İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum Perçin İMREK

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 132

İngilizceyi

Öğrenmeyi
Öğreniyorum
Perçin İMREK
095
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum
Perçin İMREK
1. Baskı: Şubat 2018
ISBN: 978-605-2263-21-1

Kapak ve sayfa düzeni: Cem Demirezen


Düzelti: Başak Günsever
Satış: satis@abakuskitap.com
Baskı: Ezgi Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Sanayi Cad. Altay Sok. No:14
Çobançeşme-Yenibosna/İSTANBUL
Tel: 0212 452 23 02
Matbaa Sertifika No: 12142

Bu kitabın bütün yayın hakları Abaküs Kitap Yayın Pazarlama'ya ait-


tir. Yayınevimizin yazılı izni olmaksızın kısmen veya tamamen alıntı
yapılamaz, kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.
Kitapta kullanılan logolar, firmaların tescilli logolarıdır.

Selda Ustabaş Demiryakan


Abaküs Kitap Yayın Dağıtım Hizmetleri
Yayıncılık sertifika no: 31359
Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No:24/178 Cağaloğlu-Fatih/İST.
Tel.: (0212) 514 68 61
www.abakuskitap.com - editor@abakuskitap.com
Perçin İMREK
Perçin 1986 doğumlu,
60’dan fazla ülkeye gitmiş, görmüş, yaşamış, tecrübe etmiş;
Bol bol sevmiş, sevdikçe kendini sevmeyi öğrenmiş;
Üniversitesini Çanakkale’de,
Yüksek lisansını Belçika’da okumuş;
Şimdi İstanbul’unda yaşayan,
Severek yaptığı işi, eğitmenliği tüm dünyada yapmak isteyen,
Dünyadaki tüm ülkelere gitmeyi planlayan,
Ve tüm bunları yaparken öğrenmenin, ‘an’da olmanın, dünya vatandaşı
olmanın, tevekkülün ve sevmenin önemini her gün daha çok içselleştir-
mek isteyen,
Bir genç,
Bir yazar,
Bir gezgin,
Bir girişimci,
Bir eğitmen,
Bir İngilizce öğretmeni,
Bir insan.

iii
Meleklerim annem İlknur İmrek ve babam Mustafa Kemal İmrek’e.
Seni seviyorum.
Beni affet.
Özür dilerim.
Teşekkür ederim.
İnsan ile evren arasındaki bağımı kurmama destek olan:
Annem İlknur İmrek’e,
Babam Mustafa Kemal İmrek’e,
Değerli Anya Petrova’ya,
Dostum Tina Florea’ya,
Kuzenim Ahmet Amasyalı’ya,
Kuzenim Meltem Tosun’a
Dedem Mehmet Necati Tosun’a,
Babaannem Fatma İmrek’e,
Hâlâm Filiz Ark’a,
Amcam Selami İmrek’e,
Eniştem Nejdet Ark’a,
Hiç tanımadığım ama çok sevdiğim Emre’ye,
Teşekkür ederim.
Kitabın maliyetini kitlesel fonlama ile destekleyen ve manevi katkısını
hiç eksik etmeyen Arif Keleş’e, Ezgi Yaşa’ya, Gönül Yılmaz’a, Murat Se-
mih Göğüş’e, Selcen Irgin Özgen’e, Selim Özergün’e, İmge Kozan’a, Dila
Feyzanur Uykusuz’a, Sedat Sözen’e, Alper Almelek’e, Serkan Bağçe’ye,
Selçuk Keser’e, Cengiz Güven’e, Ahmet Akşit’e, Yasir Gürbüz’e, Alican
Yazdıç’a, Tayfun Ulusoy’a, Çağrı Menteş’e, Mustafa Bahadır Köksal’a,
Hanat Herzi Dorreh ve Fiona Healy’e, Bahadır Kaleağası’na, Gök-
şen Çalışkan’a, Eylem Karakaya’ya, Engin Toğantimur’a, Aydın Çil’e,
Alparaslan Demir’e, Serdar Keskin’e, Atakan Karataş’a, Esat İhsan
Kocager’e, Kadircan Kırkoyun’a,

vii
Işın Eren Işıksoy’a ve Görkem Çokçetin’e,
Hep yanımızda olan ve desteklerini esirgemeyen Ertuğrul Amasyalı ve
EOS ailesi’ne,
Ön kapak logo sponsorumuz Gezgin Rail’e ve buna vesile olan Besta-
mi Köse’ye,
Yayınevim Abaküs Kitap ailesine,
Ve bu süreçte yanımda olan herkese, özellikle de Ezgi’ye sonsuz teşek-
kürler.
Bu kitaba İngilizce öğrenme hikâyeleriyle destek veren misafir yazar-
larımız Sema Taştan Çelepçi, Oytun Mertol, Selen Tosun, Semiha Kar,
Barış Yıldırım, Alican Yazdıç, Pınar Bakır, Rafet Güven, P. K., Halit
Melih Ulus, Yusuf Demir ve Eylem Karakaya’ya teşekkür ederiz. Çağrı
Menteş’e göster- diği emek ve kitabın son bölümündeki anlatımı için
ayrıca teşekkür ederiz.

viii
İçindekiler
Giriş 1

1. Benim Hikâyem: Neden ve Nasıl Öğrendim? 5

2. Türkiye’de İngilizce ile İlgili Yaşanan Sorunlar ve Kompleksler 11

3. İngilizcenin Bireysel ve Toplumsal Faydaları 13

4. İngilizce ile İlgili Türkiye’de Neler Yapılıyor? 23

5. İngilizce ile İlgili Biz Neler Yapıyoruz? 29

6. İngilizce Öğrenimi için Kullanılabilecek Araçlar


(Görsel - İşitsel - Sözel) 33

7. Başarı Döngüsü, Altın Daire ve İhtiyaçlar Listesi 39

8. Alışkanlıkların Önemi - İngilizceyi Bir Alışkanlık Haline Getirmek 49

9. Fransızca ve Almancayı Nasıl Öğrendim? 53

10. İngilizce Öğrenen Kişilerin Hikâyeleri 59

ix
Giriş
İngilizce.

Toplumumuzun en büyük korkularından.

Hayatımızda artık bir lüks olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline gelen İn-
gilizce konusu hayatımızda, hem bireysel hem de toplumsal anlamda ol-
dukça enteresan bir yer tutmakta.

100 kişiye sorsanız neredeyse 99’unun ‘evet, öğrenmek istiyorum’ diyece-


ği İngilizceyi o zaman neden herkes öğrenmiyor?

Yeterince kaynak mı yok?

Dünya yeterince kültürlerarası bir yer haline gelmedi mi?

Bilgi eksikliği mi var?

Bu ve benzeri sorularının hepsinin cevabının ‘hayır’ olduğunu biliyoruz.

Demek ki burada başka bir konu var.

Uzun süreler İngilizceyi hayatının içinde tutan ve hâlâ bu konuda bir şey-
ler öğrenen biri olarak benim şu ana kadar vardığım sonuç şu:
Birçok diğer şeyde de (spor, bir enstrüman çalma vs.) insanlar bilinçaltın-
da hazır olmadığı için öğrenemiyorlar.

Uzun süreli motivasyon, sürdürülebilirlik, alışkanlık haline getirme, far-


kındalık ve benzeri birçok unsur herhangi bir konuda uzmanlaşmak için
olmazsa olmaz.

Ve birçok insan, hem kişisel hem profesyonel anlamda hayatının kalitesi-


ni oldukça yükseltecek konularda bile adım atamayabiliyor. Adım atsalar
bile bunu uzun vadede sürdüremeyebiliyor.

Bunu birilerine her anlattığımda ‘bu konu hakkında sayfalarca kitap ya-
zabilirim’ diyordum.

Sonra oturdum ve kendi kendime düşündüm:

Peki neden yazmıyordum?

Ve karar verdim.

‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum’ isimli bir kitapta insanlara İngilizce


öğrenimi hakkında teknik bilgiler vermenin dışında, iç motivasyon, sür-
dürülebilirlik, hayatına entegre etme, bilinçaltında olumlama gibi konu-
lardan da bahsederek, bu kişilerin İngilizceyi hayatlarının bir parçası hali-
ne getirmelerine katkıda bulunmaya çalışacağım.

Ve bu kitaba böyle başlıyorum. Evimin salonunda, uzun süredir aklımda


olan birçok şeyi kağıda dökerek.

Bu kitapta İngilizce adına çok şeyden bahsedeceğiz. Ama emin olun bu ki-
tapta yazanlar İngilizce dışında hayatınızın birçok kısmına entegre edebi-
leceğiniz şeyler.

Bu kitap ‘okuyun ve İngilizceyi sökün’ iddiasını taşımıyor. Bu kitap İngi-


lizce ve onun dışında biraz olsun kendinizi geliştirmek istediğiniz konu-
2
larda başarıya ve mutluluğa ulaşmanız için size ilham olmayı amaçlıyor.

Umarım amacına ulaşır.

Şimdiden bol İngilizceli ve bol ilhamlı günler.

Bu kitabı hem olabildiğince basit hem de kapsayıcı yapmaktı hedefimiz.


Bu minvalde hem kendi tecrübelerimizi ve araştırmalarımızı hem de
konu ile ilgilenen arkadaşlarımıza danıştıktan sonra bahsedeceğimiz ko-
nuları başlıklar halinde sıraladık.

Bireysel olarak on seneyi, ‘Bosphorus Story House’ olarak kurumsal an-


lamda bir seneyi aşan çalışmalarımızda topladığımız veriler, bilgi ve tec-
rübe adına edindiklerimiz ve katılımcılarla etkileşimlerde aldığımız geri
bildirim ve yorumları paylaşacağız.
1- Benim Hikâyem: Neden ve Nasıl Öğrendim?
2. Türkiye’de İngilizce ile ilgili yaşanan sorunlar ve kompleksler
3. İngilizcenin Bireysel ve Toplumsal Faydaları
4. İngilizce ile ilgili Türkiye’de neler yapılıyor?
5. İngilizce ile ilgili biz neler yapıyoruz?
6. İngilizce öğrenimi için kullanılabilecek araçlar (Görsel - işitsel - sö-
zel)
7- Başarı Döngüsü, Altın Daire ve İhtiyaçlar Listesi
8- Alışkanlıkların Önemi - İngilizceyi Bir Alışkanlık Haline Getirmek
9- Fransızca ve Almancayı nasıl öğrendim?
10- İngilizce Öğrenen Kişilerin Hikâyeleri
11- Çağrı Menteş’in Hikâyesi
12- Kapanış: İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenmek

11
1. Benim Hikâyem: Neden ve Nasıl Öğrendim?
Hikâye anlatımının ve özgün tecrübelerin önemine inanan biri olarak, ço-
cukluğumdan beri İngilizcenin önemini nasıl kavradığımı, ‘neden’imi na-
sıl bulduğumu, İngilizceyi nasıl öğrendiğimi, öğrenim araçlarımı ve bunu
günlük hayatıma nasıl entegre ettiğimi anlatacağım.

Birçok insan beni şu anki akıcı İngilizce konuşan halimle gördüklerinde


bunu gökten zembille inen bir yetenek sanıp, sanki doğduğum andan beri
bu dili biliyorum gibi düşünüyor. Bilinçli olmasa da bilinçaltı seviyesinde
böyle düşünebiliyorlar.

Tam tersine Türk anne-baba’dan Türkiye’de doğan her insan gibi ben de
anadilim Türkçe ile büyüyüp, İngilizceyi ilerki yaşlarda, büyük ölçüde
kendi farkındalık ve çabalarımla öğrendim.

Bu kısımda sizler ile bunun, yani bana ‘Matrix’ filminde olduğu gibi bir-
den kodlanmayıp kendi öğrendiğim İngilizce dilini ‘neden’leri ile nasıl öğ-
rendiğimi paylaşacağım.

Çocukken bilgisayar oyunlarını çok severdim. O zamanın popüler oyun-


ları Grand Theft Auto (GTA), Age Of Empires, Monkey Island gibi oyun-
ları sık sık oynardım. Birçok kez babamın odama gelip ‘böyle devam eder-
sen üniversiteye giremeyeceksin’ konulu monologlarını dinlemek zorun-
da kalıyordum. Her ne kadar keyif almak amaçlı olsa da hem o zaman
hem de şimdi bilgisayar oyunları oynamanın (belli oyunları, belli süre
zarflarında) faydalı olduğunu düşünüyorum.

Kinestetik, planlama, karar verme gibi mekânizmaları geliştirdiğini dü-


şündüğüm bilgisayar oyunları, benim İngilizce ile tanışmamın ilk vesilesi
oldu. Daha doğrusu İngilizce ile tanışmamdan çok, İngilizcenin önemini
kavramama ve bu konuda motive olmama vesile oldu.

Örnek olarak, Age of Empires isimli bir strateji oyunu oynarken önüme
çıkan kelimeleri anlamamak beni kızdırıyor, oyundaki performansımı dü-
5
şürüyordu. Mesela ‘Defend Your Base’ diye bir tabir çıktığında bunu an-
lamamak bana pahalıya mal oluyordu. Sonrasında tek tek bu kelimelerin
anlamlarına sözlükten bakmaya başladım.

‘Defend’, ‘savunmak’ demekmiş. ‘Your’, ‘senin’ demek. ‘Base’ de ‘temel’ de-


mek, ama burada ikinci anlamı yani ‘karargâh’ demek. Yani bu cümlenin
anlamı ‘Karargâhını Koru’ demek. Böyle böyle sözlük yardımıyla duydu-
ğum cümlelerin anlamlarını çıkarmaya çalışıyordum. Kelimeleri araştırıp
anladıkça oyunda etkim artıyor ve daha başarılı oluyordum. Daha başarı-
lı oldukça daha çok keyif alıyordum.

Bu süreçte sadece 7 yaşlarında olmama rağmen bu düşünce yapısına bü-


ründüm: Demek ki bu dil önemli bir dil ve benim bu dili öğrenmem ge-
rekiyor. Çünkü bu oyun gibi birçok oyun, film ve türevleri bu dilde ve ben
bu dili anlamazsam keyif aldığım birçok şeyden mahrum kalacağım. En
önemlisi, İngilizce bilmezsem dünya ile bağlantım olamayacak.

Bu düşünce yapısı benim bugün akıcı İngilizce konuşmamı sağlayan en


temel unsur oldu. Tıpkı temeli kuvvetli olmayan bir binanın üstüne ne
koyduğunuzda iskambil kâğıtlarının dağılması gibi devrilirse, benim te-
melim de bu kadar kuvvetli bir ‘neden’e dayalı olmasaydı, bugünkü sevi-
yem bu derecede olamazdı.

Bu ‘neden’ ile başladıktan sonra ‘nasıl’ ve ‘ne’ kısmı daha kolay geldi
(‘Neden’in gücü ile ilgili kısmı ilerleyen bölümlerde daha detaylı anlata-
cağım). Her ne kadar ‘nasıl’ kısmı şu anki kadar kolay olmasa da 20 sene
önce de İngilizceyi öğrenmenin birçok yolu vardı. Okulda aldığımız müf-
redat dışında, eve geldiğimde babama aldırdığım kitapları yanımda bir
sözlük ile okumak, oyunları oynamak, VHS kasetçalar ile çizgi filmler iz-
lemek, o zamanın popüler internet ‘chat’ programları ile rastgele yabancı-
ları ekleyip konuşmak gibi birçok yolu vardı.

Bunları yapıyordum ve yaparken zevk alıyordum. Bu süreçte, genelde


kendi kendime (tabii ki hocalarımın, ailemin belli katkıları oluyordu) İn-
gilizceyi öğrenmeyi keyif aldığın şeylerle birleştirebileceğimi, küçük ve
6
düzenli çabalarla kısa sürede bir insanın ‘başarı döngüsü’ne (bunu da iler-
leyen bölümlerde anlatacağım) gireceğini ve bir süre sonra bunun haya-
tınızda diş fırçalamak, yemek yemek ya da uyumak gibi bir yeri olacağı-
nı gördüm.

Birkaç sene içinde artık kitapları okurken sözlüğe daha az bakıyor, insan-
larla konuşurken daha az hata yapıyor ve oynadığım oyunları daha rahat
anlayabiliyordum. Artık İngilizce yaptığım ekstra bir iş değil, hayatımın
bir parçası olmuştu.

Yaşım ilerledikçe İngilizcenin faydasını somut olarak görmeye başladım.


Akademik başarı, çevrenin uluslararası olması, internetin etkili kullanı-
mı, izlediğini ve okuduğunu anlamak gibi birçok etken hayatıma avan-
taj sağlıyordu.

Lise ve üniversite çağında ‘İngilizcesi en iyi olan’ çocuk olarak gösterili-


yordum. Bunun somut olarak bir faydası olmasa da, gurur okşayıcı bir ta-
rafı oluyordu. Fakat burada büyük bir tehlike vardı. İngilizceye çok çalış-
mış bir çocuk olarak yetişkinliğime yaklaştıkça dönüşlerin çoğalması ego-
mu etkiliyordu. Burada bir yol ayrımına girmiştim. Ya ‘Ben artık İngiliz-
ce konusunda oldum. Nasıl olsa benden iyisi yok, artık çalışmama gerek
yok’ diyerek ivmemi kaybedebilirdim ya da ‘Şu an İngilizcem iyi bir sevi-
yede. Ama iyi olmanın sonu yok. Bu sebeple ben ömrüm boyunca kendi-
mi bu alanda geliştirmeliyim’ diyebilirdim. İkinciyi uygulamayı tercih et-
tim. Çünkü o süreçte gördüm ki, ne kadar iyi olursanız olun her zaman
sizden daha iyileri olacaktır. O yüzden sadece İngilizce değil, herhangi bir
alanda ‘ben oldum’ demek bir insanın düşeceği en korkunç hatalardan bi-
ridir. Tarihte ve günümüzde bunun birçok örneğini gördük ve maalesef
göreceğiz de.

Bu sebeple İngilizceyi hayatımın bir parçası haline getirmeyi, onun yerini


sağlamlaştırmayı ve sürekli çalışmalar yapmayı sürdürdüm:
• İnternette özellikle Google’da araştırmalar yaparken, spesifik olarak
bizim kültürümüze has bir şey olmadığı sürece tüm araştırmalarımı

7
İngilizce yaptım. Bunun iki sebebi vardı; hem böyle yaparak dili ha-
yatıma sürekli entegre etmiş oluyor ve dilimi geliştiriyordum hem de
hemen hemen her konuda İngilizce kaynakların sayısı Türkçe kay-
naklara (ve diğer tüm dillerdeki kaynaklara) göre çok çok daha fazla
olduğundan, konu ile ilgili çok daha geniş bilgiler edinebiliyordum.
• Aldığım kitapların birçoğunu İngilizce alıp okuyordum. Çocuk-
luğumdan beri süregelen bu alışkanlığım ilk başta beni zorlasa da,
bir süre sonra İngilizce yazıları Türkçe kitaplar kadar rahat okuma-
mı sağlıyordu. Buradaki avantaj; birçok kitap İngilizce yazıldığından
ötürü orijinal hallerinin, çevirilmiş kitaplardan çok daha etkili oldu-
ğu.
• Üniversitede içinde bulunduğum AEGEE isimli Avrupa Öğrenciler
Topluluğu’nda aktif rol alarak Avrupa’nın ve dünyanın dört bir ya-
nından çok değerli insanlar tanıyarak onlarla sohbet etme, birlik-
te çalışma, projelerde bulunma imkânı yakaladım. ‘Lingua Franca’
(Dünya Dili) İngilizce olduğundan sebep, nerelerden gelirsek gelelim
hepimiz ortak dil olarak İngilizceyi konuşuyorduk. Bu organizasyo-
nun bana en büyük katkısı İngilizceyi bir çalışma dili olarak kullan-
mamı sağlaması oldu.
• Yaptığım seyahatlerde oranın lokal insanları ile tanışıp, İngilizce sevi-
yeleri düşük ya da ileri seviye de olsa iletişim kurmaya çalışıyordum.
Bu seyahatlerde İngilizce adına en önemli kazanımım birçok farklı
aksanı anlayabilme yetisini geliştirmem oldu. İngilizcede en önem-
li detaylardan biri, neredeyse tüm dünyanın bu dili konuştuğundan
dolayı aksanların birbirine göre çok değişebilmesidir. Bu sebeple İn-
gilizce öğrenen biri sadece Amerikan ya da İngilizce aksanı bekleme-
melidir. Bir İspanyolun, bir Yunanın, bir Hintlinin İngilizce aksanı-
nı, kulağı alışkın olmayan birinin anlaması neredeyse imkânsızdır.

Ve İngilizce artık benim için uyumak, yemek, içmek ya da diş fırçalamak


gibiydi.

‘Nasıl’larım ise günümüz ihtiyaçlarına ve gelişmelerine göre değişim geçi-


riyor. Çocukken kitap, sözlük, VHS kasetlerle çalışırken şimdi çalışabile-
ceğim binlerce aplikasyon, diziler, organizasyonlar var.

8
Fakat ‘neden’im, o 7 yaşındaki halim ile aynı kaldı, hiç değişmedi. Tıp-
kı bir binanın temelini sağlam attığınızda onu hiç değiştirmenize gerek
olmadığı gibi. Çocukken söylediğim ‘Ben bu İngilizceyi öğrenemez isem
dünya ile iletişim kuramayacağım’ düsturu hâlâ aynı. 30 yaşındayım ve İn-
gilizce öğrenmekteki nedenim hâlâ aynı. Bu yüzden bu konu ile ilgili mo-
tivasyonum hiç azalmadı, azalmayacak da. Aksine, bu kadar ileri seviye-
de konuşmama rağmen İngilizce ile ilgili motivasyonum gün geçtikçe art-
makta.

Burada ufak bir özeleştiri yapmak istiyorum. Erken yaşta İngilizceyi öğ-
rendiğim için bunun çok havalı bir şey olduğunu düşünüyor, bu yüzden
tüm paylaşımlarımı İngilizce yapıyor, yazılarımı İngilizce yazıyor, kitap-
larımı İngilizce okuyordum. Bir arkadaşım bana bir seferinde “İngilizcen
çok iyi, hatta Türkçenden daha iyi olmaya başladı” demişti. Bu laf o za-
man benim hoşuma giden bir laf iken, biraz daha olgunluğa eriştiğim-
de bir kinaye olduğunu anlamış ve bu konuda kendi içimde bir sorgula-
ma yapmıştım.

Zamanla anladım ki, bir insan kendi anadiline hâkim olmadan kendini
ifade edemeden başka bir dilde aynısını yapamaz. Bu anlayış ile anadilim
olan Türkçe üzerine çalışmaya başladım. Anadilim olduğu için ‘geliştir-
meye gerek mi var’ diye düşünürken, dilin organik bir mekânizma oldu-
ğunu, bizim günlük kullanımımızdan çok daha derinliğinin olduğunu ve
sürekli geliştirilmesi gerektiğini fark ettim. Ve bir süre sonra bunu denge-
ledim. Hem kendi dilimde hem de İngilizce paylaşımlar yapmaya başla-
dım. İki dilden de kitaplar okudum. Çünkü hem Sabahattin Ali’den, hem
de Paulo Coelho’dan keyif alıyordum. Hem Türk filmleri izledim hem ya-
bancı diziler. Hem Türk arkadaşlarımla konuştum, hem de yabancı arka-
daşlarım ile.

Bir süre sonra gördüm ki, bu iki dil ve diğer öğrendiğim dillerin gelişme-
si çok daha hızlanmaya ve etkili ilerlemeye başladı. Çünkü dediğim gibi,
anadilimize hâkim olamazsak, hiçbir dile olamayız.

9
Özet olarak, çocukluğumdan beri güçlü bir ‘neden’ ve doğru ‘nasıl’lar ile
başladığım İngilizce öğrenimimi keyif alarak ve disiplinli bir şekilde çalı-
şarak sürdürdüm. Bu, hem kişisel hem de profesyonel hayatıma hayal bile
edemeyeceğim katkılarda bulunurken kendimde birçok gelişim ve deği-
şimler sağladım.

Artık İngilizcenin hayatımdaki yeri yadsınamaz. İngilizce gittikçe daha


güzel ve büyük bir yer kaplayabilir hayatımda.

Benim hikâyem bu. Bu hikâyeden ‘Ooo biz böyle hayatta öğrenemeyiz’ çı-
karımında bulunup kendinizi kurban psikolojisine sokmayın. Bu hikâyeyi
sizlerle içten ve samimi bir şekilde paylaşma amacım size biraz olsun il-
ham olabilmek ve feyz almanızı sağlamak. Kendi hikâyenize göre benden
alabileceğiniz ve edinebileceğiniz kısımları çekip alın. Çünkü ben de bu
süreçte bir sürü hikâyeden örnekler ve fayda sağladım. Kendi hikâyemi
yazmamın amacı da bu.

Olur da benim hikâyem sizinle hiç özdeşleşmediyse, kitap boyunca 10 mi-


safir yazarın ‘İngilizce Öğrenirken Yaşadığım Süreçler’ başlıklı kısa yazıla-
rını okuyabilirsiniz. Mutlaka kendinizle özdeşleştireceğiniz birilerini bu-
lacaksınız.

10
2. Türkiye’de İngilizce ile İlgili Yaşanan
Sorunlar ve Kompleksler
Milletçe gözümüzde çok büyüttüğümüz ‘İngilizce’ konusu ile ilgili yaşadığı-
mız sıkıntıları, kompleksleri, mükemmeliyetçilikten kaynaklanan sorunla-
rı, gözümüzde bunu bu kadar büyütüşümüzü, hata yapmaktan ölesiye kor-
kuşumuzu, gramer takıntımızı ve daha birçok konuyu burada irdeleyeceğiz.

Birlikte çalıştığım, geliri orta seviyede ve eğitim düzeyi üniversite mezunu


olan hemen hemen herkesin dediği şeyler benzer:
• Anlayabiliyorum, ama konuşamıyorum.
• Ben Anadolu lisesi çıkışlıyım, ama tabii kullanmayınca gitti dil.
• Ben üniversiteyi %70 İngilizce okudum. Aslında biliyorum ama hep-
sini unuttum.
• Aslında bu dili biliyorum ama konuşmaya gelince birdenbire tıkanı-
yorum.’
• Benden iyi biri konuşmaya başlayınca tüm bildiklerim gidiyor.

Birçok kişi için ‘bahane’, ya da ‘kendine acıma’ olabilecek bu demeçlerin


tek bir sebebi var aslında: İnsan olmamız.

İnsanoğlu olarak maalesef, ne fiziksel anlamda ne de zihinsel anlamda


mükemmeliz. Birçok kompleksimiz, başarmak isteyip başaramadıkları-
mız, korkularımız ve çekincelerimiz var. Bunların birçoğunu da bilinçaltı
seviyesinde yaşıyoruz. Yani biz bile farkında değiliz!

Bu konuyu detaylı olarak konuşmadan önce bir de daha ‘ileride olacak bir
şeyi bekleyen’ demeçler çok duyuyorum:
• Ben yurtdışına gitsem var ya, 2 ayda sökerim şu İngilizceyi.
• Şimdi ikinci çocuk doğdu, ben çalışıyorum. Çocuk biraz büyüsün
başlayacağım.
• Bu arada firmanın büyük bir projesi var, 2 ay sürecek. O biter bitmez
yöneliyorum.

11
• Akademik takvim bir rahatlasın, hemen başlıyorum.
Bu arada bu kompleksler sadece bizim ülkemize değil, birçok topluma ve
kültüre has.

‘Çok istiyorum ama bir türlü yapamıyorum’ gerçeğini bahaneler ve suçla-


malar ile geçiştirerek kendimizi rahatlatma yolunu seçebiliyoruz. Önce-
likle bunun çok doğal bir şey olduğunu söyleyebilirim.

Birincisi, insan olduğumuz için, bir konuda alışkanlık kazanmak, ken-


dimizin yararına olan bir şeyi sürekli yapmak gibi şeyler her zaman zor.
Beynimiz olabildiğince az enerji harcamayı, vücuda kolay endorfin salgı-
latmayı ve ‘yeni icat’ çıkarmamayı seviyor. O yüzden herhangi bir alışkan-
lığı edinmek (özellikle faydalı ve emek isteyen) çok zor.

Bunun dışında, bir insan İngilizce konusunda disiplinli çalışamıyor ya


da henüz başarılı olamamış diye, hayatının her kısmında başarısız olacak
diye bir kaide yok. Birçok başarılı, kendini farklı alanda geliştiren insan
İngilizceye gelince istediği performansı gösteremeyebiliyor.

Bunun tam tersi de geçerli. Mesela ben İngilizce konusunda çok sıkı ça-
lışan, çok başarılı biriyim, fakat aynı performansı ve başarıyı sporda gös-
teremiyorum. Spor konusunda içsel motivasyonumu bulabilmiş değilim.
Sürekli ‘şu spora başlayacağım’ deyip başlamıyorum. Hatta spor salonuna
kayıt yaptırıp gitmiyorum. O yüzden bir konuda çok disiplinli çalışan biri
başka bir konuda disiplinsiz olabiliyor. Bu sebeple İngilizceyi öğrenme ko-
nusu da ‘siyah ve beyaz’ değil.

Toplumsal anlamda da eğitimlerimde genelde şunu sıklıkla söylüyorum:


“Herhangi bir dili öğrenmek ile İngilizceyi öğrenmek arasında fark var.
İngilizce bir Lingua Franca yani dünya dilidir. İngilizce sayesinde her ül-
keden insanla konuşabilir ve birçok kaynağa ulaşabilirsiniz. Her dil güzel,
fakat önce İngilizce öğrenin, sonra başka dilleri öğrenin.”

Çünkü İngilizceyi öğrenmek artık bir lüks değil, bir zorunluluk.

12
3. İngilizcenin Bireysel ve Toplumsal Faydaları
İngilizcenin kişiye olan faydası aşikâr. Fakat bunun dışında çok daha ko-
lektif ve toplumsal faydalara da vesile olmakta İngilizce.

Önce biraz kişisel faydalardan bahsedelim. Daha önce belirttiğimiz gibi,


İngilizce hobi için öğrenilecek ekstra bir dilden çok daha fazlası. Dün-
ya dili olan İngilizceyi öğrenen kişiler her şekilde öğrenmeyen kişilerden
daha avantajlı durumda. Kişisel faydalarını didaktik bir şekilde anlatmak
yerine kendi örneklerimden bahsetmeyi tercih ederim:

İngilizceme bu kadar emek harcadığım ve iyi bir seviyeye getirdiğim için


sayısız kişisel ve profesyonel fayda sağladım hayatımda.

Örnek olarak:
• Ortak dili İngilizce olan uluslararası öğrenci organizasyonlarında ak-
tif rol aldığım için farklı onlarca ülkeden yüzlerce arkadaş edindim.
Bu tanıdıklarımla keyifli vakit geçirmek dışında, çok kaliteli, kendi-
ni inanılmaz geliştirmiş ve profesyonel alanda da çok başarılı olmuş
insanlar tanıdım. 30 yaşında 10 dili iyi derecede konuşabilen, Oxford
Üniversitesi’nde okumuş, en prestijli şirketlere giren ve bunun gibi
hiç tahayyül edemeyeceğim şeyleri başarmış insanları tanıma fırsa-
tım oldu. Daha da değerlisi onlarla hayat, gelecek hakkında, mutlu
olduğumuz, üzüldüğümüz şeyler hakkında, siyaset, din ile ilgili uzun
uzun konuşmalar yapıp vizyonumu genişlettim. Şimdi beni kaçırıp
dünyanın herhangi bir ülkesine götürseniz, uyandığımda muhteme-
len o ülkede ya bir arkadaş ya da bir arkadaşımın arkadaşını bulu-
rum. Ve inanın, bu kadar kaliteli insan tanımak dünyada ne para ile
ne başka şey ile ölçülebilir.
• İngilizce çalışmalarımı da içinde barındıran ‘Bosphorus Story House’
isimli bir eğitim firmam var. Bu eğitim firmam ile ilgili en büyük mo-
tivasyonum bu platformu dünyada çapında büyütüp, dünyanın dört
bir yanında ekibim ile eğitimler verebilmek. Her zaman şunu söylü-
yorum: 80 milyon ile mi yoksa 8 milyar ile mi çalışabilme potansiye-
line sahip olmak istersiniz? Bunu gerçekleştirmenin en önemli yolla-
rından birini tahmin ediyorsunuzdur: İngilizce.

13
• Bizim genelde sadece kendi ülkemizde olduğunu düşündüğümüz, fa-
kat hemen hemen dünyanın her ülkesinde olan bir problem var. Bize
dayatılan kaynaklar (televizyon, gazete vs...) genelde taraflı kaynaklar
(İnterneti tenzih ediyorum çünkü internet herkes için açık bir plat-
form). Sadece Türkçe bilen birinin okuyacağı gazeteler ya bir tarafın
görüşünü yansıtmakta ya da diğer tarafın görüşünü. Objektif olmaya
yakın maalesef hiçbir kaynak yok. İngilizce bilmenin en büyük avan-
tajlarından biri de benim için bu. Öğrendiğimiz şeylerle ilgili objektif
ve daha zengin kaynaklara ulaşabilme; farklı kaynaklardan farklı fi-
kirler edinip bunların hepsini toplayarak kendi süzgeçimizden geçir-
me fırsatı sağlamakta İngilizce. Bu sayede bize dayatılan şeylere körü
körüne inanıp statükonun istediği gibi yönlendirilen insan güruhları
olmanın yerine, kendi düşüncesini sosyal basklılara maruz kalmadan
edinebilen ve bunu ifade edebilen bireylere dönüşebiliyoruz. Bunun
dışında bir öğrenci bir akademik kaynağı kendi dilinde aradığında
o dilde 1 kaynak bulabilirken, İngilizcede aynı konu hakkında 1000
kaynak bulunabiliyor. Bunun en büyük sebebi de kaynakların çoğu-
nun İngilizce dilinde yazılması. Bu ve bunun gibi birçok kişisel fayda
sunmakta İngilizce...

