merhum Hacı Muin Şirazî şöyle anlatır:
Tahran Pazarı'nda Alman gümüşü satan Seyit Hasan Verşuçî tüm
sermayesini kaybettikten sonra ağır bir borcun altına girmişti.
Bir gün mağazasına genç bir bayan gelir ve şöyle der: Ben Yahudi bir
kızım. 120 tümen param var evlenmek istiyorum. Sizin dürüst bir insan
olduğunuzu duydum. Şu parayı alın ve karşılığında çeyizim için listede
yazılı şu eşyaları verin."
Verşuçi, şöyle anlatır:
Parayı alarak bende olan malları verdim, olmayanları ise komşu
mağazalardan temin ettim. Alışverişinin toplamı 150 tümen tuttu. Genç kız
"Elimdeki paradan başka param yok " deyince "Zaten ben de
istemiyorum" dedim. Bunun üzerine başını göğe kaldırarak bana dua etti.
Satın aldığı eşyaları bir el arabasına koyup gönderdim. Başka parası
olmadığı için kirasını da ben verdim.
Bir gün kendi kendime, "En iyisi durumumu Tahran'ın önde gelen
zengin arkadaşlarımdan Hacı Ali Alakabendî'ye söyleyeyim" dedim. Sabah
erkenden Şemiran'a giderek hediye amaçlı altı kilo elma satın aldım.
Hacı Alakabendî, İmam zade Kâsım'ın türbesinin yakınlarında bir yerde
oturuyordu. Bahçesinin kapısını çalıp bekledim. Bir süre sonra bahçıvanı
gelerek kapıyı açtı. Elmaları ona vererek "Hacıya Hüseyin Verşuçî'nin
geldiğini haber verin" dedim.
Bahçıvan haber vermek için içeriye gittiğinde kendime geldim. Kendi
kendimi "Neden yaratan Rabbime değil de onun yarattıklarına el
açıyorum?" diye azarladım. Yaptığım işten hemen pişman oldum. Geri
dönüp kendimi bir çöle attım. Topraklar içinde secdeye kapılarak ağladım.
Devamlı tövbe ediyor, Allah'tan bağışlanma diliyordum.
Şehre dönmem gerekiyordu. Ama hacının adamlarının beni
göremeyeceği bir yoldan dönmek istiyordum. Beni bulmak için peşimden
birilerini göndereceğini bildiğim için o gün öğleye kadar dükkâna da
gitmedim. Artık hacının adamlarından kimsenin gelmeyeceğine emin
olunca işime döndüm. Elemanlar "Hacının adamları birkaç kez buraya
gelip seni sordular" dedi. Kısa bir süre sonra da hacının hizmetkârı gelip
"Sabah geldiniz ama neden hemen geri döndünüz anlayamadık; hacı siz
bekliyor" dedi.
"Bir yanlışlık oldu" deyip geçiştirdim. Hizmetkâr gittikten bir süre
sonra bu kez de hacının oğlu geldi. O da "Babam sizi bekliyor" dedi.
"Babanla bir işim yok!" deyip onu da gönderdim. Birkaç saat sonra elinde
asası, bitkin ve hasta haliyle bu kez de hacı çıkageldi. "Niçin sabahleyin
gelip hemen geri döndün? Mutlaka bir işin olmalı? Hacetin nedir?" diye
sordu. "Hayır, bir ihtiyacım yok, herhalde bir yanlışlık oldu" diye
geçiştirdim. Öfke ve hiddetle geri döndü.
Birkaç gün sonra evde oturmuş ekmek ve üzüm yiyordum. Tacir
arkadaşlarımdan biri yanıma gelerek "Elimde işine yarar bir mal var. Epey
bir zamandır ambarımda boşuna yer kaplıyor" dedi. Ne olduğunu sordum.
Emayelenmiş bir kalıp alman gümüşü olduğunu söyledi. Önceleri
istemedim ama ısrar edince satın aldım. Her küpünü alış fiyatına, 17
tümene, veresiye olarak vermişti.
İkindi vakti bini aşkın gümüş küpü getirdi. Mağazamın ambarı bu
küplerle doldu. Ertesi gün numunelik bir küp alarak gümüşçüler pazarına
gittim. Bana "Bunu nerden aldınız, uzun zamandır bu tür gümüş ele
geçmiyor!" dediler. Küpleri tanesi 50 tümenden satın aldılar. Elde ettiğim
kazançla borçlarımın tamamını ödeyip sermayemi yeniledim. Sonra
lütfünden dolayı Rabbime şükürler ettim.
Bu öykü, bize muvahhit bir insanın zorluk ve sıkıntılarda Allah'tan başkasına
bel bağlamaması gerektiğini öğretmektedir. Bilinmelidir ki, başkalarından yüz
çevirip Allah'a yönelen kimsenin işi yolunda gider, en güzel ve en istenilen
seyirde hareket eder.
Havale et işini Hakk'a ey Hafız
Bu sayede açılır geçim bahtımız
 
078
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ
Son Kerbela ziyaretine müşerref olduğum yolculukta (14 Recep 1388) Seyit
Abdürresul Hadim bana şunları anlattı:
Vaktiyle İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde kapıkulu olarak görev yapan
ve şu anki kapıkulunun da babası olan merhum Abdülhüseyin, erdem
sahibi, iyi insanlardan biriydi.
Bir akşam kanlı ve kirli ayaklarıyla türbeye giren, o hâliyle hacet
dilemeye çalışan bir Arap görür. Merhum, onu bu halde görünce
etrafındakilere bağırarak onu hemen türbeden dışarı çıkarmalarını emreder.
Arap, dışarı götürülürken "Ey Hüseyin, bu evin size ait olduğunu
düşünüyordum; ama görüyorum ki eviniz başkasına aitmiş!" diye seslenir.
Aynı gece merhum bir rüya görür: Rüyasında İmam Hüseyin türbenin
avlusunda minbere çıkmış, müminlerin ruhları da etrafını sarmış onu
dinliyorlardır. İmam, hademelerinden yana duyduğu rahatsızlığını şikâyet
ediyordur. Türbe sorumlusu, "Ey ceddim, size karşı ne gibi bir
edepsizliğimiz oldu?" diye sorar. İmam, "Siz bu akşam en aziz
misafirlerimden birini rencide edip türbemden dışarı attınız. Onu hoşnut
etmediğiniz sürece ne ben razı olurum, ne de Allah razı olur" diye cevap
verir. Görevli "Ey ceddim, ben onu tanımıyorum ve nerde olduğunu da
bilmiyorum" der. Bunun üzerine İmam, "Şu an Hasan Paşa'nın (çadırlara
yakın bir yer) evinde uyuyor. Oradan da türbemize gelecek. Bizimle işi
vardı. Onun kötürüm olan oğluna şifa verdik. Yarın kabilesiyle birlikte
gelecek. Onu karşılamaya git" diye cevap verir.
Merhum, uykudan uyanınca birkaç hademeyle birlikte zavallı Arap'ı
İmam'ın buyurduğu yerde bulur. Ellerini öperek son derece ihtiramla evine
getirir, ona ikramda bulunur.
Ertesi gün yanına otuz hademe alarak onları karşılamaya gider. Bir süre
sonra sevinç ve neşe içerisinde gelen bir gruba rastlarlar. Aralarında Arap
ve şifa bulan felçli çocuğu da vardır. Hemen yanlarına alarak birlikte
mukaddes türbeye müşerref olurlar.
079
ÖZGÜRLÜK BELGESİ
Sadık Ehlibeyt dostlarından Haydar Aga Tahranî şöyle anlatır:
Birkaç yıl önce İmam Rıza'nın (a.s) revakına müşerref olmuştum.
Yaşlılıktan beli bükülmüş, saçı-başı ağarmış, kaşları gözünün üzerine
sarkmış yaşlı bir adamın ibadetindeki tevazu ve kalbî huzuru beni kendine
cezp etmişti. Bir süre sonra gitmek için yerinden doğrulduğunda takatinin
olmadığını gördüm. Yanına gidip ayağa kalkması için yardım ettim. "Evin
nerede, istersen seni götüreyim" dedim. Hayrat Han Medresesi'nde bir
odada kaldığını söyledi.
Kısacası, onu kaldığı yere götürdüm. Yaşlı adama hayranlık duymaya
ve onu sevmeye başlamıştım. Artık her gün onu görmeye gidiyor, işlerinde
yardımcı oluyordum. İsmini, yaşadığı yeri ve ne işle uğraştığını sordum.
"Adım İbrahim, Iraklıyım" diye cevap verdi. Farsçayı da biliyordu.
Kendisinden bahsederken şöyle dedi:
Gençliğimden bu yana her yıl İmam Rıza'yı (a.s) ziyarete gelir, bir süre
burada kalır, sonra Irak'a dönerim. Henüz otomobilin icat edilmediği
yıllarda iki kez yaya olarak ziyarete geldim. İlk seferimde çok sevdiğim
sadık can yoldaşlarımdan üçü bir fersahlık yola kadar bana eşlik ettiler.
Benden ayrıldıkları ve ziyarete müşerref olamadıkları için çok üzgündüler.
Vedalaşmak istediğimizde ağlayarak "Daha gençsin, yaya olarak gideceğin
bu yolculukta çok sıkıntı çekeceksin, ama İmam sana teveccüh edecektir.
O yüzden de sana hacetlerimizi söylüyoruz. Üçümüzün selamını İmam
Rıza'ya (a.s) ilet ve o mukaddes türbeye vardığında bizleri de yâd et"
dediler.
Sonra onlara veda ederek Meşhed'e doğru hareket ettim. Şehre
girdiğimde yorgun ve bitkin halimle mukaddes türbeye girdim. Türbenin
bir köşesine yığılıp kalmıştım. O halde kendimden geçtim.
Rüyamda İmam Rıza'yı (a.s) gördüm. Mübarek elinde sayılamayacak
kadar kâğıt vardı. Kadın-erkek, çoluk-çocuk tüm ziyaretçilerine o
kâğıtlardan veriyordu. Sıra bana gelince dört kâğıt verdi. "Niçin bana dört
adet verdiniz?" diye sordum. "Biri senin, diğeri de üç arkadaşının!" diye
buyurdu. "İyi ama bu iş size uygun değil; kâğıtları başkalarının dağıtmasını
emretseydiniz!" deyince "Şu gördüğün insanlar beni ümit ederek buraya
gelmişler; o halde bizzat kendim bu işi yapmalıyım" diye cevap verdi.
Merakla kâğıtlardan birini açıp baktım. İçinde dört ibare yazılıydı:
"Ateşten kurtulma belgesi, hesap gününden güvende olmak, cennete
girmek ve ben, Allah Resulünün oğluyum."
Yukarıdaki öyküden iki netice almak mümkündür:
1-İmam Rıza'nın (a.s) ziyaretçilerine olan şefkat, merhamet ve teveccühü
öylesine derindir ki kim kurtulmayı ümit ederek O'na sığınır ve güvenirse şefaat
eder, kimseyi kapısından ümitsiz geri çevirmez.
2-Kim gerçek manada O yüce İmam'ı ziyarete etmeyi arzular, ama gitmeye
imkânı olmaz da başkasından, kendisinden taraf ziyaret etmesini isterse, tıpkı
ziyaret eden kişi gibi olur. Elbette bu mevzu, sadece İmam'ı ziyaret etmek konusu
için geçerli değildir. Aynı zamanda bütün hayır işler için de geçerlidir. Yani kim
hayır bir iş yapmayı sever, kalben o işe nail olmayı arzular, ama buna rağmen
yapmak için imkânı olmazsa, kuşkusuz o hayrı yapmış gibi olur ve o hayrı yapan
kişinin sevabını alır. Bu konuyu teyit eden birçok rivayet mevcuttur:
Cabir b. Abdullah, Kerbela'ya müşerref olduğu bazı seferlerinde,
Kerbela şehitlerini ziyaret ederken onlara şöyle hitap ederdi. "Allah'a ant
olsun ki biz de çektiğiniz o sıkıntılarda sizinle ortağız."
Yanında bulunan Atiyye b. Saad "Nasıl olur da biz Kerbela şehitleriyle
ortak olabiliriz; halbuki biz o sıkıntılarda onlarla birlikte değildik, onlarla
birlikte kılıç savurmadık, onlar gibi başlarımız bedenlerimizden ayrılmadı,
çocukları gibi bizim çocuklarımız yetim kalmadı, eşlerimiz de eşleri gibi
dul kalmadı!" deyince Cabir şöyle cevap verir: Ey Atiye, habibim Allah
Resulünden (s.a.a) şöyle işittim, derdi ki: "Kim bir topluluğu severse
onlarla haşrolur. Bir toplumun yaptığı işi benimseyip seven, o işte
onlarla ortaktır." Muhammed'i hak üzere gönderen Allah'a ant olsun ki
benim ve kavmimin niyeti, İmam Hüseyin (a.s) ve ashabının hedefleri
[51]
uğruna öldükleri şeydi."
İmam Rıza (a.s), Rayyan b. Şubeyb'e şöyle buyurdu:
"Ey Şubeyb'in oğlu! İmam Hüseyin (a.s) ile birlikte şehit olanların
sevabına sahip olmak seni mutlu ediyorsa, o halde ne zaman onları
hatırlasan, 'Keşke ben de onlarla olsaydım ve onlar gibi büyük saadete
[52]
erişseydim!' de."
Fakat belirtmek gerekir ki, şehitlerin elde ettiği sevaplara ulaşmanın şartı, bu
arzu ve istekte sadık olmaktır. Yani Allah yolunda öldürülmek, insanın gönlünde
yatan bir arzu olmalıdır. Öyle ki, bu uğurda zemine hazır olursa kendine, evladına
ve malına olan düşkünlük onu bu yüce hedeften alıkoymamalıdır. O halde tüm
kalbi Kerbela vakıasında onu bu fedakârlıktan alıkoyacak kendini beğenmişlik,
şehvete düşkünlük ve dünya sevgisiyle dolu olan bir kimsenin "Keşke ben de
onlarla olsaydım!.." demesi, apaçık bir yalandan başka bir şey olmaz.
Bir ilim ehli şöyle derdi:
Yıllarca gurur ve yanılgıdaydım. Kendimi Kerbela şehitlerinin sevabına
ortak görüyordum. Bir gece rüyamda tıpkı Aşura olayını anlatan kitaplarda
yazıldığı gibi, kendimi Kerbela ortamında buldum. İmam Hüseyin'in (a.s)
yanında duruyordum. Hz. Kasım savaş meydanına giderek şehit oldu.
Birden "Artık İmam'ın (a.s) yardımcısı kalmadı; şimdi de savaş meydanına
beni sürecek!" diye düşündüm. Korkumdan kendimi saklamak için arkaya
çekildim. Sonra da bir ata binip hızla oradan uzaklaştım.
Gördüğüm rüyanın korku ve dehşetiyle uykudan uyandığımda bir ömür
dilimde heceleyip durduğum şehadet arzusunun yalan olduğunu anladım .
Bunu anlatmaktan maksat, aziz okuyucunun gurura kapılmamasını
hatırlatmaktır. Şunu bilmek gerekir ki, şehitlerin sevabına ulaşmanın yolu, gerçek
ve hakikî manada (onlar gibi olmayı) arzu etmektir. Ama bu arzu, dünya
sevgisiyle kuşanmış bir kalp için imkânsızdır. Bir ömür nefisle mücadele edilmeli,
onu alt etmeli, bu konuda sıkıntılara göğüs gerilmeli ki, bu arzu hakikate
dönüşsün.
Meydanda şehit olan kimse bir defada ölerek rahatlığa ve huzura kavuşur. Oysa
nefsiyle savaşan ve mücadele eden kimse bir ömür hem şeytanla, hem de nefsiyle
savaş içerisindedir. Bu yüzden nebevî hadiste de geldiği üzere buna "cihad-ı
[53]
ekber" denilmektedir.
Ayrıca, şahadet arzusu hakikî olsa da şehitlerin sevabı gibi bir sevap
alacaklardır; o sevabın aynını değil. Zira göstermiş oldukları olağanüstü
fedakârlıklardan dolayı Allah-u Taâla'nın Kerbela şehitlerine vermiş olduğu
makamlar ve mükâfatlar, yaratılıştan bu yana gelen ve gelecek olan hiçbir şehide
verilmeyecektir. O halde böyle bir makam basit bir temenniyle nasıl elde
edilebilir. Bu özel makam, ancak Kerbela şehitlerine mahsustur. Gerçek anlamda
o şehitlerin makamını temenni edenlere ise Allah, fazlından benzeri sevaplar
verecektir.
080
KADINLARIN ALTI GÖREVİ
Bundan birkaç yıl evvel, sürekli cemaat namazlarına katılan seyide eşim
yanıma gelerek bana şöyle dedi: "Epey bir zamandır kurtuluşum için
annem Hz. Fatma'ya (a.s) tevessül ediyordum. Nihayet dün akşam O'nu
rüyamda görünce "Hanımefendimiz, biz kadınlar kurtuluşa ermek için ne
yapmalıyız?" diye sordum. "Siz kadınlar altı şeye dikkat ederseniz
kurtuluş ehli olursunuz" diye cevap verdi.
Ama ben gaflet edip o altı şeyi soramadan uyandım. Şimdi sen söyle, o
altı şey nedir?
Aklıma ilk gelen şey, kadınların vazifelerini ve Allah Resulüyle
yaptıkları biatin kabul şartlarını içeren Mümtehine suresinin son ayeti
olmuştu. Bu surenin 12. ayetine müracaat edip şartları saydığımda bunların
altı şey olduğunu gördüm. Eşime "Mutlaka Hz. Fatma'nın (a.s) maksadı da
budur" dedim.
Müslüman kadınların vazifelerini bilip öğrenmeleri için bu ayetlerin kısaca
tercümelerine işaret ediyoruz:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar;
1-Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, (yani sıfatlarında, fiillerinde ve ibadette)
2-Hırsızlık yapmamak, (kocalarının ve başkalarının malları hususunda)
3-Zina etmemek,
4-Çocuklarını öldürmemek, (hatta nutfe, alaka ve cenin hallerinde bile)
5-Elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek,
6-İyi işi işlemekte (namaz, oruç, hac, zekât ve kocalarına itaat etme, yabancı
erkeklere bakmama, dokunmama vb. konularda) sana karşı gelmemek hususunda
sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah'tan
[54]
mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."
081
İMAM HÜSEYİN'İN İNAYETİ
Serkuh Darab sakini takva ehli âlimlerden Şeyh Muhammed Ensarî şöyle
anlatır:
1373 yılında Kerbela'ya müşerref olduğumda oğlum hasta idi. Şifa
bulması için onu da yanımda götürdüm. Erbain günü oğlum ile beraber
Fırat Nehri'nin kenarına gittik. Ziyaret guslü almak amacıyla nehre girdik.
Gusül ile meşgulken akıntı ansızın oğlumu sürükleyip götürdü. Kafası
dışında tüm bedeni suyun içindeydi. Yüzmeye takatim kalmamıştı.
Kurtarmak için yardım edecek kimse yoktu. Üzgün ve kırık bir kalple
Rabbime sığındım ve oğlumu kurtarması için İmam Hüseyin (a.s)
hürmetine O'ndan yardım istedim. Birden oğlumun bana doğru geldiğini
gördüm. Elinden tutup sudan çıkardım. Neler olduğunu sorduğumda,
"Kimseyi görmedim, ama sanki biri kollarımdan tutmuştu ve sana doğru
getiriyordu" diye cevap verdi. Bunu duyunca duamı kabul ettiği için
Rabbime teşekkür edip şükür secdesine kapandım.
082
HZ. MEHDİ'NİN (A.F) YARDIMI
Şeyh Muhammed Ensarî, yine şöyle anlatır:
Aynı yolculukta Samerra'ya müşerref oldum. Mukaddes sirdâba
(bodrum kat) inmek istediğimde akşam namazının vakti geçmişti ve henüz
namazımı kılmamıştım. Sirdaba açılan mescitte cemaat namazı kılınıyordu.
Bu mescidin ehlisünnete ait olduğunu bilmiyordum. Cemaat yatsı namazını
kılmakla meşguldü. Oğlumla beraber mescide girip bir köşeye çekildik.
Önümüze Kerbela mührü koyup namaz kılmaya başladık. Cemaat namazı
bittikten sonra önümden geçenler öfkeyle bana bakıyor, çirkin sözler sarf
ediyorlardı. Takiyye yapmadığım için pişman olmuştum.
Tüm cemaat çekilip gittikten sonra mescidin ışıklarını söndürüp kapıyı
yüzümüze kapadılar. "Ben uzaklardan gelen bir ziyaretçiyim, buraların
yabancısıyım!" dediysem de fayda etmedi. İçlerinden bize itina eden
çıkmadı. Bizi öylece bırakıp gittiler. Oğlum ve ben oldukça korkmuştuk.
Bizi öldüreceklerini düşünerek ağlayıp sızlamaya başladık. Muzdarip bir
halde Hz. Mehdi'yi (a.f) vesile kılarak Allah'tan yardım diledik.
O sırada duvarın yanında oturup ağlayan oğlum "Babacığı gel, yol
açıldı!" dedi. Giriş kapısı yakınlarında bulunan ve duvara monte edilen
mescidin sütunu, yukarı doğru kalkmaya başlamıştı. Sütun yerden 2-3
karış ayrıldı. Bu mesafe, altından rahatlıkla geçmemiz için yeterliydi.
Oğlumla birlikte hemen oradan çıktık. Dışarı çıktığımızda sütun eski haline
geri dönüp kapandı. Bunun üzerine Rabbimize şükrettik. Ertesi gün merak
edip aynı yere gittik. Açılan sütunun yerinde herhangi bir iz yoktu. İğne
deliği kadar bile olsa, bir çatlağa rastlamadık.
083
HZ. FATMA'NIN (A.S) ADIYLA
Üstün kerametler sahibi Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'nin oğlu Seyit Ali Nakî
Keşmirî, erdem sahibi Seyit Abbas Larî'den şöyle işittiğini nakleder:
Necef'te dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde bir gün öğleden sonra
iftar için yemek hazırlayıp odama bıraktım, sonra da kapıyı kilitleyip dışarı
çıktım. Akşam ve yatsı namazlarımı kılıp, bir süre sonra iftar için tekrar
medreseye döndüm. Odamın kapısına vardığımda anahtarı bulamadım.
Medresenin çevresinde de arayıp bulamayınca bazı arkadaşlarıma sordum.
Onlar da öyle bir anahtar görmediklerini söylediler. Açlığın etkisiyle
oldukça bitkin düşmüştüm. Ne yapacağımı bilemiyordum. Medreseden
dışarı çıkıp başım önümde türbeye doğru şaşkın şaşkın yürümeye başladım.
O sırada merhum Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'ye rastladım. Şaşkınlığımın
sebebini sorunca durumu ona da anlattım. Benimle birlikte medresedeki
odamın kapısına kadar geldi. "Kim Hz. Musa'nın (a.s) annesinin ismini
bilir de kilitli kapıya onun adını söylerse kapı açılır, diyorlar. Ama şu bir
gerçek ki, bizim annemiz Hz. Fatıma'nın (a.s) makamı ondan geri değil!"
deyip elini kapının kilidine koydu. Sonra da "Ya Fatıma!" deyip içeri girdi.
Kapı, O'nun ismiyle açılmıştı.
084
SIKINTIDAN SONRA RAHATLIK
Yine mezkûr Seyit, Alemu'l-Hüda Melayirî'nin şöyle söylediğini nakleder:
Necef-i Eşref'te dinî ilimler tahsil ettiğim dönemlerde geçimden yana
çok sıkıntıya düşmüştüm. Bir gün cebimde hiç para olmadığı halde aileme
yiyecek bir şeyler tedarik etmek için dışarı çıktım. Çaresizlik içerisinde
pazara gittim. Pazarın başından sonuna kadar birkaç kez gidip geldim.
Durumumu kimseye bildirmedim. Pazarda böyle yürümenin yakışıksız
olduğunu düşünerek oradan ayrılıp boş bir sokağa girdim. Hacı Said'in
evinin yakınlarına kadar yürüdüm. Ansızın merhum Hacı Murtaza
Keşmirî'ye rastladım.
"Sana ne oluyor? Ceddin İmam Ali (a.s) arpa ekmeği yiyor, bazen de
iki gün üst üste hiçbir şey bulamıyordu!" dedi. Bir süre İmam Ali'nin (a.s)
sıkıntılarından anlatıp beni teselli etmeye çalıştı. "Sabırlı ol, elbette ki
genişlik yakındır; Necef'te zahmet çekmeli, çaba göstermelisin" deyip
cebime o zamanın rayiç parasından bir miktar koydu. "Bu parayı sakın
sayma, kimseye de söyleme; istediğin kadar harca!" diye tembihledi.
Yanından ayrıldıktan sonra pazara gidip ekmek ve yiyecek şeyler aldım,
sonra da eve götürdüm. Birkaç gün o paradan bir şeyler satın alıp eve
götürdüm.
Bir gün kendi kendime "Ne zaman elimi cebime atsam para buluyorum;
o halde ailem için pahalı yiyecekler alayım!" dedim. O gün eve et
aldığımda eşim bana, "Anlaşılan sana bir şeyler inayet olmuş. Görüyorum
ki et satın almışsın!" dedi. "Evet", dedim. "Öyleyse bir miktar kumaş al da
elbise dikeyim" dedi.
Pazarda bir manifaturacıya giderek bir miktar kumaş satın aldım.
Cebimden bir miktar para çıkarıp "Kumaşların parasını şuradan alın, eksik
olursa üzerini tamamlayayım" dedim. Manifaturacı parayı saydı. "Para
tamam, eksik yok" dedi.
Bir yıl boyunca durumum böyle devam etti. Her gün lazım olduğu
kadar o paradan çıkarıp harcıyor, durumu kimseye anlatmıyordum. Bir gün
yıkanması için elbisemi çıkardığımda paraları cebimden almayı
unutmuştum. Elbise yıkanırken çocuklarımdan biri elini elbisemin cebine
atarak parayı çıkarmış, o günün ihtiyaçlarına harcamıştı. Böylece o para
tükenmiş oldu.
Bir şeyin bereket bulması ve harcandığı halde tükenmemesi ilahî kudretçe
mümkün, hatta gerçek bir iştir. Bu tür örnekler birçok kitapta beyan edilmiştir. Bu
konuyla ilgili olarak merhum Nuri'nin Kelime-i Tayyibe adlı eserine ve Daru's-
Selam'a müracaat edilebilirsiniz.
Aynı şekilde, rabbanî âlimlerden merhum Hacı Seyit Murtaza Keşmirî'nin
kerametleri ve İmam Mehdi'nin (a.f) huzuruna müşerref olması mevzuu, Necefli
âlimlerin genelinin kabul ettiği bir mevzudur.
085
DÜŞÜNCEYİ OKUMA
Yine mezkur Seyit, Seyit Murtaza Keşmirî'nin öğrencilerinden merhum Şeyh
Hüseyin Hallavî'den şöyle işittiğini nakleder:
Merhum Seyit Muhsin Amulî'nin kızıyla evlenmek istiyordum. Bu işi
için istihare etmek amacıyla Seyit üstadımızın yanına gittim. Kalbimdeki
niyetimi söylemeden "Acaba benim için bir istiharede bulunabilir misiniz?
" dedim. Seyit bir süre düşündükten sonra "Seyide bir hanımın gayri seyit
biriyle evlenmesini iyi karşılamıyorum" dedi. Bunu söylemesi üzerine
istihare etmekten vazgeçtim.
086
BAŞKASININ HAKKI
Birkaç yıl Necef-i Eşref'te ikamet eden erdem sahibi ve güvenilir âlim Hacı
Şeyh Muhammed Taki Larî şöyle nakleder:
Bir gün Kerbela pazarında manifaturacı bir arkadaşımın dükkânının
önünde oturmuştum. Ansızın gözüm yerde duran bir altın sikkesine ilişti.
Yoldan geçenler parayı fark etmeden yanından geçiyordu. Kimseye bir şey
söylemeden oraya gittim. Yere eğilip elimi uzattığımda onun altın
olmadığını, donmuş bir sümük olduğunu fark ettim. Kendi davranışımı
kınayarak kimsenin anlamayacağı şekilde tekrar yerime döndüm.
İkinci kez aynı yere baktım. Emin olmak için tüm dikkatimi oraya
verdim. Altın olduğuna emin olunca tekrar oraya gidip eğildim. Ne var ki
yine donmuş sümük gördüm. Pişman olup tekrar yerime döndüm.
