Professional Documents
Culture Documents
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum Perçin İMREK
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum Perçin İMREK
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum Perçin İMREK
Öğrenmeyi
Öğreniyorum
Perçin İMREK
095
İngilizceyi Öğrenmeyi Öğreniyorum
Perçin İMREK
1. Baskı: Şubat 2018
ISBN: 978-605-2263-21-1
iii
Meleklerim annem İlknur İmrek ve babam Mustafa Kemal İmrek’e.
Seni seviyorum.
Beni affet.
Özür dilerim.
Teşekkür ederim.
İnsan ile evren arasındaki bağımı kurmama destek olan:
Annem İlknur İmrek’e,
Babam Mustafa Kemal İmrek’e,
Değerli Anya Petrova’ya,
Dostum Tina Florea’ya,
Kuzenim Ahmet Amasyalı’ya,
Kuzenim Meltem Tosun’a
Dedem Mehmet Necati Tosun’a,
Babaannem Fatma İmrek’e,
Hâlâm Filiz Ark’a,
Amcam Selami İmrek’e,
Eniştem Nejdet Ark’a,
Hiç tanımadığım ama çok sevdiğim Emre’ye,
Teşekkür ederim.
Kitabın maliyetini kitlesel fonlama ile destekleyen ve manevi katkısını
hiç eksik etmeyen Arif Keleş’e, Ezgi Yaşa’ya, Gönül Yılmaz’a, Murat Se-
mih Göğüş’e, Selcen Irgin Özgen’e, Selim Özergün’e, İmge Kozan’a, Dila
Feyzanur Uykusuz’a, Sedat Sözen’e, Alper Almelek’e, Serkan Bağçe’ye,
Selçuk Keser’e, Cengiz Güven’e, Ahmet Akşit’e, Yasir Gürbüz’e, Alican
Yazdıç’a, Tayfun Ulusoy’a, Çağrı Menteş’e, Mustafa Bahadır Köksal’a,
Hanat Herzi Dorreh ve Fiona Healy’e, Bahadır Kaleağası’na, Gök-
şen Çalışkan’a, Eylem Karakaya’ya, Engin Toğantimur’a, Aydın Çil’e,
Alparaslan Demir’e, Serdar Keskin’e, Atakan Karataş’a, Esat İhsan
Kocager’e, Kadircan Kırkoyun’a,
vii
Işın Eren Işıksoy’a ve Görkem Çokçetin’e,
Hep yanımızda olan ve desteklerini esirgemeyen Ertuğrul Amasyalı ve
EOS ailesi’ne,
Ön kapak logo sponsorumuz Gezgin Rail’e ve buna vesile olan Besta-
mi Köse’ye,
Yayınevim Abaküs Kitap ailesine,
Ve bu süreçte yanımda olan herkese, özellikle de Ezgi’ye sonsuz teşek-
kürler.
Bu kitaba İngilizce öğrenme hikâyeleriyle destek veren misafir yazar-
larımız Sema Taştan Çelepçi, Oytun Mertol, Selen Tosun, Semiha Kar,
Barış Yıldırım, Alican Yazdıç, Pınar Bakır, Rafet Güven, P. K., Halit
Melih Ulus, Yusuf Demir ve Eylem Karakaya’ya teşekkür ederiz. Çağrı
Menteş’e göster- diği emek ve kitabın son bölümündeki anlatımı için
ayrıca teşekkür ederiz.
viii
İçindekiler
Giriş 1
ix
Giriş
İngilizce.
Hayatımızda artık bir lüks olmaktan çıkıp, bir zorunluluk haline gelen İn-
gilizce konusu hayatımızda, hem bireysel hem de toplumsal anlamda ol-
dukça enteresan bir yer tutmakta.
Uzun süreler İngilizceyi hayatının içinde tutan ve hâlâ bu konuda bir şey-
ler öğrenen biri olarak benim şu ana kadar vardığım sonuç şu:
Birçok diğer şeyde de (spor, bir enstrüman çalma vs.) insanlar bilinçaltın-
da hazır olmadığı için öğrenemiyorlar.
Bunu birilerine her anlattığımda ‘bu konu hakkında sayfalarca kitap ya-
zabilirim’ diyordum.
Ve karar verdim.
Bu kitapta İngilizce adına çok şeyden bahsedeceğiz. Ama emin olun bu ki-
tapta yazanlar İngilizce dışında hayatınızın birçok kısmına entegre edebi-
leceğiniz şeyler.
11
1. Benim Hikâyem: Neden ve Nasıl Öğrendim?
Hikâye anlatımının ve özgün tecrübelerin önemine inanan biri olarak, ço-
cukluğumdan beri İngilizcenin önemini nasıl kavradığımı, ‘neden’imi na-
sıl bulduğumu, İngilizceyi nasıl öğrendiğimi, öğrenim araçlarımı ve bunu
günlük hayatıma nasıl entegre ettiğimi anlatacağım.
Tam tersine Türk anne-baba’dan Türkiye’de doğan her insan gibi ben de
anadilim Türkçe ile büyüyüp, İngilizceyi ilerki yaşlarda, büyük ölçüde
kendi farkındalık ve çabalarımla öğrendim.
Bu kısımda sizler ile bunun, yani bana ‘Matrix’ filminde olduğu gibi bir-
den kodlanmayıp kendi öğrendiğim İngilizce dilini ‘neden’leri ile nasıl öğ-
rendiğimi paylaşacağım.
Örnek olarak, Age of Empires isimli bir strateji oyunu oynarken önüme
çıkan kelimeleri anlamamak beni kızdırıyor, oyundaki performansımı dü-
5
şürüyordu. Mesela ‘Defend Your Base’ diye bir tabir çıktığında bunu an-
lamamak bana pahalıya mal oluyordu. Sonrasında tek tek bu kelimelerin
anlamlarına sözlükten bakmaya başladım.
Bu ‘neden’ ile başladıktan sonra ‘nasıl’ ve ‘ne’ kısmı daha kolay geldi
(‘Neden’in gücü ile ilgili kısmı ilerleyen bölümlerde daha detaylı anlata-
cağım). Her ne kadar ‘nasıl’ kısmı şu anki kadar kolay olmasa da 20 sene
önce de İngilizceyi öğrenmenin birçok yolu vardı. Okulda aldığımız müf-
redat dışında, eve geldiğimde babama aldırdığım kitapları yanımda bir
sözlük ile okumak, oyunları oynamak, VHS kasetçalar ile çizgi filmler iz-
lemek, o zamanın popüler internet ‘chat’ programları ile rastgele yabancı-
ları ekleyip konuşmak gibi birçok yolu vardı.
Birkaç sene içinde artık kitapları okurken sözlüğe daha az bakıyor, insan-
larla konuşurken daha az hata yapıyor ve oynadığım oyunları daha rahat
anlayabiliyordum. Artık İngilizce yaptığım ekstra bir iş değil, hayatımın
bir parçası olmuştu.
7
İngilizce yaptım. Bunun iki sebebi vardı; hem böyle yaparak dili ha-
yatıma sürekli entegre etmiş oluyor ve dilimi geliştiriyordum hem de
hemen hemen her konuda İngilizce kaynakların sayısı Türkçe kay-
naklara (ve diğer tüm dillerdeki kaynaklara) göre çok çok daha fazla
olduğundan, konu ile ilgili çok daha geniş bilgiler edinebiliyordum.
• Aldığım kitapların birçoğunu İngilizce alıp okuyordum. Çocuk-
luğumdan beri süregelen bu alışkanlığım ilk başta beni zorlasa da,
bir süre sonra İngilizce yazıları Türkçe kitaplar kadar rahat okuma-
mı sağlıyordu. Buradaki avantaj; birçok kitap İngilizce yazıldığından
ötürü orijinal hallerinin, çevirilmiş kitaplardan çok daha etkili oldu-
ğu.
• Üniversitede içinde bulunduğum AEGEE isimli Avrupa Öğrenciler
Topluluğu’nda aktif rol alarak Avrupa’nın ve dünyanın dört bir ya-
nından çok değerli insanlar tanıyarak onlarla sohbet etme, birlik-
te çalışma, projelerde bulunma imkânı yakaladım. ‘Lingua Franca’
(Dünya Dili) İngilizce olduğundan sebep, nerelerden gelirsek gelelim
hepimiz ortak dil olarak İngilizceyi konuşuyorduk. Bu organizasyo-
nun bana en büyük katkısı İngilizceyi bir çalışma dili olarak kullan-
mamı sağlaması oldu.
• Yaptığım seyahatlerde oranın lokal insanları ile tanışıp, İngilizce sevi-
yeleri düşük ya da ileri seviye de olsa iletişim kurmaya çalışıyordum.
Bu seyahatlerde İngilizce adına en önemli kazanımım birçok farklı
aksanı anlayabilme yetisini geliştirmem oldu. İngilizcede en önem-
li detaylardan biri, neredeyse tüm dünyanın bu dili konuştuğundan
dolayı aksanların birbirine göre çok değişebilmesidir. Bu sebeple İn-
gilizce öğrenen biri sadece Amerikan ya da İngilizce aksanı bekleme-
melidir. Bir İspanyolun, bir Yunanın, bir Hintlinin İngilizce aksanı-
nı, kulağı alışkın olmayan birinin anlaması neredeyse imkânsızdır.
8
Fakat ‘neden’im, o 7 yaşındaki halim ile aynı kaldı, hiç değişmedi. Tıp-
kı bir binanın temelini sağlam attığınızda onu hiç değiştirmenize gerek
olmadığı gibi. Çocukken söylediğim ‘Ben bu İngilizceyi öğrenemez isem
dünya ile iletişim kuramayacağım’ düsturu hâlâ aynı. 30 yaşındayım ve İn-
gilizce öğrenmekteki nedenim hâlâ aynı. Bu yüzden bu konu ile ilgili mo-
tivasyonum hiç azalmadı, azalmayacak da. Aksine, bu kadar ileri seviye-
de konuşmama rağmen İngilizce ile ilgili motivasyonum gün geçtikçe art-
makta.
Burada ufak bir özeleştiri yapmak istiyorum. Erken yaşta İngilizceyi öğ-
rendiğim için bunun çok havalı bir şey olduğunu düşünüyor, bu yüzden
tüm paylaşımlarımı İngilizce yapıyor, yazılarımı İngilizce yazıyor, kitap-
larımı İngilizce okuyordum. Bir arkadaşım bana bir seferinde “İngilizcen
çok iyi, hatta Türkçenden daha iyi olmaya başladı” demişti. Bu laf o za-
man benim hoşuma giden bir laf iken, biraz daha olgunluğa eriştiğim-
de bir kinaye olduğunu anlamış ve bu konuda kendi içimde bir sorgula-
ma yapmıştım.