Biraz da toplumsal faydalarından bahsedelim. Bir dili öğrenmek o dilin


tüm teknik kısımlarına hâkim olmaktan ibaret değil. Bir dili öğrenmek o
dilin kültürünü, şakalarını, küfürlerini, kendine has sözlerini de öğren-
mek demektir. İngilizceyi iyi bilen bir insanın genelde yaşadığı (kendi tec-
rübelerimden yola çıkarak anlatacağım) avantajlar şunlar:

Kendi Kültürünü Daha İyi Tanımak


Birçok insan başka bir dil öğrenirse sanki kendi kültüründen feragat ede-
cekmiş gibi düşünüyor. Bence tam tersine, başka bir dili ve kültürü öğre-
nen kişi kendi kültürünü çok daha iyi tanıyabiliyor. Kendi subjektif ba-
lonundan çıkıp kendi kültürüne dışarıdan bakmaya başlayabiliyor. Bu
olmaya başladığında ise kendisine ailesi, arkadaşlar ve toplumu tarafın-
dan empoze edilen ve gerçek sanılan unsurların çoğunun gerçek olma-
dığını anlayabiliyor. Bu farkındalık başladığında toplumdaki yanlışların
ve doğruların gözlemi daha iyi yapılıp, bunlara karşı çözümler üretilebi-
liyor. Kendi kültüründen hiç çıkmamış bir insan körü körüne kendi kül-
türünü savunup, en iyisini kendisinin bildiğini sanıp, dışarıdaki kültürle-
14
re kapalı kalınca aslında hem kendisine hem de toplumuna en büyük kö-
tülüğü yapmış oluyor.

Bu iki yönlü bir yol tabii. Başka kültürleri tanımak kendi kültürünü daha
iyi anlamak için ne kadar önemli ise, kendi kültürünü daha iyi tanımak da
başka kültürleri anlamak için o kadar önemlidir.

İngilizce öğreniminde de bu böyledir aslında. Başka dillere hâkim olduk-


ça kendi dilinize daha çok hâkim olursunuz. Aynı şekilde, kendi dilinize
hâkim oldukça, başka dillere daha kolay hâkim olursunuz.

Kendi kültürünüzü daha iyi anlamak, ona karşı objektif yaklaşmak ve bu


vesile ile toplumunuza daha fazla katkı sağlamak İngilizce öğrenmenin
toplumsal faydalarından biridir.

Dünya Vatandaşlığı
Bir önceki nokta ile çok uzak olmayan bu fayda, bir insanın İngilizce öğ-
rendiğinde ve bunu akıcı kullanabildiğinde sadece kendi çevresinde değil,
tüm dünyada yapabileceklerinden bahsediyor.

Örnek olarak, ben hep şöyle düşünürüm. Kendi ülkemde çalışmak, para
kazanmak ve bu ülkeye katkı sağlamak tabii ki güzel bir şey. Fakat 8 milyar
insan ile çalışabilmek varken neden kendimi 80 milyon ile kısıtlayayım?

Neden bir hafta Paris’te, bir hafta New York’ta, bir hafta İstanbul’da ve di-
ğer hafta Bangkok’ta eğitim verebilecekken, bir ayın 4 haftası da sadece
İstanbul’da vereyim?

Neden bir Türk’e eğitimlerimde katkı sağladığım gibi, bir Yunan, bir Al-
man veya bir Çinliye de katkı sağlamayayım?

İşte benim gözümde dünya vatandaşlığı budur.

Ve dünya vatandaşı olabilmek için birçok özelliğin yanı sıra, en önemlile-


rinden biri İngilizceyi iyi konuşabilmektir.
15
Kendi Topluluğunu/Ülkeni Daha İyi Temsil Edebilmek
Doğduğu ülkeden memnun ve ülkesini seven biri olarak, içinde doğdu-
ğum toprakları en iyi şekilde temsil edebilmek benim en çok keyif aldı-
ğım işlerden biri. Fakat benim için bu Türk bayrağını elime alıp sallamak-
tan ibaret değil.

Benim için ülkemi ve komünitemi en iyi şekilde temsil etmek, işimi en iyi
şekilde yapıp olabildiğince insana ulaşmak ve elimden geldiğince hayata
dokunmaktır.

Çünkü başarıyı kovalamak yerine işinizi hep daha iyi yapmaya çalışırsa-
nız, o zaman başarı da gelir.

İşimi hep daha iyi yapıp, bunu tüm dünyada yapınca, işte o zaman tam an-
lamıyla doğduğum toprakları temsil ettiğimi hissediyorum.

Londra’da bir eğitimde konuşma yaptıktan sonra 100 katılımcı arasından


20 tanesi yanıma gelip “Harika bir iş çıkardın” dediğinde bunu hissediyo-
rum.

Ve bunu yapabilmek için en önemli şeylerden birinin ne olduğunu tahmin


edebilirsiniz: İngilizce.

Daha Gelişmiş Toplumlar


Gelişmiş ve medeni toplumların hemen hemen hepsinin dışarıya açık,
serbest ticarete sıcak bakan ve geneli İngilizceye hâkim olan topluluklar
olduğunu görürsünüz.

Günümüz dünyasında, özellikle II. Dünya Savaşından sonra, toplumlar


birbirleri ile daha bağlantılı, daha iletişim halinde ve daha birbirine muh-
taç halde olmuşlardır. Biri diğeri olmadan yükselemez ve yaşayamaz.

Dışarıya açık toplumlar, diğer ülkelerle iyi diyalog içinde olduğundan do-
layı muasır medeniyetler seviyesine daha çabuk ulaşmışlardır.

16
Dünyanın en modern ve medeni toplumlarını sayın desem muhtemelen
az çok aynı ülkeleri sayarsınız. Almanya, Hollanda, İskandinav ülkeleri
(Finlandiya, Norveç, Danimarka, İsveç) ve Asya kıtasında Singapur, Ja-
ponya gibi ülkeler genelde en yaşanılabilir ülkeler sıralamasında ve eko-
nomi, eğitim, ticaret ve benzeri birçok klasmanda hep en üst sıradadırlar.

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, bu toplumların hepsinin istisnasız


çok yüksek İngilizce konuşma oranlarına sahip olmaları bir tesadüf de-
ğildir.

Bir de diğer tarafa bakalım. Kuzey Kore, Çin, birçok Arap ülkesi, Güney
Amerika ülkelerinin birkaçı, Afrika ülkelerinin çoğunluğu gibi örneklere
baktığımızda bu ülkelerin genelde hep en alt listelerde olduğunu görürsü-
nüz. Ve bu ülkelerin de dışa çok kapalı olması bir tesadüf değildir. Bu ül-
kelerdeki İngilizce bilme oranlarına baktığınızda korkunç derecede düşük
olduğunu görebilirsiniz.

Bu ve bunun gibi birçok toplumsal fayda İngilizce öğrenilmesini bir zo-


runluluk haline getirir. Aslında İngilizce öğrenirken bunu sadece kendi-
mize fayda sağlamak olarak değil, kendimizden daha büyük bir şeye hiz-
met etmek olarak görürsek hem motivasyonumuz yükselir hem de işin
ciddiyetini anlamamız kolaylaşır.

Peki neden hem kişisel hem de toplumsal faydası bu kadar aşikâr olan bir
şeyi hepimiz öğrenmiyoruz? Özellikle günümüz fırsatları, kaynakları ve
teknolojisi ile İngilizceyi öğrenmek her zamankinden daha kolay iken bizi
durduran nedir?

Maalesef insan beyni bu kadar düz, net ve sonuç odaklı çalışmamakta.

Bu arada tekrar ediyorum, bir insan her konuda ya çok etkili çalışır ya da
hiçbir konuda çalışamaz diye bir şey yok. Örnek olarak ben İngilizce ko-
nusunda ya da genel olarak işim konusunda çok disiplinli ve efektif çalışı-
yor iken, çok istediğim sporu (dolaylı yoldan sağlıklı yaşamı) ve dansı bir
şekilde hayatıma entegre edemedim. O yüzden şu an İngilizce konusun-
17
da disiplinli bir çalışma halinde değilseniz kendinizi suçlayıp ‘zaten hiçbir
zaman çalışamam’ psikolojisine girmeyin. Bu anlatacağım; yüzlerce sayfa-
ya sığmayacak bir konunun çok ufak bir özeti olacaktır.

İnsan beyninin çok kompleks bir organ olduğunu hepimiz biliyoruz. Sa-
dece bilinç seviyesinde, yani bizim farkında olduğumuz düşünceler, ina-
nışlar ve davranışların dışında, ‘buzdağının görünmeyen kısmı’ metafo-
runa çok uyan, kocaman bir bilinçaltımız var. Şu anki hayatımızın büyük
bir kısmı genelde bebeklik ve çocukluk döneminde gördüklerimiz, yaşa-
dıklarımız, tecrübe ettiklerimiz ve bunları konumlandırma şeklimize göre
şekilleniyor.

Bu sadece bireysel olarak yaşadığımızın dışında, toplumsal olarak yaşadı-


ğımız deneyimler ve kolektif bilinç dediğimiz, tanımadığımız atalarımız-
dan süregelen genetik özellikleri kapsıyor.

Birçok olası sebepten ötürü bilinç seviyesinde İngilizceyi çok öğrenmek


isteyen biri, bilinçaltı seviyesinde bunu istemiyor ve bundan korkuyor ola-
bilir.

Bizde de insanlar, hem bireysel olarak hem Türk toplumu olarak, bilinçal-
tı seviyesinde İngilizceye karşı oldukça büyük bir korku ve kompleks bes-
lemekte.

Bunun her unsurunu çözdüğümü ve buna bir çözüm önerebildiğimi ma-


alesef söyleyemeyeceğim. Fakat şu ana kadar konuştuğum öğrenciler, gör-
düğüm hadiseler ve edindiğim tecrübeler zarfında birkaç şey söyleyebili-
rim.

Yüzeyde ve daha derininde bizim toplumsal olarak İngilizce öğrenmemiz-


de en büyük engellerden birkaçı şunlar olabilir:

Mükemmel konuşmaya çalışmamız


Birçok insan İngilzceyi mükemmel konuşmak istiyor. Hatasız, harika bir
aksan ile kusursuz bir şekilde.
18
Size şunu söyleyebilirim, ‘mükemmel İngilizce’ diye bir şey yok. Siz de hiç-
bir zaman mükemmel konuşmayacaksınız, ben de konuşmayacağım, İn-
giltere kraliçesi II. Elizabeth de konuşmayacak. Her şeyde olduğu gibi, İn-
gilizcede de varılacak bir tepe ve o tepeye varınca artık daha iyisinin ol-
maması durumu yoktur. Dil organik bir şeydir ve sürekli değişime, gelişi-
me uğrar. Yani dile çok hâkim olsanız bile, dilde olan değişikliklere ayak
uydurmak durumundasınız.

Biz ise bu ‘mükemmelliyetçi’liğimizin kurbanı olup mükemmel konuşa-


mıyorsak hiç konuşmamayı tercih ediyoruz.

15 yaşında bir konuşmacının güzel bir konuşmasını dinlemiştim. Kendi-


sini ünlü basketbolcu Michael Jordan ile kıyaslıyordu. Diyordu ki: “Şim-
di düşünün benim elimde bir basketbol topu var. Aynı zamanda Micha-
el Jordan’ın elinde de bir basketbol topu var. İkimiz de aynı potanın önün-
deyiz. Ben topu potaya atmaya başlıyorum. Dünyanın en iyi basketbolcu-
su Michael Jordan ise hiç atmıyor, top elinde öyle duruyor. Kimin basket
atma ihtimali daha yüksektir?”

Bu karşılaştırma birçok konu için elzem olabileceği gibi İngilizce için de


olabilir. Dünyanın en iyi dilbilimcisi ile siz yan yana dursanız, dilbilimci
İngilizce konuşmayıp siz konuşursanız iyi konuşan siz olursunuz. O yüz-
den bir şeyin iyileşmesi ve gelişmesi için en önemli unsurun harekete geç-
mek olduğunu unutmamalıyız.

‘Evren hareketi alkışlar’ sözü benim çok dikkate aldığım bir sözdür. İngi-
lizceniz hiçbir zaman mükemmel olmayacaktır, olmak zorunda da değil-
dir. Çünkü mükemmel yoktur.

Ama olabildiğince iyi bir seviyeye getirmenin tek bir yolu vardır. O da
pratik yapmaktır. Pratik yapmanın yolu da hata yapmaktan korkmadan
İngilizceyi çalışmak, konuşmak ve deneyimlemektir.

İngilizce denildiği gibi; ‘Better done than perfect’ (Yapmak, mükemmel so-
nuçtan daha önemlidir).
19
Kendimizi kendi dilimizde bile ifade edemememiz
Fransızca dersi aldığımda hoca şunu demişti: “Bana bir öğrenci getirdi-
ler. Dediler ki, ‘Bu çocuğun kendisini Fransızca dilinde ifade etmesini is-
tiyoruz.’ Birkaç hafta çalıştık ve çocuk bir türlü Fransızca konuşamıyordu.
Sonra karşıma aldım ve Türkçe sohbet etmeye başladım. Baktım ki çocuk
daha kendisini Türkçe ifade edemiyor. Problemi kökünden çözmeye karar
verdim ve Fransızca öğretmeden önce çocuğun kendini ilk başta kendi di-
linde ifade etmesini sağladım.”

Bu hikâye kulağıma hep küpe olmuştur ve çok da işime yaramıştır. Haki-


katen gördüm ki, kendi dilinde kendisini ifade edemeyen birinin başka
bir dili öğrenmesi olası değil. Tam tersi olarak da, başka bir dilde kendini
ifade ettikçe, kendi dilinde de kendini daha iyi ifade etmeye başlıyorsun.

Türk milleti olarak kendini kolay ifade edemeyen bir milletiz. Duyguları-
mızı açık açık söyleyemeyiz, ‘Seni seviyorum’, ‘Özür dilerim’, ‘Teşekkürler’
demek zor gelir bize. Sevgilimizin yaptığı bir şeye kızdığımızda bunu yapı-
cı bir şekilde ona anlatmak yerine, gün boyu suratımız asık dolanıp en ufak
bahanede patlarız. Ya da iş yerinde patronumuzun bize söylediği ters bir
söze karşı tepki vermek yerine eve gittiğimizde eşimize ya da çocuğumu-
za kükreriz. Daha da ekstrem bir örnek olarak arkadaki araba bize korna
çaldı diye arabamızdan inip arabadaki adamı kurşun yağmuruna tutarız.

Bu sadece Türkiye’de olan problemler değil elbette. Dünyanın birçok ye-


rinde insanların duygularını ve fikirlerini rahatça ve yeterince ifade ede-
mediğinden dolayı yaşanan problemler. Fakat maalesef bu problemler ül-
kemizde çok sık görülmekte.

Burada demek istediğim, biz kendimizi anadilimizde ifade etmeyi öğren-


mediğimiz sürece, bizden kendimizi başka bir dilde ifade etmemiz bekle-
nemez.

Artık bir dili öğrenmek çok kolay. Tekniği, nasıl yapılacağı, pratiklerine
dair binlerce kaynak var. Fakat kendini ifade etmeyi öğrenmek hem ço-
cuklukta hem de yetişkinlikte sürekli geliştirilmesi gereken bir yetenek.
20
Beş sene önceki kendime ve şimdiki halime bakınca aradaki farka şaşırı-
yorum. Özellikle kendimi ifade etmekte zorlandığım için, sevdiklerime
karşı kendimi farklı yollarda ifade etmeye çalışıyordum. Bu da beni ken-
dimi sözlü ifade etmekten alıkoyuyordu.

Süreçte bol bol kitap okuyarak, kendini ifade eden insanlar ile vakit ge-
çirerek, bu alanda kendimi geliştirerek kendimi daha rahat ifade edebi-
len birine dönüştüm. Ve inanın bu genel olarak hayatımda fayda sağla-
ması dışında, kendimi başka dillerde de ifade etmem konusunda inanıl-
maz faydalı oldu.

O yüzden kendinize, sevdiklerinize, çocuğunuza İngilizce öğretirken, aynı


zamanda kendinizi hem bilgi açısından hem de duygusal açıdan iyi ifa-
de edebildiğinizden emin olun. Sürekli bu konunun üstünde durarak çok
daha iyi bir İngilizce öğrencisi olacaksınız.

21
4. İngilizce ile İlgili Türkiye’de Neler Yapılıyor?
İnsanların kafasına yerleşmiş ‘İngilizce sadece yabancı bir ülkede öğreni-
lebilir’ algısının ne kadar gerçekten uzak olduğunu, isteyen birinin elinde-
ki her araç ile iyi bir seviyeye gelebileceğini, en önemlisi insanın gösterdi-
ği özveri ve sürdürülebilirliğin faydalarından bahsedeceğiz.

Bunun dışında Türkiye’de hem örgün hem yaygın hem de organizasyo-


nel alanda İngilizce ile ilgili yapılan çalışmalar, projeler ve topluluklardan
bahsedeceğiz.

Bu sayacağım kuruluş, topluluk ve aktiviteler özellikle İstanbul, genelde


Ankara ve İzmir ağırlıklı. Fakat az da olsa birçok şehirde benzer aktivite-
ler ve topluluklar bulunmakta. Burada tek tek her şehri sayamayacağım
için bahsettiğim aktivite ve toplulukları internetten araştırıp şehrinizde
var mı bakmanızı öneririm. Yoksa bile muhtemelen muadili vardır. Eğer
gerçekten çok ücra bir yerdeyseniz ve hiçbir şey yoksa, o zaman bu sizin
için başka bir fırsat anlamına geliyor. Yaşadığınız yerde insanların İngiliz-
ce öğrenebileceği bir topluluğu siz kurabilir ve bu esnada harika bir sos-
yal girişimci olabilirsiniz.

Couchsurfing
Couchsurfing dünyanın en büyük paylaşım ve misafir etme platformla-
rından biridir. 20 milyondan fazla kullanıcısı olan bu internet sitesinin
asıl amacı gezen insanların gittikleri ülkelerde/şehirlerde kendi mantalite-
sine yakın (genelde misafir olanlar da, misafir edenler de seyahati seven,
uyumlu, farklı kültürleri tanımak isteyen karakterlerdir) kişilerin evlerin-
de ücretsiz kalmasına vesile olmaktır. Misafir edecek kişiler yaşadıkları şe-
hirlerin gruplarında “İsteyen kişiler bende kalabilir” diye yazarak, misafir
olacak kişiler tarafından iletişime geçilirler. Şartlar ve kafalar uyduğu tak-
dirde o kişi diğer kişinin evinde kalır. Bunu salt bir otel hizmeti tarzı dü-
şünmeyin. Kişiler birbirlerinin evinde ücretsiz kalırlar ve bundan herhan-
gi bir maddi beklentileri yoktur (site kimseye bir komisyon ödemez). Bu-
radaki amaç farklı kültürdekilerin bir araya gelip birbirlerini tanımaları,
23
sohbet etmeleri ve yeni arkadaşlıkların şekillenmesidir.

‘Paylaşım’ kültürüne alışık olmayanlara ve bizim kültürümüze abes gel-


diğini bildiğim bu sitenin tek faydası bir kişinin diğer bir kişinin evinde
kalması değildir (Tabii şunu da belirteyim, bu site vesilesi ile birçok ülke-
de birçok kişinin evinde kaldım ve aynı zamanda birçok kişi benim evim-
de kaldı). Bu sitenin en büyük faydası yaşadığınız şehirde ya da gittiğiniz
yerde aktivitelere katılabiliyor olmanızdır. Bu aktivitelerde genelde dün-
yanın birçok ülkesinden insanlar bir araya gelmekte ve sohbet etmektedir.

İngilizceyi öğrenmenin en iyi yollarından birinin farklı kültürlerden kişi-


ler ile pratik yapmanın olduğu aşikâr. Bu site de tam olarak bunu sağlıyor.
Fransa’dan, Amerika’dan, Hindistan’dan, Kenya’dan ve birçok ülkeden bir-
çok insanı evinizde misafir edebilir ve birçok insanın evinde misafir ola-
bilirsiniz. (Güven konusunda düşüncesi olanlar olabilir. Site booking.com
gibi puanlama sistemi ile çalışıyor). Ya da sadece bir akşam etkinliğinde
farklı ülkeden birçok insan ile bir şeyler içebilir ve güzel bir sohbet edip,
uzun süreli bir arkadaşlığın başlangıcını oluşturuyor olabilirsiniz.

İstanbul gibi şehirlerde de son derece aktif olan Couchsurfing sitesine


bakmanızı kesinlikle öneririm. Bana inanılmaz faydası olan bu site, kon-
for alanından biraz çıkmaya hazır herkese inanılmaz fırsatlar ve anılar su-
nacaktır.

Internations
‘Expatriate’ diye tabir edilen, farklı bir ülkede çalışan ve yaşayan kişiler
için kurulmuş olan Internations, bu insanların farklı aktiviteler organize
edebileceği ve bir araya gelebileceği güzel bir platform.

Almanya merkezli internations dünyanın dört bir yanında İstanbul’da da


sıkça kullanılmaktadır. Bu site Couchsurfing gibi herkesin üye olabileceği
değil, önce bir başvuru formu doldurup sonrasında Almanya’daki merkez
ofisleri tarafından ‘kriterlere’ uyan kişilerin seçildiği bir platformdur. Bu-
radaki en önemli kriter de kişinin ya başka bir ülkede yaşayan bir yaban-
24
cı olması ya da yabancı komünitelerinde bulunan, farklı kültürden insan-
lar ile diyaloğu olan bir kişi olmasıdır.

Kayıt yaptırıp kabul edilmezseniz moralinizi bozmayın. Ben de ilk başvu-


rumdan sonra kabul edilmemiş, 2 sene sonra tekrar başvurup kabul edil-
miştim.

Internations’ta birçok farklı etkinlik bulunmakta. ‘Charity’ diye adlandır-


dıkları hayır gecelerinden tutun, farklı mesleklerden insanların bir araya
gelip ‘speed networking’ yaptıkları akşamlara, Belgrad Ormanı’nda hep
birlikte koşmaktan, bir üyenin düzenlediği bir sushi gecesine kadar bir-
çok etkinlik yapılmakta. Yine Couchsurfing örneğinde olduğu gibi, bu si-
tede de birçok yabancı üye olduğundan birçok farklı kültürden insanla
tanışıp arkadaşlık geliştirmeniz mümkün. Hem kişisel hem de profesyo-
nel ‘network’ünüzü artırmanıza vesile olabilecek bu platformu da mutlaka
araştırmanızı ve başvurmanızı öneririm.

Dil Kursları
İngilizce dil kursları zaten ülkemizde ziyadesiyle popüler. Geçen haf-
ta Ankara’ya bir iş seyahatine gittiğimde bir binada tüm katların farklı
dil kurslarının tabelaları ile dolu olduğunu gördüm. Birçok insanın ka-
yıt olduğu, para verdiği ve maalesef çoğu zaman verim alamadıkları bu dil
kursları konusunda farklı düşüncelerim var.

İngilizce derslerimde her zaman öğrencilerime şunu derim: Dil kursu,


özel hoca gibi unsurlar faydalıdır. Fakat her şeyde olduğu gibi bunların da
kalitelisi ve kalitesizi vardır. O yüzden böyle bir finansal ve eforsal yükün
altına girmeden önce iyice araştırmak ve düşünmek gerekir.

Fakat en kaliteli dil kursuna ve hocaya gitseniz bile, ne kadar para verirse-
niz verin, dersin dışında siz İngilizceyi bir şekilde çalışmaz ve hayatınıza
entegre etmezseniz, paranızı çöpe atmış olursunuz. Buna en yakın örnek-
lerden biri birçok insanın senelik üyelik yaptığı, fakat birkaç hafta sonra
yüzüne bile bakmadığı spor salonu üyelikleridir.
25
İngilizceyi çocukluğumdan beri sıkı bir çalışma ve motivasyon ile geliş-
tirdiğim için bir dil kursuna hiç ihtiyacım olmadı. Fakat sonradan öğren-
diğim Fransızca ve Almancada dil kurslarının faydalı olduğunu söyleye-
bilirim.

Lise ve üniversitede senelerce Almanca görmeme rağmen iki gram öğren-


mediğim dili bir yaz Hamburg’da 1 aylık bir kursta (her gün 5 saatlik yo-
ğun bir kurstu) oldukça geliştirmiştim. Tabii bunda Alman bir aile ile kal-
mamın, her gün 5 saat ders almamın ve hocamın çok iyi olmasının rolü
vardı.

Fransızcayı biraz daha sonra öğrenmiştim. Gideceğim yüksek lisans prog-


ramı yarı İngilizce yarı Fransızca olacaktı. O yüzden bu dili öğrenmek zo-
rundaydım. İstanbul’da bir dil kursuna giderek başladığım Fransızcam, dil
kursunda ufak da olsa bir temel kazanmıştı. İlk başta ‘hocanız Fransız ola-
cak’ denilip, hoca Türk çıkmasına rağmen çok kaliteli idi. Bu kurs özellik-
le dile başlamam ve genel mantığını anlamam konusunda yardımcı olmuş-
tu. Fakat asıl gelişme 1 ay Korsika’ya (Fransa’da bir ada) gidip orada gönüllü
çalışmam ile olmuştu (Bunu sonraki bölümlerde daha detaylı anlatacağım).

Uzun lafın kısası dil kursuna gideceğinize kendiniz çalışarak da dili öğre-
nebilirsiniz. Fakat dil kursları temel prensipleri öğrenmeniz ve konu hak-
kında motivasyon sağlamanız adına faydalı olacaktır. Ama dediğim gibi,
gitmeden önce ne olur araştırmanızı iyi yapın.

English Spoken Cafe


Yeni duyduğum bu oluşumdan haberdar olunca çok mutlu olmuştum.
Bir nebze İngilizce kurslarının yaptığını yapan ‘English Spoken Cafe’,
İstanbul’un farklı yerlerinde bulunan bir kafe olarak işletilmekte. Herhan-
gi bir kafeden farkı ise bu kafelerde İngilizce hocalarının olup, gelen müş-
terilerle İngilizce sohbet etmeleri.

Farklı etkinlikler ve birçok güzel aktivite organize eden bu güzel oluşumu


takip etmenizi öneririm.
26
Toastmasters
Benim göz bebeğim olan Toastmasters kulübünü sadece İngilizce öğren-
mek isteyenlere değil, hayatına kaliteli insanları eklemek, yabancılar ile
diyaloga girmek ve vizyonunu genişletmek isteyen herkese öneriyorum.

1924 yılında Amerika’da kurulan ve dünyanın en ünlü topluluk önünde


konuşma kulüplerinden olan Toastmasters, dünyanın 150’den fazla ülke-
sinde, 300 binden fazla kulüp bulundurmaktadır. Asıl amacı bir kişinin
topluluk önünde konuşma yetisini geliştirmesini sağlamak olan kulüp,
İstanbul’da 5 ayrı kulüp olarak yer almaktadır.

Benim üyesi olduğum İstanbul Toastmasters İngilizce dilinde faaliyet gös-


terdiğinden hem kendimin hem de üyesi olan birçok kişinin İngilizce se-
viyesini inanılmaz bir şekide geliştirdiğine tanık oldum.

İngilizceyi hayatının bir parçası haline getirmek ve uluslararası ortamlar-


da bulunma fırsatı için bu güzel kulübü mutlaka araştırmanızı ve bir par-
çası haline gelmenizi şiddetle öneririm.

Bu saydıklarım sadece benim birebir deneyimlediğim ya da çok yakından


duyduğum ve kalitesinden emin olduğum oluşumlar/topluluklar. Bunun
dışında eminim ki onlarca iyi kalitede organizasyon vardır. Ben özellik-
le internetten araştırmayıp, birebir bildiklerimi paylaşmak istedim. Ama
size önerim bu önerilerim dışında araştırmanızı yapıp, belki size daha uy-
gun olabilecek topluluklara bir göz atmanız.

27
5. İngilizce ile İlgili Biz Neler Yapıyoruz?
Bir önceki bölümde Türkiye’de İngilizce alanında neler yapıldığı ile ilgili
kısa bilgiler verdik. Bu bahsettiğimiz organizasyonlar ve oluşumların ço-
ğuna biz de bir şekilde dâhil olsak da, bunların hiçbiri bizim kurduğumuz
oluşumlar değil.

Bu kısımda ‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum’ kapsamında gerçek-


leştirdiğimiz, hâlihazırda yapmaya devam ettiğimiz ve gelecekte yapmayı
planladığımız aktiviteleri ve çalışmaları sizlerle paylaşacağız.

Daha önce sık sık belirttiğim gibi, İngilizce birçok unsuru ile bir insa-
nın hem kişisel hem de profesyonel hayatına inanılmaz katkılar sunan bir
araç. Hemen hemen herkesin aşikâr olduğu bu durumu biz de birinci el-
den tecrübe ettiğimiz için buradaki en önemli amacımız, olabildiğince ki-
şinin hayatına dokunabilmek.

İngilizceyi öğreten birçok kurs, organizasyon ve oluşum olduğu için bu


çalışmalarımızı topluma açık yapmaya başladığımızda kendimizi nasıl
farklılaştırabiliriz diye uzun süre düşündük.

Aslında konseptimizin ‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenmek’ olması da bu


sebepten.

Her eğitimimizde artık bilgiye ulaşmanın inanılmaz kolay olduğunu, ama


bu bilgiyi pratiğe dökmenin, sürdürülebilir çalışmanın ve bilgiyi içselleş-
tirmenin zor olduğundan bahsediyoruz. Bu yüzden insanlara önce öğren-
meyi öğretip, bunun yanı sıra teknik kısımları doldurmayı daha doğru bir
metod olarak görüyoruz. Özet olarak, bir insanın İngilizceyi öğrenmesine
vesile olurken, ona nasıl öğrenebileceğini de öğretiyoruz.

Bu kapsamda birçok farklı çalışma yapmaktayız. Bunları yaparken temel-


de her zaman interaktif, çıkarımsal, eğlenceli, pratiğe dayalı ve öğrenilenin
kişinin içsel motivasyona dönüştürüp çalışmalarını başkalarından bağım-
sız şekilde ilerletmesini de amaçlıyoruz. Bu konuda yaptıklarımız şunlar:
29
Eğitimler
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenme eğitimi adında, genel olarak ayda 2 tane
sertifikalı eğitim gerçekleştirmekteyiz. Bunların bir tanesi hafta içi 2 saat
süren ve diğeri de hafta sonu 5 saat süren daha kapsamlı bir eğitimden
oluşuyor. Burada kişilere İngilizce konusundaki genel çalışma prensiple-
rinden, kişinin yeteneği ve motivasyonuna göre odaklanma önerilerin-
den, öğrenirken farkında olmadığımız blokajlarımızdan, içsel motivas-
yonun öneminden ve İngilizce öğrenirken faydalanılabilecek araçlardan
bahsederken, katılımcılar sahneye çıkartılıp kısaca kendilerini İngilizce
tanıtarak konfor alanlarından biraz dışarı çıkıyor. Genel bir eğitim olan
‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenme’ eğitimimizin en büyük amacı kişinin
gerekli temeli oluşturmasına vesile olmak ve başlangıç için motivasyon ve
yeterli araç vermektir.

Etkinlikler
Eğitimlerimizi olabildiğince sıradanlıktan, rutinden ve konvansiyonellik-
ten uzak tutmaya çalışıyoruz. Eğitimlerimizin yanı sıra gerçekleştirdiği-
miz etkinlikler ile de katılımcılara hem unutmayacakları tecrübeler yaşat-
mayı hem de bu süreçte öğrenimlerine katkıda bulunmayı hedefliyoruz.

Bu etkinliklerimizden bazıları:

Learn & Travel


Şu ana kadar iki kere organize ettiğimiz ‘Learn & Travel’ etkinliğimizde 12
katılımcıyı hafta sonu bir ülkeye götürüp iki gün boyunca hayatlarına İn-
gilizceyi entegre ediyoruz. Yarısının İngilizce dersleri ile geçtiği hafta so-
nundaki programın, diğer yarısı da gidilen şehri İngilizce konuşan bir tur
rehberi ile görmeyi, müzelerde İngilizce turunu, kaldığımız hostelde ya-
bancı müşterilerle diyalogu, gittiğimiz yerde düzenlediğimiz İngilizce bir
semineri ve daha birçok aktiviteyi kapsıyor.

Şu ana kadar organize ettiğimiz 2 etkinliğimizi de Sırbistan’ın başkenti


Belgrad’da yaptık. Bundan sonrakileri de Belgrad gibi, uçak bileti ucuz,
30
vize gerektirmeyen, pahalı olmayan yerlerde organize etmeyi planlıyo-
ruz (katılımcı ücretini olabildiğince düşük tutmak için). Gittiğimiz yerler-
de İngilizce konuşulan mecralarda bulunarak (hostel, co-working alanla-
rı vs.) katılımcıları sürekli İngilizcelerini pratik edebilecekleri bir ortamda
tutarak, derslerde öğrendiklerini pratikte kullanabilmelerini sağlıyoruz.

Karanlıkta Speaking
Yeni bir konsept olan ‘Karanlıkta Speaking’ etkinliğimiz İstanbul Levent’te
bulunan ‘Karanlıkta Yemek’ isimli mekânda gerçekleştirdiğimiz, zifiri ka-
ranlıkta speaking aktiviteleri yaptırdığımız bir etkinliktir.

Zifiri karanlıkta insanların önyargılarının sıfırlanıp, konfor alanlarının dı-


şında olduğu açıkça gözlenmiştir. En büyük sıkıntılardan; İngilizce konu-
şurken hata yaparsak insanların bizimle alay edeceği (bu bilinçli bir korku
olmasa da, birçok insanın bilinçaltında yer eden bir korkudur) korkusunu
bertaraf etmek adına böyle bir konsept uygulamaktayız.

Katılımcılara hem farklı bir tecrübe hem de kendilerini gözlemleme ola-


nağı sunan bu etkinlik oldukça rağbet görmekte ve beğenilmekte.

E – Learning
‘Bosphorus Story House’ ile yürüttüğümüz eğitim çalışmalarında en sık
kullandığımız sloganımız, “Eğitimi herkese erişilebilir hale getirmek”tir.

Bir odada eğitim verilecek insan sayısı kısıtlı olduğundan, bu sloganın al-
tını doldurmak adına e-learning, yani uzaktan ya da internet üzerinden
öğrenmeye de ağırlık vermeye başladık.