Üçüncü kez baktığımda yine altın olduğunu görmüştüm. Ama bu kez
almaya gitmedim. Oldukça şaşırmıştım. O sırada muhterem bir seyidin
perişan bir halde yerlere bakına bakına gelmekte olduğunu gördüm. Altını
görünce hemen eğilip onu aldı ve cebine koydu. Sonra da bir şey olmamış
gibi oradan uzaklaştı.
Bu durum beni meraklandırmıştı. Hızla yanına koştum. Selam verip hal-
hatır sordum. Sonra da o altın sikkesinin ne olduğunu sordum. "Bugün
Allah bana bir evlat nasip etti. Eve bir şeyler almam gerekiyordu ama
param yoktu. Falan şahsın yanına giderek borç istedim. Bana şu altın
sikkeyi borç verdi. Pazara giderek bir miktar gerekli ev ihtiyaçları satın
aldım. Aldığım malzemelerin parasını ödemek istediğimde sikkeyi
cebimde bulamayınca kaybettiğimi anladım. Gördüğün o yerde de sikkeyi
buldum" dedi.
Bu kıssayı nakletmekten maksadımız şudur: Muhterem okuyucu bilmelidir ki,
âlemlerin Rabbi ve işleri tedbir eden yüce yaratıcı, bir an olsun kullarının özel ve
genel işlerini tedbir etmekten gaflet etmez. Bu kıssada da görüldüğü üzere Allah,
altın sikkeyi Şeyh'in almaması için donmuş bir sümüğe çevirmişti. Çünkü Şeyh
onu alacak olsaydı, zavallı seyit zor durumda kalacaktı. O halde muvahhit bir
kimse daima Rabbine tevekkül edip işleri O'na havale etmelidir. Şüphesiz O, en
iyi vekildir.
087
İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) ZİYARETÇİLERİ
Necef'te ikamet eden bazı güvenilir âlimler, züht ve ilim ehli merhum Şeyh
Hüseyin b. Şeyh Meşkûr'un şöyle dediğini naklederler:
Bir gün rüyamda, kendimi İmam Hüseyin'in (a.s) haremine müşerref
olurken görmüştüm. Bir Arap genç türbeye gelip tebessüm etti ve ardından
İmam'a selam verdi. İmam (a.s) da gülümseyerek karşılık verdi.
Ertesi gün Cuma akşamıydı. O akşam türbeye gidip bir köşede oturdum.
O sırada rüyada gördüğüm gence rastladım. Türbenin tam karşısında durup
tebessüm etti ve selam verdi. Ama rüyadaki gibi İmam Hüseyin'i (a.s)
göremedim. Türbeden çıkıncaya kadar o Arap'ı izledim. Daha sonra onu
takip edip yanına yaklaştım. Gördüğüm rüyayı detaylarıyla anlatıp bu
yüzden İmam'a (a.s) neden selam verdiğini öğrenmek istediğimi söyledim.
"Ne yaptın da İmam sana gülerek cevap verdi?" diye sordum.
Genç, şöyle anlattı: Bir yaşlı annem, bir de yaşlı babam var. Kerbela'ya
birkaç fersah ötede yaşıyoruz. Cuma akşamları İmam'ı ziyarete geliyoruz.
Bir hafta babamı bir hafta da annemi merkebe bindirip ziyarete
getiriyordum. Bir Cuma akşamı sıra babamdaydı. Onu merkebe bindirip
çıkmak istediğimde annem ağladı ve "Beni de götürmeni istiyorum, belki
gelecek haftaya kadar yaşayamayabilirim!" dedi. Hava oldukça yağmurlu
ve soğuktu. Bu yüzden annemi uyardım ama kabul etmedi. Hal böyle
olunca babamı merkebe bindirip annemi de sırtıma aldım. Çok meşakkatli
ve zahmetli bir yolculuktan sonra nihayet türbeye varmıştık. O vaziyette
türbeye girdiğimde İmam Hüseyin'i (a.s) gördüm ve selam verdim. İmam
da tebessümle bana cevap verdi. İşte o akşamdan bu yana her türbeye
müşerref oluşumda İmam'ı görüyorum; o da bana tebessümle karşılık
veriyor.
Bu öyküden de anlaşıldığı üzere iman ehline ve anne-babaya sevgi
gösterisinde bulunmak, hizmet etmek, özellikle de İmam Hüseyin'in (a.s)
ziyaretçilerine ihtiram göstermek din büyüklerinin hoşnutluğunu kazanmaya
sebep olmaktadır.
088
ADİL FAKİHİN MAKAMI
Merhum Şeyh Muhammed Nihavendî hakkında şöyle nakledilir:
Merhum Nihavendî bir gece rüya âleminde Meşhed'e müşerref
olduğunu görür. Türbenin baş tarafında İmam Mehdi'ye (a.f) rastlar. O
sırada humusun "İmam Hakkı" olan bölümden tasarruf etmek için İmam'ın
bizzat kendisinden (a.f) izin almak aklına gelir. Hemen İmam'ın (a.f)
mübarek elini öperek "Sizin hakkınız olan İmam hakkında tasarruf etmem
için bana ne kadar müsaade ediyorsunuz?" diye sorar. "Her ay falan
meblağ" (belirtilen miktarı maalesef unuttum) diye cevap verir.
Rüyanın üzerinden birkaç yıl geçer. Şeyh Muhammed bir gün Meşhed'e
müşerref olur. Şeyh'in müşerref olduğu vakit merhum Ayetullah Hacı
Hüseyin Burucerdî de Meşhed'de bulunmaktadır.
Bir gün Şeyh Muhammed türbeye gider ve mezar-ı şerifin başucunda
oturur. Rüyada İmam Mehdi'yi (a.f) gördüğü yerde merhum Burucerdî'nin
oturduğunu görür. Birçok taklit merciinden humusun İmam hakkı
bölümünden tasarruf etme izni aldığı için "Ondan da izin alsam iyi olur"
diye düşünür. Bu amaçla merhumun yanına vararak ondan izin ister.
Ayetullah Burucerdî de ona tıpkı Hz. Mehdi'nin (a.f) rüyada kendisine
buyurduğu meblağ kadar izin verir.
Şeyh daha sonraları bu olayın birkaç yıl önce gördüğü rüyanın yorumu
olduğunu anlar.
Bu kıssadan anlaşılan şudur: Ehlibeyt dostları İmam Mehdi'nin (a.f) gaybet
döneminde adil fakihin makamını öğrenmeli, onu İmam'ın naibi olarak görmeli ve
dinî vazifeleri için ona müracaat etmelidirler. Fakihin hükmünü adeta İmam'ın
hükmü olarak kabul etmelidirler.
Mefatihu'l-Cinan adlı dua kitabında şöyle nakledilir: Hz. Mehdi (a.f), Hacı Ali
Bağdadî'ye şöyle buyurdu: "Necef müçtehitleri; yani Şeyh Murtaza Ensarî, Şeyh
Muhammed Hüseyin Kazımeynî ve Şeyh Muhammed Hasan Şerukî benim
vekillerimdirler. Benim hakkıma düşen payı onlara ulaştırırsanız kabuldür.
089
İNSANIN AKIBETİ
Menuçehr Mevrisî'nin anlattığı uzun bir öykünün özetini naklediyoruz:
Laristan bölgesine bağlı Eyser köyünde öğretmenlikle meşgul olduğum
dönemlerde Ahmet adında genç bir köylü ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Ölüm döşeğindeyken ziyaretine gittim. Ona üç şehadeti telkin ettim. "Lâ
ilâhe illallah" ve "Muhammed Resulullah" cümlelerini zorlanarak da olsa
söylemeyi başarmıştı. Ama sıra "Aliyyen veliyullah" cümlesine geldiğinde
bu şehadette takıldı ve bir türlü söyleyemedi. Önce kafasını sallayarak,
daha sonra da diliyle bu cümleyi söylemeyeceğini ifade etti. Bir süre sonra
da bayıldı. Etrafında bulunanlar orayı terk ederek evlerine gittiler.
Birkaç gün baygın yattıktan sonra yakınları onu Şiraz'a götürerek
hastaneye yatırdılar. Burada birkaç gün tedavi gördükten sonra iyileşti ve
hastaneden taburcu edildi.
Bunun üzerine onu tekrar görmeye gittim. Telkini okuduğumda niçin
"Aliyyun veliyullah" cümlesini söylemekten kaçındığını merak ediyordum.
Ona bunun nedenini sorduğumda korkuyla dudaklarını ısırdı ve şöyle
cevap verdi:
Üç şehadeti bana telkin ettiğinizde onları üç kalın halka olarak gördüm.
İlk halkanın üzerinde "lâ ilâhe illallah" ikinci halkanın üzerinde
"Muhammed Resulullah", üçüncü halkanın üzerinde de "Aliyyun
veliyullah" yazılıydı. Birinci halka elimde, ikinci halka ortada, üçüncü
halka da oldukça ürkütücü bir görünüme sahip iri cüsseli birinin elindeydi.
Diğer elinde ise tüm nakit paralarımın içinde olduğu bir torba vardı.
Telkinleriniz sayesinde "lâ ilâhe illallah" ve "Muhammed Resulullah"
cümlelerini söylemeyi başardım. Sıra "Aliyyun veliyullah" cümlesine
geldiğinde, o korkunç görünümlü adam elimdeki zincir halkayı çekiştirip
"Eğer o cümleyi söyleyecek olursan içinde tüm banka hesaplarının ve
nakit paralarının olduğu bu torbayı alır giderim!" diye tehdit etmeye
başladı. Ben de tüm varlığımı kaybetmemek için söylemedim. Ama
paralarıma karşı aşırı bir sevgi beslememe rağmen tevhit zincirini
bırakmıyordum. Tam bu keşmekeş ve sıkıntı içerisinde nur yüzlü ve gönül
alıcı bir seyit çıkageldi. Mübarek ayaklarını zincirin üstüne koydu. O
korkunç yaratığın eli sanki seyidin ayakları altında kalmışçasına acıyla
bağırıyordu. Yüksek sesle bağırıp elindekini bırakınca zincirlerin tamamı
benim elime geçti. Daha sonra neler olduğunu anlayamadım. Kendime
gelip gözlerimi açtığımda kendimi kan ter içinde hastanede buldum.
Dünya malına aşırı düşkünlüklerinden dolayı bu tamahlarına yenik düşen ve
imansız olarak ölüp giden nice insanlar vardır ki, güvenilir kişilerden bu
kimselerin başlarından geçen olayları anlatan birçok öykü işittim. Aynı zamanda
bu öyküler, mezkur konu hakkında yazılmış kitaplarda da mevcuttur. Burada,
[55]
kısaca Muntahabu't-Tevarih'ten bir öyküyle yetiniyoruz:
Ölüm döşeğindeki bir âlime "Adîle Duası" okunur. "Tanıklık ederim ki
imamlar (a.s) iyi insanlardır" cümlesine geldiklerinde alim, "Bunu kabul
etmiyorum!" der. Ona üç kez aynı cümle telkin edilir fakat alim, her
üçünde de aynı sözü tekrar eder. Tüm bedeni ter içinde kalmıştır. Bir süre
sonra gözlerini açtığında odanın bir köşesinde bulunan sandığı işaret
ederek yanındakilerden onu açmalarını ister. Sandığın içinde bir kâğıt
parçası vardır. İsteği üzerine sandığı açıp içindeki kâğıdı ona verirler.
Alim, kâğıdı alır almaz yırtıp atar. Etrafındakiler "Niçin yırttın?" diye
sorunca şöyle cevap verir:
"Birine beş tümen borç verip karşılığında o kişiden bir senet almıştım.
'Tanıklık ederim ki imamlar (a.s) iyi insanlardır' cümlesini her telkin
edişinizde sandığın hemen yanı başında aksakallı bir adam beliriyor, senedi
eline alarak 'Eğer bu cümleyi söyleyecek olursan senedi yırtarım!' diye
beni tehdit ediyor, senede olan sevgim bu cümleyi söylememe engel
oluyordu. Allah bana şifa inayet edince de senedi kendi elimle yırtıp
attım!"
Bu kıssayı okuyan herkes ümit ile korkuyu bir arada yaşamalıdır. Korkmalıdır,
çünkü kalbinde dünya sevgisi bulunan ve fani işlere düşkün olan bir kimseye bu
zaafından dolayı şeytanlar daha kolay musallat olup onu rahatlıkla yoldan
çıkarabilirler. Zira şeytan insana ancak sevdiği ve gönülden bağlı olduğu şeylerle
galip gelir. O halde kalp dünya sevgisinden arınmış olmalı ya da en azından
Allaha, Resulüne ve ahirete olan sevgisi, diğer şeylerden daha fazla olmalıdır.
Şöyle ki, dünya sevgisinden vazgeçebilmeli; mal, evlat ve diğer dünya süslerini
dinine çok rahat feda edecek kadar değer verip aziz saymalıdır. Öyle ki kalbinde
dininden daha önemli bir şey olmamalıdır.
Merhum Şeyh Saduk'un, Uyun-u Ahbar-i Rıza adlı eserinde Resul-i Ekrem'den
(s.a.a) rivayet ettiği mübarek Ramazan ayının faziletiyle ilgili hutbede şöyle
gelmiştir:
…Daha sonra Allah Resulü ağladı. İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü,
niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle
buyurdu: "Bu mübarek ayda senin başına gelecek olan musibete
ağlıyorum. Sen namaz halindeyken mahlukatın en bedbahtı ve en kötüsü
kafana bir kılıç darbesi indirerek sakalını kana bulayacak!"
Bunun üzerine İmam Ali (a.s) "Ey Allah'ın Resulü, beni kılıç darbesiyle
şehit ettiklerinde dinî inancımdan yana güvende olacak mıyım?" diye
sordu. Resul-i Ekrem (s.a.a) de O'nu "Evet, dinin sağlam olacaktır" diye
müjdeledi.
Yani insan, dinî inancı bakımından güvende olursa, başına gelen her şeye
katlanır; hatta canını kaybetmesi bile onun için çok önemli bir şey değildir.
Kerbela'da Aşura günü Hz. Ebulfazl'ın (a.s) sağ kolunu kestiklerinde şu şiiri
okudu:
 
Vallahi kesseler de sağ kolumu
Sonsuza dek savunurum yolumu
Ve sadık olduğuna inandığım
Şu hak İmam Peygamber torununu
 
Sol kolunu kestiklerinde ise şu şiiri okudu:
 
Sen ey nefis korkma sakın küffardan
Müjde sana Rahman olan Cabbar'dan
Yine sevin, müsterih ol ve inan
Peygamberin didarı pek yakındır
Sol kolumu kesseler de zulm ile
Sen onlara ya Rabbi, nârı tattır!
 
Özetle şunu belirtmeliyiz ki, din uğrunda her türlü mahrumiyet, zarar, eziyet ve
sıkıntı küçük sayılmalı; Allah'a, Resul'üne, İmam'ına ve ahirete olan kalbî sevgi
her şeyden, hatta candan dahi daha fazla olmalıdır. Aksi takdirde insanın imanı
doğru ve kâmil sayılmaz.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a olan sevgisi canından, anne-babasından, evladından, ailesinden,
malından ve insanların tümünden fazla olmayan kimse, Allah'a olan imanını
halis kılmamıştır."
Başka bir hadiste de Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
"Canımı elinde bulunduran Allah'a ant olsun ki beni kendisinden, anne-
babasından, ailesinden, evladından ve tüm insanlardan daha sevgili
[56]
görmeyen kimse kesinlikle Allah'a iman etmiş sayılmaz."
Mezkûr iki hadis, mana bakımından Tevbe suresinin 25. ayetiyle mutabıktır:
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, esleriniz, hısım akrabanız,
kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız
meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili
ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu
hidayete erdirmez."
Nefsanî şehvetlere ve fani şeylere olan kalbî sevgisi Allah'tan, Resul'ünden,
İmam'ından ve ahretten daha fazla olan bir kimse, büyük bir tehlike altındadır.
Yani önüne çıkacak imtihanlarda dinini dünyasına satacak, yukarıdaki öyküde de
görüldüğü gibi dünya hayatında rahatlık içinde yaşasa da ömrünün son saatlerinde
şeytanın saldırılarına uğrayacaktır.
İnsan, Allah'ın özel lütfü o tehlike anlarında yardımına koşarsa ancak güvende
olur. Dolayısıyla yaratana yalvarıp yakarmaktan başka çaremiz yoktur. İmanımızı
korumasını ancak O'ndan istemeliyiz. Nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmaktadır:
[57]
"Rabbine ısrarla dua eden iman üzere ölür."
 
Şimdi her zamankinden daha gamlıyım
Belki de ölümün çok yakınındayım
O saatlerde Allah'ım sen yardım et
Gafletten uyandır beni merhamet et
Kör şeytanın şerrinden koru kulunu
Varsa imanımda nur göster lütfunu
Ruhum çıkar da varırsa dudağıma
Ya Rabbi tut elimden beni bırakma
Kalmaz çünkü o vakit akıl başımda
Unutturma ismini dök lisanıma
 
Diğer taraftan insan Rabbinin rahmetine ümitli olmalıdır. Kim Allah'a sadakat
ve ihlâs ile iman eder, Hz. Muhammed ve O'nun temiz soyunu Allah'ın velileri ve
hüccetleri bilir, onları can-ı gönülden sever, ahirete inanır, orayı varılacak en
değerli mekân olarak görür ve cennette Ehlibeyt (a.s) ile bir arada olmayı
arzularsa Allah ona muhakkak yardım elini uzatacaktır.
İman ve Allah sevgisi yerleşen bir kalbin belirtisi ibadeti huzû ve huşû içinde
yerine getirmek ve her konuda Allah'a itaat etmektir. Böyle bir kalbe hiçbir
zaman şeytan musallat olamaz. Nitekim Allah-u Taâla, Kurân-ı Kerim'de mümin
kuluna yardım edeceğine dair söz vermiştir:
"Allah imanınızı asla zayi etmez. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve
[58]
merhametlidir."
Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette
[59]
sapasağlam tutar; zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar."
Tefsir-i Ayyaşî'de İmam Cafer Sadıktan (a.s) şöyle rivayet edilmektedir:
"'Bizim dostlarımızdan birine ecel gelip çattığında şeytan sağından ve
solundan gelerek imanını elinden almaya çalışır, ama Allah buna izin
vermez.' İmam daha sonra İbrahim süresinin 27.ayetini tilavet etti."
090
ONBİNLERCE ÖLÜ VE BİR BEBEK
Muhterem bir zat olan Mevlevî şöyle nakleder:
Bugün itibarıyla Pakistan toprakları içerisinde bulunan Beluçistan'ın
Kuveyte nahiyesinde yaklaşık 30 yıl önce bir deprem oldu. 75 bin kişinin
yaşamını yitirdiği bu depremde şehrin tamamı harabeye dönmüştü. Mirza
Muhammed Taki'nin oğlu Mirza Muhammed Şerif'in  "Hümeyra" adındaki
kızı bu depremde henüz beşikteydi ve depremden hafif sıyrıkla
kurtulmuştu. Olay kısaca şöyle olmuştu:
Depremin üzerinden bir hafta geçtikten sonra İngiliz hükümeti
depremde hayatlarını kaybeden Müslüman, Hindu ve diğer dinlere mensup
herkesin cesetlerinin yakılmasını kararlaştırır.
Aynı depremde bir anne de Zümrüt adında bir kız çocuğunu
kaybetmiştir. Kadın kararı duyduğunda üzülür ve çocuğunun Hindularla
birlikte yakılmasına razı olmaz. Bu yüzden kocası Recep Ali'ye çocuğunun
cesedini enkaz altından çıkarması için yalvarır.
Enkazı kaldırırlarken bir beşiğe rastlarlar. İki demir parçası adeta bir
haç şeklinde beşiğin üzerine gelmiş, böylece tavanın beşiğin üzerine
çökmesine mani olmuştur. Depremden bir hafta geçmiş olmasına rağmen
beşikteki çocuğun halen hayatta olması ilgilerini çeker. Bu küçük bebek
(Hümeyra), deprem sırasında ağzına tesadüf eden bir kesek sayesinde
hayatta kalmayı başarmıştır. Hümeyra'yı bulduklarında hâlen o keseği
emiyordur. Sadece bir toprak parçasının alnına isabet etmesi sonucu alnı
yaralanmış olan bu bebek şu an hayatta ve alnındaki iz hâlen belirginliğini
koruyor. Çocuğun ailesi bizim akrabamız sayılır.
091
ALİ'Yİ NAZARINDA TUT!
 Yine Mevlevî şöyle nakleder:
Kandahar'da İmam Ali'yi can-ı gönülden seven gerçek bir Ali aşığı
yaşardı. Bu kişi, Muhibb-i Ali (Ali sevdalısı)  adında iyiliksever bir
şahıstı. Ona "Ali'yi nazarında tut!" dendiğinde bir anda yüzünün şekli
değişir, gayri ihtiyari gözyaşı dökerdi.
Vefat edince arkadaşları onu gasil haneye götürdüler. Bir yandan ona
gusül verilirken bir yandan da ağlıyorlardı. Bu sırada arkadaşlarından biri
bu duygusal andan etkilenerek ağlar haliyle merhuma hitaben "Ey Muhibb-
i Ali, Ali'yi nazarında tut!" dedi. Ansızın gördükleri manzara oradaki
herkesi hayrete düşürdü. Merhum, ölmüş olmasına rağmen birden sağ elini
kaldırarak yavaşça göğsünün üzerine koydu. Bu haber kısa sürede çevre
bölgelere yayıldı. Kandahar Şiîleri gruplar hâlinde gelerek bu sahneyi
temaşa ettiler. Bu sahneyi gören herkes şevke gelerek ağlıyordu. Gusül
bitinceye kadar Muhibb-i Ali'nin eli göğsünün üzerinde kaldı.
 
Eğer ansalar başucumda namını
Ruhum feryat eder, haykırır adını
 
Gerek İmam Ali'nin (a.s), gerekse diğer Ehlibeyt'in (a.s) sevgisi tüm
Müslümanlara önemle vurgulanan ilahî farizalardan biridir. Nitekim bu, Kurân-ı
Kerim'de Peygamberin risaletinin karşılığı ve mükâfatı olarak beyan edilmiş;
mütevatir hadislerde Allah'a ve Resulüne (s.a.a) iman etmenin gereği, hatta özü
sayılmış; dünya ve ahirette bu sevgiye karşılık büyük mükâfatlar vaat
[60]
edilmiştir.
Bu makamda Ehl-i Sünnet'in önde gelen araştırmacı yazarlarından ve
müfessirlerinden olan Keşşaf'ın, kendi Tefsir'inde, "De ki: Ben tebliğime karşılık
[61]
sizden yakınlarıma sevgi duymanızdan başka bir ücret istemiyorum" ayetinin
yorumu hakkında Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği rivayetle yetiniyoruz. Bu
rivayeti aynı zamanda Fahri Razi, Tefsir-i Kebir'inde, Keşşaf'tan nakletmiştir.
Rivayet şöyledir:
"Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: Bilesiniz ki, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i
Muhammed sevgisi üzerine ölen kimse günahları bağışlanmış ve şehit olarak
ölmüştür. Tövbeli ve tam bir imanla ölmüştür. Böyle bir kimseyi ölüm
melekleri (Nekir ve Münker)  cennetle müjdeler, tıpkı zifaf odasına
götürülen gelin gibi saygıyla cennete götürürler. Kabrinden cennete iki kapı
açılır ve Allah, onun mekânını rahmet meleklerinin ziyaretgâhı kılar. Bu
şekilde ölen kimse sünnet ve cemaat üzenine ölmüştür. Bilesiniz ki,
Muhammed ve Âl-i Muhammed'e düşmanlık ederek ölen kimse de kâfir
olarak ölmüştür; kıyamet gününde alnında "Allah'ın rahmetinden uzaktır!"
yazısıyla gelir. Bu şekilde ölen kimse, cennetin kokusunu alamayacaktır!"
Netice itibarıyla Allah, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed'in (a.s)
sevgisinin gerekliliği herkesçe bilinen bir mevzudur.
Hatırlatmakta yarar gördüğümüz konulardan biri de muhabbetin dereceleridir.
Muhabbetin ilk aşaması vaciptir. Ama aşk mertebesine varıncaya dek insanın bu
aşamadan faydalanması, sevgisinin kuvvet ve şiddetine bağlıdır. Başka bir
deyişle, hakikî manada zerre kadar da olsa kalbinde Ehlibeyt'e (a.s) sevgisi
bulunan bir kimse bu sevgiyle ölürse, sonsuza dek Allah'ın rahmetinden uzak
kalmaz; nihayetinde kurtuluş ehli olur ve sevdiği Ehlibeyt (a.s) ile bir araya gelir.
Hatta 300 bin yıl Allah'ın rahmetinden uzakta ve azap içinde olsa bile sonunda
onlarla haşredilecektir. Nitekim hadiste de bu konu açıkça beyan edilmiştir.
Muhabbetin son merhalesine nail olan, yani kalbini Allah'ın veya O'na ait olan
(Resul-i Ekrem'i, Ehlibeyt'i, müminleri ve ahiret hayatını sevmek gibi) şeylerin
sevgisiyle kuşatan, bunlar dışında hiç kimseye ve hiçbir şeye kalben sevgi
duymayan, tüm sevgisi Allah ve O'nun rızası doğrultusunda olan bir kimse
ölümüyle birlikte hakikî mahbubuyla vuslat kurmuş, tüm hicapları yırtmış
demektir. İnsan eşini ve çocuklarını ilahî birer nimet ve emanet oldukları için,
dünya malını da Allah yolunda infak edip O'nun rızasını kazanmak için
sevmelidir. Ehlibeyt dostlarının makamlarını, derecelerini ve saadetlerini gösteren
rivayetlerin, bu belirttiğimiz muhabbet makamına erişenlerle ilgili olduğunu
söylemek mümkündür.
Muhammed Taki Meclisî (Allame Meclisî'nin babası), Camia ziyaretinde
geçen "(Üzerimize) farz olan itaat sizi sevmekle kabul görür" cümlesi hakkında
şöyle der:
"Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed'in (a.s) sevgisinin vacip olduğuna
delalet eden hadisler kesin hadislerdir. Bizim onlara olan sevgimizin en alt
[62]
derecesi onları canımızdan daha çok sevmek, en yüksek derecesi ise aşktır."
 
Mertlik eder de âşık olursan ey Sadî
Muhammed ve al-i Muhammed'in yeter sevgisi
 
Muhaddis Cezairî, Envar-u Numaniye adlı eserinde sevgi hakkında şöyle der:
"Muhabbetin sayısız mertebesi vardır. Ama onları beş mertebede toplamak
mümkündür:
1-İstihsan: Mahbubun iç ve dış güzelliklerinin görmek veya işitmek yoluyla
elde edilmesidir.
2- Meveddet: Kalbin mahbuba yönelmesi ve onunla ruhsal bir ülfet kurmasıdır.
3- Hallet: Maşukun sevgisinin tüm kalbi sarıp kuşatmasıdır.
4- Aşk: Sevgide aşırılıktır. Bu aşamada aşık sürekli maşuku yad eder,  bir an
bile ondan gafil olmaz.
5- Veleh: Kalpte maşukun sevgisinden başka kimsenin sevgisinin olmaması ve
kalbin onun sevgisinin dışında kimsenin sevgisini istememesidir.
Muhaddis Cezairî, bu merhaleleri bir bir açıkladıktan sonra hakikî muhabbetle
bunlar arasında bir karşılaştırma yapmış, ardından muhabbet ehlinden bazı ilginç
[63]
kıssalar nakletmiştir. Aynı şekilde, Gülzar-ı Ekberî'de öldükten sonra
cenazelerinde ve kabirlerinde hayat belirtileri görülen kimseler hakkında çok
ilginç olaylar nakledilmiştir.
Burada iki önemli konuya dikkat çekmek istiyoruz:
1-Hakikî muhabbetin herhangi bir makamına erişen kimse sahip olduğu bu
makamla yetinmemeli; kalbindeki mecazî aşkları, yani dünya sevgisini ve
şehvetleri söküp atmalı; yerine gerçek ilahî aşkı, yani Allah sevgisini ve Allah'a
 dönen sevgileri artırmaya çalışmalı; böylece muhabbet makamının derece ve
bereketlerinden daha fazla pay almalıdır.