Zamanla anladım ki, bir insan kendi anadiline hâkim olmadan kendini
ifade edemeden başka bir dilde aynısını yapamaz. Bu anlayış ile anadilim
olan Türkçe üzerine çalışmaya başladım. Anadilim olduğu için ‘geliştir-
meye gerek mi var’ diye düşünürken, dilin organik bir mekânizma oldu-
ğunu, bizim günlük kullanımımızdan çok daha derinliğinin olduğunu ve
sürekli geliştirilmesi gerektiğini fark ettim. Ve bir süre sonra bunu denge-
ledim. Hem kendi dilimde hem de İngilizce paylaşımlar yapmaya başla-
dım. İki dilden de kitaplar okudum. Çünkü hem Sabahattin Ali’den, hem
de Paulo Coelho’dan keyif alıyordum. Hem Türk filmleri izledim hem ya-
bancı diziler. Hem Türk arkadaşlarımla konuştum, hem de yabancı arka-
daşlarım ile.
Bir süre sonra gördüm ki, bu iki dil ve diğer öğrendiğim dillerin gelişme-
si çok daha hızlanmaya ve etkili ilerlemeye başladı. Çünkü dediğim gibi,
anadilimize hâkim olamazsak, hiçbir dile olamayız.
9
Özet olarak, çocukluğumdan beri güçlü bir ‘neden’ ve doğru ‘nasıl’lar ile
başladığım İngilizce öğrenimimi keyif alarak ve disiplinli bir şekilde çalı-
şarak sürdürdüm. Bu, hem kişisel hem de profesyonel hayatıma hayal bile
edemeyeceğim katkılarda bulunurken kendimde birçok gelişim ve deği-
şimler sağladım.
Benim hikâyem bu. Bu hikâyeden ‘Ooo biz böyle hayatta öğrenemeyiz’ çı-
karımında bulunup kendinizi kurban psikolojisine sokmayın. Bu hikâyeyi
sizlerle içten ve samimi bir şekilde paylaşma amacım size biraz olsun il-
ham olabilmek ve feyz almanızı sağlamak. Kendi hikâyenize göre benden
alabileceğiniz ve edinebileceğiniz kısımları çekip alın. Çünkü ben de bu
süreçte bir sürü hikâyeden örnekler ve fayda sağladım. Kendi hikâyemi
yazmamın amacı da bu.
10
2. Türkiye’de İngilizce ile İlgili Yaşanan
Sorunlar ve Kompleksler
Milletçe gözümüzde çok büyüttüğümüz ‘İngilizce’ konusu ile ilgili yaşadığı-
mız sıkıntıları, kompleksleri, mükemmeliyetçilikten kaynaklanan sorunla-
rı, gözümüzde bunu bu kadar büyütüşümüzü, hata yapmaktan ölesiye kor-
kuşumuzu, gramer takıntımızı ve daha birçok konuyu burada irdeleyeceğiz.
Bu konuyu detaylı olarak konuşmadan önce bir de daha ‘ileride olacak bir
şeyi bekleyen’ demeçler çok duyuyorum:
• Ben yurtdışına gitsem var ya, 2 ayda sökerim şu İngilizceyi.
• Şimdi ikinci çocuk doğdu, ben çalışıyorum. Çocuk biraz büyüsün
başlayacağım.
• Bu arada firmanın büyük bir projesi var, 2 ay sürecek. O biter bitmez
yöneliyorum.
11
• Akademik takvim bir rahatlasın, hemen başlıyorum.
Bu arada bu kompleksler sadece bizim ülkemize değil, birçok topluma ve
kültüre has.
Bunun tam tersi de geçerli. Mesela ben İngilizce konusunda çok sıkı ça-
lışan, çok başarılı biriyim, fakat aynı performansı ve başarıyı sporda gös-
teremiyorum. Spor konusunda içsel motivasyonumu bulabilmiş değilim.
Sürekli ‘şu spora başlayacağım’ deyip başlamıyorum. Hatta spor salonuna
kayıt yaptırıp gitmiyorum. O yüzden bir konuda çok disiplinli çalışan biri
başka bir konuda disiplinsiz olabiliyor. Bu sebeple İngilizceyi öğrenme ko-
nusu da ‘siyah ve beyaz’ değil.
12
3. İngilizcenin Bireysel ve Toplumsal Faydaları
İngilizcenin kişiye olan faydası aşikâr. Fakat bunun dışında çok daha ko-
lektif ve toplumsal faydalara da vesile olmakta İngilizce.
Örnek olarak:
• Ortak dili İngilizce olan uluslararası öğrenci organizasyonlarında ak-
tif rol aldığım için farklı onlarca ülkeden yüzlerce arkadaş edindim.
Bu tanıdıklarımla keyifli vakit geçirmek dışında, çok kaliteli, kendi-
ni inanılmaz geliştirmiş ve profesyonel alanda da çok başarılı olmuş
insanlar tanıdım. 30 yaşında 10 dili iyi derecede konuşabilen, Oxford
Üniversitesi’nde okumuş, en prestijli şirketlere giren ve bunun gibi
hiç tahayyül edemeyeceğim şeyleri başarmış insanları tanıma fırsa-
tım oldu. Daha da değerlisi onlarla hayat, gelecek hakkında, mutlu
olduğumuz, üzüldüğümüz şeyler hakkında, siyaset, din ile ilgili uzun
uzun konuşmalar yapıp vizyonumu genişlettim. Şimdi beni kaçırıp
dünyanın herhangi bir ülkesine götürseniz, uyandığımda muhteme-
len o ülkede ya bir arkadaş ya da bir arkadaşımın arkadaşını bulu-
rum. Ve inanın, bu kadar kaliteli insan tanımak dünyada ne para ile
ne başka şey ile ölçülebilir.
• İngilizce çalışmalarımı da içinde barındıran ‘Bosphorus Story House’
isimli bir eğitim firmam var. Bu eğitim firmam ile ilgili en büyük mo-
tivasyonum bu platformu dünyada çapında büyütüp, dünyanın dört
bir yanında ekibim ile eğitimler verebilmek. Her zaman şunu söylü-
yorum: 80 milyon ile mi yoksa 8 milyar ile mi çalışabilme potansiye-
line sahip olmak istersiniz? Bunu gerçekleştirmenin en önemli yolla-
rından birini tahmin ediyorsunuzdur: İngilizce.
13
• Bizim genelde sadece kendi ülkemizde olduğunu düşündüğümüz, fa-
kat hemen hemen dünyanın her ülkesinde olan bir problem var. Bize
dayatılan kaynaklar (televizyon, gazete vs...) genelde taraflı kaynaklar
(İnterneti tenzih ediyorum çünkü internet herkes için açık bir plat-
form). Sadece Türkçe bilen birinin okuyacağı gazeteler ya bir tarafın
görüşünü yansıtmakta ya da diğer tarafın görüşünü. Objektif olmaya
yakın maalesef hiçbir kaynak yok. İngilizce bilmenin en büyük avan-
tajlarından biri de benim için bu. Öğrendiğimiz şeylerle ilgili objektif
ve daha zengin kaynaklara ulaşabilme; farklı kaynaklardan farklı fi-
kirler edinip bunların hepsini toplayarak kendi süzgeçimizden geçir-
me fırsatı sağlamakta İngilizce. Bu sayede bize dayatılan şeylere körü
körüne inanıp statükonun istediği gibi yönlendirilen insan güruhları
olmanın yerine, kendi düşüncesini sosyal basklılara maruz kalmadan
edinebilen ve bunu ifade edebilen bireylere dönüşebiliyoruz. Bunun
dışında bir öğrenci bir akademik kaynağı kendi dilinde aradığında
o dilde 1 kaynak bulabilirken, İngilizcede aynı konu hakkında 1000
kaynak bulunabiliyor. Bunun en büyük sebebi de kaynakların çoğu-
nun İngilizce dilinde yazılması. Bu ve bunun gibi birçok kişisel fayda
sunmakta İngilizce...
Bu iki yönlü bir yol tabii. Başka kültürleri tanımak kendi kültürünü daha
iyi anlamak için ne kadar önemli ise, kendi kültürünü daha iyi tanımak da
başka kültürleri anlamak için o kadar önemlidir.
Dünya Vatandaşlığı
Bir önceki nokta ile çok uzak olmayan bu fayda, bir insanın İngilizce öğ-
rendiğinde ve bunu akıcı kullanabildiğinde sadece kendi çevresinde değil,
tüm dünyada yapabileceklerinden bahsediyor.
Örnek olarak, ben hep şöyle düşünürüm. Kendi ülkemde çalışmak, para
kazanmak ve bu ülkeye katkı sağlamak tabii ki güzel bir şey. Fakat 8 milyar
insan ile çalışabilmek varken neden kendimi 80 milyon ile kısıtlayayım?
Neden bir hafta Paris’te, bir hafta New York’ta, bir hafta İstanbul’da ve di-
ğer hafta Bangkok’ta eğitim verebilecekken, bir ayın 4 haftası da sadece
İstanbul’da vereyim?
Neden bir Türk’e eğitimlerimde katkı sağladığım gibi, bir Yunan, bir Al-
man veya bir Çinliye de katkı sağlamayayım?
Benim için ülkemi ve komünitemi en iyi şekilde temsil etmek, işimi en iyi
şekilde yapıp olabildiğince insana ulaşmak ve elimden geldiğince hayata
dokunmaktır.
Çünkü başarıyı kovalamak yerine işinizi hep daha iyi yapmaya çalışırsa-
nız, o zaman başarı da gelir.
İşimi hep daha iyi yapıp, bunu tüm dünyada yapınca, işte o zaman tam an-
lamıyla doğduğum toprakları temsil ettiğimi hissediyorum.
Dışarıya açık toplumlar, diğer ülkelerle iyi diyalog içinde olduğundan do-
layı muasır medeniyetler seviyesine daha çabuk ulaşmışlardır.
16
Dünyanın en modern ve medeni toplumlarını sayın desem muhtemelen
az çok aynı ülkeleri sayarsınız. Almanya, Hollanda, İskandinav ülkeleri
(Finlandiya, Norveç, Danimarka, İsveç) ve Asya kıtasında Singapur, Ja-
ponya gibi ülkeler genelde en yaşanılabilir ülkeler sıralamasında ve eko-
nomi, eğitim, ticaret ve benzeri birçok klasmanda hep en üst sıradadırlar.
Bir de diğer tarafa bakalım. Kuzey Kore, Çin, birçok Arap ülkesi, Güney
Amerika ülkelerinin birkaçı, Afrika ülkelerinin çoğunluğu gibi örneklere
baktığımızda bu ülkelerin genelde hep en alt listelerde olduğunu görürsü-
nüz. Ve bu ülkelerin de dışa çok kapalı olması bir tesadüf değildir. Bu ül-
kelerdeki İngilizce bilme oranlarına baktığınızda korkunç derecede düşük
olduğunu görebilirsiniz.
Peki neden hem kişisel hem de toplumsal faydası bu kadar aşikâr olan bir
şeyi hepimiz öğrenmiyoruz? Özellikle günümüz fırsatları, kaynakları ve
teknolojisi ile İngilizceyi öğrenmek her zamankinden daha kolay iken bizi
durduran nedir?