Bunun ilk adımı olarak Facebook’ta ‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum’


isimli bir sayfada her gün İngilizce ile ilgili birer dakikalık videolar pay-
laşmaktayız. Bu videolar genel bilgilerden, tecrübelere, hikâyelerden baş-
kalarının deneyimlerine kadar birçok tarzda. Her şeyin hızlıca tüketildi-
ği ve insanların sabrının azaldığı dünyamızda bu birer dakikalık videolar,
31
insanların yoğunluklarında kısa da olsa bir mola almalarını ve bir şeyler
öğrenip uzun vadede fayda sağlamalarını amaçlamakta.

Birebir Çalışmalar
Son olarak da birebir çalışmalarımızdan bahsedeceğim. ‘Özel ders’ olarak
da adlandırılan bu çalışmaların en büyük faydası, kişinin temelini sağ-
lam kurdurup, İngilizce konusunda motivasyonunun içsel motivasyona
dönüşme sürecinde fayda sağlamak oluyor.

Öğrencilerime her zaman asıl işin kendilerinde bittiğini, kendilerinin dü-


zenli çalışmaları ve İngilizceyi hayatlarına entegre etmelerinin asıl başa-
rı unsuru olacağını, benim burada sadece bir yönlendirici, bir koç ve tec-
rübelerini aktaran bir arkadaş olup süreci sağlamlaştırıp, hızlandırabile-
ceğimi anlatıyorum.

Birebir derslerin faydası aşikâr olsa da, bir kişi öğrenmeyi alışkanlık hali-
ne getirmediği sürece ilerleme kaydetmesi mümkün olmuyor. Bu sebep-
le hem bireysel çalışmalarda bulunan hem de günlük hayatına İngilizce-
yi entegre eden öğrencilerim inanılmaz sağlam, hızlı ve kaliteli bir şekilde
bu alanda kendilerini geliştiriyor.

20 seneden uzun süredir hayatımda olan ve yaklaşık 2 senedir öğretme sü-


recine girdiğim İngilizce konusunda yaptığımız çalışmalar şimdilik bun-
lar.

Tekrar etmek gerekirse bu çalışmaların en büyük amacı, kişinin kendi


öğrenim sürecine girip, İngilizceyi hayatının bir parçası haline getirme-
si (tıpkı yemek yemek, diş fırçalamak gibi). Bu süreçte tecrübe paylaşımı,
teknik bilgiler ve yönlendirmeler ile de adımları sağlamlaştırıyoruz.

Süreç içerisinde mutlaka çalışmalarımız farklılaşacak, gelişecek ve değişe-


cektir. Bizimle ilgili güncel bilgilerden haberdar olmak için Facebook’tan
‘Bosphorus Story House’ ve ‘İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum’ sayfa-
larını takip ediniz.
32
6. İngilizce Öğrenimi için Kullanılabilecek
Araçlar (Görsel - İşitsel - Sözel)
Her kişinin farklı öğrenim stillerine ve yeteneklerine sahip olduğu bu
dünyada, kişilerin kendilerine en uygun aracı bulmasını sağlamaya yar-
dımcı olacak görsel, duyusal, işitsel ve sözel araçların açıklamalarını pay-
laşacağız.

Birçok defa İngilizce (ya da herhangi bir şeyi) öğrenirken en önemli şeyin
‘Neden’ olduğunu tekrarladık. Bu ‘Neden’den kastımız İngilizceyi öğren-
mek için güçlü bir motivasyon faktörü.

Ama hiçbir zaman ‘nasıl’ kısmı önemsiz demedik. Sadece artık ‘nasıl’a ula-
şım, özellikle günümüz dünyasında inanılmaz kolay olduğu için, güçlü bir
‘neden’ ile ‘nasıl’a ulaşımın çok daha rahat olacağını söylüyoruz.

Örnek olarak ben İngilizce öğrendiğimde ‘neden’im şuydu: Bu dili öğren-


meliyim ki, tüm dünya ile iletişimim olsun.

Sonrasında ‘nasıl’ı düşündüğümde, çocuk aklımla bulduklarım şunlardı:


• Kitap okuyacağım. Kitapta anlamadığım her sözcüğün tek tek anla-
mını yazacağım.
• VHS (o zaman YouTube yoktu, onun yerine kasetçalar ile video izli-
yorduk) izleyeceğim. Dayım Amerika’dan Dr. Seuss’un (Amerika’da
çok ünlü bir öğretim çizgi filmi) kasetlerini getirmişti, onları izliyor-
dum.
• Oyun. Zaten zevk aldığım bir şey bana kelime, telaffuz, duyusal ve
görsel anlamda birçok şey öğretiyor.
• Pratik yaparak. Biraz daha yaşım ilerlediğinde Yahoo Messenger,
MSN Messenger gibi platformlarda rastgele yabancılar bularak on-
larla konuşuyordum.
Ve bunun gibi ‘nasıl’lar ile İngilizce alanında erken yaşta çok hızlı yol ka-
tettim.

33
Bu bahsettiğim araçlar 20 küsur sene önce benim gibi birçok kişi tarafın-
dan kullanılan araçlardı. Tahmin ettiğiniz ve gördüğünüz gibi, artık önü-
müzde binlerce, birbirinden farklı, kaliteli ve enteresan öğrenim opsiyon-
ları var.

Bu opsiyonları tek tek saymak muhtemelen çok kalın bir kitap gerektire-
ceği için, ben organizasyonlar kısmında yaptığım gibi, benim tecrübe et-
tiğim, başkalarına faydası dokunabilecek ve güvendiğim araçlardan bah-
seceğim.

Bu araçların hepsine akıllı telefonunuz ve bilgisayarınız ile erişmeniz


mümkün. Hepsi ücretsiz olmamak ile birlikte, birçoğu ‘freemium’ yani ge-
nel olarak bedava ama bazı ekstra özelliklere erişebilmek için para verme-
nizi gerektiren şekilde tasarlanmış.

Bu araçlardan bazıları:

Memrise
İngilizceyi görsel ve duyusal hafızaya yönelik, ezberden çok ‘learn by he-
art’ (içselleştirerek öğrenme) tarzıyla öğreten site.

Farklı kelimeleri, cümleleri, deyişleri farklı şekillerde, sizin anladığınız-


dan emin olana kadar gösteren site, sürecinizi ve gelişiminizi de takip et-
menizi sağlayıp, aradaki seviyeleri ve oyunlaştırması ile motivasyonunu-
zu üst düzeyde tutuyor.

Bu site için aklımda en çok kalan detay, Japoncayı başlangıç seviyesinde


çalıştığımda, ‘Adam’ kelimesinin Japon alfabesinde yazılışını iki bacağını
açmış bir adama benzetip, harfin üstüne bir adam silüeti koyması oldu. Bu
örnek benim bu kelimeyi (ve Japoncadaki sembol karşılığını) hiçbir za-
man unutmamamı sağladı.

34
Rosetta Stone
‘Yeni bir dili ilk dilinizmiş gibi öğrenin’ sloganını kullanan Rosetta Stone,
bilgisayarınıza ya da telefonunuza indirebildiğiniz bir İngilizce öğrenme
yazılımıdır. Konvansiyonel öğrenmenin dışına çıkıp görsel ve işitsel öğe-
ler ile bir bebeğin öğrendiği gibi dil öğrenmenizi sağlar.

Örnek olarak koşan bir köpeğin videosunu ya da resmini gösterip ‘The


dog is running’ cümlesini size öğretir, bu cümleyi parçalara ayırıp mantı-
ğını anlamanızı sağlar ve bunun pratiğini yaptırır.

Duyduğunuz kelimeyi yazmak gibi interaktif egzersizlere de yer veren Ro-


setta Stone’da benim en çok hoşuma giden kısmı kelimeleri ya da cümlele-
ri size söyletmesi, algoritması sayesinde doğru söyleyene kadar tekrar et-
tirmesi idi.

Benim de Fransızca öğrenim sürecimde çok sık kullandığım ve faydasını


gördüğüm Rosetta Stone’u sizlere öneririm.

Duolingo
En popüler dil öğrenme uygulamalarından biri olan Duolingo İngilizce
dışında birçok dili adım adım, egzersizler ile, interaktif bir şekilde öğretip,
öğrendiklerinizin üstüne çalışmanız ve unutmamanız için size sık sık tek-
rar yaptıran bir uygulama.

Bana göre Duolingo’yu bu kadar başarılı ve popüler kılan en önemli un-


sur, ticari başarısının dışında oyunlaştırmayı İngilizce öğrenme sürecine
bu kadar iyi entegre etmesidir. Kullanıcılara farklı seviyelerle farklı zor-
lukları önüne çıkartıp, başarı ile geçtiği her aşamada kullanıcıyı puanlar
ile ödüllendirerek, motivasyonu sürekli ve sürdürülebilir sağlamakta.

Kullanıcının günde ne kadar egzersiz yapmak istediğini seçebildiği Du-


olingo, egzersiz günlerini unutunca size hatırlatmalar da yapıyor. Farklı
kullanıcılarla iletişimde olup, gelişiminizi paylaşabildiğiniz bu uygulama-
nın ücretsiz olması da farklı bir avantaj.
35
EngVid
Kendinizi birbirinden eğlenceli hocaların olduğu bir okulda, istediğiniz
her sınıfa istediğiniz zaman girebildiğinizi düşünün. İşte EngVid.com tam
olarak bunu yapmakta.

Alanında uzman birçok ‘native speaker’ (anadilinde konuşan) hocayı bir


kanalda toplayan bu web sitesinde, İngilizceye dair düşünebileceğiniz her
konuda eğlenceli, detaylı ve yerinde anlatımlar sunulmakta.

Bol bol örneklemeler ile tense’lerden (zaman kalıbı), modal verb’lere (yar-
dımcı fiil), popüler kültür konularından şarkılara kadar birçok alanda eğ-
lenceli anlatımlar yapan hocaların bulunduğu engvid.com, hayatınızda
bulduğunuz en eğlenceli e-okul olabilir.

Cambly
‘Ben İngilizce pratiği nerede yapacağım’ derdine en büyük derman olan
uygulamalardan biri olan Cambly, bünyesinde bulundurduğu ‘native spe-
aker’ hocalarla aylık çok cüzi fiyatlar karşılığında sohbet etmenizi sağlıyor.

İngilizceyi geliştirmenin en önemli unsurlarından pratik yapma konusun-


da büyük bir açığı kapatan bu sitede, hocalar sizin dileğinize göre ya ko-
nuşma esnasında, ya da konuşma sonrasında yaptığınız hataları yapıcı bir
şekilde anlatıp, gelişim için yollar ve kaynaklar sunuyor.

Hem pratik, hem de konfor alanından çıkıp İngilizce konusunda cesaret


kazanmanıza inanılmaz katkıda bulunacak olan bu uygulamaya mutlaka
bakmanızı öneririm.

Voscreen
Saydığım kaynaklar arasında tek Türkiye menşeli olan bu site, eğlence-
li yönden İngilizce pratiği yapmanızı ve bunu pekiştirmenizi sağlamakta.

36
Popüler kültürden filmler, diziler, televizyon programları gibi birçok bize
âşina kaynağın onar saniyelik kısımlarını kullanıcıya izletip, o kısımda
söylenen replikleri iki şık arasından kullanıcının seçmesini istiyor. Kul-
lanıcı doğru şıkları seçtikçe puanı artıyor ve ileriki seviyelere gelebiliyor.
Oyunlaştırmayı öğrenme ile birleştiren ve bunu yaparken zaten âşina ol-
duğumuz popüler kültürden kesitleri önümüze koyan, üstüne üstlük de
Türkiye yapımı olan bu siteye mutlaka bakmanızı öneririm.

Bu bölümün başında dediğim gibi, bunlar benim bizzat tecrübe ettiğim


ya da güvendiğim kişilerin tecrübe ettiği yazılımlar, siteler ve kaynaklar.
Bunlar dışında daha onlarca faydalı kaynak olduğundan eminim. Bu se-
beple bu yazdıklarım dışında da araştırmanızı yapıp kendinize en faydalı
olanları hayatınıza bir an önce entegre edin.

Teknoloji çağının tadını çıkartın.

37
7. Başarı Döngüsü,
Altın Daire ve İhtiyaçlar Listesi
Salt amacı İngilizce öğretmek olmasa da, içinde İngilizce konuşulan, ulus-
lararası insanların bulunduğu ve dolaylı yoldan İngilizcenizi geliştirmeni-
zi sağlayacak topluluklardan söz edeceğiz.
• Simon Sinek – Altın Daire
• Tony Robbins – Başarı Döngüsü
• Tony Robbins – İhtiyaçlar Listesi
Kitabın başından beri sık sık tekrarladığımız birçok öğe gördünüz. Bun-
ları bu kadar sık tekrarlamamızın sebebi, bu öğelerin önemine ve faydası-
na çok inanmamız.

İç motivasyon, başarı döngüsü, ‘neden’ini bilmek, bilinçaltı ile iletişimde


olmak, ruhsal ihtiyaçlarının farkında olmak gibi birçok öğeyi kendi hayat-
larında fark edebilen, içselleştirebilen ve uygulayabilen insanlar istedikle-
ri her alanda başarıya ulaşmaktalar. Bunun da birçok canlı örneğini hem
misafir hikâyelerimizde hem de etrafımızda görebiliyoruz.

Benim genel olarak derslerimde ve eğitimlerimde mutlaka bahsettiğim


birkaç konuşmacı ve onların birkaç teorisi bulunmaktadır. Bunlardan en
sık bahsettiğim üç teori olan Altın Daire, Başarı Döngüsü ve İhtiyaçlar
Listesi, uygulandığı takdirde bir insanın öğrenim sürecini ve hayat kalite-
sini oldukça etkileyecektir.

Bu teorilerin her biri kitap uzunluğunda anlatılabilir. Fakat burada benim


hedefim bu çalışmalardan ve fikirlerden size kısaca bahsetmek ve sizi bu
konularda daha detaylı araştırmaya sevk etmek.

Simon Sinek – Altın Daire


Dünyanın en ünlü konuşmacıları ve motivasyon koçlarından biri olan Si-
mon Sinek, 40 yaşlarında olmasına rağmen TED platformunda konuşma

39
yapmış, birçok büyük uluslararası şirket ile çalışmış, Amerikan Ordusu
gibi güçlü enstitülere koçluk yapmış ve son iki dönem Amerikan Başkan-
ları ile birlikte projeler geliştirmiş biri.

Konuşmalarının bazını oluşturan ‘Altın Daire’de Simon Sinek kısaca, bir


insanın/kurumun/şirketin bir şeye başlarken en önce “Ne” sorusuna ce-
vap vermesi yerine “Neden” sorusuna cevap vermesinin önemine deği-
niyor.

Bundan kastını İngilizce örneğinde şöyle verebiliriz. Benim İngilizce öğ-


renme sürecimde böyle başlasaydım.

Ne? – İngilizce öğrenmek

Nasıl? – Kitap, film, pratik vs...

Bu ikisinin ardından “Neden” gelseydi, “Ne” ile başlayan motivasyonum


sürdürülebilir olmazdı. “İngilizce öğrenmek istiyorum ama neden?” soru-
mun cevabını bulmadan ve içselleştirmeden bilinçaltım hiçbir zaman be-
nim enerjimi İngilizce öğrenmeye kanalize etmezdi.

Fakat şöyle başladığımda:

Neden? – Tüm dünya ile iletişim kurmak

Nasıl? – Kitap, film, pratik vs...

Ne? – İngilizce öğrenmek

Aradaki farkı gördünüz mü?

Simon Sinek diyor ki, “Neden’ ile başlayan bir insanın düzenli ve kararlı
çalışma ile birlikte başaramayacağı bir şey yoktur. Tabii ki yolda ufak ba-
şarısızlıklar, hayal kırıklıkları ve beklenmedik sürprizler olacaktır. Zaten
“Neden” ile başlamanın sebebi de budur. Nedeniniz kuvvetli olduğunda
40
karşınıza ne çıkarsa çıksın siz hiçbir zaman pes etmezsiniz ve sonuca ula-
şırsınız.

Nedeninizi bulduğunuz zaman inanın “Nasıl” ve “Ne” kısmı çok kolay çö-
zülür.

Tony Robbins – Başarı Döngüsü


YouTube’a “Tony Robbins – Başarı Döngüsü” diye yazdığınızda konuşma-
nın kendisini de bulabileceksiniz. Kısa bir video olan bu konuşmayı yakla-
şık 30 defadan fazla izlemişimdir. Ya kendim tekrar izlemek istediğim için
ya da heyecan ile başka bir arkadaşıma göstermek için.

Bu konuşma “Zengin neden daha zenginleşir ve fakir neden daha fakir-


leşir” diye başlıyor. Bu cümleden sonra ‘zengin’ ve ‘fakir’den kastının fi-
nansal zenginlik ya da fakirlikten ibaret olmadığını belirtiyor. ‘Zengin’ ve
‘fakir’den kastının hayatta mutlu, başarılı olup istediği yolda ilerleyenler
ile ilerlemeyenler arasındaki fark olduğunu söylüyor. İki tarafın da genel
olarak başarısının ya da başarısızlığının artmasının bir ‘döngü’ye girme-
lerinden sebep olduğunu söyleyen Tony Robbins, bu döngüyü dört kısma
ayırıyor: Potansiyel – Efor – Sonuç – İnanç.

Potansiyel: “Her bir insanın potansiyeli nedir?” diye başlıyor Tony Rob-
bins. Seyircilerin bir kısmı ile birlikte hep bir ağızdan “Sonsuz” diyorlar.
Tabii ki hepimizin zekâsı, yetenekleri, duygusal yetileri, fiziksel özellikleri
farklı. Fakat bir gerçek var ki, hepimizin potansiyeli sınırsız. Her insanın
sonsuz sayıda başarıya ulaşma, bir konuyu sonsuza kadar öğrenip kendini
geliştirme ve hep daha iyisini yapma potansiyeli var.

Efor: “Sınırsız potansiyelinin ne kadar ortaya çıkacağı ona ne kadar efor


koyacağına bağlıdır” diyor Tony Robbins. Koyduğun efora göre (düzenli
olması burada çok önemli) karşılığında sonuçlar almaya başlarsın ve po-
tansiyelin gitgide daha fazla ortaya çıkar.

41
Sonuç: Eforuna göre somut sonuçlar almaya başlarsın. Daha sistemli, dü-
zenli ve etkili efor koyarsan daha fazla sonuç alırsın, daha az koyarsan
daha az sonuç alırsın, hiç koymazsan hiç almazsın.

İnanç: Sonuçları aldıkça ‘ben yapabiliyorum’ dersin ve inancın artar. So-


nuç alamazsan da etrafını, koşulları, hiçbir şey bulamazsan da kendini
suçlarsın; ‘Söylemiştim sana olmayacağını, bak gördün mü!’

İngilizce öğrenmek üzerinden bu ‘Başarı Döngüsü’nü örnekleyelim:

İngilizce öğrenmek isteyen birini ele alalım. Herhangi bir öğrenme zor-
luğu olmayan, üniversite mezunu biri “Ben İngilizce öğreneceğim” diyor
kendi kendine. Etrafa sormaya ve araştırma yapmaya başlıyor.

Şimdi mutlu senaryoya bakalım:

Arkadaşlarını gerçekten dinliyor ve öğütlerini not alıyor. Kullanabilece-


ği uygulamaları, bakabileceği internet sitelerini, izleyeceği İngilizce prog-
ramları öğreniyor. Bundan önce de en önemlisi oturup ‘İngilizceyi neden
öğrenmek istiyorum’ sorusuna cevap veriyor.

Her gün 30 dakikasını buna ayırmaya başlıyor. Bir gün 30 dakika İngiliz-
ce altyazılı dizi izliyor, diğer gün bir kitap okuyor, diğer gün gramer çalışı-
yor, bir başka gün yabancı biri ile sohbet ediyor.

Aradan 2 ay geçiyor. Çalıştığı yere yabancı ortaklar geliyor. Yabancı ortak-


larla güzel bir sohbet ediyor. İş arkadaşları yanına gelip ‘oğlum sen İngiliz-
ce biliyormuşsun’ diyip kendisini övüyor. Bu sonuçla inancı artan arkada-
şımız ‘evet, öğreniyorum’ inancına ve enerjisine geçiyor.

Bu inanç, potansiyelinin daha da ortaya çıkmasını sağlıyor. Artık İngiliz-


ceyi toplum önünde konuşurken daha az utandığının farkına varıyor. Ya
da ‘biri beni yargılar mı’ diye korkmuyor. Cesurca konuşmaya başlıyor.

Potansiyelinin daha çok ortaya çıkması ile eforu artıyor. Günde bir saat bir
42
şekilde İngilizceyi hayatına dâhil ediyor. Bir gün ‘Game of Thrones’u İn-
gilizce altyazılı izliyor, diğer gün İngilizce bir kitaptan 30 sayfa okuyor, bir
diğer gün Duolingo’dan egzersiz yapıyor. Artık İngilizce çalışmak onun
için diş fırçalamak gibi bir rutin oluyor.

Eforu arttırkça sonuçları da gitgide artıyor. Onu yabancı ortakların yanın-


da İngilizce konuşurken gören müdürü sonraki toplantılara onu da ya-
nında götürüyor. Bu da süreç içinde onun yönetici pozisyonuna gelmesi-
ni hızlandırıyor.

Ve sonuçlar arttıkça inancı gitgide güçleniyor. ‘Neden’i sarsılamaz bir hale


gelip, İngilizce konusunda hiç kimsenin söyleyeceği ya da söyleyebileceği
negatif bir şey onu etkilemiyor.

Ve arkadaşımız süreç içinde İngilizcesini hatırı sayılır bir seviyeye geti-


riyor ve ömrünün sonuna kadar gitgide üstüne koymaya devam ediyor.

Bir de ‘mutsuz’ ve maalesef birçok insanın yaşadığı senaryoya bakalım.

Etrafında İngilizce konuşan birkaç arkadaşına “Ya ben bu İngilizceyi ke-


sin öğrenmeliyim, bana bir tavsiye ver” diye sormaya başlıyor. Fakat bunu
sorarken bir kere bile internetten bunun adımları nedir, neler yapılma-
lıdır, araştırma yapmıyor. Tavsiye istediği arkadaşları faydalı olmak adı-
na vakitlerini de harcayıp tavsiyeler vermeye başlıyor. Bu tavsiyeleri din-
lerken not bile almıyor. Konuşmanın sonunda “Ya bunu para harcamadan
yapmak mümkün mü?” ya da “Kaç aya konuşurum?” gibi sorular soruyor.

Sonrasında gaza gelip Duolingo indiriyor ve 2 gün boyunca 30’ar dakika


çalışıyor. Sonraki gün bir işi çıktığı için çalışamıyor. Sonraki gün de bir ar-
kadaşının düğünü var, o yüzden çalışamıyor. Bir sonraki gün de hava çok
bozuk, o yüzden hiç morali yerinde değil, çalışamıyor.

Efor koymayınca potansiyeli ortaya çıkmıyor ve herhangi bir sonuç almı-


yor. Çalıştığı işyerine yabancı ortaklar gelince ‘aman bana soru sormasın-
lar’ psikolojisi ile bir köşede saklanıyor.
43
Üç hafta sonra bir Duolingo çalışması daha yapıyor, içinden gelmeye gel-
meye. Bir adım ileriye gidemediği için etrafı suçlamaya başlıyor: “Ortao-
kulda o berbat hocaya denk gelmeseydim kesin öğrenirdim”, “Ailem hiç
beni dil öğrenmeye itmedi”. Sonra en kötüsü kendisini suçluyor: “Öğrene-
meyeceğimi söylemiştim, dil konusunda yetenekli değilim işte!”

Maalesef durumu fark edip (başkasının ne dediği güçlü bir etken olamı-
yor, bu farkındalığı kendisinin yaşaması gerekiyor) başarı döngüsüne gi-
rene kadar bu negatif döngüde takılıp kalıyor. Bazen bir yıl, bazen beş yıl,
bazen yirmi yıl, bazen de ömür boyu.

Özet olarak Tony Robbins’in ‘Başarı Döngüsü’nün anlamı budur. Başarı


mentalitesine giren biri, karşısına ne çıkarsa çıksın, döngüde çalışmaya,
sonuç almaya, inanmaya ve potansiyelini ortaya çıkartmaya devam ede-
cektir. Ve maalesef bunun tersi de mümkündür.

Tony Robbins – İhtiyaçlar Listesi


Bu kitapta üçüncü ve son olarak bahsetmek istediğim bir teori ise yine
Tony Robbins’in sıklıkla bahsettiği “İhtiyaçlar Listesi”dir.

Bu teori özet olarak insanların yaptığı her şeyi altı ihtiyaç kategorisine bö-
lerek, bunların dört fiziksel ve iki ruhsal ihtiyaç olduğunu söyler. Genel
olarak insanların yaptıklarının fiziksel ihtiyaçlara yönelik olduğunu, fakat
ruhsal ihtiyaçları göz önünde bulundurarak yaptıkları çalışmaların kendi-
lerine ve çevrelerine çok daha fazla faydalı olacağını savunur.

1. İhtiyaç: Kesinlik, Eminlik (Certainty/Comfort)


Her ay maaşınızın yatması, çocuğunuzun okul parasını ödeyebileceğiniz-
den emin olmanız, sağlık sigortası yaptırmanız... Bunların hepsi ‘kesinlik’
ihtiyacından gelmektedir. Fakat burada ironik olan durum, bunların hiç-
birinin aslında ‘kesin’ olmamasıdır. İnsanlar egosal yaratıklar olduğundan
ötürü her şeyin kontrolümüz altında olduğunu hissetmek istiyoruz. (Ger-
çekte bu böyle olmasa da. Kim bilebilir yarın işten atılıp beş parasız kal-
44
mayacağınızı?) Bu ihtiyacın bir dezavantajı, ‘kesinlik’ ihtiyacı ağır basan
kişilerin bu sebepten dolayı istemediği şeyleri yapabilmesidir. Sevmediği
bir işte sadece maaşı ay sonunda yatıyor diye çalışmak gibi.

2. İhtiyaç: Bilinmezlik (Emin Olmama, Değişkenlik) (Variety)


Değişikliğe, farklılığa ihtiyacımız var. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda yaptı-
ğımız her şey (her şeyi bırakıp dünyayı gezme, saçımızı maviye boyama
vs.) bizim ‘bilinmezlik’ duygumuzu tatmin etmek ve ‘kesinlik’ duygusu-
nun getirdiği monotonluktan ‘kurtulmak’ içindir. Bu duygunun bir de-
zavantajı da hep bu duygu ile ilerleyen insanların uzun vadeli hedefleri-
ni gerçekleştirememesidir. Ve maalesef bazı hedefler (Örnek: İngilizce öğ-
renmek) uzun vadeli hedeflerdir.

3. İhtiyaç: Önemli Olmak (Farklı, Anlamlı Olmak) (Significance)


Özel hissetmek birçok insanda ağır basan bir duygudur. Bu her ne kadar
doğal bir ihtiyaç olsa da, birçok insan bunu ‘doğal’ olmayan yollardan elde
etmeye çalışır. Para ile, prestij ile, güç ile zorla ‘önem’ kazanmaya çalışan
insanların yanı sıra sadece dikkat çekmek için vücuduna kocaman bir ej-
derha dövmesi (dövme yapmak kötü demiyorum, ama sadece başkaları-
nın beğenmesi adına yaptırılan bir dövmenin yaptırılmasını üzücü bulu-
yorum) yaptıran birine kadar önem ihtiyacı tatmin edilmeye çalışılır. Beni
hiç sallamayan birinin kafasına silah dayasam onun gözünde 1 ila 10 ara-
sındaki bir önem ranjında muhtemelen 10; yani maksimum önemde olu-
rum. Fakat bu içten gelen bir önem verme değil, zorla benim yaptığım bir
önemli hissetme yoludur.

4. İhtiyaç: Bağlantı, İlişki, Sevgi (Connection/Love)


Bu ihtiyacı sadece bir kadın ya da erkeğe duyulan aşk olarak düşünmeyin.
Tanrı’ya duyulan aşk, telefonumuza duyduğumuz bağlantı, doğaya duy-
duğumuz sevgi ve birçok şey bunun içine girebilir. İşte bu yüzden insan-
lar 2 gün boyunca iPhone almayı bekleyebiliyor, işte bu yüzden insanlar
Mekke’ye gidip milyonlarca kişi ile birlikte tavaf yapıyor, işte bu yüzden
45
bir insan sevdiği bir kadın için buz gibi bir havada kilometrelerce yol kat
edebiliyor.

Bu saydığımız dört ihtiyaç daha önce bahsettiğimiz gibi fiziksel ihtiyaç-


lardır. Bu ihtiyaçlar kendi başlarına ‘kötü’ değildirler, fakat sadece bu dör-
dünden birkaçı öncelik alındığı zaman bunların yapılma şekilleri kişi ve
çevresi için tehlikeli hale gelebiliyor.

Bu dört ihtiyaç her zaman hayatımızda olacak ve bunlardan tamamen fe-


ragat edemeyiz. Fakat şimdi sayacağım iki ruhsal ihtiyacı bu dört ihtiya-
cın önüne aldığınız zaman, sizler ve çevreniz için durumun değişeceğini
göreceksiniz.

5. İhtiyaç Büyüme (Growth)


Sürekli kendinizi geliştirmeyi ve büyümeyi bir öncelik haline getirdiğiniz
zaman her defasında ne kadar az bildiğimizi fark ederiz ve bilgiye daha da
susamış oluruz. Biz büyüdükçe kendimizin her zaman daha iyi bir versiyo-
nunu yaratırız ve bu bizim dışarıya verdiğimiz enerjiyi, paylaşımı ve potan-
siyeli değiştirir. Dışarı dünyaya katkıda bulunmak önemlidir, ama dedikleri
gibi; ‘Dünyayı değiştirmek istiyorsan, öncelikle kendi içini değiştirmelisin’.

Ve sonra sonunda ihtiyaca geçebilirsin.

6. İhtiyaç: Katkı, Kendimizden Ötesine Katkıda Bulunmak


(Contribution)
Bir şeyi sadece etrafımıza, kendimiz için bir şey istemeden katkıda bulun-
mak ihtiyacı ile yaptığımızda insanlar bunu hisseder ve sizinle aynı de-
ğerdeki, aynı kalitedeki ve aynı ihtiyaçlardaki insanlar hayatınıza girmeye
başlar. Bütünden geldiğimize ve bütüne gideceğimize inanan biri olarak,
hepimizin bir ve birimizin hepimiz olduğu bu dünyada kendimizden öte-
sine katkıda bulunmak dünyada bizi en çok tatmin edecek, en çok gelişti-
recek unsurlardandır.
46
Bu son teoriyi sizlere detaylıca anlatmamın sebebi bu teorinin İngilizce
öğrenim sürecinde bilfiil bana katkı sağlaması ve birçok şeyde farkındalı-
ğa ulaştırmasıdır.

İlk başta İngilizce dâhil birçok şeyi ‘önemli hissetme’ duygusu ile yaparken
bunun altı delik bir kova gibi, hiçbir zaman doldurulamayan, anlık gideri-
lebilen bir ihtiyaç olduğunu fark ettim. İngilizceyi bilmenin ‘altın bilezik’
olma potansiyeli, beni farklı bir insana dönüştürmesi ya da beni değerli
bir insan yapma olasılığı daha genç yaşlarda heyecan verici olsa da, süreç-
te bunların asıl önemli şeyler olmadığını, çünkü bunların kalıcı olmayabi-
leceğini fark ettim. Özellikle son senelerde İngilizce öğrenimi ve öğretimi
dâhil yaptığım her şeyde hep kendimin daha iyi bir versiyonunu yaratmak
(İngilizceyi ne kadar iyi bilirsem bileyim, hep daha iyi bilebileceğimi bi-
lerek) ve bu bilgim ile çevreme katkıda bulunmayı (dersler, videolar, pay-
laşımlar vs.) öncelik alarak yapmaya çalıştım. Bunları tabii ki her zaman
ruhsal ihtiyaçlar ile yapmıyorum, bir insan olarak fiziksel ihtiyaçlarımın
öne geçmesi mümkün olmakta. Fakat bunu her defasında yapmaya başla-
dığımı fark ederek benim İngilizceyi ‘neden’ ve hangi ihtiyaçlarıma yöne-
lik öğrenmek istediğimi sorgulayıp, kendimi istediği raya geri sokuyorum.

Özet olarak ‘neden’inizin kuvvetli olması gibi, İngilizceyi (ve başka her
şeyi) öğrenirken hangi ihtiyaçlar ile yaptığınızı gözden geçirmeniz ve ge-
rekirse değiştirmeniz sizin için faydalı olacaktır.

Bu üç teorinin dışında daha değerli yüzlerce teori bulunmakta. Fakat hem


bu kitap bir genel kişisel gelişim kitabı olmadığından hem de bu kısmın
sadece ufak bir yer kapsadığından dolayı benim için en anlamlı ve en an-
laşılabilir üç teoriyi sizlerle paylaşmak istedim. Bu teorileri İngilizce süre-
cinizde kullanabileceğiniz gibi, başka tüm öğrenim ve kendinizi geliştirme
süreçlerinizde de kullanabilirsiniz. Bazen gerçekten belli başlı evrensel öğ-
retileri öğrenmek için çok uzağa bakmamıza gerek yok. Hemen yanı başı-
nızda, özellikle internetle birlikte çok kolay bulabileceğiniz onlarca harika
anlatı var. Ve bu anlatıları içselleştirdiğiniz zaman, tüm öğrenim süreçle-
rinize inanılmaz etki edecekler.

47
8. Alışkanlıkların Önemi - İngilizceyi Bir
Alışkanlık Haline Getirmek
Herhangi bir konuda kendinizi geliştirmenin yolu olan pratik yapmanın,
bunu çalıştığınız konuda günlük bir alışkanlık haline getirmenin yolla-
rı neler?

Hepimiz biyolojik yaratıklarız. Düşüncelerimiz, karakter yapımız, karar-


larımız, sebep ve sonuçlarımız ve yeteneklerimizin hepsi atalarımızdan
bize taşınan ve özgün bir karışım olan DNA sarmallarımızın bize verdiği
özelliklerden türeyen şeylerdir. Elbette hayatımızı sadece doğduğumuzda
sahip olduğumuz biyolojik özellikler etkilemez. Hayat içinde yaşadığımız
tecrübeler, edindiğimiz bilgiler, tanıştığımız insanlar, yaptığımız hatalar
ve milyonlarca farklı şey genetik özelliklerimiz ile ilginç bir biyolojik karı-
şım oluşturur ve ‘biz’ olmuş oluruz.