Ey tek gönüllü yüz gönlü tek gönüllü et
Başka sevgiyi sil kalbinden, sil de yok et
Bir kez de olsa ihlasla gel kapımıza
Eğer gelmezsek sana bizi şikâyet et.
2-Muhibb-i Ali'nin öldükten sonra elinin hareket etmesine şaşırmamak gerekir.
Zira muhabbetin şiddeti arttıkça aşığın ruhu maşukla vuslat kurar. Mahbup, yani
İmam Ali (a.s), hayat ile kudretin mazharı olduğu için sevenlerinden de böyle
kerametlerin zuhur etmesi şaşılacak bir olay değildir.
092
SEYİTLERİN YÜCELİĞİ
Yine Mevlevî şöyle nakleder:
Eskiden padişahlar ve bazı devlet adamları bir yerden bir yere giderken
tahtırevana oturur, köleler veya hizmetçiler onu sırtlarında taşırlardı. Bir gün
Haydarabad Devleti ordu komutanı Nizam Deken yine böyle bir tahtırevana
oturmuş evine gidiyor, bir grup putperest Hindu da onu omuzlarında taşıyordu.
Nizam, tahtırevanın içinde bir ara uyukladı. Derken rüyasında İmam Ali'yi (a.s)
gördü. İmam (a.s) ona "Ey Nizam, kendini seyitlere taşıtmaya utanmıyor musun?"
diye sormuştu. Gözünü açar açmaz hizmetkârlarına hemen tahtırevanı yere
bırakmalarını emretti. Hizmetkârlar, "Efendimiz, bizden bir kusur mu gördünüz?"
diye sorunca Nizam, "Hayır ama başka bir grubun taşımasını istiyorum" diye
cevap verdi. Böylece başka bir grup görevi devralarak Nizam'ı evine götürdü.
Bir süre sonra Hindulardan oluşan ilk tahtırevan grubunu gizlice evine çağırdı.
Hepsiyle birer birer kucaklaşıp yüzlerinden öptü. Nereli olduklarını sordu. "Falan
köydeniz" diye cevap verdiklerinde, "Ne zamandan beri o köyde yaşıyorsunuz?"
diye sordu. "Sadece ecdadımızın Arabistan'dan gelerek buraya yerleştiklerini ve
burayı kendilerine vatan edindiklerini biliyoruz" diye cevap verdiler. Bunun
üzerine Nizam, onlardan atalarının yazıtlarını bulup araştırmalarını istedi.
Hindu hizmetkârlar, ellerinde bulunan yazıları toplayarak tekrar Nizam'ın
yanına geldiler. Nizam, yazıtları incelediğinde Hinduların soylarının İmam
Rıza'ya (a.s) vardığını gördü. Bu duruma oldukça şaşırmıştı. Durumu böyle
görünce "Sizler nasıl putperest oldunuz? Hâlbuki Müslüman olarak dünya
gelmişsiniz. Hatta Müslümanların efendisi sayılırsınız!" diyerek ağlamaya başladı.
Kısacası, onlar da bu gerçeği öğrenince durumdan etkilenip Ehlibeyt (a.s)
mektebine girdiler. Nizam, daha sonra onlara birçok mülk bağışladı.
Seyitler silsilesine ve onların zürriyetlerine ihtiram ve ikram etmenin gerekli
olması Şii mezhebinin açık mevzularından biridir. "Büyük Günahlar" adlı kitabın
birinci cildinde Sılai rahim konusunda işaret edilmiştir. Meselenin detayı ve
kanıtları" Fezailus sadat" adlı eserde zikredilmiştir. Ve ayrıca merhum Nuri
"Kelime-i Tayyibe" adlı eserinde konuyla ilgili kırk hadis naklederek seyitler
sülalesine saygı göstererek bereket gören şahısların kısassını beyan etmiştir. Allah
resulü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: salih amel ehli olan seyitlere Allah rızası için
ikram ediniz böyle olmayanlara ise bana mensup oldukları ve hatırım için saygı
gösteriniz. [64]
093
HZ. EBULFAZL'IN (A.S) KERAMETİ
Yine başka bir olayı Mevlevî şöyle nakleder:
kardeşim Muhammed İshak çocukluğunda vereme yakalandı. Artık
İyileşmesinden ümidimizi kesmiştik. Babam onu Kerbela'ya götürerek Hz.
Ebulfazl'ın (a.s) türbesine götürerek türbenin demir parmaklıklarına bağladı. Ve o
büyük zata tevessül ederek Allahtan şifa vermesini ya da ölmesini diledi. Çocuğu
oraya bağlayarak kendiside revakta namaz kılmakla meşgul oldu. Oğlunun yanına
dönünce oğlu babacığım acıktım dedi. Oğlunun yüzüne bakınca çehresinin
değiştiğini ve şifa bulduğunu gördü. Onu dışarı götürdü. Ertesi gün çocuk nar
isteyince babası sekiz nar tanesi ve büyük bir ekmek verdi. İştihayla yedi ekmeği.
Hastalığından bir eser kalmamıştı. Şuanda Necef'te sakin olan bu çocuk Hz.
Hamza da fırıncılık yapıyor.
Muhterem Mevlevi beyle Hz. Hamza'yı ziyarete müşerref olduğumda
Muhammed İshak'ı mülakat ettiğimizde onu sapasağlam ve esenlik içinde gördük.
Simasında takva ve iman nuru belliydi.
94- SÖNMEYEN MUM
Yine muhterem Mevlevi şöyle naklediyor: annem kuranı kerimi okumayı
oldukça seven biriydi. Günde yedi cüz tilavet ederdi. Mübarek Ramazan
akşamları da uyumuyor, kuran okumak, namaz kılmak ve dua etmekle meşgul
olurdu. bir akşam şamdan da bir parmağın ucu büyüklüğünde mum kaldığını
gördüm. Hükümet tarafından sokağa çıkma yasağı konulduğu için dışarı çıkıp
mum tedarik etmemiz mümkün değildi.  Hükümet adamları Dışarıda gördükleri
herkesi tutuklayıp hapse atarak cezalandırıyorlardı. Annem kalan o mumun
ışığıyla kuran okudu.
Allaha and olsun ki gecenin sonlarına kadar mum sönmedi. Namaz ve duasını
bitirip sahur yemeği yedik hala o mum yanıyordu. Sabah ezanı minarelerden
yükselmeye başladığında sönmeye doğru yüz tuttu. Bir parmak ucu
büyüklüğündeki küçük bir mum annemin sayesinde bize dokuz saat ışık verdi.
95- HZ. İMAM HÜSEYİN'İN (A.S) MATEMİNDE ASLANIN AĞLAMASI
Merhum Seyit Murtaza Keşmiri'nin oğlu merhum büyük âlim Hacı Seyit
Muhammed Razevi Keşmiri şöyle diyordu: Keşmir de bir dağın yamaçlarında bir
Hüseyniye vardı. Etraftan baktığında içi her taraftan görünüyordu. Hava almak ve
aydınlık olsun diye dam üzerinde bir yer açıktı. Orada her yıl Aşura günleri İmam
Hüseyin'in (a.s) anısına yas merasimleri yapılıyor. Bir grup Ehlibeyt (a.s) taraftarı
bir araya gelerek yas ve ağıt merasimleri yapıyorlar. Muharrem ayının evvelinden
itibaren çölden bir aslan gelip damın üzerine çıkıyor ve başını o açık yerden içeri
sokuyor ve matemlileri seyrediyor ve gözyaşı döküyordu. Muharremin onuncu
günü olan Aşura gününe kadar böyle yapıyor ve merasim sona erdikten sonra da
oradan uzaklaşıyordu.
Bu köyde muharrem ayı hiç karışmazdı ve herkes tarafından aynı gün olarak
biliniyordu. O aslanın gelmesiyle Muharrem ayının ilk günü olduğu belli olurdu.
Aşura günü bazı hayvanların hüzünlenmeleri mükerrer görülmüş ve güvenilir
kişilerden nakledilmiştir. Basiretimizin çoğalması için burada ilginç bir kıssayı
merhum Nuri'nin "Kelime-i Tayyibe" adlı eserinden naklediyoruz:
Büyük ve zeki âlim, yüce kerametler ve makamlar sahibi Ahund Molla Zeynel
Abidin Selmasi şöyle diyordu: Hz. İmam Rızanın (a.s) ziyaretinden dönerken
yolumuz Hemedan şehrine yakın olan Elvend dağına düştü. Bahar mevsimiydi.
Konaklamak için durduk. Arkadaşlarım çadır kurmakla meşgulken ben de dağın
yamaçlarını seyrediyordum. Birden gözüm gözüme beyaz bir şey takıldı. Dikkatle
bakınca başında beyaz renkli küçük ammeme'si olan beyaz sakallı yaşlı bir adam
olduğunu gördüm. Takriben iki metre yüksekliğinde bir sekinin üzerinde oturmuş
etrafına da büyük taşlar dizilmiş sadece kafası görünüyordu. Yanına giderek
selam verdim ve muhabbetli bir şeklide konuştum. Benimle kaynaşarak
bulunduğu yerden aşağı indi. Durumunu bana anlatarak bazı tekliflerden kaçıp
kendilerine değişik isimler veren gruplardan ve dalalet ehlinden olmadığını ve
ayrıca evli ve çocuk sahibi olduğunu bildirdi.  Onların geçimini temin edip
düzene koyarak rahat bir şekilde ibadet etmek için bir süreliğine inzivaya
çekildiğini söyledi. Yanında âlimlerin ilmi kitaplarını bulunduran bu şahıs 18
yıldır orada olduğunu söyledi. Burada olduğu sürece birçok ilginç olaylara şahit
olduğunu söyledi. Sonra şöyle anlatmaya başladı: ilk defa buraya Recep ayında
geldim. Beş ay gibi bir zaman geçmişti. Akşam namazı kıldığım bir akşam aniden
büyük bir gürültü ve tuhaf sesler duydum.
Korkarak namazımı hızlıca kılıp bitirdim. Başımı çevirip baktığımda çölün
hayvanlarla dolup taştığını ve bana doğru geldiklerini gördüm. Korku ve ıstırabım
artmaya başladı. Aslan, geyik, kaplan, kurt ve dağ keçisi gibi muhtelif ve zıt
hayvanların bir araya toplanmalarını görünce şaşkına döndüm. Türlü türlü sesler
çıkarıp adeta şeyhe çekip bağırıyorlardı. Etrafımda toplanıp başlarını kaldırarak
bana feryat ediyorlardı. Kendi kendime galiba değişik türlerden ve birbirlerine
düşman olan ve etrafıma toplanan bu hayvanların beni parçalamaları yakındır
diye düşündüm. Birbirlerine saldırmamalarının nedeni büyük bir iş ve tuhaf bir
hadise için olmalıydı.
Biraz düşündükten sonra bu akşamın Aşura gecesi olduğunu anladım. Tüm bu
feryat ve figanların nedeni Hz. Hüseyin'in (a.s) musibeti içindi. Emin olduktan
sonra ammame'mi başımdan çıkardım ve Hüseyin Hüseyin ve şehid Hüseyin gibi
sözler söyleyip başıma vurarak kendimi bu mekândan aşağı doğru attım.
Hayvanlar halkalar oluşturarak ortalarını boşlatıp bana bir yer açtılar.
İçlerindeki hissettikleri hüzünden dolayı bazıları yere haykırıyor bazıları
kendilerini toprağa buluyorlardı. Güneş doğana kadar böyle devam ettik. Daha
vahşi olan hayvanlar başta olmak üzere tüm hayvanlar uzaklaşıp gittiler. O
zamandan bu yana tam on sekiz yıldır bu adet ve düzenleri devam etmektedir.
Hatta bazen Aşura gününü karıştırdığımda hayvanların gelmesiyle Aşura günü
olduğunu anlıyorum. Sonra bu Abid adam ateş yakıp iftarı ve sahurluğu için iki
adet ekmek pişirdi. Ona yarın bir şeyler hazırlayıp ikram etmem için misafirim
olmasını rica ettim. Ertesi gün için yiyeceğinin olduğunu ama onun ertesi günü bir
şeyler bulamazsa misafir olabileceğini söyledi. Arkadaşlarımın yanına gelerek
ertesi gün için güzel yemekler pişirmelerini ve aziz bir misafirim olduğunu ve
onun yıllardır sıcak pişmiş yemek yemediğini söyledim. Hazırlıklara akşamdan
başladılar. Sabah olduğunda pirinç pişirdiler. Ben ise seccademin üzerinde
oturmuş namazın takibat dualarını okuyordum. Güneş doğmasına yakın bir
adamın hızla dağa doğru çıktığını gördüm. Endişelenerek Cafer adındaki
hizmetkârıma onu yanıma getirmesini söyledim. Ona bağırarak gelmesini
söyleyince Susuzum bana biraz su getir Abidin yanına gideyim sonra sizin
yanınıza gelirim diye cevap verdi. Abidin yanına giderek ona bir şeyler verdikten
sonra yanımıza geldi. Selam verdi ve oturdu.
Ona bu acelenin sebebi neydi ne işin vardı Abide ne verdin sen kimsin nerden
geliyorsun diye bir sürü soru sordum. Ben aslen Azerbaycan'ın Hoy şehrindenim.
Küçüklüğümde beni çalmışlar. Hemedanalı Falan derici hacı beni satın alarak
beni bir öğretmenin yanına koyarak okuma yazmayı ve dini meselelerimi öğretti.
Sonra beni evlendirip sermaye vererek azat etti. Geçen akşam rüyamda Hz. Ali'yi
(a.s) gördüm. Bana şöyle buyurdu: Elvend dağında olan Abide üç temiz temiz ve
helal un götür. Canım size feda olsun helal olduğunu nerden bileyim diye arz
ettiğimde falan sepici hacının yanında var diye buyurdu.  Rüyamda Abidi
akşamın son saatlerinde görüp unu yetiştirmeye söz verdim. Uykudan uyandım
saati karıştırdım. Güneş doğmadan evvel Abide yetişemeyeceğim korkusuyla
evden dışarı çıktım. Dericinin evinin yerini iyi bilmiyordum. Bir süre yürüdükten
sonra Gece devriyeleri beni yakalayarak karakola götürdüler. Karakol sorumlusu
ey adam bu saate hiç sokağa çıkılır mı? Diye azarladı. Falan sepici hacıyla işim
vardı. Görüşmek için gecenin son saatlerini kararlaştırdık. Uyandığımda vakti
karıştırmışım sözümde durup geç kalmamak için dışarı çıktım devriyeler beni
yakalayıp size getirdiler. Sepici hacıyı herkes tanıyordu.
Bekçi başı bu gencin simasında sadakat ve dürüstlük görüyorum onu sepici
hacının yanına götürün diye emretti. Hacı tanıyıp evine alırsa onu serbest bırakın
aksi halde yanıma getirin diyerek tembihledi. Beni sepici hacının kapısına
götürdüler. Kapıyı çaldığımızda hacının kendisi dışarı çıktı. Selam verdim beni
görünce beni kucaklayarak bağrına bastı ve alnımdan öptü. Sonra beni içeri alınca
da devriyeler geri dönüp gittiler. Hacıya 3 kg. helal ve temiz un istiyorum dedim.
Baş üstüne diyerek ağzı kapalı bir heybe un getirdi ve bu istediğin miktar diyerek
bana verdi. Fiyatı ne kadar eder diye sorduğumda seni bu işle görevlendiren bana
da senden bir ücret almamamı emretti. Unu sırtıma alarak yola koyuldum. Hiç
vakit kaybetmeden ve sözümde durmak için sabah namazını vaktinde kıldım. Bu
dilediği kuluna verdiği bir lütuftur.
Büyük âlim Ahund şöyle dedi: konakladığımız o dağın yamaçlarına yakın bir
yerde bedeviler koyun besliyorlardı. Bir miktar ayran ve peynir almak
istediğimizde bize satmaktan imtina ederek kovdular. Gönderdiğimiz zavallı adam
eli boş ve perişan bir halde yanımıza geldi.
 Henüz fazla geçmemişti ki onlardan bir grup ıstırap ve perişan bir halde
yanımıza gelerek size ayran satmadığımız ve elçinizi kovduğumuz için
koyunlarımız hastalığa yakalandılar. Yerlerinde durdukları halde tir tir titriyor
sonra düşüp ölüyorlar. Bunu size yaptığımız saygısızlığın cezası olarak
düşünüyoruz dediler.
Şimdi size sığınarak bu afetin bizden bertaraf olmasını istiyoruz. Onlara bir dua
yazıp vererek yüksek bir çubuğun üzerine asmalarını söyledik. Bir süre sonra
bütün bedeviler toplu bir halde yanımıza geldiler. Kaldıramayacağımız kadar bol
miktarda ayran ve peynir getirdiler.
Sonra Abidin yanına gittim. Abid bana sizinle bu cemaatin arasında ilginç bir
olay yaşanmış. Bunu bana bu bölge sakinlerinde olan Cin taifesinden biri haber
verdi dedi. Ve şöyle devam etti: bedeviler sizlere peynir ve ayran satmayıp kaba
bir şekilde kovunca cin taifesi onların bu davranışlarına kızdılar. Sonra onların
koyunlarını telef etmeye başladılar. Bedeviler gelip sizden dua istediler. Onlara
cinleri korkutup tehdit eden dualar verdiğinizde cinler birbirlerine demek bunlar
anlaşmışlar ki bizi tehdit ediyorlar diyerek koyunları telef etmekten vazgeçtiler.
Sonra Abid elini üzerinde oturduğu serginin altına sokarak duayı çıkarıp bana
verdi. O Abidin adı Hüseyin Zahit idi.
96- HASTANIN HZ. HÜSEYİN'İN (A.S) VESİLESİYLE ŞİFA BULMASI
Yine Mevlevi Bey şöyle bir olay naklettiler: Kandahar şehrinde İmam
Hüseyin'e (a.s) matem merasimleri yapmak için atalarımızdan kalan bir
Hüseyniyemiz vardı. "Alimetab" adında annemin amcasının kızı ve aynı zamanda
merhum Hacı Şeyh Muhammed Tahir Kandahari'nin halası olan bu muhterem
hanım mektep yüzü görmemesine ve ders okumamasına rağmen çok temiz bir
itikada sahiptir. Abdest alıyor, salâvat gönderiyor ve ellerini kuranı kerimin
satırlarının üzerine koyuyor tilavet ediyordu. Okuduğu her satır için bir salâvat
çeviriyordu. Kuranı çok güzel okuyordu. Halen de bu ameline devam etmektedir.
Bu hanımın "Abdurrauf" adında bir oğlu var. Çocukluğunda sinesinde ve
sırtında bir kamburluk vardı. Bende defalarca bunu görmüştüm. Alimetab Adı
geçen Hüseyniyede Aşura akşamları yapılan matem merasimlerine bu dört
yaşındaki hasta çocuğunu da getirirdi. Annesi ve babası Allahtan bu çocuğun
ölümünü diliyordu. Çünkü hem çocuğun hem de kendileri sıkıntı meşakkat
içindeydiler. Merasim bittikten sonra çocuğun boynunu minbere bağlıyor ve ya
Hüseyin Allahtan dile ya şu çocuğa şifa versin ya da canını alsın diye
yalvarıyorlardı. Biz uyuyorduk. Birden cemaatin gürültüsüyle uykudan
uyandığımızda çocuğun titreyerek düşüp kalktığını ve nara attığını gördük. Bu
durumu görünce perişan olduk. Annem Alimetab'a çocuğu çabuk eve götür de
asabi babası buna itiraz etmesin. Anne çocuğu kucaklayarak eve götürdü. Yaprak
gibi titreyen çocuğun şiddetli titremesiyle annede titriyordu. Onunla birlikte ben
de eve gittim. Çocuk üç gün boyuca titredi durdu. Çocuk peyderpey titredikçe
sinesinde ve sırtındaki fazla et parçaları da eriyordu. Sonunda çocuğun sırtında ve
göğsünde o kamburluktan bir eser kalmadı. Birkaç zaman evvel annesiyle birlikte
Irak'a ziyarete geldiğinde uzun boylu ve reşit bir genç olarak gördüm onu. Halen
hem o hem de annesi hayattadırlar.
97- ŞEHİD HÜRRÜN KERAMETİ
Yine Mevlevi Bey şöyle nakleder: 23 yıl önce Kerbela da bulunuyordum.
Müzmin baş ağrısına ve unutkanlığa yakalanmıştım. Arkadaşlarım beni
gezdirmek ve hava değişikliği için cenabı Şehid Hürrün türbesine götürdüler.
Türbeden içeri girdiğimizde ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Oturarak kısa bir
ziyaret name okudum. Bu arada bedevi bir Arap hanımı içeri girerek türbenin yanı
başında oturdu. Parmaklarını türbenin parmaklıklarına koyarak şu duayı okudu:
Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız Hüseynin 
(a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı gider.
Sürekli ellerini parmaklıklara sürüyor ve bu zikri yineliyor ve türbenin etrafını
tavaf ediyordu. Beşinci ya da altıncı tavafında bende bu duayı ezberledim. Ayakta
durmaya takatim olmadığı için sürüne sürüne kendimi türbenin parmaklıklarına
yetiştirdim. Elimi türbenin alt parmaklıklarına koyarak bu zikri söyledim. Sonra
diğer parmaklığa koydum ve aynı zikri tekrarladım. Sonra elimi Üçüncü
parmaklığa koyup duayı okumaya başladığımda türbenin içinden tıpkı iğne
yapılarak bedene verilen ilaç gibi parmağıma hafif bir sıcaklık geldiğini ve
bedenimin tamamına ve damarlarıma sirayet ettiğini hissettim. Ayağa
kalkabileceğimi hissettim. Ayağa kalkarak türbenin diğer yerlerini ayakta
dolaşarak okudum. Hastalığım tamamen bertaraf olmuş artık ondan bir eser
kalmamıştı.
Bazıları Hürr İbni. Yezid Riyahinin ilk başta İmam Hüseyin'in (a.s) yolunu
kesip Medine'ye dönmesine engel olduğunu sanarak bu yüce zatın makamında
şüpheye düşmüşlerdir.
Bu tür şüpheleri gidermek için cenabı Hürrün makamını öğrenmek için
hatırlatmakta yarar gördük. O çok saygın, onurlu ve Küfe de ileri gelen ve makam
sahibi kişilerden biriydi.
Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) karşısına çıkması makamından istifade edip işin
barış ve sulhla sonuçlanması içindi. Ama İmam Hüseyin'le (a.s) savaşıp o yüce
İmamı öldürmek Hürrün aklının ucundan bile geçmiyordu. Nitekim kendisi şöyle
buyurdu: eğer Kerbela vakasını ve İmam Hüseyin'i (a.s) öldürmenin işin içinde
olduğunu bilseydim asla böyle bir hata yapmazdım. Aşura günü İmam Hüseyin'in
(a.s) geri kalan Ehlibeytiyle birlikte Iraktan çıkma
Ve İmamın (a.s) diğer önerilerini işittikten sonra İbni Saad İmamın bu önerisini
kabul etmedi.  
Cenabı Hürr Ömer İbni Saad'ın yanına gelerek; Hüseyin'le savaşmak mı
istiyorsun diye sorduğunda evet öyle bir savaş ki en kolayı başların bedenlerden
ayrılması ve ellerin kesilmesi olacaktır dedi. Hürr işin barışla sonuçlanması için
Hz. Hüseyin'in (a.s) bu önerilerinden hiç birini kabul etmiyor musun şimdi sen?
Diye buyurdu.
Ömer Saad bunu İbni Ziyad kabul etmez dedi. Hürr atına su vermek
bahanesiyle öfkeli ve kırık bir kalple ordudan uzaklaştı. Yavaş yavaş İmam
Hüseyin'in (a.s) çadırlarına doğru yaklaşıyordu. Muhacir İbni Evs ne istiyorsun
saldırmak mı istiyorsun dedi. Hürr ona cevap vermedi ve titremeye başladı.
Muhacir Allah'a and olsun ki senin bu halin bizi şekke soktu. Hiçbir savaşta
seni böyle görmemiştik. Bana Küfenin en pehlivan ve yiğidi kim diye sorsalar
senden başkasını söylemezdim. Niçin böyle titriyorsun dedi.
Hür şöyle cevap verdi: Allaha and olsun ki kendimi cennet ile cehennem
arasında görüyorum. Yemin ederim ki parça parça olsam ve ateşlerde yakılsam da
cennetten başka bir şeyi seçmeyeceğim. Sonra atını İmam Hüseyin'in (a.s) tarafına
sürdü. Kalkanını ters çevirip başını göğe kaldırarak şöyle dedi: ya rabbi yakışıksız
davranışımdan ve senin velilerinin ve peygamberinin kızının evlatlarının kalbini
kırdım. Bu yüzden tövbe ediyor ve senden bağışlanma diliyorum dedi.
Bu pişmanlık ve üzüntü içerisinde İmam Hüseyin'in (a.s) yanına gelerek
kendini toprağa attı ve başını İmamın (a.s) ayaklarına koydu. İmam kaldır başını
kimsin sen diye buyurdu Hüre. (aşırı utanç ve hayâsından Hürrün yüzünü
kapattığı anlaşılıyor) anam babam size feda olsun ben Hürr İbni Yezidim. Sizi bu
mekânda Medine'ye dönmekten alı koyan ve sıkıntıya sokan Hürr. Allaha and
olsun ki isteklerinizi geri çevireceklerini ve sizi öldürmeye kalkışmayacaklarını
sanmıştım. Tövbem kabul olur mu? Diye arz edince, İmam (a.s) şöyle buyurdu:
elbette kabul olur Allah tövbeleri kabul eder. Seninde tövbeni kabul ederek
günahlarını bağışlar. Sonra İmam'a şöyle arz etti: Küfeden çıktığımda yolda bazen
kulağıma bir nida geliyor ve ey Hürr cennet sana müjdeler olsun diyordu. (elbette
bu müjde Hürrün akıbeti göz önünde bulundurularak verilmiştir.)  kendi kendime
bu müjde anlamsız bir müjde olmalı çünkü ben peygamberin (s.a.a) oğluyla
savaşa gidiyorum diyordum. Ama şimdi bu müjdenin doğru olduğunu anladım.
İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: seni müjdeleyen kardeşim Hz. Hızır (a.s) idi.
Şüphesiz ki mükâfat ve hayra nail oldun.
Sonunda İmam Hüseyin'den (a.s) izin alarak savaş meydanına gitti. Kâfirlerden
seksen kişiyi cehenneme gönderdikten sonra şahadet şerbeti içti. Ashap Hürrün
cenazesini İmam'ın yanına getirdiler. İmam (a.s) onun kanlı yüzüne eliyle
dokunuyor ve şöyle buyuruyordu: ne mutlu sana annen yanlışlıkla sana Hürr adını
vermemiştir. Allah'a and olsun ki sen dünya da ve ahirette de hürsün. Sonra ona
Allahtan bağışlanma diledi.
Bazı Makatil kitaplarında İmam Hüseyin'in (a.s) Hürrün şahadetinde mersiye
şeklinde şiir okuduğu nakledilmiştir.
Bu kıssayı nakletmekteki gayemiz şudur: Hürr hatasını anlayarak tövbe edince
İmamda (a.s) tövbesini kabul etti. Sonra imamının yolunda şehid olana kadar
cihad etti. O halde fazilet bakımından diğer Kerbela Şehitleriyle eşittir. Şunu da
belirtmek gerekir ki Kerbela şehitleri ilim ve amel bakımından ayrı ayrı erdemlere
sahiptiler. Merhum Şeyh Cafer Şuşteriye göre Hürrün makamı diğer Kerbela
şehitlerinden az değildi ve o Hürrün tövbesiydi. Emrinde 4 bin asker olan bir
komutan tüm yaşam zevklerini bir kenara iterek Allah'ı hatırlıyor ve onun
korkusundan yaprak gibi titremeye başlıyor. Görenleri şaşkına çeviriyor ve
günahının utancından yüzünü kapatıp kendini toprağa atıyor. Böyle içten ve
sadakatle kalbi ibadet yani tövbe etmek Allah katında çok değerli bir makamdır.