Bu arada tekrar ediyorum, bir insan her konuda ya çok etkili çalışır ya da
hiçbir konuda çalışamaz diye bir şey yok. Örnek olarak ben İngilizce ko-
nusunda ya da genel olarak işim konusunda çok disiplinli ve efektif çalışı-
yor iken, çok istediğim sporu (dolaylı yoldan sağlıklı yaşamı) ve dansı bir
şekilde hayatıma entegre edemedim. O yüzden şu an İngilizce konusun-
17
da disiplinli bir çalışma halinde değilseniz kendinizi suçlayıp ‘zaten hiçbir
zaman çalışamam’ psikolojisine girmeyin. Bu anlatacağım; yüzlerce sayfa-
ya sığmayacak bir konunun çok ufak bir özeti olacaktır.
İnsan beyninin çok kompleks bir organ olduğunu hepimiz biliyoruz. Sa-
dece bilinç seviyesinde, yani bizim farkında olduğumuz düşünceler, ina-
nışlar ve davranışların dışında, ‘buzdağının görünmeyen kısmı’ metafo-
runa çok uyan, kocaman bir bilinçaltımız var. Şu anki hayatımızın büyük
bir kısmı genelde bebeklik ve çocukluk döneminde gördüklerimiz, yaşa-
dıklarımız, tecrübe ettiklerimiz ve bunları konumlandırma şeklimize göre
şekilleniyor.
Bizde de insanlar, hem bireysel olarak hem Türk toplumu olarak, bilinçal-
tı seviyesinde İngilizceye karşı oldukça büyük bir korku ve kompleks bes-
lemekte.
‘Evren hareketi alkışlar’ sözü benim çok dikkate aldığım bir sözdür. İngi-
lizceniz hiçbir zaman mükemmel olmayacaktır, olmak zorunda da değil-
dir. Çünkü mükemmel yoktur.
Ama olabildiğince iyi bir seviyeye getirmenin tek bir yolu vardır. O da
pratik yapmaktır. Pratik yapmanın yolu da hata yapmaktan korkmadan
İngilizceyi çalışmak, konuşmak ve deneyimlemektir.
İngilizce denildiği gibi; ‘Better done than perfect’ (Yapmak, mükemmel so-
nuçtan daha önemlidir).
19
Kendimizi kendi dilimizde bile ifade edemememiz
Fransızca dersi aldığımda hoca şunu demişti: “Bana bir öğrenci getirdi-
ler. Dediler ki, ‘Bu çocuğun kendisini Fransızca dilinde ifade etmesini is-
tiyoruz.’ Birkaç hafta çalıştık ve çocuk bir türlü Fransızca konuşamıyordu.
Sonra karşıma aldım ve Türkçe sohbet etmeye başladım. Baktım ki çocuk
daha kendisini Türkçe ifade edemiyor. Problemi kökünden çözmeye karar
verdim ve Fransızca öğretmeden önce çocuğun kendini ilk başta kendi di-
linde ifade etmesini sağladım.”
Türk milleti olarak kendini kolay ifade edemeyen bir milletiz. Duyguları-
mızı açık açık söyleyemeyiz, ‘Seni seviyorum’, ‘Özür dilerim’, ‘Teşekkürler’
demek zor gelir bize. Sevgilimizin yaptığı bir şeye kızdığımızda bunu yapı-
cı bir şekilde ona anlatmak yerine, gün boyu suratımız asık dolanıp en ufak
bahanede patlarız. Ya da iş yerinde patronumuzun bize söylediği ters bir
söze karşı tepki vermek yerine eve gittiğimizde eşimize ya da çocuğumu-
za kükreriz. Daha da ekstrem bir örnek olarak arkadaki araba bize korna
çaldı diye arabamızdan inip arabadaki adamı kurşun yağmuruna tutarız.
Artık bir dili öğrenmek çok kolay. Tekniği, nasıl yapılacağı, pratiklerine
dair binlerce kaynak var. Fakat kendini ifade etmeyi öğrenmek hem ço-
cuklukta hem de yetişkinlikte sürekli geliştirilmesi gereken bir yetenek.
20
Beş sene önceki kendime ve şimdiki halime bakınca aradaki farka şaşırı-
yorum. Özellikle kendimi ifade etmekte zorlandığım için, sevdiklerime
karşı kendimi farklı yollarda ifade etmeye çalışıyordum. Bu da beni ken-
dimi sözlü ifade etmekten alıkoyuyordu.
Süreçte bol bol kitap okuyarak, kendini ifade eden insanlar ile vakit ge-
çirerek, bu alanda kendimi geliştirerek kendimi daha rahat ifade edebi-
len birine dönüştüm. Ve inanın bu genel olarak hayatımda fayda sağla-
ması dışında, kendimi başka dillerde de ifade etmem konusunda inanıl-
maz faydalı oldu.
21
4. İngilizce ile İlgili Türkiye’de Neler Yapılıyor?
İnsanların kafasına yerleşmiş ‘İngilizce sadece yabancı bir ülkede öğreni-
lebilir’ algısının ne kadar gerçekten uzak olduğunu, isteyen birinin elinde-
ki her araç ile iyi bir seviyeye gelebileceğini, en önemlisi insanın gösterdi-
ği özveri ve sürdürülebilirliğin faydalarından bahsedeceğiz.
Couchsurfing
Couchsurfing dünyanın en büyük paylaşım ve misafir etme platformla-
rından biridir. 20 milyondan fazla kullanıcısı olan bu internet sitesinin
asıl amacı gezen insanların gittikleri ülkelerde/şehirlerde kendi mantalite-
sine yakın (genelde misafir olanlar da, misafir edenler de seyahati seven,
uyumlu, farklı kültürleri tanımak isteyen karakterlerdir) kişilerin evlerin-
de ücretsiz kalmasına vesile olmaktır. Misafir edecek kişiler yaşadıkları şe-
hirlerin gruplarında “İsteyen kişiler bende kalabilir” diye yazarak, misafir
olacak kişiler tarafından iletişime geçilirler. Şartlar ve kafalar uyduğu tak-
dirde o kişi diğer kişinin evinde kalır. Bunu salt bir otel hizmeti tarzı dü-
şünmeyin. Kişiler birbirlerinin evinde ücretsiz kalırlar ve bundan herhan-
gi bir maddi beklentileri yoktur (site kimseye bir komisyon ödemez). Bu-
radaki amaç farklı kültürdekilerin bir araya gelip birbirlerini tanımaları,
23
sohbet etmeleri ve yeni arkadaşlıkların şekillenmesidir.
Internations
‘Expatriate’ diye tabir edilen, farklı bir ülkede çalışan ve yaşayan kişiler
için kurulmuş olan Internations, bu insanların farklı aktiviteler organize
edebileceği ve bir araya gelebileceği güzel bir platform.
Dil Kursları
İngilizce dil kursları zaten ülkemizde ziyadesiyle popüler. Geçen haf-
ta Ankara’ya bir iş seyahatine gittiğimde bir binada tüm katların farklı
dil kurslarının tabelaları ile dolu olduğunu gördüm. Birçok insanın ka-
yıt olduğu, para verdiği ve maalesef çoğu zaman verim alamadıkları bu dil
kursları konusunda farklı düşüncelerim var.
Fakat en kaliteli dil kursuna ve hocaya gitseniz bile, ne kadar para verirse-
niz verin, dersin dışında siz İngilizceyi bir şekilde çalışmaz ve hayatınıza
entegre etmezseniz, paranızı çöpe atmış olursunuz. Buna en yakın örnek-
lerden biri birçok insanın senelik üyelik yaptığı, fakat birkaç hafta sonra
yüzüne bile bakmadığı spor salonu üyelikleridir.
25
İngilizceyi çocukluğumdan beri sıkı bir çalışma ve motivasyon ile geliş-
tirdiğim için bir dil kursuna hiç ihtiyacım olmadı. Fakat sonradan öğren-
diğim Fransızca ve Almancada dil kurslarının faydalı olduğunu söyleye-
bilirim.
Uzun lafın kısası dil kursuna gideceğinize kendiniz çalışarak da dili öğre-
nebilirsiniz. Fakat dil kursları temel prensipleri öğrenmeniz ve konu hak-
kında motivasyon sağlamanız adına faydalı olacaktır. Ama dediğim gibi,
gitmeden önce ne olur araştırmanızı iyi yapın.
27
5. İngilizce ile İlgili Biz Neler Yapıyoruz?
Bir önceki bölümde Türkiye’de İngilizce alanında neler yapıldığı ile ilgili
kısa bilgiler verdik. Bu bahsettiğimiz organizasyonlar ve oluşumların ço-
ğuna biz de bir şekilde dâhil olsak da, bunların hiçbiri bizim kurduğumuz
oluşumlar değil.
Daha önce sık sık belirttiğim gibi, İngilizce birçok unsuru ile bir insa-
nın hem kişisel hem de profesyonel hayatına inanılmaz katkılar sunan bir
araç. Hemen hemen herkesin aşikâr olduğu bu durumu biz de birinci el-
den tecrübe ettiğimiz için buradaki en önemli amacımız, olabildiğince ki-
şinin hayatına dokunabilmek.
Etkinlikler
Eğitimlerimizi olabildiğince sıradanlıktan, rutinden ve konvansiyonellik-
ten uzak tutmaya çalışıyoruz. Eğitimlerimizin yanı sıra gerçekleştirdiği-
miz etkinlikler ile de katılımcılara hem unutmayacakları tecrübeler yaşat-
mayı hem de bu süreçte öğrenimlerine katkıda bulunmayı hedefliyoruz.
Bu etkinliklerimizden bazıları:
Karanlıkta Speaking
Yeni bir konsept olan ‘Karanlıkta Speaking’ etkinliğimiz İstanbul Levent’te
bulunan ‘Karanlıkta Yemek’ isimli mekânda gerçekleştirdiğimiz, zifiri ka-
ranlıkta speaking aktiviteleri yaptırdığımız bir etkinliktir.
E – Learning
‘Bosphorus Story House’ ile yürüttüğümüz eğitim çalışmalarında en sık
kullandığımız sloganımız, “Eğitimi herkese erişilebilir hale getirmek”tir.
Bir odada eğitim verilecek insan sayısı kısıtlı olduğundan, bu sloganın al-
tını doldurmak adına e-learning, yani uzaktan ya da internet üzerinden
öğrenmeye de ağırlık vermeye başladık.
Birebir Çalışmalar
Son olarak da birebir çalışmalarımızdan bahsedeceğim. ‘Özel ders’ olarak
da adlandırılan bu çalışmaların en büyük faydası, kişinin temelini sağ-
lam kurdurup, İngilizce konusunda motivasyonunun içsel motivasyona
dönüşme sürecinde fayda sağlamak oluyor.
Birebir derslerin faydası aşikâr olsa da, bir kişi öğrenmeyi alışkanlık hali-
ne getirmediği sürece ilerleme kaydetmesi mümkün olmuyor. Bu sebep-
le hem bireysel çalışmalarda bulunan hem de günlük hayatına İngilizce-
yi entegre eden öğrencilerim inanılmaz sağlam, hızlı ve kaliteli bir şekilde
bu alanda kendilerini geliştiriyor.