Mutlu iken endorfin veya serotonin salgılarız, zevk aldığımızda dopamin,


üzgün olduğumuzda epinefrin salgılarız.

Bu bahsettiğim konular uzmanlık isteyen ve binlerce sayfa yazılabilecek


konular. Niyetim insan biyolojisini anlatmak değil elbette. Niyetim, in-
sanın yaşadığı her şeyin biyolojik sebep ve sonuçları olduğunu anlatmak.

Beynimizde birbirine bağlı milyonlarca nöron vardır. Bu nöronlar bilgiyi


beyinin içinde aktaran köprüler gibidir.

Yeni bir şeyi öğrenmeye başladığımızda beyin önce bir bakar. Bakar ki bu
öğrenmeye başladığımız şeyi sürekli devam ettirecek miyiz, yoksa birkaç
gün bakıp ilgilenmeyecek miyiz?

Eğer uzun vadede ilgilenmeyeceksek beyin bununla ilgili hiçbir şey yap-
maz, biz de bunu kısa bir süre içinde unutup gideriz (Örnek: Ezberci sı-
nav sistemi).

49
Fakat, eğer biz bunu öğrenmekle her gün uğraşacaksak, tıpkı yeni keşfedi-
len bir köy ile şehir merkezinin arasındaki yolu yapmak gibi, beyin de bu
bilgi ile ilgili bir nöron bağlantısı oluşturmaya başlar (Bir şeyin alışkan-
lık haline gelmesi için 20 ile 40 gün gerekir lafı da buradan gelir). Biz öğ-
rendiğimiz yeni şeyi sürdürdükçe beyin altyapı çalışmalarına devam eder.
Bir süre sonra merkezle kurulan bu bağlantı bilginin beyinde dolanması-
nı ve gereken yerlere iletilip kullanılmasını sağlar. İlk başlarda ince ve za-
yıf olan bu nöron bağı, pratik ve çalışma ile gitgide kalınlaşır ve bilgi akta-
rımı hızlanır ve kuvvetlenir. Hatta bir süre sonra, tıpkı bir elektrik akımı-
nı artırmak için kullanılan transformatörler gibi nöronların etrafında bir
sargı oluşur ve bu bilgi akışını daha da hızlandırır. Bu nöronların gelişimi-
nin süreci sonsuza kadar dayanır ve bir bitiş noktası yoktur.

İşte bu sizin halı sahada futbol oynamanız ve Cristiano Ronaldo’nun


futbol oynaması arasındaki farktır. Fiziksel güç gibi unsurlar dışında,
Ronaldo’nun bir çalımı milisaniyede, sanki hiç düşünmemiş gibi yapma-
sının sebebi budur. Ronaldo’nun beynindeki futbol ve spor nöronları o ka-
dar gelişmiştir ki, bilgi aktarımı inanılmaz derecede hızlıdır, bu da onun
futboldaki hareketlerini insanüstü hızda yapmasını sağlar.

Aynı şeyi her şeye, bu sebeple İngilizce için de uyarlayabiliriz. İngilizce öğ-
renirken beynimiz ‘İngilizce’ isimli bir köşe açıyor ve altyapı çalışmalarına
başlıyor. Biz çalıştıkça ve çalışmalarımızı sürdürdükçe altyapı çalışmaları
devam ediyor ve geliştiriliyor. Bir süre sonra beynimizdeki ‘İngilizce’ nö-
ronları o kadar kuvvetleniyor ki, ilk başta ince bağlantılar ile tek tek konu-
şabilirken, bir süre sonra inanılmaz bir akıcılıkta konuşabiliyoruz.

Herhangi bir şeyi öğrenirken beynimiz bu şekilde çalışır. Biz çalıştıkça


alışkanlık olur, alışkanlık oldukça beynimiz yeni bilgi yolları inşa eder.

“İngilizceyi nasıl bir alışkanlığa dönüştürebilirim?” sorusunun cevabı için


tekrar kitabın başına dönebiliriz. Bu sorunun cevabı muhtemelen subjek-
tif olmakla birlikte, benim kendi cevabım ‘güçlü bir nedenin olması’ydı.
Çocukken oynadığım oyunları anlayamadığım için ‘ben bu dili bilmez-
sem dünya ile iletişimim tam olmayacak’ nedeni benim için sarsılmaz bir
50
temel oluşturdu. Sonrası sadece düzenli, sıkı ve pes etmeyen çalışmaya
kaldı. Bir süre sonra zaten İngilizce o kadar hayatıma dâhil oldu ki İngiliz-
ce çalışmamak ya da konuşmamak bir opsiyon olmaktan çıktı.

Bu bölümü anlatmama ilham olan Erhan Ali Yılmaz’a teşekkürler.

51
9- Fransızca ve Almancayı Nasıl Öğrendim?
İngilizceyi çocukluğumdan itibaren öğrenmeye başladığım için birçok in-
sanda şu algı oluşabiliyor: “Ya adam zaten çocukken öğrenmiş. Ben bu
yaşta nasıl öğreneyim?”

Öncelikle bunu bana söyleyen arkadaşlarıma İngilizcenin bana göklerden


gelen ve hemen beynime giren bir bilgi olmadığını, çocukken de çalışmak
zorunda olduğumu söylüyorum. Fakat bunu söylerken bir çocuğun öğ-
renme süreci ile, bir yetişkinin öğrenme sürecinin farklılıklar gösterebi-
leceğinin de farkında olduğumu söylüyorum (Tıpkı bir çocuğun vakti ve
öncelikleri ile bir yetişkinin vakti ve önceliklerinin farklı olabileceğinin
farkında olduğum gibi).

Evet, kendi çabamla da olsa İngilizcenin önemini erken yaşta fark etmem
bana çok avantaj sağlamıştı. Fakat bir dil her yaşta öğrenilebilir. Belki be-
nim ya da kendini çok geliştirmiş birinin seviyesinde olması zor olabilir,
ama çok iyi seviyelere çok geç yaşlarda gelen arkadaşlarım oldu.

Bunun dışında kendimden örnek vermem gerekirse de İngilizceden sonra


yoğunlaştığım Fransızca ve Almanca dilleri yetişkinken öğrendiğim dil-
lerdi. Bu sebeple bir yetişkinin nasıl dil öğrenebileceğini kendi örnekle-
rimle bu iki dil üzerinden anlatmam mümkün.

Özellikle bu kısımda size ‘şunu yapın’ tavsiyesinden daha çok kendi


hikâyemi ve örneklerimi anlatmak için yazdığımı hatırlatmak isterim.
Herkesin süreçleri farklı olabileceğinden size önerim bu hikâye ile özdeş-
leştirebileceğiniz yerleri fark etmeniz ve kendi sürecinize uyarlamanız.

İlk olarak ortaokuldan beri derslerini aldığım, fakat “Wie gehts / Ich bin
15 jahre alt / Wie heist du?” kalıplarından fazlasını öğrenemediğim Al-
mancayı öğrenmeye başladım. Hem ortaokulda hem lisede hem de üni-
versitede haftada iki ya da dört saat aldığım bu dili senelerdir görüyor-
dum, fakat dille ilgili hâlâ hiçbir fikrim yoktu. 2006 yazında bir ayda Al-
mancam inanılmaz derecede değişti.
53
20 yaşında üniversite 2. sınıfın sonunda üniversiteden aldığım gri pasa-
portumla Hamburg - Almanya’ya uzaktan akrabam olan Aşkın’ın yanı-
na gitmeye karar verdim. Arayıp böyle bir planım olduğunu ve beni bir
ay boyunca misafir etmek isterler mi diye sorduğumda sağ olsun kırmadı
ve beni kabul etti. Ben de en ucuz havayolu ile (Sanırım Germanwings’di)
biletimi alıp, gri pasaportumla vizesiz Almanya’ya gittim. Biraz ailemden
destek, biraz da biriktirdiğim para ile Hamburg’da bir kursa yazıldım (Sa-
nırım bir aylığına 400 Euro vermiştim. Tabii o zaman Euro 2 liradan azdı.)

Orada her gün 5 saat boyunca bir Alman hocadan Almanca dersleri al-
maya başladım. Hocanın Alman olmasının dışında anlatımı çok eğlen-
celi, bilgilendirici ve interaktifti. Sınıfta da her ülkeden yaklaşık 10 civa-
rı insan vardı. Derslerin dışında da aralarda elimizden geldiğince Alman-
ca konuşuyorduk.

Kurs 09:00’dan 13:00’a kadar sürdüğü için sonrası için oldukça vaktim
oluyordu. Şu anki kafa yapım olsaydı o vakti bol bol kitap okuyarak, sos-
yal aktivitelere katılarak, müzeler ve benzeri yerlerde vakit geçirerek, en
önemlisi de ülkenin kültürünü özümseyerek geçirirdim. Fakat o yaştaki
toylukla biraz boş geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Ama yine de, Aşkın’ın eşi-
nin Alman olması ve çocuğunun da Türkçe bilmemesi vesilesi ile evde sü-
rekli Almanca konuşulması çok faydalı oldu.

Bununla ilgili iki tane hiç unutmayacağım hikâyem var. Birincisi, Aşkın’ın
oğlu Tarık’ın bir öğlen okuldan geldikten sonra bahçede arkadaşları ile
futbol oynarken eve girip bana Almanca bir şeyler söylemesi idi. ‘Über-
raschung’ kelimesini sık sık tekrarlayıp benden bir şey istiyordu. Ben ke-
limeyi bilmediğim için anlamak adına sözlüğe baktım. Kelimenin anlamı
‘sürpriz’di, fakat hâlâ ne istediğini anlamamıştım. Sonunda benim anla-
mamı beklemekten sıkılıp, buzdolabına gidip bir tane Kinder sürpriz yu-
murta alıp maça geri döndü.

İkinci hikâye de, öğleden sonra Aşkın’ın karısı Bianca’nın arkadaşları ile
bahçede sohbetlerini anlamadığım için ilk başta bana ucubeymişim gibi
bakmalarıydı. Herhangi bir iletişim kuramamak, daha doğrusu kurmaya
54
çalışmamak beni de kötü hissettiriyordu. Ayın sonunda Almancam ile il-
gili daha rahat ve daha güvenli hissettiğimde kendimi onlarla sohbet eder-
ken, hatta dedikodu yaparken bulabiliyordum. İletişimi kuvvetlendirme-
ye başladıkça da bana “Ne güzel gözlerin var” ya da “Genç olsam kesin
seni alırdım” gibi iltifatlar etmeye başlamışlardı.

Birinci hikâyedeki en büyük öğrenimim gerçekten bir şeyi tecrübe ederek


öğrenince hiçbir zaman unutulmayacağı oldu. İkinci hikâyedeki en bü-
yük öğrenimim de iletişimin gücünü tekrar görmem oldu. Ayın başındaki
Perçin ile ayın sonundaki Perçin aynı kişiydi. Fakat tek fark ayın başında-
ki Perçin’in onlarla iletişim kurmaması ve ayın sonundaki Perçin’in onlar-
la iletişim kurmasıydı. İletişim kurduktan sonra onların benim hakkım-
daki intibası 180 derece değişmişti.

Fransızcayı Almancadan yaklaşık 5-6 sene sonra öğrenmeye başlamıştım.


Fransızcanın benim için Almancadan en büyük farkı şuydu: Hayatım-
da Fransızca’nın F’sini bilmiyordum. Fransızcam sadece popüler kültüre
(şarkılar, filmler ve klişe laflar) dayalıydı. Bunun dışında 25 yaşıma kadar
hayatımın 1 saniyesini bile Fransızca öğrenmeye ayırmamıştım.

Fransızca hayatıma ilk Belçika’ya taşındığımda girmişti. 21 yaşında ulus-


lararası bir sivil toplum kuruluşunun yönetim kadrosuna geçerek gittiğim
Brüksel’de günlük işlerimde sadece İngilizce lâzım oluyordu, bu sebep-
le de bir problem yaşamıyordum. Fakat bürokratik işleri halletmeye çalış-
tığım zaman (oturum izni başvuruları, vs.) belediye ya da diğer gittiğim
devlet kurumlarındaki kişiler Belçika’nın resmi dili olan Fransızca konu-
şuyordu (Ve Flemenkçe. Fakat bu zaten bir opsiyon değildi benim için).
İlk orada anladım, gerçekten iletişim kuramayınca insanın ne kadar çare-
siz durumlara düşebileceğini. Biraz İngilizce ile, biraz da orada yaşayan
Türk asıllı Belçikalıları bularak işlerimi hallettim. Fakat bu bende bir far-
kındalık yaratmıştı.

Akabinde Brüksel’de bir kursa gitsem de, üstüne hiç efor koymadığımdan
ötürü gittiğim için yaşadığım vicdan rahatlaması dışında bir fayda gör-
müyordum. Hayatımı böyle devam ettirirken Belçika’da 3. seneme giriyor-
55
dum ve çok istediğim bir yüksek lisans programına başvuracaktım. Oku-
lun birçok kriterinden biri de şuydu: İngilizce dışında Fransızca bilgisi de
gerekmektedir.

Ben buna rağmen başvurumu yaptım. 500 başvurudan ilk 80’e girip
İstanbul’daki mülakata davet edildim. Bu mülakata giderken zahmet edip
de hiç çalışmadım Fransızca. En azından kulaktan dolma konuşsaydım,
değil mi?

Mülakat oldu. İngilizce kısmı süper geçti, fakat Fransızcaya geçtiğimde


sadece şunu söyleyebildim: Je veux prefer continuer an Anglais (İngilizce
devam etmek isterim).

Fakat tabii ki yemediler ve Fransızcada ısrar ettiler. Bu kısımda doğal ola-


rak hiçbir şey söyleyemeyince, bari en sonunda İngilizce bir konuşma ya-
pıp kendimi ve onları gaza getirmeye çalışayım dedim. Teşekkür ettiler ve
mülakat bitti.

Buna rağmen yedek listeye girmiştim. Hatta asıl listeden bir öğrenci son
dakika iptal ettiği için yazın Fransızcamı geliştirdim mi diye son bir kez
daha mülakat yaptılar benimle. Fakat hiçbir gelişim göstermediğimi gö-
rünce beni almaktansa o yeri boş bıraktılar.

Ben de bundan dolayı hırslanıp o sene 3 ay boyunca İstanbul’da bir Fran-


sızca kursuna başladım. Burada çok çok etkili bir öğrenme sürecim geç-
mese de, en azından teori kafama oturmuştu. Yavaştan filmlerle, kitap-
larla, dizilerle ve derslerle ilerlediğimi hissediyordum. Belçika’daki 4 yıl-
da az da olsa kulak dolgunluğu oluşmuştu. Aynı mülakata bir sene sonra
tekrar hazırlandım. Hatta sınavdan 3 ay önce 1 ay Fransa’nın Korsika böl-
gesinde ücret almadan staj yaptım. Buradaki ev arkadaşımla anlaşmıştık,
ilk günden sonra Fransızca dışında başka bir dil konuşmayacaktık. İkin-
ci günün sabahı Felipe ‘Bonjouuuur’ diye uyandığında anlamıştım ki, bu
meşakkatli bir yol olacaktı. Sınava 10 gün kala çok sağ olsun, üniversite-
mizdeki Fransızca hocası Olivier Casabonna bana 4 ders ücretsiz Fransız-
ca dersi verdi (ve bu en büyük temellerden biri olmuştu). Son haftaya gi-
56
rerken Fransız filmlerini (Fransızca altyazı ile) iyice destekleyerek ardı ar-
dına bitirdim.

Ve sınav günü geldi. Heyecanım değişmemişti, fakat güvenim tamdı.

İçeri girdim. Mülakata başladım. Fransızca kısma geçtiklerinde geçen se-


neden neyin değiştiğini sordular.

Ben de dedim ki: Mon Francais (Fransızcam).

Artık College of Europe’un bir öğrencisiydim:)

Bu süreçte Fransızcamı nispeten iyi bir seviyeye getirsem de, yine orada
herkesin akıcı konuştuğu bir dilde esprileri, hikâyeleri ya da söylenenleri
anlamamanın ne kadar acı verici olduğunu tecrübe ettim.

Öğrendiğim iki dil için de bu özel bölümü ayırmak istedim. Bu bölümü


tüm kitapta yapmaya çalıştığım gibi ‘şöyle yapın, böyle yapın’ diyerek di-
daktik bir tarzda yapmaktansa, hikâyemi anlatarak ve sizin bu deneyim-
lerden kendi hikâyelerinizi çıkartmanızı umarak yazdım.

Ne Almanca ne de Fransızca İngilizce seviyem kadar değil (hatta yanına


bile yaklaşmıyor). Bunun en büyük sebebi İngilizceyi iyi bildiğinizde çok
spesifik bir gereksinim olmadıkça diğer dilleri çok da bilmenize gerek kal-
mıyor. Çünkü dünyanın her yerinde bir şekilde İngilizce konuşulan bir
yere, bir kişiye mutlaka rastlıyorsunuz. Zaten anadili İngilizce olanların en
büyük sıkıntılarından biri de bu aslında, başka dilleri öğrenmeleri çok ge-
reksinim olmadığından ötürü yeni bir dil öğrenmeleri çok zor.

Bu iki dili öğrenmem benim bir yetişkinin dil öğrenme süreçlerini tecrü-
be etmeme vesile oldu. Bu seviye de benim yetişkin yaşta İngilizce öğre-
nen kişileri daha iyi anlamamı ve bana bu sürecin çocuk yaşta dil öğren-
mekten birçok anlamda daha farklı olduğunu gösterdi.

57
10- İngilizce Öğrenen Kişilerin Hikâyeleri
Bu kısımda sizlerle başkalarının dil öğrenme hikâyelerini paylaşmak isti-
yorum. Burada 10’dan fazla çok değerli arkadaşım kendi İngilizce öğren-
me/öğrenememe/unutma/hatırlama süreçlerini sizler ile paylaşıyor. Bura-
da hem yalnızca kendi hikâyemi paylaşmamak için (belki benim hikâyem
ile özdeşleştiremeyeceksiniz fakat bu hikâyelerden biriyle özdeşleştirecek-
siniz) hem de öğrenimde belli başlı temeller olmasına rağmen süreçle-
rin durumlara ve kişilere göre nasıl farklılıklar gösterebileceğini gerçek
hikâyeler ile görmenizi istedim.

Bu hikâyelere başlamadan çok kısaca kendi şahit olduğum birkaç hikâyeyi


paylaşacağım.

Sadece Kitaptan İtalyanca Öğrenen Alman Çocuk


İtalya’da bir konferansta yanımda oturan bu arkadaşım bizim tercüman-
la anladığımız İtalyanca konuşmalara tercüme edilmeden tepkiler vere-
biliyordu. Belli bir kulak dolgunluğu vardır belki diye düşündüğüm ço-
cuk sonrasında çok akıcı bir İtalyanca ile konuşmacılara bir soru sordu ve
verilen cevabı tamamen anladı. Çocuğa ‘bu dili nasıl öğrendiğini’ sordu-
ğumda aramızda geçen diyalog şöyleydi:
– Kitaptan.
– Nasıl yani kitaptan?
– Bir İtalyanca öğrenme kitabı aldım ve birkaç ay boyunca o kitabı ta-
mamen düzenli bir şekilde çalıştım.
O yaşıma kadar (sanırım 20 yaşındaydım) hayatımda en şoke olduğum
anlardan biriydi.

Pembe Dizilerden İspanyolca Öğrenen Rus Kız


İspanya’da bir etkinlikte tanıştığım bir Rus’u İspanyollarla hiç sıkıntı ya-
şamadan İspanyolca konuşurken görünce ona bu dili nasıl bu kadar akıcı
konuşabildiğini sordum.
59
Cevabı şuydu: “Gençliğimdem beri İspanyolca pembe dizileri dublajsız iz-
ledim. Bir süre sonra kulak dolgunluğu ile öğrendim. Konuşmam ve anla-
mam çok iyi, ama yazmam ve okumam sıkıntılı.”

10 Dil Bilen Macar Kız


Belçika’da yüksek lisans yaparken tanıdığım bu arkadaşım bana hep daha
iyisinin olabileceğini kanıtlamıştı. 10 dil bildiğini öğrendiğim bu arkada-
şım ile ilgili ilk düşündüğüm ‘Tamam biliyor da, nereden bilelim o kadar
dili iyi bildiğini. Belki sadece birkaç kelime biliyordur’ şeklindeydi. Fakat
Türkçeyi de bilen arkadaşımın Türkçe konuşmadaki başarısını görünce
gerçekten bu 10 dilin hepsinin hakkını verdiğini gördüm.

Bu kadar dili nasıl öğrendiğini sormadım açıkçası, ama merak da etmi-


yor değilim.

Doğal Aksanı İle İngilizce Konuşan İtalyan Çocuk


İtalyan arkadaşları olanlar bilir, İngilizceyi çok belirli bir aksanla konuşur-
lar. Yakın arkadaşım olan Mario ise İtalya’da doğup büyümesine rağmen
akıcı ve harika bir aksanla konuştuğu İngilizcesi ile hepimizi etkiliyordu.
Buna nasıl kavuştuğunu sorunca da “Çalışmanın üstüne izlediğim diziler
ve filmler ve en önemlisi BBC’yi de birleştirince ortaya bu çıktı’ demişti.

Bu ve bunun gibi birçok ilham verici hikâyeye birebir tanık olma fırsatım
oldu. Tüm bu hikâyeler kendim için İngilizce ve diğer öğrendiğim/öğren-
mekte olduğum dilleri nasıl daha iyi geliştirebileceğime dair ilham veri-
ci oldu.

Aşağıda birbirinden ilham verici hikâyeleri sizler ile paylaşmamızın da tek


bir sebebi var.

Sizlere samimi hikâyeler ile ilham olmaları.

60
Hikâyeler
Hakan Usta
Merhaba,

Eşimin teşvik ve destekleri ile yaklaşık dokuz ay kadar önce İngilizce öğ-
renmeye ve günlük konuşma kısmını halledebileceğime karar verdim.
Desteğini esirgemeyen eşime buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Bu yol-
culuğun uzun ve meşakkatli olacağını biliyordum. Bazen bıkkınlık veri-
yor, bazen bir arpa boyu yol alamayacağım hissine kapılıyorum fakat bu
negatif durumları pozitife dönüştürmenin en iyi yolunun bu aşamaları ge-
çiren kişilerin engin bilgi, birikim ve tecrübelerinden faydalanmak oldu-
ğunu düşünüyorum. Bu konudaki uzmanların paylaştıkları yazıları oku-
dum ve videolarını izledim, hatta canlı programlarını takip ettim. Gerçek-
ten etkili oldu.

İngilizceyi öğrenmenin özel kurslara para vererek üstesinden gelinecek


bir iş olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bunu üç kur eğitim aldığım kur-
sa giderek tecrübe etmiştim. Kafamda bu işe pes etmeden sonuna kadar
gideceğim konusunda karar verememiştim ki zaten aradan geçen 1,5 yılda
hepsi silinip gitmişti. Ayrıca izlediğim videoların aldığım kursta anlatılan-
lardan hiçbir farkı yoktu, hatta artıları vardı. Çünkü anlamadığımda dur-
durup tekrar izliyor ve yorumlara sorular yazarak cevap alıyordum. Şimdi
bir yandan basit zamanlar ve İngilizceye giriş konularını YouTube kanal-
larından takip ediyordum, bir yandan hafta sonları İSMEK (İstanbul Bü-
yükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları) kurslarına gidiyor
ve hafta içi günde bir saat bireysel çalışmalar ile öğrendiklerimi tekrarlı-
yorum. Belki karşılaştığım zorluklardan birisi yaşımın 37 olması sebebi
ile geç algılama ve öğrenme sorunu yaşamam, fakat bu sorunu daha fazla
tekrar ederek aşıyorum.

Çalışmalarım esnasında konular öğreniyor ve kâğıt üzerinde sorular çö-


zerek öğrendiklerimi pekiştiriyordum. Fakat günlük hayatımın içerisine
bu öğrenmeyi dâhil edemiyordum. Fark ettim ki bu konu benim için di-
ğer bir zorluktu. Çünkü ben bir sınava hazırlanmıyordum ve amacım bu
dili konuşmak ise hayatımın içerisine dil konuşma kavramını katmalıy-
dım. Bunu öğrenme sürecimin sonlarında yapmaya başladım, hatta ba-
63
zen Türkçe cümlenin peşinden beynim istemdışı İngilizce çeviriler yap-
maya çalışıyordu. Yine değerli hocalarımın tavsiyelerine uyarak kullan-
dıkları yöntemleri ben de uyguladım.

Diğer bir zorluk ise bir Türk klasiği olan; “Anlıyorum ama konuşamıyo-
rum” mevzusu idi. Ben bu aşamaya geldiğimde basit kurulan ve içerisinde
sık kullanılan kelimeler olan cümlelerde anlama zorluğu çekmiyordum,
ancak iş konuşmaya geldiğinde beni bir terleme, heyecan ve korku sarı-
yordu. Bu sorunumu nasıl çözeceğimi yine tavsiye okuma/dinlemelerin-
de öğrendim. Kendi imkânlarımı zorlayarak ve biraz da şansın yardımı
ile evimin yakınında oturan ve özel bir kursta öğretmenlik yapan yaban-
cı hoca ile tanışarak haftada üç saat konuşma ve etkinlik derslerine başla-
dım. Sorunum eskiye oranla daha da azalsa da henüz eğitimin başında ol-
mam sebebi ile konuşma işini tam olarak çözemedim. Fakat eğitimlerime
devam ediyordum.

Yabancı öğretmenim ile bu derslerden birinde dışarıda bir yemek siparişi


konusunu işlerken, Türkiye gerçeği olan ve aşılmasının çok zor olduğunu
düşündüğüm, yeni İngilizce öğrenenlerin şevkini kırmakta üzerine tanı-
madığım, çok iyi İngilizce bildiğini! düşünen ve yeni öğrenenleri aşağıla-
yan insanların tavırları ile bizzat karşılaştım. İngilizce konuşmak isteme-
me rağmen acaba hata yapar mıyım korkusu, psikolojik baskı, stres var-
ken bir de bu sorumsuz insanlar vardı. Karşılaştığım bu sorunu bu tip in-
sanları dikkate almadan, onlar yokmuş gibi davranarak çözmeyi düşünü-
yordum.

İngilizceyi öğrenmede karşılaştığım diğer zorluklardan bazıları; öğrenme-


ye çalıştığım dilin kültürünü çok iyi bilememek, evli olmak ve birtakım
sorumluluklara sahip olmak, örneğin; 11 ve 7 yaşlarında iki erkek çocuğa
sahip olmak. Türkçe dil bilgisi konusunda da eksikliklerimi fark ettim ve
bu eksiklikleri tamamlamaya çalışmak beni biraz zorladı; hâlâ zorluyor J

Şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki; İngilizce dilinin kendine has yapısı-
nı sorgulamadan, bazı konularda mantık aramadan, konuşma kalıpları ve
kelimeler nerede kullanılıyorsa bunları doğru bir şekilde öğrenerek uy-

64
guladığında ve her dilde olduğu gibi bu dilde de esas olan dinleme, ko-
nuşma, okuma ve yazma becerilerini edinerek başarılı olacağıma inanı-
yorum. Henüz yolun çok başındayım ve başlamak başarmanın yarısıdır.
Ben başladım!

65
Sema Taştan Çelepçi
Yabancı dil ağırlıklı liseye puanımın yetmesiyle başladı benim İngilizce
maceram... Hemen karşımızdaki düz liseden farkımız neredeyse baba-
mın bir aylık maaşını okula bağışlayarak aldığımız televizyon ve kaset-
çalar oldu. Bir sene hazırlık ve yoğun geçen üç senenin ardından elim-
de İngilizceye dair ne kadar birikim vardı, tartışılır. Ne de olsa Türk öğ-
retmenlerin ellerinden geldiğince anlatmaya çalıştığı Oxford kitaplarıyla
eğitim alıyorduk. Bazı arkadaşlarım otellerde yazın animasyonluk yapa-
rak, kimi yurt dışına gidip destek alarak İngilizcelerini geliştirmiş olsa da,
ben yazın Ankara’nın sıcağında yabancı dilin pek de önemini kavrayama-
dan yıllarımı geçirmiştim. Eh üstüne de üniversitede İngilizceyle hiç ala-
kası olmayan bir bölümde okuyunca mezun olduğumda neredeyse “My
name is Sema” dışında pek bir şey kaldığını söyleyemeyeceğim. Okudu-
ğum lisenin değerini fark etmeyip, üstüne bir şey ekleyememenin ceza-
sını üniversite son sınıfta çekmeye başladım. Ne de olsa mezun olacak-
tım ve İngilizce, çalışmak istediğim her kurumda karşıma çıkan ilk şey ol-
maya başlamıştı. Kafamı ne kadar duvarlara vursam boş deyip “ne yapa-
bilirim” kısmına geçtim. Eskişehir’deki vasat bir İngilizce kursunda de-
belendikten sonra bunun böyle olmayacağına karar verdim. İngilizce öğ-
renmenin yolu yurt dışından geçiyordu. Hemen araştırmalara başladım...
Kendi imkânlarımla nasıl gidebilirim sorusuyla boğuşurken Amerika ve
Avustralya’nın benim için masraflı, Malta’nın ise aksanının kötü olduğu
gerçeğiyle yüzleşerek İngiltere’de karar kıldım...

Evet ama nasıl gidecektim? Uzun araştırmalar sonucunda ‘Aupair’ yani


çocuk bakıcısı olarak gitmeye karar verdim.

Daha üniversiteden yeni mezun olan, çocuk bakımı tecrübesi olmayan ve


hatta nişanlı olan biri için bir başka ülkeye çocuk bakmak için gitmek bir
riskti ve ben bu riski aldım. İnternetteki bloglarda uzun süren yazışmalar-
dan sonra 2 çocuklu bir aile bulup anlaştığımda, İngilizce konuşanları ta-
bii çok hızlı konuşmazlarsa anlayabilecek ve Ankara aksanıyla kendimi az
çok ifade edebilecek duruma gelmiştim.

Vize görüşmesi için Ankara’daki konsolosluğa gittiğimde kısa ve öz cevap-


66
lar verip bir an önce vize mülakatını atlatayım diye düşünürken görevli-
nin “Uzun cevaplar lütfen!” diye azarladığı dün gibi aklımda. “Yahu ben
seninle İngilizce uzun uzun sohbet edecek bir seviyede olsam niye çocuk
bakıcısı olarak İngiltere’ye gitmek isteyeyim be kadın!” diye bağırasım gel-
di içimden tabii ama gülümsemekle yetindim. O gülümseme bana vizeyi
kazandırdı neyse ki.

Bol salya sümüklü bir vedalaşmadan sonra uçağa bindiğimde ise bir ezik-
lik hissi kapladı ki sormayın. Herkes İngiliz aksanıyla hosteslerle sohbet
ederken benim payıma “May i have coke pls” düştü. Ama payıma düşen
keşke sadece bu olsaydı. O koca Heathrow Havaalanı’na indiğimde avuç-
larımdan ter aka aka gözlerim beni karşılayacak aileyi aradı. Ama elinde
ismimi tutan kimse yoktu. İşte o anda “Yolun sonu!” dedim. “Cebimde-
ki parayla yeni bir uçak bileti alıp dönmek zorunda kalacağım.” Gözlerim
dolmuş bir şekilde orada dururken anons seslerini duyduğumda “Bir şan-
sımı deneyip ailenin ismini anons ettireyim bari” dedim. Dedim de derdi-
mi danışmaya nasıl anlatacaktım! Kafamda cümleleri kurmaya çalışırken
sırtımdan aşağı terler akmaya başladı. O minik Redhouse sözlüğüm olma-
saydı anons kelimesinin “announce” olduğunu bile hatırlayamayacak ka-
dar panikteydim. Ebelek gübelek derdimi anlatıp da anonsu yaptırdıktan
5 dakika sonra bir adam geldi beni almaya. Fotoğraflardan tanımıştım el-
bette ama bunca dakikadır neredeydi bu adam?

Arabaya binip yola koyulduğumuzda eşiyle konuşmasından beni dene-


diklerini anladım. Tahminlerinden zeki olduğumu konuşuyorlardı. Beni
denemiş hatta zorlamışlardı. Kim bilir belki de ağlayıp bir köşeye sinsey-
dim beni almadan eve döneceklerdi. Tanrım sadece İngilizce öğrenmek
için ben bu insanlarla mı yaşayacaktım!!!

Evde ufacık odada bana verilen şezlonga benzer, gıcırtısından uyumanın


mümkün olmadığı yatakta günler zar zor geçmeye başladı. İngilizce öğ-
renmeye çalışırken ailenin korkunç baskısıyla yetiştirilen 6 yaşındaki ço-
cuğu ana caddeden geçirirken elini tuttuğum için neredeyse sapık bile ilan
edildiğimi fark edince yeni bir aile bulmam gerektiğine karar verdim. İn-
gilizce öğrenmek benim için işkence haline dönmeye başlamıştı. Bir mar-
67
ketin camında gördüğüm Aupair acentasına mail attığımda benimle tele-
fonda görüşmek istediğini söyleyen adama “Ama ama ben telefonda der-
dimi size nasıl anlatacağım” diye sorduğumda aslında gayet ciddiydim.
Çünkü daha önce kimseyle telefonda İngilizce görüşmemiştim. Adam
beni iyiden iyiye azarlayan bir mail attığında mecbur aradım tabii. Adre-
si yazdı ve gel dedi. Yahu ver tarifi geleyim işte! Yoook vermem, git ken-
dine bir harita bul, sonra da hangi otobüsle geleceğini bul deyip rande-
vu saatini verdiğinde telefon kulübesine çöktüm. Bir saat oturdum öylece.
Ve sonra dediği gibi derdimi zar zor kütüphaneye anlatıp haritadan foto-
kopi çektirip otobüsle acentaya gittiğimde “İşte şimdi oldu! Ancak bu şe-
kilde yeni bir şeye adapte olabilirsin. Sana yardım etseydim sürecin uzar-
dı” diyen adamın ne demek istediğini o an anlamadım. Anlamak isteme-
dim. Ama sonrasında, yaptığı şey hayata bakışımı o kadar etkiledi ki bu-
gün kızımı yetiştirirken en çok kullandığım cümlelerden biri haline geldi!

