Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 128

Etimoloji

Marek STACHOWSKI

Ankara 2011
TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI

© Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 2011.

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayınlarının tamamının veya bir kısmının


yayımcının yazılı izni olmadan herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır. Yayınların fikrî
sorumluluğu ve imla tercihi yazarlarına aittir. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
yayınlarında yer alan başka kaynaklardan alınmış tablo, resim ve benzeri şeylerin yasal
kullanım sorumluluğu yazarlarına aittir.

Stachowski, Marek
Etimoloji/ Marek Stachowski
13,5x 19,5 cm. x + 118 s.
ISBN 978-975-456-102-9
1. Etimoloji 2. Dilbilim 3. Ses Bilgisi 4. Şekil Bilgisi
P121S732011

TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI

Genel Yayın Editörü


Prof. Dr. Dursun YILDIRIM

Teknik Editör
Doç. Dr. Bülent GÜL

İletişim Adresi

TürkKültürünüAraştırmaEnstitüsü
Bahçelievler 7. Cad. 17. Sok. No. 38, 06490 Ankara / TÜRKİYE
Tel: (00 90 312) 2133100 Belgegeçer: (00 90 312) 2134135
Genel ağ: http://www.turkkulturu.org.tr
e-posta: tkaedernegi@hotmail.com

Etimoloji, Öncü Basımevinde 1000 adet basılmıştır. (Kazımkarabekir Cad. 85/2


İskitler/ANKARA Tel: 3843120)
Ankara/2011
Etimoloji
SUNUŞ

Değerli Okuyucular,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, elindeki sınırlı imkânlarıyla yeni yayın
döneminde bilim dünyamıza çeşitli yönlerden ışık tutacak bilimsel araştırmaya
dayalı eserler kazandırma çabasını sürdürmektedir. Enstitü, elindeki sınırlı
imkânları, sadece bilimsel düzeyi yüksek eserleri bilim hayatına kazandırmak için
kullanmaktadır. Daha önceki yayınlarımızda olduğu gibi bilimsel düzeyi yüksek
yeni bir eser ile karşınıza çıkmaktayız.

Yeni yayınladığımız bu eser, Polonya Türkolojisinin en önemli bilim


adamlarından Prof. Dr. Marek Stachowski’nin Türkçe kaleme aldığı Etimoloji adlı
el kitabıdır. Marek Stachowski, bilindiği üzere Türkolojinin en önemli bilim
adamları arasında yer almaktadır. "Dolganischer Wortschatz", (Krakow 1993);
"Studien zum Wortschatz der Jakutischen Übersetzung des Neuen Testaments",
(Krakow 1995); “Konsonantenadaptation Russischer Lehnwörter im
Dolganischen” (Krakow 1999); “Dolganische Wortbildung", (Krakow 1997) gibi
bir çok kitabı ve yüzlerce makalesi bulunan Stachowski, son olarak Türkçe kaleme
aldığı Etimoloji adlı eseri ile okuyucunun karşısına çıkmaktadır.

Bilindiği üzere etimoloji, dilbiliminin en zor alanlarından biridir. Türkiye’de de


etimoloji üzerine Türkçe yazılmış kaynakların azlığı düşünüldüğünde, elinizdeki
eserin de ne denli değerli olduğu anlaşılacaktır.

Enstitü olarak Marek Stachowski’nin bu önemli eserini yayımlamaktan mutluluk


duyduğumuzu belirtmek istiyorum. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü,
bilimsel titizlik ve dikkat içinde hazırlanmış eserleri bilim ve kültür hayatımıza
kazandırmayı sürdürecektir. Saygılarımla,

Prof. Dr. Dursun YILDIRIM

Enstitü Başkanı
ÖNSÖZ

Bu kitap, ne Türkçenin ne de başka bir dilin etimolojisine aittir. Eserde


hedeflenen amaç, bir etimoloğun fikir silsilesi ile deliller toplayıp bunları ortaya
koyma yöntemlerini anlatmaktır (Bu tür problemler üzerine bu zamana kadar bazı
ilginç denemeler yayımlanmıştır. Bkz. Seebold 1981; Liberman 2000; Urban
2008).

Bir dildeki herhangi bir sözcüğün kökenbilgisini, bu dilin tarihî sesbilimini


öğrenmeden belirlemek düşünülemez. Sesbilim kuralları dilden dile değişmekle
birlikte etimolojinin genel esasları hep aynıdır. İşte bu kitapta kökenbilimin genel
esasları anlatılıyor. Okuyucu kitabımızı okuduktan sonra kendi başına etimolojik
araştırmalara girişmenin ne denli zor bir süreç olduğunu görecektir. Çünkü
bunun için araştırılan dilin tarihî ses ve biçimbilimini öğrenmek şarttır. Fakat,
okuyucumuz bu eser sayesinde başkalarının önerdiği etimolojileri
değerlendirebilecektir.

“Etimolojik sırdaşlık” üç aşamalıdır:

(A) Genel etimolojik kurallar ‒ bu aşamada öğrenci, kökenbiliminin sorun ve


yöntemleri üzerine bilgi edinir ve başkalarının etimolojilerini anlayıp
değerlendirmeyi öğrenir.

(B) Türkçe, İngilizce, Lehçe gibi somut bir dilin temelindeki etimolojiler ‒ bu
aşamada öğrenci, her genel kural için bu dillerde mevcut olan örnekleri ve
aynı zamanda bu dillerin kökenbiliminin zayıf ve kuvvetli taraflarını ve bu
durumun nedenlerini öğrenir.

(C) Türkçe, İngilizce, Lehçe gibi somut bir dilin etimolojisi ‒ bu aşamada, hem
bu dillerin tarihî ses ve biçimbilimini hem de etimolojilerini belirlemeyi
öğrenmek söz konusudur.

İşte bu kitabımızda sadece (A) aşaması ile yetineceğiz. Tarihî sesbilimini pek
tartışmayacağız. Bunun yerine çeşitli çeşitli dillerden getirilen örnekleri
anlatacağız. Görüleceği üzere, bir dildeki sözcüğü anlayıp yorumlamak için bazen
çok farklı dillere bakmamız da gerekiyor. Bu kuralın pratik olarak nasıl
gerçekleştirildiği bundan sonraki sayfalarda görülebilecektir. Aynı zamanda (B)
ve (C) aşamasına girmememizin iyi tarafı şudur ki, kitabımız sadece belirli bir
filolojinin öğrencisi için değil, bütün filoloji öğrencileri içindir. Çıkış noktası ister
Türkçe ister İngilizce ya da Lehçe olsun, etimoloji ile ilgilenen herhangi bir
öğrenci aşağıda verilen Almanca, Fransızca, Felemenkçe, Rusça, Sanskritçe ve
başka örnekleri anlayarak sözcüklerin hayatını yöneten mekanizmaları da
anlamayı öğrenir. Bu mekanizmaları anlayan bir öğrenci bunları öğrenim
gördüğü herhangi bir filoloji alanına uyarlayıp yorumlayabilir.

Bir modern Türkçe sözcüğün Ana Türkçe şeklini bulmak isteyen kişi, bu
sözcüğün modern biçimini, başka Türk dillerinin, hatta Moğolca, Tunguzca,
Slavca gibi Türk olmayıp da Türk dil ve ağızları ile etkileşim içindeki dillerin
verileri ile karşılaştırmadan hiç bir sonuca varamaz. Onun için Türkolojide sadece
Türkçe bilmek maalesef yeterli değildir. Aynı durum zaten bütün filolojiler için de
söz konusudur. Örneğin, İngilizcenin kökenbilimi ile ilgilenenler, bir taraftan
German dillerinden Gotça ve İzlandaca, öbür taraftan German dil ailesine
mensup olmayan Lâtince, Eski Fransızca, Slâvca gibi dilleri ‒ birazcık da olsa ‒
öğrenmek zorundadır.

Bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenler, A. Liberman’ın (2010) hazırladığı


İngilizce Etimolojinin Kaynakçası’na bakabilirler. Aynı fikir örneğin şu cümlede
de bulunabilir:

«OT [= Old Turkic] yenčü / yinčü ‘pearl’ […]. This word passed from
Turkic into Hungarian and Russian at an early date: Hung. gyöngy
[ǰönǰ], Russian žemčug (жемчуг), dial zémčug (зéмчуг). These forms
are important, for they enable us to reconstruct the original Turkic
form of the word.» (Tekin 1997: 167 = 2004: 521).

Türkolojiyi dünya seviyesinde bulundurmayı düşünenler, gayet tabiî ki, aynı


prensiplere dayanmalıdırlar.

Türkçe yazdığım bu kitabı gözden geçirip Türkçemi düzelttikleri ve kitabın


Türkiye’de yayımlanmasını sağladıkları için Dr. Bülent Gül (Hacettepe
Üniversitesi) ve Dr. Faruk Gökçe’ye (Dicle Üniversitesi) teşekkür etmeyi gönül
borcu bilirim.

Marek Stachowski
İ ç i n d e k i l e r

SUNUŞ / v
ÖNSÖZ / vii
İÇİNDEKİLER / vii

1. Etimolojinin Kavramı ve Özellikleri / 1

2. Halk Etimolojisi / 9

3. Ödünç Sözcükler: Ayırt Etme Ölçütleri / 23

4. Ödünç Sözcükler: Adaptasyon / 39

5. Ödünç Sözcükler: Araştırmanın Görkem ve Gölgeleri / 49

6. Zaman Derinliği ve Kökenbilimsel Sözcükler / 65

7. Etimolojileri Değerlendirme Kuralları / 77

8. Kökenbilimcinin Çalışma Aşamaları / 85

9. Ek Bilgiler: Etimonun Anlam ve Manası. “İzosemantizm” Yöntemi / 93

KAYNAKÇA / 105
KISALTMALAR / 113
SÖZ DİZİNİ / 113
1.
ETİMOLOJİNİN KAVRAMI VE ÖZELLİKLERİ

1.1 Bütün Avrupa’da kullanılan etimoloji sözcüğü Eski Yunanca


étümos ‘gerçek’ ve lógos ‘bilgi; mana’ sözcüklerinin birleşiminden
meydana gelir ve genellikle ‘gerçek anlam’ veya ‘gerçek anlam
bilgisi’ diye açıklanır. Bu terimi ilk olarak, bugünkü Türkiye’nin
Mersin ilinde bulunan Soli adlı antik bir kentte yaşamış olan
Yunan felsefeci Hrisippos (M.Ö. ≈ 280-207) teklif etmiştir.
Kendisi Yunan kökenli olmadığı halde Stoa Okulu’nun en önemli
temsilcilerinden biri olup Antik Yunan kültürü çerçevesinde
yaşamış ve görüldüğü gibi bu kültürü zenginleştirebilmiştir.

1.2 Demek ki, bir kelimenin etimolojisini sorarken Antik Yu-


nanlılar aslında bu kelimenin gerçek, yani aslî anlamını öğrenmek
istiyorlardı. Biz de bugün, örneğin fiilî anlamı ‘bir kartal türü’ olan
tavşancıl kelimesinin aslî yani etimolojik anlamına ‘tavşanı seven /
yiyen’ diyebiliriz. Benzer bir şekilde, delikanlı sözcüğünün fiilî
anlamına ‘genç erkek’, aslî anlamına ise “kanı deli olan biri”
diyeceğiz. Bu iki örnekte fiilî ve aslî anlamları birbirinden
kolaylıkla ayırabilmekteyiz.

Fakat bazı kelimelerin gerçek anlamını bulmak çok zordur.


Meselâ, Tükçe iyi, oda gibi sözcüklerin etimolojik manasını
anlamak için dil duygusuna dayanmak yetmez, bu kelimelerin hem
Marek STACHOWSKI

tarihsel (bkz. [1.2a]) hem de akraba dillerde var olan karşılıklarını


(bkz. [1.2b-c]) öğrenmek gerekir. Örnekler:

[1.2a] Alm. Windhund ‘tazı (köpek ırkı)’, harfi harfine ‘rüzgâr


(Wind) köpeği (Hund)’ anlamına gelir. Ancak, 16.
yüzyılın ortasına kadar bu kelime Wint(hund) diye
yazılırdı; Alm. Wint ile Wend(e) adları ise ‘Slâv’ demekti.
Şöyle ki bu tarihî bilgiye dayanarak Alm. Windhund
kelimesinin gerçek manası ‘Slâv köpeği’dir diyebiliriz
(Seebold 1981: 141; Kluge 1989: 794).

[1.2b] Ttü. iyi = Yak. ütüö ‘ay.’ < Ana Tü. *eδgü ‘ay.’ < *eδ >
EUyg. ey ‘1. iyilik; 2. zenginlik, servet’. ‒ Demek ki,
Türkçe iyi kelimesi aslen ‘iyilikle veya zenginlikle ilgili’
bir anlama geliyordu.

[1.2c] Ttü. oda = Trkm. otag ‘ay.’ = Tuv. odag ‘ocak, ateş
yakmaya yarayan yer’ < Ana Tü. *ōtag < *ōt ‘ateş’. Yani,
Türkçe oda kelimesinin “gerçek” anlamı ‘ateş yakmaya
yarayan yer’ idi.

İş bu kadarla da bitmez. Bir dilin kelime hazinesi, bu dili


konuşan ulusun kültür tarihini yansıttığı için kültürel değişiklikler
dilde de bazı izler bırakır (bkz. [1.2d]). Bir yabancı kelimenin aslî
manasını anlamak için ise bu kelimenin ait olduğu dildeki tarihini
ve manasını öğrenmek gerekiyor (bkz. [1.2e]):

[1.2d] Türkiye Türkçesinde çarşamba haftanın üçüncü günü


anlamındaki bir addır. Bu, çarşamba sözcüğünün fiilî
manasıdır. Ama Farsçadan alınmış olan bu kelime iki
sözcükten ibarettir: Far. çahār ‘dört’ (> Ttü. çar+) ve

2
ETİMOLOJİ

şanba ‘cumartesi’ ki, bu kelimenin aslî manası


‘cumartesinden sonra (gelen) dördüncü (gün)’dür.

[1.2e] Yakutça’da ‘Ekim’ ayına altıńńı denmektedir. Bu


sözcüğün (kökeni bakımından) Türkçe karşılığı ise
‘altıncı’dır. Buradan da eski Yakutların yıl başını nisan
ayında kutladıkları anlaşılıyor. Yani Yak. altıńńı
kelimesinin fiilî manası ‘Ekim’ aslî, yani ‘gerçek’ manası
ise ‘altıncı’dır.

1.3 Şu ana kadar üzerinde durduğumuz kelimeler iki gruba


ayrılıyor. Bazılarının etimolojik anlamını kolayca (tavşancıl,
delikanlı), bazılarınınkini ise zar zor gösterebiliyoruz. Bunların
dışında bir başka grup daha vardır: Aslî manaları hiç
gösterilemeyen sözcükler.

Şu örneğe bakalım: Manası ‘pişmiş balçıktan levha’ olan TTü.


fayans kelimesi Fransızcadan alınmıştır. Görünüşte bu sözcüğün
aslî manasını bulmak çok kolay gelebilir. Eğer kelimenin Fransızca
manasını öğrenirsek Türkçe fayans sözcüğünün etimolojik
manasını da öğrenmiş oluruz. Ancak gerçekte iş o kadar da kolay
değildir.

Fayans sözcüğünün ilk şekli, Kuzey İtalya’nın Faenza (oku:


[fa'enôa]) kentinin adıdır (Wartburg 1931: 140). Bu kentte, pişmiş
balçıktan yapılan yüksek kaliteli kaplar 16. yüzyılda Fransa’ya
ihraç edilir ve Fransa’da ‘Faenza kapkacağı’, yani vaiselle de
Faenza olarak satılırdı. Ancak Faenza adı Fransız usulü [faã'sa]
diye okunurdu. Ne var ki, Faenza kapkacağı oldukça pahalı olduğu
için birçok insanın kesesi bunları satın almaya izin vermemekteydi.

3
Marek STACHOWSKI

Onun için 17. yüzyılda piyasaya sürülen taklit ürünler kısa zaman
içinde popüler oldu. Bu durumu izah etmek için taklit kelimesini
kullanmak belki de yanlış… Fransa’nın güneyindeki Fayence
kentinde yaşayan yaratıcı biri, pişmiş balçıktan ucuz kaplar
yapmaya ve bunları vesaille de Fayence ‘Fayence kapkacağı’
olarak satmaya başladı. Fayence [fa'Çãs] ile Faenza [faã'sa]
arasındaki söyleyiş farkının küçük olması ve Fayence adının
Fransa’da Faenza adına göre daha bilinir olması, ayrıca Fayence
kapkacağının ucuz olmasından dolayı daha popüler olmaya
başlaması sonucu, Fransızların ‘Faenza kapkacağı’ için İtalya’dan
ihraç edilen kaplara da ‘Fayence kapkacağı’ demelerinde şaşılacak
bir durum yoktur. Zamanla vesaille de Fayence yerine âdeta
fayence denmeye başlandı ve manası pişmiş balçıktan yapılan her
türlü ürünü kapsar hale geldi. Tabii bu arada sözcüğün yazılışı da
değişti ‒ bugün kentin adı eskiden olduğu gibi Fayence, malın yani
fayansın adı ise faïence diye yazılır.

Bu anlamlardan hangisine aslî veya etimolojik diyebiliriz


acaba? Belki, her birine… Ancak, Antik Yunanlıların etimoloji
geleneğine göre, kelimenin morfolojik yapısından kaynaklanan ve
sözcük yaratıcısının fikrini yansıtan ilk manayı göstermek bu
durumda mümkün değildir.

Görüldüğü gibi, bir kelimenin aslî manasını bulmak, kelimenin


aslî fonetik ve morfolojik şeklini bulmaktan zordur.

1.4 Şu ana kadar anlattıklarımızdan şu sonuç çıkarılabilir: Eğer


bir sözcüğün yapısı açık ise etimolojik anlamı, dil duygusuna
dayanılarak kolayca anlaşılabilir; açık değil ise etimolojik manası
ancak tarihî ve karşılaştırmalı dilbilimin metotları ile bulunabilir.
4
ETİMOLOJİ

Halbuki bazen bir sözcüğün yapısı apaçık olmakla beraber


etimolojik manası anlamsız görünebilir. Meselâ:

[1.4a] Manası ‘komutan, ordunun başkanı’ olan TTü. subaşı


kelimesinin su ile ne ilgisi olabilir? Sözcüğün yapısı ilk
bakışta oldukça açık görünmekle birlikte harfi harfine
çevrildiğinde anlamsız kalmaktadır. Kelimenin ilk hecesi
olan su aslında daha eski bir sü biçimine gider: ETü. sü
‘ordu, askerler’ ki, sü başı ‘ordu başı’ demekti. Ancak sü
kelimesi Anadolu’da kullanımdan düşünce sü başı ifadesi
de anlaşılmaz oldu ve nihayet subaşı şekline değiştirildi.
Bu durumda ETü. sü sözcüğünün anlamını bilmeyen
birisi sadece dil duygusuna dayanarak subaşı’nın gerçek
manasını hiçbir şekilde kestiremeyecektir.

[1.4b] İng. butterfly kelimesinin fiilî manası ‘kelebek’, (sözde)


etimolojik manası ‘tereyağı sineği’dir. Ancak, kelebeğin
tereyağı ile ne ilgisi var acaba? Kanatları sarı kelebekler
var tabiî ama, çoğunun kanatları ya başka renktedir ya da
çok renklidir. Örneğin, Lâtince Polyommatus icarus diye
adlandırılan kelebeğin erkekleri mavi, dişilerinin kanatları
ise maviye çalan kahverengi rengindedir. Bu kelebeğe
Türkçe Çokgözlü mavi, İngilizce Common Blue
denmektedir. Rengi mavi veya maviye çalan kahverengi
bir böcek nasıl tereyağına benzetilebilir? Bu adlandırılışın
bambaşka bir sebebi vardır. Eski Germanlara göre çeşitli
periler kelebek şeklini alıp evlerden süt, tereyağı, kaymak
gibi ürünleri çalıyorlarmış. Onun için İngilizler kelebeği,

5
Marek STACHOWSKI

tereyağı çalmaya gelen sinek şeklindeki bir peri


sanmışlar. Bu inancın bir başka izi daha vardır:

Alm. Schmetterling ‘kelebek’ < *Schmetten-ling <


Schmetten ‘kaymak’ (< Slv. smetana ‘kaymak’ < Ana
Slv. *sĭmeta- ‘savurmak, dönerek sallamak’).

Ayrıca [7.4b]’ye bkz.

Yukarıda verilen örneklerden şu sonuç çıkarılabilir: Bazı


kelimelerin aslî manasını anlamak için bir dilin ses tarihini ve
kelime yapma yollarını bilmek yetmez, bu dili konuşan milletin
kültür tarihine, etnolojisine dair çeşitli bilgilere de sahip olmak
gerekir.
Onun içindir ki, bugün etimolojiye birleşimsel bir bilim dalı
diyoruz. Fransız diyalektoloğu ve Fransa Dil Atlası’nın müellifi
Jules Gilliéron (1854-1926) bu gerçeği anlayınca La faillite de
l’étymologie phonétique ‘Fonetik etimolojisinin iflâsı’ sloganını
ortaya koydu. Bugüne kadar tarihsel sesbilim son derece önemlidir
diyorduk, fakat aynı zamanda tarihî sesbilim bazı etimolojiler için
yeterli olamamakta, bunu başka bilgiler ile de zenginleştirmek
gerekmektedir. Bu özellik, dilbilimin kollarından sadece
kökenbilimi için tipik sayılabilir.
1.5 Kökenbiliminin birleşimsel olmaktan başka bir özelliği daha
vardır: Somut dil malzemesine yöneliklik. Bazı etimologlar dil
kuramına ve her türlü genellemelere karşı (bazen aşırı derecede)
isteksizdir. Romancanın en büyük uzmanlarından biri ve Roman
dillerinin etimolojik sözlüğünün (1911) yazarı olan Avusturyalı
dilbilimci Wilhelm Meyer-Lübke (1861-1936) Das Katalanische

6
ETİMOLOJİ

(1925) adlı kitabının girişinde, kuramsal sorunlar ile hiç meşgul


olmayacağını, bu gibi problem ve tartışmaları sevmediğini ve buna
istekli okuyucuların kitabında bulunan büyük somut malzemeyi
temel alarak kuramları kendi hesaplarına kurabileceklerini
yazmaktadır (Iordan 1971: 45).

7
2.
HALK ETİMOLOJİSİ

2.1 İnsanlar, çeşitli sözcüklerin ve her şeyden önce kendi isim-


lerinin, yaşadıkları köy ve kentlerin adlarının aslî manasını ve
bunların nasıl ortaya çıktıklarını öğrenmek isterler. Bilimsel bilgi
eksikliği durumunda ise sezgilerine ve dil duygularına dayanırlar.
Bu türden yanlış etimolojilere halk etimolojisi diyoruz (Bu terimi J.
W. Goethe (1749-1832) yaratmıştır: Alm. Volksetymologie; Al-
mancadan da başka dillere verilmiştir: TTü. halk etimolojisi, İng.
folk etymology, Leh. etymologia ludowa, Fr. étymologie populaire
vs.).

Halk etimolojisinin temel mekanizmasını anlamak için şu


örneğe bakalım:
[2.1a] TTü. kontradança ‘bir dans türü (17. ve 18. yy.)’ < İtal.
contraddanza ‘ay.’ < Fr. contredanse ‘ay.’. Fransızca
kelime sözde contre ‘karşı’ ve danse ‘dans’
sözcüklerinden yaratılmıştır. Çünkü kontradança
dansında dans edenler karşı karşıya durmak zorundadırlar.
Ancak bu, birçok dans türünde görülen bir durumdur
dolayısı ile sadece kontrandança’ya özgü bir kural
değildir. Öyle ise sözü edilen dansın bu özelliği, adını
yaratanlar için neden bu kadar önem taşımaktadır? Dahası
kontradança ilk olarak İngiltere’de karşımıza çıkan bir
Marek STACHOWSKI

dans türü olmasına rağmen bu dans türünün adı neden


İngilizce değil de Fransızcadır? Gerçekte hem dans hem
de adı bize İngiltere’den gelmiştir. Bu dansın İngilizce adı
country dance (aslî manası: ‘halk dansı’) idi. Ancak dans
Fransa’da yayılınca adındaki country kelimesi
anlaşılamamış ve Fransızlar tarafından kendi dillerine
göre değiştirilmiştir. Böylelikle İng. country ‘kırlık’
yerine Fransızlar Fr. contre ‘karşı’ demeye başlamışlardır.
Başka diller bu kelimeyi Fransızcadan alırken contre
parçasını tabiî ki değiştirmeden bıraktılar: İtal.
contreddanza, Leh. kontredans gibi. Almancada
Kontratanz yanında bir başka varyant daha vardır:
Kontertanz (Alm. konter- öneki Fransızca contre’nin
karşılığıdır) (Deroy 1956: 282).

Görüldüğü gibi, halk etimolojisi süreci iki merhalede işliyor: [a]


önce bir kelimenin yapısı (ve bu nedenle de gerçek manası)
anlaşılmaz oluyor; [b] sonra bu kelime (veya bir parçası) bu dilde
var olan başka sözcüklere benzetilerek değiştiriliyor.

2.2 Halk etimolojisinin üç önemli özelliği vardır:

[2.2a] Yüzeysel benzerliklere, çağrışımlara dayanır. Nesnenin ve


dilin tarihi ile filolojik bilgiler dikkate alınmaz. Örneğin:

İngiliz dilinde sparrow-grass diye bir bitki adı vardır.


Harfi harfine ‘serçe otu’ demektir. Bu durumda sparrow-
grass bitkisinin serçeler tarafından sevilen bir bitki
olduğu akla gelse de sözcüğün Türkçe karşılığının
kuşkonmaz olduğunu gözönünde bulundurduğumuzda

10
ETİMOLOJİ

aslında serçelerin bu bitkiden pek de hoşlanmadığını


düşünebiliriz. Bu zıtlık nasıl açıklanabilir acaba?

İşte İngilizce bu sözcük gerçekte İngiliz dilinde hiç


var olmamıştır. Kaynağı Lât. asparagus olan bu kelime,
İngilizceye ödünç verilince her şeyden önce önsesteki a-
ünlüsünü yitirmiştir. Çünkü İngilizler bu ünlüyü
İngilizcedeki belirsiz tanımlık a ile özdeşleştirmiştir. Şu
halde Lât. asparagus kelimesi önce İng. sparagus’a, sonra
da sparagrass’a değişmiştir. Neticesinde bu yabancı
kelime İngilizcenin söz yapım sistemine uydurulmak
suretiyle ‒ sonsesteki -grass parçası onu otlar grubuna
sokmuştur.