Birçok defa İngilizce (ya da herhangi bir şeyi) öğrenirken en önemli şeyin
‘Neden’ olduğunu tekrarladık. Bu ‘Neden’den kastımız İngilizceyi öğren-
mek için güçlü bir motivasyon faktörü.
Ama hiçbir zaman ‘nasıl’ kısmı önemsiz demedik. Sadece artık ‘nasıl’a ula-
şım, özellikle günümüz dünyasında inanılmaz kolay olduğu için, güçlü bir
‘neden’ ile ‘nasıl’a ulaşımın çok daha rahat olacağını söylüyoruz.
33
Bu bahsettiğim araçlar 20 küsur sene önce benim gibi birçok kişi tarafın-
dan kullanılan araçlardı. Tahmin ettiğiniz ve gördüğünüz gibi, artık önü-
müzde binlerce, birbirinden farklı, kaliteli ve enteresan öğrenim opsiyon-
ları var.
Bu opsiyonları tek tek saymak muhtemelen çok kalın bir kitap gerektire-
ceği için, ben organizasyonlar kısmında yaptığım gibi, benim tecrübe et-
tiğim, başkalarına faydası dokunabilecek ve güvendiğim araçlardan bah-
seceğim.
Bu araçlardan bazıları:
Memrise
İngilizceyi görsel ve duyusal hafızaya yönelik, ezberden çok ‘learn by he-
art’ (içselleştirerek öğrenme) tarzıyla öğreten site.
34
Rosetta Stone
‘Yeni bir dili ilk dilinizmiş gibi öğrenin’ sloganını kullanan Rosetta Stone,
bilgisayarınıza ya da telefonunuza indirebildiğiniz bir İngilizce öğrenme
yazılımıdır. Konvansiyonel öğrenmenin dışına çıkıp görsel ve işitsel öğe-
ler ile bir bebeğin öğrendiği gibi dil öğrenmenizi sağlar.
Duolingo
En popüler dil öğrenme uygulamalarından biri olan Duolingo İngilizce
dışında birçok dili adım adım, egzersizler ile, interaktif bir şekilde öğretip,
öğrendiklerinizin üstüne çalışmanız ve unutmamanız için size sık sık tek-
rar yaptıran bir uygulama.
Bol bol örneklemeler ile tense’lerden (zaman kalıbı), modal verb’lere (yar-
dımcı fiil), popüler kültür konularından şarkılara kadar birçok alanda eğ-
lenceli anlatımlar yapan hocaların bulunduğu engvid.com, hayatınızda
bulduğunuz en eğlenceli e-okul olabilir.
Cambly
‘Ben İngilizce pratiği nerede yapacağım’ derdine en büyük derman olan
uygulamalardan biri olan Cambly, bünyesinde bulundurduğu ‘native spe-
aker’ hocalarla aylık çok cüzi fiyatlar karşılığında sohbet etmenizi sağlıyor.
Voscreen
Saydığım kaynaklar arasında tek Türkiye menşeli olan bu site, eğlence-
li yönden İngilizce pratiği yapmanızı ve bunu pekiştirmenizi sağlamakta.
36
Popüler kültürden filmler, diziler, televizyon programları gibi birçok bize
âşina kaynağın onar saniyelik kısımlarını kullanıcıya izletip, o kısımda
söylenen replikleri iki şık arasından kullanıcının seçmesini istiyor. Kul-
lanıcı doğru şıkları seçtikçe puanı artıyor ve ileriki seviyelere gelebiliyor.
Oyunlaştırmayı öğrenme ile birleştiren ve bunu yaparken zaten âşina ol-
duğumuz popüler kültürden kesitleri önümüze koyan, üstüne üstlük de
Türkiye yapımı olan bu siteye mutlaka bakmanızı öneririm.
37
7. Başarı Döngüsü,
Altın Daire ve İhtiyaçlar Listesi
Salt amacı İngilizce öğretmek olmasa da, içinde İngilizce konuşulan, ulus-
lararası insanların bulunduğu ve dolaylı yoldan İngilizcenizi geliştirmeni-
zi sağlayacak topluluklardan söz edeceğiz.
• Simon Sinek – Altın Daire
• Tony Robbins – Başarı Döngüsü
• Tony Robbins – İhtiyaçlar Listesi
Kitabın başından beri sık sık tekrarladığımız birçok öğe gördünüz. Bun-
ları bu kadar sık tekrarlamamızın sebebi, bu öğelerin önemine ve faydası-
na çok inanmamız.
39
yapmış, birçok büyük uluslararası şirket ile çalışmış, Amerikan Ordusu
gibi güçlü enstitülere koçluk yapmış ve son iki dönem Amerikan Başkan-
ları ile birlikte projeler geliştirmiş biri.
Simon Sinek diyor ki, “Neden’ ile başlayan bir insanın düzenli ve kararlı
çalışma ile birlikte başaramayacağı bir şey yoktur. Tabii ki yolda ufak ba-
şarısızlıklar, hayal kırıklıkları ve beklenmedik sürprizler olacaktır. Zaten
“Neden” ile başlamanın sebebi de budur. Nedeniniz kuvvetli olduğunda
40
karşınıza ne çıkarsa çıksın siz hiçbir zaman pes etmezsiniz ve sonuca ula-
şırsınız.
Nedeninizi bulduğunuz zaman inanın “Nasıl” ve “Ne” kısmı çok kolay çö-
zülür.
Potansiyel: “Her bir insanın potansiyeli nedir?” diye başlıyor Tony Rob-
bins. Seyircilerin bir kısmı ile birlikte hep bir ağızdan “Sonsuz” diyorlar.
Tabii ki hepimizin zekâsı, yetenekleri, duygusal yetileri, fiziksel özellikleri
farklı. Fakat bir gerçek var ki, hepimizin potansiyeli sınırsız. Her insanın
sonsuz sayıda başarıya ulaşma, bir konuyu sonsuza kadar öğrenip kendini
geliştirme ve hep daha iyisini yapma potansiyeli var.
41
Sonuç: Eforuna göre somut sonuçlar almaya başlarsın. Daha sistemli, dü-
zenli ve etkili efor koyarsan daha fazla sonuç alırsın, daha az koyarsan
daha az sonuç alırsın, hiç koymazsan hiç almazsın.
İngilizce öğrenmek isteyen birini ele alalım. Herhangi bir öğrenme zor-
luğu olmayan, üniversite mezunu biri “Ben İngilizce öğreneceğim” diyor
kendi kendine. Etrafa sormaya ve araştırma yapmaya başlıyor.
Her gün 30 dakikasını buna ayırmaya başlıyor. Bir gün 30 dakika İngiliz-
ce altyazılı dizi izliyor, diğer gün bir kitap okuyor, diğer gün gramer çalışı-
yor, bir başka gün yabancı biri ile sohbet ediyor.
Potansiyelinin daha çok ortaya çıkması ile eforu artıyor. Günde bir saat bir
42
şekilde İngilizceyi hayatına dâhil ediyor. Bir gün ‘Game of Thrones’u İn-
gilizce altyazılı izliyor, diğer gün İngilizce bir kitaptan 30 sayfa okuyor, bir
diğer gün Duolingo’dan egzersiz yapıyor. Artık İngilizce çalışmak onun
için diş fırçalamak gibi bir rutin oluyor.
Maalesef durumu fark edip (başkasının ne dediği güçlü bir etken olamı-
yor, bu farkındalığı kendisinin yaşaması gerekiyor) başarı döngüsüne gi-
rene kadar bu negatif döngüde takılıp kalıyor. Bazen bir yıl, bazen beş yıl,
bazen yirmi yıl, bazen de ömür boyu.
Bu teori özet olarak insanların yaptığı her şeyi altı ihtiyaç kategorisine bö-
lerek, bunların dört fiziksel ve iki ruhsal ihtiyaç olduğunu söyler. Genel
olarak insanların yaptıklarının fiziksel ihtiyaçlara yönelik olduğunu, fakat
ruhsal ihtiyaçları göz önünde bulundurarak yaptıkları çalışmaların kendi-
lerine ve çevrelerine çok daha fazla faydalı olacağını savunur.
İlk başta İngilizce dâhil birçok şeyi ‘önemli hissetme’ duygusu ile yaparken
bunun altı delik bir kova gibi, hiçbir zaman doldurulamayan, anlık gideri-
lebilen bir ihtiyaç olduğunu fark ettim. İngilizceyi bilmenin ‘altın bilezik’
olma potansiyeli, beni farklı bir insana dönüştürmesi ya da beni değerli
bir insan yapma olasılığı daha genç yaşlarda heyecan verici olsa da, süreç-
te bunların asıl önemli şeyler olmadığını, çünkü bunların kalıcı olmayabi-
leceğini fark ettim. Özellikle son senelerde İngilizce öğrenimi ve öğretimi
dâhil yaptığım her şeyde hep kendimin daha iyi bir versiyonunu yaratmak
(İngilizceyi ne kadar iyi bilirsem bileyim, hep daha iyi bilebileceğimi bi-
lerek) ve bu bilgim ile çevreme katkıda bulunmayı (dersler, videolar, pay-
laşımlar vs.) öncelik alarak yapmaya çalıştım. Bunları tabii ki her zaman
ruhsal ihtiyaçlar ile yapmıyorum, bir insan olarak fiziksel ihtiyaçlarımın
öne geçmesi mümkün olmakta. Fakat bunu her defasında yapmaya başla-
dığımı fark ederek benim İngilizceyi ‘neden’ ve hangi ihtiyaçlarıma yöne-
lik öğrenmek istediğimi sorgulayıp, kendimi istediği raya geri sokuyorum.
Özet olarak ‘neden’inizin kuvvetli olması gibi, İngilizceyi (ve başka her
şeyi) öğrenirken hangi ihtiyaçlar ile yaptığınızı gözden geçirmeniz ve ge-
rekirse değiştirmeniz sizin için faydalı olacaktır.
47
8. Alışkanlıkların Önemi - İngilizceyi Bir
Alışkanlık Haline Getirmek
Herhangi bir konuda kendinizi geliştirmenin yolu olan pratik yapmanın,
bunu çalıştığınız konuda günlük bir alışkanlık haline getirmenin yolla-
rı neler?
Yeni bir şeyi öğrenmeye başladığımızda beyin önce bir bakar. Bakar ki bu
öğrenmeye başladığımız şeyi sürekli devam ettirecek miyiz, yoksa birkaç
gün bakıp ilgilenmeyecek miyiz?
Eğer uzun vadede ilgilenmeyeceksek beyin bununla ilgili hiçbir şey yap-
maz, biz de bunu kısa bir süre içinde unutup gideriz (Örnek: Ezberci sı-
nav sistemi).