Böyle tövbe eden biri Allahın çok sevgili kuludur. Şüphesiz onun bu tövbesi
İmam Hüseyin'i (a.s) çok sevindirmiş ve o anda onun tüm hüzünlerini bertaraf
etti. Ve burada Ey mevlamız Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren
mevlamız! Hüseynin  (a.s) hakkı için büyük sıkıntılarımızı gider. Cümlesinin
manası daha iyi anlaşılıyor. Yani ey tövbesiyle üzüntüyü İmamın (a.s) kalbinden
giderip onu sevindiren…
Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki eğer bizlerde günahlarımızdan tövbe edip
rabbimize dönersek Hz. Mehdi'yi (a.f) sevindirmiş olcağız.
Sonuç olarak cenabı Hürrün fazilet bakımından ve kabrini ziyaret etmenin
sevabı ve dini ve dünyevi işlerde tevessül etme bakımından diğer Kerbela
şehitleriyle aynı derecede olduğunu öğrendik. Ama ziyarette Ey mevlamız
Hüseyin'den (a.s) sıkıntı ve hüznü gideren mevlamız.. Cümlesini cenabı Hürre,
Hz. Ebulfazl'a (a.s) veya herhangi Kerbela şehitlerinden birine söylemek her ne
kadar mana itibarıyla doğru olsa da ama ziyaretlerde Masumdan  (a.s) gelen
orijinal şekliyle ve bir şey azaltıp çoğaltmadan söylemek gerekir.
Cenabı Hürrün makamını daha iyi tanıyıp bilgilenmek için merhum Nimetullah
Cezairi'nin " Envaru Numaniye" adlı eserinde naklettiği bir kıssayı aktarıyoruz:
Şah İsmail Safevi Bağdat'ı ele geçirdikten sonra Kerbela'ya Hz. İmam
Hüseyin'in (a.s) ziyaretine müşerref oldu. Bazı kişilerin cenabı Hürre yakışıksız
sözler söylediklerini duydu. Bunun üzerine bizzat Cenabı Hürr'ün mezarına
giderek açmalarını emretti. Hürr'ün bedenini gördüklerinde tıpkı yeni şehit olmuş
ve başına bir parça sarılmış taptaze duruyordu. Durumu Şah' bildirdiler. Aşura
günü Hürr'ün kafasına bir darbe isabet ettiği içim İmam Hüseyin (a.s) kafasından
akan kanı durdurmak için başına bir parça bağladı. Ve şehit olunca da o halde
defnettiler. Şah teberrük almak için Hürr'ün kafasındaki parçayı açmalarını
emretti. Parçayı açtıklarında darbe alan yerden kanlar akmaya başladı. Başka bir
parçayla bağladılar ama kan durmadı. İmamın (a.s) bağladığı parçayla bağlamaya
mecbur kaldılar ve sonunda kan kesildi. Şah Hürrün makamının yüceliğini
anlayarak mezarına kubbe yaptırarak türbesine bir hizmetkâr görevlendirdi.
Hürr'ün mezarının Kerbela'ya iki fersah uzak olması hakkında iki görüş
belirtilmiştir:
1-        Hürr'ün yakınları ve kavmi cesedi kendi bulundukları yere götürüp
defnettiler.
2-         Düşman ordusuyla çarpışırken bu yerde savaştı ve oraya da defnedildi.
Ama birinci görüş gerçeğe daha yakın ve kuvvetli bir görüştür.
98- MURDAR LEŞ VE DÜNYANIN PİSLİĞİ
Muhterem Mevlevi Bey muttaki ve erdem sahibi Seyit Rıza Musevi
Kandahari'den şöyle nakleder: dayısı Sultan Muhammed terzilikle uğraşırdı. Ama
çok fakir ve perişan bir halde yaşıyordu. Bir gün onu mutlu ve güler yüzlü
görünce hayırdır bu gün seni neşeli görüyorum diye sordum.
Sakin ol dedi bana mutluluktan nerdeyse çıldıracağım. Dün akşam, bayramın
yaklaştığı şu günlerde çocuklarımın çıplaklığından ve kendi halimin
perişanlığından çok ağladım. Hz. Ali'ye (a.s) şöyle hitap ettim: efendim sen
mertlerin şahısın ve zamanın en cömerdisin! Halimi görüyorsunuz.
Sonra uyudum. Rüyamda bayram merasimlerinin yapıldığı Kandahar şehir
kapısından dışarı çıktım. Kalesi altın ve gümüşten olan büyük bir bahçe gördüm.
Bir kapısının yanında birkaç kişi durmuştu. Yanlarına gittim ve bu bahçe kimin
bahçesidir diye sorduğumda Hz. Ali'nindir. (a.s) dediler. İçeri girip Hz. Ali'yi (a.s)
görmek için onlara yalvardım.
Şimdilik Allah Resulü (s.a.a) orada teşrif ediyor dediler ama daha sonra
gitmem için izin verdiler. Kendi kendime önce Allah Resulünün (s.a.a) huzuruna
gidip nasihat etmesini isteyeyim dedim. Huzuruna müşerref olup halimin
perişanlığında yakındığım da bana Efendin Ebal Hasan'ın (a.s) yanına git diye
buyurdular. O zaman bana bir belge veriniz diye arz ettiğimde bana yazılı bir
kâğıt verip iki kişiyle birlikte İmam Ali'nin (a.s) huzuruna yolladılar. Huzuruna
müşerref olduğumda Sultan Muhammed nerdeydin? Diye sorduğunda halimin
perişanlığından size sığındım ve Allah Resulünden de bir yazı getirdim size diye
arz ettim. İmam Ali (a.s) havaleyi aldı okudu ve bana sert bir şekilde baktı.
Kolumdan sıkıca tutup bahçe duvarının yanına götürdü. Duvara işaret etti ve
duvar ikiye yarıldı. Karanlık ve uzun bir dehliz belirdi. Beni de kendisiyle beraber
o karanlık koridora götürdü. Çok korkuyordum. Bir işaretiyle her yan aydınladı.
Önümüze bir kapı çıktı. Oldukça pis bir koku yayılıyordu oradan. Bana yüksek bir
sesle oraya gir ne kadar istiyorsan al diye buyurdu. İçeri girdiğimde içi ölü leşiyle
dolu bir virane gördüm. İmam öfkeyle bana şöyle buyurdu: çabuk ol al. İçerisi
akbabalar ve leş yiyen hayvanlarla doluydu. Mevlamın korkusuyla almak için
elimi uzattığımda ölü bir kurbağanın bacağı elime geldi. Aldın mı diye buyurdu
bana. Evet, aldım diye arz ettim. Öyleyse benimle gel buyurdu. Döndüğümüzde
koridor aydınlıktı. Koridorun ortasında bulunan altı sönük ocağın üstünde suyla
dolu iki kazan vardı. Sultan Muhammed elinde olanı şu suya batır ve çıkar diye
buyurdu. Elimdeki kurbağa bacağını suya sokup çıkardığımda altına dönüştü.
Siniri biraz olsun yatışan İmam Ali (a.s) bana bakarak şöyle buyurdu: Sultan
Muhammed sana yakışmaz benim sevgimi mi istiyorsun yoksa şu altınımı? Sizin
muhabbet ve sevginizi istiyorum diye arz edince o halde elindekini harabeye at
diye buyurdu. Elimdekileri oraya atar atmaz uykudan uyandım. Güzel bir koku
aldım. Sevinçten sabaha kadar ağladım durdum. Ve Mevlam Ali'nin (a.s) sevgisini
seçtiğim için rabbime şükürler ettim.
Seyit Rıza şöyle diyordu: bu hadiseden sonra Sultan Muhammed'in dünyevi
sıkıntısı bertaraf oldu ve çocuklarının durumu da iyileşti.
Bu kıssadan birkaç önemli ders çıkarmak mümkündür. Kısaca onların
bazılarına işret etmekte yarar görüyoruz: başlı başına dünya nimetleri ve zenginlik
iyilik ve kötülükle vasıflandırılmamıştır. Tüm dünyevi nimetler zatların güzel
olmalarına rağmen insan nispet bu iyilik ve kötülük fark eder. Ve her insana göre
bu iki türlüdür:
Zengin bir insanın kalbi arzusu ahiret yurdu ve Muhammed ve al-i
Muhammed'in (s.a.a) civarında yaşamak olur, dünya ve içinde olanlar kalbinde
yer etmemişse yani dünya mallarını zatları itibariyle değil aksine ebedi hayat olan
ahiret için sevip ve bu yolda da servetinin çoğalması için çaba sarf eden birinin
elde ettiği dünya malı kötü sayılmaz. Böyle bir kişinin belirtisi ise şudur: Malını
çoğaltmak için çalışır ama hırs ve tamahla değil aksine ahiret yaşamına bir
hazırlık olsun diye çalışır Servetini saklar ama hak yolda harcamak için değil.
Hatta batıl işlerde bir dirhem bile harcamamak için saklar. Diğer taraftan Allah
yolunda tüm kalbi rızasıyla harcamaktan esirgemez. Diğer bir belirtisi de asla
elindeki servetle övünüp kibirlenmez. Kendini fakirlerle aynı seviyede görür. Tüm
servetini ve diğer sevdiği dünya süslerini kaybetse de asla kalpten üzüntü duyup
perişanlığını dile getirmez.
Ama insanın tek amacı maddi hayat ve dünyevi şehvetler olursa,  serveti
kalpten sever ve onu nefsi şehvetler için kullanırsa ve ahiret yurdunu hayalden
ibaret bir evham olarak düşünür ve sadece diliyle ahretin, cennet ve cehennemin
ve hesabın olduğunu söylerse bu tür servet kınanmıştır. Servet çoğaltma ve dünya
malı böyle bir şahıs için hakiki bir afet ve ebedi bir bedbahtlık demektir. Böyle bir
kimsenin meseli hakikat âleminde şuna benzer: kendine bir saltanat vaat edilen ve
hareket edip saltanat koltuğunda oturmak için köşke girip envai aksam
nimetlerden yararlanacak olan bu şahıs yolun ortalarındayken akbabalar ve leş
yiyen hayvanların dolu olduğu bir harabeye gider. Sonra orayı mesken için
seçerek saltanat köşkü yerine leşlerle yetinmek zorunda kalan kimsenin meseli
gibidir.
Genellikle zenginlik insanoğlu için onu avlayan bir tuzak olmuştur. Yani dünya
sevgisi kalbine kök salıp yerleşerek öteki âlemden gafil olmuş ve kalbi alakası
öteki dünyadan kopmuştur. Allah'a teala hikmeti gereğince bazı kullarını bu
âlemin zevk ve nimetlerinden mahrum etmiş fakirlik ve hastalıklarla ve
musibetlerle ve zalimleri onlara musallat kılarak bu kulların dünyaya kalp
bağlamamalarını ve ahiret hayatını unutmamalarını istemiştir. Başka bir tabirle
insanın sadece bir kalbi vardır o kalbe ne kadar dünya sevgisi ve nefsanî arzular
yerleşirse o ölçüde allah'a, velilerine ve ahiret hayatına sevgisi azalacaktır. Bazen
de dünya sevgisi kalbi o kadar sarıp kuşatır ki artık Allaha ve velilerine kalpte hiç
yer bırakmaz. İşte burada Hz. Ali'nin (a.s)  Sultan Muhammed'e benim mi yoksa
dünyanın mı? Sevgisini istiyorsun buyruğunun anlamı ortaya çıkıyor.
99–72 YIL SONRAKİ CESEDİN TAZELİĞİ
Yezd şehrinin Eberku nahiyesinde İçi aydın ve temiz ve doksan yaşında Hacı
Muhammed Ali Selami adlı bir şahıs yaşamaktadır. Şiraz'a her geldiğinde cemaat
namazına katılan bu mümin bir şahıs bir defasında şöyle bir olay anlattı: 1388
yılında Eberku belediyesi yol meydanı için kazı işleri yapmaya başladı. Birden
bundan yetmiş iki yıl önce vefat eden büyük âlim Hacı Molla Muhammed
Sadık'ın bulunduğu bir mahzene yetiştiler. Ceset olduğu gibi taptazeydi. Sanki
daha yeni defnedilmiş gibiydi. Tırnakları ve parmakları olduğu gibi duruyordu.
Hacı Muhammed Ali Selami onu gençliğinde görüp tanıdığını söylüyordu.
Öldüğünde Cenazesini Necef'e götürmelerini vasiyet etmişti. Vefatından sonra
cesedini geçici olarak mahzene koymuştular. Sonra da oradan alıp başka yere
defnedilmesi için ihmal edildi. O merhumun vâsiside vefat edince cenaze o
mahzende unutuldu ve öylece orada kaldı. Ve bu olayın üzerinden 72 yıl geçtikten
sonra cenazeyi bir tabuta koyarak Kum kentine oradan da Necef'i Eşrefe intikal
edildi.
Aziz okuyucunun bilmesi gerekir ki bazı şerif ruhlar hakiki kuvvet hayatı
sayesinde yıllarca ibadet ettikleri o bedenlerle toprağın derinliklerine gömülseler
de her şeyden haberdar olurlar ve hiçbir şey onlardan gizli kalmaz. Bu yüzden
bedenleri çürümeden olduğu gibi taze kalıyorlar. Birçok peygamberler, imam
zadeler ve büyük âlimlerin ölümlerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen
bedenleri sağlam ve taze olarak görülmüştür. Bu konular muteber tarih
kitaplarında kayıtlıdır. Hz. Şuayb, Hz. Danyal, Hz. Ahmed. İbni Musa (Şahçerağ),
Seyit Alauddin Hüseyin, Şeyh Saduk ve Muhammed İbni Yakup Kuleyni gibi
seçkin şahısları örnek olarak belirtebiliriz. Tüm bunları anlatıp açıklamak bu
kitaba sığmaz.
100- NECEF SEFERİ VE EVLAT ŞİFASI
 82. kıssayı nakleden Şeyh Muhammed Ansari Darabi şöyle nakleder: Kerbela
seferine çıkmadan önce rüya âleminde Hz. Ali'yi (a.s) gördüm. Bana ziyarete gel
diye buyurduğunda sefer vesilem ve hazırlığım yok diye arz ettim. Masrafların
bana ait ben üstleniyorum diye buyurdu. Fazla bir zaman geçmeden Necef'e
yetişecek ve orada kalıp dönecek kadar elime para geçti. Sara hastası olan oğlumu
da şifa bulması için yanımda götürdüm. Allahın izniyle şifa buldu.
101- DEVAMI KESİLMEYEN PARA
Ve yine babası olan Şeyh Muhterem İbni. Şeyh Abdussamed Ansari'den şöyle
nakleder: Gulam Hüseyin adlı bir şahısla birlikte büyük bir iştiyak ve hevesle
elimizde hiçbir mal olmamasına rağmen Serkuh Darab'tan hareket ettik. Her
durduğumuz yerde bir iki gün kalıyor amelelik yapıyorduk. Beş ay sonra
KirmanŞah üzerinden Kerbela'ya yetiştik. Orada da günlerce çalışıp geçimimizi
temin ediyorduk. Ama Necef'te iki gün iş bulamadık ve parasız kaldık. Gadiri
Hum bayramı akşamı aç ve parasız kalmıştık. Mukaddes türbede kalalım
kaderimizde ölüm de varsa orada ölelim dedik. Akşamın üzerinden biraz geçmişti
ki dört şahıs türbeye geldi. Onlardan biri yanıma gelerek adımı, babamın adını,
dedemin ve onun babasının adını söyleyince şaşırdım. Sonra gümüş sikke elime
koyarak gitti. Saydığımda dört tümen olduğunu gördüm. Irak'ta iki ay kaldık ve o
paradan harcadık. Vatanımıza döndüğümüzde de o paradan iki ay kadar harcadık.
Ama sonradan birden kayboldu.
102- HASTANIN ŞİFASI VE MEYSEMİN MEZARININ TAMİRİ
Adı önceki kıssalarda da geçen muhterem Kandahari ve bir grup Necef'in
güvenilir şahsiyetleri şöyle naklettiler: Irak'ın en büyük taciri olan Reşad Marza
takriben yedi yıl önce kanser hastalığına yakalandı. Irak, Suriye ve Lübnan
doktorları tedavisinden ümitlerini kestiler. Tedavi olmak amacıyla Avrupa'ya gitti.
 Oradaki Doktorlarda ameliyat yapsak ta yapmasak ta hiçbir faydası yoktur
kanserin kökü kalbe yetişmiştir. Ameliyat yapsak en fazla bir hafta ömrü uzar.
Diye cevap verdiler. Hayattan elini çekti. Akşam rüyasında üzerinde gömlek olan
orta boylu bir Arap gördü. Ona Reşat Marza mezarımı düzeltirsen Allahtan sana
şifa vermesini dilerim dedi.
Reşad siz kimsiniz diye sorduğunda ben Meysem Tammar'ım diye cevap verdi.
( önceleri Meysem'in türbesi küçük ve dar bir yerdi.) Reşad uykudan uyanır ve
tekrar uyuduğunda aynı rüyayı görür. Üçüncü defa aynı rüyayı gördü.
Ertesi gün uçakla Bağdat'a döndü. Direk olarak Meysem'in mezarına giderek
orada kalmaya başladı. Akşam vaktinde rüyasında gördüğü şahıs karşısında belirir
ve Reşad Marza ayağa kalk diye çağırır onu. Kalkamıyorum deyince yüksek bir
sesle ayağa kalk deyice Reşad ayağa kalktı ve hastalığından hiçbir eser
kalmamıştı.
Reşad iyileştikten hemen sonra bu günkü Meysem'in mezarını yaptırır. Sonra
da Müslim İbni. Akil'in mezarının kubbesini altından yaptırır. Daha sonra Hz.
Ali'nin (a.s) türbesine 200 kilo altın vererek restore ettirdi.
103- EHLİBEYTİN (A.S) KUM KENTİNDE MUCİZESİ
Kum sakini olan erdem ve kemal sahibi saygıdeğer vaiz Seyit Hasan Burkai
şöyle yazmıştı:
Halende Hz. Masume'nin (a.s) müzesinin sorumluluğunu yapan–1348 yılı
itibariyle-  Tahran sokağı ve Ağabakkal caddesinde ikamet eden Kasım
Abdulhüseyni bana şöyle bir kıssa anlattı: müttefikler İran da bulundukları zaman
mahmullerini güney yolu üzerinden eski Sovyetler birliğine götürdüklerinde ben
demir yolları şirketinde çalışıyordum. Ayağım Taş taşıyan bir kamyonun altında
kaldı. Beni Kum kentinin Fatimi hastanesine intikal ettiler. Halende hayatta olan
Doktor Müderrisi ve Doktor Seyfi'nin gözetimi altında tedavi görüyordum.
Ayağım şişerek bir yastık kadar olmuştu. 50 gün boyunca ağrıdan uyuyamıyor
inleyip sızlıyordum. Sürekli ağrıdan bağırıp nara atıyordum. Kimsenin ayağıma
dokunması mümkün değildi. Çünkü acısından kendimden geçiyor ve tüm
odalarda ve salonlarda bulunanların sesimi duyabilecekleri kadar avazım
çıktığınca bağırıyordum. Bu müddet zarfında Hz. Zehra (a.s), Hz. Zeyneb (a.s) ve
Hz. Masume'ye (a.s) tevessül ediyordum. Annem sık sık Hz. Masume'nin (a.s)
türbesine gidiyor dua ve tevessül ediyordu. 13–14 yaşlarında tahranda işçi bir
adamın oğlu bir kurşun isabet etmesi sonucu sağ tarafımda uyuyordu. Onunla
aramda bir metre kadar mesafe vardı. Kurşunun açtığı cerahatler sonucu zavallı
çocuk cüzam olmuştu. Doktorlar ondan ümitlerini kesmiştiler. Birkaç gün İhtizar
halinde kaldı. Bazen çok zayıf bir ses ondan işitiliyordu. Ne zaman başucuna
hemşireler gelseler daha ölmemiş diyerek her an ölmesini bekliyorlardı.
Ellinci gece intihar etmek düşüncesiyle bir miktar zehir tedarik ederek
yastığımın altına koydum. Artık bu gece iyileşmezsem intihar edeceğim artık
dayanma gücüm kalmadı diye planlar kuruyordum. Annem ziyaretime geldiğinde
ona eğer bu akşam Hz. Masumeden (a.s) Şifamı almaz isen yarın cenazemi
yatakta göreceksin dedim. Bunu ciddi ve kati bir şekilde söyledim. Gün batımına
doğru annem türbeye gitti. O akşam kısa bir uykuya daldım. Rüyamda üç yüce ve
saygın hanım efendinin o yaralı çocukla birlikte olduğumuz odadan içeri
girdiklerini gördüm. O hanımlardan birinin kim olduğu belliydi. İlkinin Hz. Zehra
(a.s), ikincinsin Hz. Zeyneb (a.s) ve üçüncüsünün de Hz. Masume (a.s) olduğunu
anladım. Önde Hz. Zehra (a.s) arkasında ise Hz. Zeyneb (a.s) ve Hz. Masume
(a.s) teşrif ediyorlardı. Direk olarak o çocuğun yatağına doğru yaklaştılar ve Hz.
Zehra (a.s) o çocuğa ayağa kalk diye buyurdu. Çocuk kalkamıyorum diye cevap
verince sen iyileştin diye buyurdu. Rüyamda çocuğun iyileşerek kalkıp
oturduğunu gördüm. Bana da teveccüh edeceklerini bekliyordum. Ama bu
bekleyişimin aksine bana hiç teveccüh etmediler. Bu esnada uykudan sıçrayarak
uyandım ve kendi kendime artık o yüce hanımlar bana teveccüh etmeyecekler
dedim.
Elimi yastığın altına sokup hazırladığım zehri çıkarıp içmek istediğimde o yüce
hanımlar odamıza ayakbastılar onların ayaklarının bereketine belki bende şifa
bulurum diye düşündüm. Elimi ayağımın üzerine koyduğumda bir ağrısı
kalmadığını hissettim. Yavaşça ayağımı hareket ettirdiğimde hareket
edebiliyordum. Onların şifalarından nasiplendiğimi anladım. Yarın sabah
hemşireler çocuğun öldüğünü düşünerek geldiklerinde çocuk iyileşti dedim. Neler
söylüyorsun sen diyerek şaşırıp kaldılar. Uyandırmayın onu iyileşti dedim onlara.
Doktorlar geldiklerinde çocuğun ayağındaki kurşun yarasından cüzama dönüşen
hastalıktan bir eser kalmadığını gördüler. Bu arada benim iyileştiğimde de
haberleri yoktu. Hemşirenin biri her zaman ki gibi ayağımdaki pamuğu açıp
pansuman yapmak için başucuma geldiğinde ayağımın şişinin indiğini ve
iyileştiğini gördü. Annem türbeden geldiğinde ağlamaktan gözleri şişmişti.
Nasılsın oğlum diye sorduğunda sevinçten kriz geçirmesini düşünerek şifa
bulduğumu söylemedim. Daha iyiyim anneciğim asamı getir de evimize gidelim
dedim. Eve vardığımızda olayı anneme anlattım.
Ama o gün hastanede ben ve o çocuğun şifa bulmasından sonra doktorların,
hemşirelerin ve halkın gürültüsü ve izdihamını vasıf edilmez bir durumdu. Oda ve
salon Salâvat ve ağlama sesleriyle inliyordu adeta.
104- HZ. MEHDİNİN (A.F) MUCİZESİ VE HASTANIN ŞİFA BULMASI
Ben Hasan Burkai uzun bir zamandır Kum kentinde bulunan Sahibezzaman
Camisi yani Cemkeran camisine müşerref olmak bana nasip oluyor. Bundan üç
hafta önce ( 1390 yılının Rabiussani ayının beşi Çarşamba akşamı) Cemkeran
mescidine müşerref olmuştum. Ziyaretçiler ve yolcuların dinlenip çay içmek için
geldikleri mescidin kahvehanesinde hz. Şah Abdülazim sakini olan Ahmet
Pehlivani adında bir şahısla karşılaştım. Adet gereğince hal hatır sorduktan sonra
şöyle anlatmaya başladı: tam dört yıldır Çarşamba akşamları Cemkeran mescidine
gidip geliyorum. Doğal olarak bir şeye şahit olmuşsun ki gelip gidiyorsun mutlaka
İmamı Zamandan (a.f) bir hacet almış olmalısın dedim.
Evet dedi bir şeyler görmeseydim gelmezdim. Geçen yıl bir Çarşamba akşamı
Tahran'da yakın akrabalarımdan birinin düğün merasimi nedeniyle Cemkeran
mescidine müşerref olamadım. Gerçi düğün merasiminde müzik ve çalıp oynama
gibi aleni bir günah yapılmıyordu da. Akşam yemeğini yedikten sonra eve gidip
uyudum. Gece yarısı susadığım için uykudan uyanmak istediğimde ayağımın
hareket etmediğini gördüm. Ne kadar uğraştıysam bir türlü yürüyemedim. Ailemi
uyandırıp ayağımın hareket etmediğini söyledim. Eşim belki soğuk
algınlığındandır dedi. Kış mevsiminde değiliz dedim. Bilahare ayağım bir türlü
hareket etmiyordu. Yanı başımızda Asger Efendi diye bir komşum vardı. Aileme
onu çağırmasını istedim. Geldiğinde bir doktor çağırmasını söylediğimde bu
saatte doktor bulunmaz dedi. Başka çaremiz yok dedim. Gitmek zorunda kaldı ve
giderek kliniği "Şah Abdulazim'in Mücesseme meydanından Şahrohi adında bir
doktor getirdi. Doktor elindeki çekiçle dizlerime vurdu. Hiçbir tepki göstermedim.
İğneyi ayağımın altına batırdı yine bir şey hissetmedim. Bu seferde koluma iğne
yaptı ama acı hissettim. Bir reçete yazdı ve gıyabımda Asger beye bu bir krizdir
iyileşmesi çok zor dedi ve gitti.
Sabah olduğunda çocuklar beni bu halde görünce ağlayıp sızlamaya başladılar.
Annem de durumumu fark edince başına ve dizine vurmaya başladı. Ev ağlama
ve hüzün sesleri ile çalkalanıyordu. Takriben sabah saat dokuz sularında ey imamı
Zaman (a.f) ben her Çarşamba akşamları size ait olan Cemkeran mescidine
müşerref oluyordum. Dün akşam gelemedim ve bir günaha da mürtekip olmadım
bir teveccüh edin de oraya müşerref olayım. Kendimi tutamayıp ağlamaya
başladım ve öylece uyuyup kalmışım. Rüyamda muhterem bir şahıs yanıma
gelerek elime bir asa verdi ve kalk dedi. Kalkamıyorum deyince sana kalk
diyorum diye buyurdu. Tekrar aynı sözü yinelemediğimde elimden tutarak
hareket ettirdi. O esnada uykudan uyandım ve yürüyebildiğimi gördüm. Oturdum
ve ayağa kalktım. Şifa bulduğumdan emin olmak için sevincimden havaya
sıçradım. Hiçbir şeyimin kalmadığını ve tamamen iyileştiğimi gördüm. Annem
beni bu halde görüp sevincinden kriz geçirmesin diye uyudum. Annem yanıma
geldiğinde bana bir asa ver de yürüyeyim dedim. Yavaş yavaş anneme İmamı
Zaman' (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlatmaya çalıştım. Asger efendiye
gelmesini söyledim. Geldiğinde ona falanca doktorun yanına git ve iyileştiğimi
söyle dedim. Asger efendi gidip döndüğünde doktor yalan söylüyor iyileşmesi
olanaksızdır doğru söylüyorsa kendi ayaklarıyla gelsin diye haber getirdi. Kendi
ayaklarımla gittiysem de doktor gözlerine inanamıyordu. Buna rağmen iğneyi
ayağıma batırdı acıdan bağırdım. Bana ne yaptın da iyileştin diye sorunca İmamı
Zaman'a (a.f) tevessül ederek iyileştiğimi anlattım. Doktor bu mucizeden başka
bir şey olamaz Avrupa ve Amerika'ya da gitseydin yine iyileşemezdin dedi.
105- SIKINTIDAN SONRA GENİŞLİK
Yine adı geçen Burkai Efendi şöyle yazıyor: Meşhedi Muhammed Cihangir
adında seyyar halı ve kilim satıcısı bir şahıs vardı. Yıllardır tanıdığım bu şahıs
genellikle Kaşan şehrine gider. Ama birlikte bir yolculuk veya bir toplantıda yan
yana olmamıştık. Ama doğru sözlü, hayır ehli olan bu şahsı iyi tanıyorum. Elinde
çok az bir sermayesi olduğu halde ve birkaç gün öncede evine gittiğimde normal
bir yaşantıya sahip olan bu şahıs tacirlerden yüz bin tümenlik mal istese de hiç
esirgemeden verirler. Ama kendisi gücü yettiği kadar mal alıp satıyor.