Bu halk etimolojisindeki ikinci önemli müdahale ise


Lât. spara- önsesinin anlamında gerçekleştirilmiştir.
Nitekim İngilizler, Lât. spara- yapısını sesçe benzer
İngilizce sparrow ‘serçe’ sözcüğüyle değiştirmişlerdir.

[2.2b] Halk etimolojisi yöntemsiz ve düzensizdir. Her kelime


için ayrı ayrı etimolojik ilgiler, kaideler, değişmeler
bulunabilir. Meselâ:

Leh. szarytka (oku: [ša'rıtka]) ‘hastanede çalışan kadın


tarikatından bir rahibe’ kelimesini bazı kişiler szary (oku:
['šarı]) ‘kül rengi, gri’ sıfatıyla birleştirince szarytka’ların
kıyafetleri gri renktedir şeklinde bir hisse kapılmışlardır.
Halbuki bu rahibelerin kıyafetleri eski zamanlarda kara
idi, bugün ise koyu mavidir, ancak hiçbir zaman gri
renkte olmamıştır. Ayrıca, Polonya dilinde -tka

11
Marek STACHOWSKI

biçiminde bir ek yoktur sadece -ka eki vardır. Bu


durumda sözkonusu kelimenin szary+tka olarak
bölünmesi mümkün değildir. Görüldüğü üzere var
olmayan bir -tka eki halk etimolojilerindeki yöntemsizliği
ve düzensizliği açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Gerçekte ise Fransa’da 17. yüzyılda kurulan bu


tarikatın amacı ölecek kişilerle meşgul olmak, hastalara
yardım etmek olduğu için tarikata ‘Merhamet Rahibeleri’
adı verilmiştir. Fr. charité ‘merhamet’ sözcüğünden de
Leh. szaryt+ka sözcüğü kurulmuştur.

[2.2c] Halk etimolojisi sık sık kelimenin ancak bir parçasını


“açıklar”, öbür parçası ise anlamsız kalır (bkz. [2.2d]).
“Açıklanan” mana ile gerçek nesne arasında hiç ilgi
olmayabilir de. Bu durumu gösteren şu örneğe bakalım:

Osm. balyemez ‘büyük namlulu, ağır top’. Fakat hiç


bir top bal yemez tabiî… Anlaşılan o ki bu kelimenin aslî
şekli herhalde farklı bir anlamda idi. Ancak Türkler
yabancı kelimenin esas manasını anlayamamış ve
kelimeyi Osmanlıcaya aldıktan sonra anlamlı olsun diye
değiştirmişlerdir.

Geleneksel olarak, balyemez sözcüğünün Osmanlıcaya


İtal. palla e mezzo [-ööo] deyiminden geldiği kabul
edilir. İtalyanca deyim harfi harfine ‘bir buçuk gülle’
anlamına gelir, yani palla ‘gülle’ + e ‘ve’ + mezzo ‘yarım’
‒ sözde balyemez güllesi bir başka topun bir buçuk
güllesi kadar büyükmüş.

12
ETİMOLOJİ

1951 yılında Alman Türkoloğu Hans Joachim Kissling


(~ Kißling) (1912-1985), Osmanlı İmparatorluğunda
birçok Alman ve Avusturyalı ateşli silah uzmanının ve
top üreticisinin varlığını dikkate alarak balyemez
kelimesinin Osmanlı Türkçesine Almancadan geçtiğini
ileri sürmüştür. Şöyle ki Kuzeybatı Almanya’nın
Braunschweig şehrinde 1411 yılında bir büyük top
üretildi. Almanlar şaka olsun diye bu topu Almanca
Mechthild kadın ismi ile adlandırdılar, daha doğrusu, bu
ismin küçültme şekli ile: Metze (Türkçede Mehmet’in
Memoş şekli gibi). Topun ağırlığı 8 ton olduğu için, onu
döndürmek veya ileri hareket ettirip yerini değiştirmek
çok zor bir işti. Onun için bu topa ‒ yine şaka olsun diye ‒
“Tembel Metze”, yani Almanca Faule Metze adını
vermişlerdir. Braunschweig şehrindeki top, bu ad ile
bütün Almanya’da anılmaya başlandı. Gayet mümkün ki,
Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nda çalışan Almanlardan
Faule Metze deyimini sık sık duymuş, *pavle mes (veya
benzeri) olarak tekrar etmiş, sonunda balyemez şekline
sokarak anlamlı hale getirmişlerdir.

Kelimenin İtalyanca etimolojisi yaygın kabul


görmesine rağmen en azından şu iki zayıf noktası vardır:
[a] Silah sanayisinde “bir buçuk gülle” gibi bir
adlandırma modeli hiç kullanılmamıştır ve bu modele
göre kurulan başka top adları da yoktur; [b] TTü.
kontradança kelimesine bakılırsa İtal. -z- [-ô-] ~ [-ö-]

13
Marek STACHOWSKI

sesinin Türkçe izi -ç-’dir; buna kıyasla, İtal. palla e


mezzo ifadesindeki -z-’nin Türkçe izi yine -ç- olmalıdır.

Bu bilgiler ışığında Türkçe balyemez sözcüğünün


kaynağını İtalyancadan çok Almancada aramak daha
mantıklıdır.

Balyemez örneğinde görüldüğü üzere yabancı kelimenin aslî


anlamı net olmayıp şekli değiştirilmiştir ve böylece nesne ile ad
arasındaki ilişki mantıklı olmamasına rağmen sözcüğün manası
anlaşılabilirdir. Ancak halk etimolojisinin başka yöntemleri de
vardır. Meselâ, yukarıda zikredildiği gibi, sözcüğün ancak bir
parçası değiştirilebiliyor:

[2.2d] TTü. ejderha < Far. ajdarhā ‘ejderhalar’, çoğul şekli <
Far. ajdar > Ttü. ejder. ‒ Farsça sözcük Türkmenceye ilk
olarak herhalde *ajdarha şeklinde alındı. Ancak
kelimenin aslî manasını sökmeye çalışan Türkmenler,
ejderhaların insanları ve hayvanları yutup yediğini
düşündüklerinden *ajdarha kelimesinin ilk hecesini
(*aj…) galiba aş ‘yemek’ sözcüğü ile ilişkilendirip
*ajdar… parçasını ‘aşıt-ar’ (yani ‘oburca yer’) olarak
anlamış ve sözcüğün daha kolay anlaşılabilmesi için bu
yabancı *ajdar… yerine Türkmence yuvdar ‘yutar’ (<
Türkm. yuvut- ~ yuvdV ‘yutmak’) kelimesini
koymuşlardır. Böylelikle yabancı *ajdarha, Trkm.
yuvdarha (‘ejder’)’ya çevrilip “evcilleştirilmiş” oldu.

14
ETİMOLOJİ

Neticede halk etimolojisinde, bir sözcüğün şekli hiç


değişmeden kalabildiği gibi manasını açıklamak için özel bir
hikaye de uydurulabilir.

[2.2e] İng. history ‘tarih, geçmiş’ < EYun. h


istoría ‘(araş-
tırmalara dayanan) bilgi(ler)’ (> Rus. istórija ‘tarih’) <
EYun. hístōr ‘çok bilgili kişi; hâkim’. ‒ Kökenbiliminden
pek anlamayan ve sözcüğün gerçek kökenini bilmeyen
İngiliz feministleri history kelimesinin *his story ‘onun
hikâyesi’ deyiminden geldiğini düşünüyor ve his ‘onun’
zamiri sadece erkekler için kullanıldığı için bu
etimolojinin bütün tarihe erkeklerin hâkim olduğuna delil
sayıyorlar. Dikkat edilirse, bu yorumda sözcüğün biçimi
değiştirilmemiş, ancak onu ‘açıklayan’ bir hikaye
uydurulmuştur.

[2.2.f] Bu grupta bir başka örnek daha bulabiliriz: 16. yüzyılda


yaşayan Fransız basımcısı Henri Estienne (1528-1598),
1565 yılında yayımladığı kitabında Fransız dilini Yunanca
ile karşılaştırmıştır. Çeşitli etimolojileri teklif ederek Fr.
pantoufle ‘terlik’ sözcüğünün Yunanca pãn+fellòs (< pãn
‘bütün’ + fellòs ‘mantar [meşe ağacı tabakası]’) birleşik
sözcüğünden geldiğini yazmıştır (Considine 2008: 61).
Anlaşılan o ki pantoufle sözcüğünün aslî manası,
‘bütünüyle mantardan yapılan şey’ dir. Ancak terlikler
mantardan hiç yapılmıyor… Ayrıca Fransızca kelimedeki
-t- ünsüzünün türemesi ile ilgili herhangi bir açıklama da
yapılmamıştır. Gerçekte, Fransızca pantoufle sözcüğü İtal.

15
Marek STACHOWSKI

pantufola sözcüğüne gider. Ancak İtalyanca sözcüğün


kaynağı bugüne dek aydınlatılamamıştır.

2.3 Görüldüğü gibi “Halk etimolojisi” terimi hem şekil değiştirme


hem de hikâye uydurma için kullanılabilmektedir. İlk bakışta,
yalan hikâye uydurma yöntemi bilime yüzde yüz aykırı ve şekil
değiştirmekten bile gayriilmî görünüyor. Halbuki, meslekî
kökenbilimciler araştırdıkları sözcüklerin biçimini asla
değiştirmezler, bir açıklama bulmaya çalışırlar. Demek ki, hikâyeyi
uydurma, bir dereceye kadar açıklamayı bulmaya denk olması
bakımından bilimsel etimolojiye (yöntemler tipolojisi bakımından)
çok yakındır.
Zaten bu gibi denemeler daha Antik Yunanistan’da ve onun
kültür geleneğinde kalan Avrupa ülkelerinde hep yapılıyordu.
Tarihî ve karşılaştırmalı dilbilimini bilmeyenler sadece dil
duygusuna ve fantezilere dayanabiliyorlardı. Bu, aynı zamanda
Antik Yunanistan’da başlayan ve 19. yüzyıla kadar devam eden
eski bir geleneğin yansımasıdır. Şu iki örneğe bakalım:

6. yüzyılda yaşamış Ostrogotların sarayında yüksek


memurluklarda bulunmuş ve Roma’da bir kütüphane kurmuş olan
tarihçi ve filozof Flavius Magnus Aurelius Cassiodorus, Lât. patria
‘vatan’ kelimesinin, Lât. patris ātria’dan ‘babanın evi’ (daha
doğrusu: ‘babanın (büyük) salonları’, çoğul < ātrium ‘hol, büyük
salon’) geldiğini ileri sürmüştür.

6./7. yüzyılda Endülüs’ün Sevilla şehrinde yaşayan başpiskopos


Izidor, bilginliği ile bütün Avrupa’da meşhur olduğu halde Lât.
Gallia ‘Galya’ ismini, Yun. gála ‘süt’ kelimesine götürmede

16
ETİMOLOJİ

tereddüt göstermemiş, bu ilişkinin sebebini Galyalıların beyaz


teninde aramıştır. (Maltby 1991: 253).

2.4 İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure (1857-1913), Cours


de linguistique générale (= ‘Genel dilbilim dersleri’) adlı kitabının
ilk İsviçre yayınında (1916, ölümünden üç yıl sonra) sonraki
yayınlarında deyimi biraz hafifletse de halk etimolojisine ‘patolojik
fenomen’ demekteydi (Meier 1986: 139). Bugün halk etimolojisine
o kadar da katı bakmıyoruz. Çünkü onun sayesinde toplumun
etimolojik ve dilbilimsel seviyesini öğrenebiliyoruz. Trkm.
yuvdarha kelimesinde (bkz. [2.2d]) niçin -ha hecesi
değiştirilmemiştir? Acaba Farsça ile yüzyıllardır temasta bulunan
Türkmenler -ha hecesinin Farsçada bir kelime değil, ek olduğunu
bildikleri için mi?

Halk etimolojisinden kaynaklanan değişmeler bir dilde kabul


görebilir böylelikle halk etimolojisi bir dildeki kelimelerin biçimsel
yapısını da etkileyebilir. ([1.4a]’daki gibi). Bu yüzden halk
etimolojisini dikkate almama kökenbilimsel araştırmalarda
yanlışlıklar doğurabilmektedir.

Ayrıca, bir toplumun etimolojik bilinci, kelimeyi değiştirme


yönünü belirleyebilmektedir. Gördüğümüz gibi, halk etimolojisinin
metotlarından biri, yabancı bir kelimenin bir parçası yerine kendi
dilinden, anlaşılır bir kelime veya onun parçasını koymaktır. İşte
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Romanya’da bazı
kişiler Rumencedeki birçok Slâvca sözcüğü, mümkün olduğu kadar
Romancalaştırmaya çalıştılar. Örnekler:

17
Marek STACHOWSKI

[2.4a] Rumen. răzbói ‘savaş, harp’ (< Doğu Slv. razbóy


‘soygun’) sözcüğünün -boi parçası yerine Lât. bellum
‘harp’ kelimesinin ilk hecesini koyup daha çok Romanca
görünen Rumen. răzbél ‘harp’ kelimesini türettiler.
Ancak, bu yeni kelime bugün nadir kullanılır ve eskimiş
sayılır (Graur 1963: 84).

[2.4b] Rumen. năráv ‘alışkanlık, âdet’ (< Doğu Slv. nrav ‘ay.’)
sözcüğünün ilk hecesi nă- yerine Lât. mos, moris ‘ay.’
kelimesinin gövdesini (mor+) koydular. Böylelikle
Rumen. moráv ‘ay.’ kelimesi ortaya çıktı. [2.4a]’daki
sözcüklerden farklı olarak, bugünkü Rumencede hem
năráv hem de moráv kullanılmaktadır. Ancak, năráv
sözcüğünün modern anlamı biraz daralmış ‒ daha çok
‘bağımlılık, düşkünlük, tutku’ anlamı kazanmıştır; moráv
kelimesi ise daha çok morávuri ‘(her türlü, iyi veya kötü)
alışkanlıklar’ türevi olarak kullanılmaktadır. (Graur 1963:
84).

Yukarıda zikredilmiş örneklerde görülen yöntemler halk


etimolojisinin yöntemleri ile yüzde yüz aynı değildir. Çünkü -bel
(2.4a]) ile mor- ([2.4b]) öğeleri Rumence konuşanlar için anlaşılır
değildir. Gene de adaptasyon prensibi aynıdır.

Bu örnekler iki önemli noktayı daha gösteriyor: Bir yandan


dilbiliminin siyasi amaçla suistimalini, öbür yandan ise
kökenbiliminin pratik uygulanmasını ‒ bu da gerçekten çok seyrek
görülebilen bir durumdur.

18
ETİMOLOJİ

2.5 Leh. etymologia natchniona ‘ilhamlı etimoloji’ ve Alm.


gelehrte Volksetymologie ‘âlimlik halk etimolojisi’ deyimleri aynı
kavramı iki farklı dilde alaylı bir şekilde dile getiriyor: Bilim
bakımından değersiz ama kendisine bilimsel süs verilen halk
etimolojisini.
[2.5a] Macarca gyere! (oku: ['ere]) ‘gel!’ sözcüğüne bakalım.
Türkçede bir emir kipi var olduğu gibi Macarcada da var
ama, gyere! kelimesi bir fiilin biçimi değil, tek başına
emri belirten “emir sözcüğü”dür. I. Papp (1956) bu
sözcük üzerine ayrı bir yazı yazmıştır. Onun fikrine göre,
hareket noktamız ered ‘ıraklaşmak, gitmek, uzaklaşmak’
fiilinin eredj! (oku: ['ere]) ‘git!, uzaklaş!’ emir kipidir.
Bu biçim, emrin şiddetini artırmak için üç kere tekrar-
lanmış: *ere ‒ ere ‒ ere diye. Sonra, herhalde çabuk
konuşulduğu için başlangıcı ve sonu düşmüş: *(ere) ‒
ere ‒ ere() ve bu dizi *ere ‒ ere olarak anlaşılmış.
Böylece oluşan *ere sözcüğü bugün gyere diye
yazılıyor. Ayrıca, sözcüğün manası ‘git!’ değil, ‘gel!’
demektir. Bu tür bir etimoloji fanteziden başka bir şey
değildir. Bu açıklamada sözcüğün parçalarının birdenbire
kaybolduğunu, kelimelerin başka türlü sıralandığını,
manaların tam karşıtlarına değiştiğini varsaymak
durumundayız ki böyle bir gelişimi ciddiye almak
mümkün değildir. İşte bu türden açıklamalara kolaylıkla
“ilhamlı etimoloji” diyebiliriz.

Hemen hemen elli yıl sonra I. Futaky (2001: 79)


gyere! kelimesi için bambaşka bir etimoloji teklif etti.

19
Marek STACHOWSKI

Macarlar 9. yüzyılın sonlarında Pannonia’ya geldiklerinde


bu bölgede yaşayanlar arasında Avar Kağanlığı
zamanından kalma Tunguzlar da vardı. İşte Tunguz
dillerinde *ǯi- ‘gelmek’ fiilinin gelecek zamanı emir kipi
(imperativus futuri) *ǯi-ru ‘(biraz sonra) gel!’ var idi ki,
Futaky Mac. gyere! kelimesini tam da bu *ǯiru biçimine
götürmektedir.

Tunguzcanın Macar dili üzerindeki etkisi hakkında


birkaç yazı yazıldığı halde Macar dilbilimcilerin çoğu bu
etkiyi ve bu gibi etimolojileri kabul etmeyi asla
düşünmezler. Bu konuda bir başka ünlü etimolog E.
Helimski (2000: 53, dipnotu 13) şöyle diyor: «The fact
that they [= Tunguz etimolojileri] are not accepted in the
contemporary Hungarian etymological lexicography is a
problem of the latter ‒ not of the quality of I. Futaky’s
comparisons». Kendi dilindeki bir sözcüğün yabancı asıllı
olduğunu kabul etmek istemeyen bir dilbilimcinin aşırı
milliyetçi duygularla bilimsel ölçütleri bir kenara
bırakarak köken denemelerine girişmesi ve bunun
sonucunda ileri sürdüğü kökenbilimsel teklife de kimseyi
inandıramaması, ülkesinin bilimsel seviyesini gülünç
duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz.

[2.5b] Bir başka örnek ise Moskova Nostratiklerinin başı olan


Sergéy Anatólyeviç Stárostin’in (1953-2005) öne sürdüğü
Ttü. yağmur sözcüğünün etimolojisi ile ilgilidir: < Ana
Tü. *yag- ‘yağmak’ + Ana Tung. *mur ‘su’. Problem
şudur ki, bir yandan mur ‘su’ sözcüğü Türk dillerinde

20
ETİMOLOJİ

tanıklanamamakta öbür yandan “eylem gövdesi + ad”


(özellikle, “Türkçe eylem gövdesi + Türklerin
anlamadıkları Tunguzca ad”) modeli Türk dillerinde
bilinmemektedir.

21
3.
ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER:
AYIRT ETME ÖLÇÜTLERİ

3.1 Ödünç kelimeleri, bir dilin öz sözcüklerinden ayırt etme hem


alıntılar ile ilgilenen hem de ilgilenmeyenler için önemlidir.
Anadilini konuşanlar bazen bir yabancı sözcüğü hemen fark
ederler. Fakat kolaylıkla fark edilemeyen zor örnekler de vardır.

Meselâ, İngilizce glamour ‘göz kamaştırıcılık, sahte parlaklık’


~ to glamour ‘büyülemek, teshir etmek’ kelimesi Fransızcadan
alınmış gibi görünüyor (bunun sebebi galiba Fransızca için çok
tipik olan -ou- harf dizisidir). Oysa, ne bu ne de buna benzer bir
kelime Fransızcada var. İng. glamour sözcüğü, İskoçya
İngilizcesinde grammar (school) ‘ilkokul’ (harfi harfine: ‘gramer
okulu’) deyiminin bozulmuş söylenişidir. Eski zamanlarda, okur
yazar olmayan sıradan insanlar çocuklarının ilkokulda neler
öğrendiklerini görünce okuma hünerini büyü sanmış ve bu nedenle
de grammar ‒ kendilerinin telâffuzuna göre glamour ‒ kelimesini
‘büyü’ manası ile kullanmaya başlamışlardır. Zamanla glamour
varyantı edebî İngilizcede de kendine yer edinmiştir. Ancak,
manası ‘büyü’den ‘cazibe’ye, ‘cazibe’den ise ‘sahte parlaklığa’
değişmiştir. Görüldüğü üzere, glamour sözcüğü Fransızcadan bir
alıntı sayılamaz.
Marek STACHOWSKI

3.2 Tarihî ölçüt. ‒ Bazı sözcükler, bir dil ailesinin bütün tem-
silcilerinde var olduğu halde tarihî sebeplerden dolayı ana dilden
kalma sözcükler sayılamaz. Örneğin, televizyon sözcüğü Ana
Türkçe’ye kadar geri götürülemez. Çünkü Ana Türkçe ko-
nuşulduğu zamanlarda henüz televizyon yoktu. Demek ki, bu ke-
lime fonetiği ve yapısı incelenmeden bile tarihî nedenlerle en çok
20. yüzyılın başlarına geri götürülebilir. Bir başka örnek:

[3.2a] AngSaks. hænep, EYAlm. hanaf, Fr. chanvre, Yun.


kánnabis, Lât. cannabis ‘kenevir’ sözcükleri ‒ yapı
bakımından ‒ Hint-Avrupa ana dilinin *kannabis
biçimine geri götürülebiliyor. Ancak, arkeologlara göre
Hint-Avrupa dili konuşanlar keneviri kullanmamış ve
tanımamışlardır. Tarihî ziraat bilimine göre kenevir
Avrupa’ya Asya’dan getirilmiştir ki M.Ö. 5. yüzyılda
yaşayan Herodot da yaşadığı çağda kenevirin Avrupa’da
pek bilinmeyen bir bitki olduğunu teyit etmiştir. Bu
veriler olmasaydı sadece sesbilimsel ölçüte bakıp bu
kelimenin Hint-Avrupa dilindeki biçimini yeniden
kurabilirdik. Bu yanlıştan bizi kurtaran bilgi, tarihî
ölçüttür.

Şimdi şu durumu düşünelim: Birinin adı A, öbürününki ise B


olmak üzere iki halkın yanyana yaşadığını, B halkında
dokumacılığın çok iyi geliştiğini A halkında ise oldukça geri
kaldığını varsayalım. Bunun sonucunda A halkı dokumacılığı B
halkından öğrenecek ve aynı zamanda dokumacılık terimlerini de
B halkının dilinden alacaktır. Başka bir deyişle, A halkının dilinde,
kökeni bilinmeyen bir dokumacılık terimi varsa kaynağının B

24
ETİMOLOJİ

halkının dilinde bulunabilme olasılığı çok yüksektir. Bu kaide şu


örnekle ilgilidir:

[3.2b] Osetlerin takvimindeki yaz aylarından birinin adı


Amistol’dur. Ünlü Norveçli dilbilimci Georg
Morgenstierne (1892-1978) bu sözcüğü ikiye
bölmektedir: ami (= Avst. hamina- ‘yaz’) + stol ‘?’. Bu
tür bir etimolojiyi tatminkâr saymak zordur.

Osetçenin etimolojik sözlüğünü yazmış ve aynı


zamanda kendisi de Oset olan Vasiliy Ivanoviç Abaev
(oku: [a'baÇef]) (1900-2001; 101 yıl yaşamış!) bir
yazısında Morgenstierne’in Osetlerin takviminin tarihine
ve Amistol adının tarihî bağlamına bakmadığından dolayı
hata yaptığını yazmıştır (Abaev 1980: 41). Çünkü Osetler
Hıristiyandır ve takvim adları da Hıristiyan kültürü ile
ilişkilidir, aralarında Avesta dilinden kalma adlar yoktur.
Başka Osetçe ay adlarına bakalım: Tutır ‘Aziz Theodoros
ayı’, Georguba ‘Aziz Georgos ayı’ vs. Görüldüğü gibi, bu
adlar Hıristiyan azizlerin isimlerinden kurulmuştur.

Amistol adı, Osetçeye komşu bir Türk dili olan


Balkarcaya Abıstol şeklinde geçmiş (Abǝstol şeklinde de
kaydedilmiştir) ve aynı zamanda bu dilde *Abistol
şeklinde eski biçimini de (*-i- > -ı- değişmesi bir yana)
koruyabilmiştir. Aynı şekilde tabak kelimesi de Osetçede
tamako’ya çevrilmiştir. Yani, Osetçede iki ünlü arasındaki
-b- ünsüzü -m-’ye çevrilmektedir. Bu adın *Abistol eski
biçiminin kökenini şimdi göstermek oldukça kolaydır:
Yun. apóstolos ‘Havârî’ (= Lât. apostolus, İng. apostle,
25
Marek STACHOWSKI

Alm. Apostel, Leh. apostoł ‘ay.’) sözcüğünden kurulup ilk


manası ‘Havârîler ayı’ idi. Ve gerçekten, 29 Haziran,
Aziz Petrus ile Aziz Pavlus günüdür. Şu halde
Morgenstierne tarihî ölçütü düşünmeyip sadece ses ve
biçimbilimsel analiz ile yetindiği için hata yapmıştır.

3.3 Sesbilimsel ölçüt. ‒ Bir dilin söylenişi bilerek


çarptırılamayacağı için fonetik ölçütler son derece önemlidir.
Örneğin, Yak. kapkān ‘tuzak, dolamık’ kelimesi, gayet tabiî ki,
kap-mak eyleminden türetilmiştir. Ancak, -gan ~ -kan ekindeki -a-
ünlüsü normal şartlar altında kısa olmalıdır. Bu durumun
açıklaması için [7.3a] maddesine bakınız.

3.4 Tarihî ve sesbilimsel ölçütlerin birleştirilmesi. ‒ İslâm di-


ninin peygamberi Hz. Muhammed’in adının, Avrupa dillerine
(Osmanlıca aracılığıyla ya da doğrudan doğruya) Arapçadan
alındığı herkesçe bilinen bir şeydir, İng., Alm. Muhammad ~
Muhammed ~ Mohammad ~ Mohammed, Fel. Mohammed gibi.

Arapçada olduğu gibi İngilizce, Almanca ve Felemenkçe


varyantlarda da ilk hecelerde u/o ‒ a ünlü dizisi vardır. Fakat Fr.
Mahomet, İtal. Maometto, İsp. Mahoma, Port. Maomé (ve
Romancadan alınmış olan Leh. Mahomet, Litv. Mahometas)
varyantlarında u/o ‒ a dizisi yerine a ‒ o dizisini görüyoruz.