Yeni bir aile bulup onların yanına gittiğimde kilisenin İngilizce kursları,
yabancı arkadaşlarla geçen 6 ayın sonunda Türkiye’ye döndüğümde olmuş
muydum? Tabii ki hayır ama en azından kendime güvenimi kazanmış, ko-
nuşulanları anlayan ve kendini ifade eden bir insan olmuştum. Yabancı bir
ülkede yaşamanın, 4 çocuk bakmanın, barda temizlikçilik yapmış olma-
nın hayatıma kazandırdıklarından bahsetmiyorum bile...

Türkiye’ye döndüğümde yüksek lisans yapmayı kafaya koyduğum için sı-


navlara girmem gerekiyordu ama benim sınav fobim olduğu gerçeğinden
hareketle tabii ki proficiency sınavını geçemedim. Neyse, daha hafifinden
bir sınavla İngilizce İşletme yüksek lisansına girdiğimde “İşte şimdi oldu”
dedim. Ama olmadı tabii. Çünkü formal dil ile akademik dil bambaşka bir
şeydi. Başa çıkmam zor oldu ama mezun olabildim!

Ama benim İngilizceyle mücadelem burada bitmedi, bitemezdi. Çünkü bu


yaşadığım zorlukları kızım yaşamasın diye 1 yaşındayken onunla tama-
men İngilizce konuşmaya karar verdim. Elbette ki bir akademik dil gibi
zor değildi konuşmak ama çocuk büyütmenin kendisi bile büyük bir efor-
ken anadilin olmayan bir dille çocuk büyütmek deli gömleği giymek gibi
bir şey. Hiç çeviri yapmadan, onunla hiç Türkçe konuşmadan geçen gün-
68
ler, aylar, yıllardan bahsediyorum. Ateşlendiğinde bile İngilizce konuşmak,
ağladığında İngilizce avutmak ve hatta İngilizce ninni söylemekten bah-
sediyorum. Evet, bir nevi delilik hali! Yabancı bir ülkede büyüseydim hiç
zor olmayacaktı elbet ama ben bu dil problemini içimde tamamen çöze-
memişken kolay olduğunu söyleyemem... Yabancı annelerden oluşan İn-
gilizce playgrouplarında geçen günlerim sayısız... Sahaflarda tozlu raflarda
bulmaya çalıştığım ikinci el İngilizce çocuk kitapları yüzünden dizanteri
olmuşluğumuz vardır:) O sahafların koridorlarında saklambaç oynayarak
büyüdü kızım Çakıl. Kreş çağı geldiğinde yarı İngilizce olan bir kreşe gön-
dersek de beni şeytan dürtünce dürtüyor. Dedim ilkokula başlamadan bu
çocuğun İngilizcesini benden koparmam lâzım. Eğitim dili İngilizce olan
pahalı bir okula gönderecek durumumuz yoktu mâdem en azından bu açı-
ğı kapatmalıyım diye düşündüm. Biraz uykusuz geçen gecelerim sonunda
yıllardır biriktirdiğim bireysel emekliliğimi bozdurup Çakıl ile Amerika’ya
gitmeye karar verdim. Daha önce İngiltere’ye giderken arkamda bıraktığım
adam yine destek verdi ve biz Çakıl ile 3 aylığına ana-kız Amerika’ya gittik.
O orada kreşe gitti ben ise sosyal hayata kendimi vurdum! Gittiğim konuş-
ma kulübünde Çin’den gelmiş profesörlerin 5 dakikada tez yazabilecek ka-
dar akademik dile hâkim olduğu ama sohbet etmeye gelince iki kelime zor
konuştuklarına şahit oldum... Herkesin yabancı dille ayrı bir sınavı vardı!
Üniversite kampüsünde gezerken yarım yamalak İngilizce konuşan Hispa-
nik kökenli çocukların, yazı dilinde çok iyi oldukları için derslerde ne ka-
dar başarılı olduklarını gördüm. Ama olay sunuma geldiğinde hepsi yere
çakılıyordu. O yüzden de konuşma kulübü akademisyenler yurdu gibiydi.
Sorunlarımız benzerdi, ama ben konuşmada iyi yazıda kötü olduğum için
akademik yaşamdan uzaklaşmıştım... Onlar ise devam ediyorlardı.

3 ayın sonunda benim dil biraz daha çözülmüş ve kendime olan güvenim
iyice yerine gelmişti.

5,5 yaşındaki kızım ise rüyalarında bile İngilizce sayıklar olmuştu.

Ben şu anda hâlâ İngilizce resmi bir yazı yazmam gerektiğinde dostlarım-
dan destek alıyor, ama sohbete gelince çenemi tutamıyorum. 8 yaşında
olan Çakıl ise İngilizce TEOG sınav sorularını çözebiliyor.
69
Herkesin yabancı dille bir sınavı var. Sanırım bu sınavı ne kadar küçük
yaşta verirsek engelleri o kadar kolay aşıyoruz. En azından bizim için öyle
oldu.

Ve İngilizce bize bu hayatta dünyanın her yerinde insanlarla iletişim kur-


manın yolunu açtı. Hem Çakıl hem kendim için istediğim de aslında tam
olarak buydu.

70
Oytun Mertol
Yabancı arkadaşlar edinmem İngilizcemi ilerletmemdeki önemli etmen-
lerden biriydi. Özellikle bilişim çağında olmamız bunu kolaylaştırıyor.
Ben yazlıktaki komşularımdan İstanbul’da yolda tanıştıklarıma, tatillerde/
yurt dışına çıktığımda tanıştıklarımdan, Pub Crawlerz etkinliğinde konuk
ettiklerime dek toplamda 2 bine yakın yabancı arkadaş edindim ve birka-
çıyla her ay aksatmadan konuşuyor ya da yazışıyorum.

İngilizce ilerletme önerileri sunan kişilerden hep yabancı dizi izlemenin


katkı sağlayacağını duyardım. Çocukken sevdiğim çizgi filmlerin Türk-
çe seslendirmelerini bulamadığımda İngilizcelerini izlerdim hep. 90 ku-
şağı olarak Disney Kanalı’nı bilmeden bir çocukluk geçirdik. Uydudan
Disney kanalını bulup sevdiğim çizgi dizileri buradan izleme olanağı-
na erişirdim. Sonradan DVD koleksiyonu yapmaya başladım ve her al-
dığım filmi İngilizce altyazılı olarak izledim. Anlamadığım bir sözcük
olduğunda filmi durdurup o sözcüğün anlamına telefondaki sözlükten
baktım, anlamını öğrendikten sonra her filmden öğrendiğim yeni söz-
cüğü bir yazı dosyasına kaydettim. Okula gidip okuldan gelirken yol-
da geçirdiğim süre aralıklarında bu sözcükleri birer kez okuyup anlam-
larını pekiştirmiş oluyordum. Başlarda 2 saatlik filmler 3 saat sürse de
film başı 8-10 bilmediğim sözcüğün çıktığı bir düzeye ulaştım adım
adım. Onun dışında okuldaki birçok dersi İngilizce aldığımız için İn-
gilizce okumaya çok kendimi vermedim, derslerde birçok kaynağı İngi-
lizce okuduğum için okumadaki ilerlememde üniversite iyi bir pay ayı-
rıyordu nasıl olsa.

Son olarak da İngilizce şarkı ezberlemenin bana çok büyük katkısı oldu-
ğunu söyleyebilirim. Başlangıç ya da orta düzeydeyken, şarkıları sözleri-
ne bakmadan %100 doğru anlamak oldukça güçtü. İngilizce bir şarkıyı ilk
ezberlediğimde 10 yaşındaydım (Eiffel 65 – I’m Blue), o zamanlar kase-
tin içindeki kâğıttan şarkı sözlerini okuyup yapmıştım bunu. Günümüzde
şarkı sözlerine ulaşmak çok kolay. Lisedeyken kendime haftada 1 İngiliz-
ce şarkı ezberleme hedefi koymuştum ve bunu şu anda da sürdürüyorum.
Özellikle şarkıların anlamlarını öğrendiğimde ezgilerini beğendiğim şar-
kı bana daha dolu, daha anlamlı gelmeye başlıyor. Tıpkı opera sanatçıları-

71
nın Fransızca ve İngilizceyi iyi düzeyde bilmeleri gibi, anlamını bilmeden
duyguyu yansıtmak düşünülemez sonuçta.

Tüm bu yöntemleri bir bütün olarak uyguladığımda bir sinerji yarattı ve


birçok alanda bana başarı sağladı. Örneğin, hiç çalışmadan TOEFL’dan
88 (Speaking 26, writing 22, reading 21, listening 19) almam ya da
Hollanda’da Erasmus öğrenci değişim programıyla bir dönem değişim öğ-
rencisi olarak okurken dersleri zorlanmadan geçmem gibi. Esenlikler di-
lerim.

*Ms. yazdım. Biliyorum ki hepiniz bunu Mrs. Brown biçiminde öğren-


diniz. Birkaç yıl önce feministlerin, kadınlardaki evli ve evli olmama du-
rumlarını simgeleyen bu unvandan hoşnutsuz olmaları sonucunda Miss
ve Mrs. söylemleri Ms. kısaltmasında birleştirildi. Bu nedenle en azından
kısaltmalarda, e-posta yollarken, yazışırken ya da alıcı olarak bildirilirken
kadınların evli olup olmama durumlarının bilinmesine gerek kalmadı. Ek
bilgi olarak paylaşmak istedim :)

72
Selen Tosun
İngilizceyi Nasıl Unuttum?

İngilizceyi 5 yaşında İngiltere’de öğrenmeye başladım. Devlet memuru ba-


bam, tayini nedeniyle 1989 senesinde bizi de beraberinde Eastbourne’a
götürdü. Orada beni okul öncesi eğitime gönderdiler. Annem ‘nasıl adap-
te olacak ve iletişim kuracağım’ diye çok tereddüt edince okul yönetimi
‘isterseniz siz de gönüllü öğretmen olarak sınıfına girebilirsiniz’ demiş.
Böylece yumuşak bir geçiş yapmamı sağlamayı ummuşlar. Annem sınıfta-
ki varlığını anlamlandırmak için bize origami kurbağa yapmayı öğretme-
ye koyulunca, tüm sınıfın bebeleri ‘Can you make me a frog?’ diye etrafı-
nı sarmış, ben de o kıskançlıkla başlamışım çocukları uzaklaştırmaya. Tek
başıma daha iyi adapte olacağımı düşünerek, beni farklı bir ülkede, farklı
bir dilde iletişim kurmayı öğrenme serüvenimle baş başa bırakmış ve git-
miş. Erken yaşlarda dil öğrenimi daha hızlı olduğundan, 2 ay gibi kısa bir
sürede ortama adapte olmuşum ve gayet iyi iletişim kurmaya başlamışım.
1 senenin sonunda Türkiye’ye geri döndük ve ilkokula başladım. ‘Hickory
Dickory Duck, the mouse ran up the clock’ gibi birkaç çocuk şarkısını ez-
bere söyleyebiliyor ve beraberimizde getirdiğimiz VHS kasetlerden ‘Post-
man Jack’ izlemeye devam ediyordum.

1992 senesinde babamın eğitimi nedeniyle ABD’ye gittik, orada ilkoku-


la devam ettim. Buraya da kısa sürede adapte oldum ve bir süre sonra ‘gü-
neyli şivesi’ ile kelimeleri yaya yaya İngilizce konuşmaya başladım. Ra-
hat ve özgür sınıf ortamı, öğretmenler tarafından birey olarak görülmek,
önemsenmek, ev ödevi olmaması ve deneyerek öğrenme imkânı sayesin-
de herhangi bir adaptasyon problemi yaşamadım. Zaten çok kültürlü bir
ortam olduğundan ciddi bir kültürel dışlanma da hatırlamıyorum. Hatta
değişikliği sevmeyi ve değerli bulmayı ilk burada öğrendim. İngilizce ise
artık bir ders değil, bir amaç olduğundan çok daha keyifli ve hızlı çözüldü.
Kitap okuma merakımın çok faydasını gördüm, o dönemden kalma kitap
kurdu ödüllerimi hâlâ gururla saklıyorum. Bir fihrist çıkarıp, kendi kitap-
lığımı benim gibi yabancı arkadaşlarımın kitap ödünç alabilecekleri bir ev
kütüphanesine bile çevirdim. Kültüre, dile, yeni kelimelere ve bakış açıla-
rına hızlı adapte olmamı; kitaplara, filmlere ve şarkı sözlerine meraklı ol-
73
mama bağlıyorum.

Artık ‘bilingual’ (çift dilli) olmuştum. İki dilde birden okuyor, izliyor, dü-
şünüyor, hayal kuruyor, rüya görüyordum. Yurda dönünce gittiğim kolej-
de iki dilde birden dersler alıyordum. İngilizce hayatımın içindeydi, çev-
remde benim gibi pratik yapabileceğim arkadaşlarım vardı. Okulda ek
ders olarak Fransızca almaya başladım. Fransızcada bayağı yavaş ilerliyor-
dum. Herhangi bir konuyu pratik olarak öğrenmek, teorik olarak öğren-
mekten daha fazla ilgimi çektiğinden, bu derslerle ilerleme kaydetmedim.
Şu an Fransızca biliyorum desem ayıp etmiş olurum ama Fransızca bil-
mek için bir sebebim olsa emek harcar ve öğrenirim.

1997 senesinde yine bir tayin nedeniyle ailece Tel Aviv’e yerleştik. Bura-
da kaldığımız 3 sene boyunca, bir İskoç okuluna gittim. Yine çok kültür-
lü bir ortamdaydım. Farklı kültürden insanların olduğu yabancı bir orta-
ma alışmak, tek kültürlü yabancı bir ortama alışmaktan daha kolay. Çün-
kü insanların toleransı ve anlayışı daha yüksek oluyor, farklılıklar daha
fazla değer görüyor. Burada da kitap okuma alışkanlığım devam etti. Ko-
lay adapte olmamın ve dili daha hızlı öğrenmemin bir sebebi de geveze
olmamdı. Bizimkiler veli toplantısında artık çok konuşuyor demeyecek-
ler diye sevinirken, daha ilk veli toplantısında ‘Selen derslerde çok konu-
şuyor’ demişler, sonra da ‘ama çok hızlı adapte oldu’ diye devam etmiş-
ler. Kötü olarak değerlendirilen özelliklerimizin avantaja da dönebildiğini
gördüm. Mesela kardeşim bir ‘gamer’; sabahtan akşama kadar bilgisayar
oyunu oynayabilir. Bu kötü alışkanlığı sayesinde, hem İngilizce hem de ta-
rih bilgisi okulda öğrenebileceğinden daha fazla gelişti.

2000 senesinde yurda döndük. Senelerce hareketli bir hayat yaşadıktan


sonra bir anda Ankara’nın monotonluğunun ortasına düştüm ve 10 sene
orada kaldım. Anadolu lisesine başladım. İngilizce dersinde ayağa kalkıp
o muhteşem aksanımla en basit bir cümle kurduğumda bile tüm kafalar
bana dönüyor ve alkışlıyorlardı. Böbürlenmek olarak algılanmasın diye
konuşmaya utanır oldum. Konuşmada ve pratik kullanımda en iyiydim
ama girdiğim ilk İngilizce dil bilgisi sınavından en düşük notu ben aldım.
Sınavda ‘Hocam tense (zaman kipi) isimlerini bilmiyorum, sadece bir ör-
74
nek verirseniz hepsini kısa sürede çözerim’ dedim ama olmadı. Dili daha
iyi anlamak için değil de sınavdan iyi not almak için ‘tense’ ezberlemek
farz oldu. Bu arada diğer arkadaşlar ‘past tense ise gone, o zaman had gone
olur ve has had gone deriz’ diye adım adım çözüme gittiklerini görünce
bayağı şaşırmıştım. Dil bilgisi son derece önemli ama konu o kadar ezber-
ci anlatılıyordu ki, algoritma mı işletiyorlar, gerçekten mi anlıyorlar bel-
li değildi. Bu yöntemle testler iyi geçerdi de iki çift söz edilemez, bir kitap
anlayarak ve keyif alarak okunamazdı.

Zaman içinde fark etmeden İngilizce hayatımdan yavaş yavaş çıktı gitti.
Önce günlük tutmayı bıraktım, sonra düşüncelerim ve rüyalarım tek dile
indi. İkinci dil eğitim hayatımdan çıktı, zaten çevremde tek tük yaban-
cı kalmıştı. Derken bu ‘yetimi’ yitirdim, hem de bir gün lâzım olana ka-
dar yitirdiğimin farkına bile varmadan. O gün kalabalık bir arkadaş grubu
Tunalı’da dururken, turistin teki yanaştı ve ‘şuraya nasıl giderim’ gibi basit
bir soru sordu. Hepimiz bu soruya cevap verecek kadar İngilizce biliyor-
duk ama herkes nedense bana döndü baktı, ışığa bakan tavşan gibi kala-
kaldım. Valla biliyordum ama konuşamıyordum, niye öyle olduğunu an-
lamadım, kalabalık içinde utangaç bir insan olduğumu düşündüm. 5 da-
kikalık önemsiz bir konuşamama yüzünden neredeyse 1 saat kızardım bo-
zardım. Neyse ki çok fazla İngilizce konuşacak durum olmuyordu da bu
hissi unuttum gitti. Taa ki 2004 senesinde Tel Aviv’e gidip eski arkadaşları
ziyaret ettiğim tatile kadar. İki arkadaşım beni havaalanından almaya gel-
di. Nasıl samimiyiz, birbirimize sürekli mektup yazıyoruz, MIRC ve Mes-
senger gibi online sohbet ekranlarından konuşuyoruz. Hep bir İngilizce
pratik var ama hepsi yazılı olarak, hiç sözlü konuşma yok. Onları görün-
ce sandım aynen devam ederiz. Bir başladı muhabbet, kafamdan çok konu
geçiyor ama ağzımı açıp konuşurken ancak birini zar zor söylüyorum. Şa-
şırdım kaldım. Neyse ki beceremeyeni yerme huyları yok, gülerek ve sab-
rederek beni yeniden konuşmaya yüreklendirdiler. Zaten 2 güne kalmadı
açıldım, hemen eski halime döndüm.

O zaman anladım ki yabancı dil anadan doğma gelen bir lütuf değil, utan-
madan sıkılmadan kullanarak, pratik yaparak mükemmelleştirdiğimiz bir
beceri. Bu dediğim anadilimiz için bile geçerli, kullanmayınca o bile unu-
75
tuluyor. Anladım ki kaslar çalışmazsa güçlenmiyor, kullanmayınca zayıf-
lıyor, eski emekler asla boşa gitmiyor, kas hafızasında kalıyor ve yeniden
çalışınca beceriler çok daha hızlı geri geliyor. Anladım ki olay yetenekli ol-
maktan ileri gelmiyor. İstekli olmak ve çalışmak daha önemli. Yetenek sa-
dece işi hızlandırıyor. Hatta yetenek iyi kullanılmadığında, gereksiz özgü-
venden kaynaklı az çalışma nedeniyle öğrenimi bile yavaşlatabiliyor. Bun-
ları anladıktan sonra benim için önemli bir beceri olan İngilizce üzerine
düzenli çalışmayı ihmal etmedim. İşimi ve ortamımı buna göre seçtim. 3
sene önce İngilizce Toastmasters (topluluk önünde konuşma) kulübüne
üye oldum, burayı kaslarımı çalıştırdığım bir gym gibi görüyorum. Hâlâ
çok kitap okuyorum. İngilizce idare edilen gönüllü derneklere üye oluyo-
rum. Pratik yapabileceğim kimi bulursam konuşuyorum ve dinliyorum.
Artık unutmak yok, gelişmek var :)

76
Semiha Kar
Her ne iş yapıyor olursak olalım, onu en az bir parça sevmeden iyi iş çıkar-
mamızın neredeyse imkânsız olduğuna inanarak yürüdüm şimdiye dek.
İngilizce ile ilişkimde de aynı şeyi aradım: Sevebiliyor muyum? Bu böy-
le gidecek gibi mi? Genelde bir şeyleri sevecekseniz, hele de çok sevecek-
seniz bu kendini baştan belli eder. Çok fazla sebep aramanız gerekmez
çünkü sebep aramak daha çok rasyonel olmakla ilgili bir şey. Bu yüzden
başlarda, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımda sebep aramadan İngilizceyi
sevdim, hocalarımın verdiklerine belki küçük eklemeler yaparak İngilizce
derslerini iple çektim ama her yeni eğitim döneminde aynı gramer kural-
larını tekrar ettiğimiz bir sistemde üniversite öncesinde ancak çok temel
zaman ve kalıpları öğrenebilmiştim.

Fakülteme başladığımda ilk sene, yılın tamamında sadece Arapça öğren-


dik, yani hazırlık sınıfı okudum. Çoğunlukla üniversiteye gurbete gidildi-
ğinde ilk sene boşlama senesi olur ama ben ters bir şekilde aile hasretim-
den kelimelerin içine saklanarak kaçtım, akıllı telefonumun da olmadığı
o yıl mesaimin en büyük kısmını hazırlık derslerine, kalan kısmını da il-
gimi çeken seminerlere ayırdım. Bu sırada, “bir dil sistemli bir şekilde na-
sıl öğrenilir” adım adım kavrayabildiğim kadarı ile kavramıştım. En sev-
meyerek çalıştığım kısım çok derin gramer konularıydı, final sınavı yak-
laşırken çok bunalmıştım; hep metin çalışmak geçiyordu içimden. Zaten
çoğunlukla da öyle yaptım, kuralları metinlerde fark etmeden öğrendiğim
için gramer sınavlarını da ortalamanın üstünde bir notla geçebiliyordum.

Hazırlık sınıfının ikinci döneminde ilk Arapça rüyalarımı görmeye baş-


ladım, hazırlık bitiminde ise bir aylık Ürdün tecrübesiyle konuşurken çe-
kinme aşamasını atlatmıştım. Tabii ki akıcı konuşamıyordum ama kem
küm de etmiyordum, yara kıra orta zorluktaki meseleleri tartışabiliyor
hale gelmiştim. Akıcı konuşma evresini ise ikinci sınıfta öğrenci değişi-
miyle bir dönemliğine gittiğim Uman’da gördüm. İngilizce öğrenmeye ka-
rar vermem de tam bu döneme rastlıyor; daha Uman’dan dönmeden na-
sıl yapayım da İngilizce ile tekrar barışayım, artık basit seviyede değil üni-
versite okuyan birisinin bilmesi gereken seviyeye nasıl getirebilirim diye
araştırmaya başladım. Beni bu düşünceye iten sebep tabii ki sadece üni-
77
versite okuyup İngilizce bilmemek değildi, İngilizce bilmemenin eksik-
liğini, Uman’da birçok farklı ülkeden değişim öğrencileriyle tanıştığım-
da ama iletişim kuramadığımda hissettim. Lisedeki İngilizce hocama da-
nıştım, internetten taramalar yaptım. O sıralar pek bir sonuç elde edebil-
diğimi söyleyemem, ama iyi ki daha o zamandan karar vermişim. Bah-
settiğim dünyanın çok farklı yerlerinden gelmiş olan değişim öğrencile-
riyle bir WhatsApp grubumuz vardı. Konuşurken kelimeleri hatırlamakta
çok zorlanıyordum ama yazarken sözlük kullanma imkânım olduğu için
bu grupta olan biteni takip ediyordum, sonra gruptaki arkadaşlarından
üç-dört tanesi ile yazışarak iletişim kurduk. Yazıştığım arkadaşlardan iki-
si Malezyalı, diğer ikisi başka ülkelerdenlerdi. Yazışmayı sürdürebildiğim
kadar sürdürdüm, hayatımda olup bitenleri anlattım sürekli, onlarda ne-
ler olduğunu sordum, sorduğum şeyleri takip ettim... Bu hem sabır hem
vakit isteyen bir işti. Haftada birkaç gün yazışıyorduk. Bu da benim bir
hafta içerisinde yaklaşık beş-altı saatimi WhatsApp’ta yazışmaya ayırmam
demek oluyordu. Neyse, Türkiye’ye döndüm tabii bu arada ve İstanbul’da
kendi fakültemde okumaya devam ettim. Değişim programından sonra
tekrar kendi fakülteme döndüğümde yabancılık çektim, bir dönemi bitir-
dikten sonra ancak alışabildim. Bu alışma sürecinde ciddi bir şey de yapa-
madım bu yüzden. Senenin sonunda, yaz tatili gelip çattığında, aslında fi-
naller biter bitmez öğrenci evinde bir süre fazladan kalarak İngilizce ça-
lışmaya fiilen başladım; YouTube konu anlatımlı videolarla. O tarihlerde
şahsi hesabımdan başka, herkese açık bir Instagram hesabı açtım. Fotoğ-
rafa olan ilgimle İngilizce öğrenme gayretimi birleştirmek için, bu hesa-
bı açarken amacım kendimi İngilizce bir şeyler yazmaya zorlamak, dedim
kendi kendime. Öyle yaptım sahiden.

Takipçilerim çoğunlukla kendi Türk çevrem olmasına rağmen inatla fo-


toğrafların altına kendim İngilizce “caption”lar yazdım. Fotoğrafla ilgi-
li etiketleri İngilizce seçmek bile kelime öğrenmeme katkı sağladı. Son-
ra İngilizce alıntılar paylaşan hesapları, seyahatlerinden bahseden hesap-
ları takip ettim. Bunlar çok ayrıntı geliyordur sevgili okuyucu ama ben
böyle böyle İngilizce ile barıştım:) İkinci sınıf yaz tatili sırasındaydı sa-
nırım, okul başlamadan önce ne yapsam, hangi kursa gitsem diye araştı-
rırken fakültemizde İngilizce Öğretmenliği bölümünde çift anadal yap-
78
mış bir öğrencinin gönüllü İngilizce dersleri verdiğini öğrendim. Fakülte
başladığında derslerin vakitlerini takip edebileyim diye numarasını bulup
iletişime geçtim, ama maalesef saatler bana uymuyordu. Ama biz o abla
ile yazışmaya devam ediyorduk. Bana “Mâdem saatler derslerinle çakışı-
yor, seninle özel bir şeyler de yapabiliriz” dedi. Bu gönülden teklife karşı-
lık olarak benim de ne yapabileceğimizi, neye ihtiyacımın olduğunu bul-
mam gerekiyordu. Dedim ki birlikte orijinal tam metin çevirisinden Kü-
çük Prens okusak olur mu? Kabul etti. Biz de moda olmasının güzelliği-
ni değiştirmeyeceği bu güzel öykü ile hem telaffuz dersleri hem de oku-
ma yapmaya başladık. Aynı esnada İstanbul Belediye’sinin neredeyse üc-
retsiz açtığı bir kurs merkezine İngilizce derslerine de gidiyordum. O eği-
timden birkaç yeni kelime dışında bir şey öğrendiğimi söyleyemem ama
oraya giderek İngilizce öğrenmeye çalışan bir çevre edinmem motivas-
yonum için önemliydi, bunu kazanmış oldum. Bu arada her şey burada
sıra sıra anlattığım gibi denk gelip, önüme çıkıvermediler. Uzun süre dert
edip, sıkı araştırmalardan sonra fakültedeki gönüllü abla ile yolumuz ke-
sişti. Dersleri öğle aramızı feda ederek haftada bir kere yapıyorduk, ders-
ten sonra hocam bana okuduğumuz bölümün seslendirmesini yapıp yol-
luyordu. Ben bu ses kayıtlarını fakülte ile ev arasındaki mesafeyi kat eder-
ken dinliyor, fakültenin boş sınıflarında veya öğrenci evimizin tek müsa-
it yeri olan mutfağımızda da kendi kendime sesli olarak aynı yerleri oku-
yordum. Hocamın mükemmel bir telaffuzu vardı, bu açıdan şanslıydım.
Son sınıfta olduğu için çok yoğundu ve hem dersleri yapabilmek hem de
ses kayıtlarını alabilmek için epey uğraşmam gerekiyordu. Bu da işin bal-
lı olmayan ama değecek kısmıydı.

İlk dönemi böylece tamamlamak üzereydim. Final vakti geldi. Bilirsiniz,


bir şeyi istemediğiniz halde onu yapmaya zorlanıyorsanız kaçmak için her
türlü yolu denersiniz. Ben de sorumluluk alanımda olan, bu kadar de-
rin öğrenmem gerekmediğini düşündüğüm halde okumam gereken bir
kitabı okuyordum o sırada. Sosyal bilimlere dair bir kitaptı ve birkaç defa
art arda bilmediğim İngilizce kökenli kavramla karşılaştım. Ders dışın-
da okuma yaparken bile bilmediğim kelimeleri es geçemezken, dersten
kaçmak istediğim bir vakitte bu kelimeleri köklerini bulmadan bırakmam
olası değildi. Bırakmadım da. Sonra daha derin düşünmeye başladım. Bu
79
kelimeleri bilmememin, köklerinden hareketle anlamlarına dair fikir yü-
rütemememin sebebinin, İngilizce bilmemek olduğunu idrak ettim. Za-
ten dertliydim bu konuda... Yarama tuz olmuştu. Bir şeyler yapmaya çalı-
şıyordum evet ama bu böyle gitmezdi, adamakıllı öğrenmem gerekiyordu
bu dili. Ertesi günler, iki üç gün boyunca final vaktinde kapı kapı İngiliz-
cesi güçlü olan, fakültenin eğitim dili İngilizce olan bölümünde ders ve-
ren hocalarının odalarına gidip tavsiye sordum, onların nasıl öğrendikle-
rini dinledim.

Temelde iki seçenek vardı: Kurs veya özel hoca. Kurs için de iki seçenek
vardı: Özel kurs veya üniversitelerin kursları. Üniversitelerin kursları-
na tik koydum önce. Sonra onların da arasından sadece bir tanesinin be-
nim vaktime ve istediğim şartlara uygun olduğuna karar verdim. Başvu-
ru yaptım, seviye sınavına girdim. Haber geldi: Bulunduğum seviyede sı-
nıf açılmayacakmış. Geriye özel hoca seçeneği kaldı, başladım internet-
ten hoca araştırmaya. Sadece bunun için kurulmuş siteler var. Onlardan
birinde Çağrı Hoca’nın ismini gördüm. Aaa! Bu bizim Çağrı Hoca değil
mi? Nereden sizin oluyor diye soracaksınız haklısınız, yani bu bizim yaz-
dan beri oda arkadaşımla birlikte YouTube derslerini dinlediğimiz Çağrı
Hoca mı, demek istemiş iç sesim. İletişim numarası vardı. Durup bir dü-
şündüm. Bunu karşılayabilecek miydim, Çağrı Hoca İstanbul’da mı yaşı-
yordu onu bile bilmiyordum, hem nasıl biri olduğuna dair bir fikrim de
yoktu ve hakkında yorum da yazılmamıştı. Ama arayabilir, burada yaşı-
yorsa yüz yüze görüşebilir ve yirmi yaşını geçmiş birisi olarak kendim de
nasıl biri olduğuna dair aşağı yukarı bir tahminde bulunabilirdim. Böy-
le düşününce ertelemeden aradım hemen. Telefon açıldı. Böyle böyle ho-
cam, dedim, özel ders verdiğinizi internette filanca sitede gördüm, arayıp
sormak istedim. Meğer o siteye bilgilerini yazalı çok olmuş, belki üç beş
sene geçmiş ve Çağrı Hoca böyle bir listede isminin var olduğunu unut-
muş bile. Ama olabilir, dedi. Altunizade’de filanca eğitim merkezine filan-
ca vakitte gel görüşelim. Altunizade mi? Süper! İnternette seneler önce
verilmiş bir ilandan bir iletişim numarası buluyorum, arayıp ulaşabiliyo-
rum, bir de hocanın eğitim verdiği yer bana neredeyse yürüme mesafesi
uzaklığında çıkıyor. Bu aşamayı da geçtim, kararlaştırılmış vakitte Çağrı
Hoca ile yüz yüze görüşüp küçük bir arkadaş grubumla beraber ders yap-
80
maya karar verdik. Saatleri daha sonra bildirdik, derslere başladık. Çağ-
rı Hoca bana neden İngilizce öğrenmek istediğimi sorduğunda, o sıralar
Din Psikolojisi’nde yüksek lisans yapmak istediğimi ve İngilizcenin bunun
için zorunlu olduğunu söylemiştim. Buna göre bir kaynak seçtik, akade-
mik anlamda gerekecek İngilizce çalışmaya başladık. Çağrı Hoca’nın eşi
Mihriban hocamla da üçüncü sınıfın birinci döneminde bahsettiğim abla
ile başladığımız Küçük Prens okumalarını devam ettirdik. Benim daha
sonraları fikrim değişti ve din psikolojisinden tamamen farklı bir alanda
karar kıldım ama iyi ki o zaman öyle bir bahane bulmuşum, değilse cid-
di ciddi öğrenmeye bir türlü başlayamazdım. Başlayamazdım derken kas-
tım “tembellik yapardım”dan daha çok Çağrı Hoca’yı ders vermesi için, ai-
lemi de bu derse ihtiyacım olduğuna dair ikna etmem daha zor olurdu,
böyle açık bir sebebim olmasaydı. Bu sebepten çok daha derin, beni çok
daha fazla motive eden sebeplerim tabii ki vardı ama bunları bir başkası-
na aktarmak zordu. Mesela seyahat ederken sıkıntı yaşamamak için, gitti-
ğim yerlerdeki insanlarla konuşabilmek için, mesela herhangi bir konuyu
merak ettiğimde Türkçe ve Arapça kaynaklarla yetinmek zorunda kalma-
mak için, o dille birlikte o dili kullananların hem fikir hem de duygu dün-
yasıyla tanışmak için...