Kaşan'a gittiğim bir yolculukta yan yana oturduk. Burkai efendi Ehlibeyt'in
(a.s) mucizelerinden bahsettikten sonra şöyle dedi. İnsan kırık bir kalple hacetini
alabilir. Kısaca kendi biyografisini anlattı ve başka bir sefer de detaylı olarak ve
kitap olarak çıkacak hayatımı sana anlatırım diye ekledi. Ama kısaca geçimim çok
iyi ve günde yüz ya da daha fazla seyyar satcısından kazanıyorum. Ama insan
zenginleşince günaha düşüyor. Bazen günaha düşüyordum sonunda baht yıldızım
söndü ve bana sırt çevirdi. Sermayemi kaybederek yüz binden fazla bir borç
altına girdim. Öyle ki tek bir tümenim bile kalmamıştı.
Eve kapanmış birkaç ay dışarı çıkmadım. Yorulup sıkıldığım bazı akşamlar
pijamalarımla dışarı çıkıyor ve çok ihtiyatlı bir şekilde yürüyordum. Bir akşam
dışarı çıkacağımdan haberdar olan alacaklılardan biri kapıma polis getirerek
karanlıkta bekletmişti. Dışarı çıktığımda beni tutukladı. Karakolda eğer beni
zindana atarsanız paranızı alamazsınız ama durumum iyileşirse söz veriyorum ki
ilk fırsatta borcumu ödeyeceğim. Bunun üzerine beni serbest bıraktılar.
Borçlulardan biri gelip kapıya dayandığında eşim iki yaşındaki çocuğumuz
kucağına alarak kapıya gittiğinde kapıya öyle bir tekme vurmuş ki eşim ve
çocuğum zarar gördüler. Çocuğum birkaç saat sonra o darbe yüzünden vefat etti.
Eşimde hastalandı ama olayın üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen halen
hastalığı devam ediyor.
Eşim evde ne var ne yok hepsini sattı. Hatta bazen evdeki çay tabaklarından ve
bardaklardan satıyor ekmek satın alıp yiyorduk. Sonunda İran'dan mukaddes
mekânlara giderek orada Ehlibeyt'e (a.s) tevessül ederek alacaklıların borcundan
kurtulmaya karar verdim. Hurremşehir sınırından Irak'a doğru yola koyuldum.
Yanıma içinde ufak tefek yol araçları olan bir hurç aldım. Hatta bir kuru ekmeğim
bile yoktu. Irak topraklarına vardığımda yol iz bilmeden hurma ağaçlarının
içinden bilmediğim bir yöne doğru yola düştüm. Nereye gittiğimi bilmiyordum.
Ne yolu soracak bir adam ne de yiyecek bir şeyim vardı. Açlıktan ve yol
yorgunluğundan artık takatim kalmamıştı. Hatta yere düşen hurmaları haram
sanarak yemiyordum.
Bilahare hava kararmış akşam olmuştu. Hurmalıkların arasında yalnız başıma
kalmıştım. Hurcunu serdim üzerinde oturdum. Gayri ihtiyari yüksekten ağlamaya
başladım. Birden başına aba atmış nur yüzlü bir adamın geldiğini gördüm. Farsça
neden üzgünsün şimdi seni maksadına yetiştiririm dedi. Efendim yolu bilmiyorum
dedim. Yolu sana gösteririm hurcunu al da benimle birlikte gel diye buyurdu.
Birkaç adım gittikten sonra arabaların geçtiği bir asfalta vardık. Burada dur şimdi
bir araba gelip seni götürecek diye buyurdu bana. Sonra uzaktan gelen arabanın
farını görünce oradan uzaklaşıp gitti. Araba yanıma gelince durdu ve beni bir yere
kadar götürdükten sonra başka bir arabaya bindirdi. Benden hiçbir ücrette almadı.
Sanki önceden kararlaştırılmış gibi beni Kerbela'ya kadar bir arabadan başka bir
arabaya bindiriyor üstelik kirada almıyorlardı. Nihayet Kerbela'ya varmıştım.
Ama Kerbelada da iş bulamadığım için durumum çok kötüydü. Hz. İmam
Hüseyin'in (a.s) mübarek türbesine müşerref oldum. Mevlama ağlayarak efendim!
İşsizim işlerimi yoluna sokun diye arz ettikten sonra türbeden dışarı çıktım.
(erbain günüydü) hurmalıklarda gördüğüm o adamı gördüm ve selam verdim.
Selamımın cevabını verdikten sonra bana on dinar vererek şunu al diye buyurdu.
Efendim bu azdır diye arz edince az değil az olursa yine veririm diye buyurdu.
Efendim adresiniz nerde diye sorduğumda biz buralardayız diye buyurdu.
Meşhedi Muhammed şöyle diyordu: bu para çok ilginçti mis gibi bir kokusu
vardı. Her defasında bir şey satın aldığımda artıyordu. Öyle ki bu paradan oldukça
kar edindim. Ne zaman birkaç bin tümen elime geçtiğinde hemen İran'a geliyor ve
borçlulara taksim ederek Kerbela'ya dönüyordum. Bütün bu kazançlarımı o yüce
zatın verdiği on tümenden kazanmıştım.
Bir yıl sonra safer ayının 28. günü o adamı Hz. Ali'nin (a.s) türbesinde gördüm.
Yanına giderek efendim bir miktar daha yardım edebilir misiniz? Diye arz
ettiğimde beş dinar daha merhamet etti. Ama o adamı bir daha göremedim.
Vaktiyle Necef'te giderken esnaflardan biri beni çağırarak benimle odama kadar
gelebilir misin dedi. Kabul ederek onunla birlikte gittim. Bana kefilin var mı diye
sorunca iki kişi kefilim var dedim. Kimler olduğunu sorunca biri Rabbim diğeri
ise Hz. Alidir (a.s) diye cevap verdim. Sözlerimi kabul etti. Bazen bana bin dinar
veriyor bende Bağdata gidip mal satın alıp geliyordum. Kara beni de ortak etti.
Böylelikle bütün borçlarımı ödedim. Ama ailem Kum kentinde olduğu için oraya
dönmek zorunda kaldım. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) türbesinde borçlarımın
ödenmesi ve başkasına muhtaç olmayacak kadarda mal vermesi için dua ettim.
Bundan fazlasını istemedim. Çünkü servetim kötü etkilerini yaşayıp görmüştüm.
Meşhedi Muhammed evinde matem merasimleri düzenliyor ve
merasimlerindeki ihlâsı anlamak mümkündür. Ben bizzat merasime katılmış
bulunuyorum. Kendisi Hz. Zehra'yı (a.s) bu meclislerde hazır olarak görüyorum
diyordu.
106- KIR VE KARZİN DEPREMİ
Kır Şiraz güney doğusunda bulunan ve yaklaşık kırk fersah uzaklıkta yer alan
bir yerleşim yeridir. Firuz Abada şehrine ise takriben 14 fersah uzaklıktadır.
Karzin şehrine de bir buçuk fersah uzak olan bir şehirdir. (Farsnamede şöyle
gelmiştir: Kır şehrinin bloklarının uzunluğun başlangıcı Mübarekabad bitişi ise
paslar bahçesidir. Genişliği iki buçuk fersah olan bu blok Keyfeskan köyünden
Gendumana kadar ve Fars'ın Gemsirat beldesine kadar uzanmaktadır. Bu blok 23
köy içmektedir.
Son zamanlarda "Kır" elektrik, su boruları, yapıları, yolları ve demir yoluyla
tam bir yerleşik şehir haline gelmiştir. Bine yakın nüfusu bulunmaktadır.
25 safer 1392 ve 21 ferverdin 1351 H. Ş. Yılına tekabül eden senesinde bu
nahiye Allah'ın hışmına ve gazabına uğradı. Semavi bir afet ve vuku bulan deprem
yüzünden kır şehri bloğu zarar gördü. Her yerden daha fazla kır şehri hasar gördü.
Öyle ki şehrin altı üstüne gelerek tek bir sağlam bina kalmadı. Şehir halkının üçte
biri enkaz altında kalarak feci bir şekilde hayatlarını kaybettiler. Şehrin yaşlıları
şimdiye dek böyle bir afetle karşılaşmamıştılar.
Bu olayın tafsilatını anlatmayı gafletten uyandırıp ibret almak açısından
güvenilir ve olaya şahit olan iki âlimden naklediyoruz; olayı bizzat yaşayan şeyh
Ahmet Restgar ve şeyh Muhammed Cevat Mukimi Kır'iden gördükleri ve
bildiklerini yazmaları istendi. Biz burada her iki muhterem şahsıdan mektuplarını
naklediyoruz;
BİSMİLLAHİRAHMANNİRAHİM.
ŞEYH MUHAMMED CEVAD MUKİMİNİN MEKTUBU:
Yürekleri fırlamayan Kır, Kazrin ve Afroz depremleri ve bu depremin
meydana getirdiği cani ve mali kayıplar özet olarak takdim ediyorum; 25 safer
1392 yılında güneş doğmadan 15 dakika önce eşi benzeri görülmeyen bir deprem
oldu. Dışarıda bulunanlar önce kıble sonrada kutup tarafından şimşek çaktı daha
sonrada deprem oldu. Önce yer hafif hafif sallanmaya gittikçe de artan deprem
şiddetinden yer adeta kendi ekseninde dönüyordu. Takriben 25 saniye süren
şimşek sesi gibi korkunç ve ürpertici bir ses yükseldi. Bütün evler viran olmuş
beton, alçı ve taştan yapılan sağlam binalar yerle bir oldular. Çocuklar uyuyor,
kadınlar namaz kılıyor ya da abdest almakla meşguldüler. Erkeklerin çoğu
uyanmıştı. Bu depremde en çok ölenler küçük çocuklar ve annelik duygularıyla
çocukları kurtarmaya çalışan ve enkaz altında kalarak can veren anneler ve
çocuklar oldu.
Edindiğimiz kesin bilgilere göre Kır şehrinde 2000 ve bu şehre bağlı ilçe ve
kazalarda ise 500 kişi hayatını kaybetti. Allah daha iyisini bilir.
Deprem üzerinden iki gün ve bir akşam yani safer ayının 25'den günün öğleden
sonra saat beşine kadar enkaz altından diri çıkarılan kişilerin listesi;
1-Kır sakini Muhammed Safai'nin 7 ya da 8 yaşlarındaki oğlu Mahmut.
Belirtmek gerekir ki o aileden birkaç kişi enkaz altında kalmıştı ama aynı gün
içinde bazıları enkaz altından çıkarıldı ama içlerinden biri hayatını kaybetmişti.
Enkaz altından 2 gün sonra çıkarılan Mahmut sapa sağlamdı. Ona bu iki gün
içinde birileri sana yiyecek ve içecek veriyor muydu diye sorduklarında şöyle
dedi; dayım Resul Hakisteri bana bisküvi ve su veriyordu. (elbette gaipten ona bir
şeyler veriliyordu ama çocuk onu dayısı olarak görüyordu) halen o çocuk
yaşamaktadır.
2-Kır sakini seyit Habibullah Hüseyin'in dört yaşındaki oğlu seyit Hasan sabah
saat beş buçukta vuku bulan deprem enkazının altında kalan bu çocuk ertesi gün
yani safer ayının 26. günü saat 10'da enkaz altından çıkarıldı. Ona da sana su ve
yiyecek veren biri var mıydı diye sorduklarında annem bana su ve yemek
veriyordu diye cevap verdi.
Halbuki annesi enkaz altında kalmamış ve kurtulmuştu. Ama bu depremde 18
yaşındaki büyük abisi, ondan bir küçük olan kardeşi ve birde kız kardeşi
hayatlarını kaybettiler.
3-depremin üzerinden 44 saat geçtikten sonra enkaz altından sağlam olarak
çıkarılan çocuklardan biride Meşhedi İbrahim Muzeri'nin oğlu 11 yaşındaki
Mansurdu. Bu çocuğu safer ayının 27. gününün akşamı enkaz altından çıkardılar.
Uzun müddet enkaz altında kaldığı için ayakları yürümeye kadir değildi. Ama
sonraları iyileşerek yürümeye başladı.
Eğer depremin olduğu gün ya da ertesi günü kurtarma ekipleri gelseydi bu
kadar cani kayıp olmazdı. Ama maalesef hiçbir yardım gelmeyince birçok kimse
enkaz altında kalarak yaşamlarını yitirdiler.
KORKUM HADİSEYLE İLGİLİ HABERLER
Deprem olmadan 9 gün önce hacı seyit Cafer Hüseyni adlı dindar ve imanlı bir
kişi Allah'ın rahmetine kavuştu. Ölüm döşeğinde iken seyit Ekber adında ki oğlu
akrabaları ve yakınlarıyla birlikte ziyaretine gelerek başucunda oturdu. Birden
seyit o hasta haliyle yüksek bir sesle ey tacirler! Ey sahtekârlar! Her biriniz bin
(sadaka) tümen veriniz evleriniz harap oluyor. Diye feryat etti. Birkaç kez bu
cümleyi tekrarladı; bin tümen verin. Daha sonra yüz tümen verin evleriniz viran
oluyor. Sonra kendi ev halkına dönerek sizde Kır şehrini terk edin aksi halde
helak olacaksınız. Bu cümleleri birkaç kez tekrarladıktan dört gün sonra vefat etti.
O merhumun vefatından 3 gün sonra binaları yerle bir eden ve binlerce kişinin
ölümüne neden olan içler acısı deprem vuku buldu.
Tacirlere ve zenginlere bin tümen ya da yüz tümen verin diye hitap etmesinin
amacı belanın bertaraf olması için sadaka vermek ve yoksullara yemek vermek
olabilir.
4-Belki de o anda bela ve afeti görebiliyor ve bu yüzden haber veriyordu.
Ama maalesef biz insanoğlu bu büyük ilahi ayetlerden (nişanelerden)
kendimize gelmiyor ve ibret almıyoruz.
DOĞRU RÜYA.
Ramazan Tahiri adındaki bir şahsiyet şöyle diyor; safer ayının 25. akşamının
sabahı meydana gelen o depremde hastalığından dolayı uyuyamayan bir oğlum
vardı. Hastalığı yüzünden çok acı çekiyor ve sızlayıp duruyordu. Güneş
doğumuna yakın çok ağlıyordu. Annesini uyandırdığımda daha sabah açılmasına
çok var mı? Diye sordu. Az kaldı ben biraz uyuyacağım sabah namazında beni
uyandır diyerek uyudum. Rüyamda bir gencin kapıma gelerek dışarı çık diye
seslendi. Ne işin var deyince yine aynı sözünü tekrarladı. Yanına gittiğimde bana
bak dedi. Nereye bakayım deyince evlere barklara bak dedi. Kafamı çevirip şöyle
bir etrafa bakınca bütün evlerin viran olduğunu gördüm. Bunlar bizim evlerimiz
dedim. Evet, sizin evleriniz dedi. Neden böyle oldu diye sorduğumda aşırı
günahlardan dolayı bu hale geldi dedi. Bu bölge halkının tamamının namaz kılıp
oruç tutukların ve ibadet ettiklerini söylediğimde yaptıkları ibadet riyadır ve halis
değildir diye cevap verdi. Ne kadar yalvardıysam kalmadı ve gitti.
Uyandığımda namaz vakti olmuş eşim ise neden uykuda ağlıyor ve üzgündün
diye sorduğunda. Bir şey yok çabuk olda çocukların ikisini ben ikisini sen al
dışarı çıkalım. Evde bizden başkaları da yaşıyordu. Tam çocukların elinden
tutmuş dışarı çıkıyordum deprem başladı. Kıpırdamaya bile mühlet vermedi. Evin
çökmesi sonucu hepimiz enkaz altında kaldık. Anneleriyle beraber çocuklardan
birkaçı hayatlarını kaybettiler. Beni ve enkaz altında kalan birkaç kişiyi
kurtardılar.
Enkazdan çıkarıldığımda ailemin enkaz altında kalmaları yüzünden afallamış
ney uğradığımı şaşırıp kalmıştım.
Kimsesiz yalnız başıma kalmıştım. Akrabalarımdan bir yanıma gelerek amca
amca diye seslendi. Gel durma bugün yardım günüdür. Çocuklarım enkaz altında
kaldılar gel yardım et de onları kurtaralım. Benimde çocuklarım enkaz altında
gelemem dedim.
Evimizde kalan genç bir öğrencinin hayatta olduğunu gördüm ondan yardım
istedim. Ağladı ve yapamam diyerek gitti. Komşularım ve akrabalardan başka biri
şaşkına dönmüş bir halde geldi. Allah rızası için yardım et dedim. O da
çocuklarının enkaz altında kaldıklarını ve kimsenin olmadığını söyledi. Bilahare
tam bir kıyamet sahnesi yaşanıyordu. Herkes kendi hal ve derdiyle ilgileniyordu.
Olayı uzun uzadıya ve detaylıca yazmak istesem çok uzun ve yorucu olur.
Kır şehir ahalisinden mümine bir kadın şöyle diyordu. O yıllarca deprem
olmadan önce gece yarısından sonra şöyle bir rüya gördüm; başında ammeme
olan onu omuzlarına saran bir seyit bir hanımla evimize geldi. O hanım yüzünü
peçeyle kapamıştı. Bana seslenerek ışığı yak dedi. Işıkları yaktığımda kocan ve
çocuklarınla birlikte evi terk edin diye buyurdu.
Efendim! 6–7 yıl zahmet çekip şu evi kurduk daha buraya yeni yerleştik diye
arz ettiğimde dışarı çıkmanız gerekiyor çünkü bela gelip çatacak diye buyurdu.
İzin verirseniz kocamı uyandırayım dediğimde daha erken diye buyurdu. Çok
korkuyor ve içimden müezzinin ezan okusaydı ve sabah açılsaydı diye
geçiriyordum.
Sonra bana şöyle dedi; ateş yak ve üzerine su koy ama çay demlemeye fırsat
bulamayacaksın. Ateş yaktıktan sonra kocam Haydarı uykudan uyandırdım.
Müezzin sabah ezanını okudu. Hz. Ebulfazl Abbas'a (a.s) çok tevessül ederek ya
Ebalfazl imdadıma yetiş diye seslendim. Bir kolu olmayan nur yüzlü genç bir
seyit'in evimizin kapısına gelerek Haydarı kaldır ve annesinin vefat ettiğini ve
gelip annesinin cenazesini defin etmesini söyle diye buyurdu. Ona seyit Kazım
nerdeydiniz diye sorduğumda Kır şehrinden olup vaiz ve minber ehli bir âlim
olan seyit Kazım Fatimi o depremde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Ben seyit Kazım değilim Kıble yönünden gelip geçmekte olan biriyim dedi.
Çok korktuğumu görünce korkmayın, hamile olduğunuz için sizinle sırtımı
dönerek konuşuyorum diyerek gitti bir daha da onu göremedim.
Artçı bir deprem oldu. Çocukları ve kocam, uykudan kaldırana kadar şiddetli
bir deprem oldu. Çocukları evden dışarı çıkarana kadar ev şiddetli deprem
sarsıntısından çöktü. Evin tamamı harabeye dönüşmesine rağmen çocukların
bulunduğu bölümün sadece duvarları çatladı ama çökmedi. Allaha şükürler olsun
ki depremde ev halkından kimse ölmedi.
Diğer bir mümine kadın şöyle diyor;
Muharrem ayında deprem olmadan takriben bir buçuk ay önce şöyle bir rüya
gördüm. Doğu tarafından bir bulut kitlesi belirdi. O bulutların içinde bir
yüksekselse ezan okuyordu. Güneş doğduğu yerin başından Allah'u ekber
söylüyor ve yavaş yavaş yukarı doğru yükseliyordu. Ezanı kelime kelime
okuyarak Kır şehrinin üzerine gelince ezan okumayı kesti. Sesi her tarafa ulaşıyor
tüm âlem sesini duyabiliyordu. Uykudan uyandığımda gördüğüm rüyayı
komşularımdan birine anlattım. Komşum, rüyamı şöyle tabir etti: gördüğün rüya
Kır şehrinin viran olmasına işaret ediyor.
Kır şehir ahalisinden seyit Ali Murtaza adında bir şahıs şöyle diyor; Deprem
olup şehir viran olmadan bir gece önce şöyle bir rüya gördüm: Kıble tarafında
siyah bulutlar kümesi belirdi. Kır ahalisinden uzaklaş ve bizlere belaya müptela
etme diye yalvarıyorlardı. Bu yalvarmaların hiçbir yararı olmadı. Kutup
tarafından bir bulut gelerek sel baskını gibi tüm şehrini sarıp kuşatarak kıble
tarafına doğru kaydı.
Bundan fazla, rüyaları yazıp nakletmek bahsin uzamasına ve kitabın asıl
hedefinden çıkmasına neden olur. Aynı şekilde bir ya da iki gün enkaz altında
kaldıktan sonra kurtarılan insanların sayısı çok fazla olduğu için tüm hepsini
nakletmeyi uygun görmedik. Çünkü ibret alınacak nede çok şey var ama ibret
alan ise nede azdır.
Ben bizzat kendi şahit olduğum bir olayı nakletmek istiyorum; Teng Ruain adlı
bir yerde tebliğ ile meşguldüm. Safer ayının 24. günü öğleden sonra bulunduğum
yere bir fersah uzaklıktaki Bendbest adlı bir bölgeye davet edildim. Bir grup
göçebe hayatı süren kişilere tebliğ ve Hz. Hüseyin'e (a.s) matem merasimleri
yapmak için gitmiştim. O bölgeye Kır şehri arasında beş fersah bir mesafe vardı.
Akşamdan başlayarak iki saat boyunca dini meseleler anlatıyor, vaaz verip
nasihatlerde bulundum. Hz. Hüseyin'e (a.s) mersiye okuduktan sonra akşam
yemeği yedik yemekten sonra benimle birlikte Bendbest bölgesine gelen bir grup
Teng Ruin ahalisi kendi bölgemize gidip orada kalalım dediler. Yorgun olduğumu
ve bu akşam burada kalacağımı ertesi gün döneceğimi söyledim. Onlar
TengRuine döndüler bende geceyi çadırda uyuyarak geçirdim. Sabah namazını
kıldıktan sonra tekrar uyudum. Henüz uykuya geçmemiştim ki yer sallanmaya
başladı. Korkumdan kalkıp çadırdan dışarı çıkmak istedim. Ama depremin
şiddetinden yerimden kalkamadım ve yere düştüm. Tekrar ayağa kalktım yine
yere düştüm. Üçüncü kez kalkmak için elimli yere koyduğumda yerin kendi
etrafına döndüğünü ve sallandığını gördüm. Biraz olsun deprem yavaşladı.
Çadırdan dışarı çıktığımda o bölgede bulunan bir dağın başından kaya
parçalarının kopup aşağı yuvarlanıyordu. Dağdan tıpkı yıldırımdan çıkan sesler
gibi bir gürültü işitiliyordu. Bazı yerler şiddetli sarsıntıdan yarılmış ve tekrar
birleşmişti. O dağın yakınlarında bulunan Ab Abad adlı yerde yer çatlaması
sonucu pınar gibi yerden su kaynıyordu. O kadar su vardı ki derinliği belli
değildi.
Tıpkı büyük bir havuz gibi su birikmiş bir yere de akmıyordu. Çeşmesi ve
akarsuyu olan birçok bostan, bağ, bahçe ve tarlaların suları tamamen kurumuş ya
da azalmıştı. Bazı yerlerde ise bu sular birkaç beraber çoğalmıştı. Kır şehirde de
sular kaç beraber çoğalıp fazlalaşmıştı. Allah'u Teala hikmetleri ve maslahatları
en iyi bilendir. Allah bütün mümin ve mümin eleri Muhammed ve al-i
Muhammed (s.a.a) hürmetine tüm bela ve afetlerden korusun.
Kır ve ahalisinin durumuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için aşağıdaki
bilgileri hatırlatıyorum;
Kır şehri yavaş yavaş şehirleşmeye yüz tutmuş bir kasabaydı. Günümüzde de
elektrik santralleri, şehre yapılan yolları, su borularıyla ve belediyesiyle hızla
büyüyüp gelişmekte olan bir şehirdir. 6 bini aşkın bir nüfusa sahip olan bu şehrin
birkaç ilkokulu ve lise okullarının hazırlıklarına başlamıştı. Ama 7–8 camisi
olmasına rağmen tek bir din âlimi yoktu. Bu yüzden cemaat namazları kılınmıyor
ve dini merasimler ve tebliğ yapılmıyordu. Sadece Ramazan, muharrem ve çok az
bir sürede safer aylarında dini tebliğleri oluyordu. Olsa da bilgisiz âlimler
tarafından oluyordu. Ne âlimleri nede ilme kalbi ve hakiki alakaları vardı.
Dünyaya çok düşkün ve dört elle sarılmışlardı. İyiliğe emretme ve kötülükten
sakındırma farizası tamamen terk edilmişti. Dindar ve dini vazifesini yapmak
isteyen kimseyi de azarlıyor ve alay ediyorlardı. Şuan bile o yaşayan büyük ilahi
afetten ve kıyamet sahnesinden geriye kalanlar da doğru dürüst bir âlim ve
kılavuzluk edecek bir kişinin olmamasından dolayı tıpkı eskisi gibi hatta ondan
daha kötü bir şekilde yaşıyorlar. Bu bedbaht halkın akıbetinin ne ile
sonuçlanacağını ve nereye varacağını Allah bilir.
Bundan fazlada sözü uzatıp siz muhterem okuyucuları sıkmak istemiyorum.
Allah'u Teala Muhammed ve al-i Muhammed'in (s.a.a) hikmetine büyük âlimler
ve müçtehitlerin özelde de siz saygıdeğer âlimin gölgesini benim ve tüm
Müslümanların başından eksik etmesin. Ve sizi bütün bela ve afetlerden korusun
inşallah'u Teala.
Muhammed Cevad Mukimi
ŞEYH AHMET RESTGARIN MEKTUBU
ALLAHIN ADIYLA.
Ben (bu hakir) 25 safer 1392 yılında Kır ve Kazrin de meydana gelen
depremlerde Kazrin'in Serçeşme adlı bir köyünde bulunuyordum. Sabah saat
05.15'te sabah namazını eda ettikten sonra namazın takip dualarını okuyor ve zikir
ve duayla meşguldüm. Yer hafif bir şekilde sallanınca deprem olduğunu anladım.
Ayet namazı kılmak için depremin durmasını biraz bekledim.
Depremin aralıksız devam ettiğini görünce başımı odanın kapısından çıkarıp ne
olduğunu anlamak için dışarı baktım. Kaçmak istediğim halde yalın ayakla kapıyı
açtığımda gök gürültüsüyle şiddetinden kendimi tutamayınca sıkıca ağaca
yapıştım.
Bir anda her taraf zifir karanlığa büründü. Kısa bir süre sonra her taraf
aydınlanarak karanlık yerini aydınlığa bıraktı. Etrafıma baktığımda kırık
duvarlardan ve bazı viran olmuş evlerden başka Serçeşme köyünden ve
evlerinden bir eser kalmamıştı. Yaklaşık 25 saniye süren bu deprem evleri ve köy
yerle bir ederek viran etti.
Sözün özeti; sabah olduğu için köy ahalisi tarlalarında çalışmak için dışarı
çıkmış ama hala köyün içinde bulunuyorlardı. Ben ahalinin köyden çıkmalarını
yasaklayarak onlara teselli veriyor sakinleştirmeye çalışıyordum. Genç, yaşlı
kadın ve erkek demeden tüm ahali el ele vererek elimizde bulunan araçlarla
büyük bir ciddiyet örneği sergileyerek dört saat enkaz kaldırması yaparak yaklaşık
150 kişiyi enkaz altından çıkardık. Enkazdan çıkardıklarımızın geneli çocuklar
olmak üzere birkaç kadın ve erkekten ibaretti.
Bu depremde 61 kişi hayatını kaybetmişti. Bütün cenazeleri yan yana koyarak
kabir kazmaya başladılar. Birkaç kişiyi de gusül ve kefen işleriyle
görevlendirdim. Hüseyniye çökmeden önce dışarı çıkararak kurtulan hacı şeyh
Mahmut Mahmudiyle beraber bütün cenazelere namaz kıldık ve öğleden sonra
dört saat boyunca cenazeleri tek tek defnettik. Köy ahalisine teselli vermek ve
başsağlığı dilemek için üç gün o köyde kaldım. Daha sonra şehrime döndüm.