Hz. Muhammed’in isminin bu dillerde yabancı bir ad olduğunu


tarihî ölçütler gösteriyor. Ödünç alınma yolları ise sesbilimsel
ölçütlere göre belirlenebiliyor. Çünkü Arapçanın Fas diyalektinde
u ‒ a > a ‒ u geçişi sonunda Muḥammad ismi Maḥummad diye
söylenir. Başka bir deyişle, Avrupa dillerinde, u/o ‒ a dizili

26
ETİMOLOJİ

varyantlar Yakın Doğu dillerinden (Osmanlıca, Arapça), a ‒ o


dizilileri ise Arapçanın Fas diyalektinden alınmıştır.

Bu ölçüte dayanarak Litvanca ve Letonca bitişik memleketlerde


kullanıldığı halde, Litv. Mahometas biçiminin Leh. Mahomet < Fr.
Mahomet < Fas Ar. Maḥummad < Ar. Muḥammad’dan, Let.
Muhamedas biçiminin ise Alm. Muhammed < Osm. Muhammed <
Ar. Muḥammad’dan geldiğini söyleyebiliriz.

Benzer bir şekilde Rusçada kullanılmakta olan şu iki varyantı,


alınma yolları açısından birbirinden ayırabiliriz: (a) Rus.
Muhamméd < Osm. Muhammed < Ar. Muḥammad; (b) Rus.
Magomét < Fr. Mahomet < Fas Ar. Maḥummad < Ar. Muḥammad.
3.5 Biçimbilimsel ölçüt. ‒ Önce iki örneğe bakalım: (a) Yun. kist
‘kutu’ sözcüğünün Lâtince dengi cisterna (Klâsik Lâtince
telâffuzu: [k-]) ‘sarnıç’; (b) Yun. lamptr ‘lâmba’ kelimesinin
Lâtincesi lanterna ‘fener’. Bu iki örnekte, Lâtince varyantlarda
Yunanca asıllarında eksik olan -rna eki var. Bu gibi bir ek Lâtin
dilinde bulunmadığı için Yunancadan alınan sözcüklere bir başka
dilden geçmiş olmalıdır. Ve gerçekten, böyle bir ek, M.Ö. 6.
yüzyıla kadar İtalya Yarımadası’nda yaşayan Etrüsklerin dilinde
vardı. Demek ki, bu iki kelime Lâtinceye doğrudan doğruya
Yunancadan değil, Yunancadan Etrüskçenin aracılığı ile alınmıştır.

Biçimbilimsel ölçüt çok iyi görülebilir, belirgin bir ölçüttür.


Ancak, sesbilimsel ölçüt kadar sağlam ve güvenilir değildir. Çünkü
yabancı bir ek bir dilde yaygınlaşarak bu dilin sözcüklerine de
eklenip yeni sözcükler türetebilir, çağdaş TTü. patroniçe
kelimesinde olduğu gibi:

27
Marek STACHOWSKI

Patroniçe sözcüğündeki -içe eki Türkiye Türkçesine Slâv


dillerinden (-ica) alınmıştır; TTü. patron sözcüğü de Fr.
patron’dan ödünçlenmiştir Oysa bu iki öğe Slav dillerinde de
Fransızcada da yeni bir sözcük türetmemiştir. Lât. cisterna ve
lanterna sözcüklerinden farklı olarak, TTü. patroniçe için, temeli
Fransızca (patron) olan bir -ica ekli Slâvca türevi (*patronica)
bulamayacağız. Demek ki, bir ekin hangi dilde temel sözcüğe
eklendiği, bu ekin hangi dilden geldiğinden çok daha önemlidir.
Onun için patroniçe kelimesi, kökü Fransızca, eki ise Slâvca
olduğu halde yüzde yüz Türkçe bir kelimedir.

Şimdi şu iki formüle bakalım:


[3.5a] Ar. ḳuṭn ‘pamuk’ > Sic. cuttuni, İtal. cotone (> Fr. coton)
‘ay.’ = İsp. algodón, Port. algodão ‘ay.’ (Deroy 1956:
57).

[3.5b] Ar. sukkar ‘şeker’ > Sic. zúccaru, İtal. zucchero (> Fr.
sucre) ‘ay.’ = İsp. azúcar, Port. açúcar ‘ay.’ (Deroy 1956:
57).

Görüldüğü gibi, İspanyolca ve Portekizce denklerde hep a(l)


Arapça belirli tanımlığın izi var olduğu halde Sicilyaca ve
İtalyanca karşılıklarında böyle bir iz kalmamıştır.

Nedeni, Sicilya’daki dil durumunun İber Yarımadası’ndakinden


farklı olmasıdır. Çünkü Sicilya’da yaşayıp Lâtince konuşan halk
Arapçadan önce Yunanca konuşan komşular ile temasa girip
Yunancayı ve bu yolla o zamanın Lâtincesinde henüz var olmayan
belirli tanımlık kategorisini de öğrendiler. Onun için de Arapçayı

28
ETİMOLOJİ

anlamaya başladıkları zamanlarda al- tanımlığını kelimenin asıl


anlamı için önemsiz bir öğedir diye dikkate almadılar.

İber Yarımadası’nda ise Yunanca konuşanlar yoktu ve yukarıda


dediğimiz gibi o zamanın Lâtincesinde belirli tanımlık hâlâ
oluşmuş değildi ki, halk bu yüzden bir yabancı kelimenin,
önsesinde bulunan hece ile değil, ikinci hecesiyle başlayabildiğini
hiç düşünmediği için Arapça tanımlığı sözcüğün içkin parçası
sanarak kelimeyi tanımlık ile beraber almıştır (Deroy 1956: 213).
Bu bağlamda Katalancanın Roman dilleri arasında özel bir yeri
vardır:

[3.5c] Ar. maḫazin ‘depo’ > Kat. almazèm ~ magatzem ‘ay.’


(Wartburg 1931: 142).

[3.5d] Ar. maṭraḥ ‘minder’ > Eski Kat. almatrah ‘ay.’ ~ çağdaş
Kat. matalaf ‘somya, döşek’ (Wartburg 1931: 142).

Başka İber dillerinde (İsp. almacén, Port. armazém ‘depo’; İsp.


Port. almadraque ‘minder’) olduğu gibi Katalanca biçimler de
Arapça tanımlıklı olmalı. Yani, almazèm ile almatrah şekilleri
beklendiği gibidir. Fakat al-sız biçimler Sicilya ödünç alma yoluna
hastır, peki bu biçimler Katalancaya acaba nasıl ulaşabildi?
Anlaşılıyor ki, 13. ve 14. yüzyıllarda Katalanya, Sicilya ile sıkı
ticarî temasta bulunup ‘depo’ ve ‘minder’ gibi kavramların adlarını
Sicilya dilinden almıştır.

Zaten Arapçayı bilen Türklerden farklı olarak Avrupalılar


Arapçadan İber yoluyla gelen sözcüklerin ilk hecesindeki al- ekini
saklamışlardı; aşağıdaki örneklerde olduğu gibi:

29
Marek STACHOWSKI

[3.5e] Ar. (ǧabr [> Osm. cebir] ~) gabr > (al-ǧabr ~) al-gabr >
İsp. álgebra, Fr. algèbre, Alm. İng. Leh. algebra ‘cebir’.

[3.5f] Yun. xēmeía ‘kimya; metalurji; boyama’ > Ar. kīmiyā (>
Osm. kimya) ~ al-kīmiyā > İsp. alquimia, Fr. alchimie,
İng. alchemy, Alm. Alchemie ~ Alchimie, Leh. alchemia
‘simya’ (sırası gelmişken, TTü. simya < Ar. sīmiyā
‘büyü’).

Bu durumda Türkiye Türkçesinde Arapça al- tanımlıklı


kelimlerin bulunmayışı pek mantıklı görünüyor. Halbuki, Ar. al-
kuḥl kelimesinin TTü. temsili olan alkol sözcüğünde al- hecesi
vardır. Katalanca örneklerde al- tanımlığının bulunmaması
kelimenin bir başka ödünç alınma yolunu gösterdiği gibi TTü. al-
kol sözcüğünde de al- tanımlığının bulunması bir başka yolu
gösterir. Çünkü Ar. al-kuḥl ‘rastık taşı tozu’, daha doğrusu, bu
sözcüğün İber Arapçasında kullanılan al-kuḥúl ‘ay.’ sesbilimsel
varyantı Avrupa dillerine geçip Alm. Leh. alkohol, İng. alcohol,
Fr. alcool ‘alkol’ şeklinde yerleşmiştir. Görüleceği gibi, anlam-
bilimi bakımından şu değişmeye tanık oluruz: ‘rastık taşı tozu’ >
*‘su katılan toz’ > *‘su ile karıştırılan şey’ > *‘şarap, içki gibi
sulandırılan şey’ > ‘alkol’. Zamanla Fr. alcool sözcüğü Os-
manlıcaya alınmıştır ve bugünkü imlâya göre alkol diye yazılmak-
tadır.

Bu kelimenin Osmanlıcaya doğrudan doğruya Arapçadan


gelmediğini, tam tersine, daha önce Fransızcadan geçtiğini bir
biçimbilimsel ölçüt olan Arapça al- tanımlığının bulunmasına
dayanarak ileri sürebiliyoruz.

30
ETİMOLOJİ

3.6 Anlambilimsel ölçüt. ‒ Bir kelimenin ses ve biçimbilimsel


açıdan iki veya üç kaynağı söz konusu olursa kökenini araştır-
dığımız sözcüğe anlam bakımından en yakın olanı doğru etimon
yani kaynak olarak kabul ederiz. Örnek:

İtal. bizza [-öö-] ‘keyifsizlik, kapris’ adından İtal. bizzarro


‘kaprisli, keyifsiz, çabuk öfkelenen, çılgın’ sıfatı türetilmiştir. Bu
İtalyanca sıfatın İspanyolca karşılığı bizarro ‘cesur, yürekli’,
Fransızca karşılığı ise bizarre ‘garip, tuhaf, kaprisli’ sözcükleridir
(Deroy 1956: 58).

Fransızca kelimenin doğrudan doğruya İtalyancadan mı yoksa


İspanyolca aracılığı ile mi alındığı sorusuna ne ses ne de biçim
açısından inandırıcı bir cevap vermek mümkün değildir. Bu du-
rumda elde anlambilimsel ölçüte dayanmaktan başka bir ölçüt
kalmıyor. İtalyanca sözcüğün anlamı, Fransızca anlama İspanyolca
anlamdan yakın görünüyor. Bu nedenle de Fr. bizarre < İtal.
bizzarro (< İtal. bizza) > İsp. bizarro formülünü kabul edebiliriz.

Anlamlar ve anlamların değişmeleri ruhsal, psişik süreçlere sıkı


sıkıya bağlı olduğuna göre onları ses kanunları kadar düzenli ve
istisnasız formüllere sokmak mümkün değildir. Bu sebeple
anlambilimsel ölçütlere normalde az güvenilir. Gene de anlamlar
bütünüyle kuraldışı, düzensiz değildir. Örneğin, Hint-Avrupa
dillerinin tarihinde şu anlambilimsel değişim dizileri
saptanabilmektedir: ‘damar’ → ‘bükmek’ → ‘yay’ → ‘yay kirişi,
çile’ → ‘titreşmek’ → ‘ses, ton, seda’ (Levickij 2006: 363); zaten
TTü. kiriş sözcüğü de ‘damar’ → ‘çile’ değişimine uyar (oysa,
Türkçede ‘damar’ ile ‘çile’ arasında ‘bükmek’ ve ‘yay’ aşamaları

31
Marek STACHOWSKI

galiba yoktur). Fakat ‘ses, ton, seda’ kavramından ‘damar’


kavramına geçiş hiç bir dil ailesinde tespit edilememiştir.

Bir başka örneği Oyr., Şor. topčı ‘düğme’ sözcüğünde buluruz.


Leh. guzik ‘düğme’ sözcüğü, guz ‘topuz, tümbek, kabartı’
sözcüğünden türetildiği gibi, topčı kelimesinin de top sözcüğüne
gittiği düşünülebilir. Ancak, -çı eki ile yapılan sözcükler genellikle
bir mesleği gösterir, TTü. topçu ‘top kullanan asker’ sözcüğünde
olduğu gibi. Anlam açısından Oyr. Şor. topčı kelimesi, Türk
dillerindeki modele uymaz. Onun içindir ki, bu kelime, Tuv. dopšu
‘meme başı’ sözcüğü ile beraber Moğ. tobči ‘1. meme başı; 2.
düğme; 3. kurşun, mermi’ sözcüğüne götürülebilir (Pomorska
1996: 71).

3.7 Filolojik ölçüt. ‒ Kelime değişmelerinin mekanizması şu


şemada görülebilir:
Kaynak
Ⓧ Ⓐ Ⓑ
değişme 1 değişme 2

A aşamasında bulunan sözcük, kaynağa B aşamasındakinden


daha benzer ise her şey beklenildiği gibidir. Ama [1.2a]’daki
Windhund kelimesine bakalım. Dediğimiz gibi, kökenbilim eğitimi
görmemiş kişiler bu sözcüğün kaynağını Wind kelimesi ile ilişkili
görürler. Ancak 16. yüzyılda bu sözcüğün yazılışı Winthund idi. Bu
verileri şemamıza uyarladığımızda şu süreç ortaya çıkar:

32
ETİMOLOJİ

Kaynak
Ⓧ Ⓐ Ⓑ
Wind Winthund Windhund

Görüleceği üzere, uygulamamazın sonucu beklenilen sonucun


tam tersidir: B aşaması kaynağa, A aşamasından daha yakındır. Bu
durumun açıklamasını [1.2a]’da vermiştik. Şimdi işin daha genel
bir tarafına bakalım:

Winthund biçimindeki -th- ünsüzlerinin Windhund varyan-


tındaki -dh- ünsüzlerinden ötümsüzleşme sonucu oluşması (yani:
Wind > Windhund > Winthund) sesbilim bakımından mümkündür;
kabul edilememesinin bir tek nedeni vardır, o da: Winthund
varyantının gerçekte Windhund varyantından daha önce
kaydedilmiş olmasıdır. Bu da filolojik ölçüttür.
Başka bir ifadeyle: Windhund sözcüğünün kaynağının Wind
sözcüğü olmadığını bize filolojik ölçüt gösterir.

3.8 Çaresizlik ölçütü. ‒ Bu ölçüt pek bedîhî olarak açıkça fazla


tartışılmasa da araştırmalarda bazen kullanılır. Bir sözcüğün
kaynağı bir türlü belirlenemezse, fonetik veya morfolojik hiçbir
belirti sözcüğün yabancı kökenine işaret etmese de aklımızda bu
sözcük galiba bir alıntı, ancak alıcı dile mükemmel bir şekilde
uydurulmuş bir alıntıdır fikrini uyandırabilir.

Bu bağlamda örnek olarak Leh. warkocz ['varkč] ‘örgü’ (=


Eski Rus. vorkoč' = Eski Ukr. varkoč" = Çek. Slvk. vrkoč = Srp.
Hrv. vkoč ‘ay.’) kelimesini hatırlatmak yerinde olur. Bu sözcük
için birkaç Slâvca etimoloji öne sürülmüş ama hiçbiri genel kabul

33
Marek STACHOWSKI

görmemiştir. Almanca ve Farsça gibi başka Hint-Avrupa


dillerinden alıntı olduğu savı da kabul edilmemiştir. Bu durumda
çaresizlik içinden çıkış yolu galiba Hint-Avrupa dışı dillere
başvurmaktır. Ve gerçekten, bu kelimenin kökeni Türk dillerinde
bulunabilmiştir: < Bulg.-Tü. *vărkăč < Ana Tü. *ȫrgüč < *ȫr- ‘ör-
mek’ > *ȫrgü > TTü. örgü (Stachowski S. 1998: 384).

3.9 Dolaysız veya son kaynak mı? ‒ [3.5]’teki Lât. cisterna


‘sarnıç’ kelimesine Leh. cysterna [ôıs'terna] ‘ay.’ karşılığını
eklersek şu diziyi kurmuş olacağız: Leh. cysterna < Lât. < Etr. <
Yun.

Bu durumda, Lehçe kelimeye “Lâtinceden alınma” dersek daha


eski geçmişini gizlemiş oluruz; “Etrüskçeden alıntı” dersek
Polonyalılarla Etrüskler arasında temas olmuş mudur sorusuna
cevap vermek zorunda kalırız ki bu cevap, tabiî ki, olumsuz
çıkacaktır; “Yunancadan alıntı” dersek bu defa Lehçe ile Yunanca
arasındaki biçimbilimsel farkı açıklamadan bırakmış oluruz.

Görüldüğü gibi, bu üç imkânın birincisi, ikinci ve üçüncüsüne


nispeten daha iyi ve elverişli görünüyor. Onun için cysterna
sözcüğüne “Lehçedeki Lâtinizm” (= Lâtinceden alıntı) diyebiliriz.
Yine de, buna “Lâtince yoluyla Lehçeye girmiş Hellenizm” (=
Yunancadan alıntı) diyenler de olacaktır. Demek ki, bazıları ödünç
kelimeyi dolaysız alınma kaynağına, başkaları ise son kaynağa
göre belirleyebilmektedir. Bu iki imkânın ikisi de bugünkü pratik
etimoloji araştırmalarında aynı derecede kökleşmiş sayılır.

Belirlemenin ölçütü olarak kelimenin son kaynağını kullanmak


isteyenler iki önemli nokta üzerinde düşünmelidir: (a) Yun. kist ile

34
ETİMOLOJİ

Leh. cysterna kelimelerinde olduğu gibi ilk ve son halka arasında


meydana çıkan bütün ses ve biçimbilimsel farklar açıklanmalıdır
(bkz. [3.9a, b]); (b) kelimenin son kaynağı bulunmalıdır (bkz.
[3.9c]). Örnekler:

[3.9a] Fin. risti ‘haç’ < Yun. hrīstós ‘kutsanmış, kutsal yağ ile
ovulmuş’ formülünde Fince sözcüğün son kaynağı
verilmiştir. Bu denklemi görenlerin aklına şu sorular
gelebilir: [a] Yun. h- niçin düşmüştür?; [b] Yun. -ós
hecesinin Fin. -i karşılığı sesbilimsel açıdan nasıl
açıklanabilir?; [c] anlam değişmesi nasıl açıklanabilir?; [d]
Yunancadan Fincenin kelime alması mümkün olabilir mi?
‒ Şimdi bu formülün bütününe bakalım: Fin. risti ‘haç’ <
EKS Krĭstŭ ‘1. Nasıralı İsa; 2. İsa’nın sembolü olan haç’ <
EYAlm. veya Got. Krist (= modern Alm. Christ ‘1.
Nasıralı İsa; 2. Hıristiyan’) < Lât. Chrīstus ‘Nasıralı İsa’ <
Yun. hrīstós ‘1. kutsanmış, kutsal yağ ile ovulmuş (Tanrı
tarafından seçilmiş olmanın sembolü olarak); 2. Nasıralı
İsa’. Buna bakarak, [c] ve [d] sorularının aslında
kendiliğinden çözüldüğünü görüyoruz; [a] ve [b] soruları
ise başka türlü biçimlendirilmelidir: [a'] Slv. k- niçin
düşmüştür?; [b'] Slv. -ŭ ünlüsünü Fincede niçin -i temsil
eder?

Bu iki soruya birer cevap bulmak zor değildir.


Türkçede olduğu gibi Fin dilinde de bir sözcüğün
önsesinde birden fazla ünsüz olamaz. Ancak, Türkçeden
farklı olarak Fincede bir grup teşkil eden ünsüzlerin
arasına bir ünlü sokulmaz (TTü. kulüp < Fr. club [klüp]

35
Marek STACHOWSKI

gibi), ayrıca son ses konumundaki ünsüzler dışındaki diğer


ünsüzler düşer, örn. Fin. raamattu ‘Kitab-ı Mukaddes’ <
*grāmattu < Doğu İsl. grámota [-'amă-] ‘kitap; yazı;
nâme’; Fin. läävä ‘ahır’ < *hlēve < Doğu Slv. hevŭ ‘ay.’
(Mikkola 1938: 38). Aynı sürecin sonucunda Slv. kr- >
Fin. r-’ye çevrilmiştir.

Son ses konumundaki ünlüye gelince, Slv. i ‒ ŭ dizisi


ünlü uyumları sonucu Fin. i ‒ i şeklini alır.

[3.9b] TTü. ve Rus. çay sözcüğü ile İng. tea, Alm. Tee, Fr. thé
‘çay’ sözcüklerinin kaynağı pek bedîhî olarak Çincede
aranmalıdır. Çinceden biraz fazla anlayanlar, İng. Alm. ve
Fr. sesbilimsel varyantın Güney Çin. te1 ‘çay’ sözcüğüne,
Türkiye Türkçesi ve Rus varyantının da Kuzey Çin. čca2
‘çay’ sözcüğüne gittiğini bilirler. Oysa Türkçe ve Rusça
kelimede son ses durumunda bir -y ünsüzü daha vardır.
EUyg. ča ‘çay’ sözcüğünün de Kuzey Çin. čca2’dan geldiği
açıktır, gene de Eski Uygurca kelime -y’sizdir. Acaba, çay
sözcüğündeki -y sesinin menşei ne olabilir? Türkçe ve
Rusça çay varyantı, bir tek kelimeye değil, Kuzey Çin. čca2
ye4 ‘çay yaprağı’ deyimine gider. Bu sözcük Çinceden
doğrudan doğruya Türkiye Türkçesine geçmiş olsaydı
bugünkü biçimi galiba *çaya veya *çayı olurdu. Biraz
önce, çay biçiminde niçin -y ünsüzü var diye sormuştuk,
şimdi ise niçin -a ünlüsü yok diye sormak zorundayız.
Bunun nedeni şudur ki, Çin. čca2 ye4 ifadesi önce
Moğolcaya alındı. Moğol dillerinde sözcüklerin ilk hecesi
vurgulu olduğundan sonraki hecelerin ünlüleri oldukça

36
ETİMOLOJİ

kısa söylenir, bu durumda son hecenin ünlüsü tümden


düşebilir bile. Bu yüzden Moğ. *čáyă sözcüğü čay (=
bugünkü Hlh. tsay ‘ay.’) biçimini alıp bu şekilde hem
Rusçaya hem de Türkçeye verilmiştir (Murayama 1975).

Bu kelime ile ilgili bir örnek daha: Orta Çağ


Avrupasının uluslararası dili olan Lâtincede ‘çay’ için
aslında ‘çay otu’ anlamına gelen herba thea (Lât. herba
‘ot’, thea ‘çay’) deyimi kullanılırdı. Bu deyimin ‒
sesbilimsel biçimi biraz değişmişse de ‒ bugüne kadar
kullanıldığı tek dil Lehçedir: herbata ‘çay’.

[3.9c] Leh. wielbłąd ['vyelb²ƒnt] ‘deve’ ile Rus. verblyúd ‘ay.’


kelimeleri için normal olarak şu gelişim tasarlanır: < EKS
velŭbdŭ ~ velĭbdŭ ‘ay.’ < Got. ulbandus ‘ay.’.

Böylece Gotça sözcük Slâvca kelimelerin son kaynağı


gibi görünür. Ancak Gotçada bu üç heceli kelimenin bir
başka, bir ilk manası hiç yok muydu? Develeri
kullanmayan Gotlar deve için hakikaten özel bir ad mı
türetmişlerdi? Ulbandus sözcüğü, Gotça kökeni
bakımından açıklanamaz. Gerçekte ‒ birçok sözlüğe
rağmen ‒ Got. ulbandus Slâvca kelimelerin son kaynağı
değil, Lât. elephantus ‘fil’ sözcüğünün tahrif edilmiş
şeklidir (anlaşılan, Gotlar deveyi pek tanımadıklarından
onu fil ile karıştırmışlardır). Fakat Romalılar da bu
kelimeyi ödünç aldılar: < Yun. eléfas (in hali: eléfantos)
‘fil’ < Ham. eu ‘fil’ + Kpt. ebu ‘fil’ (bu birleştirmenin ilk
anlamı galiba ‘eu fili’ ~ ‘eu denilen fil’ şeklinde idi).

37
Marek STACHOWSKI

Görüldüğü gibi, Slâvca sözcüğün Gotçadan geldiğini


söylemek, bu ilginç etimolojiyi aşırı yalınlaştırmışsa da,
doğrudur. Fakat, Gotçanın bu etimolojide son kaynak
olduğunu söylemek yanlıştır. Tam tersine, Gotça dolaysız
kaynaktır.

38
4.
ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER:
ADAPTASYON

4.1 Adaptasyonun amacı yabancı kelimeyi alıcı dilin sistemine


uyarlamaktır. Bu uyarlama genel olarak ses veya biçim
değişiklikleri ile gerçekleşir.

4.2 Sesbilimsel uyarlama. ‒ Fonetik uyarlamanın özü şudur ki,


insanlar dillerinin fonetiğine göre konuşup fonolojisine göre
duyarlar. Bir yabancı, dilinin bir sözcüğünü bu dilin fonetiğine
göre telâffuz ederse biz bu sözü kendi dilimizin fonolojisine
uyarlayıp yine kendi dilimizin fonetiği ile söyleriz.

Rus dilbilimcisi ve Japon dili uzmanı Yevgéniy Dmítriyeviç


Polivánov (1891-1938) için şu anekdot anlatılır: Bir gün
Polivanov’un yanına iki Japon öğrenci gelip drama sözcüğünün
doğru söylenişini sormuşlar. Çünkü birisi bu sözcüğü dorama diye
telâffuz edermiş, öbürü ise öurama diye. Profesör Polivanov bu
sözcüğün önsesinde aslında ne do- ne de öu- var diyerek kelimeyi
['drama] diye birkaç kere tekrarlayınca öğrencilerden biri dostuna
«Ha, dedim ya! Bak, dorama diyor!» demiş (Deroy 1956: 235).
Yukarıdaki anekdottan da anlaşılacağı üzere Japoncada,
Türkçedeki gibi, bir sözcüğün önsesinde birden fazla ünsüz
bulunamadığı için Japon öğrenciler, d- ile -r- arasında mutlaka bir
Marek STACHOWSKI

ünlü (çok kısa da olsa) olması gerektiğini düşünerek bu sözcüğü


kendi dillerinin fonolojik sistemine uyarlamışlardır.

Aynı uyarlamayı, Fr. club [klüp] sözcüğünü Türkçe kulüp diye


ilk defa telâffuz edenler de yapmışlardır. Bu kelimeyi Türkçe yani
alıcı dilin sistemine uyarlamak için bir tek süreç (Fr. kl- > TTü. kul-
) yeterli olmuştur.