49
Fakat, eğer biz bunu öğrenmekle her gün uğraşacaksak, tıpkı yeni keşfedi-
len bir köy ile şehir merkezinin arasındaki yolu yapmak gibi, beyin de bu
bilgi ile ilgili bir nöron bağlantısı oluşturmaya başlar (Bir şeyin alışkan-
lık haline gelmesi için 20 ile 40 gün gerekir lafı da buradan gelir). Biz öğ-
rendiğimiz yeni şeyi sürdürdükçe beyin altyapı çalışmalarına devam eder.
Bir süre sonra merkezle kurulan bu bağlantı bilginin beyinde dolanması-
nı ve gereken yerlere iletilip kullanılmasını sağlar. İlk başlarda ince ve za-
yıf olan bu nöron bağı, pratik ve çalışma ile gitgide kalınlaşır ve bilgi akta-
rımı hızlanır ve kuvvetlenir. Hatta bir süre sonra, tıpkı bir elektrik akımı-
nı artırmak için kullanılan transformatörler gibi nöronların etrafında bir
sargı oluşur ve bu bilgi akışını daha da hızlandırır. Bu nöronların gelişimi-
nin süreci sonsuza kadar dayanır ve bir bitiş noktası yoktur.
Aynı şeyi her şeye, bu sebeple İngilizce için de uyarlayabiliriz. İngilizce öğ-
renirken beynimiz ‘İngilizce’ isimli bir köşe açıyor ve altyapı çalışmalarına
başlıyor. Biz çalıştıkça ve çalışmalarımızı sürdürdükçe altyapı çalışmaları
devam ediyor ve geliştiriliyor. Bir süre sonra beynimizdeki ‘İngilizce’ nö-
ronları o kadar kuvvetleniyor ki, ilk başta ince bağlantılar ile tek tek konu-
şabilirken, bir süre sonra inanılmaz bir akıcılıkta konuşabiliyoruz.
51
9- Fransızca ve Almancayı Nasıl Öğrendim?
İngilizceyi çocukluğumdan itibaren öğrenmeye başladığım için birçok in-
sanda şu algı oluşabiliyor: “Ya adam zaten çocukken öğrenmiş. Ben bu
yaşta nasıl öğreneyim?”
Evet, kendi çabamla da olsa İngilizcenin önemini erken yaşta fark etmem
bana çok avantaj sağlamıştı. Fakat bir dil her yaşta öğrenilebilir. Belki be-
nim ya da kendini çok geliştirmiş birinin seviyesinde olması zor olabilir,
ama çok iyi seviyelere çok geç yaşlarda gelen arkadaşlarım oldu.
İlk olarak ortaokuldan beri derslerini aldığım, fakat “Wie gehts / Ich bin
15 jahre alt / Wie heist du?” kalıplarından fazlasını öğrenemediğim Al-
mancayı öğrenmeye başladım. Hem ortaokulda hem lisede hem de üni-
versitede haftada iki ya da dört saat aldığım bu dili senelerdir görüyor-
dum, fakat dille ilgili hâlâ hiçbir fikrim yoktu. 2006 yazında bir ayda Al-
mancam inanılmaz derecede değişti.
53
20 yaşında üniversite 2. sınıfın sonunda üniversiteden aldığım gri pasa-
portumla Hamburg - Almanya’ya uzaktan akrabam olan Aşkın’ın yanı-
na gitmeye karar verdim. Arayıp böyle bir planım olduğunu ve beni bir
ay boyunca misafir etmek isterler mi diye sorduğumda sağ olsun kırmadı
ve beni kabul etti. Ben de en ucuz havayolu ile (Sanırım Germanwings’di)
biletimi alıp, gri pasaportumla vizesiz Almanya’ya gittim. Biraz ailemden
destek, biraz da biriktirdiğim para ile Hamburg’da bir kursa yazıldım (Sa-
nırım bir aylığına 400 Euro vermiştim. Tabii o zaman Euro 2 liradan azdı.)
Orada her gün 5 saat boyunca bir Alman hocadan Almanca dersleri al-
maya başladım. Hocanın Alman olmasının dışında anlatımı çok eğlen-
celi, bilgilendirici ve interaktifti. Sınıfta da her ülkeden yaklaşık 10 civa-
rı insan vardı. Derslerin dışında da aralarda elimizden geldiğince Alman-
ca konuşuyorduk.
Kurs 09:00’dan 13:00’a kadar sürdüğü için sonrası için oldukça vaktim
oluyordu. Şu anki kafa yapım olsaydı o vakti bol bol kitap okuyarak, sos-
yal aktivitelere katılarak, müzeler ve benzeri yerlerde vakit geçirerek, en
önemlisi de ülkenin kültürünü özümseyerek geçirirdim. Fakat o yaştaki
toylukla biraz boş geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Ama yine de, Aşkın’ın eşi-
nin Alman olması ve çocuğunun da Türkçe bilmemesi vesilesi ile evde sü-
rekli Almanca konuşulması çok faydalı oldu.
Bununla ilgili iki tane hiç unutmayacağım hikâyem var. Birincisi, Aşkın’ın
oğlu Tarık’ın bir öğlen okuldan geldikten sonra bahçede arkadaşları ile
futbol oynarken eve girip bana Almanca bir şeyler söylemesi idi. ‘Über-
raschung’ kelimesini sık sık tekrarlayıp benden bir şey istiyordu. Ben ke-
limeyi bilmediğim için anlamak adına sözlüğe baktım. Kelimenin anlamı
‘sürpriz’di, fakat hâlâ ne istediğini anlamamıştım. Sonunda benim anla-
mamı beklemekten sıkılıp, buzdolabına gidip bir tane Kinder sürpriz yu-
murta alıp maça geri döndü.
İkinci hikâye de, öğleden sonra Aşkın’ın karısı Bianca’nın arkadaşları ile
bahçede sohbetlerini anlamadığım için ilk başta bana ucubeymişim gibi
bakmalarıydı. Herhangi bir iletişim kuramamak, daha doğrusu kurmaya
54
çalışmamak beni de kötü hissettiriyordu. Ayın sonunda Almancam ile il-
gili daha rahat ve daha güvenli hissettiğimde kendimi onlarla sohbet eder-
ken, hatta dedikodu yaparken bulabiliyordum. İletişimi kuvvetlendirme-
ye başladıkça da bana “Ne güzel gözlerin var” ya da “Genç olsam kesin
seni alırdım” gibi iltifatlar etmeye başlamışlardı.
Akabinde Brüksel’de bir kursa gitsem de, üstüne hiç efor koymadığımdan
ötürü gittiğim için yaşadığım vicdan rahatlaması dışında bir fayda gör-
müyordum. Hayatımı böyle devam ettirirken Belçika’da 3. seneme giriyor-
55
dum ve çok istediğim bir yüksek lisans programına başvuracaktım. Oku-
lun birçok kriterinden biri de şuydu: İngilizce dışında Fransızca bilgisi de
gerekmektedir.
Ben buna rağmen başvurumu yaptım. 500 başvurudan ilk 80’e girip
İstanbul’daki mülakata davet edildim. Bu mülakata giderken zahmet edip
de hiç çalışmadım Fransızca. En azından kulaktan dolma konuşsaydım,
değil mi?
Buna rağmen yedek listeye girmiştim. Hatta asıl listeden bir öğrenci son
dakika iptal ettiği için yazın Fransızcamı geliştirdim mi diye son bir kez
daha mülakat yaptılar benimle. Fakat hiçbir gelişim göstermediğimi gö-
rünce beni almaktansa o yeri boş bıraktılar.
Bu süreçte Fransızcamı nispeten iyi bir seviyeye getirsem de, yine orada
herkesin akıcı konuştuğu bir dilde esprileri, hikâyeleri ya da söylenenleri
anlamamanın ne kadar acı verici olduğunu tecrübe ettim.
Bu iki dili öğrenmem benim bir yetişkinin dil öğrenme süreçlerini tecrü-
be etmeme vesile oldu. Bu seviye de benim yetişkin yaşta İngilizce öğre-
nen kişileri daha iyi anlamamı ve bana bu sürecin çocuk yaşta dil öğren-
mekten birçok anlamda daha farklı olduğunu gösterdi.
57
10- İngilizce Öğrenen Kişilerin Hikâyeleri
Bu kısımda sizlerle başkalarının dil öğrenme hikâyelerini paylaşmak isti-
yorum. Burada 10’dan fazla çok değerli arkadaşım kendi İngilizce öğren-
me/öğrenememe/unutma/hatırlama süreçlerini sizler ile paylaşıyor. Bura-
da hem yalnızca kendi hikâyemi paylaşmamak için (belki benim hikâyem
ile özdeşleştiremeyeceksiniz fakat bu hikâyelerden biriyle özdeşleştirecek-
siniz) hem de öğrenimde belli başlı temeller olmasına rağmen süreçle-
rin durumlara ve kişilere göre nasıl farklılıklar gösterebileceğini gerçek
hikâyeler ile görmenizi istedim.
Bu ve bunun gibi birçok ilham verici hikâyeye birebir tanık olma fırsatım
oldu. Tüm bu hikâyeler kendim için İngilizce ve diğer öğrendiğim/öğren-
mekte olduğum dilleri nasıl daha iyi geliştirebileceğime dair ilham veri-
ci oldu.
60
Hikâyeler
Hakan Usta
Merhaba,
Eşimin teşvik ve destekleri ile yaklaşık dokuz ay kadar önce İngilizce öğ-
renmeye ve günlük konuşma kısmını halledebileceğime karar verdim.
Desteğini esirgemeyen eşime buradan teşekkürlerimi iletiyorum. Bu yol-
culuğun uzun ve meşakkatli olacağını biliyordum. Bazen bıkkınlık veri-
yor, bazen bir arpa boyu yol alamayacağım hissine kapılıyorum fakat bu
negatif durumları pozitife dönüştürmenin en iyi yolunun bu aşamaları ge-
çiren kişilerin engin bilgi, birikim ve tecrübelerinden faydalanmak oldu-
ğunu düşünüyorum. Bu konudaki uzmanların paylaştıkları yazıları oku-
dum ve videolarını izledim, hatta canlı programlarını takip ettim. Gerçek-
ten etkili oldu.
Diğer bir zorluk ise bir Türk klasiği olan; “Anlıyorum ama konuşamıyo-
rum” mevzusu idi. Ben bu aşamaya geldiğimde basit kurulan ve içerisinde
sık kullanılan kelimeler olan cümlelerde anlama zorluğu çekmiyordum,
ancak iş konuşmaya geldiğinde beni bir terleme, heyecan ve korku sarı-
yordu. Bu sorunumu nasıl çözeceğimi yine tavsiye okuma/dinlemelerin-
de öğrendim. Kendi imkânlarımı zorlayarak ve biraz da şansın yardımı
ile evimin yakınında oturan ve özel bir kursta öğretmenlik yapan yaban-
cı hoca ile tanışarak haftada üç saat konuşma ve etkinlik derslerine başla-
dım. Sorunum eskiye oranla daha da azalsa da henüz eğitimin başında ol-
mam sebebi ile konuşma işini tam olarak çözemedim. Fakat eğitimlerime
devam ediyordum.
Şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki; İngilizce dilinin kendine has yapısı-
nı sorgulamadan, bazı konularda mantık aramadan, konuşma kalıpları ve
kelimeler nerede kullanılıyorsa bunları doğru bir şekilde öğrenerek uy-
64
guladığında ve her dilde olduğu gibi bu dilde de esas olan dinleme, ko-
nuşma, okuma ve yazma becerilerini edinerek başarılı olacağıma inanı-
yorum. Henüz yolun çok başındayım ve başlamak başarmanın yarısıdır.
Ben başladım!
65
Sema Taştan Çelepçi
Yabancı dil ağırlıklı liseye puanımın yetmesiyle başladı benim İngilizce
maceram... Hemen karşımızdaki düz liseden farkımız neredeyse baba-
mın bir aylık maaşını okula bağışlayarak aldığımız televizyon ve kaset-
çalar oldu. Bir sene hazırlık ve yoğun geçen üç senenin ardından elim-
de İngilizceye dair ne kadar birikim vardı, tartışılır. Ne de olsa Türk öğ-
retmenlerin ellerinden geldiğince anlatmaya çalıştığı Oxford kitaplarıyla
eğitim alıyorduk. Bazı arkadaşlarım otellerde yazın animasyonluk yapa-
rak, kimi yurt dışına gidip destek alarak İngilizcelerini geliştirmiş olsa da,
ben yazın Ankara’nın sıcağında yabancı dilin pek de önemini kavrayama-
dan yıllarımı geçirmiştim. Eh üstüne de üniversitede İngilizceyle hiç ala-
kası olmayan bir bölümde okuyunca mezun olduğumda neredeyse “My
name is Sema” dışında pek bir şey kaldığını söyleyemeyeceğim. Okudu-
ğum lisenin değerini fark etmeyip, üstüne bir şey ekleyememenin ceza-
sını üniversite son sınıfta çekmeye başladım. Ne de olsa mezun olacak-
tım ve İngilizce, çalışmak istediğim her kurumda karşıma çıkan ilk şey ol-
maya başlamıştı. Kafamı ne kadar duvarlara vursam boş deyip “ne yapa-
bilirim” kısmına geçtim. Eskişehir’deki vasat bir İngilizce kursunda de-
belendikten sonra bunun böyle olmayacağına karar verdim. İngilizce öğ-
renmenin yolu yurt dışından geçiyordu. Hemen araştırmalara başladım...
Kendi imkânlarımla nasıl gidebilirim sorusuyla boğuşurken Amerika ve
Avustralya’nın benim için masraflı, Malta’nın ise aksanının kötü olduğu
gerçeğiyle yüzleşerek İngiltere’de karar kıldım...
Bol salya sümüklü bir vedalaşmadan sonra uçağa bindiğimde ise bir ezik-
lik hissi kapladı ki sormayın. Herkes İngiliz aksanıyla hosteslerle sohbet
ederken benim payıma “May i have coke pls” düştü. Ama payıma düşen
keşke sadece bu olsaydı. O koca Heathrow Havaalanı’na indiğimde avuç-
larımdan ter aka aka gözlerim beni karşılayacak aileyi aradı. Ama elinde
ismimi tutan kimse yoktu. İşte o anda “Yolun sonu!” dedim. “Cebimde-
ki parayla yeni bir uçak bileti alıp dönmek zorunda kalacağım.” Gözlerim
dolmuş bir şekilde orada dururken anons seslerini duyduğumda “Bir şan-
sımı deneyip ailenin ismini anons ettireyim bari” dedim. Dedim de derdi-
mi danışmaya nasıl anlatacaktım! Kafamda cümleleri kurmaya çalışırken
sırtımdan aşağı terler akmaya başladı. O minik Redhouse sözlüğüm olma-
saydı anons kelimesinin “announce” olduğunu bile hatırlayamayacak ka-
dar panikteydim. Ebelek gübelek derdimi anlatıp da anonsu yaptırdıktan
5 dakika sonra bir adam geldi beni almaya. Fotoğraflardan tanımıştım el-
bette ama bunca dakikadır neredeydi bu adam?
Yeni bir aile bulup onların yanına gittiğimde kilisenin İngilizce kursları,
yabancı arkadaşlarla geçen 6 ayın sonunda Türkiye’ye döndüğümde olmuş
muydum? Tabii ki hayır ama en azından kendime güvenimi kazanmış, ko-
nuşulanları anlayan ve kendini ifade eden bir insan olmuştum. Yabancı bir
ülkede yaşamanın, 4 çocuk bakmanın, barda temizlikçilik yapmış olma-
nın hayatıma kazandırdıklarından bahsetmiyorum bile...
3 ayın sonunda benim dil biraz daha çözülmüş ve kendime olan güvenim
iyice yerine gelmişti.
Ben şu anda hâlâ İngilizce resmi bir yazı yazmam gerektiğinde dostlarım-
dan destek alıyor, ama sohbete gelince çenemi tutamıyorum. 8 yaşında
olan Çakıl ise İngilizce TEOG sınav sorularını çözebiliyor.
69
Herkesin yabancı dille bir sınavı var. Sanırım bu sınavı ne kadar küçük
yaşta verirsek engelleri o kadar kolay aşıyoruz. En azından bizim için öyle
oldu.
70
Oytun Mertol
Yabancı arkadaşlar edinmem İngilizcemi ilerletmemdeki önemli etmen-
lerden biriydi. Özellikle bilişim çağında olmamız bunu kolaylaştırıyor.
Ben yazlıktaki komşularımdan İstanbul’da yolda tanıştıklarıma, tatillerde/
yurt dışına çıktığımda tanıştıklarımdan, Pub Crawlerz etkinliğinde konuk
ettiklerime dek toplamda 2 bine yakın yabancı arkadaş edindim ve birka-
çıyla her ay aksatmadan konuşuyor ya da yazışıyorum.
Son olarak da İngilizce şarkı ezberlemenin bana çok büyük katkısı oldu-
ğunu söyleyebilirim. Başlangıç ya da orta düzeydeyken, şarkıları sözleri-
ne bakmadan %100 doğru anlamak oldukça güçtü. İngilizce bir şarkıyı ilk
ezberlediğimde 10 yaşındaydım (Eiffel 65 – I’m Blue), o zamanlar kase-
tin içindeki kâğıttan şarkı sözlerini okuyup yapmıştım bunu. Günümüzde
şarkı sözlerine ulaşmak çok kolay. Lisedeyken kendime haftada 1 İngiliz-
ce şarkı ezberleme hedefi koymuştum ve bunu şu anda da sürdürüyorum.
Özellikle şarkıların anlamlarını öğrendiğimde ezgilerini beğendiğim şar-
kı bana daha dolu, daha anlamlı gelmeye başlıyor. Tıpkı opera sanatçıları-
71
nın Fransızca ve İngilizceyi iyi düzeyde bilmeleri gibi, anlamını bilmeden
duyguyu yansıtmak düşünülemez sonuçta.
72
Selen Tosun
İngilizceyi Nasıl Unuttum?
Artık ‘bilingual’ (çift dilli) olmuştum. İki dilde birden okuyor, izliyor, dü-
şünüyor, hayal kuruyor, rüya görüyordum. Yurda dönünce gittiğim kolej-
de iki dilde birden dersler alıyordum. İngilizce hayatımın içindeydi, çev-
remde benim gibi pratik yapabileceğim arkadaşlarım vardı. Okulda ek
ders olarak Fransızca almaya başladım. Fransızcada bayağı yavaş ilerliyor-
dum. Herhangi bir konuyu pratik olarak öğrenmek, teorik olarak öğren-
mekten daha fazla ilgimi çektiğinden, bu derslerle ilerleme kaydetmedim.
Şu an Fransızca biliyorum desem ayıp etmiş olurum ama Fransızca bil-
mek için bir sebebim olsa emek harcar ve öğrenirim.
1997 senesinde yine bir tayin nedeniyle ailece Tel Aviv’e yerleştik. Bura-
da kaldığımız 3 sene boyunca, bir İskoç okuluna gittim. Yine çok kültür-
lü bir ortamdaydım. Farklı kültürden insanların olduğu yabancı bir orta-
ma alışmak, tek kültürlü yabancı bir ortama alışmaktan daha kolay. Çün-
kü insanların toleransı ve anlayışı daha yüksek oluyor, farklılıklar daha
fazla değer görüyor. Burada da kitap okuma alışkanlığım devam etti. Ko-
lay adapte olmamın ve dili daha hızlı öğrenmemin bir sebebi de geveze
olmamdı. Bizimkiler veli toplantısında artık çok konuşuyor demeyecek-
ler diye sevinirken, daha ilk veli toplantısında ‘Selen derslerde çok konu-
şuyor’ demişler, sonra da ‘ama çok hızlı adapte oldu’ diye devam etmiş-
ler. Kötü olarak değerlendirilen özelliklerimizin avantaja da dönebildiğini
gördüm. Mesela kardeşim bir ‘gamer’; sabahtan akşama kadar bilgisayar
oyunu oynayabilir. Bu kötü alışkanlığı sayesinde, hem İngilizce hem de ta-
rih bilgisi okulda öğrenebileceğinden daha fazla gelişti.
Zaman içinde fark etmeden İngilizce hayatımdan yavaş yavaş çıktı gitti.
Önce günlük tutmayı bıraktım, sonra düşüncelerim ve rüyalarım tek dile
indi. İkinci dil eğitim hayatımdan çıktı, zaten çevremde tek tük yaban-
cı kalmıştı. Derken bu ‘yetimi’ yitirdim, hem de bir gün lâzım olana ka-
dar yitirdiğimin farkına bile varmadan. O gün kalabalık bir arkadaş grubu
Tunalı’da dururken, turistin teki yanaştı ve ‘şuraya nasıl giderim’ gibi basit
bir soru sordu. Hepimiz bu soruya cevap verecek kadar İngilizce biliyor-
duk ama herkes nedense bana döndü baktı, ışığa bakan tavşan gibi kala-
kaldım. Valla biliyordum ama konuşamıyordum, niye öyle olduğunu an-
lamadım, kalabalık içinde utangaç bir insan olduğumu düşündüm. 5 da-
kikalık önemsiz bir konuşamama yüzünden neredeyse 1 saat kızardım bo-
zardım. Neyse ki çok fazla İngilizce konuşacak durum olmuyordu da bu
hissi unuttum gitti. Taa ki 2004 senesinde Tel Aviv’e gidip eski arkadaşları
ziyaret ettiğim tatile kadar. İki arkadaşım beni havaalanından almaya gel-
di. Nasıl samimiyiz, birbirimize sürekli mektup yazıyoruz, MIRC ve Mes-
senger gibi online sohbet ekranlarından konuşuyoruz. Hep bir İngilizce
pratik var ama hepsi yazılı olarak, hiç sözlü konuşma yok. Onları görün-
ce sandım aynen devam ederiz. Bir başladı muhabbet, kafamdan çok konu
geçiyor ama ağzımı açıp konuşurken ancak birini zar zor söylüyorum. Şa-
şırdım kaldım. Neyse ki beceremeyeni yerme huyları yok, gülerek ve sab-
rederek beni yeniden konuşmaya yüreklendirdiler. Zaten 2 güne kalmadı
açıldım, hemen eski halime döndüm.