Ama Kır kasabasından ve Kazrinden yeteri kadar bilgim yoktu.
GEREKLİ HATIRLATMA
Bazı cahil ve bilgisiz Müslümanlar yıkıcı depremler ve seller gibi afet ve
hadiseleri maddecilerden ya da onlara uyarak tabiatın öfkesi olarak biliyorlar.
Gazetelerde büyük manşetlerle "Tabiatın hışmı" diye başlıklar atıyor ve
yazdıklarının akıl ve şeriata muhalif olduğundan habersizdiler.
Akla muhalif olması; Kahır, öfke idrak ve bilincin etkilerindendir. Mesela bir
hayvan ya da insan başkasından kaba ve sert bir hareket algıladığında zaman ona
öfkelenir ve ondan intikam almaya çalışır. Dolayısıyla tabiatın bir şuuru ve bilinci
olmadığı için hakkında hiçbir öfke ve tepki tasavvur edilemez.
Şeriata muhalif olması; imkân ve hudus burhanından (kanıtından) sonra kesin
ve net olarak ve dünyanın diğer parçalarının tümü (tamamı) yüce Allahın
mahlûkatıdırlar. Bütün bunların geneli onun hikmet ve sonsuz kudretinden
meydana gelmiştir. Arştan yere, dereden zerreye olan varlıkların tamamı âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın terbiye ve tedbiri altındadırlar. Dolayısıyla yer kürede
meydana gelen her olay Allah'u Teala'dan kaynaklanmaktadır. Acaba akli olarak
bir olayın meydan gelmesi o olayın kendiliğinden oluşup meydana geldiği
düşünüle bilir mi? Allahın mülkünde ve yarattığı şeylerde her han gibi bir
hadisenin onun izni ve meşiyyeti olmadan vücuda gelmesi tasavvur edilebilir mi?
[65]
Hâlbuki düşen her yaprak ve yağan her yağmur damlası o yüce yaratıcının
izniyledir.
HADİSELERDE TABİİ SEBEPLER
Eğer vuku bulan bu hadiselerin gözle görülen ve bilinen sebepleri vardır
denilirse mesela azgın sel baskınlarının sebebi peyderpey yağan sağanak
yağmurlardır. Veya depremlerin sebebi yerkürede biriken ve hareket edip bir
yerden dışarı çıkmak isteyen buharlar ya da yerin derinliklerinde hareket edip
dışarı çıkmak isteyen seller ve su birikintileridir denilirse nasıl cevap verirsiniz.
SEBEP MESEBBEB MESELESİ
Sebepler ve müsebbepler silsilesi ve malullerin illetleriyle olan ayrılmaz
irtibatlarını kimse inkar edemez. Diyoruz ki harap olan binalar sellerden ve
bulutlardan yağan yağmurlardan kaynaklanır.
Bulutlar ise güneş ışığının denize yansıması sonucu denizlerden oluşur. Veya
meyvenin varlığı ağaçtandır ağaç ise toprağa serpilen bir tohumdan ve o tohumun
su içmesi sonucu oluşmuştur. Ve aynı şekilde hayvanın oluşumu (meydana
gelmesi) spermdendir. Sperm ise dişiyle erkeğin çiftleşmesinden meydana gelir.
Bu şekilde istediğimiz kadar örnekleri çoğaltabiliriz. Ama bu örneklerde ona tema
ve mevzu bahis bu sebeplerin ve özelliklerinin (etkilerinin) nasıl ortaya çıkıp
meydana geldiği ve etkilerinin niteliğidir.
Kesin akli hüküm gereğince her sebebin asıl varlığı o şeyin kendinden olmadığı
gibi kendi gibi yaratılan başka bir varlıktan da değildir. Aksine kainatı yaratan
sonsuz kudret sahibi o şeyi yaratmıştır. Aynı şekilde o şeyin özelliği (hasiyeti) ve
sebebiyeti kendinden değildir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah onu başka bir
şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Tüm kâinatta bulunan zerrelerin terbiyet edicisi ve
müdebbiri ancak odur. Bu işte bir yardımcı ve ortağı da yoktur. Suyun varlığı
nasıl Allah'tan ise güneş sıcaklığıyla buharlaşan deniz sularını yağmura tebdil
etmek sonra da oluşan bulutlardan dökülen yağmur damlaları da onun tedbir ve
izniyledir. Nereye ne kadar yağacağını onun meşiyyeti ve hikmetinin gereğidir.
Aynı şekilde ufak yağmur damlalarını sele çevirerek yapıları ve şehirleri viran
eden sel baskınları da onun izni ve meşiyyetinin gereğidir.
Aynı şekilde yerin derinliklerinde meydana gelen buharların kaynağı o yeri
yaratandır. Yeri miktar ve nitelik olarak sallayan depremin şiddeti de onun
elindedir. Yani yerin ne kadar ve hangi şiddetle sallanması ve sallanma sonucu
meydana gelen etkilerde yüce ve kudret sahibi Allah'tandır. İster çöllerde
meydana gelip hiçbir şeye hasar vermeyen isterse yerleşim yerlerinde vuku bulan
ve hatta bir duvarı bile tahrip etmeyen şiddetli depremler olsun tamamı onun
iradesinde ve izniyledir.
Bazen de hikmet ve meşiyyeti gerektirse sağlam burçları, yüksek kaleleri ve
sağlam binaları kökünden kazıyarak yerle bir eder.
 Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre
[66]
kolaydır.
HADİSELERİN YEDİ ÖZELLİĞİ
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır; yerde ve gökte olan her şey şu yedi
haslet olmadan gerçekleşmez; Meşiyyet, irade, kaza, kadar, izin, kitap ve ecel.
Kim bunlardan birini ihlal (çiğnemeye) edebileceğini zannederse şüphesiz ki
[67]
Kâfirdir.
Başka bir hadiste Hz. İmam Musa İbni. Cafer (a.s) şöyle buyurmaktadır; kim
bunun dışında bir itikada sahip olursa şüphesiz ki Allah yalan isnat etmiş ya da
onu reddetmiştir.
Bu kısa hadis beyanından da iyice anlaşıldığı gibi; deprem ve diğer afetler
Allah'ın izni ve meşiyyetiyledir.
AFETLER İLAHİ BİR GAZAPMIDIR?
Eğer şöyle bir soru sorsalar; vuku bulan bu korkunç ve dehşet verici hadiseleri
Allah'ın gazabı diye adlandırabilir miyiz?
Cevap olarak bunu verebiliriz; her Müslüman yakin olarak şuna inanmalıdır ki
Allah'u Teala insanların ihtiyarı (iradi) fiilleri karşısında hoşnut ya da
gazaplanarak hoşnutsuz olur. İnsanların yaptıkları işlere ya lütufla ya da kahırla
nazar eder. Yani yapılan iyi ve güzel davranışlar onu hoşnut ve razı, kötü ve
çirkin davranışlar ise gazaplandırır.
Ama şunu da bilmek gerekir ki Allah'ın hoşnutluğu v öfkesi mahlûkatının
hoşnutluğu ve gazabı gibi değildir.
Yani her insan başkasından güzel bir davranış ve fiil görür ister istemez
kalbinde bir sevinç ve ferahlık hisseder. Bu yüzden de o kişiyi iyilikle anarak on
ihsan ve iyilik etmek ister. Ama kaba ve yakışıksız bir davranış görürse gönlü
rencide olarak o kişiye öfkelenir ve içinin bu öfkesini yatıştırmak için intikam
almaya ve ona bir ders vermeye çalışır. İnsanların hoşnutluğu ve öfkeleri bu
minval üzeredir.
Ama Allah'u Teala her türlü etki ve tepkiden münezzeh ve müberradır. Yani
tüm insanlar ona boyun eğip, güzel davranışlarda bulunarak ibadet etseler ya da
isyan edip kötülükler yapın itaatsizlik etseler de zerre kadar mukaddes zatına etki
etmez.
Eğer cümle kainat olsa kafir
Oturmaz Kibriya eteğine bir toz.
Şunu da belirtmeliyiz ki insanların davranışlarını ihmal edip etkisiz
kılmamıştır. Ona itaat edip emirlerine boyun eğen kullarına lütuf ederek değer ve
nimet verir. Emrinden çıkıp taşkınlık yaparak azan kullarını ise şiddetli bir
şekilde cezalandırır. Ve biliniz ki Allah şiddetli azap eden diğer taraftan da
şefkatli bağışlayıcıdır. Özetlemek gerekirse Allah'ın rıza ve hoşnutluğu sevap
verip mükâfatlandırması gazabı ise cezalandırmasıdır. Ceza alemi ise genel olarak
ölümden sonra olan berzah ve kıyamettir.
Ama dünya yaşantısına nispet ayetlerden ve rivayetlerden anlaşılan şudur; bir
takım ibadetler ve itaatlerin uhrevi mükafatı olmasının yanı sıra dünya da güzel
karşılığını alacaktır. Örnek olarak sadaka ve Sılai rahimi belirtebiliriz. Sadaka ve
Sılai rahimin ahiret sevabının yanı sıra dünyada hayatında da belaların giderilip
malların bereketlenmesine ve ömürlerin uzamasına sebep olur. Aynı şekilde
günahlarda böyledir. Yani bazı günahların uhrevi cezası olmasının yanı sıra bu
dünyada da azapların inmesine sebep olur. Hırs, aşırı cimrilik, kasavet, zulüm,
başkalarının hakkına tecavüz etme, iyiliği emretme ve kötülükten
[68]
sakındırmayı terk edenlerin dünya ve ahirette cezalandıracağı açık bir
konudur.
Belaların günahlarından dolayı geldiğini söylemek genel ve külli değildir. Zira
kerim, hekim ve halim olan Allah günahkâr kulunun tövbe etmesi ya da günahı
iyilikle telafi etmesi için ona mühlet tanımış olabilir. Aynı şekilde azgınlığını ve
isyanını çoğalttıkça nimetini ona açıp fazlalaştırarak uhrevi cezasını artırmak
istemiş olabilir. Bu konuyla ilgili Kuran'ı kerimde birçok ayetler vardır.
DEĞİŞİK ŞÜPHELER VE CEVAPLARI
Anlatılan konulardan da anlaşıldığı gibi bir grubun helak olmasına, bazılarının
da evsiz barksız ve perişan olmasına neden olan depremler ve diğer afetler ilahi
bir gazap ve intikamdır.
Eğer Allah'ın bu umumi bela ve cezasını hak etmeyen ama bu afetlerde
belalara ve ölümlere maruz kalan suçsuz insanların günahı nedir yani mustazaflar
ve çocuklar gibi hiçbir şekilde günah işlemeyen insanların cezası neden böyle
ağır oluyor. Diğer taraftan birçok toplumlar bu afetlere maruz kalan masum
insanlardan çok daha günahkâr olmalarına rağmen neden onlara bir bela gelmiyor
ve emniyet içinde yaşıyorlar sizce bu Allah'ın adaletine ters değimlidir. Diye
sorsalar, cevap olarak şöyle deriz;
Allah'ın intikam ve cezası günahkâr için geçerlidir.
Umumi belalarda yaşamlarını yitiren masum insanlar için bu tür belalar
zahmetli dünya hayatından kurtulup ebedi bir saadet evine bir an önce
kavuşmaları içindir. Elbette uğradıkları belalar ve sıkıntılar ve çektikleri acılar
içinde Cabbar olan (telafi eden) yüce Allah onların acı ve sıkıntıları en iyi şekilde
telafi ederek mükâfatlandıracaktır. Sonuç olarak bela günahkâr için bir azap
masum ve suçsuz kimse içinde sevap ve makamın yüceliği demektir.
Çocuk yaşlarda hayatlarını kaybedenler hususunda ise rivayetler de geldiği
üzere onlar berzah aleminde Hz. İbrahim'in (a.s) himayesi altında terbiye görüp
kıyamet günü ise anne ve babalarıyla bir araya gelecek ve anne ve babalarına
şefaat ederek birlikte cennete gideceklerdir.
Diğer afet zedelere gelince bu tür belalar Allah'ın onları gaflet uykusundan
uyandırıp tövbe etmeleri iyi işlere yönlenmeleri için edeplendirmesi ve tembihi
[69]
olarak bilinmelidir.
Daha günahkâr olan kavimlerin nimet ve emniyet içinde yaşamaları hususunda
belirtmeliyiz ki;
1-Açıklandığı üzere dünya ceza ve mükâfat yeri olmadığından her günahkâr
yaptığı kötü işlerden dolayı cezalandırılmamaktadır. Yine belirttiği gibi Allah'ın
hikmeti gerektirdiğinde bazı insanları edeplendirmek ve azgınlıklarından
vazgeçirmek için onları bir takım günahları yüzünden cezalandırarak insanın
saadeti olan kulluk görevini yapmasını sağlar.
2-Bir gruba bela gelip çattığında aynı o zamanda onlarda bela yetişecek diye
bir kaide ve kural yoktur. Yaratanın hikmeti gerektirirse onlarda zamanında
musibetlere uğrayacaklardır. Aynı şekilde bela sadece depremlerle sınırlı değildir.
Onları çok daha zor belalara müptela edebilir. Nitekim zamanımızda birçok
ülkeler birbirleriyle savaş halindedirler. Asayiş, rahatlık ve emniyet tamamıyla bu
ülkelerden alınmıştır.
3-Birçok toplumlarda beli bükülmüş ve saçlarını Allah'a ibadet etme yolunda
ağartan yaşlı insanlar ve Allah korkusundan şehvetlerini içlerine hapsedip ve
nefsanî arzularına sırt çevirerek onun yoluna yönelen gençlerin duaları sayesinde
Allah belaları onlardan ve toplumlarından gidermiştir.
Hz. Resulün (s.a.a) de buyurduğu gibi; rükû eden kullar Allah'tan korkan
[70]
kişiler ve süt emen çocuklar olmasaydı şüphesiz ki üstünüze azap yağardı.
107- DUANIN ÇABUK KABUL OLMASI
Kum ilimler havzasının önce gelen âlimlerinden olan merhum adil ve fakih
hacı şeyh Murtaza Hairi'nin yazmış olduğu birkaç kıssayı basiretimizin çoğalması
için aktarıyoruz iki ayrı muteber kanalla duyduğum kıssayı sizlere de anlatmak
istiyorum. Birini güvenilir ve emin kişi olarak bilinen hacı seyit Sadruddin
Cezairi diğeri ise muhterem Murvarid beyden. O merhumun torunu ona güvenen
sağlam bir şahıstan nakletti.
Adı 10. kıssada geçen merhum hacı şeyh Hüseyin Ali ateşi yükselen arkadaşlar
birinin ziyaretine gider. O merhum hastalık ateşine, Allah'ın izniyle falan şahısın
bedeninden çık diyerek bana bir nargile getirin de çekeyim çıksın dedi. Sonra ateş
hastanın bedeninden çıkararak bertaraf oldu.
Sonra ona nasıl böyle bir katiyetle söylediniz diye sorduklarında şöyle dedi;
ben mevlam ve efendim İmam'ı Zaman'a (a.f) hıyanet etmedim. O yüce zatın
emin hizmetkârlarının onurunu koruyacağına emindim.
Mirza Şirazi, Ahund Horasani ve seyit Feşareki aynı redifte olan merhum hacı
şeyh Hüseyin Ali merhum höccetül İslam hacı Mirza Muhammed Hasan Şirazinin
büyük talebelerinden biriydi.
Asrın yüce şahsiyetlerinden olan muhterem Nevkani şöyle nakletti; merhum
hacı şeyh Hüseyin Ali Meşhede geldiği ilk yıllarda o kadar takvalı ve gösterişsizdi
ki hatta âlimler bile onun ilmi makamından habersizdiler. Merhum rahmetli Mir
seyit Ali Hairi yezdi'nin seccadesinin yanında oturur ve yoksullara yardım
toplardı. (galiba o dönemler kıtlık senesiydi)
Merhum Hairinin ona bu işlerle ilgili bir söz söylemesinden anlaşılıyor ki o da
merhum Hüseyin Ali'nin ilmi makamından habersiz olduğunu gösteriyor. Merhum
bir gün yalnız başına zamanının büyük âlimlerinden olan seyit Hairi'nin evine
gitti. Bir meseleyle ilgili üç cevap verdi seyide. Seyit üç kez mağlup olunca seyit
Safi Zamir Hacı Mirza Muhammed Hasana aferin dedi ve şöyle ekledi; çok iyi
talebeler yetiştirmiş.
Ağa seyit Muhammed Ali babasından şöyle nakletti; Merhum Hacı şeyh
yaklaşık 16 yıl gibi uzun bir süre medresede ki odamın açık bir yerinden bana
para atıyordu. Bir müddet paranın kimin tarafından atıldığını bilmiyorduk. Daha
sonra bir vesileyle onun tarafından atıldığını anladık.
Yazar şöyle diyor; Rabbani ve yakin makamları sahipleri olan âlimlerin
dualarının kabul olduğu sayılmayacak kadar fazladır. Ve bu kitapta nakledilen 25.
kıssanın zeylinde şaşkınlığı gidermek ve bu konuyu ispatlamak için bir takım
açıklamalar yapıldı. Bu kıssayı teyit etmek hatemul müetehidin şeyh Murtaza
Ansari'den şöyle bir kıssa nakledilmektedir; bu kıssayı Merhum şeyhin
öğrencilerinden olan şeyh Mahmut Irakı "Darusselam" adlı eserinin son
bölümlerinden nakletmiştir. Büyük âlimlerden olan kerametler ve dualar sahibi ve
şeyh Ansarinin sevip saydığı bir âlim olan Merhum Hacı seyit Ali Şuşteri, 1260
yılında Necef'te veba hastalığının yaygın olduğu vakit orada bulunuyordu. Gece
yarılarında Merhum seyit bu hastalığa yakalanır. Oğulları onu perişan bir halde
görünce vefat etme korkusuyla ve şeyhin onları neden onun ziyaretine gitmek için
kendisini haberdar etmediği için ışığı yakarak seyidin evine gitmek istediler.
Merhum seyit durumu fark edince; ne yapmak istiyorsunuz diye sorduğunda
gidip şeyhe haber vermek istiyoruz dediler. Merhum seyit gitmenize gerek yok
birazdan kendisi teşrif edecektir dedi. Birkaç saniye geçmemişti ki kapı çalındı.
Seyit kapıyı açın şeyhtir dedi. Kapıyı açtıklarında şeyh Molla Rehmetullah ile
beraber gelmişti. Şeyh; Hacı seyit Ali'nin durumu nasıl diye sorduğunda hastalığa
yakalanmış inşallah Allah rahm eder dediler. Şeyh, inşallah korkulacak bir durum
yok diyerek içeri girdi. Seyidi muzdarip ve perişan bir halde görünce;
endişelenme, inşallah iyileşeceksin dedi. seyit nerden biliyorsun deyince, şeyh
Allah'tan senin benden sonra kalıp yaşaman ve cenazeme namaz kılman için dua
ettim dedi. seyit, niçin Allahtan bunu dilediniz deyince şeyh; artık iş işten geçti ve
dua kabul oldu dedi. Sonra oturarak bir miktar soru ve cevaptan ve şakadan sonra
şeyh kalktı gitti.
Bazıları ise olayı şöyle naklederler; şeyhe o akşam nasıl böyle yakinle seyit
iyileşecek dediniz. Şeyh: bir ömürdür Allah'a kulluk ediyor emirlerine itaat
ediyorum o akşam duamın kabul olacağına yakin ettim. Allah'u Teala şeyhin
duasıyla seyite şifa verdi. Cemadisani ayı 1281 yılının akşamı şeyh Allah'ın
rahmetine kavuştu o aralar seyit Kerbela ziyaretine müşerref olduğu için orada
bulunmuyordu. Ertesi gün şeyhin cenazesine kimin namaz kılacağı hususunda ne
yapacaklarını şaşırıp kalmıştılar. Birden seyit geldi diye sesle yükseldi. Seyit
cenazeye namaz kıldıktan sonra şeyhin minberine çıkarak ders vermeye başladı.
Seyit o kadar güzel ders veriyordu ki sanki şeyh ders anlatıyordu. 1283 yılında
seyit Allah'ın rahmetine kavuştu.
Şeyhin duasının kabul olmasıyla ilgili sözleri tıpkı aşağıdaki kıssaya
benzemektedir; damın üzerinde emekleyerek annesini yakalamaya çalışan bir
çocuk çatının üstündeki suyoluna doğru gidince annesinin çığlık sesi yükseldi.
Sokaktan geçenler ellerinden bir şey gelmediği için öylece seyrediyorlardı. Çocuk
aşağı düşünce oradan geçen takvalı müminlerden biri ya Rabbi onu tut dedi. Tam
o esnada çocuk olduğu gibi havada kadı. O takvalı adam çocuğu yakalayarak yere
bıraktı. Orada bulunan insanlar sahneyi görünce o adamın eline ayağına düştüler.
O mümin adam; ey mille, yeni ve ilginç bir olay gerçekleşmedi. Bir ömürdür ona
itaat ediyorum, bir defa da onun kulunun isteğini kabul etmesi bu kadar da
şaşılacak bir şey değil. Duada geldiği üzere Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır;
bana itaat edene bende itaat ederim (yani isteklerini yerine getiririm).
108-GEÇİM ZORLUĞUNDAN SONRA GENİŞLİK
Yine Ayetullah Hairi şöyle yazdılar; Hacı seyit Ali Nasırın arkadaşların, adil
vekil ve yalan söylediği görülmeyen dindar ve muttaki Talikani'den şöyle
naklederler; Ayetullah seyit Muhammed Feşarekinin oğlu seyit Ali Ekber
İsfahan'a Hacı Mirza AbdulCevad Kelbasinin evine gider. (ben adı geçen bütün
bu şahısları tanıyorum) seyit Ali Ekberin parası olmadığından sabah erkenden
sabah namazını eda etmek amacıyla "Hekim" mescidine gitti. Dönmesi biraz
uzadı. Peşi sıra mescide gittiğimde onu secdeye kapanmış bir halde gördüm.
rahatsız etmeden geri döndüm. Adamın biri eve gelerek ben hacı Abdul Cabbarın
seyit Muhammed Feşarekinin oğlu burada mı? Diye sordu. Evet, buradadır
dediğimde bin tümen bir meblağ vererek gitti.
Bundan dört yıl önce bin tümen yüksek bir meblağ sayılırdı. Kimse bu miktarı
olan şahısı görmeden ona veremezdi. O zamanlarda da bu parayı kimse vermezdi.
Kum ilimler havzasının tüm harcamaları 3 bin tümenden o da bazen gelip
yetişmezdi. O şahıs bu meblağı vererek gitti. Onu sorduklarında kimse Abdul
Cabbar adlı bir şahısı tanımıyordu.
109-HEDİYE, ZİYARETİN KABUL NİŞANESİ
Yine merhum Hairi Hacı Mir seyit Hasan Burkainin oğlu Mustafa Burkaiden
şöyle nakleder; merhum Ağa Mirza Rıza o zamanlar hayatta iken küçük oğluyla
birlikte Meşhede müşerref odular (maalesef kendisinden biyografisini sorup
öğrenmeye muvaffak olamadım) otomobil çağı olmasına rağmen aile ve
hizmetkârıyla birlikte revak mahfeyle gittiler. Vesilelerimiz mahfede olduğu için
yolun büyük bir bölümünü yaya olarak gittim. Ayrıca giderken uzaktan İmam
Rızaya (a.s) kabul ise bir hediye lütuf ediniz diye arz ettim.
Meşhedi Mukaddese vardığımızda merhum babamın ziyaretine geliyorlardı.
Bir gün alim kıyafetinde yaşlı bir adam babamın ziyaretine geldi. Evde
hizmetkârımız olmasına rağmen babam bana nargile hazırlayıp getirme mi
emretti. O yaşlı adam, uğurlayıp dönerken bana şöyle dedi; biz rüya tabirini sana
verdik. Biri sana rüyasını anlatırsa gördüğü akşam sayısı kadar Kuran'ın
sayfalarını çevirdiğinde rüyanın tabirini bulacaksın.
Bunu dedikten sonra gitti. Yaşlı adamın sözlerini çokta önemsemedim. Bir
müddet sonra Kum kentine döndüm. Babam vefat etmiş maddi durumumuz da
iyiden iyiye bozulmuştu. Bir akşam Hz. Masume'nin (a.s) türbesinde bulunan üst
mescitte oturmuştum. Hanımın biri kocasıyla beraber yanıma geldi. Bir rüya
gördüğünü söyledi. Ayın on beşinci akşamı bu rüyayı görmüştü. Kuranı açıp 15
yaprak saydıktan sonra o kadının rüyasının kalbime yazılmış olduğunu rüyanın
tabirinde onun altında olduğunu gördüm. gördüğü rüyayı anlatıp tabir ettim.
Şaşırıp kaldılar. Bir miktar bana verdiler. Daha sonraları bunu başkalarına
anlattığım için bu ilahi vergi benden alındı.
110-AŞURA ZİYARETİNİN ÖNEMİ
Merhum şeyh Cevad b. Şeyh Meşkûr Arab, Irak'ın önde gelen âlim ve taklit
mercilerinden idi. Adil, zahit ve fakih biriydi. Kutsal Necef kentinde İmam
Ali'nin (a.s) türbesinde namaz kıldıran âlimlerdendi. Hicri 1337 yılında, yaklaşık
olarak 90 yaşlarındayken vefat etti. Babasının kabrinin yakınlarında, İmam
türbesinin avlusunda toprağa verildi.
Merhum, sefer ayının 26'sında, H. 1336 yılında, Necef'te geceleyin rüyasında
ölüm meleği Hz. Azrail (a.s) görür. Selamlaştıktan sonra ona nerden geldiğini
sorar. Azrail (a.s) Şiraz'dan geldiğini ve Mirza İbrahim Mahallati'nin ruhunu
aldığını söyler. Şeyh, berzah âleminde ne halde olduğunu sorar. Azrail (a.s) iyi bir
halde ve berzah âleminin en iyi bağda olduğunu, Allah'ın bin meleği onun emrine
verdiğini haber verir.
(şeyh, daha sonra olayı şöyle anlatır;)   
 "Azrail'e "hangi amelinden dolayı ona böyle bir makam verilmiş; ilmi
makamından dolayı mı, yoksa öğrenci yetiştirdiği için mi? Diye sordum. "hiçbiri"
dedi. "Cemaate İmamlık ettiği ve halka İslami hükümler anlattığı için mi?" diye
sordum. Yine, "Hiçbiri" dedi. "O halde neden?" diye soruduğumda "Aşura
ziyaretini okuduğum için" dedi.
(Merhum Mirza Mahallati ömrünün son otuz yılı boyunca her gün Aşura
ziyareti okudum, asla ihmal etmezdi. Hastalık vb. nedenler yüzünden
okuyamadığı günlerde ise kendi adına okuması için naip tutardı.)
Merhum şeyh, uykudan uyandığında ertesi gün Ayetullah Mirza Muhammed
Taki Şirazi'nin evine gider ve rüyasını ona da anlatır. Şiraz'i, rüyayı dinleyince
ağlamaya başlar. Ona niçin ağladığını sorar. Şirazi, Mirza Muhammed Taki'nin
vefat ettiğini ve onun fıkhın temel taşlarından biri olduğunu söyler. Bunun sadece
şeyhin gördüğü bir rüya olduğunu, olayın henüz belli olmadığını söyleyen çıksa
da o diretir. "Evet, bu bir rüya ama şeyh Meşkûr'un gördüğü bir rüya; sıradan
birinin gördüğü rüya değil" diye cevap verir. Hemen ertesi gün kutsal Necef
kentine Mirza Mahallati'nin Şiraz'da vefat ettiği ne dair bir telgraf gelir. Böylece
merhum şeyh'in rüyası doğruluk kazanır.
Bu öyküyü Necef'in önde gelen bazı âlimleri, merhum Ayetullah seyit
Abdulhadi Şirazi'den nakletmişlerdir. Abdulhadi Şirazi, merhum Mirza
Muhammed Taki'nin evinde olduğu, şeyh Meşkûr rüyasını anlattığı sırada orada
hazır bulunduğunu söylemiştir. Yine saygın âlimlerden hacı Sadruddin Mahallati
de bu olayı şeyh Meşkûr'dan rivayet etmiştir.