Japon dilinde iş biraz daha karışıktır. İng. club [klʌb] ‘kulüp’


kelimesinin önsesindeki kl- ünsüz öbeği, iki ünsüz arasına bir ünlü
sokularak ortadan kaldırılmıştır. Bu aşamaya kadar süreç tıpkı
Türkçedeki gibi işlemektedir: İng. club [klʌb] > Jap. *kulab.
Ancak, Japon dilinde bir sözcüğün sonsesinde ya -n ünsüzü ya da
bir ünlü bulunabilir. Bu kural gereği *kulab biçimi > *kulabu
şekline gelişmiştir. En son aşamada Japoncada -l- ünsüzü iki ünlü
arasında bulunduğundan söyleyişte -r-’ye gelişmiştir. Böylelikle
club kelimesi için Japonca biçim *kulabu > kurabu olmuştur.
Kısacası, İng. club [klʌb] ‘kulüp’ > Jap. kurabu ‘ay.’ (Deroy 1956:
236). Yani, Avrupa dillerinden alınmış olan club kelimesini
Türkçeye uyarlamak için tek bir süreç yeterliyken Japoncaya
uyarlamak için üç sürece ihtiyaç duyulmuştur.

Uyarlama derecesi, görüldüğü gibi, iki dil arasındaki farklılığa


bağlıdır. Fakat, alıcı kişinin eğitim seviyesi ile verici dilin prestiji
gibi başka etkenler de vardır.

Bilindiği üzere bugünkü Dolganca, Yakut dilinin ağızlarının


birinden gelişmiştir. Hem Yakutçada hem de Dolgancada Rusça
ödünç kelimeler vardır. Fakat bu iki dilde Rusça kelimeleri
uyarlama kuvveti birbirinden farklıdır.

40
ETİMOLOJİ

Yakutların ataları, Güney Sibirya’dan 15. veya 16. yüzyılda


Lena Irmağı’nın kıyılarına geldikleri zamanlardan beri kendilerini
diğer Sibirya uluslarından daha kuvvetli, daha uygar, daha iyi
sanarak ne komşularının ne de sonraki zamanlarda ülkelerine gelen
Rusların dilini fazla prestijli saymış, alınan bütün kelimeleri derin
derin uyarlama süreçlerine tâbi tutmuşlardır.

Dolganlar ise yaşadıkları Taymır Yarımadası’nda uluslararası


iletişim dili olan Rusçaya yüksek değer verdikleri için Rus dilini
iyice öğrenip doğru konuşmaya çalışırlar. Bu nedenle Dolganların
genç kuşakları Dolgancaya alınan Rusça sözcükleri mümkün
olduğu kadar doğru telâffuz etmek için bir çaba gösterirler.
Örneğin, Rus. pravlénye ‘yönetim’ sözcüğünün Dolgancası, aslına
oldukça benzerdir: Dolg. prableńńe ‘ay.’; Yakutçası ise aslına pek
benzemez: Yak. bırabılıańńa ‘ay.’.

Ancak ihtiyar Dolganlar Rusçayı az bildikleri için Rusça


sözcükleri kendi dillerine yüksek derecede uyarlamaya
çalışmışlardır. Rus. záthlıy ‘küf kokan’ > *sātklay > *sāklay >
Dolg. hāglay ‘ay.’; eski Alm. Feldscher ‘ordu cerrahı’ > Rus.
(edebî dil) fyédšer ‘ay.’ > Rus. (ağızlar) fyérša ‘doktor’ > Dolg.
pıarsal ‘ay.’ örneklerinde olduğu gibi.

41
Marek STACHOWSKI

4.3 Fonetik uyarlama değişmeleri beş temel tip oluşturuyor:

[4.3a] Alıcı dilde bulunmayan bir sesin yerine alıcı dilde var olan
bir sesin getirilmesi. ‒ Meselâ, [ž] > [s]: Fr. bijouterie
‘mücevherat’ > İsp. bisuteria ‘ay.’; [ô] > [č]: İsl. kralica
‘kraliçe’ > TTü. kraliçe ‘ay.’.

[4.3b] Yabancı telâffuzun bir özelliğinin bütünüyle kaybolması.


Bu değişme sık sık ünlü uzunluklarında görülür.
Alm. Zwieback [-i:-] ‘peksimet’ sözcüğüne giden Leh.
cwibak [-i-] ‘bir nevi kuru kek’ örneğinde olduğu gibi.

[4.3c] Yabancı telâffuzun bir özelliğinin bir sesten bir başka sese
kayması. Meselâ, Slâv dillerinde Türkçe, Fransızca veya
Almanca ö, ü gibi ön yuvarlak ünlüler yoktur. Bu ünlülerin
ön ünlü olması, söylenişlerinde bir palatal öğenin var
olması ile ilgilidir. İşte Slâv dillerinde, telâffuzunda aynı
zamanda hem bir palatal hem de bir yuvarlak öğe bulunan
ünlüler yok ise de  [by],  [ky] gibi palatal ünsüzler vardır
(aynı  ünsüzü Türkçe kâr ‘para kazancı; fayda’
sözcüğünde de var).

Fr. bureau ‘büro, ofis’ kelimesinin önsesinde [bü-]


hecesi vardır. Bu sözcük Lehçeye girerken [bü-] hecesi
[byu-] olmuştur (Leh. biuro ‘ay.’). Uluslararası çeviriyazım
alfabesinde ünsüzler C, ünlüler V, palatal sesler ise '
simgesi ile gösterilir. Şöyle ki, [bü-] hecesi sembolik
olarak CV́ yazılabilir. O zaman Slv. [byu-] hecesinin
sembolü ĆV olur. Bütün olarak [bü-] > [byu-] süreci ise
“Fr. CV́ → Leh. ĆV” olarak gösterilebilir. Demek ki, bu

42
ETİMOLOJİ

uyarlamanın özü, palatal öğenin ünlüden ünsüze


kaymasıdır.

[4.3d] Telâffuzun bir özelliğinin ayrı bir sese dönüşmesi. Meselâ,


Fransızcada nazal (genizsil) ünlüler vardır: [ã], [÷] gibi.
Almancada bu ünlüler oral (ağızsıl) olur ama, genizsil öğe
kaybolmayıp [ŋ] yani artdamaksıl n ünsüzüne değişir, örn.
Fr. balcon [bal'k÷] ‘balkon’ > Alm. Balkon [-ƒŋ] ‘ay.’, Fr.
bassin [ba's] ‘havuz’ > Alm. Bassin [-æŋ]
(Berdychowska 1979: 139). TTü. balkon sözcüğünde
görüldüğü üzere, Fr. [-÷] Türkçede [-ƒn] oluyor, yani, Fr.
genizsillik > TTü. [-n] ünsüzü olarak kalıyor.

[4.3e] Yepyeni bir sesin ortaya çıkması. ‒ [4.2]’de Jap. kurabu


‘kulüp’ sözcüğündeki her iki u ünlüsü, bu kelimenin
İngilizce club [klʌb] aslında bulunmayan yeni seslerdir. Bu
sözcüğün önsesindeki ünsüzlerin (kl- > kul-) arasına bir
ünlü sokulmuştur ama, bazen bir ünlü ünsüz öbeğinin
önüne de koyulabilir, TTü. istimbot < İng. steamboat
kelimesinde olduğu gibi. Jap. kurabu ‘kulüp’ sözcüğünün
sonundaki -u ünlüsünün ortaya çıkmasına, bu dilde söz
sonunda b ünlüsünün bulunamaması sebep olmuştur.

Taymır Yarımadası’nda konuşulan Eneç dilinde bir


sözcüğün önsesinde r- ünsüzü bulunamazken ŋ sesi
bulunabilir. Bu yüzden Rusçadan Eneççeye alınan radio
‘radyo’ sözcüğüne ŋ sesi eklenip bu sözcük ŋradio diye
Eneçlerce rahat rahat söylenmektedir.

43
Marek STACHOWSKI

4.4 Biçimsel uyarlama. ‒ En çok görülen biçimsel uyarlama


yöntemi, yabancı bir kelimeye kendi dilinden bir ek eklemektir.
TTü. (< Slv.) kral + -lık > krallık; Kırg. (< Rus.) grammatika
‘gramer, dilbilgisi’ + -lık > grammatikalık ‘dilbilgisine ait’ ör-
neklerinde olduğu gibi.
Çok daha ilginç örnekler, yabancı bir kelimenin bir parçasının
hatalı olarak alıcı dilin bir öğesi ile özdeşleştirilmesinden meydana
gelir. Meselâ:

[4.4a] Dolgancada 3. tekil kişi iyelik eki -(t)a’dır. Bu nedenle,


Rusçadan alınmış olan kómnata ‘oda’ sözcüğündeki -ta
hecesi Dolganlarca iyelik eki sanılınca düşmüş ve sözcük
komna biçimini almıştır.

[4.4b] Ar. kitāb ‘kitap’ Svah. kitabu olmuş. Ancak Svahili dilinde
ki- öneki tekilin imgesi olduğuna göre bu sözcük, ki-tu
(çoğulu: vi-tu) ‘şey’, ki-su (çoğulu: vi-su) ‘bıçak’, ki-lima
(çoğulu: vi-lima) ‘dağ, tepe’ kelimelerinin oluşturduğu
gruba girip çoğul biçimi vitabu olmuştur. (Sırası
gelmişken, Svah. kilima kelimesi Kilimanjaro adında da
mevcuttur: < Svah. kilima ‘dağ’ + njaro ‘beyazlık, cilâ’,
yani ‘Beyaz Dağ’).

Buna çok benzer bir süreç, Polinezya dil ailesine


mensup Hawaii dilinde gözlemlenebilmektedir. Bu dilde t
ünsüzü bulunmadığı için İng. tobacco [tǝ'bækǝu] ‘tütün’
sözcüğü, kapáka şeklinde ödünçlenmiştir. Ancak Hawaii
dilinde ka- öneki belirli tanımlık olarak kullanıldığı için
düşmüş ve kapáka ‘tütün’ páka şeklini almıştır.

44
ETİMOLOJİ

[4.4c] Rus. zóntik ‘şemsiye’ sözcüğü Fel. zondek ‘güneş


siperi/saçağı, sundurma’ (< zon ‘güneş’ + dek ‘siper,
saçak’) kelimesine gider. Rus dilinde -ik hecesi bir
küçültme eki olduğundan zóntik sözcüğünün ancak küçük
şemsiyeler için kullanılabildiği sanılmış, büyükleri için ise
küçültme eksiz bir biçime ihtiyaç duyularak zont şekli
yaratılıp kullanılmaya başlanmıştır.

Yukarıda görüldüğü üzere, uyarlama sürecinde çeşitli hatalar


yapılabilir. Bunlar şu temel tipleri oluşturur:

[4.4d] Yabancı bir kelimenin bir parçası alıcı dilde kullanılan bir
hece veya bir biçimbilimsel öğe ile özdeşleştirilir, [4.4a]-
[4.4c]’deki örneklerde olduğu gibi.

[4.4e] Metanaliz yani perintegrasyon denilen fenomen, bir


kelimenin, etimolojisi bakımından yanlış bölünmesidir,
Rus. zón-tik > zónt-ik [4.4c] gibi. Bir örnek daha verelim:

Kafkas dillerindeki ǯoγor+ ‘köpek’ sözcüğü, önce


Yunancaya alınıp zagári ‘av köpeği’ biçimini almış, sonra
da Yunancadan Osmanlıcaya zagar olarak geçmiştir. Ya
doğrudan doğruya Yunancadan ya da Osmanlıcanın
aracılığıyla bu sözcük Macarcaya ise zagár ['zƒga:r]
biçiminde geçmiştir. Macarca belirli tanımlık, ünlü ile
başlayan sözcüklerden önce az, ünsüzle başlayanlardan
önce ise a’dır. Şöyle ki, belirli biçimi a zagár idi. Ancak
bu sözcük Macar dilinde yeni ve az bilinen bir kelime
olduğu için etimolojisine aykırı bir şekilde (a zagár >) az

45
Marek STACHOWSKI

agár diye bölünüp belirli tanımlıksız agár ['ƒga:r] biçimini


almıştır. Bu biçim de Leh diline geçmiştir ki burada ogar
['ƒgar] ‘bir av köpeği ırkı (İng. Polish hound, Alm.
Polnische Bracke)’ anlamına gelir. ‒ Bkz. [4.4g].

[4.4f] Yabancı sözcüğün bir parçasının dilbilgisel bir öğe


olduğunu farkedememe ve onu sözcük ile beraber alma. ‒
Bu yanlışlığın örnekleri için [3.5e,f]’e bakınız.

[4.4g] Yabancı bir kelimenin bükümsel bir biçiminin alınması. ‒


Çeşitli Avrupa dillerinde kullanılan omnibus ‘omnibüs’
sözcüğü, Lât. omnibus biçimine gider ki, aslında çoğulun
yönelme durumu (Lât. -ibus) olup harfi harfine ‘herkes
için, herkese, herkeslere’ anlamına gelir. Metanaliz (bkz.
[4.4e]) sonucu, bu sözcük yanlış olarak (omn-ibus yerine)
omni-bus şeklinde bölünüp -bus parçası özel bir kelime
olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bugün hem. İng. Alm.
bus ‘otobüs’, hem de türevleri var: msl. Fr. autobus (>
TTü. otobüs); Fr. minibus (> TTü. minibüs); Fr. Leh.
bibliobus (= İng. book-mobile, Alm. Fahrbibliothek)
‘kütüphane-otobüs’; İng. (trolley ‘el arabası’ >) trolleybus
(Fr. trolleybus > TTü. troleybüs) gibi.

TTü. lavabo sözcüğü Fr. lavabo ‘ay.’ sözcüğüne gider.


Fransızca kelimesi ise Hıristiyan ayininde papazın
söylediği Lât. lavabo […] manus meas ‘ellerimi
yıkayacağım’ sözlerine gider ki bu ibare harfi harfine
‘yıkayacağım’ demektir.

46
ETİMOLOJİ

Son paragrafta kestirebildiğimiz sürece sözcükleştirme veya


sözlükselleşme (İng. lexicalization) diyebiliriz. Türkiye Türkçesin-
de de örnekleri var, neden (ne zamirinin ayrılma durumu) > neden
(ad) ‘sebep’ gibi.

Bazen bir deyim bütün olarak da sözcükleştirilebiliyor: TTü.


vasistas kelimesi Fr. vasistas ‘ay.’ sözcüğüne gider. Fakat, Fran-
sızca kelime Lâtinceden kalma değil, Alm. was ist das? ‘bu nedir?’
ifadesinin sözcükleştirilmiş biçimidir.

Biçimsel uyarlamanın özel örneklerini Amerika’ya gitmiş olan


Yahudilerin dilinde buluruz. Doğu Avrupa’da doğup büyümüş ve
Orta Yüksek Alman diyalektlerinden ortaya çıkan aynı zamanda
Slâvca birçok öğeyi bünyesine katmış olan Yidiş dilini konuşan
Yahudiler, Amerika’ya geldikten sonra İngilizce öğrenmeye
başlamışlardır. Slâv dillerinden alınıp Yidiş dilinde sık sık
kullanılan söz yapma eklerine alışık Yahudiler yeni öğrendikleri
İngilizce sözcüklere bu ekleri ekleyip İngilizce sözcükleri kendi
dillerinin sistemine uyarlamışlardır. Meselâ, Slâvca-Yidişçe -čık
küçültme ekini İng. boy ‘oğul’ kelimesine ekleyerek boy-čık
‘çocuk’ sözcüğünü türetmişlerdir. Türkçe -cı eki gibi kılıcı kişinin
adını ifade eden Slâvca-Yidişçe -nik eki şu İngilizce sözcüklere
eklenmiştir: no good ‘iyi olmayan’ → no-good-nik ‘kötü biri, kötü
huylu bir kişi’; peace ‘barış’ → peace-nik ‘pasifist’, web ‘ağ;
internet’ → web-nik ‘internet kullanıcısı’.

47
5.
ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER:
ARAŞTIRMANIN GÖRKEM VE GÖLGELERI

5.1 Ödünç sözcükleri araştırma ile elde edilecek faydalar her


şeyden önce verici dil için önemlidir. Bununla beraber,
ödünçlemeler alıcı dil için hiç de önemsiz sayılmaz. Çünkü
uyarlama yöntemlerinin değişmeleri, alıcı dilin gelişme yönlerini
kestirmeyi mümkün kılar. Şu örneklere bakalım:

[5.1a] Osm. goroş (1680) = TTü. kuruş < Alm. Grosch(en) ‘ay.’
ve Osm. boroş (1881) ‘broş [bur-]’ < Fr. broche ‘ay.’
sözcükleri, 17. yüzyıldan başlamak üzere 19. yüzyıla
kadar Osmanlıcaya alınan kelimelerin önsesindeki iki
ünsüz arasına alçak yuvarlak ünlünün sokulabildiğini
göstermektedir. Bugün ise bu görevi yuvarlak ünlülerden
ancak yüksekleri yapabiliyor. Bu gerçek, o ve ö
ünlülerinin birinci heceden bile “kovulduğunu” belgeliyor
(Stachowski M. 1995: 176).

[5.1b] Avrupa dillerinden Macarcaya eski zamanlarda alınan


kelimelerin önsesindeki ünsüz öbeğinin önüne i- ünlüsü
koyulurdu, Lât. schola ‘okul’ > Mac. iskola ['iškol] ‘ay.’
örneğindeki gibi. Halbuki, yeni bilimsel terimlerde bu
değişme kestirilemez, msl. (Yun. skeptikós >) Lât.
scepticus > Mac. szkeptikus ['skeptikuš] ‘kuşkucu’, Yun.
Marek STACHOWSKI

shízein ‘yarmak’ + frn ‘ruh, his’ >> Mac. szkizofrénia


['ski-] ‘şizofreni’ gibi. Bu gerçek, bugünkü aydın
Macarların yabancı dilleri öğrenmeleri sonucu sözbaşı
ünsüz öbeklerine alıştıklarını ve bunları yok etmek
istemediklerini gösteriyor.

5.2 Yukarıda dediğimiz gibi, ödünç kelimeler her şeyden önce


verici dilleri araştırmak için önemlidir. En azından iki faydasına
bakalım:

[5.2a] Tamamen unutulmuş, hiç bir eski belgede kaydedilmemiş


sözcükler yeniden tasarlanabilir. ‒ Örneğin, [3.8]’deki
Slv. varkoč ‘örgü’ sözcüğü, eskiden Bulgar Türkçesinde
*vărkăč kelimesinin mevcut olduğunun tek izi ve
delilidir. Bu Slâvca kelime olmaksızın Bulgar
Türkçesindeki sözcüğü bilemezdik.

[5.2b] Geleneksel imlâya göre yazılan sözcüklerin gerçek


söylenişi saptanabilir. ‒ Örneğin, Mısır Yunancasında e,
ē, ei, i ünlülerinden önce bulunan k ünsüzü Yunan
alfabesinde k harfi ile yazılırken, Kıptîler tarafından daha
M.Ö. 4. yüzyılda č harfi ile yazılmaktaydı. Galiba, k
ünsüzü pek yumuşak telâffuz edildiğinden ya tam -č-
sesine ya da -č-’ye benzer bir sese değişmiş, ancak
geleneksel Yunanca imlâsı bu olguyu göstermemiştir
(Deroy 1956: 314).

Benzer bir şekilde, Eski İngilizce döneminde [æ] veya


[æ:] ünlüsünün önünde bulunan k ünsüzü č’ye

50
ETİMOLOJİ

dönüşmüştür: örn. Eski İng. *[kæ:kǝ] ‘çene’ (= Fel. kaak


‘ay.’) > [čæ:kǝ] (> bugünkü İng. cheek) ‘ay.’.

1771-1775 tarihlerinde İstanbul’da yaşamış olan


Bernardino Pianzola adlı bir İtalyan, Padova şehrine
döndükten sonra yazdığı Osmanlıca sözlükte İstanbul’da
duyduğu konuşma dili telâffuzunu kaydederek keman
kelimesi için iki farklı sesbilimsel varyant vermiştir: ke-
mançe ile çemançe. Görüldüğü üzere, ke > če değişmesi
18. yüzyılın İstanbul Türkçesi’nde dahi
görülebilmektedir.

5.3 Bir sözcüğün kökenbilimsel açıklaması, yazılışını da etki-


leyebiliyor. Bu da etimolojinin pratik önemini gösteriyor.

Poliklinik kelimesinin İngilizcesi olan polyclinic sözcüğünde


ikinci ünlü y harfi ile yazılırken Almancası olan Poliklinik
sözcüğünde ise aynı yerde bir i harfi vardır. Mana bakımından iki
yazılış da kabul edilebilir. Çünkü bu kelimenin ilk parçası poli-
Yun. pólis ‘kent, şehir’ sözcüğüne, poly- ise Yun. polýs ‘çok sayıda
olan, çeşitli’ sıfatına gider. Birincisi, kelimenin aslî anlamının
‘kent kliniği’, ikincisi ise ‘çeşitli bölümleri içeren klinik’ olduğunu
gösterir.
Bu durumda polikliniğin tarihine bakıp ilk yaratıcılarının neyi
ifade etmek istediklerini ve kelimenin aslî yazılışının niçin
değiştirildiğini sormamız gerekir.

Daha 18. yüzyılda Alman üniversitelerinin kendi klinikleri


vardı. Başlangıçta bu kliniklerde ancak üniversiteliler tedavi
edildiği için bu tip kliniklere “iç klinik” denilmekteydi. 19. yüz-

51
Marek STACHOWSKI

yılın başlarında Alman üniversitelerinde “dış klinikler” kurulmaya


başlandı. Orada üniversite dışı hastalar, doktorlarla tıp öğrencileri
tarafından tedavi edilirdi. “Üniversite dışından” yani “şehirden
gelenler” için kurulan kliniklere, Almanlar ‘şehir kliniği’ = poli-
klinik adını verdiler.
19. yüzyılda bu müessese, Alman örneğine göre Fransa ve
İngiltere’de de kurulmaya başlandı ve kısa zaman içinde
poliklinikler bu üç ülkede o kadar yaygınlaştı ki bunlara sadece
şehirlerde değil, köylerde de rastlamak mümkün hale geldi. Bu
durumda, örneğin, köyümüzde bulunan ‘şehir kliniği’ ifadesi
anlamsız hale gelmeye başladı. Onun için Alm. Poliklinik
sözcüğünü başka tarzda açıklamaya başladılar. Kliniklerde çok
sayıda çeşitli uzmanlar çalıştığı için bu adı Yun. polýs sıfatına
bağlı düşünerek İngilizler polyclinic yazılışını kabul ettiler. Buna
karşılık Fransızlar ise hem policlinique hem de polyclinique
yazılışını benimsediler.

Sonunda, tarihin şakası: Yunanlılar, hem poliklinik kuruluşunu


hem de bunun adını Avrupa’dan aldılar. Ancak bu kelime aslında
Yunanca öğelerden ibaret olduğu için onu tercüme etme gerekliliği
yoktu. Fakat, ya pólis ya da polýs sözcüğünü seçmeleri
gerekiyordu. Yunanlılar, etimolojiye aykırı bir seçim yaptılar ve
şimdi ‘poliklinik’ anlamına gelen polyklinik (yani -y- harfli)
şeklinde yazdıkları sözcüğü seçtiler. (Otkupşçikov 2001: 140-
143).

5.4 Ödünç sözcükleri araştırmalarda, ne yazık ki, birçok tuzaklar


bulunmaktadır. Araştırmacı her şeyden önce çeşitli dilleri en
azından bilimsel bakımdan bilmeli ve kendisine gereken verileri
52
ETİMOLOJİ

çeşitli filolojik edisyonlarda, tarihî kitap ve sözlüklerde,


diyalektolojik çalışmalarda aramaya hazır olmalıdır. Ayrıca
düzensiz, kuralsız değişmeleri de hesaba katması gerekir. İşte
birkaç örneği:

[5.4a] Yukarıda Rus. zóntik ‘şemsiye’ [4.4c] sözcüğünü


anlatırken Slâvca -ik küçültme ekinden de bahsetmiştik.
Bunu göz önünde bulundurarak Leh. królik, Çek. králik
sözcüklerinde de aynı eki kolayca buluruz. Leh. król, Çek.
král kelimeleri ‘kral’ anlamına geldiğine göre küçültme
biçimlerinin anlamı da herhalde ‘küçük kral’ olmalıdır.
Ancak sözlüklere bakınca iki sözcüğün de ‘adatavşanı’
anlamına geldiğini görürüz. Peki niçin, Lehlerle Çekler
‘adatavşanı’na’ ‘küçük kral’ demeye başladılar? ‒ Aslında
bunun hikayesi Lehler ve Çekler ile değil eski Almanlar
ile başlar. Özü bir anlaşmazlık olan bu anlamsal gelişimin
başında Lât. cunīculus [-ni:-] ‘adatavşanı’ sözcüğü var.
Bu sözcüğü eski Almanlar kendi dillerine ödünçleyerek
küniklīn [-li:n] şeklinde uyarlamış, böylece tahrif edilmiş
sözcüğü künik ‘kral’ ve -līn küçültme ekinden ibaret
sanmışlardır. Lehler ve Çekler gibi Almanca bilen Batı
Slavları ise küniklīn sözcüğünü öğrenince ‘kral’ +
küçültme eki modeline göre sözcüğün iki parçasını da
kendi dillerine tercüme etmişlerdir (Deroy 1956: 276).

Eski Yüksek Alm. küniklīn kelimesi bugünkü


Almancada yoktur ama, Lât. cunīculus sözcüğünün
dolaylı bir izi vardır. Çünkü bu Lâtince kelime önce Eski
Fransızcaya conin biçiminde geçmiş, sonra da

53
Marek STACHOWSKI

Fransızcadan Almancaya Kanin olarak alınmış ve


zamanla sözcüğe bir başka Almanca küçültme eki, yani
-chen eki eklendikten sonra bugünkü Alm. Kanin-chen
‘adatavşanı’ sözcüğü oluşmuştur (acaba Kanin kelimesine
yine bir küçültme ekinin eklenmesi, eski künik+līn
küçültme biçiminin zihinsel etkisinden mi
kaynaklanıyor?).

[5.4b] Yukarıda anlatılan kontradança ‘bir nevi dans’ [2.1a]


sözcüğü de düzensiz değişiklik örneklerinden biridir.

[5.4c] 16. yüzyılda Almanların daß dich Gott!... ‘Allah


kahretsin!’ (kelime kelimesine: ‘keşke Allah seni!...’)
küfrünü Fransızlar dasticot! diye alıp buna dayanarak
dasticoter ‘1. Almanca konuşmak; 2. küfretmek, kavga
etmek’ eylemini kurmuşlardır. 200 yıl sonra söz konusu
eylemin kaynağını artık bilmeyen ve yapısını anlamayan
Fransızlar önsesteki d- ünsüzünü tamlayan durumu eki
sandıkları için (Fr. amour ‘sevgi’ ‒ d’amour ‘sevginin’
[5.4d] örneğindeki gibi) bu sözde eki düşürüp
günümüzde de kullanılmakta olan asticoter ‘kızdırmak,
sinirlendirmek, horlamak, birine takılmak’ fiilini kurmuş-
lardır (Deroy 1956: 284).