O zaman anladım ki yabancı dil anadan doğma gelen bir lütuf değil, utan-
madan sıkılmadan kullanarak, pratik yaparak mükemmelleştirdiğimiz bir
beceri. Bu dediğim anadilimiz için bile geçerli, kullanmayınca o bile unu-
75
tuluyor. Anladım ki kaslar çalışmazsa güçlenmiyor, kullanmayınca zayıf-
lıyor, eski emekler asla boşa gitmiyor, kas hafızasında kalıyor ve yeniden
çalışınca beceriler çok daha hızlı geri geliyor. Anladım ki olay yetenekli ol-
maktan ileri gelmiyor. İstekli olmak ve çalışmak daha önemli. Yetenek sa-
dece işi hızlandırıyor. Hatta yetenek iyi kullanılmadığında, gereksiz özgü-
venden kaynaklı az çalışma nedeniyle öğrenimi bile yavaşlatabiliyor. Bun-
ları anladıktan sonra benim için önemli bir beceri olan İngilizce üzerine
düzenli çalışmayı ihmal etmedim. İşimi ve ortamımı buna göre seçtim. 3
sene önce İngilizce Toastmasters (topluluk önünde konuşma) kulübüne
üye oldum, burayı kaslarımı çalıştırdığım bir gym gibi görüyorum. Hâlâ
çok kitap okuyorum. İngilizce idare edilen gönüllü derneklere üye oluyo-
rum. Pratik yapabileceğim kimi bulursam konuşuyorum ve dinliyorum.
Artık unutmak yok, gelişmek var :)
76
Semiha Kar
Her ne iş yapıyor olursak olalım, onu en az bir parça sevmeden iyi iş çıkar-
mamızın neredeyse imkânsız olduğuna inanarak yürüdüm şimdiye dek.
İngilizce ile ilişkimde de aynı şeyi aradım: Sevebiliyor muyum? Bu böy-
le gidecek gibi mi? Genelde bir şeyleri sevecekseniz, hele de çok sevecek-
seniz bu kendini baştan belli eder. Çok fazla sebep aramanız gerekmez
çünkü sebep aramak daha çok rasyonel olmakla ilgili bir şey. Bu yüzden
başlarda, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımda sebep aramadan İngilizceyi
sevdim, hocalarımın verdiklerine belki küçük eklemeler yaparak İngilizce
derslerini iple çektim ama her yeni eğitim döneminde aynı gramer kural-
larını tekrar ettiğimiz bir sistemde üniversite öncesinde ancak çok temel
zaman ve kalıpları öğrenebilmiştim.
Temelde iki seçenek vardı: Kurs veya özel hoca. Kurs için de iki seçenek
vardı: Özel kurs veya üniversitelerin kursları. Üniversitelerin kursları-
na tik koydum önce. Sonra onların da arasından sadece bir tanesinin be-
nim vaktime ve istediğim şartlara uygun olduğuna karar verdim. Başvu-
ru yaptım, seviye sınavına girdim. Haber geldi: Bulunduğum seviyede sı-
nıf açılmayacakmış. Geriye özel hoca seçeneği kaldı, başladım internet-
ten hoca araştırmaya. Sadece bunun için kurulmuş siteler var. Onlardan
birinde Çağrı Hoca’nın ismini gördüm. Aaa! Bu bizim Çağrı Hoca değil
mi? Nereden sizin oluyor diye soracaksınız haklısınız, yani bu bizim yaz-
dan beri oda arkadaşımla birlikte YouTube derslerini dinlediğimiz Çağrı
Hoca mı, demek istemiş iç sesim. İletişim numarası vardı. Durup bir dü-
şündüm. Bunu karşılayabilecek miydim, Çağrı Hoca İstanbul’da mı yaşı-
yordu onu bile bilmiyordum, hem nasıl biri olduğuna dair bir fikrim de
yoktu ve hakkında yorum da yazılmamıştı. Ama arayabilir, burada yaşı-
yorsa yüz yüze görüşebilir ve yirmi yaşını geçmiş birisi olarak kendim de
nasıl biri olduğuna dair aşağı yukarı bir tahminde bulunabilirdim. Böy-
le düşününce ertelemeden aradım hemen. Telefon açıldı. Böyle böyle ho-
cam, dedim, özel ders verdiğinizi internette filanca sitede gördüm, arayıp
sormak istedim. Meğer o siteye bilgilerini yazalı çok olmuş, belki üç beş
sene geçmiş ve Çağrı Hoca böyle bir listede isminin var olduğunu unut-
muş bile. Ama olabilir, dedi. Altunizade’de filanca eğitim merkezine filan-
ca vakitte gel görüşelim. Altunizade mi? Süper! İnternette seneler önce
verilmiş bir ilandan bir iletişim numarası buluyorum, arayıp ulaşabiliyo-
rum, bir de hocanın eğitim verdiği yer bana neredeyse yürüme mesafesi
uzaklığında çıkıyor. Bu aşamayı da geçtim, kararlaştırılmış vakitte Çağrı
Hoca ile yüz yüze görüşüp küçük bir arkadaş grubumla beraber ders yap-
80
maya karar verdik. Saatleri daha sonra bildirdik, derslere başladık. Çağ-
rı Hoca bana neden İngilizce öğrenmek istediğimi sorduğunda, o sıralar
Din Psikolojisi’nde yüksek lisans yapmak istediğimi ve İngilizcenin bunun
için zorunlu olduğunu söylemiştim. Buna göre bir kaynak seçtik, akade-
mik anlamda gerekecek İngilizce çalışmaya başladık. Çağrı Hoca’nın eşi
Mihriban hocamla da üçüncü sınıfın birinci döneminde bahsettiğim abla
ile başladığımız Küçük Prens okumalarını devam ettirdik. Benim daha
sonraları fikrim değişti ve din psikolojisinden tamamen farklı bir alanda
karar kıldım ama iyi ki o zaman öyle bir bahane bulmuşum, değilse cid-
di ciddi öğrenmeye bir türlü başlayamazdım. Başlayamazdım derken kas-
tım “tembellik yapardım”dan daha çok Çağrı Hoca’yı ders vermesi için, ai-
lemi de bu derse ihtiyacım olduğuna dair ikna etmem daha zor olurdu,
böyle açık bir sebebim olmasaydı. Bu sebepten çok daha derin, beni çok
daha fazla motive eden sebeplerim tabii ki vardı ama bunları bir başkası-
na aktarmak zordu. Mesela seyahat ederken sıkıntı yaşamamak için, gitti-
ğim yerlerdeki insanlarla konuşabilmek için, mesela herhangi bir konuyu
merak ettiğimde Türkçe ve Arapça kaynaklarla yetinmek zorunda kalma-
mak için, o dille birlikte o dili kullananların hem fikir hem de duygu dün-
yasıyla tanışmak için...
Tüm hikâyeni üç fiille bize özetle bize deseniz, size “sebep buldum, ısrar
ettim, eğlenerek öğrendim” diyebilirim sanırım. Umarım siz de en az be-
nim kadar inatçı davranır ve bu yola adım atar, sonra da bırakmazsınız.
Umarım sizin işleriniz çok daha rast gider ve İngilizceyi belli bir seviyeye
getirmenin sağladığı onca güzelliği tadarsınız. Kolay değil ama olsun, ko-
lay gelsin, sevimli gelsin!
82
Barış Yıldırım
Aslında ben de birçoğunuz gibi İngilizce ile üniversiteye geçtikten sonra
tanıştım. Üniversiteyi kazanmakla beraber İngilizceyi öğreneceğim duy-
gusunu hissetmek benim için inanılmazdı. Dersler başladıktan sonra an-
ladım ki hiçbir şey hayalimdeki gibi değildi, aksine tam bir kâbustu. Sı-
nıfta anlatılan hiçbir şeyi anlamıyordum. Sınıfın çoğu derse katılıyor ben
ise sanki trene bakıyordum. O zamanlar belki yaşımın küçük olmasından
dolayı olacak ki kalabalık ortamlarda söz hakkı isteyecek, soru soracak bir
kişiliğe sahip değildim. Ciddi anlamda içine kapanık, çok utangaç biriy-
dim. Durum böyle olunca dersleri anlamayan biri olarak hocanın sınıf-
ta sorduğu sorulara maruz kalmamak için okulu bıraktım ve bir daha de-
vam etmedim... Aradan geçen bir yılın ardından bizleri okul yoğunluğu-
nun fazla olmasından dolayı zorunlu olarak bölüme geçirmişlerdi. Bu be-
nim için büyük bir şanstı ve haliyle ben de çok mutluydum. Aileme ba-
şarılı bir şekilde geçtiğimi söyleyip onlara yalan söylemiştim. Açıkçası bu
duruma annemden başka inandan da olmadı... Birinci sınıfın ilk dönemi-
ni, İngilizce dersinden FF almama rağmen iyi bir ortalamayla tamamla-
dım. İkinci döneme geçtiğimizde o meşhur Erasmus sınavına birkaç arka-
daşım ve hocamın gazıyla girmeye karar verdim. Sınavın ilk aşamasını ge-
çen sözlü sınava kalıyordu. Ben ise bırakın sözlü sınava kalmayı en düşük
puanlardan birini alarak âdeta rezil olmuştum. Hem kalsam ne değişecek-
ti ki... Yurtta kalırken oda arkadaşlarım İngilizce çalışırlardı bense onla-
rı hayranlıkla seyrederdim. Zoruma giderdi açıkçası onların İngilizce öğ-
renmeyi becerebilmeleri. Benim bu masum, acıklı hallerim ise onların ho-
şuna gitmiyor değildi... Babamın hazırlıktan kaldıktan sonra hâlen unu-
tamadığım güzel sözleri bende beklenmedik etki yapmış olacak ki birinci
sınıfı iyi bir ortalama ile bitirdim (İngilizce FF)...
84
Her neyse artık gözlerim açılmış, kurs merkezlerine (istisnalar kaide-
yi bozmaz ama bunun istisna durumu varsa tabi) para yedirmeyecek bir
hale gelmiştim. Kendimi konuşma anlamında daha iyi geliştirmek için
son sınıfta öğrendiğim Work & Travel programı sayesinde Amerika’da 3
ay kaldım. Babam hâlâ bu programın ne olduğunu anlamasa da kendisi-
ni yalvara yakara ikna ettim. Hem paramı kazanıp hem de sonrasında se-
yahat edebileceğimi öğrendim. Bu kararı çok geç aldığım için iş seçme
konusunda fazla alternatifim yoktu. Ben de önüme gelen ilk iş olan mü-
zede fotoğrafçılık işini seçip, mezuniyet işlemlerini tamamladıktan son-
ra Amerika’ya gittim. Uzun süren uçak yolculuğu, taksiciyle çat pat anla-
şıp istediğim yere varmayı başarana kadar her şey güzeldi. Ta ki üniversi-
tenin öğrenci işlerinin ailemi arayıp kredi noksanlığından dolayı mezun
olamadığım haberini verene dek. Motele varır varmaz ilk işim ailemi ara-
yıp sağ salim geldim haberini vermekti. Onların ilk işi ise bana ulaşır ulaş-
maz mezun olamadığım haberini vermek. Umurumda mıydı sanki... Gel-
mişim Amerika’ya! Çok güzel bir yaz dönemi geçirmiştim. İngilizce ko-
nuşmak için elimden geldiğince çaba sarf ettim. Yaz döneminin sonlarına
doğru İngilizce konuşmam gitgide ilerlemişti. Amerika’da kalmak ve ya-
şadığım şehre yakın yerdeki üniversiteyi görmek bir an bana Amerika’da
master yapma hayalini kurdurmuştu. Tabii o zamanlar bunları düşünmek
için çok erkendi.