Onlarca sebepten ötürü İngilizce öğrenmek istiyordum ama tüm bunları


içimde tutmuş, en kısa ve net olan sebebi söyleyip işe koyulmuştum. Bun-
ları okurken muhtemelen kimi okuyucuların aklından iyi ama benim özel
hocayı karşılayacak maddi imkânım yok, fikri geçecek. O kısma da kısa-
ca değineyim. Bahsettiğim gibi özel hocada karar kılmadan önce diğer se-
çenekler üzerinde de yeterli bulduğum kadar araştırma yapmıştım, ay-
lık miktar olarak belki özel hocadan daha az bir bedel ile gidebileceğiniz
özel kurslar var ama ne oluyor biliyor musunuz? Kursun imkânları çok iyi
olsa dahi, vakitleri siz ayarlayamıyorsunuz. En az haftada dört saat kursa
gitmeniz gerekiyor ve minimum beş kişilik sınıflarda eğitim alıyorsunuz.
Haftada dört saat nedir ki demeyin, eğer bir yandan bir işte çalışıyor veya
ciddiye alarak bir bölüm okuyorsanız, haftada dört saat bile sizi yoruyor
ve eve döndüğünüzde kendiniz çalışacak şevki kaybediyorsunuz. Oysa dil
asla sınıfta öğrenilmiyor, siz ne kadar hayatınıza o dili dâhil ederseniz o
kadar kısa sürede dil size kapılarını açıyor. Değilse kursa verdiğiniz üc-
81
ret de zaman da işi sadece sündürüyor. Bu yüzden sizi bitkin düşürme-
yecek, hayat düzeninize uyacak bir eğitime ihtiyacınız var aslında. Benim
hikâyemde bana en uygun seçenek özel hoca oldu, buradan tekrar teşek-
kür etmem gerekiyor. Çağrı Hoca maddi anlamda yorulduğuna değmeye-
cek bir bedel karşılığında dersleri verdi. Buna rağmen ders aldığım sıra-
larda sıkıntı çektim, bunu da imkânı kısıtlı olanlar için zikredeyim. Öğ-
renci evimize en temel gıdalardan olan peyniri alamadığımız oldu, abur
cubur almamak için marketlerin uzağından geçiyordum o dönemde, gir-
diğimde de hiç adetim olmadığı üzere orta sınıf marka alıyordum. Bel-
ki üç dört ay boyunca sadece zaruri alışveriş yaptım vesaire. Ama kesin-
likle değdi. Altı ay bittiğinde, hem Mevlana ile Malezya’da değişim öğren-
cisi olma sınavını, hem Erasmus ile Almanya’ya gitmek için sınavı geç-
miştim, hem de Yökdil’den akademide hayli hayli yetecek bir puan alabil-
miştim. Şu an bu yazıyı fakültemin son senesinde, bir aydır bulunduğum
Malezya’nın Kuala Lumpur şehrinden yazıyorum. Burada derslerimin ya-
rısını İngilizce, yarısını Arapça seçtim. Dersleri anlamak konusunda şü-
kür ki sıkıntı çekmiyorum ama okumalar haliyle ağır, işte onlarda zorlanı-
yorum. Ama dert değil, elimden geleni yapacağım inşallah. Kampüs içeri-
sinde ve dışında insanlarla İngilizce iletişim kuruyoruz, öyle yapmak zo-
rundayız. Burada olmak hâlâ inanabilidiğim bir şey değil ama gerçekse
hakikaten çok güzel bir şey.

Tüm hikâyeni üç fiille bize özetle bize deseniz, size “sebep buldum, ısrar
ettim, eğlenerek öğrendim” diyebilirim sanırım. Umarım siz de en az be-
nim kadar inatçı davranır ve bu yola adım atar, sonra da bırakmazsınız.
Umarım sizin işleriniz çok daha rast gider ve İngilizceyi belli bir seviyeye
getirmenin sağladığı onca güzelliği tadarsınız. Kolay değil ama olsun, ko-
lay gelsin, sevimli gelsin!

82
Barış Yıldırım
Aslında ben de birçoğunuz gibi İngilizce ile üniversiteye geçtikten sonra
tanıştım. Üniversiteyi kazanmakla beraber İngilizceyi öğreneceğim duy-
gusunu hissetmek benim için inanılmazdı. Dersler başladıktan sonra an-
ladım ki hiçbir şey hayalimdeki gibi değildi, aksine tam bir kâbustu. Sı-
nıfta anlatılan hiçbir şeyi anlamıyordum. Sınıfın çoğu derse katılıyor ben
ise sanki trene bakıyordum. O zamanlar belki yaşımın küçük olmasından
dolayı olacak ki kalabalık ortamlarda söz hakkı isteyecek, soru soracak bir
kişiliğe sahip değildim. Ciddi anlamda içine kapanık, çok utangaç biriy-
dim. Durum böyle olunca dersleri anlamayan biri olarak hocanın sınıf-
ta sorduğu sorulara maruz kalmamak için okulu bıraktım ve bir daha de-
vam etmedim... Aradan geçen bir yılın ardından bizleri okul yoğunluğu-
nun fazla olmasından dolayı zorunlu olarak bölüme geçirmişlerdi. Bu be-
nim için büyük bir şanstı ve haliyle ben de çok mutluydum. Aileme ba-
şarılı bir şekilde geçtiğimi söyleyip onlara yalan söylemiştim. Açıkçası bu
duruma annemden başka inandan da olmadı... Birinci sınıfın ilk dönemi-
ni, İngilizce dersinden FF almama rağmen iyi bir ortalamayla tamamla-
dım. İkinci döneme geçtiğimizde o meşhur Erasmus sınavına birkaç arka-
daşım ve hocamın gazıyla girmeye karar verdim. Sınavın ilk aşamasını ge-
çen sözlü sınava kalıyordu. Ben ise bırakın sözlü sınava kalmayı en düşük
puanlardan birini alarak âdeta rezil olmuştum. Hem kalsam ne değişecek-
ti ki... Yurtta kalırken oda arkadaşlarım İngilizce çalışırlardı bense onla-
rı hayranlıkla seyrederdim. Zoruma giderdi açıkçası onların İngilizce öğ-
renmeyi becerebilmeleri. Benim bu masum, acıklı hallerim ise onların ho-
şuna gitmiyor değildi... Babamın hazırlıktan kaldıktan sonra hâlen unu-
tamadığım güzel sözleri bende beklenmedik etki yapmış olacak ki birinci
sınıfı iyi bir ortalama ile bitirdim (İngilizce FF)...

İkinci sınıfın başlarında başvurduğum çift anadal programına katılma-


ya hak kazandım. Bu mutlu haberi paylaşmak üzere bölüm başkanımı-
zın odasına gittim. Çift anadalı kazandığımı söylediğimde beni tebrik et-
mesini beklerken bana İngilizce seviyemin nasıl olduğunu sordu. İyi ol-
madığını söylediğimde ‘istersen bana 10 tane üniversite oku İngilizcen ol-
madıktan sonra bir halta yaramaz’ şeklinde bir cümle kurdu. Orada an-
ladım ki ne yaparsam yapayım İngilizcenin eksikliğini her daim yaşaya-
83
caktım. Odasından çıktıktan sonra kaldırdım attım kâğıtları, yapmıyo-
rum dedim... O anda gerçekten durum mâdem öyle ben de öğreneceğim
diye kendime söz verdim. Okullar kapandıktan sonra yazın iki aylık kursa
gitmeye karar verdim. Şanslıydım ki hocamız bizlerle yakından ilgilendi
ve bu kurs sürecinde İngilizceyi sevmeye başladım. Hatta kursu tamam-
ladığımız gün eve dönerken parkta köpeğini gezdiren birine rastladım.
Köpekleri çok sevdiğim için yanlarına gidip sevmek istedim. Selam verip
köpeği sevebilir miyim diye tam soracakken ‘No Turkish’ demez mi dal-
ga geçer gibi. Tabii kurstan yeni çıkmışım azıcık özgüven de var. Mâdem
sende ‘No Turkish’ gel öyleyse ben de ‘Yes English’ dedim. Yalan olmasın
güzel bir tecrübeydi.

Okulların açılmasıyla yeniden kursa devam etmeyi düşündüm ve dersle-


rimle beraber götürebileceğim bir kursun hafta sonu sınıfına kayıt oldum.
Sanırım kayıt işlemlerine bakan bayanın güzelliğinden olacak ki hiç dü-
şünmeden 6 aylık yazıldım. Sonrasında anladım ki kurslar eğitim merke-
zinden çıkmış, tam anlamıyla birer ticaret merkezine dönmüştü. Bu yüz-
den bıraktım ve bir daha da gitmedim. Verdiğim 6 ayın parası çöpe git-
ti. Haram olsun. Kız arkadaşımın beni terk edip İngiltere’ye İngilizce öğ-
renmeye gitmesinden sonra daha önce aklımda olmayan yurtdışı merakı
birden uyanıverdi. Ben de gidip oraları görmek istedim. Nihayetinde ai-
lemi ikna etmeyi başardım. Bütün işlemleri tamamladıktan sonra başladı
Londra serüveni... Farklı kültürler tanımak, yeni yerler gezmek insanı de-
ğiştirir derlerdi de inanmazdım. Hakikaten böyle bir değişikliğin olduğu-
nu kendimde hissedebiliyordum. En azından her defasında pardon deme-
yi öğrendim... Çok iyi derecede İngilizce öğrenemesem de kendime olan
özgüvenimi kazanmıştım. Harika bir üç ay geçirdikten sonra ülkeme dön-
düm. Artık İngilizceyi öğrenme aşkı, arzusu bende vardı. O mükemmel
aksanla konuşan insanları görmek beni İngilizce öğrenmeye daha çok teş-
vik etmişti. Ülkeme döndükten sonra çok uygun bir fiyatta özel hoca tu-
tup, aylarca kendisinden ders aldım. Bu ders süresince İngilizcemi daha
da ilerlettim. En azından yazma kısmını. Konuşma hâlâ Kayserimin ba-
harından geliyordu...

84
Her neyse artık gözlerim açılmış, kurs merkezlerine (istisnalar kaide-
yi bozmaz ama bunun istisna durumu varsa tabi) para yedirmeyecek bir
hale gelmiştim. Kendimi konuşma anlamında daha iyi geliştirmek için
son sınıfta öğrendiğim Work & Travel programı sayesinde Amerika’da 3
ay kaldım. Babam hâlâ bu programın ne olduğunu anlamasa da kendisi-
ni yalvara yakara ikna ettim. Hem paramı kazanıp hem de sonrasında se-
yahat edebileceğimi öğrendim. Bu kararı çok geç aldığım için iş seçme
konusunda fazla alternatifim yoktu. Ben de önüme gelen ilk iş olan mü-
zede fotoğrafçılık işini seçip, mezuniyet işlemlerini tamamladıktan son-
ra Amerika’ya gittim. Uzun süren uçak yolculuğu, taksiciyle çat pat anla-
şıp istediğim yere varmayı başarana kadar her şey güzeldi. Ta ki üniversi-
tenin öğrenci işlerinin ailemi arayıp kredi noksanlığından dolayı mezun
olamadığım haberini verene dek. Motele varır varmaz ilk işim ailemi ara-
yıp sağ salim geldim haberini vermekti. Onların ilk işi ise bana ulaşır ulaş-
maz mezun olamadığım haberini vermek. Umurumda mıydı sanki... Gel-
mişim Amerika’ya! Çok güzel bir yaz dönemi geçirmiştim. İngilizce ko-
nuşmak için elimden geldiğince çaba sarf ettim. Yaz döneminin sonlarına
doğru İngilizce konuşmam gitgide ilerlemişti. Amerika’da kalmak ve ya-
şadığım şehre yakın yerdeki üniversiteyi görmek bir an bana Amerika’da
master yapma hayalini kurdurmuştu. Tabii o zamanlar bunları düşünmek
için çok erkendi.

Aradan geçen harika bir üç ayın ardından Türkiye’ye döndüm. Okulum


uzadığı için yeniden ders seçmek zorunda kalmıştım. Yani hâlen öğren-
ciliğim devam ediyordu. Okulun ilk dönemi Erasmus sınavının açıldığı-
nı duyunca İngilizce konusunda ne kadar ilerlediğimi görmek için sına-
va girmeye karar verdim ve sonucunda kendi bölümüm içerisinde birin-
ci olmuştum. Ve anladım ki yavaş yavaş verdiğim emekler meyvesini veri-
yordu. Erasmus’u kazandıktan sonra Londra’da staj yapma şansım oldu ve
bu sayede altı ay daha yurt dışında kaldım. Çoğunlukla Türklerle bir ara-
da olmama rağmen sürekli İngilizce konuşacak yerler aradım. Her fırsa-
tı değerlendirdim. İngilizce konuşurken kendime inanamıyordum. San-
ki o konuşan ben değildim. Bu değişimleri fark ettikçe daha çok çalıştım.
Düşünmeden İngilizce konuşma hayaliyle hep insanlar konuşurken on-
ların ağızlarını takip ettim. Türkiye’ye döner dönmez bir gün bile dinlen-
85
meden hemen İngilizce sınavlarına hazırlanmaya başladım. İngilizce ko-
nuşabiliyorsam artık yurt dışında okumak için hazırdım. Herkesin hayat-
ta ufacık dahi olsa bir hayali vardır. Benimkisi herkesin imkânsız gördüğü
Amerika’da master yapmaktı. Bunun için bir buçuk yıl evde ders çalıştım.
Sınavlardan istemediğim notları alsam bile pes etmedim. Yeniden dene-
dim. Kursa gitmeden İngilizce öğrenmeyi öğrenmiştim. Nerede eksiğim
varsa YouTube üzerinden bir gün içerisinde o eksiğimi kapatıyordum...
Ben ders çalışıp mücadele verirken bana olmayacak şeyin peşinden ne-
den koşmaya devam ediyorsun dediklerinde ne kadar canım acısa da he-
defime odaklanmıştım. Aradan bir buçuk yıl geçti... Ben; insanların ‘ya-
pamazsın’ dediği ben, sınavdan istediğim notları aldım ve şu an hayalimi
yaşıyorum. Masterımı yapıyorum, aynı zamanda fakültemizdeki bir pro-
fesörün asistanıyım...

Bazen şöyle bakıyorum geriye, acaba çok mu zaman kaybettim diyorum,


sonra bir de öğrendiklerime bakıyorum, iyi ki de yapmışım diyorum. Be-
nimkisi küçük bir hayaldi, çocukken mahallede sakız satma hayalini kur-
duğum gibi... Şimdi söylüyorum insanlara, İngilizcenin i’sini bilmeyen,
konuşurken insanların dalga geçtiği ben şu an İngilizce konuşabiliyorsam,
bunu yapmayacak bir kişi göremiyorum...

86
Alican Yazdıç
Merhaba,

Aslında benim İngilizce ile hikâyem çocukluk yıllarımda başladı. Bilgi-


sayar oyunlarında bölümleri geçebilmek adına yanımda sözlükle saatler-
ce oyun oynar, oyun içerisinde geçen konuşmaları anlayabilmek adına alt-
yazılarda geçen kelimelere sözlükten bakar, kısıtlı bilgi ile oyun içerisin-
de yol almaya çalışırdım. İngilizce bilmemenin ilk zorluklarını o dönem-
ler yaşamıştım.

Ortaokul yıllarımda özel bir okulda okumaya başlamıştım, yoğun bir şe-
kilde inglizce eğitim almamıza rağmen dili bir türlü öğrenemiyordum.
Anlamadıkça kaçıyor, kaçtıkça dersler kâbus gibi bir hal almaya başlıyor-
du.

Sonuç olarak lise hayatıma başlayana kadar İngilizceyi “Anlıyorum ama


konuşamıyorum” derecesinde biliyordum. Lise hazırlıkta hayatımı değiş-
tiren insanla karşılaştım. O dönem bize İngilizce derslerini veren Serpil
Hoca, liseye gelene kadar artık neredeyse nefret seviyesine gelmiş olan İn-
gilizce ile ilişkimi düzeltmişti. Derslerinde bizleri motive etmesi, İngiliz-
ce bilmenin hayatımıza katabileceklerini uygulamalı olarak bizlere gös-
termesi ve her zaman destek olması İngilizceyi öğrenmemde en büyük et-
ken oldu.

Lise hazırlık sonrası dilin körelmemesini sağlamak artık bana kalmıştı.


İngilizce kitaplar, film ve dizileri mutlaka İngilizce altyazı ile izlemeler ve
okuldan arta kalan vakitlerde çeşitli turizm firmalarında part-time işler
yaparak aktif bir şekilde İngilizcemi kullandım. Artık tamamen farklı bir
dünya önüme açılmıştı ve bu dünyanın kapılarının yeniden kapanması-
nı istemiyordum.

Üniversitede ise İngilizcenin hayatımı tamamen değiştirmesine şahit ol-


dum. Üniversitenin ilk haftasında uluslararası bir öğrenci derneği olan
ELSA bünyesinde aktif çalışmaya başladım. 43 ülkeden 35 binden fazla
üyesi olan bir dernek çalışmalarında aktif olarak yer almak, çalıştaylarda
87
görüş bildirmek, farklı farklı ülke ve kültürden insanlar ile bir arada çalış-
manın bana kattığı hayat görüşünü başka bir yerde alabileceğimi düşün-
müyorum.

İngilizce sayesinde açılan bu dünyanın kapıları bana şu an çalıştığım iş,


dünya görüşü, muhteşem anılar ve sonsuz fırsatlar kazandırdı. Umarım
sizler de hayatınızda o kapının anahtarını sizlere verecek bir insan ile kar-
şılaşırsınız.

88
Pınar Bakır
İngilizce öğrenme hikâyem uzunca bir süreye dayanıyor diyebilirim. Ha-
yatımın bundan yedi ya da sekiz yıl öncesine bakacak olursak, İngilizcede
bu seviyeye ulaşabileceğimi hiç düşünmezdim. Ablam ve abilerimin sü-
rekli yabancı şarkılar dinlemesi sağolsun, İngilizce ile iç içe büyüdüm di-
yebilirim. Benim için İngilizce, bir ‘şarkı dilinden’ daha ileriye gidemez-
di. Tek düşüncem buydu. O yüzden geliştirme ya da üzerine düşme ihti-
yacı hissetmedim. Ortaokulda notlarım, anlama seviyem beklediğimden
daha düşüktü. Ta ki bir gün dinlediğim şarkıların anlamlarını merak edip
öğrenmeye çalışana kadar. Sonrası çorap söküğü gibi gelmişti zaten; araş-
tırmaya gerek bile duymadan dinlediğim şarkıları anlayabiliyordum. Hiç-
bir şekilde kursa gitmedim. Ben fark etmeden, kendi kendine gelişti diye-
bilirim. Yedinci sınıfta 20 puan gibi bir puan elde eden ben, sekizinci sını-
fa geçtiğimde artık 80-90 almaya başlamıştım.

Seviyem hakkında hiçbir bilgim yoktu. Okulda öğretilen İngilizce ve be-


nim üzerine kattıklarımdı. Dinlediğim şarkılar, izlediğim altyazılı film-
ler, sevdiğim yabancı sanatçıların röportajlarını okumak. Bunlardan ile-
risi yoktu. Ki İngilizce öğrenme serüvenimde en çok da bunlar yardım-
cı olmuştur diye düşünüyorum. Küçüklüğümden bu yana oluşan ku-
lak âşinalığı da diğer bir unsur diyebilirim. Kelime dağarcığım şarkılar-
da duyduğum kelimelerden oluşuyordu, bana yeter diye düşünüyordum
çünkü İngilizce o sıralar bir uğraştan ötesi değildi benim için. Daha son-
ra lise hayatımda artık bir meslek seçmem gerektiğinin farkına varmıştım
ve ne tür bir meslek seçeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. İlk defa o za-
man İngilizceye ciddi bir gözle bakmaya başladım. Meslekten de öte, geliş-
tirilmesi gereken bir hobiydi benim için. Lisede dil bölümünün olmama-
sı beni üzen bir noktaydı çünkü dil okusaydım o dönemde daha çok ge-
liştirebilirdim, ilerisi için zorluk çekmezdim. LYS’ye ilk girdiğimde hiç de
iyi bir sonuç alamadım. Oysa ki biliyordum İngilizceyi (!) Anlama gerek-
tiren soruları yaparken, dil bilgisi yapıları hakkında pek bir bilgim olma-
dığından ve kelime konusunda çok eksiğim olduğundan çoğunda çuval-
lamıştım. Evdeki yetersiz çalışmamdan ve okulda gördüğümüz iki saatlik
‘yetersiz’ İngilizce dersinden öteye gidememiştim çünkü. Kursa yazılma-
ya karar verdim ve kaydımı da yaptırdım fakat beni seviyemden çok çok
89
aşağısına, pre-intermediate seviye kurslara almışlardı. Burada geçirdiğim
üç aylık süre içerisinde sadece konuşmamı ilerletebilmiştim, yabancı öğ-
retmenler sayesinde. Pek de işime yaramayacağını anladığımda bırakma-
ya karar verdim. Birkaç ay sonra bir tanıdığım sayesinde Çağrı Hoca ile
tanıştım. Ve İngilizce seviyemi bu denli yükseltmemde ve kelime hazne-
mi bu derecede geliştirmemdeki en önemli desteklerimden biridir kendi-
si. Uzunca bir zaman kelimelere ağırlık vererek eş anlamlılarıyla öğrendi-
ğimden, her gün daha çok kelime katıyordum dağarcığıma. Kelime dağar-
cığım genişledikçe konuşma seviyem de ilerliyordu. Dil bilgisi yapıları-
nı da çözüme ulaştırmıştık. Daha çok makale ve kitap okumaya, paragraf
soruları çözmeye ağırlık vermiştim. İngilizcem gelişmeye devam ediyor-
du ve artık okuduklarımı, duyduklarımı çok daha rahat ve kolay anlıyor-
dum. Ve anladıkça iş daha zevkli hale gelmeye başlamıştı. İngilizce artık
hayatımın bir parçası ve hâlâ öğrenmeye devam ediyorum, edeceğim de.

90
Rafet Güven
Benim İngilizceyi öğrenmeye başlama hikâyem birçok kişiyle aynı olsa da
sonrasında olaylar oldukça ilginç bir hal almaya başladı. Özellikle bizim
neslin (80’lerin sonu 90’ların başı) devlet okullarında aldığı İngilizce eği-
tim düzeyi belli. Ortaokulun sonuna kadar “What is your name?” seviye-
sinde bir İngilizce öğretiliyordu. Bu seviyedeki İngilizceyle bir yıl hazır-
lık bölümü olan Anadolu lisesini kazandım. Özellikle o zamanlar İngiliz-
cenin ilgimi hiç çekmemesi hazırlık sınıfını benim için kâbusa çevirmişti.
Haftada 24 saat yat kalk İngilizce vardı. Bünyem resmen İngilizceye karşı
alerjik tepki gösteriyordu. Üstüne bir de İngilizce öğretenimizin hastala-
nıp başka sınıflarda eğitime devam etmemiz ve araya ilk aşk acısı girince
İngilizce iyice unutuldu gitti. Hatta o kadar unutuldu ki o sıralar Yüzük-
lerin Efendisi hastalığımdan dolayı kitaptaki Elf lisanını öğrenmiştim ve
resmen Elf lisanım İngilizcemden daha iyiydi. Tabii sonunda kaçınılmaz
olan oldu ve bütünlemelere kaldım. Bütün yıl İngilizce yetmedi bir de ya-
zın hızlandırmaya aldılar bizi. Sanki 9 ayda öğrenemediğimizi 1 ayda öğ-
renecekmişiz gibi. Bu yaşa geldim hâlâ o bütünleme sınavını nasıl geçtim
bilmiyorum ama bir şekilde geçtik. Ve esas macera da bundan sonra baş-
ladı.

İlkokul yıllarından beri bilgisayar oyunları için ölen biriyim. Lise 1’e ka-
dar genelde aksiyon ve strateji oyunları dikkatimi çekiyordu ama lise 1 dö-
neminde RPG ilgimi çekmeye başladı. Nedir bu RPG derseniz, RPG ‘Role
Playing Game’ yani ‘Rol Yapma Oyunu’ diye geçer. Bu tarz oyunlarda ço-
ğunlukla oyunun bulunduğu dünyada bir karakter yaratırsınız ve oyunun
içindeki görevleri yerine getirmeye başlarsanız. Tabii bu oyunlarda sade-
ce görevleri yerine getirmiyorduk. Oyunda her daim yapay zekâ ile etki-
leşim içinde oluyorsunuz ve karakterinizin konuşmalarına siz karar veri-
yorsunuz. Bu noktada İngilizce devreye girmeye başlamıştı. Çünkü çoğu
RPG oyununda yapay zekâ ile yaptığınız konuşmada seçtiğiniz cümleler
hikâyenin akışını kökünden değiştirebiliyor. O yüzden yanımda dev gibi
bir sözlük ile RPG oyunlarına başladım. Oyunda bir göreve başladıkça,
bir karakterle konuştukça sözlüğün sayfalarını çevirdim durdum. Bu du-
rum benim İngilizcemi oldukça hızlı geliştirmemi sağladı. Bununla ilgili
komik bir anım olmuştu. Lise zamanı Neverwinter Nights adlı bir oyuna
91
başlamıştım. Özellikle oyunda yapay zekâ ile yaptığınız konuşmalar oyu-
nun gidişatını inanılmaz değiştiriyordu. Bulunduğum bölgedeki görevleri
bitirdikten sonra artık başka bir şehre geçmem gerekiyordu. Şehre bulun-
duğum bölgeden sadece gemi ile gidilebiliyordu ama illa bir sıkıntı olur-
du. Yer altında yaşayan bir ırk, limandan kalkan gemilerin hepsini batırı-
yordu. Esas oğlan olduğumuz için de bu sorunu çözmek için görevi bize
verdiler. Uzun bir yolculuk yaptım, bulundukları bölgeye geldim ve yer al-
tında yaşadıkları mağaraların girişini bulup en dibe doğru inmeye başla-
dım. En sonunda gemileri batıran arkadaşlara ulaştım. Liderlerinin karşı-
sına konuşmak için çıktım. Çevremde liderleriyle birlikte toplamda 20-25
kişi vardı. Konuşma başlamadan önce ben içimden muhtemelen ölürüm
ama ben bunlara direkt girişeyim, ölürsem başka bir yol denerim diyor-
dum ki o anda kafama dank etti. Oyunu saatlerdir kaydetmeden oynuyor-
dum ve ölürsem saatlerce geriden en baştan oyuna başlamam gerekecek-
ti. O an “Rafet bugün düşmanı kılıcımızla değil ağzımızla yeneceğiz” de-
dim. O sırada liderleri neden gemileri batırdıklarını anlattı. İnsanlar bun-
ların sinirini bozacak bir şey yapmış, bunlar da ‘Vay siz misiniz bize ters
yapan’ deyip gemileri batırmaya başlamışlar. O şikâyetlerini bitirince ben
bir açtım ağzımı ama tam açtım. “Yaa sizin gibi onuruyla yaşayan bir ırka
böyle bir şey yapılır mı, bu limanın halkı beş para etmez, bunların hepsi-
ni kesmek lâzım ama değmezler, bir daha yaptıklarında ben kılıcımla ce-
zalarını vereceğim” vs... Konuşmanın tam karşılığı bu şekilde değildi ta-
bii ki ama bu kafada bir sohbetti resmen. Konuşmanın sonunda liderle-
ri bana güvendi. “Bunlar beş para etmez ama sen onurlu birine benziyor-
sun. Gemiyle limandan ayrılabilirsin, artık gemileri batırmayacağız” dedi.
İngilizcesi kötü olan ben, bir oyunda yarım saat İngilizce diplomasi yap-
tım resmen. Bu yazdıklarım oyunlara ilgisi olmayanlar için saçma gelebi-
lir ama oyuna saatlerce geriden yeniden başlayıp, yaptığınız şeyleri tek-
rardan yapmak gerçekten çok sıkıcı bir durum. Bir de özellikle bizim dö-
nemimizde çok değerli. O dönem gazetelerde ‘bilgisayarlar şöyle zararlı,
böyle zararlı’ tarzı haberler çok yapılıyordu, o yüzden bilgisayarda çok va-
kit geçirmek mümkün olmuyordu.

Oyunlar yazım konusunda İngilizcemi çok geliştirdi ama konuşma ko-


nusunda kendimi geliştirmemi iki topluluğa borçluyum. AEGEE ve Ça-
92
nakkale Koza Gençlik Derneği. Çanakkale’de üniversite hayatıma devam
ederken bir arkadaşım vasıtasıyla AEGEE ile tanıştım. Avrupa Öğrenciler
Forumu diyebileceğimiz AEGEE, Avrupa’nın en büyük öğrenci topluluğu-
dur. İnsan hakları, hak eşitliği, politika, kültürlerarası değişim gibi birçok
konuda konferanslar ve eğitimler verir. Daha detaylı bilgileri AEGEE’nin
kendi web sitesinden (www.aegee.org) öğrenebilirsiniz. Çanakkale Koza
Gençlik Derneği ise yine gençler tarafından kurulmuş, gençler için yerel,
ulusal ve uluslararası projeler yürüten bir dernektir. Hem AEGEE’de hem
de Koza’da sayısız etkinliğe katıldım. Bu iki kuruluş sayesinde İngilizcem
inanılmaz gelişti. Avrupa’nın dört bir yanından insanlarla tanıştım. Yıllar
geçmesine rağmen hâlâ bazıları ile iletişim halindeyiz. AEGEE’de orga-
nizasyonunda yer aldığım ilk projede İngilizcemi fazlasıyla geliştireceği-
mi gördüm. AEGEE’nin Summer University denilen bir projesi vardı. Şu-
beler kendi şehirlerinde bir ya da iki haftalık bir organizasyon yapıyorlar-
dı. Bu organizasyona diğer ülkelerdeki üyelerden dileyenler katılıyordu.
İki hafta boyunca onlara hem yakın çevremizdeki tarihi mekânları gezdi-
riyor, hem de onlara kültürümüz hakkında bilgi verdiğimiz gibi onların
da kültürleri hakkında bilgi alıyorduk. Çanakkale iki haftalık bir program
için çok küçük bir yerleşke olduğundan organizasyonu AEGEE İzmir ile
ortak yapmaya karar verdik. Gelen katılımcıları ilk bir hafta Çanakkale’de
ağırlayacaktık, diğer haftayı da İzmir’de geçireceklerdi. Tüm hazırlıkları-
mızı yaptık ve misafirlerimizin gelmesini beklemeye başladık. Etkinliğin
ilk günü öğlen saatlerinde misafirlerimiz bir bir gelmeye başladı. Birkaç
saat içinde altı katılımcımız gelmişti. Diğer katılımcılar akşam saatlerin-
de Çanakkale’de olacaklardı. Bu yüzden topluluğumuzun başkanı benden
yanıma birini alıp erken gelen misafirleri gezdirmemi rica etti. Topluluk-
tan bir kız arkadaşımızla ilk gelen kafileyi kordonda gezdirmeye başla-
dık. Arkadaşımı İngilizcesi iyi diye yanıma aldım. Biraz ilerledikten sonra
“Eee ne konuşacağız?” diye sordum. Arkadaşım bana “Valla bilmiyorum,
benim İngilizcem de yok” deyince başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Birkaç dakika sonra evimize gelen her misafire sorduğumuz soruyu sor-
dum. “Aç mısınız” diye sorduğumda aç olduklarını belirttiler. Ne yemek
istediklerini sorduğumda kebap cevabını alınca şimdi hapı yuttuk dedim.
El mahkum götürdük kebapçıya. Oturur oturmaz menüler geldi ve benim
işkence dolu dakikalarım başladı. Mesela şimdi lahmacunu sorsalar “Tur-
93
kish Pizza” der geçerim ama öyle yerlerden anlatıyorum ki anlatılmaz ya-
şanır resmen! Tabii bir de Türklere özgü intermediate seviye İngilizcede
bile takviye olarak kullandığımız el kol hareketlerini gayet layığıyla yapı-
yorum. Bir şekilde herkesin sorduğu yemeği anlattım. Geriye sadece biri
kalmıştı. Ve ‘bir milyon Türk lirası ödüllü soru’yu sordu. Menüde o kadar
şey içinde içli köfteyi sordu. Tam yarım saat içli köftenin ne olduğunu an-
latmaya çalıştım. Zamanı çok iyi hatırlıyorum çünkü son arkadaş içli köf-
tenin gizemini benden dinlerken diğer misafirlerin yemekleri gelmiş, ye-
meklerini yarılamışlardı bile. İşin en kötü kısmı bu da değil. Ben yarım
saat içli köfteyi anlattım, vejetaryen pide sipariş etti. Daha ilk günden bu
kadar zorlanmıştım ama kebapçıdan çıkarken bu etkinlikte İngilizcemi
bayağı geliştirebileceğimi fark ettim. Bir de kendimize ‘misafirlerin ara-
sında asla Türkçe konuşmayacağız’ diye kural koyduk. İki haftanın sonun-
da gayet akıcı ve rahat bir şekilde İngilizce konuşabiliyordum.

Yukarıda anlattığım bu iki olay okulda yıllardır öğretemedikleri İngilizce-


yi çok kısa bir sürede öğrenmemi sağladı. Yazımın sonunda öncelikle üni-
versitedeki öğrencilere ilk tavsiyem AEGEE ya da Koza Gençlik Derneği
gibi uluslararası projeler yapan bir topluluk/dernek bulun. Emin olun çok
faydasını göreceksiniz. İkinci olarak da oyun oynamıyorsanız bile yabancı
yapım dizileri altyazılı olarak izleyin. Bir süre sonra altyazıyı kendiniz ka-
patacaksınızdır zaten. Esen kalın ;)

94
P. K.
Attığımız her adım bizi bir yere götürür ya da atmadığımız her adım bir
yerlerden esen bir rüzgarın bizi savurmasına neden olur. Bir nehirde iki
kez yıkanılmaz.