[5.4d] Fr. pomme d’amour (harfi harfine: ‘sevda elması’) ifadesi


bugün eskimiş sayılıyorsa da eskiden ‘domates’ anlamına
geliyordu. Bu Fransızca deyim Almancaya Liebesapfel
olarak, İngilizceye ise love apple şeklinde tercüme
edilmiştir. Buraya kadar herşey normal, böyle bir
ödünçlemede ilk bakışta hiçbir tuzak bulunmamaktadır.
54
ETİMOLOJİ

Ancak, Fransızca ifade gerçekte İtal. pomi dei Mori, ke-


lime kelimesine ‘Mağribîlerin elmaları’ (yani ‘do-
matesler’) deyiminin çevirisidir. Demek ki, Fransızlar,
İtal. dei Mori ‘Mağribîlerin’ ifadesini pek anlayamayınca
onun yerine ses bakımından benzer Fransızca d’amour
‘sevdanın, sevginin’ sözünü koymuşlardır. Anlaşılan
domatesin kırmızı rengi, bu çağrışımı daha da manalı
kılmıştır. Almanlar ve İngilizler ise Fransızların hatasını
bilinçsiz bir şekilde kabul edip yaymışlardır (Deroy 1956:
286).

[5.4e] İskandinavya’dan bütün Sibirya’ya yayılan Eski Fin.


*rōtsi ‘Rus’ sözcüğü (> bugünkü Fin. Ruotsi ‘İsveçli’)
Evk. lūča, Evn. ńūči = Ma. loča = Enç. luoča = Yak.
nūčča biçimlerinde yaşamakta ve bu dillerde ‘Rus’ anla-
mına gelmektedir. Söz konusu dillerin bazılarında bu söz-
cüğün bir başka anlamı daha vardır: ‘canavar’.
Halkbilimcilerin ve tarihçilerin bazıları bu gerçeğin
Rusların ne kadar zalim olduklarını gösterdiğini, bazıları
ise ‘canavar’ anlamının Rusların beyaz tenleri, sarı saçları
ve mavi gözleri ile ilişkili olduğunu düşünmektedirler.
Gerçekte bu iş biraz daha karışıktır.

Skr. rakšas+ ‘canavar’ Budist terimi Çinceye alınıp


luoča diye telâffuz ediliyordu. Söz konusu sözcük bu
biçimde Mançurcaya geçince Batıdan Mançurcaya gelmiş
olan loča ‘Rus’ kelimesi ile birleştirilip ‘1. Rus; 2.
canavar’ ikianlamlılığına sebep oldu. Orijinali
Sanskritçeye giden luoča ‘canavar’ kelimesini tanımayan

55
Marek STACHOWSKI

diller bile yüksek prestijinden dolayı Mançurcayı örnek


alarak eskiden sadece ‘Rus’ anlamına gelen sözcüğü
‘canavar’ anlamında da kullanmaya başladılar.

Bu durumun en ilginç yansıması Buryatçada


bulunabilmektedir. Ana Moğ. *maŋgus ‘canavar, şeytan’
sözcüğünün modern Buryatçası maŋgud’dur. Ancak bu
kelime, yine Mançurcayı örnek alarak aslî olan ‘canavar’
manasına ‘Rus’ anlamını katmıştır (Janhunen 1997).

Dikkate değer şudur ki, Evk. lūča ile Bur. maŋgud


kelimelerinin anlamları bugün aynı iken kronolojik sırası
aynı değildir: Evk. lūča ‘1. Rus; 2. canavar’ ~ Bur.
maŋgud ‘1. canavar; 2. Rus’.

[5.4f] İng. lay [leɪ] ‘1. şiir, manzume; 2. şarkı’ = Fr. lai (~ Eski
Fr. lais) ‘şiir, manzume’ kelimesinin Kelt dil ailesine
mensup İrl. laid ‘bir nevi edebî eser’ sözcüğüne gittiği
savı sık sık dile getirilmiştir. Fakat bu etimolojik bağlantı
çok da kesin değildir.

Eski Fr. lais kelimesi İng. lay kelimesinden önce


kaydedilmiştir. Demek ki, bu sözcük herhalde İrlanda
dilinden İngilizceye, İngilizceden ise Fransızcaya değil,
daha çok yine Kelt dil ailesine mensup olan Bretanya
dilinden Eski Fransızcaya, Fransızcadan ise İngilizceye
geçmiş olmalıdır. Ancak laid kelimesi Bretanya dilinde
mevcut değildir.

Öbür taraftan İrlanda’da laid şeklinde adlandırılan


eserler nesir tarzında iken buna karşılık Fransızca ve

56
ETİMOLOJİ

İngilizce terimler ise hep şiir veya (metni kafiyeli) şarkı


ile ilgilidir.

Keltçe sözcük dişil addır, Fr. lais ise erildir.

Bu üç kuşku göz önünde bulundurulursa bu


etimolojiyi kabul etmek zordur doğrusu. Onun için Jerzy
Sławomirski (1995) bambaşka bir etimolojiyi ileri
sürmüştür:

6. yüzyılın sonlarında I. Gregorius adlı papa, kilisede


toplanan halkın şarkı söylemesini yasaklayıp sadece
papazın veya koronun şarkı söylemesine izin verdi.
Nitekim, kilisede şarkı söylemeyi çok seven insanlar bu
kararı kabul etmek istemediler. Bunun üzerine
Almanya’da papazlar şu çareyi buldular: bundan sonra
papaz ya da koro şarkının beyitlerini, halk ise Kyrie
eleison! (Yun. ‘Ya Rabbim, rahmet göster!’) nakaratını
söyleyecek.

Ancak Yunanca bilmeyen halk, Kyrie eleison sözünü


Kirleisen şeklinde tahrif edince sonsesteki -n yüzünden bu
sözcüğü çoğul biçim sanıp Kirleise şeklinde tekil bir
biçim kurdular. Kirleise deyimi, hep kilisede söylendiği
için Alm. *Kirchleise, yani ‘kilise şarkısı’ (~ “kilise
leise’si”) sözcüğünün tahrif edilmiş biçimi şeklinde
algılanmıştır. Bundan sonra, 11. yüzyılda leise sözcüğü
ayırt edilmiştir ki, bu durumun izi Orta Yüksek Alm.
wîgleise [vi:g-] ‘savaş şarkısı’ (< wîg ‘savaş’ + leise
‘şarkı’) sözcüğüdür. O zamanlarda Güney Almancada ei

57
Marek STACHOWSKI

harfleri ey diye söylenirdi. Fakat 12. yüzyılda ei diftongu


Güney Almancada ay (= [aɪ]) diftonguna değiştiği için
Fransa’nın şatolarına varan Güney Almanyalı ozanlar söz
konusu kelimeyi [laɪs] diye telâffuz ederlerdi. Fransada
lais kelimesi çabuk tutunup zamanla, sonsesteki -s
yüzünden çoğul biçim olarak anlaşıldığından lai
şeklindeki (aşırı doğru) tekil biçimin temeli oldu. Bu
biçim de İngilizceye alındıktan sonra lay diye yazılmaya
başlandı (Sławomirski 1995).

Görüldüğü üzere İng. lay ve Fr. lai ile İrl. laid


kelimeleri, etimoloji bakımından birbiriyle hiç ilgili
değildir.

5.5 Bir sözcüğün son kaynağını bulmak, aslî biçimini yeniden


tasarlamak genel olarak bu sözcüğün bir dilden bir başka dile geçiş
yollarını ve tarihî gelişimini göstermekten kolaydır. Özellikle
dilden dile geçerek sözcükler, düzenli sesbilimsel değişmelerden
başka düzensiz değişikliklere de tâbi olur. Onları bulup açıklamak
etimolojinin en zor ödevlerinden biridir.

İspanyolca, bütün Roman dilleri gibi Orta Çağ devrinde


Lâtinceden gelişmiş olduğuna göre şato gibi önemli bir mimari
yapının Lâtince adı olan castrum (> küçültme biçimi: Lât.
castellum > Eski Fr. chastel [> bugünkü Fr. château ‘ay.’] ~ castel
> İng. castle ‘ay.’) kelimesinin doğrudan doğruya Lâtinceden Eski
İspanyolcaya (10.-15. yy.) geçtiğini düşünmek ilk bakışta mantıklı
görünse de yanlıştır. Zira İsp. alcázar ‘kale, şato’ sözcüğü Ar. al-
ḳaṣr ‘ay.’ sözcüğünün aracılığı ile Lât. castrum kelimesine gider.
Bu durumda Lâtince ile İspanyolca arasında üçüncü bir dilin
58
ETİMOLOJİ

bulunmasına işaret eden öğe, Lâtincede değil, ancak İspanyolca


kelimede mevcut olan al- hecesidir (Deroy 1956: 58).

Mamut sözcüğü, kökenbilimsel sözlüklerde sık sık tekrarlanan


etimolojiye rağmen Avrupa dillerine Yakutçadan değil, Ural dil
ailesine mensup bir dilden geçmiştir. Bu kelime önce Rusçaya
geçerek mamont biçimini almıştır. Rusça ile Lehçe hem Slâv dil
ailesine mensup olduğu hem de bitişik ülkelerde konuşulduğu için
söz konusu kelimenin Rusçadan doğrudan doğruya Lehçeye
alındığı düşünülebilir. Ancak, Lehçe mamut biçimindeki -u- se-
sinin niçin Rusça -on- seslerinin yerine geçtiği pek anlaşılmaz.
Öyleyse bu sözcükle ilişkili olarak Rusça ve Lehçe arasında
keşfetmek zorunda olduğumuz başka birşey olmalı.

Nitekim, 17. yüzyılın başlarında söz konusu kelime Richard


James’in (1592-1638) yazdığı Russian Vocabulary adlı bir Rusça-
İngilizce sözlükte maimanto biçiminde ilk olarak kaydedilmiştir.
Bu sözlüğün elyazması, Fransızcaya çevrilirken -ant- harfleri
yanlışlıkla -out- diye nakledilmiş. Böylelikle Fr. mammouth
[ma'mut] biçimi oluşmuştur. Sonraki yıllarda bu Fransızca kelime
hem Lehçeye hem de Türkçeye mamut olarak alınmıştır.

Dahası var: Yıllar sonra Fransızca kelime İngilizceye geri


alınmış, ancak bu sefer, günümüzde de geçerli olan mammoth
yazılışı kabul edilmiştir. İngilizler sözcüğün sonsesindeki -th ünsüz
grubunun Fransızca okunuşunun normal -t olduğuna bakmaksızın
sadece yazılışa dayanarak bu ünsüz grubunu [ϑ] şeklinde telaffuz
ederler.

59
Marek STACHOWSKI

Mamut sözcüğünün dilden dile geçişi şu şekilde gösterilebilir:


Uralca → Rusça → İngilizce → (-ant > -out) Fransızca → [a] (-t >
-ϑ) İngilizce; [b] Lehçe; [c] Türkçe (Stachowski 2000: 304).

5.6 Bir sözcüğün dilden dile geçiş yolunu yeniden tasarlama


sürecinde ses ve biçimbilimsel ölçütlerin dışında kelimenin
filolojik kayıtları ve sözcükyapımsal tarih gibi verilere de dikkat
etmek gerekir.

Filolojik kayıtlar her şeyden önce söz konusu kelimenin eski,


yani aslî durumuna daha yakın biçimi ve anlamı gösterir [1.2a] ile
[3.7]’de anlatılan Windhund örneğinde olduğu gibi.

Sözcükyapımsal tarihe gelince, modern Alm. Peitsche ‘kamçı,


kırbaç’ ile Leh. bicz [ič] ‘ay.’ kelime çiftine bakalım. Almanca
sözcüğün daha eski biçimi pītsche ['pi:čǝ] idi. Ancak bu biçim Ana
Germanca bir kelime olarak bölünüp açıklanamaz. Lehçe kelime
ise EKS bi-čĭ ‘ay.’ sözcüğünün bugünkü temsilidir; Eski Kilise
Slâvcasına ait olan bu sözcük, bi-ti ‘vurmak’ eyleminden
kurulmuştur. Demek ki, Lehçe kelimenin genel Slâvca tarihi
varken Alm. pītsche sözcüğü Batı Slâvcasından alınmış ve
sonradan kendi ses değişikliğine tâbi olup Peitsche şekline
dönüşmüştür. Yıllar sonra Alm. Peitsche sözcüğü Lehçeye pejcz
[peÇč] şeklinde geri alınmıştır.

Uzun sözün kısası: Sözcüğün yapısı sayesinde Alm. pītsche’nin


Slâvcadan geldiğini anlayabiliyoruz. Filolojik kayıtlar sayesinde
ise Leh. pejcz’in Alm. Peitsche’den sonra kaydedildiğini biliyoruz.
Bunu şematik tarzda şöyle gösterebiliriz: Leh. pejcz < Alm.

60
ETİMOLOJİ

Peitche < Orta Yüksek Alm. pītsche < Batı Slv. bičĭ (< biti
‘vurmak’) > Leh. bicz ‘kırbaç, kamçı’.

5.7 Alm. Rückwanderer (aslında ‘geri yürüyen/dönen’) terimi,


alıcı dilden verici dile geri alınan/dönen kelimeler için kullanılır,
Leh. pejcz < Alm. Peitsche < Batı Slv. bičĭ > Leh. bicz [5.6]
örneğindeki gibi. Buna başka iki örnek daha verelim:

[5.7a] Alm. Matrose = Rus. matrós ‘gemici, denizci’ sözcüğü bu


iki dile Felemenkçeden geçmiştir. Fel. matroos ‘ay.’
kelimesi ise bir Rückwanderer örneğidir. Zira bu
hikâyenin en başında iki farklı Felemenkçe sözcük vardır:
mat ‘hasır’ (= Alm. Matte, İng. mat ‘ay.’) + genoot ‘dost,
eş’ (= Alm. Genosse ‘yoldaş’) > *matgenoot ‘hasır eşi,
hasır dostu’ (eskiden Hollanda gemilerinde iki gemiciye
bir tek hasır verilirmiş) > mat(t)enoot.

Bu son kelime 14. yüzyılda Fransızcaya geçip matenot


[mat'no] biçimini almıştır. 16. yüzyılda matenot kelimesi
matelot, yani [mat'lo] diye kaydedilir. Bugüne kadar
Fransızcada mevcut olan bu biçimin çoğulu matelots, 16.
yüzyılda [mat'los] diye okunurdu. İşte bu [mat'los] çoğul
biçimi Rusçaya matrós, Almancaya ise Matrose olarak
alınmıştır. Hikâyenin en ilginç tarafı şudur ki, Fr.
[mat'los] şekli, sadece Rusça ve Almancaya değil, aynı
zamanda Felemenkçeye de matroos olarak geçmiştir. Bu
nedenle de Fel. matroos sözcüğü için Rückwanderer
terimini kullanabiliriz.

61
Marek STACHOWSKI

Kısacası: Fel. mat + genoot > mat(t)enoot > Fr.


matenot > matelot, çoğul: matelots > [a] Fel. matroos; [b]
Alm. Matrose; [c] Rus. matrós (ilk defa 17. yüzyılın
sonlarında kaydedilmiş olan Rusça sözcük, belki
doğrudan doğruya Fransızcadan değil, Felemenkçe veya
Almancanın aracılığıyla alınmış olabilir; Rus çarı
I. Petro’nun (1672-1725) 1697 yılında Hollanda’nın
Zaandam ve Amsterdam kentlerinde gemi tezgâhlarında
çalışıp gemiciliği öğrendiği göz önünde bulundurulursa
özellikle Felemenkçenin aracılığı mümkün görünür).

[5.7b] Eski Tü. tegin ‘prens, şehzade’ sözcüğü Moğol dillerine


geçip bir zamanlar tegin ve tigin biçimlerinde
kullanılmıştır. Moğolca sonsesinde -n bulunan
sözcüklerin çoğulu -d eki ile yapılır. Bu kurala göre tegin
~ tigin sözcüğünün çoğul biçiminin *tegind ~ *tigind
şeklinde olması gerekirken söyleyiş kolaylığı sağlama
amacıyla (tegind ~ tigind >) tegid ~ tigid [-it] biçimi
oluşturulmuştur. Bunlardan en azından tegit şekli
Türklere geri dönmüş olmalı ki, Kâşgarlı Mahmut’un
sözlüğünde kural dışı çoğul biçimi olarak kaydedilmiştir.
Moğolcada aslî ti ses öbeğindeki t ünsüzü
öndamaksıllaşmış olduğu için tigit sözcüğü čigit biçimini
almıştır. Moğolcanın bazı ağızlarında ǯigit diye söylenen
bu kelime yine Türk dillerine dönmüştür. Ancak, bilindiği
üzere, bazı Türk dillerinde önseste y- ünsüzü varken
bazılarında bu yerde ǯ- ünsüzü bulunmaktadır, TTü. yol ~
Kırg. ǯol, Balk. ǯōl ‘yol’ örneğinde olduğu gibi. Bu

62
ETİMOLOJİ

gerçeğin farkında olan Başkurtlar cevap sözcüğünü


benimseyerek yavap biçimine soktular. Osmanlılar ise
cigit biçimini önce yigit’e daha sonra zamanla yiğit
biçimine dönüştürdüler.

Bir başka ifadeyle, Türkçe tegin kelimesi Moğolcaya


alındıktan sonra Türk dillerine iki kere dönmüştür: ilkin,
Orta Türkçeye tigit, sonra ise modern Türk dillerine ǯigit
(> yigit) biçiminde (Kotwicz 1948: 189).

63
6.
ZAMAN DERİNLİĞİ VE KÖKENBİLİMSEL SÖZLÜKLER

6.1 Her etimolojik sözlükte maddebaşları ya modern ya da tarihî


bir dile ait verilerden oluşur. Maddebaşı modern bir dile ait ise
kökenbilgisi bugünden başlayarak geriye gider. Bu tür sözlüklere
“geriye/geçmişe dönük” veya “retrospektif” sözlük denir.
Maddebaşı tarihî bir dile ait ise kökenbilgisi yine geriye gidebilir,
örn. Toharcadan Hint-Avrupacaya. Fakat maddebaşının dili bir
proto-dile aitse kökenbilgisi proto-dilden başlayarak ondan sonraki
bir dile gider (örn. Hint-Avrupacadan bugünkü Slâv dillerine) ve
bu durumda sözlüğe “geleceğe yönelik” veya “prospektif” sözlük
denir.

Prospektif sözlüklerde maddebaşı olarak ekseriyetle bir proto-


dil sözcüğü verilir. Fakat bazı yazarlar, somut sözcükler yerine
maddebaşı olarak kökleri koyarlar. German dillerinin en yeni
karşılaştırmalı ve etimolojik sözlüğünün yazarı, Viktor V.
Levitskiy (2010a) tam da böyle yaparak bir madde içinde her Ana
German kökünden oluşturulmuş türevleri birbirleriyle karşılaştırır
ve bu yolla anlamsal değişmeleri göstermeye çabalar. Sözlüğün
okuyucusu ise bir tek Ana Germ. *sta-, *stō- maddesinde örneğin
şu gibi türevleri bulabilir:
Marek STACHOWSKI

• stehen ‘durmak’

• verstehen ‘anlamak’ (< ‘yakından idrak etmek’ < ‘bir


şeyin önünde durmak’; çünkü bugünkü Alm. ver- öneki,
eski for- ‘ön-’ önekinin fonetik bir değişimidir; İng.
under-stand ‘anlamak’ eylemi de aynı köke gidiyor;
ancak, Eski İngilizcede manası ‘anlamak’ olan sözcük,
under kelimesi ile türetilmiştir ki, anlamı ‘altında’ değil,
‘aralarında’ idi [krş. bugünkü Alm. unter uns gesagt
‘söz aramızda’], yani ‘yakından idrak etmek’ < ‘bir
şeyler arasında durmak’)

• Stunde ‘saat’ (< ‘mola, yani duraklama zamanı’)

• Stadt ‘şehir, kent’

• stützen ‘desteklemek’ (< ‘durmayı sağlamak’)

• stetig ‘devamlı, sürekli’ (krş. TTü. dur-al ‘hep bir


durumda ve hiç değişmeden kalan’)

Bu yöntemle yazılan bir sözlük, anlam değişmelerini daha iyi


anlamakta ve bu değişmelerin genel kurallarını bulmakta yardımcı
olur. Bu da son derece önemlidir. Çünkü çeşitli halklardan gelen
insanlar, aralarındaki bir çok farka rağmen genel olarak aynı
şekilde ve aynı çağrışımlar ile düşünürler. Onun içindir ki, bir dil
ailesinde tespit edilmiş olan kural, bir başka dil ailesinde de geçerli
olabilir.

Zamanında TTü. kul, kulak ve kulun sözcüklerinin ortak bir


köke gittikleri önerilmiştir: < *kul± ‘1. küçük; yavru; filiz, fidan; 2.
topraktan çıkmak, filizlenmek’ (Stachowski M. 2010). Viktor V.

66
ETİMOLOJİ

Levitskiy (2010b), German ve başka Hint-Avrupa dillerindeki


mevcut örneklere dayanarak Ana Türkçe yeniden tasarlanmış bu
kökü daha eski bir anlama geri götürme teklifinde bulunmuştur:

*kul± ‘kesmek’

*kul- ‘idrak etmek’ *kul ‘küçük’

kulak kulun kul

Aynı anlamsal gelişimin German dillerindeki örnekleri için bkz.


Levitskiy 2010a: 28.

Levitskiy’in bu önerisinin Türkolojide kabul edilip edilme-


yeceği gelecekte görülecektir. Biz ise bu örnekten bir etimoloğun
niçin başka filolojilere de bakması gerektiğinin âdeta kaçınılmaz
olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Etimolojik sözlüklerin önemli bir özelliği var: Bir proto-dilden


kalma kelime 15. yüzyılda kullanılmıyorsa retrospektif sözlüklerde
yer almaz ama prospektif sözlüklerde bulunabilir. Şu şemaya
bakalım:

67
Marek STACHOWSKI

Proto-Dil Yüzyıllar Modern dil

• 14 15 16 17 •
prospektif

retrospektif

Görüldüğü üzere, kısa ömürlü (örneğin 14. yüzyılda oluşup 16.


yüzyılda kullanımdan düşen sözcükler aslında ne prospektif ne de
retrospektif sözlüklerde yer alabilir. Onun için de ancak belli
yüzyılların sözcüklerini içeren etimolojik sözlüklere de ihtiyacımız
vardır.

Bu sorun, Türk dilinin tarihinde çok iyi görülebiliyor.


Bilindiği üzere, 20. yüzyıl öncesi Türkiye Türkçesinde birçok
Arapça ve Farsça sözcük vardı. Bunların çoğu, dil devrimi
sonucunda kullanılmaz olup unutulmuş gitmiştir. Bugünkü Türkiye
Türkçesinde mevcut olmayan sözcükler bu dilin retrospektif
sözlüğünde de bulunmayacaktır. Ama, örneğin, 18. yüzyıl
Osmanlıcasının etimolojik sözlüğü elimizde olsaydı içinde o eski
sözcükleri de bulabilecektik.

Bir başka örnek, yazmak eylemidir. Bugün anlamı aşağı


yukarı ‘söylenen veya düşünülen sözleri kâğıda kaydetmek’tir.
Fakat bir başka Türkçe yazmak eylemi daha vardır. Çeşitli eski ve
modern Türk dillerinde, anlamı ‘hemen hemen yapmak; yapmaya
çalışıp yapamamak; ıskalamak, isabet ettirememek’tir. Bugünkü
Türkiye Türkçesinde kendi başına kullanılamayan bu eyleme ancak
düşeyazmak, öleyazmak gibi eylemlerin bir parçası olarak tesadüf
edilir. Bu nedenle sözü edilen anlamıyla yaz- fiilini etimolojik bir

68
ETİMOLOJİ

sözlükte bulmak zordur. Buna karşılık aynı sözcüğü Osmanlıcanın


kökenbilimsel bir sözlüğünde bulmak ise mümkündür.

İngilizce “time depth” teriminin Türkçesi olan “zaman


derinliği” ifadesi bir sözlüğün ne kadar uzak geçmişe gittiğini
gösterir. Bu konuda Romanistler ve Germanistler arasındaki fark
göze çarpıyor.

Roman dillerinin proto-dili olan Lâtince, günümüze ulaşan


yazılı belgeleri aracılığıyla iyi bilinen bir dildir. Bu nedenle de bir
Roman dilleri uzmanı bir modern Romanca kelimenin Lâtince
kaynağını göstermekle aslında bu sözcüğün proto-dildeki biçimini
ve anlamını göstermiş sayılır. Söz konusu kelimenin Lâtinceye,
Hint-Avrupa proto-dilinden mi yoksa başka bir dilden mi geldiği
sorunu ise Lâtin dili uzmanlarının alanına girer.

German dillerinin proto-dili ise hiçbir yerde kaydedilmiş


olmadığından iyi bilinen bir dil değildir. Demek ki Ana Germanca
yeniden tasarlanmalıdır. Onun için de Germanca uzmanları,
Germancanın verilerini Slâv, Roman ve İran dillerinin verileri ile
karşılaştırmak ve genel olarak Hint-Avrupa diline kadar gitmek
zorundadırlar.

Bir başka ifade ile, German dillerinin etimolojik sözlüklerinin


zaman derinliği ekseriyetle Roman dillerinin sözlüklerinin zaman
derinliğinden daha büyüktür.

6.2 Retrospektif sözlükleri yazanlar için ilk önemli soru hep


“zaman derinliği” sorusudur. Bir kökenin çıkış noktası modern
Türkiye Türkçesi ise geriye dönük olarak şu aşamalar söz
konusudur:

69
Marek STACHOWSKI

Modern Ttü. ← Osmanlıca ← Eski Anadolu Türkçesi ←


Ana Oğuzca ← Genel Türkçe ← Ana Türkçe [= Genel
Türkçe + Ana Bulgarca] (← Ana Altayca)

Bu örneği tartışmaya geçmeden önce bir ek not [6.3] yapalım.