111- İMAM RIZA'NIN (A.S) ŞİFASI
Takva sahibi hayırsever ve salih bir kul olan Mecduddin Şirazi şöyle anlatır:
"Çocukluk dönemlerimde gözümden rahatsızlanmıştım. Hekim Mirza Ali
Ekber'e gittim. Gözümün etrafına fitil çekti. Ne yazık ki eliyle daha önce zararlı
bir maddeye dokunduğu için benim gözümde karardı. Gözümün etrafında ağır
yaralar çıktı. Babam beni hangi Doktora götürdüyse de çare olmadı. Sonunda
"senin şifanı İmam Rıza'dan (a.s) alacağım dedi. Nihayet, İmam'ın türbesine
vardık. Hatırlıyorum; Altın İsmail Sebili'ne ayak basar basmaz İmam'ın Haremine
dönerek ağlamaya başladı ve "Ey Ali b. Musa Rıza! (a.s) oğlumun gözünü
iyileştirdikçe Haremine girmeyeceğim! Dedi.
Ertesi sabah güzümde hiçbir ağrı kalmamıştı. Allah'a şükür, bugüne kadar da
gözümde kız kardeşim beni tanıyamamıştı. Bana, "senin gözlerin yara bere
içindeydi, nasıl oldu da hemen iyileşti? (biran) seni tanıyamadım! "dedi;
Mecdudin Şirazi yine şöyle der; şemsi 40. yılında ailemle birlikte Meşhede
gittik. Orada birkaç ilginç olayla karşılaşmıştık. Sözgelimi; kaldığımız iki katlı
misafir hanede, çocuğum çatıdan düştü ama İmam Rıza'nın da inayetiyle, Allah'a
şükür hiçbir zarar görmedi.
Eve dönerken bu meseleyi henüz arabadayken birilerine anlattım. Kadının biri
bana dönerek: "bu tür şeylere şaşırmamak gerek. Bizde Taberisi caddesinin
girişinde, üç katlı bir misafirhanede kalıyorduk. Çocuğum üçüncü kattan yere
düştü. Ama İmam Rıza'nın (a.s) inayetiyle hiçbir zarar görmedi." Dedi.  
112-KURAN VE MEFATİHİ'İN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ
94 yılına ait cemadiyussani ayının son cumartesi günüydü. Hacı Molla Ali
[71]
Hasan Kazeruni Kuveyt'ten Şiraz'a gelmiş, hasta olduğu için Nemazi
hastanesi'ne müracaat etmişti. Yanında bir adet Mefatih'ul Cinan ve bir adet de
Kuran'ı Kerim vardı. "Bunları senin için getirdim. Her birinin ilginç öyküsü var!
Dedi ve anlatmaya başladı.
Mefatih'in öyküsü şöyle; siz de biliyorsunuz ki, ben küçüklükten beri annesiz-
babasız büyüdüm. Kimse beni okula göndermedi. Okuma yazmam yoktu.
Nihayet, bir gün, ziyaret-i Arefe'yi derk edebilmek için Kerbela'ya gittim. Arefe
günü İmam'ın Harem'i şerif'ine girmek için dışarı çıktım. Ancak yoğun kalabalık
nedeniyle geçiş yolu kapalıydı ve bu yüzden de Harem'e giremedim. Okuma
yazma bilen birilerini aradım. Tüm çabalarıma rağmen benim için ziyaret'i Arefe
okuyacak birini bulamadım kederli ve üzgün bir halde şehitlerin efendisine
seslendim:
-Ey efendim! Seni ziyaret edebilme arzusu beni buralara kadar getirdi. Okuma
yazına bilmiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilecek kimse de yok, dedim.
Ansızın muhterem bir seyit elimden tutup "Benimle gel! Dedi: kalabalığın
arasından beni Harem'in giriş kapısına kadar götürdü. "Giriş izni Ziyareti'ni
okuduktan sonra birlikte içeri girdik. "Ziyaret'i Varis" de birlikte okuduktan sonra
bana dönerek:
-Ziyaret'i Varis'ten sonra "Ziyaret'i Eminullah" artık sen okuyabilirsin! Bu
ikisini asla terk etme. Mefatih'te yazılanlar tamamen doğrudur. Bu kitabın bir
nüshası, avlunun önünde ki şeyh Mehdi'nin kitapevinde var. Ondan al, dedi.
O an Allah'ın bana olan lütfünü İmam Hüseyin'in (a.s) inayetini düşündüm.
Kendi kendime "Nasıl oldu da bana bu seyidi yolladı ve onca kalabalığın
arasından nasıl geçebildik? Dedim. Kısacası, bu inayetlerden ötürü hemen şükür
secdesine kapandım. Başımı kaldırdığımda seyit'i göremedi. Etrafta onu aradım
ama bulamadım. Ayakkabı görevlisine de sordum. Öyle birini tanımadığını
söyledi.
Kısacası, avluya çıkıp şeyh Mehdi'nin kitapevine gittim. Henüz kitap hakkında
bir şey söylemeden bana Mefatih'i uzatıp:
-Ziyaret'i Varis ve ziyaret'i Eminullah'ın olduğu yerlere işaret koydum, dedi.
Parasını vermek için elimi cebime attığımda da önceden ödendiğini söyledi.
Sonra bana dönüp "Bu meseleyi kimseye anlatma!" dedi. Eve vardığımda; "keşke
şeyh Mehdi'ye Mefatih'in parasını kimin verdiğini sorsaydım!" diye hayıflandım.
Sırf bunu sormak için tekrar evden dışarı çıktım. Ama yolda ne yapacağımı
unutup başka şeylerle ilgilendim. Daha sonraları yine bu soru için dışarı çıktım.
Ama aynı şey başıma geldi. Kısacası, Kerbela da olduğum sürece bir türlü
soramadım.
Kerbela'ya yaptığım seferde dahi bu soruyu sormayı ve cevabını almayı çok
arzu etmeme rağmen üç yıl hep unuttum. Üç yıl sonra tekrar Kerbela'ya
vardığımda şeyh Mehdi'nin vefat ettiğini öğrendim.
Kuran'ı Kerim'in öyküsüne gelince: İmam Hüseyin'in bu inayetinin ardından
tekrar onu vesile edinerek "Madem böyle bir inayette bulundunuz, Kuran
okuyabilmeyi de inayet etseniz daha iyi olur" dedim.
Derken bir gece onu rüyamda gördüm: bana beş adet taze hurma tanesi verdi.
Hepsini yedim. Tadı ve kokusu anlatılmayacak kadar güzeldi. Sonra da bana
"Artık Kuran'ın tamamını okuyabilirsin" dedi.
(Elindeki Kuran'ın işaret ederek) Bu Kuran'ı daha sonraları biri bana Mısır'dan
hediye getirdi. Bende hep Kuran'ı bunun üzerinden okuyordum. Daha sonraları da
Arapça yazılı tüm hadis kitaplarını okumaya başladım.
113-KADİR GECESİNDE RUHLARIN HZ. HÜSEYİN'İN KABRİNİ
ZİYARETİ
Yine, Hacı Hasan Kazeruni şöyle anlatır:
Ramazan ayı'nın 23. gecesinde, evimizin tavanında tek başıma geceyi ihya
ediyordum. Sabaha yakın saatlerde ansızın üzerimde hafif bir uyuşukluk ve
ağırlık hissettim. Adeta kendimden geçmiştim. O sıra da gök âleminde büyük
kalabalığın olduğunu fark ettim. Çeşitli sesler geliyordu. Oldukça yakınımda
hissettiğim bir ses vardı. "Allah aşkına söyle sen kimsin? Diye sordum ses, "Ben
Cebrail'im" diye karşılık verdi. "Bu gece bir şey mi var?" dedim. "Fatıma;
Meryem, Asiye Hatice ve Kulsum ile birlikte Hüseyin'in kabrini ziyaret'e gidiyor.
Şu gördüğüm kalabalık da melekler ile Peygamberin ruhu!" diye cevap verdi.
"Allah rızası için beni de oraya götürür müsün?" dedim. "senin ziyaretin buradan
da kabuldür. Bu manzarayı görmek dahi senin için bir saadettir" dedi.
Müellif der ki: hacı Ali'ye gerçekten de Hz. Hüseyin'i can'ı gönülden sevme
saadeti nasip olmuştu iki saatlik o meclisinde dahi birkaç defa İmam Hüseyin'in
adını anmışken hıçkırıklara boğulmuş, inlemişti. İsmini anarken birkaç dakikaya
kadar konuşamıyordu. Sürekli "İmam Hüseyin'in musibetlerini dile getirecek
kadar takatim olmuyor" diyordu.
114-HZ. FATIMA'NIN İNAYETİ
Kum İslami İlimler Havzası'nın önde gelen âlimlerinden şeyh Abdunebi Ensari
Darabı'nın başından birkaç ilginç olay geçmiş. Onlardan birini numune olarak
kendi kaleminden aktarıyoruz:
"Bir yıl boyunca süren şiddetli bir baş ağrısına yakalanmıştım. Şiraz'da 3 kez
ve Tahran'da da 3 kez çeşitli doktorlara müracaat ettim. Oldukça ilaç ve iğne
kullandım. Ama bunlar geçici bir süreliğine beni sakinleştiriyor, bir süre sonra
ağrılar tekrar devam ediyordu.
Bir rahatsızlık, bir akşam Ayetullah Behcet'in evine gidinceye kadar devam
etti. O akşam yine her zamanki gibi şiddetli ağrılarla evden dışarı çıktım. Seçkin
ve takva sahibi âlimlerden Ayetullah Behcet'in kıldırdığı cemaat namazına
katıldım. Namaz arasında durumum daha da fenalaşmıştı. Arkadaşlarımdan biri
durumu fark edince "anlaşılan çok hastasın!" dedi. "Yaklaşık bir yıldır böyleyim;
hangi doktora gittiysem ve hangi ilacı kullandıysam fayda etmedi." Dedim. O
arkadaş da takva ve fazilet sahibi biriydi. "Bizim çok daha iyi doktorlarımız var;
onlara müracaat et. Eğer Hz. Fatıma'ya (a.s) tevessül edersen mutlaka şifa
bulursun" dedi.
Bu söz beni oldukça etkilemişti. Tevessül etmek için kararımı vermiştim. Aynı
rahatsızlıkla dışarı çıktım. Kapının önünde bir başka arkadaşımla karşılaştım. O
da bana aynı şeyi tavsiye etti.
Derhal Hz. Masume'nin (a.s) Harem'i Şerif'ine gidip ziyarettin ardından eve
döndüm. Tek başıma bir köşeye çekilip, ağlayıp sızladım. Hz. Fatıma'yı (a.s)
vesile edinerek Allah'tan şifa diledim.
Sonra uyumuşum. Gece yarısı rüyamda, benim için bir meclis oluşturulduğunu
gördüm. Mecliste birkaç seyit vardı. İçlerinden biri ayağa kalkıp benim için dua
etti.
Sabahleyin uyandığımda başımı sallayıp ağrımı kontrol ettim. Başımda ağrıdan
eser kalmamıştı. Oldukça sevinmiştim. Hastalık nedeniyle uzun bir süre dost
ziyaretinden mahrum olduğum için sevinçle arkadaşlarımın yanına gidip bu
sevinci onlarla da paylaştım.
Evimde (Hz. Hüseyin (a.s) için) mersiye merasimi düzenleyip bir grup
arkadaşım eve davet ettim. İnşallah, ömrümün sonuna kadar her ay bu merasimi
sürdürmek istiyorum.
Bugün, aradan sekiz ay geçmiş durumda ve Allah'a şükürler olsun ki sağlık
durumum oldukça iyi. Başarılarım birkaç kat arttı. Gayet huzurlu bir şekilde ders
ve tebliğ hayatıma devam ediyorum.
4 Recep 1394 H. Kameri
115-ASKERİYEYN MUCİZESİ
Seyyid Muhammed Hadi Müderris Musevi, uzun yıllar Semarra'da, Askeriyeyn
(a.s) türbesinde cemaat İmamlığı yapmış seçkin âlimlerden idi.(Saddam Hüseyin
liderliğindeki Baas Rejimi'nin) son yıllardaki baskılarıyla Irak'tan sınır dışı edilen
İranlılarla birlikte İran'a geri döndü.
Müderris Musevi, (İmam Ali Naki (a.s) ve İmam Hasan Askeri'nin (a.s)
türbelerinin bulunduğu) Askeriyeyn türbesinde gerçekleşen birçok ilginç olaydan
bahsetmiştir. Burada, onun naklettiği iki olaya yer veriyoruz:
Adı Mehdi ve künyesi İbni Abbas olan Ehl'i Sünnet Mezhebi'ne mensup bir
genç, babasıyla birlikte Askeryeyn türbesinde görevli olarak çalışıyordu. Mehdi,
bir gün arkadaşlarıyla birlikte Samerra'da, Dicle Nehri'nin kenarına eğlenmeye
gider. Orada yiyip, içip eğlenirler; içki içerler. Gecenin ilerleyen saatlerinde şehre
geri dönerler. Mehdi, eve kestirmeden gidebilmek için İmamların türbesinin
avlusundan geçip diğer kapıdan çıkmak ister. Ancak avluya adımını atar atmaz
yere yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz.
Halk, oraya geldiğinde Mehdi'nin baygınlık geçirdiğini ve oldukça içkili
olduğunu anlar. Onu hemen avludan kaldırıp dışarı çıkarırlar. Aynı gece bu haber
Samerra'nın dört bir yanına yayılır. Haberi duyan Samerralılar kısa sürede
Askeriyn türbesine akın ederler. Bir süre sonra türbeye has ziyaret ve duayla
meşgul olurlar.
Mehdi, hastanede birkaç gün geçirdikten sonra kendine gelir. Ne var ki
bedeninin yarısı felç olmuştur. Daha sonra Samerra hastanesinden Bağdat
Hastanesi'ne nakledilir. Sekiz ay boyunca tedavi için Samerra ile Bağdat arasında
gidip gelmeler başlar. Nihayet, Hanefilerin ve Ehl-i sünnet camiasının önderi olan
Ebu Hanife'ye ve yine Irak'ta mezarları bulunan Ehl'i sünnet'in önde gelen
dervişlerine tevessül ederler. Ancak bir netice alamazlar.
Bir gün, bazı yakınları ve Mehdi'nin annesi, "şifayı birde Askeriyeyn'in (a.s)
kendilerinde arayalım!" şeklinde öneride bulunurlar.
Bunun üzerine türbede görevli olarak çalışan Mehdi'nin babası ve büyük
ağabeyi, birkaç gece Mehdi'yi türbeye götürmeye sabahlara kadar orada kalmaya
karar verirler. Üç gece orada kalırlar. Üçüncü gece, aynı zamanda Peygamber
efendimizin bi'set (Peygamberliğe seçiliş) günü olan Recep ayının 27. gününe
tesadüf eder. (o gün aynı zamanda Hz. Ebulfazl'ın türbesi için hazırlanan zırıhın
Irak'a getirilmiş gün [27 Recep 1386 H.] olarak kayda geçmiştir.)   
 Mehdi boğazına takılan bir parça Askeriyeyn'in (a.s)türbelerine bağlanmıştır.
Saat gece yarısı iki sularında bir rüya görür. Rüyasında yeşil amameli biri baş
ucunda belirir ve ona kalkmasını söyler. Mehdi "Ben felçliyim, kalkamam diye
cevap verir. Yeşil amameli adam sözünü ikinci kez tekrarlar ve oradan ayrılır.
Mehdi, daha sonra olanları şöyle anlatır:
"Uykudan uyandım. Ellerimle zıhırı kavrayıp ayağa kalktım. İnanamıyordum.
Birkaç kez zırıhı salladım. Uykuda olmadığımı anlamıştım. Artık ben eski halime
geri dönmüştüm. Var gücümle bağırmaya başladım. Ağabeyim Huzayr, Askeriyey
türbesinin avlusunda uyuyordu. Sesimi işitince yanıma geldi. (her şeyden) aciz
kardeşini bir anda kendi ayakları üstünde görünce kendinden geçip zırıhın
etrafında dönmeye başladı. Bu durumdan oldukça etkilenmişti. O da zırıhı
kavrayıp salladı.
O sırada hademelerden biri avlunun kapısını açmak için türbeye iki kardeşi bu
halde görünce derhal Samerralı Caferilerin müezzini şeyh Mehdi Hekim'e gider
ve gördüklerini on anlatır. Türbenin minaresine çıkması ve onları halka ilan
etmesini rica eder. Şeyh Mehdi de bunu kabul eder.
Sabah namazı vaktinde tüm Samerralılar Hz. Askeriyeyn türbesine akın eder.
Avlu, ikinci kez Samerralılarla dolup taşar. Halk koyunlar kesip tatlı dağıtır,
birbirlerine şerbet ikram eder. Kadınlar da kendilerine özgü sevinç gösterileriyle
türbeye girer. Samerralılar, bu sevinci dualar ve münacatlarla devam ettirirler.
116-KÖR BİRİNİN HZ. ASKERİYEYN'İN BEREKETİYLE ŞİFA BULMASI
[72]
Yine Seyid Muhammed Hadi Müderris Musevi, öyküyü bizzat yaşayan
kişinin kendi ağzından şöyle nakleder;
Hacı Saidus Sultan lakabıyla meşhur Mirza Seyyid Bakırhan Tahran'i 1323 H.
K. Tarihinde İmamların türbelerini ziyaret etmek amacıyla Irak'a hareket eder.
Kazımeyn'e vardığında 4 yaşındaki tek oğlu seyyid Muhammed şiddetli bir göz
ağrısına yakalanır. Birkaç gün tedavi görür, ama fayda etmez.
On gün ikamet etmek üzere bu kez de Samerra'ya giderler. Ancak hava
sıcaklığı, yolların tozlu oluşu ve arabanın sallantısı çocuğun rahatsızlığı daha da
artırır.
Samerra'ya girdiklerinde, çocuğu "zamanın Eflatun'u" ve Hafızu's Sıhhat olarak
bilinen hekimler hekimi Kudsu'l Hukema'nın yanına götürürler. Bir süre tedavinin
ardından onun da faydası olmaz. Kudsu'l Hukema, "Bu çocuğu hemen Bağdat'taki
falan Hekim'e götürmelisiniz. Kendisi göz konusunda uzmandır. Ama sakın
oyalanmayın. Çünkü bu rahatsızlık oldukça tehlikelidir der.
Çocuğun babası bunları duyunca oldukça üzülür. Orda on gün kalmaya niyet
ettiği için Bağdat'a gitmez. Yedi gün boyunca niyet gözyaşlarıyla, dua ve
ziyaretle meşgul olur.
Yedinci gün çocuğun ağrıları daha da şiddetlenir. Şiddetli ağrı nedeniyle çocuk
aralıksız olarak ağlar. Öyle ki geceleyin ev halkı ve komşuları ağlama sesinden
dolayı uyuyamaz.
Sabah olunca baba, Kudsu'l Hukema'yı alıp eve getirir. Hekim, hem çocuğun
gözlerini kontrol eder. Gözlerini aralayıp dikkatle baktığında bir anda rengi kaçar.
Ellerini dövünerek çocuğun babasını kınamaya başlar. "zavallı çocuğun gözlerini
kör ettin! Ben size söylemiştim; zaman kaybetmeden onu Bağdat'a götürün,
demiştim. Ama siz sözüme kulak asmadınız. Gördünüz mü, çocuk kör oldu! Artık
Bağdat'a götürseniz de fayda etmez. Gözündeki ağrı gözlerindeki yaradan
kaynaklanıyor. Gözünü kör eden de bu yara oldu der.
Baba, Hekim'in anlattıklarını dinledikten sonra oldukça perişan olur. Adeta
cansız bir bedene dönüşür.
Hekim, daha sonra en azından çocuğun ağrılarını dindirmek için tedaviye
başlar. Tıpkı iki badem tanesine benzeyen yaraları ilaçla tedavi eder. Sonra da
gözleri zorlukla yerine yerleştirir. Bu arada çocuk, ameliyatın verdiği acıyla
baygınlık geçirir.
Bu olay, Ayetullah Mirza Muhammed Taki Şirazi vs. ulemaya da iletilir.
Hepsi bu olaydan dolayı büyük bir üzüntü duyar.
Çocuğun babası on günlük ikamet sona erdiğinde bir araba kiralayarak şehirden
ayrılmadan önce son kez, veda ziyareti yapmak üzere Askeriyeyn (a.s) türbesine
gider. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali Naki'nin (a.s) türbelerinin yanı başında
oturup Aşura ziyareti'ni okumaya başlar. O sırada türbenin hademelerinden hacı
Ferhad çocuğu kucağına alarak Harem'e girer. Sonra da bir bezle sarılı olan
çocuğun gözlerini türbeye sürer sonra da ziyareti tamamlayıp dışarı çıkar.
Baba, çocuğunu o halde görünce sağlam gözlerle Irak'a geldiği ama kör olarak
döndüğünü hatırlar. Bu durumdan etkilenip kendinde olmayarak ağlamaya,
sızlamaya, feryat etmeye başlar. Aşura ziyareti'ni okumakta olduğunu unutup
titrek haliyle türbeye yapışır. İmamlar, muhatap alırken adaba riayet etmez;
"Çocuğumla bu halde dönmek reva mı?" diye bağırır sonra, yorgun düşüp bir
köşeye çekilir.
Ansızın çocuğunun, türbenin kapısından girdiğini görür. Dayısı da arkasından
onu izliyordu. Çocuk, yavaşça babasının yanına gelip kucağına oturur.
"Babacığım! İyileştim artık gözlerim görüyor ve hiç ağrısı kalmadı! Der.
Baba, bu duruma oldukça şaşırır. Eliyle çocuğunun gözlerini kontrol eder.
Yaralardan ve hatta gözlerindeki kızarlıklardan hiç eser kalmadığını görür.
Oğlunun dayısına dönüp merakla sorar: "Bu çocuk daha on beş dakika öncesine
kadar kör ve gözleri bağlı olarak buradaydı. Bu süre içerisinde neler oldu?
Çocuğun dayısı; "Evet, öyleydi. Sonra Harem'in dışına çıktı. Çocuğu kucağıma
almış, avluda geziyor, sizin gelmenizi bekliyordum. O esnada başını omzumdan
kaldırıp gözlerindeki sargıyı açtı. Bana dönerek 'Bak, dayıcığım!
Artık gözlerim iyileşti! Dedi. Bende müjde vermesi için onu size gönderdim."
Der.
Bunu duyan baba, şükür secdesine kapanır. İmam Hasan Askeri ve İmam Ali
Naki'den (a.s) özür diler ve teşekkürlerini bildirir. Sonra da bu sevinçle
Harem'den dışarı çıkarlar. Hep birlikte Kudsu'l Hukema'nın yanında giderler.
Baba, çocuğunu dayısına emanet edip tek başına Kudsu'l Hukema'nın evine girer.
"Bağdat2a gidiyoruz, yolda çocuğumuzun gözüne iyi gelebilecek bir ilacınız
varsa, onu almak istiyoruz" der. Hekim, "Benimle alay mı? Ediyorsun? Benim
kör olan göze verebilecek ilacım yok! Olayı hafife aldığınız için zavallıyı kör
ettiniz                                                                    der. Baba daha sonra oğlunun
dayısına seslenerek çocuğu içeri getirmesini ister. Hekim, çocuğun gözlerinin
açıldığını ve görebildiğini fark edince şaşakalır. Hemen gözlerinden öpüp
etrafında döner; ağlamaya başlar. (Sevinç gözyaşlarıyla karışık) çocuğa gözündeki
yara nerede? Nasıl iyileştin? Diye sorar.
Başlarından geçen olayı ona da anlatırlar. Hep birlikte Muhammed (s.a.a) ve
Al-i Muhammed'e (a.s) salâvat gönderirler.
Daha sonra oradan ayrılıp Mirza Şirazi'nin evine giderler. Mirza da
ağlamasıyla tanınan biridir. Olayı kendi gözleriyle görünce sevinç ve aşk
gözyaşları döker. (Büyük bir hayranlıkla) çocuğun gözlerini öper.
"Burada kalın, şehri aydınlatıp süsleyelim." Der. Ne var ki baba özür dileyip
çıkmaları gerektiğini söyler ve aynı gün Kazımeyn'e (a.s) gitmek üzere oradan
ayrılırlar.
117-EKSİK PİRİNÇLER
Bir bakkal olan Merhum Hacı Muhammed Rıza her sene Şiraz'da Erbain
[73]
günü yaklaşık 120 kg. pirinç pişirir bunu halka dağıtırdı. Yine o yıllardan
birinde, Kerbela'ya gitmeye karar vermişti. Bu nedenle de 120 Kg.'lik pirinci bir
köşeye ayırıp Erbain günü bunu pişirin halka dağıtması için oğlunu iyice
tembihledi.
Henüz Kerbela'dayken, bir gün sonra rüyasında Hz. Hüseyin'i (a.s) gördü.
Rüyada ona"Ey Muhammed Rıza! Bu yıl Kerbela'ya geldiğin için ihsanını yarıya
indirdin. Demişti.           
 Muhammed Rıza uyandığında rüyasına bir anlam verememişti. Şiraz'a
döndükten üç gün sonra oğluna Erbain'de ne yaptığını sordu. Oğlu "Erbain günü
için söylediklerini aynen uyguladım" dedi. kısacası, ısrarlar neticesinde oğlu o gün
ancak 60 kg'lık pirinç pişirip dağıttığını itiraf etti. Diğer yarısını da siz Şiraz'a
geldikten sonra üç gün boyunca pişirip dağıttık" dedi.
118-DÜĞÜN GECESİ ÖLDÜRÜLEN DAMAT
Seyyid Muhammed Ali Sıbtu'ş şeyh şöyle anlatır;
"Bağdat civarında yaşayan kabile reisi bir Arap şeyhi vardı. Yakınlarından
birinin kızını oğluna istemek için görücüye gitmeye karar vermişti. Onların
geleneklerine göre nikah ve zifaf merasimi bir arada yapılırdı. Şeyh, kız tarafıyla
anlaştıktan sonra düğün ve ikram hazırlıkları tamamlayıp tüm yakınlarını bu
merasime davet etti. Dönemin Arap taklit mercilerinden Merhum Hacı Şeyh
Mehdi Halisi de nikâh kıyması için bu merasime çağrılmıştı.
Şeyh Mehdi meclise katıldığında hemen nikâh merasimi için hazırlıklar yapıldı.
Gençlerden bazıları, geleneklerine uygun olarak damadı bu merasime getirmek
için oradan ayrıldılar. Sevinç çığlıklarıyla damdı getiriyorlardı. Havaya ateş etmek
de gelenekleriydi arasındaydı. Bu yüzden havaya bol bol ateş ediyorlardı.
İçlerinde tüfeği dolu bir genç bir seyit vardı. Sevinç gösterileri arasında yolda
ilerlerken ansızın seyidin elindeki tüfek patladı. Kurşun, damadın göğsüne isabet
etmişti. Hiçbir kastın olmadığı bu olayda damat aracılık öldü. Genç seyit (olayın
verdiği şokla) korkarak hemen oradan uzaklaştı. Bu facia, nikâh merasiminin
ortasında damadın babasına anlatıldı.
Merhum şeyh Mehdi Halisi, ölen damadın babasını sabırlı olmaya davet etti ve
şu güzel cümlelerle onu sakinleştirmeyi başardı:
Biliyor musun; Peygamberimizin (s.a.a) hepimiz üzerinde büyük hakkı var ve
hepimiz, onun şefaatine muhtacız. Seyit bu işi kasıtlı olarak yapmamış. Kurşun,
gayri ihtiyari tüfekten çıkmış, senin oğlunun göğsüne isabet etmiş ve ilahi takdir
gereği oğlun vefat etmiştir. Seyidi ceddinin hürmetine affet ve bu musibette sabırlı
ol. Allah'ın emrine teslim ol ki, Allah da sana sabır ehlinin mükâfatını versin!"
"Bu gecenin mutlu bir gece olacağını düşünüyordum. O yüzden büyük bir
kalabalığı buraya davet ettik. Şimdi, bunca kalabalığı mutsuz bir şekilde geri
göndermek hoş olmaz. Allah Resulünün (s.a.a) hakkını eda etmek için gidip o
genç seyidi bulun ve buraya getirin. Oğlumun yerine, gelinle onu evlendirip zifaf
odasına yollayın!