Orta ikinci sınıfa gittiğimi hatırlıyorum; İngilizce dersi o zamanlar orta


okulda başlıyordu. Ve okulun en havalı öğretmenleri İngilizce öğretmen-
leriydi o zamanlar. İngilzcem de diğer derslerim gibi iyiydi. Ama tabii ki
kronik problem olarak iki lafı bir araya getirip konuşabilecek kadar değil.
Şöyle bir anım var; Adalar vapuruna binmiştik ailece. Karşımızdaki ban-
ka turistler oturmuştu. Her şeyi merak ettiğim gibi onları da çok merak et-
miştim. Nasıl yaşarlardı, kırmızı başlıklı kız onlarda da var mıydı, boş za-
manlarında ne yaparlardı, hayat onlar için daha farklı bir şey miydi? Dik-
kat ederseniz ‘biz’ ve ‘onlar’ vardı. Biz hep birbirimize benzeyen bir grup
insan ve bizden olmayanlar da hep birbirlerine benzeyen başka bir grup
insan. Oysa ben onlara sadece isimlerini, yaşlarını, ülkelerini ve çantaları-
nın rengini sorabiliyordum. Her şeye rağmen Adalar vapurundaki bu tu-
ristler bana başka bir dünyanın var olduğunu göstermişti. Bir yolu olma-
lıydı onlarla iletişim kurmanın ve akıllarındakini anlamanın...

İnsanoğlu yıllar yıllar önce çok mükemmel bir şey bulmuştu iletişim için;
“dil”. Ama maalesef büyük bir hata yaparak bir dil bulduktan sonra yetin-
memiş, binlercesini bulmuşlardı. Ve işte bu durum, karşımıza bu problemi
çıkarıyordu. Ve her nasılsa 20. yüzyılla birlikte İngilizce bayrağı kaptı (bu
kısmı linguistlerin tartışmasına açık bırakıyorum). Adalar vapurunda İn-
gilizcenin gerçekten önemli olduğunu anladım. Anahtar kelime ‘İngilizce
bilmek’, ‘İngilizce öğrenmek’ti. Peki nasıl, ne zaman? Ama ben okulda za-
ten iyiydim ve sadece turistlere çantalarının rengini sorabiliyordum. Kurs?
Neden olmasın, denenebilirdi. Ama ben öğretmen bir babanın 6 çocuğun-
dan biriydim ve fast food İngilizce kursları yoktu böyle şimdiki gibi, yani
Money issue!J Ama her şeye rağmen o düşünce kafaya girmişti bir kere;
bu dili öğrenirsem ya da başka bir dil öğrenirsem güzel şeyler olacaktı.

Ortaokul bitti ve lise macerası başladı. O zamanlar ortaokuldan sonra not


ortalamanızla girdiğiniz süper liseler vardı. Ve ben de İstanbul’da tek ör-
95
neği olduğunu düşündüğüm bir Süper Kız Lisesine yerleştim. Hayatımın
en zor senesi. Kendi okullarında hepsi çok iyi, yüzlerce ergen kız. Ve on-
lardan daha iyi olduğunu ispatlamaya çalışan öğretmenler... Ne tarafa eli-
ni sallasan ego çarpıyor! Ama artık 5-6 mantıklı, ardışık cümle kuabiliyo-
ruz ilk 1 haftadan sonra... Amerikalı bir hocamız var; Kathy. İsmiyle hitap
ettiğimiz ilk ve tek hocamız. Bizi gerçekten dinliyor. Tatlı bir hoca. Kom-
pozisyonlarımızı düzeltiyor, yeni fikirler veriyor... Ve ben bir yandan ‘iyi
ki bu dili öğreniyorum’ diyorum. Hayatımın en verimli eğitim senesi oldu.
Çok iyi İngilizce öğrendik ve tabii bir de dünyanın etrafımda dönmediği,
sınıfın en çalışkanı olmadığım, vasatlığın da fena bir duruş olmadığı bir
dünyanın da varlığını!

Lisede sayısal bir bölüm seçtim, ama süper lise olmamızdan dolayı İngi-
lizce ders sayımız hâlâ yüksekti. Üniversitede isteğe bağlı hazırlığın oldu-
ğu bir okulda okudum. (Bu dönemi yazarın dille ilgili nadas dönemi ola-
rak nitelendirilebilir J)

Ve gerçek dünya; iş hayatı. Hayat beni bambaşka bir gerçekle yüz yüze
bırakmıştı; işim için Rusça öğrenmem ve hatta konuşmam gerekiyordu.
Ve krizi fırsata çevirme vakti gelmişti. Alfabesiyle, grameriyle, kültürüy-
le bambaşka bir nehirde yıkanmak gerekmişti. İki yıl boyunca hafta son-
ları Rusça kursuna gittim. Bir sürü değişik insanla tanıştım. Terfi etmek
için Rusça öğrenen yüzbaşlarıyla yan yana oturduk. Ama yiğidi öldürüp
hakkını vermek lâzım; Rusça öğrenme grupları çok kalifiye insanlarla do-
luydu. Kurstaki hemen herkes İngilizceyi çok iyi bilip Rusçayı da ikinci dil
olarak öğrenmeye çalışıyordu. 8/12 kur Rusça aldım. İşte zaten hep Rusça
konuşmam gerekiyordu, nadiren de İngilizce.

Yılda bir kere yurt dışına çıkmaya çalıştım. Yalnız gittiğim de çok oldu.
Bu tatillerde genelde hep İngilizce konuştum. Konuşmaktan hiç korkma-
dım. Yanlış yapmak hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir diye düşündüm.
Ve yine birçok insanla tanıştım. Sosyal medyadan birbirimizi ekledik, ta-
kip ettik. Dolayısıyla İngilizce, Rusça hep gözümün önündeydi. Dil öğ-
renmekle ilgili Facebook gruplarına katıldım. Çok faydası olduğunu dü-
şünüyorum.
96
Bir kış günü evde sıkılmıştım ve inovasyon fuarına gitmeye karar verdim.
Orada Voscreen ekibiyle tanıştım. O zamanlar beta sürümü vardı. Yaptık-
ları iş, heyecanları, düşünceleri beni çok etkiledi. Çok uzun süre Voscreen
oynadım, çok faydası oldu bana.

Ve İngilizce kursuna gitmeye karar verdim. 4/6’dan kursa başladım.


Türkiye’de her şeyin çok kötü gittiği 2015-2016 yılı. Kursta Türkten çok
Suriyeli var, nispeten ‘uluslararası’ bir ortam yani. Her hafta ‘maaşlarını
alamadıkları için’ bir öğretmen değişiyor. Dolayısıyla bizim de farklı ak-
sanları görme şansımız oluyor:) Şunu söylemem gerekir ki; gittiğim tüm
kurlarda dersleri gerçekten çok iyi dinledim, ödevlerimi hep yaptım. Bu
çok önemli bir şey. Beşinci kurun ilk haftası dersimize İngiltereli bir öğret-
men girdi. Güzel iletişim kurduk. Ama maaşını alamadığı için o da kur-
su bıraktı. Arkadaşlığımız devam etti. Bir senelik bir ilişkimiz oldu. Çok
şey öğrendim ondan. İngilizce altyazılı diziler izlerdik beraber. Öğretmen
alışkanlığıyla durdurup durdurup burayı anladın mı diye çok sorduğu
olurdu. Ondan öğrendiğim 5 şeyi yazayım:
1. Dough: Ekşi mayalı ekmek yapardı.
2. Elaborate: Bazen olayları ayrıntılı anlatmamı isterdi.
3. Reckless: Bir keresinde kürtajla ilgili konuştuğumuzda bu kelime-
yi çok kullanmıştı.
4. Weed
5. It is not cup of my tea

Özet yapacak olursam İngilizce ve Rusçada B2 seviyesindeyim galiba.


Öğrenecek daha dünya kadar şey var her iki dilde de. Bazen birinci se-
viye bir kitaptan bile bilmediğim kelimeler çıkıyor. Çok nadir de olmu-
yor. İngilizcesini bildiğim bazı kelimelerin Rusçasını, Rusçasını bildiğim
bazı kelimelerin ise İngilizcesini bilmediğimi fark ediyorum bazen hay-
retle. Zaman zaman İngilizcede kendimi rahat ifade ediyorum, zaman za-
man Rusçada. Ama her zaman en iyi Türkçede. Bilmediklerimin ne ka-
dar çok olduğunu fark etmek şevkimi kırıyor bazen, ne yalan söyleyeyim.
Ama şunu biliyorum ki; dil öğrenmek için sihirli bir değnek yok. Bildi-
ğimiz klasik yöntemleri ve yeni yöntemleri beraber denemek gerekiyor.
97
Ne kadar farklı materyalle çalışırsak o kadar az sıkılırız. Ama çalışmadan
bu iş asla olmaz.

Bu yazdıklarım sadece bir dil öğrenme hikâyesi değil. Bu, tercihlerimizin


bizi nerelere götürdüğüyle ilgili bir yazı. Ne olursa olsun, başkalarının ter-
cihlerinin bizi bir yerlere savurmasındansa, bir şey yapalım tercihlerimiz
bizi bir yere götürsün bence.

98
Halit Melih Ulus
İngilizce, Amerika’ya gitmeye karar verene kadar her zaman eksik bir ya-
nım gibiydi. Tüm hikâye burada başlıyor. Oynadığım oyunun hikâyesini
gerçekten anlamak; dinlediğim müziği yalan yanlış mırıldanarak ken-
di kelimelerimle uydurmak yerine gerçekten anlayıp doğru sözlerle eşlik
etmek; izlediğim filmin adını İngilizce bilen arkadaşlarım gibi söylemek
varken neden bu dili öğrenmiyordum?

Elbette ülkemizde öğrenebilirdim ama ben maceraya atılmak, hatta ora-


da yüksek lisans yapmak istiyordum. Bu arada bahsettiğim yer Kaliforni-
ya, San Francisco. Okulun bitmesine yaklaşık altı ay kalmıştı ve ben araş-
tırmaya başladım. Çeşitli düşüncelerden sonra kararımı verdim ve ayar-
lamalar tamamlandı. Belirtmek isterim ki benim İngilizcem yoktu. Bilin-
dik hikâye gibi; bavulumu elime alıp gidecektim. Zamanında Haydarpa-
şa Garı’na ayak basıp büyükşehre meydan okuyanlar gibi. Tabii ben mey-
dan okumadım, usul usul gittim. Kendimi kurtaracak kadar bildiğim İn-
gilizcem uçağa binince birden kayboldu. İki gram lafım vardı, o da çöp
oldu heyecandan! ‘Kendini kurtaracak kadar İngilizce’ diye bir şey yok-
muş. Önce onu öğreniyor insan. Hayatımda ilk defa yurtdışına çıkıyorum
ve bu seyahatle aktarmalı olarak Amerika’ya gideceğim. Düşünsenize yeni
mezun bir genç İngilizcesiz kıta değiştiriyor!

Jet lag’ı dibine kadar yaşamıştım. Saatler süren yolculuktan sonra beni
karşılayan kişiyle yerleşeceğimiz öğrenci oteline doğru yola koyulmuştuk.
Bir şey anlamamıştım, sanki her şey şaka gibi geliyordu. Odama yerleştim
ve oda arkadaşımı beklemeye başladım. Koreli bir çocuktu ve iyi bir in-
sandı. Fakat ikimiz de İngilizce bilmiyorduk. Pi filmindeki gibi teknenin
içinde iki yabani gibiydik.

Okulu keşfedip her gün aynı yoldan gidip gelmeye başladım. Ama dili
ve kültürü hiç anlamıyordum. Markete gidip sosyalleşmeye karar verdim.
Şampuan alacaktım ve kendi ülkemde satışı olan bir markanın şampua-
nını aldım. Kasadaki adam benimle sohbet etmek istedi ama sadece para
verip kaçtım. İngilizcesizlik başa belaymış gerçekten; şampuan yerine saç
kremi almıştım ve uzun süre onunla yıkanmaya çalıştım. Sonra anladım
99
ve günlerce güldüm.

Arkadaşlarım olmaya başlamıştı ve yetersiz bir dille anlaşmaya çalışıyor-


duk. Ateşi bulan insanlar gibiydik ama mutluyduk. Fakat ters giden şey-
ler vardı ve benim bu dili gerçekten hızlıca öğrenmem gerekiyordu. Hoca-
larıma danıştım. Aslında pek danıştım diyemeyiz ama onlar beni anladı!
Faydalı şeyler önerdiler bana. İkinci el ürün satan yerlere gidip çocuk ki-
tapları aldım. Evet yanlış okumadınız çocuk kitabı. Çünkü ben İngilizceyi
sıfırdan öğreniyordum. Mükemmel etki göstermiş ve sınıf atlamıştım. Ar-
dından lokal kanallardaki her yayını altyazılı izlemeye başlamıştım. İna-
nın uzun süre anlamadım. Bir elimde sözlük bir elimde kumanda hep iz-
ledim. İlerleme kaydetmediğimi düşünmüştüm. Bu süre içerisinde sürek-
li sosyalleştim ki konuşayım, geliştireyim İngilizceyi.

Elbette ilerleme kaydetmiştim ama daha fazla öğrenmeliydim. Amerika-


lı gibi yaşamaya karar verdim. Amerikan barlarına gidiyor ve Amerika-
lı insanlarla sohbet ediyordum. Bu arada San Francisco çok fazla kültür-
le beslenmiş bir şehir. Sadece Amerikan kültürü değil birçok ülkenin kül-
tür merkezliğini yapmakta. Benim için hâlâ dünyanın en güzel yeridir. Bir
gün sokakta yürürken şunu fark ettim; insanlar sürekli “like” kullanıyor-
lar.

İlerleme kaydettiğimi düşündüğüm noktada her zaman eksik olduğunu


bilmeliydim.

Sokakta sürekli olarak “She was like, he was like, like like...” duyuyordum.
Ne görgüsüzler, sürekli beğendiği şeyleri anlatıyorlar diye geçiriyordum
içimden. Meğer insanlar gıybet yapıyorlamış!

Artık gıybet dinleme saatleri yapmıştım kendime. Kahvemi alıyor insan-


ları dinliyordum. Dinleme pratiğimi olduka geliştirdi. Şunu öğrenmiştim;
önce dinlemelisin. Önce dinledim. İnsanları, sokakları, kültürü anladım.
Nelere gülüyorlarsa onlara güldüm. Ne okuyorlarsa onları okudum. Ne
yapıyorlarsa onlar gibi yaptım. Ve onlardan biriymiş gibi hisettiğim anda
İngilizcede oldukça ilerlemiştim. Artık muhtar gibiydim ve yeni gelen öğ-
100
rencilere şehri ben gezdirip, ucuzluktan tutun nerede kafa dağıtılacağına
kadar ben yönlendirebilecek seviyeye gelmiştim. Artık Amerikalı gibi ya-
şıyordum ve dile yeterince hâkim olduğumu düşünüyordum.

Bir dili öğrenmek dinlemek, okumak, takip etmek ve sabır gerektiriyor.


Komik hikâyelerin içinde çok sıkıntılı zamanlarım oldu. Kontörlü tele-
fonumla bizim amcalarımız gibi bayii aradım yükletmek için. Haber ve-
remedim sevdiklerime. Parasız kaldım zaman zaman. Üşüdüm, hasta ol-
dum.

Buradaki hayatımı oraya taşıdım ve öyle öğrendim. Kendimi kültüre ve


İngilizcenin detaylarına verdim. Yerel gazete okudum, cinayet haberlerin-
den tutun spora kadar takip ettim. Müzikçalarıma İngilizce sesli kitaplar
ekledim, diyaloglar dinledim. Hep önce dinledim. Ve artık sıra sana geli-
yor; konuşuyorsun.

Dili, tıpkı o ülkenin vatandaşı gibi kültürüyle öğrenmek gerekiyor. Asla


vazgeçmeyin. Tüm ingilizce heveslilerine selamlar, sevgiler.

101
Yusuf Demir

Merhabalar,
Öncelikle ben deniz Yusuf Demir, 28 yaşındayım. Doğma büyüme İstanbul da
yaşıyorum.
Ön lisansımı Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Dış Ticaret bölümünde
tamamladım. Ardından AÖF işletme ile lisans eğitimimi tamamlamış oldum.
İngilizce öğrenme konusu benim için hesapta olmayan şekilde başladı, gerçi
hesabım da vardı ama o hesap büyük ihtimal bir gün yaparım şeklinde olacaktı,
ta ki üniversite den mezun olduktan sonra gittiğim iş görüşmesine kadar. İş
görüşmesine detaylı giremeyeceğim tabiki, kısa olarak görüşmenin ortasında İK
ekibinin ısrarla üzerinde durduğu konu İngilizce oldu. Okulunuzu
okuyabilirsiniz ama en az bir diliniz olmadan gerçekten bu yarışta geri kalmış
olduğunuzu göreceksiniz. İş görüşmesinden sonra bazı şeyleri daha detaylı
görmeyi fark ettim. Ön lisans eğitimimden sonra DGS ile örgün olarak lisans
eğitimimi tamamlama fırsatım vardı fakat ben o zamanlar da hem işe başlamak
hem İngilizce kursuna bir yandan da lisans eğitimimi AÖF İşletme üzerinden
tamamlamak istedim. Ve şuan baktığımda belki de yabancı dil öğrenmem de bu
kararların etkisi büyük.
İngilizce öğrenmeye kurslarda başladım. Şu zamana kadar üç farklı kurs
merkezine gittim. İlk başlar tabiki inanılmaz sıkıcı ve yorucu, aynı zaman da
bilgisiz geçiliyordu. Çünkü diğer üst seviye de olan arkadaşları görünce insan
ister istemez bir durgunluk ve tedirginlik yaşıyor.. İlk zamanlar çok zor
günlerim oldu. Zor günlerimden kastım şu; ben kendime bir hedef koymuştum.
Bu hedef; kesinlikle İngilizce yi öğrenecektim başka bir yolu yoktu bunun. Ve
bu yola kendimi adadım (İngilizce de Dedicate diyoruz buna ‘’adamak’’ J)
Yaklaşık 4 yıl içinde farklı farklı zamanlarda kurs merkezlerine gitmeye
çalıştım fakat sadece kursa gidip dersimi alıp eve gidip ders çalışmamazlık
olmadı. Her zaman ama her zaman evde hep tekrar yaptım. Sadece kursa
gitmekle bu işin çözülmesi imkansız. Kendimce, zamanla bu işin içine girdikçe
şöyle bir şey dedim kendime; benim ilk önce İngilizce de kullanılan zamanları
sonra modals konularını sona buna benzer konuları ezberlemem sonra
öğrenmem gerektiğini fark ettim. Çünkü basit cümleler kurmam için bir takım
zamanları ve konuları öğrenmem lazımdı. Böyle böyle kursla birlikte çok
verimli zamanlarım oldu. İngilizce iyice yoğunlaşmaya başladı farklı farklı
konuları öğrenmeye başladım ve neredeyse advanced diye tabir ettiğimiz
konuları bile yazıp çalışarak öğreniyordum. Bu arada bir şirkette sipariş
yönetimi(order managemant) posizyonunda bir iş bulmuştum ve İngilizce mi bu
işte kullanma fırsatım çok oldu. Özellike mail ortamında kendimi müthiş derece
102
geliştirdim. İş yerinde bir bayan bir gün bana şu kelimeleri kullanmıştı;
İngilizce gönderdiğiniz mailler çok güzel ve çok profesyonelce.. Hiç unutmam..

Tabi ki bu yolda kendime çeşitli kaynaklar edindim. Şu zamana kadar İngilizce


ile ilgili iki adet sözlük ve iki adet kaynak kitabı alma fırsatım oldu. Ayrıca
internet üzerinden gerçekten ama gerçekten İngilizcenizi geliştirebileceğiniz
harika ortamlar mevcut. Bu şekilde yoluma devam ettim. Gün geçtikçe aylar ve
yıllar, kendiniz istemeseniz bile bazı şeyleri öğrenmiş olduğunuzu göreceksiniz.
Buna örnek olarak; İngilizce zamanlarda başlangıç-orta seviye olarak Presen
Perfect Tense’i öğrenmek her zaman zordur. Bir kişi gelip size bu zamanı
anlatabilir. Zaman yapısını, olumlu cümleler,olumsuz ve soru cümleleri ile
örnekler verebilir ama eminim ki bu tense o kadar kolay idrak edilebilecek bir
tense değil. Nerede ve nasıl kullancağınızı çok iyi öğrenmeniz gerekiyor. Ben
bizzat bu konuda söylediğim şekilde tecrübe edindim. Birkaç arkadaştan kısa
anlatımlar aldım ama olmuyordu. Yani nasıl kullanacağım Past Tense(geçmiş
zaman) ile karıştırılma ihtimali çok yüksek olduğu için hep bir zor gözle baktım
buna ama bir gün geldi hiç farkında değilim gerçekten bir anda zihnim açıldı ve
perfect tense ile ilgili nasıl ve nerede ne gibi cümleler kuracağımı baştan sona
anlamış bulundum. Bunun sebebi çok İngilizce hikayeler okumam oldu.
Okumak ve görmek beni çok geliştirdi diye bilirim. Gerçekten ilginç
zamanlardı. En zorlandığım Tense(zaman) oldu kendileri.
Bu süre zarfında arkadaşlarımla buluşmaya giderken, işe giderken veya
herhangi bir yere giderken ( tabi her gün değil ) yanımda ceplerimde hep kısa
kısa İngilizce notlarım oldu. Otobüste işe giderken zamanım boldu. Bu notları
çıkarıp sadece göz gezdiriyordum. Neden çünkü bir zaman sonra o göz
gezdirdiğim şeylerin otomatikmen zihnimde canlandığını gördüm,
hatırlıyordum birçok şeyi.
Okumayı çok severim. Türkçe veya İngilizce kitap olsun her günüm okumak ile
geçer. Şu zamana kadar yaklaşık olarak 35 adet İngilizce hikaye kitabı okudum.
Neden? okuma alışkanlığımı, kelime haznemi ve görselliğimi, cümle yapılarını
vs.. geliştirmek için ve bunun inanılmaz derece de faydasını gördüm. Kelimeler
okuduğunuz cümleye göre anlam değiştiriyor. Bir kitapta bir kelime
görüyorsunuz onu ezerberleme şansınız imkansız. Evet ezberlediğinizi
zannedersiniz ama iki hafta sonra o kelimeden hiçbir bilgi kalmaz zihninizde.
Kelime ezberlenilemez. Farklı farklı kitaplar okuyarak birçok kelime ve cümle
yapılarını görmek lazım. Çok kelime çalışması yaptım. Binlerce sayfaları
doldurdum. Kendi kendime tombala şeklinde öğrenme metotları uyguladım.
Kutunun içinden kelimeleri çekip öyle çalıştım ama olmadı, kesinlikle olamaz..
Ezber yaparak bir yere gelmem mümkün olmadı. Zamanla o kelimeleri mail
ortamında veya kitaplar da veya konuşarak veya araştırma yaparken bir
yerlerde gördükçe zihnimde kaldı. Kelime konusu zor olabilir hak veriyorum
103
bu konuda, çünkü her kelimeyi bilmemiz mümkün değil. ‘’Quiet’’ ile ‘’Quite’’
arasında her zaman yazım yanlışı yaparım mesela J

Yine güzel bir anımı paylaşmak istiyorum. Kurumsal bir şirkette güzel giden
bir iş görüşmem de tam olarak cümleyi hatırlamıyorum ama cümle içinde bir
durumdan bahsederken ‘’situation’’ kelimesini söylemek istedim ama onun
yerine dilim dönmedi ve bir anda bildiğimiz Türkçe karşılığı durak olan
‘’station’’ kelimesi çıktı. Kelime ağzımdan çıkar çıkmaz hata yaptığımı
farkettim ama hiçbir şey olmamış gibi devam etmiştim ve sorun olmadı.

Örneğin, bir kelimenin fiil halini öğrenebilirseniz yaklaşık üç dört kelime


öğrenmiş olursunuz otomatikmen. Nasıl ? çünkü bunların isim hali, sıfat hali
bazı zamanlar zarf hali mevcut. Bunları kendi zihninizde toparlayıp sözlüğe
bakmadan yazabilir veya bir yerde görünce tanımanız çok yüksek oranda
olabilir. Fiil, isim, sıfat ve zarf yapısını öğrenmeniz çok büyük bir artıdır. Ben
bunu hiçbir kursta görmedim, kendim bu işin içine girdikçe farklı farklı
tecrübeler edindim. Örneğin; Succeed ( başarmak) veya successful(başarılı)
kelimelerini görürseniz diğer türlerini de tahmin etme şansınız var. Success
(başarmak) ve succesfully (başaralı bir şekilde gibi)
Arkadaşlar unutmayın bir lisan bir insan demektir. Bunun ne kadar önemli
olduğunun lütfen farkına varalım.
Artı olarak bazen nankör bir dil olabiliyor çünkü 4 aşamalı kolları var. Bunlar;
Listening(dinleme), Speaking(konuşma), Writing(yazma),
Understanding(anlama). Dört kulvarda aynı zamanda koşturmak zorundayız.
Biri eksik kalırsa şuan için olmasa bile ileri de sosyal veya iş hayatında
eksikliğini mutlaka göreceğiz çünkü ben bizzat tecrübe edindim zamanında..
İngilizceyi o kadar benimsedim ki inanılması zor ama son 4 yılımın her
zamanında İngilizce oldu. Çalışma ve kullanma olsun. Gittiğim bir kursta ayın
öğrencisi seçildim. (Belgesi mevcut) Artı olarak kursta bazı arkadaşlarım vardı.
Boş zamanlarımızda onlara tahtanın başına geçer herhangi bir ingilizce konusu
anlatırdım. O derece özgüvenim gelmiş ve bilgi sahibi olmuştum. Kurs müdürü
bizi görünce motivemizi ve hırsımızı beğenip taktir etmişti.
Bu arada yurtdışına çıkma fırsatım olmadı eğitim için veya diğer sebeplerle. Bu
tarz imkan var ise kesinlikle ama kesinlikle değerlendirmeniz gerekiyor.
Öğrenme açısından büyük zamanlar kazanırsınız. İngilizcenin sonu yok. Genel
İngilizcenin yanında mesleki terimler de var ama biz önce temeli atmalıyız.
Temel oluştuktan sonra inanın gerisi rahat bir şekilde geliyor. Geçmişten bu
zamana kadar İngilizce çalışma dosyalarım halen mevcut. Saklıyorum onları,
çünkü zor yollardan geldim buralara kadar. Şuan İngilizcem perfect bir seviye
de değil ama ona yakın çok şükür. Neden çünkü çabaladım. Ertelemedim bu işi,
işten akşam 6 da çıkıp kursa gidiyordum ve eve geliş saatim gece 11-12
104
oluyordu. Düşünün 2 yıl kadar bu şekilde sürmüştü. Hedef ve vizyon sahibi
olunduktan sonra herşey yapılır. Şimdi ben size kendi tecrübelerimi
anlatıyorum burada. Belki daha bir çok hikayem var ama bunun için yeteri
kadar vaktim yok. Emin olun ki siz bu yazılanları okuyunca biraz tuhaf
karşılayabilirsiniz ama sizde benim olduğum ve benim de diğerlerinin olduğu
noktaya ulaşmamız rüya değil. Belirli bir seviye de yol kat etmeye başlarsanız
eğer, zamanla yolunuza çiçekler,çikolatalar vs.. güzel şeyleri ekiyor
olacaksınız. Son olarak fazla sizleri sıkmadan birkaç şey daha eklemek
istiyorum. Eğitim benim için çok önemlidir, ama bunu gerçek hayatta
uygulamak bizlere düşer. İngilizce veya yabancı dil zor değil ama büyük bir
gayret ister. Bildiğimiz gibi lafla peynir gemisi yürümez derler ve ki ne de
haklılar bunu görüyoruz. Zaman, gayret, çalışma, heves, pes etmemek bunların
olması şart aksi taktir de bu işe hiç başlamayın derim.
Güzel bir söz vardır; faydalı olan bilgisini paylaşmayan ile ekmeğini
paylaşmayan insanlar arasında fark görmüyorum.

Saygı ve Sevgilerimle,
Yusuf Demir

105
Eylem Karakaya
İngilizce, ihtiyacım olduğunu fark ettiğim günden beri başımın belası ol-
muştur. Yeteneksizdim ve kabullenmiştim. Sonuçta devlet okullarında İn-
gilizce öğrenme imkânı ne kadarsa benim İngilizcem de o kadardı. Bir de
lisede babamın koleje yollama teklifini, o zamanki ergenlik kafası ile “Ben
o ‘tiki’ler -o zamanlar öyle deniyordu- ile aynı okulda okumam” diyerek
reddetmiştim (Ah ne salaklık!). Hayatta dil konusundaki şanssızlığım pi-
lot okul olduğu için başladığım lise, o zaman eğitim deneği olarak süper
liseye ben girdikten sonra çevrilmesiyle başladı. Süper lise olduktan sonra
hazırlık sınıfı kondu ama ben bu şansı yakalayamadım.

2007’de üniversite sınavında Yıldız Teknik Üniversitesi’ni kazandığımda


seçmeli hazırlık okuma şansımla şeytanın bacağını kırdığımı düşündüm.
Tabii üniversiteli genç olmanın verdiği heyecanla ben hazırlığı İngilizce
öğrenmek için değerlendirmeyip, gezip tozmak için okumuş oldum. Ne-
redeyse yoklamaları Taksim’in kafelerinde verecektik. Tabii bu kadar yok-
lama eksikliğiyle ve İngilizcem ile hazırlıkta kaldım ama zorunlu olmadı-
ğı için 1. sınıfa devam edebildim.

Neyse üniversite bittikten sonra haydi bir de yüksek lisans yapalım dedim
ve Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandım. “Hehhhh! Yandık!” dedim, ne yapa-
cağız şimdi? Girişteki İngilizce seviye tespit sınavını geçemeyince bizi al-
dılar hazırlık sınıfına. Liseden yeni çıkmış, bir o kadar da hevesli lise me-
zunları ile hazırlık okudum sınıfın arka sıralarında.

Gel gör ki tembel üniversite mezunu ben, tabii ki de proficiency sınavını


geçemedim. Yetenek yok işte ne zorluyorsam! Yok, Boğaziçi etiketi alaca-
ğım ya, olmaz! Neyse yaz okuluna kaldım. Yaz okuluna da devam hak ge-
tire ama 2. sınavı da geçemezsem yüksek lisans hakkım yanacaktı. Hiç is-
temeye istemeye sınav günü arkadaşımın telefonla beni uyandırıp zorla-
ması ile sınava girdim, nasılsa kalacağımı düşünerek. Tam 4 saatlik bir sı-
navdı. Üniversite sınavından uzun. Hâlâ nasıl oldu da geçtim bilemiyo-
rum ve böylece yüksek lisansa devam edebildim.

Heeehh şimdi aldı mı beni bir telaş, çünkü dersler İngilizce doğal olarak.

106
Buralara kadar şans eseri geldik ama artık zurnanın zırt dediği yere geldik
dedim. Neyse ki sınavlarda 3 ana zamandan başkası gerekmiyordu ve so-
ruların çoğu da zaten sayısal çözümlemelerdi. Yine yırttım derken mezu-
niyet için tez şart tabii ki. İş teze gelince aldı beni kara düşünceler. Korku-
nun ecele faydası olmuyor tabii seve seve yazdık onu da, hem de ansiklo-
pedi gibi maşallah.

Daha biter mi, bir de bunun kurulda sunumu var. Allahım ne bitmez çi-
lem varmış!

Neyse ben yarı İngilizce yarı Türkçe bilimsel bir tez sundum ve çok şükür
mezun oldum. Tez hocam “Eylem bundan ne güzel doktora tezi olur” de-
diğinde sessizce hocanın odasından çıkışa doğru depar attım, diploma tö-
renine bile gitmedim valla.

Üniversite sırasında part time işler yapıyordum. Bir gün arkadaşım bana
“Fuarda çevirmenlik yapmak ister misin?” dedi. Tabii Boğaziçiliyiz ya yi-
ğitliğe ..k sürdürmeyeceğiz, “Tabii” dedim. Ama stresten uyuyamadım
sabaha kadar. Elimde elektronik sözlük ile fuara gittiğimde müşterinin
Hintli olduğunu öğrendiğimde yıkılıyordum yere. O güzelim İngilizce bil-
gimin üstüne bir de Hintli aksanını anlama derdi binmişti.

Firma paspas üreticisiydi. Türkiye’deki mağaza sahipleri (esnaf) ile masa-


da pazarlığa girdiğinde ben çeviri yapıyordum. Tabii bizim geveze esnaf
10 cümle ediyor ben özetleyip 1-2 cümle çeviriyordum. Adama nasıl her
söyleneni çevireyim? Bizimkiler olur olmadık argo cümleler de kuruyor-
lar, tabii Hintli merak edip “Bu kadar mı söyledi?” diyordu. Sanırım sevgi-
li Hintli Türkçeyi gereksiz uzun bir dil olarak düşünmüştür sayemde. Böy-
lece fuardaki 3 günüm kafa göz yara yara geçti.

Yalnız bir gün kendisi bana başına gelen bir olayı anlatmış; ben ise anla-
madığımdan geçiştirmeye çalışarak “Hmm good good” demiştim. Bana
bakışından ters bir şeyler olduğunu sezmiş ve “Pardon tekrar eder misin?”
diye düzeltmiştim. Sonrasında adamın bir gün önce bir barda soyulduğu-
nu öğrendim. “Good good”, diyerek bir güzel dolandırıcıları da tasdik et-
107
tim. Rezillik diz boyu! Allahtan sonra toparlayabildim de kendisi ile iyi
ayrıldık. Kendisi ile sonrasında da bir süre yazışmaya devam ettik.

İngilizcemi geliştirmek için kurslar, konuşma dersleri, online dersler vs.


yapmadığım kalmamıştı ama olmuyordu işte, yeteneksizdim ne yapalım!
Ben de böyle bir fabrika hatasıydım.

Bu düşüncem ta ki İngiliz bir sevgilim olana kadar devam etti. İş başvu-


rumda Boğaziçiliyim diye sınava bile sokmadan global firmaya kabul edil-
dim. Firma İngiliz bir akreditasyon firması ile denetleniyordu ve işe baş-
lamamdan tam 1 ay sonra denetime geldiler. İşi mi öğreneyim, firmayı mı
tanıyayım yoksa İngilizce mi çalışayım bilemedim. İngilizler de hiç sanıl-
dığı gibi soğuk insanlar değilmiş. Gösterdikleri sıcakkanlılık sayesinde İn-
gilizce şakıyan bülbül oldum. O esnada bir İngiliz ile aşkımız da başlamış
oldu. Benim İngilizcem aldı başını gitti. Demek neymiş; “Dil dile değme-
den olmuyormuş.” Önerim; ya öğrenmek istediğiniz dilin konuşulduğu
ülkeye gidin ya da sadece o dili konuşabilen insanla sevgili olun.