6.3 Türkiye Türkolojisinde modern sözcükler genellikle Eski


Türkçeye geri götürülür. Halbuki, Eski Türkçe, Orhun ve Yenisey
ırmaklarının kıyılarında konuşulan homojen bir dil değildi; tam
tersine: sözkonusu coğrafyada konuşulan farklı Türk ağızlarının
çeşitli öğelerini içeren yapay bir edebî dil idi. Sözcüklerin başında
bulunan Y (a)y(a) run harfi genel olarak y diye okunur. Ancak,
Bizanslılara gelen Eski Türk Yabgusu kendi ünvanını herhalde
yabgu değil, cabgu diye telâffuz etmiş olmalıdır ki, Yunanlılar onu
[öabgu] diye kaydetmişlerdir.

Anlaşılıyor ki, Eski Türkçenin konuşulduğu zamanlarda sözbaşı


Y (a)y(a) harfi hem y hem de c diye okunurdu. Bir başka ifade ile,
Köktürk Kağanlığı’nda konuşulan bazı ağızların ses sistemi Oğuz
dillerininkinden farklı idi. Orhun Türkçesi metinleri, tek bir alfabe
ile yazılmasına rağmen tek bir düzene göre değil kişiden kişiye
değişen bir söyleyişe göre okunurdu. Yani, Orhun Türkçesi modern
Türk dillerinden hiçbirinin proto-dili sayılamaz. Adeta, o
zamanlarda konuşulan ağızların bir nevi yapay standartıdır.

Aynı olay, çeşitli Avrupa dillerinde de görülebilmekte ve bu tür


yapay bir dil çoğu kez Yunanca koine terimi ile adlandırılmaktadır.
Zaten, bu fenomen Asya dillerinde de çok iyi biliniyor. Meselâ, ilk
olarak 13. yüzyılda kaydedilmiş olan ve bugün “Klâsik öncesi
Moğolca” dediğimiz dil de bir “koine standart dili” idi.

70
ETİMOLOJİ

Bu yüzden bugünkü Türkiye Türkçesinin ataları arasında Orhun


Türkçesi bulunmuyor. Orhun Türkçesi, Eski Türk Kağanlığı’nın 8.
yüzyılda (745) yıkılışıyla beraber kaybolmuş, yerini çeşitli Türk
boylarının konuştuğu ağızlara bırakmıştır.

Bu nedenle de [6.2]’de gösterdiğimiz aşamalar arasında bir


“Eski Türkçe” aşaması mevcut değildir.

6.4 Şimdi [6.2]’de sorduğumuz soruya dönelim. Bugünkü Türkiye


Türkçesinde kullanılan herhangi bir sözcüğün kökenini Ana
Oğuzcaya kadar geri götürmek için bu sözcüğün Türkiye Türkçesi
dışındaki Oğuz dillerinde var olan karşılıklarını bulup zikretmemiz
gerekir. Ana Türkçeye kadar gitmek istememiz durumunda ise
başka Türk dillerindeki mevcut denklerini de göstermek
zorundayız. Ana Altaycaya kadar geri gidersek ‒ Japonca ile
Korece bir yana ‒ en azından Moğolca ve Tunguzca denklerini
vermemiz beklenir.

Türkiye’de doğup büyümüş bir kişinin dil yetisi ne kadar


gelişkin olursa olsun, sadece kendi dil yetisine dayanarak
Türkçenin zaman derinliği çok küçük olan bir etimolojik sözlüğünü
bile yazamayacaktır. Çünkü başka dillerin verilerini bulup
kullanamayacaktır.
19. yüzyılda bir sözcüğün karşılaştırmalı ve tarihî bütün
verilerini gösteren sözlüğe “filolojik sözlük” denmekteydi.
(Malkiel 1976: 86, dipnotu 1). Ancak böyle bir filolojik sözlük
yazabilmek için özel dillerin tarihî ve etimolojik sözlükleri, tarihî
gramer kitapları gibi birçok temel çalışma gereklidir.

71
Marek STACHOWSKI

6.5 “Evcik sözcüğü neden geliyor?” sorusuna “Ev sözcüğünden


geliyor” dersek aslında cevap vermiş sayılırız. Ancak, Türkçenin
tarihini bilmeyen, Orhun Türkçesi metinlerini okumamış biri, ev
sözcüğünün Türkçe bir sözcük olup olmadığını, Türkçede ne
zamandan beri kullanılmakta olduğunu, anlamının değişip
değişmediğini bilemeyecektir.

Türkçe kolhoz sözcüğünün kökenini soran kişi “Rusçadandır”


cevabı ile belki yetinir. Halbuki, bu cevap sözcüğün ne yapısını ne
de ilk anlamını açıklar.

TTü. vampir sözcüğünün Fr. vampire ‘ay.’ kelimesine gittiğini


öğrenmek pek ilginç ve önemli sayılmaz. Fransızca kelimenin Srp.
vampir ‘ay.’ sözcüğünden geldiği, bir Türk okuyucusunu belki
biraz şaşırtır ama, onu herhalde yine fazla ilgilendirmez. Ancak,
Sırpça bu kelimenin daha Ana Slâvca zamanlarında Türk
dillerinden alınıp TTü. obur sözcüğünün Slâvcadaki karşılığı
olduğu, yani bütün dünyada kullanılan vamp ile vampir
kelimelerinin TTü. obur sözcüğünün birer yansıması olduğu fikri
(Stachowski K. 2005) bu kelime ailesini bir Türkolog için özellikle
ilginç kılar.

Bu iki örnek, “bir adım geri” yöntemini gösteriyor. [5.6]’da


anlattığımız Leh. pejcz ‘kamçı, kırbaç’ sözcüğüne bakalım. Bir
adım geri giderek bu kelimenin Lehçeye Almancadan geldiğini
söylemekle yetinmiş olsak bunun sıradan bir alıntı olduğunu
sanacak gerçekte ise “Rückwanderer” tipinden bir gezgin sözcük
olduğunu bilemeyecektik.

72
ETİMOLOJİ

6.6 Öbür taraftan çok uzak geçmişe giden bir kökenbilimsel


sözlük yazmanın iki önemli problemi vardır.

Birincisi sözlüğün büyüklüğüdür. Çok ciltli bir sözlük bir


yandan pahalı, öbür yandan ise elverişsizdir. Bu iki etken de alı-
cıların sayısını düşürür.

Bu nedenle etimologlar, sözlüklerini fazla genişletmemeye


çalışırlar. Bu da üç yolda sağlanabilir:

[6.6a] Maddelerde ancak hazır etimolojiler verilip kökenbilimsel


tartışmalar ve kaynakça ihmal edilir;

[6.6b] Karşılaştırmalı ve tarihî veriler zikredilmez;

[6.6c] Sözcüklerin bazıları, her şeyden önce türeme sözler bir


yana bırakılır.

Bu üç yöntemin sonuncusu oldukça zararsızdır. Bu durumda


türevin temelini okuyucu, kendi başına bulmak zorundadır. [6.6a]
ile [6.6b] durumunda ise okuyucu, sözcüğün kökenini kendi
kendine incelemek, doğruluğunu kontrol etmek imkânından
yoksundur ve sözlüğün yazarına inanmak zorundadır ‒bu da ilmî
düşünüşe ve okuyucunun bilimsel gelişimine zarar verir.

Problemlerin ikincisi ise biraz utandırıcıdır. Çünkü bu, eksik


yetkinlik sorunudur. Türkologların hangisi, Anadolu
diyalektolojisi, Türk dillerinin karşılaştırmalı biçimbilimi,
Yakutçanın sesbilimi, Salarca söz oluşumu, Eski Türkçe
anlambilimi, Karaimcedeki Slâv alıntıları gibi farklı farklı konuları
aynı derecede (en iyi, mükemmel olarak) bildiğini söyleyebiliyor
acaba?

73
Marek STACHOWSKI

Avrupa kökenbiliminde Alfred Ernout (1879-1973) ile Antoine


Meillet (1866-1936) tarafından yazılmış bir Lâtin dilinin etimolojik
sözlüğü (1932) özel bir yer alır. Çünkü Ernout, Lâtin filolojisi
uzmanı olup ancak ve ancak Lâtince sözcüklerin tarihini, Meillet
ise Hint-Avrupa dilleri uzmanı olarak Lâtince sözcüklerin Hint-
Avrupa kökenini işlemiştir. Böylelikle, okuyucu bir Lâtince
sözcüğün hem Hint-Avrupa arka plânını hem de Lâtin dilinin
tarihindeki yerini, anlam ve biçiminin gelişimini, üslûp bakımından
değişmelerini dünyaca tanınan iki uzmandan edinebilir. Fakat bu
tür bir işbirliği çok nadir görülebilir.

6.7 Rus asıllı Amerikan dilbilimci Anatoly Liberman, etimolojik


sözlükleri iki gruba ayırıyor: (a) her kökenin tarihini ve bütün
tartışmalarını bir bir anlatan “analitik” sözlükler; (b) tartışmadan
daha çok hazır çözümleri veren ve kararını pek ispat etmeyen
“dogmatik” sözlükler. Liberman ancak ve ancak (a) grubundakileri
ciddiye alır. (Bu konudaki fikirlerini anlamak için şu üç yazısına
bakmak da yardımcı olur: Liberman 1994, 2002, 2005;
kökenbilimsel sözlükler ile ilgili genel bilgiler için bkz. Malkiel
1976; bundan anlaşıldığı üzere, etimolojik sözlükler üzerine
oldukça hacimli bir kitap yazmak veya özel bir kongre yapmak da
mümkündür).

Halbuki Liberman, öğrenci ve asistanlarıyla beraber yirmi yılı


aşkın bir süreden ve birçok kitap ve dergiyi taradıktan sonra 2008
yılında son derece ilginç tek ciltlik etimolojik bir sözlük çıkardığı
halde sözlükte sadece 55 sözcük ele alınmıştır. Gene de bu 55
sözcük için Liberman büyük boyutlu sayılabilecek 231 sayfalık bir
eser ortya koyabilmiştir. Almanca ve İngilizcenin klâsik etimolojik

74
ETİMOLOJİ

sözlüklerinde (Kluge, Onions gibi) aşağı yukarı 15-20 bin sözcük


vardır. Bu sözlükler Liberman’ın yöntemiyle yazılmış olsaydı
büyüklükleri 60 ile 90 bin sayfa olacaktı. Bu kadar büyük bir
sözlüğün ne kadar pahalı ve elverişsiz olduğunu söylemek bile
gerek yok. Yeter ki, sözlüğü açan okuyucunun amacını düşünelim
‒ herhalde çabucak net bir cevap bulmak ister. Fakat bir kelime
için beş-altı sayfalık tartışmayı okuduktan sonra aradığı net cevabı
da alamayınca şüphesiz memnun kalmaz.

Demek ki, Liberman’ın “analitik” dediği sözlük ancak başka


etimologlar için güzel bir eserdir. Etimolog olmayan okuyucular
galiba daha çok, Liberman’ın “dogmatik” dediği sözlüğü tercih
edeceklerdir.

Anlaşılan, bir sözlüğün hem büyüklüğü hem de zaman


derinliğini belirleyen tek bir kural yoktur. Bu konularda verilecek
her karar aynı zamanda iyi ve kötü olabilir. Çünkü her karar,
yazarın yetkinliği, sözlüğü kullanacak okuyucular, daha önce
yayınlanmış başka eserler gibi farklı farklı etkenlere bağlıdır ve bu
durumdan duruma farklılık gösterebilir.

75
7.
ETİMOLOJİLERİ DEĞERLENDİRME KURALLARI

7.1 Fr. loyal ‘sadık, vefalı’ ile Fr. légal ‘yasalı, kanunî’
sözcükleri, Lât. legalis ‘kanunî’ sözcüğünün bugünkü iki
temsilidir. Ancak, loyal kelimesi kurallı olarak değişmiş légal
kelimesi ise sonradan Lâtinceden alınıp Fransızcanın ses sistemine
uyarlanmıştır. Görüldüğü üzere, Fransız kökenbilimcileri için
Lâtinceden doğal yollarla Fransızcaya ulaşmış sözcükler ile
sonradan alınmış sözcükler arasında ayrım yapmak, son derece
önemlidir. Öte yandan, Fransızcanın durumu oldukça özeldir.
Başka diller, doğrudan doğruya kendi proto-dillerinden yeni
sözcükler alamaz. Bu türden “yerel kurallar” ile bundan sonra
uğraşmayacağız. Bunun yerine bazı genel, yani her dilde geçerli
kuralları anlatacağız.

7.2 “Herhangi bir sözcük eşitliği, etimoloji değildir”.


İki sözcük denklemini bir etimoloji saymak için sözcüğün
morfolojik yapısını belirleyip açıklamak gerekir. Örneğin, Lât.
deus ‘tanrı’ sözcüğünün Sanskritçe denginin dēvás olduğunu
söylersek bu cümlemiz aslında bir şey açıklamaz. Deus : dēvás
denklemi doğrudur ama, pratik olarak Lâtince kelimenin ne
biçimini ne de anlamını açıklar. Ancak bu iki sözcüğün Hint-
Marek STACHOWSKI

Avrupaca *dev ‘gökler’ sözcüğünden geldiğini gösterirsek Lât.


deus sözcüğünün kökünü (*dev+us) ve ilk anlamını (*‘gökle ilgili,
ilâhî’) açıklamış oluruz (Kluge 1911: 107). Gerçi, çok kere ilk
anlam pek gösterilemiyor. Örneğin, Lât. agō ‘1. yol göstermek,
yönetmek; 2. yürütmek, harekete geçirmek’ anlamları birbirine çok
yakındır. Bu açıdan ‘yürümek’ anlamı ‘yol göstermek’ anlamına
dönüşebildiği gibi ‘yol göstermek’ anlamı da ‘yürümek’ anlamına
dönüşebilmektedir (Mayrhofer 1980: 13).

7.3 “Bütün ses ve biçimbilimsel öğeler açıklanmalı”.

Anlamsal değişmeler ancak çok nadir olarak öngörülebilir ve


bunların yorumu oldukça sezgiseldir. Bu nedenle semantik
değişmelerin bir etimolojinin değerlendirilmesindeki rolü ‒
tamamen önemsiz değilse de ‒ oldukça sınırlıdır.

Ses ve biçimbilimsel öğelerin her birisi açıklanmalıdır. Bunların


bir tanesi bile açıklanmadan bırakılırsa etimoloji bir bütün olarak
sağlam sayılmaz. Örneğin:

[7.3a] Genel Tü. kapkan ‘kapan, tuzak’ = Yak. kapkān ‘ay.’


(bkz. [3.3]). ‒ Bu sözcüklerde ünlülerin niceliği farklıdır
ve bu fark kendiliğinden anlaşılacak bir özellik değildir. ‒
Kapkan sözcüğünün kap- eyleminden türetildiği apaçıktır;
-gan ekinin ünlüsü ise Ana Türkçede kısa idi. Buna göre,
Ana Tü. *kap-gan sözcüğünün bugünkü temsillerinde iki
ünlü de kısa olmalıdır.

Şimdi şu örneklere bakalım: Yak. kārtı ‘oyun kâğıdı’


< Rus. kártı (çoğul) ‘ay.’; Yak. karandās ‘kurşunkalem’ <
Rus. karandáš ‘ay.’. Görüldüğü üzere, Rusça vurgulu

78
ETİMOLOJİ

ünlüler Yakutçada uzun ünlüler olarak temsil edilir. Bu


olgu, kapkan sözcüğünün Yakutçaya doğrudan doğruya
Genel veya Ana Türkçeden değil, Kıpçakça ve Rusça
aracılığı ile geçtiği fikrini akla getiriyor, Genel Tü. *kap-
‘kapmak’ > Kıpç. *kap-gan > kapkan > Rus. kapkán ‘ay.’
> Yak. kapkān ‘ay.’ gibi. Ünlülerin niceliğini dikkate
almadan bu sözcüğün dolaşma yollarını bulamazdık.

7.4 “Net olmayan semantik değişmeler, kültürel etkenler ve


(veya) başka dillerde var olan paralel örneklerle desteklenmelidir”.
‒ Örnekler:

[7.4a] Yak. pruoska ‘1. enfiye; 2. bebeğin/çocuğun penisi’ <


Rus. (diyalekt) próška ‘enfiye’ < Leh. proszka ['prƒška], -
in hali < proszek ['prƒšek] ‘toz, podra’ (Anikin 2000: 456;
2003: 489).

Leh dilinde, dużo ['dužƒ] ‘(bir)çok’, mało ['ma²ƒ] ‘az’,


trochę ['trƒhe] ‘biraz’ gibi kelimeler ile beraber kullanılan
adlar, -in ilgi durumu ekini alır. Bu nedenle ‘çok/az/biraz
toz’ ifadelerindeki Lehçe proszek ‘toz’ sözcüğü -in ilgi
durumundadır ve bu biçim Lehçeden Rusçaya, Rusçadan
ise Yakutçaya alınmıştır.

‘Toz’ anlamının niçin ‘enfiye’ için kullanıldığı


kolaylıkla açıklanabilir. Fakat ‘toz’ anlamının nasıl
‘bebeğin penisi’ anlamına dönüştüğü o kadar açık
değildir. Bunu anlamak için kültürel bir olguyu öğrenmek
gerekir:

79
Marek STACHOWSKI

Bazı halklar, bebeklerinin sıhhî vaziyetini ve hatta


bazı hastalıkları, idrarın kokusuna dayanarak
belirleyebiliyorlar. Bu amaçla tecrübeli kişiler bebeğin
penisini koklar. Koklamada bebeğin penisinin enfiyeye
benzetilmesi böyle bir çağrışımı mümkün kılar. Böylece,
‘enfiye’ anlamının ‘penis’ anlamına dönüşmesi için
kültürel bir olguyu bilmek etimolojiyi doğru yapmamızda
önemli bir rol oynar.

Buna paralel başka bir örnek daha vardır: Rus. tabák


‘1. tütün; 2. enfiye’ kelimesi önce Tatarcaya geçip tĕmĕkĕ
şeklini almış fakat anlamı değişmemiştir. Ancak
Tatarcadan Çuvaşçaya geçtikten sonra biçimi tümek
şeklinde değişmiş, manası ise ‘penis’e dönüşmüştür.
Zaten Rusçanın Ural Dağlarında konuşulan
diyalektlerinde de bu sözcük tabák ‘bebeğin penisi’
olarak geçer.

[7.4b] İng. butterfly ‘kelebek’ sözcüğünü [1.4b]’de anlatmıştık.


Orada verilen açıklama, German halklarının folkloruna
dayanıyordu. Buna İngilizce dışındaki German dillerinde
mevcut olan paralel örnekleri de katabiliriz. Bunlardan
biri, [1.4b] maddesinde anlatılmıştı: Alm. Schmetterling
‘kelebek’. Fakat Almancanın ağız ve şivelerinde, manası
yine ‘kelebek’ olan başka adlar da vardır, msl.
Buttervogel (harfi harfine ‘tereyağı kuşu’) ve Molkendieb
‘peynir suyu hırsızı’.

80
ETİMOLOJİ

[7.4c] Fr. sarrasin ‘karabuğday’ sözcüğü, harfi harfine ‘Sarazen


(tahılı)’ demektir. Bu ad, ya karabuğdayın geldiği
memlekete ya da esmer rengine göre türetilmiştir.
Öyleyse, karabuğdayın bazı Avrupa dillerindeki adlarına
ve anlamlarına bakalım: Lehçe (tatarka) ve Fince (tattari)
adları Tatar’lardan gelmektedir. Karabuğdayın Lehçedeki
bir diğer karşılığı olan (litewka) ise Litwa ‘Litvanya’
adından türetilmiştir. Yine bir başka Lehçe kelime
(gryka), Ukraynaca (hrečka) ve Rumence (hrişcă)
kelimeleri ise, ‘Yunan’ (Grek ~ Hrek) sözcüğünden
gelmektedir. Karabuğdayın Portekizcedeki karşılığı olan
trigo mourisco ise aslında ‘Mağripliler tahılı’ demektir.

Uzun sözün kısası, çeşitli Avrupa dillerinde


karabuğdayın adı, anlaşılan o ki bu tahılın rengine göre
değil, geldiği (daha doğrusu, geldiği sanılan) memleketin
veya halkın adına göre türetilmiştir. Onun içindir ki, Fr.
sarrasin adının da renge göre değil, menşeye göre
türetildiği sanılmaktadır (Mańczak 1999: 95).

[7.4d] TTü. Tanrımisafiri ifadesindeki misafir, kimseye bağlı


olmayıp Allah’ın himayesi altında bulunur. Aynı mantık
galiba Rusçanın Yakutistan diyalektinde kullanılan bóžıy
oléń ‘yabanî ren geyiği’ (harfi harfine: ‘Tanrı geyiği’) ve
Ural dil ailesine mensup olan Selkupça numatǝ ‘yabanî
ren geyiği’ (< num ‘Tanrı’ + atǝ ‘ren geyiği’)
sözcüklerinde de saklıdır. Aynı mantık Sibirya dışındaki
dillerde de bulunabilir. Örneğin, Let. dieva zuosis ‘yabanî
kazlar’ (< dieva ‘yabanî’ < dìevs ‘Tanrı’), Hit. šiunaš

81
Marek STACHOWSKI

ḫuitar ‘yabanî hayvanlar’ (< šiuna ‘Tanrı’). Bu gibi


paraleller, TTü. Tanrımisafiri deyiminin anlamsal alt
yapısını açıklamada kullanılabilecek önemli verilerdir.

7.5 “Bir anlamsal grubu oluşturan sözcükler çoğu kez bir ve aynı
biçimbilimsel modele göre yapılır (örn. Türkiye Türkçesindeki
yemeklerin -ma ekli adları, dolma, sarma, kıyma, dondurma gibi).
Bu modeli bulup sürekli göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Modele uymayan sözcükler ise özel olarak açıklanmalıdır.”.
Buna örnek için [3.2b] maddesinde anlatılan Osetçe Amistol
adına bakınız.

7.6 “Bir etimolojide birden fazla sıradışı fonetik, morfolojik veya


semantik olay veya süreç sözkonusu ise bu etimoloji büyük bir
ihtimalle tam ve doğru değildir.”.

Buna örnek olarak [2.5a] maddesindeki Mac. gyere! ‘gel!’


sözcüğünü verebiliriz. Bu deyimin başı ve sonu sözde düşer,
manası ise sözde tam karşıt bir anlama dönüşür.

Bir sözcüğün başındaki hecenin düşmesi, bilinen bir olaydır,


örn. Osm. uş imdi > TTü. şimdi gibi. Sonundaki hece de düşebilir,
örn. İng. photograph > photo ‘fotoğraf’ gibi. Anlam da tam tersine
dönüşebilir ‒ İng. egregious ‘çok fena, fevkalâde kötü’ < Lât.
egregius ‘şanlı, meşhur, ünlü’ gibi. İmkânsız olan tek şey, bu üç
olayın bir ve aynı sözcükte vuku bulmasıdır.

7.7 “Etimoloji bir birleşimsel bilim dalıdır (bkz. [1.5]). Onun için,
bir kökenbilimcinin vardığı sonuçlar, başka bilimlerin sonuçlarına
ters düşemez.”.

82
ETİMOLOJİ

Özellikle dilbilimciler ile arkeologlar arasında çok kere


tartışmalar yaşanır ve her grup, kendi metot ve sonuçlarının daha
önemli olduğunu göstermeye çalışır. Halbuki, geçmişte, hem
dilbilimin hem de arkeolojinin verilerini açıklayacak birtakım
fenomenlerin varolduğu hiç şüphesizdir. Ancak, halat çekişmeden
vazgeçip bu durumu beraber aramamız gerekir.

83
8.
KÖKENBİLİMCİNİN ÇALIŞMA AŞAMALARI

8.1 Aşağıda bahsedilecek çalışma aşamaları, oldukça ideal bir


plan oluşturuyor. Bazı durumlarda bütün bu yolu aşama aşama
takip etmek mümkün değildir. Gene de ayrı aşamaların amaç ve
önemini öğrenmek yerindedir.

8.2 Filolojik verileri tarayıp toplama birçok mühim soruya cevap


vermekte son derece yardımcı olur:

• Araştırdığımız sözcük geçmişin ayrı ayrı devirlerinde


aynı biçimde ve aynı anlam ile mi kullanılıyor?

• Bu sözcük, bir sözcük ailesine mensup mudur? Bu


ailedeki yeri nedir?

• Biçimbilimsel yapısı açıklanabilir mi?


• Argoya veya bir başka özel üslûba eskiden bağlı mıydı ve
bugün bağlı mıdır?

Bazı sözlüklerde bir sözcüğün her anlamı için orijinal


metinlerden birer-ikişer kayıt verilir. Bu kayıtları okuyunca
sözlükçünün sözcüğümüzü doğru anlayıp anlamadığını
inceleyebiliriz. Onun için kayıtlı sözlükler kayıtsız sözlüklerden iyi
sayılır (Seebold 1981: 283-285).
Marek STACHOWSKI

8.3 Karşılaştırmalı verileri tarayıp toplama. ‒ Proto-dilden miras


alınan sözcüklerin sayısı bir dilde genel olarak yabancı dillerden
alınan sözcüklerin veya çok yeni türevlerin sayısından büyüktür.
Ancak, geçmişte çeşitli ses değişmelerine uğrayan, bazen yapısında
kullanılmaz hale gelen ekler, gövdeler bile bulunan bu eski
sözcüklerin kökenini belirlemek çok zordur. Akraba dillerdeki
mevcut karşılıklar, bir yandan analizi kolaylaştırır (bazen âdeta
mümkün kılar), öbür yandan ise doğruluğunu kontrol eder. Çünkü
çözümlememiz doğruysa sonuçların sadece araştırdığımız dilin
verilerine değil, akraba dillerdeki verilere de uyması gerekir.

Karşılaştırmalı verileri toplamak işi, yöntem bakımından ilk


bakışta oldukça kolay görünebilir. Halbuki bu aşamada ara sıra çok
önemli bir hataya rastgeliriz. [9.6c] maddesinde gösterileceği gibi,
Yakutça tıa sözcüğü, kökeni bakımından Genel Tü. tāg ‘dağ’
kelimesi ile bir ve aynıdır. Buna rağmen bugünkü Yakutçada
anlamı ‘orman’dır. Demek ki, Yakutça tıa sözcüğünün Türkiye
Türkçesinde iki karşılığı var: Ses (ve aynı zamanda etimoloji)
bakımından dağ, anlam bakımından ise orman kelimesi. İşte
karşılaştırmalı veriler arasında bir sözcüğün ancak ve ancak ses
yani köken karşılıkları bulunabilir. Veriler arasındaki anlam
benzerlikleri ve farkları, sadece ses tarihi bakımından bir takım
teşkil eden sözcükler için önemli olabilir. Yak. tıa ve TTü. orman
kelimeleri, ses açısından birbirleriyle ilişkili olmadıklarından
anlamlarının aynı olması kökenbilimci için önem taşımaz.