Şeyh, sabırlı babanın bu konuşmasını dinledikten sonra onu takdir edip kutladı.
Gençler de seyidi aramaya başladılar. Bir süre sonra onu bulup olayı ona da
anlattılar. Seyit, önceleri onu bu bahaneyle oraya götürün öldüreceklerini
düşünmüştü. Daha sonra arkadaşları ona güvence verince kabul etti ve tekrar
düğün yerine geldi.
Aynı gece şeyh, kızı onunla nikâhladı ardından gelin ve damat zifaf odasına
uğurlandı. Vurulan kabile reisinin oğlu ise ertesi gün toprağa verildi.
Zorluklar Karşısında Dirençli Olmak
Bu öykü de birçok ilginçlikler, ibretler ve dersler vardır.
Hatırlamak amacıyla bu konulara değinelim:
1-Şecaat, yiğitlik, büyüklük ve sabrı bu asil Arap'tan öğrenmek gerek.
"Asıl cesur, zor durumdayken sağlam yürekli olan kimsedir."
Yani bu kimse çabuk sarsılır biri olmamalı, şikayetlenmemeli ve kendini
kontrol etmelidir.
Şüphesiz tahammülü en zor ve en acı olay bir anda özellikle de zifaf gecesi
önce gerçekleşen evlat acısıdır. Hele bu, biri tarafından öldürülmek suretiyle
olursa daha da acı verir.
Böylesi bir anda aklını ve imanını yitirmeyen, Allah'a kul olma yolundan
sapmayan, yani kendini ve evladını Allah'ın malı, ölümünü o'nun kazası ve
mercilerinde Allah olduğunu inanan bir baba, "Evladım er ya da geç benim de
gideceğim bir yere gitti" diye düşünür, bu hakikati "inna lillah ve inna ileyhi
[74]
raciun" Allah'tan geldi ve ona döneceğiz diyerek itiraf ederse, elbette ki
Allah'ın bahşedeceği sonsuz saadete, esenliğe, rahmete ve mükâfata erişmesi içten
[75]
bile değildir. "işte onlaradır Rablerinden esenlik ve rahmet"
Nitekim böyle bir kimsenin direncini İmam (a.s) şöyle tanımlamıştır.
"Mümin tıpkı sağlam bir dağa benzer; tufanlar dahi onu hareket ettiremez."
Zor ve sıkıntılı anlarda tahammül göstermeyen, akıl ve iman yolunda çabucak
sapan, takdir'i ilahiye öfkelenen ve itiraz eden kimseler tıpkı en küçük sarsıntıda
sarsılan saraylar gibi hadiseler karşısında sarsılırlar. Öyle ki, bu olaylar neticede
kriz ve baygınlıkla son bulur.
Genç damadın ölümüne karşı diğerlerinin sabır göstermemeleri düğün gününü
matem meclisine dönüştürmemeleri ilginç bir olaydır.
Evet, onlar da senin babanın gösterdiği büyüklüğün bereketiyle sabır
gösterdiler.
Tıpkı Hz. Zeyneb'in (a.s) Kerbela'da gösterdiği ilginç sabrın bereketiyle diğer
Ehlibeyt hatunlarının gösterdiği sabır gibi…
Nasihati Kabullenmek Bilgidendir
2-Saadeti arzu eden akıl sahibi bir kimse, emin ve şefkat dolu birinden nasihat
işittiğinde ya da karşılaşılan bir olayda sabır göstermesi istense, bu kimse
karşısında mütevazı olmalı, nasihatini can'ı gönülden kabullenmelidir. Nitekim
yukarıda açıklanan öyküde asalet sahibi Arap (ölen damadın babası) merhum
Halisi'nin karşısında böyle yapmıştır.
Aynı kimse, nasihatle bulunan kimseye karşı tekebbür edecek kadar cahillik
eder de, sabra davet edildiğinde; "senin yüreğimde olup bitenlerden haberin var
mı? Ne halde olduğunu biliyor musun? Doğru ya! Senin bir yerin ağrımıyor!" ya
da takvaya davet edildiğinde veya bir günahtan alıkonulmak istendiğinde; "sen de
kimsi? Benim gibi birine nasıl nasihat edersin? Sen git önce kendine nasihat et!
Şöyle veya böyle olan sen değimlisin?" gibi uygunsuz sözler sarf ederse, böyle
bir kimse gerçekten de saadetten mahrum olacağı gibi bedbahtlığını da
artıracaktır.
Nitekim Kuran'ı Kerim'de bu kimseler hakkında şöyle buyrulur:
"Ona takvalı ol, denildiğinde benlik ve gurur kendisini günaha sürükler. Ona
[76]
(azap olarak) cehennem yeter. O ne kötü yerdir!"
"Nasihate kulak asmayanın kulağı çekilir."
Musibete Uğrayan Teselli Etmek
3-Kuran'ı Kerim'in Asr süresinde geçen ilahi düsturlardan biri de şudur ki;
Müslüman bir kimse nerede mal, can, hastalık, yakınların ve dostların ölümü gibi
[77]
musibete uğrayan bir kimse görürse, "sabrıtavsiye edenler müstesna gereği"
onu sabra davet etmeli dünya hayatının fani ve geçici oluşunu çarkının sürekli
değişen olduğunu ve bu tür belaların herkesin başına gelebileceğini hatırlatılmalı;
ahiret hayatının kalıcılığını ve Allah'ın mükafatının sonsuz oluşunu belirtmelidir.
Mümin Misafirperverdir
4-İmanın gerek simlerinden ve yüce erdemlerden biri de misafir ağırlamak,
misafirliği sevmek ve misafirperver olmaktır. Resul'ü Ekrem (s.a.a) bu konuda
şöyle buyurmuştur.
[78]
"Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse misafirine değer versin!
Misafirperverliğin faziletiyle ilgili rivayet oldukça fazladır. Bu güzel amelin
ehemmiyetini belirtmek için, kanımca şu rivayet yeterlidir: Rivayet edilir ki;
"Misafirperver kimse, Hz. İbrahim'le (a.s) haşredilecektir:"
Misafire ikramda bulunmak sevince işarettir. Misafir ağırlayan kimse, kendi
içinde bir üzüntüsü varsa, bunu misafirlerine yansıtmamalı, kesinlikle onları da
üzmemelidir.
Gerçekten de kutlanması gereken bir durumdur: ölen gencin babası, o gece
mertlik gösterip sevinç meclisinin matem meclisine dönüşmesini engellemiş
oğlunun matemiyle onları yasa boğmamıştır.
5-Seyitlere İhsanda Bulunmak ve Onları Sevmek
Seyitlere ve Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetine karşı saygı, dostluk, ihsan
vaciplik, fazilet, sevaplarının ve etkilerinin çokluğu gibi konular bilmesi gereken
zaruri konulardandır. Hatırlatmak için Meveddele ayeti yeterlidir:
"De ki: Ben (yaptıklarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. İstediğim
[79]
ancak akrabalarıma karşı sevgi göstermenizdir.
Bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır;
"De ki: Ben (akrabalarıma sevgiyi) sizden bir ücret (olarak)istemişsem, bu sizin
[80]
faydanızadır."
Zira Müslümanlar, bu sevgi vesilesiyle o'nun şefaatine nail olabilirler. Nitekim
Resul'i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde zürriyetime saygı gösteren, zorluklarda onlara yardımcı olan
[81]
ve hacetlerini gideren kimselere şefaat edeceğim."
Gerçekten de Resul'i Ekrem'in (s.a.a) zürriyetiyle dostluk, o Hazreti kendisiyle
dostluk etmenin gereksinimlerindendir. Hele buna bir de Resul'i Ekrem'in
evlatlarına olan sevgi, insanın kendi evlatlarından daha öne geçirilmesi eklenirse,
bu dostluk daha da perçinleşir. Nitekim Allame Enini (r.a) Deylemi'nin
Müsned'inden naklen El Gadir'de; Hafız Beyhaki, Şuubu'l İman adlı eserinde;
Ebuş-Şeyh Sevab adlı eserinde ve daha birçokları eserlerinde Resul'i Ekrem'in
(s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Hiçbir Allah kulu beni kendi canından daha çok sevmediği; benim itretimi ve
mensuplarımı kendi itretinden ve mensuplarından daha sevimli görmediği sürece
[82]
gerçek manada iman etmiş sayılmaz."
Mükemmel imanı, sadıkane muhabbeti ve hakiki cesaretiyle o gece ölen oğlu
yerine (bilmeyerek onu öldüren) genç seyidi geliniyle evlendiren o muhterem
babayı düşünüyorum da, şaşırmamak elde değil; acaba Allah ve Resulü (s.a.a)
[83]
ceza ve mükâfat gününde bu Arap'la ne şekilde muamele edecekler.
Bu tür öyküleri ve hatırlatmaları yazmaktan maksat, muhterem okuyucuların,
şerafet ve yücelik sahibi örnek kişileri onlardan almalarını sağlamaktır. İmam Ali
(a.s) şöyle buyurur:
[84]
"Asıl cesur, nefsinin isteklerine galip gelen kimsedir." Yani bu kimse
nefsinin istek ve eğiliminden geçmeli, bağışlayıcı olmalı ve bencil olmamalıdır.
Bununla birlikte asıl korkak ise, nefsinin en küçük eğilimi karşısında çabuk
sarsılan, hedefine ulaşamayacağını düşünüp telaşlanan ve dürtülerinin esiri olan
kimsedir. Bu nedenledir ki, bir hadis'i şerifte "Cennetlikler padişahlardır."
Buyurmuştur.
Evet, asıl padişah nefsine hakim olan, kendini Allah'tan başka kimseye ve
hiçbir şeye muhtaç görmeyen kimsedir.
Cana Kıyma Hükümleri
6-Öyküye paralel olarak, önemle hatırlatılması gereken konulardan biri de
kasıtsız olarak birini öldürmenin dini yönden konumudur. Tıpkı öyküde de olduğu
gibi bir kimse ortada hiçbir kasıt olmaksızın yanlışlıkla birini öldürürse ona
öfkelenmek veya onunla düşmanlık etmek akla ve dine aykırıdır.
Akli açıdan: İşi ön şartlarında bir suçu olmadığı takdirde yanlışlık sonucu suç
işleyen birini kınamak aklen doğru olmaz. Aksine, böyle bir kimseye halk
arasında, "zavallı! Farkında olmadan yapmış!" denir. (ancak karşı tarafa verilen
zarardan dolayı belirli bir diyet ödenir.)
Dini açıdan: Ahzab Süresi 5. ayette şöyle buyurur:
"Yanlışlıkla yaptığınız işler konusunda size bir günah yoktur. Fakat
kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır."
Evet, yanlışlıkla birinin bedeninin her hangi bir uzvunu koparan kimse, mağdur
ettiği kimseye tam bir diyeti veya daha azını ödemelidir. Veyahut da mağdur olan
taraf hakkından geçip suçluyu bağışlayabilir. Bağışlamak dahi iyi olanıdır ve
mükâfatı Allah katındadır. Yanlışlıkla adam öldürmenin diyeti ise bin miskal altın
veya on bin miskal gümüştür. Bedenin diğer uzuvları için öngörülen diyet
miktarları ise ilmihal kitaplarında zikredilmiştir.
Cana kıyma konusunda önem taşıyan meselelerden biri de dikkattir. Kişi bu
konuda oldukça dikkatli olmalı, yanlışlıkla da olsa, böyle bir olaya mürtekip
olmamalıdır. Mesela elinde dolu bir tüfeği olan kimse oldukça dikkatli olmalıdır.
Aksi takdirde yanlışlıkla birini öldürdüğünde, ölen kişinin varisine diyet ödemesi
gerektiği gibi, bir köle azat etmeli ve eğer köle yoksa altmış gün oruç tutmalıdır.
Nitekim bu konu Kuran'ı Kerim'de de beyan edilmiştir:
    Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakki olamaz.
Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin
ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğerki ölünün ailesi o
[85]
diyeti bağışlamış ola.
Buna göre gerek yanlışlıkla adam öldürme durumda, gerekse bir başkasının
bedenine yanlışlıkla zarar verme durumu maktulün yakınlarının veya mağdurun
bu kimselere kin gütmeye öç almaya veya düşmanlık etmeye hakları yoktur.
Kalplerinde dahi yanlışlıkla bunu yapana karşı düşmanlıktan ve öfkeden yana
bir şey olmamalıdır. Hatta eğer mümkünse, bu olayı olmamış gibi varsaymalı işi
Allah'a havale etmeli, onu affetmelidir. Bu, iki taraf için de daha hayırlıdır. Ve bu
kadar özverili olamayacaksa, en azından sadece diyet almakla yetinmelidir.
Yanlışlıkla işlenen suçlarda karşı tarafa kin gütmenin haram olduğu konusu
"Kalb'i Selim" adlı kitabımda detaylı bir şekilde anlatılmıştır.
119- ESRARENGİZ EV
Yine, seyyid Muhammed Ali Sebtu'ş şeyh şöyle anlatır:
"Ahvaz'ın önde gelen muhterem alimlerinden merhum seyyid İbrahim Şuşteri
evlendikten sonra oldukça zor günler geçirir ve fakir düşer. Kendisinin ve
ailesinin geçimini sağlamayacak duruma gelir. Bu yüzden gizlice Necef'i Eşref'e
gider ve medresede Şuşterli bir talebe arkadaşının yanında kalır. Birkaç ay sonra
Necef'e Şuşter'den bir kafile gelir. Arkadaşları seyyid İbrahim'in yanına gelerek
"Ailen Necef'e geldiğini öğrenmiş. Annen, baba, kız kardeşlerin ve eşin seni
görmeye gelmişler!" der.
Seyyid İbrahim, bu haberi alınca ne kalacak yerin, ne de maddi imkânının
olmadığını düşünerek ne yapacağını şaşırır. Çaresiz, boş bir ev aramaya başlar.
Çevreden ona bir dükkânın adresi verilir ve dükkân sahibinin elinde boş bir ev
olduğu söylenir. Hemen ona müracaat eder. Adam, "Evet, ama o ev oldukça
uğursuz bir ev; kim o ev de kalmışsa perişan olmuş veya hemen ölmüş!" der.
Seyyid, kendi kendine "Ne iyi! Eğer ölürsem bir an evvel bu ağır yükten
kurtulmuş olurum" diye düşünür. (Tereddüt etmeden) evin anahtarlarını alır ve
içeri girer. Evin her köşesi örümcek ağlarıyla doludur. Etraf çöp ve pislik
içindedir. Anlaşılan, uzun süre bu eve kimse girmemiştir.
Bir müddet temizlik yaptıktan sonra, yakınlarını da alarak eve getirir. Gece
uyuduğunda rüyasında, Araplara özgü kıyafeti olan birinin üzerine doğru
geldiğini görür. Adamın kıyafeti diğer Araplara oranla daha muhteremdir. Öfkeyle
seyidin üzerine çıkar ve "Ey seyit! Neden evime geldin? Şimdi seni boğacağım!"
der.
Seyit: "Ben Peygamber evlatlarından bir seyidim. Benim hiçbir suçum yok!"
der.
Öfkeli Arap: "Evet, ama benim evime yerleşmişsin!" der.
Seyit: "Ne isterseniz yaparım; şimdi sizden izin istiyorum" der.
Arap: "Şimdi oldu işte! Madem öyle, mahzene in ve orayı temizle; yerdeki
alçıdan yapılmış perdeyi kaldır. Karşına benim mezarım çıkacak. Üzerinde ne
kadar çöp varsa hepsini dışarı at. Sonra da her gece Hz. Emirü'l Müminin ziyati
(büyük bir olasılıkla Eminullah Ziyareti'ni demiştir) her gün şu kadar (miktar
söylenmiştir ama öyküyü nakleden kiş
 Bu miktarı unutmuştur) Kuran oku. Bunları yaptığın takdirde evimde
kalabilirsin!" der.
Seyit, daha sonra şöyle anlatır;
"Arap'ın da dediği gibi mahzenin alçıdan yapılmış yüzeyini kazdım. Karşıma
bir kabir çıktı. Orayı iyice temizledim. Geceleri Eminullah Ziyareti, gündüzleri de
Kuran'ı Kerim okumaya başladım. Ama maddi açıdan oldukça sıkıntılıydım.
Bir gün İmam Ali türbesinin avlusunda oturuyordum. Adını daha öğrendiğim
Serdar'ı Akdes olarak bilinen Reisu't Tüccar, beni fark etti ve yanıma gelip hal-
hatır sordu. Daha sonra evinizdeki bireylerin sayısı kadar birer Osmanlı lirası
verdi ve her ay bize yetecek kadar belirli bir meblağ vereceğini vaat etti. Kısacası,
bu görüşmenin ardından geçim sıkıntımız kalmadı. Tamamen huzura kavuştuk.
Ruhlar, kabirlerine ilgi Gösterirler
Bu öykü, diğer öykülerde de olduğu gibi ruhların Berzah aleminde kaldığına ve
bu alemden haberdar olduklarına kanıt niteliği taşımaktadır. Bu öyküden
anlaşıldığı kadarıyla ruhlar, bedenlerin defnedildiği yerlere özel ilgi gösteriyorlar.
Şöyle ki: Ruh, yıllarca bedenle birliktedir. Onunla işlerini yoluna koyar, bir şeyler
öğrenir, hakikati tanır, kulluk eder, hayır işler yapar. Tüm bu işler neticesinde
bedeni için emek sarf etmiş, onu terbiye etmiş ve onunla sıkıntıları göğüslemiştir.
Bu nedenledir ki muhakkikler, nefs ile beden arasındaki diyalogu aşık ile meşuk
arasındaki diyaloga benzetirler.
Ölümle birlikte ruh, bedenden ayrılır. Ama yine de onunla bağlantısını tam
olarak kesmez. Bedeni neredeyse oraya ilgi gösterir. Eğer orası çöplük ve günah
yeri haline gelmişse, bundan oldukça rahatsızlık duyar. Orayı bu hale
getirenlerden nefret ederler. Bu öyküde de görüldüğü gibi hiç şüphesiz, ruhların
nefreti oldukça etkilidir. O eve yerleşenlerin başlarına ne belalar geldiğini
gördünüz oyda ki ( insanlar bunları düşünmesi gereken yerde) yalan-yanlış
düşüncelere kapılıp bu evin "uğursuz" olduğunu sanıyorlardı.
Halbuki eğer mezarlar temiz tutulur ve yanı başlarında Kuran okumak gibi
güzel ameller ilenecek olursa bu güzel amelleri yapan kimseler için dua ederler.
Nitekim seyit'in itirafında da görüldüğü gibi mezkur mezar ziyaret edip yanı
başında Kuran'ı Kerim tilavet ettiği için yaşantısında düzelmeler olmuştur.
Müminin Kabrine Saygısızlık Haramdır.
Yine bilinmelidir ki mümin bir kimsenin ruhu muhterem, saygın ve Allah'ın
izzetiyle azizdir.
Öyle ki, İmam Bakır (a.s)'dan rivayet edilen bir hadise göre müminin
saygınlığı Kabe'nin saygınlığından daha öndedir. (Bir başka rivayette de,
müminin saygınlığının Kabe'nin saygınlığından yetmiş kez daha fazla olduğunu
buyurmuştur.) Beni bir süre onunla beraber olduğu için cansız bedeni de
muhteremdir. Nitekim kutsal dinimizde yer alan bedenin teçhizi gusledilmesi,
kefenlemesi ve defnedilmesi adabından da bu anlaşılmaktadır. Bunlara ilave
olarak; mümin bir kimsenin kabrin üzerinde oturmak, yürümek orayı bir geçit
haline getirmek gibi edebe aykırı davranışlar da mekruhtur.
Zulmü ve fıskıyla tanınan birini müminin yakınına defnetmek de aynıdır.
İmam Kazım'dan (a.s) Bir Mucize:
Şia'nın muteber kitaplarından Keşfu'l Gumme'de İmam Musa b. Cafer'in (a.s)
kerametleri bölümünde şöyle yazılıdır:
"Irak'ın önde gelenlerinden birinin anlattığına göre; Abbasi halifesinin şöhret
sahibi oldukça zengin bir vezir vardı.
Ordu ve devlet işlerini yürütmede etkin ve çalışkandı. Halifeye de oldukça
bağlıydı. Bu bağlılık vezir ölünceye kadar devam etti.

[1]
—Yusuf; 111
[2]
—Kamer; 15, Her kavmin kıssasından bilgi edinmek için ve onların helak olmalarının
nedeninden haberdar olmak için Ayetullah destgaybın" Hakaiki ez Kuran" adlı eserinin ikinci faslına
müracaat edebilirsiniz. 
[3]
— Yusuf; 3
[4]
—Yusuf; 111
[5]
—Lokman süresinin 12 ila 19 ayetlerine müracaat edile bilir.
[6]
— Kehf; 59 ila 82. ayetleri.
[7]
—Sefinetul bihar, c: 1 s: 447
[8]
— Merhum Ayetullah Seyit Muhammed Rezevi 13 şevval 1387 tarihinde Şiraz da vefat etti.
Bu kıssa yayınlandığında merhumun vefatından bir bucuk yıl geçiyordu
[9]
-Haşr; 23
[10]
- Mutaffifin; 26
[11]
-Hades: Abdest ve gusül almayı gerektiren hallerdir. Abdest almayı gerektiren hallere küçük
hades, gusül almayı gerektiren hallere de büyük hades denir. (Mütercim)
[12]
-Bir fersah, 5685 metredir.
[13]
—Üstü örtülü ve önü açık yer.
[14]
—en'am.133
[15]
—en'am;121
[16]
—haşr;21
[17]
-Kitabu'l-İman ve'l-Kufr bâbı.
[18]
—usuli kâfi, bab; emn eza elmuslimine vehtegerehom, c,2,s263,hadis:7
[19]
- Allame Meclisî, bu görüşleri Mir'âtu'l-Ukul adlı eserde nakletmiştir.
[20]
— "Salih kullarım için öyle şeyler hazırladım ki öylesini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak
işitmemiş, hiçbir beşer gönlünden geçirmemiştir." (Hadis-i Kudsi)
 
[21]
— bu kitap basıldığında çocuk yedi yaşında ilkokula gidiyordu.
[22]
— Hadid, 22-23
[23]
-Saruk, Erak kentine bağlı bir yerleşim yeridir.
[24]
— Cuma; 4
[25]
—Neml; 62
[26]
-Eskiden ziyaretçilerin yolu buradan geçerdi.
[27]
— mümine ihanet etmenin,  küçümsemenin ve kalp kırmanın günahının büyüklüğü hakkında
kebire günahları adlı kitabın ikinci cildinin 390 ila 417 sayfalarına müracaat edilebilir.
[28]
— namazda kalbi huzurun ehemmiyeti ve gerekliği ve onu elde etmenin keyfiyeti hakkında
salatul haşiin adlı esere ve aynı şekilde kebire günahları adlı eserin ikinci cildine namazı terk etme
bahsinin açıklandığı 262 ila 270. sayfalara bakılabilir. 
[29]
—neml;62
[30]
—Nahl; 98-99.
[31]
- Şiirin orijinali Arapçadır. Yukarıda Türkçe çevirisiyle yetinilmiştir.
[32]
—Asr Suresi.
[33]
—hadid;16
[34]
—ra'd;28
[35]
—Aynı rivayet Ravendî'nin Nevadir adlı eserinde de geçmektedir.
[36]
- Adabussünen, Mamakani sayfa 281;
[37]
— lealil ahbar sayfa 116
[38]
- Şiirin orijinali Farsçadır. Okuyucuların anlayabilmesi için Türkçeye çevrilmiştir.
[39]
—muminun;100
[40]
- Bu lakabıyla şöhret bulmasının nedeni hakkında şöyle anlatılır: Merhum, İmam Hüseyin'e (a.s)
son derece bağlı ihlas sahibi biriydi. Aşura ziyaretnamesini okumaya oldukça önem verirdi. Her
akşam cemaat namazından sonra evinin bitişiğindeki Genc Mescidi'nde bir veya iki kişi tarafından
mersiye okunur, mersiyeden sonra sofra açılır, ortaya bir miktar ekmek ve nohutlu sulu yemek
(abguşt) bırakılırdı. Merhum istek üzerine bazılarına orada yemek verir, bazılarını da evine
götürürdü.
[41]
—isra;72
[42]
—isra;83
[43]
- Vaktiyle kendisi Şiraz'ın seçkin minber hatiplerinden biriydi.
[44]
—enbiya;18
[45]
—araf;165
[46]
—Araf, 95-96.
[47]
—enam;42
[48]
—bakara;216
[49]
—yunus;11
[50]
Türbesi Şiraz şehrinde olan bu yüce zat Hz. İmam Rıza'nın(a.s) kardeşidir.
[51]
—nefesul mehmum s;300
[52]
—nefesul mehmum s;17
[53]
—en büyük cihad demektir.
[54]
—mümtehine;12
[55]
- Bab, 14; öykü, 6.
[56]
— sefinetul bihar c.1 s.201
[57]
—usuli kâfi, kitabul iman vel kufr
[58]
—bakara;143
[59]
—ibrahim;27
[60]
- Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: Biharu'l-Envar, c.7.
[61]
—şura;23
[62]
— Merhum Meclisinin beyan ettiği şeyler 90 kıssada zikredilen iki rivayete mutabık
olmasına rağmen ayetlerine ve hadislerin zahirinden anlaşılan şudur: Allah, Resulü ve onun temiz
soyuna duyulan sevgi kalbe yerleşmiş bir halde bu dünyadan göçen hatta bundan daha az bir sevgi
üzerine ölen kimsenin akıbeti kurtuluş olacaktır. Ama hakiki muhabbet az olursa makam da o kadar
az olur.  Kalpte Hakiki sevginin mecazi (gelip geçici) sevgiden fazla olması vacip olduğundan cüzi
sıkıntılara maruz kalacaktır. Ama hakiki sevgiyi tahsil etmenin ve mecazi sevgileri kalpten söküp
atmanın ihtiyari bir mesele olduğuyla ilgili son zamanlarda kaleme aldığım "kalbi selim" adlı esere
müracaat edebilirsiniz.
[63]
- Gülşen, 66.
[64]
— Kelime-i Tayyibe adlı eserin 330.sayfasında gelen bu hadisi şehidi evvelin "Durretul
Bahire", "Minhacussafevi" ve Menakıbı Devlet Abadinin eserlerinden nakletmiştir.
[65]
-Enam;95
[66]
-Hadid; 22
[67]
-Usulu kafi;
[68]
—Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurdu; Allah'u Teala Hz. Şuayba (a.s) vahiy
ederek şöyle buyurdu; ümmetimden 40 bin kötü 60 bin de iyi insanlar azaplandıracağım Hz. Şuayb;
Ya Rabbi kötüler bunu hak ediyor iyileri niçin cezalandırıyorsun diye arz edince yüce Allah şöyle
buyurdu; iyiler, kötülerle kaynaştılar, benim öfkem için onlara öfkelenmediler, onları kötü işlerden
sakındırıp uyarmadılar. Vesailu şia, kitap; bil maruf bab: 8
[69]
—Nitekim Hz. Lutun (a.s) şehrini başlarına yıktı. Viraneye dönen şehirleri oradan gelip
geçenler için ibret ve ders alma vesilesidir. Saffat; 137- 138.
[70]
-Müstedrekul vesail, c. 2, s: 353
[71]
-54. öyküde adından söz edilmiştir.
[72]
-bu öykü, Tarih'i Samarra adlı kitapta (c. 2, s.193) da yazılıdır. Okuduğunuz öykü, mezkur
kitaptaki öykünün özetidir.
[73]
-Erbain: kırkıncı gün anlamına gelir. Hz. Hüseyin'in (a.s) şahadetinin 40. günüdür.
[74]
-Bakar, 156.
[75]
-Bakara, 157.
[76]
-Bakara, 206.
[77]
-Asr, 3.
[78]
-Sefinetu'l Bihar.
[79]
-Şura, 23.
[80]
-Sebe, 47.
[81]
-Kitab'ı kavaid, (Allame'nin oğluna vasiyeti bölümü.)
[82]
-Siretuna ve Sunnetuna'dan naklen.
[83]
-"Yaptıklarından dolayı onlar için ne mutluluklar sakandığını hiç kimse bilemez" (Secde,
17.)
[84]
-Sefinetu'l Bihar
[85]
-Nisa, 92.

You might also like