İngiliz sevgilimden ayrıldığımda bir endişem de İngilizceyi unutmak ol-


muştu. Bu konuda ne yapabilirim derken Internations (expad gurubu) ile
tanıştım. Hiç değilse bir araya gelindiğinde İngilizce konuşma şansım olu-
yordu.

Yaşanarak öğrenilen hiçbir şeyin unutulmadığı gibi dil de unutulmuyor.


Örneğin İngiliz sevgilimden öğrendiğim ilk deyim bana denetim sıra-
sında oturmam için yanındaki sandalyeyi göstererek dediği “Park your
ass” cümlesi oldu. İngiltere’de sahil kasabasına gitmiştik. Burası yazın go-
tik kıyafetli insanların dolandığı sözde Drakula’nın yazlık şatosunun ol-
duğu yerdi. Tabii biz kış ortasında gittiğimiz için bomboştu. Hava soğuk-
tu ve kararmak üzereydi. Biz 100 küsur basamaktan oluşan taş merdiven-
le tepedeki bir kiliseye çıktık. Ama bizi ilk karşılayan mezar taşları olmuş-
tu. Aynı korku filmlerindeki gibi kararmış, yosunlanmış çok eski taşların
olduğu kiliseye ait bir mezarlık. Tam şaka yapıyorduk, ‘şimdi bu mezar-
dan bir el çıkıp...’, dememe kalmadan kilisenin koca çanı çalmaya başla-
dı! Çıkan ses ile işte tam orada yığılıp kaldım. Arkadaşım gülmekten ben
108
ise korkudan altıma yapmıştım. İşte o zaman “Shit yourself” terimini hem
öğrenmiş hem de çok güzel uygulamıştım. Dediğim gibi deneyimleyerek
öğrendiğimiz şeyler unutulmuyor.

Hâlâ çok iyi değilim ama artık İngilizcem bana yetiyor. Kendimi anlatabil-
dikçe güvenim geliyor ve kim ne düşünecek diye kaygılanmıyorum. Ben-
ce dil öğrenmede en önemli kural, kaynağın veya yolun ne olursa olsun,
kendine güven. Kafa göz yara yara konuşacaksın, asla yılmayacaksın. NE-
VER GIVE UP!

109
Çağrı Menteş’in Hikâyesi
‘İngilizce Kitap Kulübü’nün kurucusu ve iş arkadaşım Çağrı Menteş’in İn-
gilizce öğrenme süreci ve hikâyesini kapanıştan önceki son bölümümüz-
de inceleyeceğiz.

‘Çağrı Hoca’ ismi ile tanınan, Türkiye’nin en çok takip edilen İngilizce ho-
calarından Çağrı Menteş’in İngilizceyi öğrenme süreci bu yoldaki herkes
için öğretici bir deneyim.

Çağrı iyi bir İngilizce konuşmacısı olmasının yanı sıra, bu dilin profesyo-
nel eğitimcisi olduğu için onun hikâyesini daha detaylı rica ettik. O da sağ
olsun bizi kırmadı ve İngilizcenin hayatındaki yeri, öğrenim ve öğretim
süreçleri ilgili tüm detayları bize aktardı.

(1994-2001)
İngilizceyle ilk tanışmam okula başlamadan 1 yıl önceydi. Annem açıktan
ortaokul okuyordu ve o çalışırken her nasılsa ben de renkleri öğrenmiş-
tim. Sınava gideceği gün hepsini saymıştım. Çok hoşuma gitmişti ve se-
vinmiştim. Yabancı dil öğrenmek bu kadar eğlenceli ve kolaymış demek
ki :) Çok iyimsermişim.

Ekranlar, ortaya çıktığından beri çoğunluk tarafından kullanılsa da yine


çoğunluk tarafından düşman olarak görülmekte. Televizyona “aptal kutu-
su, izlemeyin” derdi bizim öğretmenimiz. Ve her evde, televizyon başın-
dan kalkmayan bir çocuk vardı. Sonraki nesilde o çocuklar bilgisayar ba-
şından kalkmadı, şimdikiler ise tablet ve telefon başından kalkmıyor. Ama
unuttuğumuz şu ki, bunlar sadece birer araç ve onları ne kadar süre ve
ne amaçla kullanacağımızı biz belirliyoruz. Ve tıpkı bedenimize aldığımız
besinlerin bizi sağlıklı veya hasta yapması gibi beynimize giren içerikler
de bizi sağlıklı veya hasta yapabilir.

Bunun İngilizce öğrenmeyle ne alakası var diyeceksiniz. Ben okuma yaz-


mayı okuldan önce televizyondan öğrendim. Yaşı müsait olanlar bilir, Su-
sam Sokağı diye bir program vardı. Daha sonra da ilkokuldayken İngilizce
110
programları furyası başladı. Her kanalda İngilizce öğreten bir kukla veya
çizgi film bulabilirdiniz. Ozmo, Tots TV, Muzzy, Magic English bunlar-
dan birkaçıydı. Bayıla bayıla izliyorduk. “Peki o dönem sadece sen mi te-
levizyon izliyordun, neden o nesildeki herkes İngilizce bilmiyor?” diyor-
sanız, onu da anlatacağım. (1) Ama önce kendi hikâyeme devam edeyim.

4. sınıfa geldiğimde İngilizce dersi görmeye başladık. O zaman ilk defa or-
taokuldan önce verilmeye başlanmıştı İngilizce dersleri devlet okulların-
da. Ve ilk defa sınıf öğretmenimizden başka bir öğretmen giriyordu der-
se. Yeni bir heyecan. Tabii ben 4. sınıfa gelene kadar, anlattığım gibi renk-
ler, isim sorma, yaş sorma, meyveler, sayılar gibi temel şeyleri az çok te-
levizyondan öğrenmiştim. Zaten 4. sınıfın müfredatı da neredeyse bun-
lardan ibaretti. O yüzden bütün sınavlardan 100 alıyordum ve İngilizce-
yi çok seviyordum. Tabii 4. sınıfta yine aynı şeyi düşünüyordum, yaban-
cı dil öğrenmek ne kadar kolay ve eğlenceli. :) Bakalım ne zamana kadar
böyle düşüneceğim...

Okulda İngilizce dersini tamamen tahtada görüyoruz. Video, ses yok.


Çünkü bilgisayar, projeksiyon yok. Öğretmen kelime listelerini yazıyor,
biz defterimize geçiriyoruz, o sesli bir şekilde okuyor, biz repeat after her!
Eve geldiğimde anneme şunu dediğimi hatırlıyorum: “Bizim öğretmen bir
İngilizce konuşuyor, yabancı sanırsın!” Gerçekten de telaffuzu çok iyi geli-
yordu o zaman. Çok etkileniyordum, içimden ben de böyle konuşmak is-
tiyorum diye geçiriyordum. Ödevlerimiz genelde okulda öğrendiklerimi-
zi deftere tekrar yazmak üzerineydi. Sayıları öğreniyorduk, evde defterine
beş kere yaz! Bunun işe yaradığını görünce çok şaşırmıştım. Gerçekten de
zor kelimeleri bile artık hatasız yazabiliyordum bu sayede.

6. sınıfa geldiğimde İngilizce öğretmeni olmaya karar vermiştim. Olmadı


turist rehberi, olmadı tercüman. Ama mutlaka dille alakalı bir şey olma-
lı diyordum. Dil öğrenmenin ve yabancı dillerin başka bir keyifli yanı kül-
tür kısmıydı benim için. Farklı isimler öğreniyoruz; filmlerde, çizgi film-
lerde gördüğümüz insanların isimleri. Başka ülkeler, şehirleri duyuyoruz;
onlar nasıl yaşıyor, ne yiyorlar, neler yapıyorlar? Bunları öğrenmek benim
için çok zevkliydi. Dönelim okul yıllarına.
111
Ortaokulda işin içine zamanlar girmişti. Hâlâ nispeten kolay ve eskisi ka-
dar olmasa da eğlenceli. Sorunsuz bir şekilde bitiriyordum. Bu süreçte
ailem de beni destekliyor, özellikle babam yabancı dil öğrenmenin çok
önemli olduğunu düşünüyordu. İleride yabancı bir ülkeye gidersem, ne-
resi olursa olsun mutlaka İngilizce bilmem gerektiğinin farkındaydı. Bu
yüzden beni 1-2 kursa da gönderdi. Evet, bir de kurs furyası başlamıştı
çünkü. Ülkece İngilizceye uyanıyorduk tabiri caizse. Kursların satış tem-
silcileri okuldan numaramızı, adresimizi alıyor, evimize kadar gelip aile-
lerimizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Yok kursumuzu bitirince anadili gibi
İngilizce konuşacak, yok başarılı olursa İngiltere’ye göndereceğiz vs. Emi-
nim hâlâ aynı numaraları yapan kurslar vardır.

Neyse sınıftan 2-3 çalışkan arkadaş o kurslardan birine gidiyoruz. Kurs


oturduğumuz ilçede değil. O da yeni bir heyecan. İlk defa kursa gidiyoruz,
ilk defa tek başımıza bu kadar uzak bir yere gidiyoruz, en ilginci, ders gö-
rüyoruz ama üniforma giymiyoruz :) Daha ne olabilir.

Yukarıda demiştik ya, herkes o çizgi filmleri izledi ama şimdi İngilizce bil-
miyor, o kurslardan da herkes başarıyla mezun oldu ama yine hepsi İngi-
lizce bilmiyor. Anlatacağım. (1)

(2002-2006)
Gelelim liseye. İyi bir mezuniyet ortalamasına sahip olup Anadolu veya
Fen Lisesi kazanamayanlar yabancı dil ağırlıklı liseye giderdi. Halk ara-
sındaki adı “süper lise”. İlk yıl üniversite gibi hazırlık okuyorsun. Haftada
24 saat İngilizce dersi var, bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Hep söy-
lerim, ben İngilizceyi lise hazırlıkta öğrendim diye. Gerçekten öyle. Ama
hazırlıkta benden iyi olanların bazıları üniversitede tekrar hazırlık oku-
du. (1)

Bilmeyenler için biraz hazırlık sınıfındaki ortamdan bahsedeyim. Hatırla-


dığım kadarıyla bir ana dersimiz vardı ve o dersi Main Course (ana ders)
kitabı dediğimiz kitaptan işliyorduk. Bu arada tüm kitaplarımız yurtdışın-
dan geliyor, Oxford Yayınları vs. Tamam şimdi üniversitede de öyle ama o
112
zaman bizim için çok değişik ve pahalı bir tecrübeydi bu. Şimdiki gibi in-
ternetten bulamıyorsun kitabın pdf’ini. Ozalitçiye gidip kopya yaptıramı-
yorsun. Telefonda sözlük yok. Sözlük bile çok pahalı geliyor. En iyi alter-
natif Beyazıt’taki sahaftan ikinci el satın almak, onu da geç öğrendik za-
ten... Neyse, kitapları taksitle satın aldık, her ay PTT’ye gidip ödüyoruz.
Kredi kartı öyle herkeste olan bir şey değil.

Ana dersin dışında gramer dersi vardı ve okuma, dinleme, yazma gibi yan
dersler vardı. Ağırlık tabii ki main course ve gramerde. Bu iki ders birbi-
rini destekliyor. Fark ettiyseniz konuşma için ayrı bir ders yok. Peki bu
derslere nasıl çalışıyorduk? Herkesin bildiği şekilde dersimizi dinleyip,
ödevlerimizi yapıyoruz. Özellikle gramerden çok fazla ödevimiz oluyor-
du. Sayfa sayfa worksheet’ler, hepsi fotokopi. Ha unutmadan, bunun için
de okula fotokopi parası ödüyorsunuz, kayıtta da A4 kağıdı bağışlıyorsu-
nuz tabii ki. Para kısmından neden bu kadar bahsettiğimi de anlatacağım,
hemen gömmeyin. (2)

Grameri söyledim. Kelimeler için de yine listeler yapılıyor, defterler tu-


tuluyor, evde duvarlara asıyoruz, çalışıyoruz vs. Ama mutluyum. Çünkü
özellikle ana ders kitabı çok güzel. Renkli renkli kuşe kağıdına basılmış,
eğlenceli bir kitap. Kitabın karakterlerinin çok güzel odası olduğunu ha-
tırlıyorum. Okula kaykay, paten, bisikletle gidiyorlar. Walkman dinliyor-
lar. Biz de listening parçalarını sınıfta kasetten dinliyoruz.

Hazırlıkta bir de okuma kitapları vardı, “reader” denilen. Bunları da oku-


yup, kelimelerini çıkarıp, içindeki gramer kurallarını irdeliyorduk. Bir de
sonundaki o gıcık, okuduğunu anlama sorularını yapıyorduk. Dr. Wat-
son ve Sherlock Holmes nasıl tanıştı? Kırmızı saçlı kız motosikleti kimden
aldı? gibi...

İngilizce öğretmenliği okuyabilmek için üniversiteye giriş sınavından


sonra bir de yabancı dil sınavına (YDS) girmek gerekiyordu. Çoğunuz
ÖSYM’nin dil sınavlarını bilir. Gramer, kelime, okuduğunu anlama ve ter-
cüme üzerine kurulu testlerdir hepsi. Hayatımın İngilizceyle alakalı en zor
kısmı bu seneydi. Sürekli gramer çalış, sürekli kelime öğren, sürekli test
113
çöz. Ve o kadar çalışmaya rağmen sanki hiç ilerlemiyormuşum gibiydi.
Her hafta sonu deneme çözüyorduk ve bir ayın grafiği şöyle olabiliyordu;
60 net, 62 net, 59 net, 61 net. Bunun neden olduğunu da anlatacağım. (3)

Daha sonra bu sınavı 100 soruda 95 netle kazandım. Ve üniversiteye baş-


ladım. Artık İngilizceyi öğrendiğimi ve kendimi kanıtladığımı düşünü-
yordum. Okulun ilk senesinde derslerimiz gayet rahattı. Temel öğretmen-
lik derslerinin yanı sıra okuma, yazma, gramer gibi lise hazırlık sınıfın-
dakine benzer derslerimiz vardı. Tek bir farkla, bu sefer speaking dersle-
ri de vardı.

(2006-2010)
Bu speaking dersinin nasıl geçtiğinden bahsedeyim biraz. Bir adet spea-
king kitabımız var, hoca ünitelerden ilerliyor, bize konuyla ilgili İngiliz-
ce sorular soruyor ve bunu gayet canla başla, bizi kırmadan, özenerek ya-
pıyor. Ama 25 kişilik sınıfta 2-3 dışadönük, özgüvenli arkadaşın dışında
kimse konuşmaya pek yanaşmıyor. Kendimden örnek verecek olursam,
hoca bana konuyla alakalı soru soruyor ve ben buna ya Türkçe ya da İngi-
lizce vereceksem çok basit bir iki kelimeyle cevap veriyorum. Hani “What
is your name?” diye sorunca, İngilizceyi yeni öğrenmeye başlayan ve çe-
kinen biri “My name is ...” diye cümle kuracağına sadece “Çağrı” der ya.
Ben de öyleyim. Tabii bilmediğimden değil, utandığımdan. Bu konudan
da yine bahsedeceğim. (4)

Peki ben ne zaman konuşmaya başladım? Üniversite 2. sınıftaydık sanı-


rım, yine öğretmenlik derslerinden birinin hocası beni aydınlattı. Aslında
anlattığı o kadar da “vay be” dedirtecek bir şey değil ama herkesin aydın-
lanmak için bir kıvılcıma ihtiyacı var. Hocamız Antalya’da rehberlik yap-
mış bir ara çekine çekine. Şu şehir turları oluyor ya, öyle bir şey sanırım.
Çünkü otobüste anlattığını söylemişti. Dedi ki “Bir ara düşündüm de bu-
rada rehberlik yapan kimsenin İngilizce eğitimi yok ama çok rahat konu-
şuyorlar, ben niye utanıyorum?” Hocamızın aydınlanması buydu. Ben de
istifade ettim. Gerçekten dedim. Ben niye konuşmuyorum? Hata yapsam
ne olacak? En kötü ne olabilir ki? En kötü ne olduğunu anlatayım.
114
(2010 ve sonrası)
Henüz öğrenciyken çalışmaya başlamıştım. 4. ve 5. sınıfların dersine gi-
riyorum. Her şey tekrar kolay ve eğlenceli. Şarkılar öğretiyorum, vide-
olar hazırlıyorum. Aynı zamanda ufak tefek çeviri işleri geliyor, yapıyo-
rum. Daha sonra büyükşehir belediyesi için çalışmaya başladım. Yetişkin-
lere genel İngilizce dersi veriyorum. Yine başlangıç ve orta seviye. Çok
zevk alıyorum. Sınıf çok çeşitli oluyor. Genci de var, yaşlısı da var, ilko-
kul mezunu da, doktoru da. İlkokul öğrencileri gibi değiller, bazen zorlu-
yorlar. Türkçesinin ne olduğunu bilmediğim renkler, yiyecekler, mutlaka
bilmediğim bir şey bulup soruyorlar. Verdiğim listeler asla yeterli olmu-
yor. Bilen bilir, asla çekinmem, bilmiyorsam bilmiyorum derim. O özgü-
ven oluşmuş. Onlarla birlikte öğrendiğim şeyler oluyor. Siz yazın ben ba-
kayım sözlükten diyorum.

Daha sonra belediyeye İngiliz bir heyet geldi, “Tercümanlık yapar mısın”
dediler, “Yaparım” dedim. Bir hafta boyunca gölge gibi yanlarındaydım.
Gayet eğlenceli ve güzel geçiyordu. Ben de pratik yapma fırsatı bulduğum
için seviniyordum.

O sırada belediyenin kurslarını geziyorlar, yine Türkçesini bile bilmedi-


ğim şeyler var ama önceki sene bu konularda bir ansiklopedinin çevrilme-
sine yardım ettiğim için zorlanmıyorum. İğne oyası, kırkyama, rölyef ya-
pımı vs. Sonra bizim geleneksel soğanlı bebek yapımının öğretildiği sınıf
var ve ben diyorum ki; “And this is the class to make babies!” Bir an büyük
bir sessizlik oluşuyor. Herkes şoke olmuş bir şekilde bana bakıyor. Ben de
ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Heyetin başkanı giriyor araya; “You
mean dolls?” Oyuncak bebek demek istedin herhalde diyor. Başımdan aşa-
ğı kaynar sular dökülüyor, “Yes” diyebiliyorum. Herkes kahkahalara boğu-
luyor. Burası da bebek yapma odası diyerek diplomatik krize yol açıyor-
dum az daha. J “Doll” bilemeyeceğim bir kelime değil ama yorgunlukla,
dalgınlıkla olabiliyor böyle hatalar. Başıma gelebilecek en kötü şey de gel-
dikten sonra, ‘bundan sonra ne olabilir ki’ diyerek o zamandan beri daha
rahat konuşuyorum.

115
Belediyedeki görevimden ayrıldıktan sonra üniversitede ve uluslararası
bir şirkette çalıştım. Ülkenin en iyi okullarındaki en iyi öğrencilere aka-
demik İngilizce dersleri verdim. Yani, beni öncesinde korkutan, yapamam
dediğim şeylerin hepsini yavaş yavaş yaptım. Ama fark ettiyseniz bunların
hiçbiri bir gecede olmuyor. Hepsi kademe kademe gelişiyor ve yıllar alıyor.
Öğretmen olduktan sonra bile her yaptığım farklı işte farklı şeyler öğren-
dim ve hâlâ da öğrenmeye devam ediyorum.

Şimdi 20 yıldır İngilizce öğrenen ve 10 yıldır öğreten biri olarak naçizane


gözlemlerimi aktarayım ve yukarıda sorduğumuz, parantez içinde numa-
ralandırarak not düştüğümüz soruların cevaplarını vereyim.

1. Süreklilik
Yaşıtlarım benimle aynı dönem aynı çizgi filmleri izledi, benle aynı kurs-
lara gitti, benim gibi lisede hazırlık okudu, aynı şeyleri öğrendik. Hatta ba-
zıları o kurslarda veya hazırlık sınıfında benden daha başarılıydı ama şu
an onlar İngilizce bilmiyorlar. Neden? Çok garip, değil mi? Halbuki bun-
ları yapan neslin %100’ünün İngilizceyi iyi derecede bilmesi gerekiyordu
fakat şu an %20’si biliyor. Nedeni açık. Bu arkadaşlar sürekli ve uzun süre
ara verdiler. Kimi ilgi duymamış, kimi önemini anlamamış olabilir... Se-
bebi ne olursa olsun, onlar için İngilizce, hayatlarının bir parçası olmadı.
Çizgi film izleyenler, o çizgi filmler yayından kalkınca bir daha İngilizce
çizgi film izlemediler. Okulda ders 2 saatse o 2 saatin dışında bir şey yap-
madılar; kursa gittilerse sertifikayı alınca İngilizce bitti sandılar; bisiklet
sürmek gibi bir daha unutmam diye düşündüler belki... Halbuki bir dili
öğrenmek daha çok spor yapmak gibidir. Beslenmenize dikkat edip 1 yıl
spor yapıp istediğiniz vücuda ulaştıktan sonra bırakırsanız eski halinize
dönmeniz uzun sürmeyecektir.

İtiraf edeyim, yazları memlekete gittiğim için ben de İngilizceye kısa da


olsa ara veriyordum ve döndüğümde gerçekten performansımın düştü-
ğümü fark ediyordum. Bir de lisede 1 yıl hazırlık okuyup sonra 4 yıl hiç
İngilizceyle muhatap olmayan birini düşünün, üniversitede tekrar hazır-
lık okuyacaktır. İnsan yeteri kadar kullanmadığında anadilini bile unuta-
116
bilir. Bunun örnekleri var. Yurtdışına göçüp yıllarca orada kalan insanla-
rın Türkçelerinin nasıl bozulduğunu fark etmişsinizdir. Hayır, hava olsun
diye öyle yamuk yumuk konuşmuyorlar, ya da araya yabancı kelimez sı-
kıştırmıyorlar. Kelimeleri hatırlamada nasıl güçlük çektiklerine bundan
sonra daha dikkat edin. İşte birinci sır bu, az da olsa düzenli bir şekilde İn-
gilizce içerik tüketin. Her gün düzenli olarak 10 dakika çalışmanız, hafta-
da 60 dakika çalışmanızdan kesinlikle daha etkilidir.

2. Maddiyat
İngilizce öğrenmek eskiden gerçekten lükstü. Zamanla çoğu şey gibi o da
inanılmaz derecede ucuzladı. Nasıl ki eskiden bir mahallede bir bilgisa-
yar zor bulunuyordu ama şimdi herkesin evinde o bilgisayar gücünde 3-4
telefon var; İngilizce öğrenmek de teknoloji sayesinde kolay ve ucuz hale
geldi. Yukarıda anlattım, eskiden pahalı pahalı sözlükler alırdık. Satın al-
ması ayrı dert, yanında taşıması ayrı dert. Artık sözlüğe para veren var mı?
Ya da yanında taşımak için ayrıca çaba sarf eden? İşte o yüzden artık hem
daha ucuz hem daha kolay diyorum. İnsanlar işe yarar bir cep telefonu uy-
gulamasına yıllık 120 TL’lik bedele pahalı diyor. Ama özel ders alsalar 1
saatlik öğretmen parası eder. Dijital şeylere para vermeye hâlâ mesafeli-
yiz ne yazık ki. Dijital olsun, fiziksel olsun, ben bir şey satın alırken onun
bana geri dönüşünü hesaplarım. Bana para mı kazandıracak, zaman mı
kazandıracak, yoksa beni geliştirecek mi? Bir şeye para vereceksem bunla-
rın en az birini yapması lâzım. Bu yüzden aylık olarak kitaba (fiziksel, di-
jital, sesli) verdiğim para, kıyafete verdiğim paradan fazladır.

3. Öğrenme Eğrisi
Belli bir seviyeye geldikten sonra ne kadar çalışsam da netlerimin artma-
dığı, gelişme gösteremediğimden bahsetmiştim. Bunun nedeni öğrenme
eğrisi denen şeymiş. Bunu, o olayı yaşadıktan on sene sonra öğrendim. Bi-
raz teknik olacak ama anlayacağınıza eminim. Bu sadece yabancı dil öğre-
nimi için de geçerli değil, yeni öğrenmeye başladığınız her şey için geçerli;
ister İngilizce olsun ister gitar çalmak, ister bilgisayar programlama olsun.
İlk 20 saat her şeyi çok hızlı öğrenirsiniz. Haftada 2 saat ders aldığınız bir
117
İngilizce kursu olsun bu. Bir ders saati 45 dakika, iki ders haftada 90 daki-
ka eder. 13 haftada 20 saati tamamlarsınız. Yani 3 ayda. İlk 3 ay cicim ayla-
rı gibi geçer. Her şeyi anlarsınız, hızla öğrenirsiniz. Sonra yavaşlar. Aniden
çakılmaz ama gittikçe yavaşlar ve bir yerden sonra sanki hiçbir şey öğre-
nemiyor gibi olursunuz. İlerlemez. Moraliniz bozulur, vazgeçmeyi düşü-
nürsünüz. Düşünmeyin! Hâlâ öğreniyorsunuz ama eskisi kadar hızlı değil
ve bir eşik var sadece. Bir süre orada takılıp sonra atlayacaksınız.

Üniversiteden mezun olduktan sonra ALES ve YDS sınavlarına giriyor-


dum sürekli. Hem sevdiğimden hem soruları görmek için hem de puan
lâzım olursa kullanırım diye. YDS’ye hazırlananlar bu “öğrenme eğrisi”ni
ve eşikleri iyi bilirler. 0’dan 45’e kolay çıkılır ama 55’e bir türlü gelinmez.
Artık İngilizce çalışacak bir şeyim kalmadığını düşündüğümden ve soru
çözmeye zamanım olmadığımdan, ekstra bir hazırlık yapmadan giriyor-
dum sınavlara. 4 sınav üst üste 88,75 puan aldım YDS’den. Sanki benim
adımı görünce yapıştırıyorlardı 88,75’i. Daha sonra yine hazırlanmadan
girdiğim sınavlardan birinden 95, birinden 97.50 ve nihayet birinden 100
tam puan aldım. Peki bu nasıl oldu? Ekstra zaman ayırmadan o eşik nasıl
atlandı? İngilizce benim günlük hayatımın bir parçası olduğundan, zaten
artık istemesem de yeni şeyler öğreniyorum. İnternette okuduğum ma-
kalelerin çoğu İngilizce, az bir kısmı Türkçe. Artık ilkokuldaki gibi 5 kere
yazmıyorum yeni kelimeyi ya da lisedeki gibi liste yapıp odama asmıyo-
rum belki. Ama o yeni kelime 7-8 farklı makalede bir cümle içinde kar-
şıma çıktığı için artık kalıcı olarak hafızama yerleşiyor. Ayrıca sınava ha-
zırlanırken deneme sınavı çözmüyordum ama girdiğim sınavlar deneme
118
işlevi görmüştü. 88,75’ten 100’e çıkmak 7 sınav sürdü, bu da 560 soru ve
yaklaşık 4 yıl eder.

4. Use it or lose it
Bildiğiniz gibi diller okuma, yazma, dinleme ve konuşma olmak üzere
dört bileşenden oluşuyor. Hangi yeteneğinizi ne kadar kullanırsanız o ye-
teneğiniz o kadar gelişiyor ve hangi yeteneğinizi kullanmazsanız o yetene-
ğiniz köreliyor ve zamanla yok oluyor. O nedenle “use it or lose it” kavra-
mı çok önemli. Bizim dilimizdeki karşılığı “bakarsan bağ olur, bakmazsan
dağ olur” ya da “işleyen demir paslanmaz” diyebiliriz.

Bizim eğitim sistemimizde en çok okuma yeteneği kullanılıyor ve dilbil-


gisi dersiyle tamamlanıyor. Yazma ve dinleme az, konuşma neredeyse hiç
yok. Bu yüzden “anlıyoruz ama konuşamıyoruz.” Bu yetenekler bir de bir-
birini ikili olarak destekliyor. Ne kadar çok okursanız, o kadar iyi yazabi-
liyorsunuz ve ne kadar çok dinlerseniz o kadar iyi konuşabiliyorsunuz. Bu
nedenle kendisi de eski bir İngilizce öğretmeni olan korku romanları ya-
zarı Stephen King, tam zamanlı yazar olmaya karar verdiğinde göl kena-
rında bir eve yerleşiyor ve günde 4 saat okuyor, 4 saat yazıyor. Böylece usta
bir yazar oluyor. Siz sadece gramer çalışarak iyi İngilizce konuşacağınızı
bekliyorsanız yanılıyorsunuz.

Söylendiği kadar kolay olmadığını biliyorum. Çünkü bu kültürel bir olay.


Araştırmalar da bunu destekliyor. Ortadoğu ve Asya kültürlerinde konuş-
maya dayalı eğitimler yürümüyor. Çünkü öğrenciler utanıyor. Çünkü kül-
türel olarak hepimiz hata yapmaktan korkuyoruz. Hata yaptığımızda biri
bizi düzeltince içten içe alınıyor, kızıyoruz. Ben de öyleyim. Ama biraz
bu konuda kafa yorunca, kendimizi zorlayınca aşabiliriz. Siz gramer ha-
tası yapınca kimse size gülmeyecek, kimse sizi aptal sanmayacak. Çaba-
nız takdir edilecek. Tersini düşünün, yabancı biri Türkçe konuşmaya ça-
lışınca nasıl hoşumuza gidiyor? Yaptığı hatalara takılıyor muyuz? Tabii ki
hayır. Hatalar en fazla sevimli geliyordur. O zaman başkası niye sizin ha-
talarınıza taksın ki? Kimse hatırlamayacak, eve gidince onu düşünmeye-
cek. Yukarıda anlattığım “bebek yapma odası” gafını düşünün. Şimdi gi-
119
dip sorsam çoğu hatırlamayacak. Evde oturup her akşam bana gülmüyor-
lardır herhalde. Yani umarım... J

Kendi hikâyemle bir nebze de olsa sizin öğrenme sürecinize yardımcı ola-
bildiysem ne mutlu bana.

120
Kapanış: İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenmek
Kapanış kısmını en son yazmam, kitabın sonunda yer aldığı için değil.

Bunun sebebi İngilizce ile ilgili düşüncelerimin, bilgimin ve seviyemin bu


kitabın yazılma süreci kadar bir sürede bile gelişeceğiydi. Bu kitabın en
başında yazdığım bazı fikirlerin üstüne fikir koyabileceğimi biliyordum.
Bu yüzden bu kitap yazılana kadar olan süreçte size en güncel halimle
‘hoşçakal’ demek ve bu kitabı özetlemek istedim.

Başta da belirttiğim gibi, bu kitabın amacı size İngilizcenin bir unsurunu


ya da teknik kısımlarını öğretmek değildi. Bu kitabın amacı, sizin İngiliz-
ce öğrenme sürecinizde yaşadığınız ve yaşayabileceğiniz engellerle ilgi-
li benzer hikâyeleri, tecrübeleri ve pratikleri paylaşıp bu süreçte en önem-
li unsurların iç motivasyon, disiplin ve nedenini anlamak olduğu fikrini
paylaşmaktı. Dediğimiz gibi, bunlar olduktan sonra İngilizceyi öğrenecek
mecralar, platformlar ve yerler bulmak en kolay kısmı.

Herkesin bilgiye erişimi olduğu bir dönemde insanların çoğunun, fayda-


lı olacağını bile bile bu bilgiyi hayatlarına entegre etmemelerinin sebebi-
ni anlamak öğrenmenin ilk noktası. Her ne kadar hepimiz birbirimizden
farklı olsak da, çoğumuzu motive eden faktörler, öğrenim şekillerimiz ve
heyecanlandığımız şeyler benzer.

Günümüz dünyasının en büyük dezavantajı; birçok dikkat dağıtıcı unsu-


run bir arada olması, toplumun bize dikte ettiği hayatı yaşama zorunlulu-
ğu hissetmemiz ve sonsuz potansiyelimizin ortaya çıkmasının en yakınla-
rımız tarafından bile (iyi ya da kötü niyetle) engellenmesi.

Her birimizin başarabileceklerinin sınırsız olduğunu gördüğümüzde, İn-


gilizceyi de birçok kişi gibi çok iyi derecede öğrenebileceğimiz aşikâr.
Ücra bir köyde doğan bir kişi İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşabiliyorsa,
sizin de konuşmamak için bir nedeniniz yok.

Tek nedeniniz, bilinçaltınızın size dayattığı ‘rahatını bozma’, ‘ne gerek var’
ya da ‘sen zaten yapamazsın’ benzeri fikirler... Bilinçaltınızın olumsuz tel-
121
kinlerini yok sayıp, kendinizi kurban durumundan çıkartıp sürece ve so-
nuca odaklandığınız zaman sadece değil İngilizceyi, her şeyi başarabilir-
siniz.

Bu kitap, İngilizcenin artık bir lüks değil, zorunluluk olduğu çağımızda,


hayat kalitenizi üst düzeye çıkaracak, sizi daha farklı bir insan yapacak
ve dünya vatandaşı olmanızı sağlayacak bu dili günlük hayatınıza enteg-
re edip, öğrenmenize ve etkili bir şekilde kullanmanıza biraz bile destek
olursa, ne mutlu bana.

Unutmayın, ‘mükemmel’ diye bir şey yoktur, hep ‘daha iyisi’ vardır. Bir be-
bek nasıl yüzlerce kere düşmeden yürümeyi öğrenemezse, biz de hata yap-
madan İngilizceyi öğrenemeyiz.

Unutmayın, başarının zıttı başarısızlık değildir. Başarısızlıklar, başarma


sürecidir.

Ve unutmayın, herkes daha iyi İngilizce konuşabilir. Siz de, ben de, ünlü
dilbilimci Noam Chomsky de, Kraliçe Elizabeth de...

Ve son olarak unutmayın, hepimizin potansiyeli sonsuzdur. Siz ne kadar


kendinize yatırım yaparsanız, o potansiyel o kadar ortaya çıkar.

Size bol İngilizceli hayatlar ve bol ilhamlı günler.

122

You might also like