8.4 Biçimbilimsel analiz. ‒ Bu aşamanın amacı, bir sözcüğün


kök, gövde ve eklerini belirlemektir. Kök bulmak genellikle
oldukça zor bir iştir. Özellikle Hint-Avrupa dilleri gibi bükümlü

86
ETİMOLOJİ

dillerde sözcüklerin gövde - ek sınırını belirlemek çok kolay


değildir. Bunun iki sebebi vardır: (a) Hint-Avrupa dillerindeki
sözcüklerde gövdenin son hecesindeki sesler ya tamamiyle
düşebilir ya da ekin ilk sesi ile birleşebilir; (b) Avrupa’nın
bükümlü dillerinin tarihî imlâsında bazı eski (ve etimoloji
bakımından yanlış) yazılışlar bugüne kadar kullanılagelmektedir.
Şu örneklere bakalım:

[8.4a] Modern Alm. mögen ‘yapacak halde olmak’ eylemi Eski


Alm. magan ‘ay.’ ilk-biçimine gider. Gövdesi mag- olan
bu eylemden Eski Alm. *mag-ti adı türetilmiştir. Ancak
-gt- ses öbeği -ht- diye söylendiği için bu sözcük daha
Eski Almanca zamanlarında (6.-10./11. yy.) mahti diye
yazılmaya başlanmıştı. Bu sözcüğün bugünkü temsili,
Macht ‘güç, kuvvet’ sözcüğüdür. Modern ‹Macht›
yazılışı, bu kelimenin mach-en ‘yapmak’ eyleminden
geldiği fikrini uyandırabilir. Halbuki, İngilizce
karşılığının, yani might ‘güç, kuvvet’ sözcüğünün
geleneksel yazılışı bu kelimenin -g-’li bir gövdeden
türetildiğini gösterir.

Bu etimolojiyi göz önünde bulundurarak, Alm. Tracht


‘elbise, kıyafet’ ile trächtig ‘yüklü, gebe (hayvan)’
sözcüklerinin de -g-’li bir gövdeden yapıldığını anlarız.
Ve hakikaten, ikisi de Alm. trag-en ‘(üstünde, içinde,
yanında) taşımak’ eyleminden türetilmiştir.

8.5 Anlamsal ilişkiler. ‒ Mâlum olduğu üzere, kök, gövde ile


ekler arasındaki anlamsal ilişkileri açıklamak, sözcüğün “gerçek”
manasını bulmaktır; bu da Eski Yunanlıların bir etimolojiden
87
Marek STACHOWSKI

bekledikleri en önemli şeydir. Bunu yapabilmek için çok kere


ancak sözcüğün tarihini değil, bu sözcüğün adlandırdığı nesnenin
de tarihini öğrenmek zorundayız.

19. yüzyılda yaşayan Alman dilbilimcisi Hermann Paul (1846-


1921), Alm. Wand ‘duvar’ sözcüğünün wenden ‘döndürmek,
çevirmek’ eyleminden geldiğini sanıyordu. Anlam bakımından,
duvarın, insanın geçemeyip geri döndürüldüğü yer olduğunu
tahmin edenlerdendi (Seebold 1981: 296; bu bağlamda krş. Alm.
Wendepunkt ‘dönüm noktası’).

Halbuki, Alm. wenden fiili çokanlamlıdır. Bu sözcük, aslen


‘kıvırmak, örmek, dolamak’ ~ ‘bir şeyin kıvrılmasını, dolanmasını
sağlamak’ manasına geliyordu. İlk duvarlar ise, ne taş ne kerpiç ne
de tahtadan yapılıyordu. Bunlar aslında balçıkla sıvanan örgü veya
çit biçimindeydi. Onun için de “duvar” kavramı ‘örmek’ ~
‘kıvrılmayı sağlamak’ anlamından türetilmiştir. Zaten Türkçe,
‘duvar yapmak’ için bugün bile duvar örmek denilebilmektedir.

Anlamsal ilişkiler açıklanınca insanın aklına bir soru daha


geliyor: Germanlar, örülen duvarların yerine taş veya kerpiçten
duvarları yapmaya başlayınca bunlara da Wand mı diyorlardı?
Herhalde ilk zamanlarda demiyorlardı. Çünkü Germanlar, duvarı
taş veya kerpiçten yapmayı Romalılardan öğrenip Lât. mūrus
‘duvar’ sözcüğünü de Lâtinceden alıp mūr diye telâffuz ederlerdi.
Bu kelimenin bugünkü temsili Alm. Mauer ‘duvar, sur’
sözcüğüdür. Zamanla duvarlar örülmez oldu ve bu nedenle Alm.
Wand ile Mauer sözcükleri birbirine daha yakın oldu.

88
ETİMOLOJİ

Zaten bu yakınlık ancak anlamda değil, gramer özelliklerinde


de görülebilir: Wand kelimesi başlangıçtan beri dişil ad idi. Mūr
sözcüğü ise (tıpkı Lâtince etimonu gibi) eril idi. Bu iki kelime
anlam açısından birbirine yaklaşınca yabancı olan mūr sözcüğü, bir
gramer özelliği olan dilbilgisel cins bakımından da Germanca
miras sözcüğü olan Wand adının cinsine tâbi oldu. Neticesinde,
bugün hem Wand hem de Mauer kelimeleri birer dişil addır (Kluge
1989: 467b; Levitskiy 2010: 598).

Anlamsal ilişkileri araştırmak, bunların tarihî değişimlerini


tasarlayarak ad ile nesne arasındaki bağları göstermek, çok zor bir
iştir doğrusu ve çok zaman ister. Fakat yapılınca gelecekteki bütün
araştırmalar için çok sağlam bir temel oluşturur.

8.6 Sözcüğün tarihi. ‒ Bir etimolojik sözlükte her kelimenin


bütün kayıtlarını zikretmek ne mümkündür ne de elverişlidir. Ama,
bütün önemli değişmeleri ve bu değişmelerin nedenlerini gösteren
kayıtlar ‒ mümkünse ‒ verilmelidir. Bu amaçla kökenbilimci iyi ve
detaylı bir tarihî sözlüğe bakar. Bir dil için kapsamlı tarihî
sözlükler yazılmadan önce tam etimolojik bir sözlük de yazılamaz.
Onun için tarihî (ve karşılaştırmalı) sözlükler son derece önemlidir.

8.7 Etimolojinin doğruluğu. ‒ Araştırılan sözcüğün kökenini


belirledikten sonra etimolog, iddiasını kontrol ederek birçok soruya
cevap vermektedir. Bu sorular üç gruba ayrılır (Seebold 1981:
301):
[8.7a] Varsayım ile delillerin değeri:

• Bütün varsayılan ses ve anlam değişmeleri için farklı


örnekler de bulunabilir mi?

89
Marek STACHOWSKI

• Teklif edilen etimolojide, şüpheli noktaların net olmayan


delillerle açıklandığı oluyor mu? Örneğin, İng. dwarf ‘cüce’
sözcüğünün karşılıkları bütün Batı German dillerinde varken
Gotçada ve başka Hint-Avrupa dillerinde mevcut değildir. Bu
sözcüğün, Skr. dhvarás+ ‘namuzsuz, hilekâr’ veya Yun.
sér(i)fos ‘sivrisinek’ kelimesine bağlı olduğu iddia edilmiş
ama bu iki sözcüğün kökeni belirlenememiştir (Liberman
2005: 168). Bu gibi bir duruma “şüpheli olanı net olmayan ile
açıklama” diyebiliriz.

[8.7b] Mantıkî düşünce zincirinin kusursuzluğu:

• Delillerde açıklanmamış noktalar kaldı mı?

• Toplanan verilerden tek bir sonuca mı varılabilir? Başka


sonuçlar da çıkarmak mümkün ise bunlar yeterince tartışıldı
mı?

• Sözcüğün bütün özellikleri ve mantıkî tartışmada her bir


düşünme aşaması açıklandı mı?

[8.7c] Rakip etimolojiler:

• Bizim etimolojimiz, daha önce teklif edilen etimolojilerin


şüpheli yerlerini açıklayabiliyor mu?

• Yeni etimoloji görüş ufkumuzu ne dereceye kadar


genişletiyor?

8.8 Etimolojiyi tahrir etme. ‒ Bir yazı yazmada belki de en zor iş,
gelecekteki okuyucuların şüphelerini ve sorularını öngörmektir.
Yazısını anlaşılabilir kılmayı ve kabul ettirmeyi kolaylaştırmak
için yazar bütün veri ve delillerini derli toplu bir şekilde
90
ETİMOLOJİ

sunmalıdır. Bu amaçla yazının paragrafları baştan başa


numaralanabilir. Öyleyse, makalesinin, örneğin, ikinci paragrafını
sesbilimsel konulara ayırmış olan yazar, sekizinci paragrafı yazdığı
gün yine sesbilim ile ilgili bir ek veya not yapmak isterse bu
sayede ikinci paragrafa dönebilecektir. Böylelikle, sesbilime âit
bütün veri ve deliller, makalesinin hep bir yerinde bulunacaktır. Bu
yöntem sâyesinde, yazar yazısında mevcut olabilecek noksanları
görüp tamamlayabilecek, okuyucu ise yazıyı daha kolay bir şekilde
anlayacaktır.

Bir başka problem, zikredilen verilerin kaynağıdır. Genel olarak


her sözcük, her veri kaynaklandırılmalı, diyoruz. Fakat bu kural,
herkesçe bilinen veya kolay kolay bulunabilen sözcükler için
geçerli değildir. İng. dog ‘köpek’, police ‘polis’ veya man ‘adam’
gibi bir kelimeyi kaydeden kaynağı vermek, yazıyı boşuna
uzatmaktan ve anlaşılır bir maddeyi anlaşılmaz hale getirmekten
başka bir işe yaramaz.

Yazıda, tartıştığımız sorunun tarihini ‒ kısa da olsa ‒ anlatmak


da çok önemli ve faydalı olabilir. Çünkü bunun sâyesinde okuyucu
yazarın teklifini, rolünü, katkısını ve önemini daha iyi anlayacaktır.

Eskiden, adlarında Lât. Miscellanea ‘her türlü, çeşitli şeyler’


veya Notationes ‘notlar’ sözü bulunan yazılar çok yaygındı. Bu tip
makaleler, bir veya birkaç etimoloji ile ilgili ayrıntıların anlatıldığı
kısa yazılardı. Bunlar aslında ancak tecrübeli araştırmacılar için
yazılıyordu. Bu kadar kısa ve tamamlayıcı, bir de sadece uzmanlar
için yazılan yazılarda sorunun tarihi genellikle anlatılmazdı. Ancak
bugün bu tür yazılar oldukça seyrek bulunabiliyor.

91
9.
EK BİLGİLER:
ETİMONUN ANLAM VE MANASI.
“İZOSEMANTİZM” YÖNTEMİ

9.1 Az. kabar ‘nasır’ = Hal. kāapar ‘su kabarcığı’, Kar. kabar
‘ay.’ sözcüklerinin ana biçimi *kāpār olarak tasarlanır. Etimon
denilen bu ana biçimin anlamı galiba *‘kabarcık’ idi. Görüldüğü
üzere, tasarlama sürecinde ‘nasır’ ve ‘su kabarcığı’ gibi modern
somut anlamların müşterek payı çıkarılınca geriye kalan anlam,
sözcüğün aslî anlamı olarak kabul edilir.

Başka durumlarda müşterek bir pay bulmak o kadar zordur ki,


etimonun bir tek anlamı yerine bir “anlamlar silsilesi” verilir, örn.
Alm. Weide ‘otlak, yaylak’ = Eski İng. wāð ‘avlama, av’
sözcüklerinin etimonu olan *waið sözcüğü için Levitskiy (2010:
580) iki anlam veriyor: ‘avlama; otlak’ (Görüldüğü gibi Levitskiy,
anlamların müşterek payını çıkarmaktansa onları topluyor). Bu iki
kelime ‘evden yola çıkmak’ anlamına gelen bir eylemden yapılmış
birer türev olduğu için Levitskiy, bu türevlerin ilkel anlamı
konusunda karar verememiş ve bu anlamları toplamak zorunda
kalmıştır.

9.2 Yine Az. kabar ‘nasır’ = Hal. kāapar, Kar. kabar ‘su
kabarcığı’ sözcüklerine bakalım. Bunların etimonu olan *kāpār
sözcüğü, *kāpā- ‘şişmek’ fiilinden türetilmiştir. Dolayısı ile
Marek STACHOWSKI

sözcüğün ilk ve lâfzî anlamı *‘şişer’ veya *‘şişmiş’ idi. Bir başka
ifade ile, lâfzî anlamı *‘şişer, şişmiş’ olan *kāpār sözcüğü
‘kabarcık, şişmiş bir yer’ anlamıyla kullanılmıştır. Bir etimonun ilk
ve lâfzî anlamına genellikle ‘etimolojik mana’, proto-dilde
gerçekte kullanılan anlamına ise ‘ilk anlam’ veya ‘aslî anlam’
deriz. Aslında, etimonlar için ‘mana’ ve ‘anlam’ terimlerini de
kullanabiliriz.

Sanskritçe mahā ‘büyük’ ve rāǯa ‘prens’ öğelerinden ibâret ve


lâfzî anlamı ‘büyük prens’ olan mahārāǯa kelimesi ünvan olarak
kullanılırdı. Ancak, bu kelime Eski Türkçeye alındıktan sonra
Makarač şeklini almış ve bir ihtimale göre sadece bir ünvan olarak
değil, aynı zamanda bir kişi adı olarak da kullanılmıştır (Ölmez
1999: 64). Bu örnekten anlaşıldığı üzere, özel adlarda, lâfzî ve
hakikî anlamlar birbirinden çok uzaklaşabilmektedir. Bu
uzaklaşma özel adlarda gerçek anlamın tamamen kaybolup sadece
bir kişiyi simgelemesine kadar uzanabilmektedir.

Öbür taraftan, özel adlar normal adlara dönüşüp bir anlam


alabiliyor. Örneğin:

Ar. ḥtm ‫‘ حتم‬karar vermek’ kökünden türetilmiş ḥātim ‫حاتم‬


‘hakim, yargı’ sözcüğü zamanla çocuk adı olarak da kullanılmıştır.
Bedevîler arasında, adı Ḥātim olan bir kişi, cömertliği ile şöhret
kazanmış; bunu örnek alarak, Doğu’nun çeşitli dillerinde hâtim
sözcüğü ‘cömert’ anlamı ile kullanılmaya başlanmıştır (Gafurov
1987: 14). Zaten, Osmanlıcada da hâtim veya hâtem ‘cömert’ sıfatı
ve ondan türetilmiş hâtemâne ‘cömertçe’ belirteci kullanılmakta
idi.

94
ETİMOLOJİ

Demek ki, bu durumda önce ‘hakim, yargıç’ anlamına gelen bir


sözcük, özel bir ada dönüşerek normal anlamını yitirmiş, sonra ise
bu özel ad yine sıfat olup ‘cömert’ anlamını almıştır.

Bir başka örnek, TTü. bıçak ‘kesici araç’ sözcüğüdür. Malûm


olduğu üzere, bu sözcük biçmek eyleminden gelir. Demek ki, ilk
anlamı bugün olduğu gibi ‘kesici araç’ iken etimolojik manası
*‘biçici’ ~ *‘kesek’ idi. Bu örnekte, aslî anlam ile etimolojik anlam
arasındaki fark çok küçüktür.
Fakat Slâv dillerindeki nož ‘bıçak’ sözcüğünün durumu daha
farklıdır. Çünkü Slv. nož sözcüğü, aslen ‘iğnelemek, delmek’
manasına gelen *nĭz-ti eyleminden türetilmiştir ki bu durumda
kelimenin etimolojik manası ‘delici, iğneleyici’, aslî anlamı ise
daha çok ‘biz, tığ gibi bir araç’ idi. Görüleceği üzere TTü. bıçak ve
Slv. nož ‘bıçak’ kelimeleri, tarihî anlambilim açısından birbirine
pek benzememektedir.

Öbür taraftan, bu gibi analizler bazen çok şaşırtıcı özellikleri


gün ışığına çıkarır. Meselâ, İng. mate ‘1. arkadaş, dost; 2. eş, koca,
karı’ sözcüğü aslen ‘yemek+daş’ manasına geliyordu ve İng. meat
‘et’ sözcüğü ile kökteştir (Levitskiy 2010a: 377). Bunu görünce,
Türkçe şaka olsun diye söylenen kaşık düşmanı ‘kadın, eş’
sözcüğünü düşünmemek elde değildir. İkisi de, belki etin, yemeğin
‒ zor bulunabildiği için ‒ son derece önemli ve değerli olduğu ve
sadece gerçek dostlar ile paylaşıldığı zamanların birer izidir.
9.3 Anlamsal değişmeler çoğu kez ilginç, bazen de komik bile
olabiliyor. Buna rağmen anlam değişmeleri ses değişmeleri kadar
düzenli olmadığından önceden varsayılamazlar, olsa olsa tahmin

95
Marek STACHOWSKI

edilebilirler. Buna bakmadan, bazı dilbilimciler anlamsal


değişmelerin kurallarını bulmaya çalışıyor. Örneğin:

Alman dilinde pro Kopf ve pro Nase ‘beherine, adam başına’


deyimleri var. Aslî anlamları ‘(bir) baş için’ ve ‘(bir) burun
için’dir. Görüldüğü üzere, baş ve burun kavramları insan için
kullanılabilmektedir (Türkçede zaten (adam) başına ~ beherine
deriz). Ancak, bunun tersi bir durum sözkonusu olamaz. Yani
‘insan, adam’ manasına gelen sözcük ‘baş’ veya ‘burun’ olarak
kullanılamaz. Bundan şu kural çıkarılabilir: «Bir uzvun adı ‘insan,
adam’ anlamını alabilir. Fakat tersi olamaz».

9.4 Pek düzenli olmayan anlamsal değişme kurallarının hiç


faydası var mı? Evet vardır. Hem de iki tip faydası vardır.

Bir yandan, bir etimolojide ses değişmeleri tam kesin, güvenilir


değil ise anlamsal değişmeler yardımcı ölçüt olarak kullanılabilir
(bkz. [9.4a]). Öbür yandan ise bir dilde yapılan rekonstrüksiyon,
bir başka dildeki paralel anlamsal gelişmeye dayanılarak
netleştirilebilir veya tamamlanabilir (bkz. [9.4b]). Örneklere
bakalım:

[9.4a] Alm. Schwert ‘kılıç’ ile Schwarte ‘domuz derisinin kıllı


dış tabakası’ sözcükleri sesbilim bakımından bir müşterek
köke gidebiliyor. Ancak, bir kökü teklif etmek, aynı
zamanda bu kökün anlamını da bulmak demektir. Bu
kadar farklı anlamlar için ne gibi bir “çıkış yeri”
bulunabilir? Bu soruya cevap verme noktasında, insan
başlangıçta ümitsizliğe düşse de aslında bu problemi
çözmek hiç de imkansız değildir. Çünkü Eski İzl. sigg

96
ETİMOLOJİ

‘deri’ sözcüğünün akrabaları arasında sǫg [såg] ‘testere’


sözcüğü de var. Anlaşılan o ki en azından German
halkları ‘kesici araç’ ile ‘deri’ kavramlarını herhangi bir
suretle birbirine bağlıyordu. Şimdi, Lât. callum ‘kalın
deri’ sözcüğünün HA. *skel- ‘kesmek’ eyleminden
türetilip ilkin *‘kesilen şey’ demek olduğunu öğrenirsek
Germanların mantığını da anlarız: Alm. Schwert ‘kılıç’ ile
Schwart ‘bir nevi deri’, Eski İzl. sigg ‘deri’ ile sǫg
‘testere’ kelimelerinin kaynağı, ‘kesmek’ manasına gelen
bir eylem olmuştur (Levitskiy 2010a: 529).

[9.4b] Yukarıdaki [6.1] maddesinde gösterildiği gibi Ana Türkçe


*kul ‘küçük’ sözcüğü, Hint-Avrupa dillerindeki bir
paralel gelişmeye dayanılarak daha eski bir anlama geri
götürülebilmektedir.

9.5 Görüldüğü üzere, aslî anlam ile modern anlam arasında bir
takım merhaleler bulunabilmektedir. Bunları yeniden tasarlamak
bazen çok zordur, bazen de imkânsızdır. Bu açıdan yapmış
olduğumuz yeniden tasarımlar mümkünse eski metinlerin filolojik
edisyonlarından aldığımız bilgilere dayanmalıdır.

Ne yazık ki, “düzenli semantik kuralları” terimi, çok kere bu ara


merhaleyi hesaba katmaz. Örneğin:

•1 •3
•2
A• •4 •B
•5 •6

97
Marek STACHOWSKI

Üç sözcüğün anlamsal gelişimi hep A’dan B‘ye giderse, genel


olarak bu üç kelimenin bir ve aynı semantik kuralı gösterdiği
düşünülebilir. Halbuki, A‒1‒2‒3‒B, A‒1‒2‒6‒B, A‒4‒2‒3‒B,
A‒4‒2‒6‒B, A‒5‒6‒B, A‒5‒6‒2‒3‒B gelişimleri hiç de aynı
değildir. Bu soruna aşağıda tekrar temas edeceğiz.

9.6 “İzosemantizm”, yani ‘anlamsal gelişimin paralelliği’ kuralını


aslında Semitik dilleri uzmanı olan Rus dilbilimcisi Solomon S.
Mayze (1900-1952) türetti. Fakat onu en çok destekleyip
yaygınlaştıran kişi bir başka Rus dilbilimcisi ve Amharca uzmanı
V. P. Starinin (1903-1973) oldu.

Bu kural iki madde olarak şu şekilde gösterilebilir (Otkupşçikov


1967: 199-203):

[9.6a] A ve B sözcüklerinin anlamları arasındaki nispet, C ve D


sözcükleri için de geçerli oluyorsa C ve D sözcüklerinin
birbiriyle akraba olması oldukça kesindir.

[9.6b] A kökünden türetilmiş bir sözcük iki anlamlı olup bu


anlamlar arasındaki nispet C ve D sözcükleri için de
geçerli oluyorsa C ve D sözcüklerinin birbiriyle akraba
olması katiyen doğru ve kesindir.

Görüldüğü üzere, Starinin’in tahriri çok katîdir. Ancak doğru


mudur? Şu iki modele bakalım:

[9.6c] ‘Sepet’ anlamlı sözcükler birçok dilde, ‘kesmek’ anlamlı


eylemlerden türetilmiştir. Yani, bütün bu dillerde ‘sepet’
ile ‘kesmek’ nispeti tekerrür eder. Fakat ‘kesmek’ ile

98
ETİMOLOJİ

‘sepet’ arasında çok farklı merhaleler de bulunabilir.


Hint-Avrupa dillerinde şu dört model belgelenmiştir:

• ‘kesmek’ → ‘kabuk, soymuk’ → ‘sepet’

• ‘kesmek’ → ‘çubuk’ → ‘örmek’ → ‘sepet’

• ‘kesmek’ → ‘deri’ → ‘çuval, kese’ → ‘sepet’

• ‘kesmek’ → ‘oyulmuş kap’ → ‘sepet’

Bu anlamsal modellerde ilk ve son anlam hep aynı olduğu halde


aralarındaki semantik nispet için aynı denemez. Demek ki, C ve D
sözcüklerinin anlamları tıpkı A ve B sözcüklerininki gibi olsa bile
C‒D nispeti A‒B nispetine denk gele de bilir, gelmeye de bilir.

Bir başka örneği ‘dağ’ ile ‘orman’ sözcükleri oluşturur. Slâv


dillerinde ‘dağ’ anlamlı kelime, gora’dır. Fakat Bulgar dilinde bu
sözcüğün anlamı ‘orman’a değişmiştir. Bunu şöyle gösterebiliriz:

‘dağ’

◊○ ‘ağaçlı/ormanlı dağ’

○◊ ‘dağdaki orman’

‘dağ’ ○ ◊ ‘orman’

TTü. dağ sözcüğü çeşitli Türk dillerinde aynı anlam ile


kullanılmaktadır. Fakat Yakut dilinde tıa biçimini almış olan bu
sözcük ‘orman’ anlamına dönüşmüştür. Yani Yakutça ile Türkiye

99
Marek STACHOWSKI

Türkçesi arasındaki nispet Bulgarca ve Genel Slâvca arasındaki


nispete benzer. Ancak Türk dillerindeki durum bugün başka türlü
açıklanmaktadır. Çünkü Türkolojide artık Ana Türkçe *tāg
sözcüğü için ‘ormanlı dağ’ anlamı kabul edilmektedir:

‘ormanlı dağ’
◊○

‘dağ’ ○ ◊ ‘orman’

Bu varsayım doğru ise Slâv ve Türk dillerindeki anlamsal


nispetler birbirine hiç benzemez.
(Ek: Hem Türk hem de Slâv filolojisinde ilkin bir ve aynı
durum belirlenmiştir: Bir sözcüğün anlamı hemen hemen
bütün dillerde ‘dağ’dır, ancak bir dilde ‘orman’dır. Bu
durumu açıklamaya çalışırken Slâv filologları kendi
modelini, Türkologlar da kendi modelini önermişlerdir.
Hangisi doğrudur, aslında bilinmez. Buna rağmen sözü
edilen problem için aşağıdaki çözüm yolları önerilebilir:
(a) İki model de doğrudur; (b) Slâv modeli Türk dilleri
için, Türk modeli ise Slâv dilleri için doğrudur; (c) İkisi
de yanlıştır; (d) Slâv modeli hem Slâv hem de Türk dilleri
için doğrudur, Türk modeli ise yanlıştır; (e) Türk modeli
hem Türk hem de Slâv dilleri için doğrudur, Slâv modeli
ise yanlıştır. Görüldüğü gibi, problemin çözümü için beş
varsayım düşünülebilir ise de bunların hiç biri bu zamana
kadar tartışılmamıştır…)

100
ETİMOLOJİ

Bu durumda, [6.1] ve [9.4b] maddelerinde dile getirdiğimiz an-


lamın yeniden tasarlanmasının modifikasyonunun, yani hafifçe
değiştirilmesinin imkânını düşünmemiz lâzımdır.

[9.6d] Bir dilde A adından B sıfatının türetilmiş olduğunu, bir


komşu dilde ise A adıyla aynı anlama gelen bir C adının
var olduğunu düşünelim. Bu dili konuşanlar, A : B
nispetini örnek alarak kendi dillerinde de C adından bir D
sıfatını türetiyor ki, bunun anlamı B sıfatının anlamına
denk geliyor. Bu durumda, C : D nispeti, A : B nispeti ile
yüzde yüz aynı olabilir. Gene de bu iki nispet birbirinden
bağımsız olmadığına göre hiç bir şey ispatlayamaz. Örnek
olarak, şu Rusça ve Yakutça kelimeleri alalım:

Bir yandan Rus. nadéžda ‘ümit’ → nadëžnıy ‘güvenli,


emin’; öbür yandan Yakut dilinde erel ‘ümit’ sözcüğü
vardır. Rusça kelime çiftini örnek alarak Yakutlar erel
‘ümit’ adından erel+lēh ‘güvenli, emin’ (harfi harfine
‘ümitli’, yani ≈ ‘ümit veren’) sıfatını türettiler. Demek ki,
erel : erellēh nispeti tıpkı nadéžda : nadëžnıy nispeti
gibidir. Fakat bu denklem hiç bir şey ispatlayamaz.

Görüldüğü üzere, bir oranın iki gaye kıymeti aynı olan sözcük-
ler arasındaki nispet, semantik gelişimi yeterince belirleyemez. Bu
durumda, Starinin’in tahriri yanlıştır. Gene de, “izosemantizm”
prensibi dikkatli bir şekilde kullanılırsa yardımcı bir ölçüt olarak
uygulanabilir. Şu örneğe bakalım:

101
Marek STACHOWSKI

[9.6e] TTü. kreten sözcüğü Fr. crétin ‘ay.’ sözcüğüne gider. Bu


Fransızca kelime ise ilkin, Fransızcanın İsviçre
ağızlarında oluşmuş ve aslında chrétien ‘Hıristiyan’
sözcüğünün tahrif edilmiş bir biçimidir. Nasıl olur da ilahi
bir dine aidiyeti ifade eden chrétien sözcüğü, coğrafyanın
birinde ‘kreten, aptal’ anlamına gelebilmektedir? Bunu
Alp köylerinde yaşayanların, deli kişilerin de Hıristiyan
olarak insan olduğunu ifade etmek istedikleri nazariyesi
ile açıklamak (Campbell 1998: 254) oldukça naiftir. Alp
köylülerinin bu kadar ince felsefî ve insancıl fikirlerine
inanmak biraz saf geliyor insana. Durum böyle iken bu
sorunun bir başka çözümü de düşünülebilir:

İng. silly ‘aptal, bön’ sözcüğü, Orta İng. sely ‘şanslı;


suçsuz; yüreği açık’ sözcüğüne gider. Bunun Eski
İngilizcesi olan sæ:lig ‘mukaddes, aziz’ sözcüğü ise
Almanca selig ‘1. mukaddes, aziz; 2. mesut, mutlu’
kelimesine denktir. Bütün bu kelimelerin kökü, sæ:l+
‘elverişli, yarayan’ kökü iken anlamsal değişmeler aşağı
yukarı şu şekilde meydana gelmiştir: (a) ‘elverişli,
yarayan’ → (b-1) ‘mesut, mutlu’ ~ (b-2) ‘aziz’ → (c)
‘suçsuz; basit’ → (d) ‘aptal, alık’ (Levitskiy 2010: 449).
Öyleyse, İng. silly ~ Alm. selig kelime ailesi, (b-1, 2) →
(c) → (d) yolunu takip etmiştir. Fr. chrétien ‘Hıristiyan’
sözcüğü ise İsviçre köylerinde ya (b-2) veyahut da (c)
anlamı ile özdeşleştirilmiş veya (b-2) → (d) ya da (c) →
(d) gelişimini izlemiştir.

102
ETİMOLOJİ

Böylelikle Fr. crétin ‘kreten’ ile chrétien ‘Hıristiyan’ sözcükleri


arasındaki ilişki, İng. silly ‘aptal, alık’ ve Alm. selig ‘1. mukaddes;
2. mesut’ sözcükleri arasındaki ilişki göz önünde bulundurularak,
yani “izosemantizm” prensibi uygulanarak açıklanabilmektedir.

103
KAYNAKÇA

Abaev V. I. 1980: Die Prinzipien eines etymologischen Wörterbuches.


‒ Mayrhofer M. 1980: Zur Gestaltung des etymologischen
Wörterbuches einer “Grosscorpus-Sprache”, Wien: 29-46.
Anikin A. E. 2000: Ètimologiçeskiy slovaŕ russkix dialektov Sibiri.
Zaimstvovaniya iz uraskix, altayskix i paleoaziatskix yazıkov,
Novosibirsk.
‒‒‒ 2003: Ètimologiçeskiy slovaŕ russkix zaimstvovaniy v yazıkax
Sibiri, Novosibirsk.
Berdychowska Z. 1979: Die Phonologie französischer und englischer
Lehnwörter im Deutschen. ‒ Zeszyty Naukowe UJ. Prace
Językoznawcze 63: 131-145.
Considine J. 2008: Dictionaries in early modern Europe. Lexi-
cography and the making of heritage, Cambridge.
Deroy L. 1956: L’emprunt linguistique, Paris.
Ernout A. / Meillet A. 1932: Dictionnaire étymologique de la langue
latine: Histoire des mots, Paris 11932 (tek cilt); 41959-60 (dört
cilt).
Futaky I. 2001: Nyelvtörténeti vizsgálatok a Kárpát-medencei avar-
magyar kapcsolatok kérdéséhez. Mongol és mandzsu-tunguz
elemek nyelvünkben, Budapest.
Gafurov A. 1987: İmya i istoriya. Ob imenax arabov, persov, tadjikov
i tyurkov. Slovaŕ, Moskva.
Marek STACHOWSKI

Graur A. 1963: Rumınskiy yazık. İstoriçeskij oçerk, Buharest


(Rumence aslı: Evoluţia limbii romîne. Privire sintetică,
Bucureşti 1963).
Helimski E. 2000: On probable Tungus-Manchurian origin of the
Buyla inscription from Nagy-Szentmiklós (Preliminary
communication). ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 5: 43-56.
Iordan I. 1971: Romanskoe yazıkoznaniye, İstoriçeskoe razvitie,
teçeniya, metodı, Moskva (Rumence aslı: Lingvistica ro-
manică. Evoluţie, curente, metode, Bucureşti 1962).
Janhunen J. 1997: The Russian monsters. On the etymology of an
ethnonymic complex. ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 2:
159-165.
Kissling H. J. 1951: Baljemez. ‒ Zeitschrift der Deutschen
Morgenländischen Gesellschaft 101: 333-340.
Kotwicz W. 1948: Contributions à l’histoire de l’Asie Centrale. ‒
Rocznik Orientalistyczny 15: 159-195.
Kluge F. (ed. E. Seebold) 1989: Etymologisches Wörterbuch der
deutschen Sprache, Berlin ‒ New York, 22. yayını.
Levitskiy V. V. 2010a: Ètimologiçeskiy slovaŕ germanskix yazıkov,
cilt 1-2, Vinnitsa.
‒‒‒ 2010b [baskıda]: Semantische Struktur der ig. Wurzel *seH-
‘Sehne’ und einige indogermanische und türkische
Etymologien.
Liberman A. 1994: An analytic dictionary of English etymology. ‒
Dictionaries 15: 1-29.
‒‒‒ 2000: An etymologist at work. ‒ Grotans A. et al. (ed.): De
consolatione philologiae: Studies in honor of Evelyn S.
Firchow, Göppingen: 639-652.
106
ETİMOLOJİ

‒‒‒ 2002: Origin unknown. ‒ Minkova D. / Stockwell R. (ed.):


Studies in the history of the English language. A millenial
perspective, Berlin ‒ New York: 109-123.
‒‒‒ 2005: Some principles of etymological lexikography and
etymological analysis. ‒ Interdisciplinary Journal of Germanic
Linguistics and Semiotic Analysis 10/2: 159-176.
‒‒‒ 2010 [with the assistance of Ari Hoptman and Nathan E.
Carlson]: A bibliography of English etymology. Sources and
word list, Minneapolis.
Malkiel Y. 1976: Etymological dictionaries. A tentative typology,
Chicago ‒ London.
Maltby R. 1991: A lexicon of Ancient Latin etymologies, Leeds.
Mańczak W. 1999: Étymologie du français sarrasin. ‒ Studia
Etymologica Cracoviensia 4: 95-96.
Meier H. 1986: Prinzipien der etymologischen Forschung. Ro-
manistische Einblicke, Heidelberg.
Meyrhofer M. 1980: Zur Gestaltung des etymologischen Wör-
terbuches einer “Grosscorpus-Sprache”, Wien.
Mikkola J. J. 1938: Die älteren Berührungen zwischen Ostseefinnisch
und Russisch, Helsinki.
Murayama Sh. 1975: Ètimologiya russkogo slova çay. ‒ Ètimologiya
1975: 81-83.
Otkupşçikov Yu. V. 1967: Iz istorii indoevropeyskogo slovoob-
razovaniya, Leningrad.
‒‒‒ 2001: Oçerki po ètimologii, St.-Peterburg.
Ölmez M. 1999: Eski Türk yazıtlarında yabancı öğeler (3). ‒ Türk
Dilleri Araştırmaları 9: 59-65.

107
Marek STACHOWSKI

Papp I. 1956: Probleme des Imperativ-Zeichens im Ungarischen. ‒


Finnisch-Ugrische Forschungen 32/1-2: 282-301.
Pomorska M. 1996: Some names for ‘button’ in Turkic languages. ‒
Studia Etymologica Cracoviensia 1: 63-76.
Seebold E. 1981: Etymologie. Eine Einführung am Beispiel der
deutschen Sprache, München.
Sławomirski J. 1995: Ancien français lais. Quelques doutes sur une
étymologie indubitable. ‒ Smoczyński W. (ed.): Analecta
Indoevropaea Cracoviensia Ioannis Safarewicz memoriae
dicata, Kraków: 371-376.
Stachowski K. 2005: Wampir na rozdrożach. Etymologia wyrazu
upiór ~ wampir w językach słowiańskich. ‒ Rocznik
Slawistyczny 55: 73-92.
Stachowski M. 1995: The increasing of the number of syllables and
the chronology of anaptyxis and prosthesis in West European
loanwords of Ottoman Turkish. ‒ Studia Turcologica
Cracoviensia 1: 175-184.
‒‒‒ 2002: A note on the Turkmen name for dragon/monster/snake. ‒
Folia Orientalia 38: 191-192.
‒‒‒ 2010 [baskıda]: Türkisch kulak ‘Ohr’, kul ‘Sklave’, kulun
‘Fohlen’.
Stachowski S. 1998: Ein bulgar-türkisches Lehnwort in den sla-
wischen Sprachen (varkoč ‘Haarzopf’). ‒ Laut J. P. / Ölmez M.
(ed.): Bahşı Ögdisi. Festschrift für Klaus Röhrborn…, Freiburg
‒ İstanbul: 379-389.
Tekin T. 1997: Notes on some Chinese loanwords in Old Turkic. ‒
Türk Dilleri Araştırmaları 7: 165-173.

108
ETİMOLOJİ

‒‒‒ 2004 [ed. Yılmaz E. / Demir N.]: Makaleler II: Tarihi Türk yazı
dilleri, Ankara.
Urban M. 2008: Secretary bird, or how an etymological dictionary
should be written and by whom. ‒ Studia Etymologica
Cracoviensia 13: 191-199.
Wartburg W. von 1931: Grundfragen der etymologischen Forschung.
‒ Neue Jahrbücher für Wissenschaft und Jugendbildung 7:
222-245 [Schmitt 1977: 135-155 yeni baskısına göre
zikredilir].

109
KISALTMALAR

Alm. = Almanca Ham. = Hamitik diller


AngSaks. = Anglo-Saksonca Hit. = Hititçe
Ar. = Arapça Hlh. = Halha Moğolcası
Arn. = Arnavutça Hrv. = Hırvatça
Avst. = Avesta dili İng. = İngilizce
ay. = aynı mana İrl. = İrlandaca
Az. = Azerice İsp. = İspanyolca
Balk. = Balkarca İtal. = İtalyanca
Bulg.-Tü. = Bulgar Türkçesi İzl. = İzlandaca
Bur. = Buryatça Jap. = Japonca
Çek. = Çekçe Kar. = Karaimce
EKS = Eski Kilise Slâvcası Kat. = Katalanca
Enç. = Eneççe Kıpç. = Kıpçakça
Etr. = Etrüskçe Kırg. = Kırgızca
ETü. = Eski Türkçe Kpt. = Kıptîce
EUyg. = Eski Uygurca Lât. = Lâtince
Evk. = Evenkice Leh. = Lehçe, Polonya dili
Evn. = Evence Let. = Letonca
EYAlm. = Eski Yüksek Litv. = Litvanca
Almanca Ma. = Mançurca
EYun. = Eski Yunanca Mac. = Macarca
Far. = Farsça Moğ. = Moğolca
Fel. = Felemenkçe Osm. = Osmanlıca
Fin. = Fince Oyr. = Oyrotça
Fr. = Fransızca Port. = Portekizce
Got. = Gotça Rumen. = Rumence
HA. = Hint-Avrupaca Rus. = Rusça
Hal. = Halaçça Selk. = Selkupça
Marek STACHOWSKI

Sic. = Sicilyaca
Skr. = Sanskritçe
Slv. = Slâvca
Slvk. = Slovakça
Srp. = Sırpça
Svah. = Svahilice
Şor. = Şorca
Trkm. = Türkmence
TTü. = Türkiye Türkçesi
Tung. = Tunguzca
Tuv. = Tuvaca
Tü. = Türkçe
Ukr. = Ukraynaca
Yak. = Yakutça
Yid. = Yidişçe

112
SÖZ DİZİNİ

Abıstol Balk. 3.2b alquimia İsp. 3.5f


açúcar Port. 3.5b altıńńı Yak. 1.2e
adam başına Ttü. 9.3 Amistol Oset. 3.2b, 7.5
agár Mac. 4.4e apostolus Lât. 3.2b
agō Lât. 7.2 armazém Port. 3.5
ajdar(hā) Far. 2.2d asparagus Lât. 2.2a, 2.4
alcázar İsp. 5.5 asticoter Fr. 5.4c
alchemia Leh. 3.5f autobus Fr. 4.4g
Alchemie Alm. 3.5f azúcar İsp. 3.5b
alchemy İng. 3.5f balcon Fr. 4.3d
alchimie Fr. 3.5f Balkon Alm. 4.3d
alcohol İng. 3.5 bassin Fr. 4.3d
alcool Fr. 3.5 Bassin Alm. 4.3d
al-gabr Ar. 3.5e balyemez Osm. 2.2c
algebra Alm. İng. Leh. 3.5e beherine Ttü. 9.3
álgebra İsp. 3.5e bıçak Ttü. 9.2
algèbre Fr. 3.5e bırabılıańńa Yak. 4.2
algodão Port. 3.5a bicz Leh. 5.6, 5.7
algodón İsp. 3.5a biçmek Ttü. 9.2
al-ǧabr Ar. 3.5e bijouterie Fr. 4.3a
al-kīmiyā Ar. 3.5f bisuteria İsp. 4.3a
alkohol Leh. Alm. 3.5 biuro Leh. 4.3c
alkol Ttü. 3.5 bizarre Fr. 3.6
al-kuḥl Ar. 3.5 bizarro İsp. 3.6
al-kuḥúl Ar. 3.5 bizza İtal. 3.6
almacén İsp. 3.5 boroş Osm. 5.1a
almadraque İsp. Port. 3.5 boyčık Yid. 4.4
almatrah Eski Kat. 3.5d bóžıy oléń Rus. 7.4d
almazèm Kat. 3.5c broş Ttü. 5.1a
Marek STACHOWSKI

bureau Fr. 4.3c dopšu Tuv. 3.6


bus Alm. İng. 4.4g dural Ttü. 6.1
butterfly İng. 1.4b, 7.4b dwarf İng. 8.7a
Buttervogel Alm. 7.4b egregious İng. 7.6
callum Lât. 9.4a ejder(ha) Ttü. 2.2d
cannabis Lât. 3.2a eléfas Yun. 3.9c
castellum Lât. 5.5 elephantus Lât. 3.9c
castle İng. 5.5 erel Yak. 9.6
castrum Lât. 5.5 erellēh Yak. 9.6
cebir Osm. 3.5e étümos Yun. 1.1
chanvre Fr. 3.2a ey EUyg. 1.2b
château Fr. 5.5 Faenza İtal. 1.3
cheek İng. 5.2b faïence Fr. 1.3
chrétien Fr. 9.6e Fayence Fr. 1.3
Christ Alm. 3.9a fayans Ttü. 1.3
Chrīstus Lât. 3.9a Feldscher Alm. 4.2
cisterna Lât. 3.5, 3.9 fyédšer Rus. 4.2
club Fr. İng. 3.9a, 4.2, 4.3e fyérša Rus. 4.2
conin Eski Fr. 5.4a gabr Ar. 3.5e
contraddanza İtal. 2.1a Gallia Lât. 2.3
contredanse Fr. 2.1a Genosse Alm. 5.7a
coton Fr. 3.5a glamour İng. 3.1
cotone İtal. 3.5a gora Slv. 9.6
crétin Fr. 9.6e goroş Osm. 5.1a
cunīculus Lât. 5.4a grammatika Kırg. Rus. 4.4
cuttuni Sic. 3.5a grammatikalık Kırg. 4.4
cwibak Leh. 4.3b grámota Slv. 3.9a
cysterna Leh. 3.9 Grosch(en) Alm. 5.1a
çarşamba Ttü. 1.2d gryka Leh. 7.4c
dağ Ttü. 8.3, 9.6 guz Leh. 3.6
daß dich Gott! Alm. 5.4c guzik Leh. 3.6
dasticot(er) Fr. 5.4c gyere Mac. 2.5a, 7.6
delikanlı Ttü. 1.2, 1.3 ǧabr Ar. 3.5e
deus Lât. 7.2 hāglay Dolg. 4.2
dhvarás+ Skr. 8.7a hanaf EYAlm. 3.2a
dieva zuosis Let. 7.4d hâtem Osm. 9.2

114
ETİMOLOJİ

hâtemâne Osm. 9.2 kist Yun. 3.5, 3.9


hâtim Osm. 9.2 kitāb Ar. 4.4b
hænep AngSaks. 3.2a kitabu Svah. 4.4b
herbata Leh. 3.9b komna Dolg. 4.4a
history İng. 2.2e kómnata Rus. 4.4a
hevŭ Slv. 3.9a Kontertanz Alm. 2.1a
hrečka Ukr. 7.4c kontradança Ttü. 2.1a, 2.2c, 5.4b
hrīstós Yun. 3.9a kral Ttü. 4.4
hrişcă Rum. 7.4c kralica Slv. 4.3a
iskola Mac. 5.1b kraliçe Ttü. 4.3a
istatistik Ttü. 4.3e králik çek. 5.4a
istavroz Ttü. 4.3e krallık Ttü. 4.4
isteka Ttü. 4.3e kreten Ttü. 9.6e
istimbot Ttü. 4.3e Krist Got. 3.9a
istop Ttü. 4.3e Krĭstŭ EKS 3.9a
istóriya Rus. 2.2e królik Leh. 5.4a
iyi Ttü. 1.2b kul Ttü. 6.1, 9.4b
kaak Fel. 5.2b kulak Ttü. 6.1
kabar Az. 9.1, 9.2 kulun Ttü. 6.1
Kaninchen Alm. 5.4a kulüp Ttü. 3.9a, 4.2
kánnabis Yun. 3.2a kurabu Jap. 4.2, 4.3e
kapkán Rus. 3.3 kuruş Ttü. 5.1a
kapkān Yak. 3.3, 7.3a küniklīn Eski Alm. 5.4a
karandáš Rus. 7.3a ḳuṭn Ar. 3.5a
karandās Yak. 7.3a Kyrie eleison! Yun. 5.4f
kártı Rus. 7.3a lai Fr. 5.4f
kaşık düşmanı Ttü. 9.2 laid İrl. 5.4f
kāapar Hal. 9.1, 9.2 lamptr Yun. 3.5
kārtı Yak. 7.3a lanterna Lât. 3.5
ḳaṣr Ar. 5.5 lavabo Fr. Lât. Ttü. 4.4g
keman(çe) Osm. 5.2b lay İng. 5.4f
Kilimanjaro Svah. 4.4b läävä Fin. 3.9a
kīmiyā Ar. 3.5f légal Fr. 7.1
kimya Osm. 3.5f Liebesapfel Alm. 5.4d
Kirchleise Alm. 5.4f litewka Leh. 7.4c
kiriş Ttü. 3.6 loča Ma. 5.4e

115
Marek STACHOWSKI

lógos Yun. 1.1 Muhammad İng. Alm. 3.4


love apple İng. 5.4d Muḥammad Ar. 3.4
loyal Fr. 7.1 mūrus Lât. 8.5
lūča Evk. 5.4e nadéžda Rus. 9.6
luoča Enç. 5.4e nadëžnıy Rus. 9.6
Macht Alm. 8.4a năráv Rum. 2.4b
magatzem Kat. 3.5c neden 4.4
mahārāǯa Skr. 9.2 nogoodnik Yid. 4.4
maḫazin Ar. 3.5c nož Slv. 9.2
Mahomet Leh. 3.4 nūčča Yak. 5.4e
Mahometas Litv. 3.4 numatǝ Selk. 7.4d
Makarač ETü. 9.2 ńūči Enç. 5.4e
mammoth İng. 5.5 ŋradio Enç. 4.3e
mammouth Fr. 5.5 obur Ttü. 6.5
mamont Rus. 5.5 omnibus Lât. 4.4g
mamut Leh. 5.5 oda Ttü. 1.2c
maŋgud Bur. 5.4e odag Tuv. 1.2c
Maometto İtal. 3.4 ogar Leh. 4.4e
mat İng. 5.7a orman Ttü. 8.3
matalaf Kat. 3.5d otag Trkm. 1.2c
mate İng. 9.2 otobüs Ttü. 4.4g
matelot Fr. 5.7a örgü Ttü. 3.8
matenot Fr. 5.7a örmek Ttü. 8.5
maṭraḥ Ar. 3.5d páka Hawaii 4.4b
matroos Fel. 5.7a palla e mezzo İtal. 2.2c
matrós Rus. 5.7a pantoufle Fr. 2.2f
Matrose Alm. 5.7a pantufola İtal. 2.2f
Matte Alm. 5.7a patria Lât. 2.3
Mauer Alm. 8.5 patroniçe Ttü. 3.5
might İng. 8.4a peacenik Yid. 4.4
minibus Fr. 4.4g Peitsche Alm. 5.6, 5.7
minibüs Ttü. 4.4g pejcz Leh. 5.6, 5.7, 6.5
Molkendieb 7.4b photo(graph) İng. 7.6
moráv Rum. 2.4b pıarsal Dolg. 4.2
mögen Alm. 8.4a Poliklinik Alm. 5.3
Muhamedas Let. 3.4 polyclinic İng. 5.3

116
ETİMOLOJİ

pomi dei Mori İtal. 5.4d stecca İtal. 4.3e


pomme d’amour Fr. 5.4d stetig Alm. 6.1
prableńńe Dolg. 4.2 stop İng. 4.3e
pravléniye Rus. 4.2 Stunde Alm. 6.1
pro Kopf/Nase Alm. 9.3 stützen Alm. 6.1
proszek Leh. 7.4a subaşı Ttü. 1.4a
proszka Leh. 7.4a sucre Fr. 3.5b
proška Rus. 7.4a sukkar Ar. 3.5b
pruoska Yak. 7.4a szarytka Leh. 2.2b
raamattu Fin. 3.9a szkeptikus Mac. 5.1b
rádio Rus. 4.3e szkizofrénia Mac. 5.1b
rakšas+ Skr. 5.4e şimdi Ttü. 7.6
răzbél Rum. 2.4a šiunaš ḫuitar Hit. 7.4d
răzbói Rum. 2.4a tabák Rus. 7.4a
risti Fin. 3.9a Tanrımisafiri Ttü. 7.4d
Ruotsi Fin. 5.4e tatarka Leh. 7.4c
sarrasin Fr. 7.4c tattari Fin. 7.4c
scepticus Lât. 5.1b tavşancıl Ttü. 1.2, 1.3
Schmetterling Alm. 1.4b, 7.4b tea İng. 3.9b
schola Lât. 5.1b Tee Alm. 3.9b
Schwarte Alm. 9.4a tegin ETü. 5.7b
Schwert Alm. 9.4a tĕmĕkĕ Tat. 7.4a
selig Alm. 9.6e thé Fr. 3.9b
sér(i)fos Yun. 8.7a tıa Yak. 8.3, 9.6
sigg İzl. 9.4a tigid Moğ. 5.7b
silly İng. 9.6e tigin Moğ. 5.7b
simya Ttü. 3.5f tobacco İng. 4.4b
sīmiyā Ar. 3.5f tobči Moğ. 3.6
skeptikós Yun. 5.1b topčı Oyr. Şor. 3.6
smetana Slv. 1.4b topçu Ttü. 3.6
sǫg İzl. 9.4a Tracht Alm. 8.4a
sparrow-gras İng. 2.2a trächtig Alm. 8.4a
Stadt Alm. 6.1 trigo mourisco Port. 7.4c
statistique Fr. 4.3e troleybüs Ttü. 4.4g
staurós Yun. 4.3e trolleybus Fr. İng. 4.4g
steamboat İng. 4.3e tsay Hlh. 3.9b

117
Marek STACHOWSKI

tümek Çuv. 7.4a


ulbandus Got. 3.9c
ütüö Yak. 1.2b
vamp İng. 6.5
vampir Ttü. Srp. 6.5
vampire Fr. 6.5
varkoč Slv. 3.8, 5.2a
vasistas Fr. Ttü. 4.4
velĭbdŭ ~ velŭbdŭ EKS 3.9c
verblyúd Rus. 3.9c
verstehen Alm. 6.1
vorkoč' Eski Rus. 3.8
vrkoč Çek. Slvk. Srp. Hrv. 3.8
Wand Alm. 8.5
warkocz Leh. 3.8
was ist das? Alm. 4.4
webnik Yid. 4.4
Weide Alm. 9.1
wenden Alm. 8.5
wielbłąd Leh. 3.9c
wîgleise Orta Alm. 5.4f
Windhund Alm. 1.2a, 3.7, 5.6
xēmeía Yun. 3.5f
yabgu ETü. 6.3
yağmur Ttü. 2.5b
yazmak Ttü. 6.1
yiğit Ttü. 5.7b
yuvdarha Trkm. 2.2d, 2.4
zagar Osm. 4.4e
zagár Mac. 4.4e
zagári Yun. 4.4e
záthlıy Rus. 4.2
zónt(ik) Rus. 4.4c, 4.4e, 5.4a
zúccaru Sic. 3.5b
zucchero İtal. 3.5b
Zwieback Alm. 4.3

118

You might also like