86
Alican Yazdıç
Merhaba,
Ortaokul yıllarımda özel bir okulda okumaya başlamıştım, yoğun bir şe-
kilde inglizce eğitim almamıza rağmen dili bir türlü öğrenemiyordum.
Anlamadıkça kaçıyor, kaçtıkça dersler kâbus gibi bir hal almaya başlıyor-
du.
88
Pınar Bakır
İngilizce öğrenme hikâyem uzunca bir süreye dayanıyor diyebilirim. Ha-
yatımın bundan yedi ya da sekiz yıl öncesine bakacak olursak, İngilizcede
bu seviyeye ulaşabileceğimi hiç düşünmezdim. Ablam ve abilerimin sü-
rekli yabancı şarkılar dinlemesi sağolsun, İngilizce ile iç içe büyüdüm di-
yebilirim. Benim için İngilizce, bir ‘şarkı dilinden’ daha ileriye gidemez-
di. Tek düşüncem buydu. O yüzden geliştirme ya da üzerine düşme ihti-
yacı hissetmedim. Ortaokulda notlarım, anlama seviyem beklediğimden
daha düşüktü. Ta ki bir gün dinlediğim şarkıların anlamlarını merak edip
öğrenmeye çalışana kadar. Sonrası çorap söküğü gibi gelmişti zaten; araş-
tırmaya gerek bile duymadan dinlediğim şarkıları anlayabiliyordum. Hiç-
bir şekilde kursa gitmedim. Ben fark etmeden, kendi kendine gelişti diye-
bilirim. Yedinci sınıfta 20 puan gibi bir puan elde eden ben, sekizinci sını-
fa geçtiğimde artık 80-90 almaya başlamıştım.
90
Rafet Güven
Benim İngilizceyi öğrenmeye başlama hikâyem birçok kişiyle aynı olsa da
sonrasında olaylar oldukça ilginç bir hal almaya başladı. Özellikle bizim
neslin (80’lerin sonu 90’ların başı) devlet okullarında aldığı İngilizce eği-
tim düzeyi belli. Ortaokulun sonuna kadar “What is your name?” seviye-
sinde bir İngilizce öğretiliyordu. Bu seviyedeki İngilizceyle bir yıl hazır-
lık bölümü olan Anadolu lisesini kazandım. Özellikle o zamanlar İngiliz-
cenin ilgimi hiç çekmemesi hazırlık sınıfını benim için kâbusa çevirmişti.
Haftada 24 saat yat kalk İngilizce vardı. Bünyem resmen İngilizceye karşı
alerjik tepki gösteriyordu. Üstüne bir de İngilizce öğretenimizin hastala-
nıp başka sınıflarda eğitime devam etmemiz ve araya ilk aşk acısı girince
İngilizce iyice unutuldu gitti. Hatta o kadar unutuldu ki o sıralar Yüzük-
lerin Efendisi hastalığımdan dolayı kitaptaki Elf lisanını öğrenmiştim ve
resmen Elf lisanım İngilizcemden daha iyiydi. Tabii sonunda kaçınılmaz
olan oldu ve bütünlemelere kaldım. Bütün yıl İngilizce yetmedi bir de ya-
zın hızlandırmaya aldılar bizi. Sanki 9 ayda öğrenemediğimizi 1 ayda öğ-
renecekmişiz gibi. Bu yaşa geldim hâlâ o bütünleme sınavını nasıl geçtim
bilmiyorum ama bir şekilde geçtik. Ve esas macera da bundan sonra baş-
ladı.
İlkokul yıllarından beri bilgisayar oyunları için ölen biriyim. Lise 1’e ka-
dar genelde aksiyon ve strateji oyunları dikkatimi çekiyordu ama lise 1 dö-
neminde RPG ilgimi çekmeye başladı. Nedir bu RPG derseniz, RPG ‘Role
Playing Game’ yani ‘Rol Yapma Oyunu’ diye geçer. Bu tarz oyunlarda ço-
ğunlukla oyunun bulunduğu dünyada bir karakter yaratırsınız ve oyunun
içindeki görevleri yerine getirmeye başlarsanız. Tabii bu oyunlarda sade-
ce görevleri yerine getirmiyorduk. Oyunda her daim yapay zekâ ile etki-
leşim içinde oluyorsunuz ve karakterinizin konuşmalarına siz karar veri-
yorsunuz. Bu noktada İngilizce devreye girmeye başlamıştı. Çünkü çoğu
RPG oyununda yapay zekâ ile yaptığınız konuşmada seçtiğiniz cümleler
hikâyenin akışını kökünden değiştirebiliyor. O yüzden yanımda dev gibi
bir sözlük ile RPG oyunlarına başladım. Oyunda bir göreve başladıkça,
bir karakterle konuştukça sözlüğün sayfalarını çevirdim durdum. Bu du-
rum benim İngilizcemi oldukça hızlı geliştirmemi sağladı. Bununla ilgili
komik bir anım olmuştu. Lise zamanı Neverwinter Nights adlı bir oyuna
91
başlamıştım. Özellikle oyunda yapay zekâ ile yaptığınız konuşmalar oyu-
nun gidişatını inanılmaz değiştiriyordu. Bulunduğum bölgedeki görevleri
bitirdikten sonra artık başka bir şehre geçmem gerekiyordu. Şehre bulun-
duğum bölgeden sadece gemi ile gidilebiliyordu ama illa bir sıkıntı olur-
du. Yer altında yaşayan bir ırk, limandan kalkan gemilerin hepsini batırı-
yordu. Esas oğlan olduğumuz için de bu sorunu çözmek için görevi bize
verdiler. Uzun bir yolculuk yaptım, bulundukları bölgeye geldim ve yer al-
tında yaşadıkları mağaraların girişini bulup en dibe doğru inmeye başla-
dım. En sonunda gemileri batıran arkadaşlara ulaştım. Liderlerinin karşı-
sına konuşmak için çıktım. Çevremde liderleriyle birlikte toplamda 20-25
kişi vardı. Konuşma başlamadan önce ben içimden muhtemelen ölürüm
ama ben bunlara direkt girişeyim, ölürsem başka bir yol denerim diyor-
dum ki o anda kafama dank etti. Oyunu saatlerdir kaydetmeden oynuyor-
dum ve ölürsem saatlerce geriden en baştan oyuna başlamam gerekecek-
ti. O an “Rafet bugün düşmanı kılıcımızla değil ağzımızla yeneceğiz” de-
dim. O sırada liderleri neden gemileri batırdıklarını anlattı. İnsanlar bun-
ların sinirini bozacak bir şey yapmış, bunlar da ‘Vay siz misiniz bize ters
yapan’ deyip gemileri batırmaya başlamışlar. O şikâyetlerini bitirince ben
bir açtım ağzımı ama tam açtım. “Yaa sizin gibi onuruyla yaşayan bir ırka
böyle bir şey yapılır mı, bu limanın halkı beş para etmez, bunların hepsi-
ni kesmek lâzım ama değmezler, bir daha yaptıklarında ben kılıcımla ce-
zalarını vereceğim” vs... Konuşmanın tam karşılığı bu şekilde değildi ta-
bii ki ama bu kafada bir sohbetti resmen. Konuşmanın sonunda liderle-
ri bana güvendi. “Bunlar beş para etmez ama sen onurlu birine benziyor-
sun. Gemiyle limandan ayrılabilirsin, artık gemileri batırmayacağız” dedi.
İngilizcesi kötü olan ben, bir oyunda yarım saat İngilizce diplomasi yap-
tım resmen. Bu yazdıklarım oyunlara ilgisi olmayanlar için saçma gelebi-
lir ama oyuna saatlerce geriden yeniden başlayıp, yaptığınız şeyleri tek-
rardan yapmak gerçekten çok sıkıcı bir durum. Bir de özellikle bizim dö-
nemimizde çok değerli. O dönem gazetelerde ‘bilgisayarlar şöyle zararlı,
böyle zararlı’ tarzı haberler çok yapılıyordu, o yüzden bilgisayarda çok va-
kit geçirmek mümkün olmuyordu.
94
P. K.
Attığımız her adım bizi bir yere götürür ya da atmadığımız her adım bir
yerlerden esen bir rüzgarın bizi savurmasına neden olur. Bir nehirde iki
kez yıkanılmaz.
İnsanoğlu yıllar yıllar önce çok mükemmel bir şey bulmuştu iletişim için;
“dil”. Ama maalesef büyük bir hata yaparak bir dil bulduktan sonra yetin-
memiş, binlercesini bulmuşlardı. Ve işte bu durum, karşımıza bu problemi
çıkarıyordu. Ve her nasılsa 20. yüzyılla birlikte İngilizce bayrağı kaptı (bu
kısmı linguistlerin tartışmasına açık bırakıyorum). Adalar vapurunda İn-
gilizcenin gerçekten önemli olduğunu anladım. Anahtar kelime ‘İngilizce
bilmek’, ‘İngilizce öğrenmek’ti. Peki nasıl, ne zaman? Ama ben okulda za-
ten iyiydim ve sadece turistlere çantalarının rengini sorabiliyordum. Kurs?
Neden olmasın, denenebilirdi. Ama ben öğretmen bir babanın 6 çocuğun-
dan biriydim ve fast food İngilizce kursları yoktu böyle şimdiki gibi, yani
Money issue!J Ama her şeye rağmen o düşünce kafaya girmişti bir kere;
bu dili öğrenirsem ya da başka bir dil öğrenirsem güzel şeyler olacaktı.
Lisede sayısal bir bölüm seçtim, ama süper lise olmamızdan dolayı İngi-
lizce ders sayımız hâlâ yüksekti. Üniversitede isteğe bağlı hazırlığın oldu-
ğu bir okulda okudum. (Bu dönemi yazarın dille ilgili nadas dönemi ola-
rak nitelendirilebilir J)
Ve gerçek dünya; iş hayatı. Hayat beni bambaşka bir gerçekle yüz yüze
bırakmıştı; işim için Rusça öğrenmem ve hatta konuşmam gerekiyordu.
Ve krizi fırsata çevirme vakti gelmişti. Alfabesiyle, grameriyle, kültürüy-
le bambaşka bir nehirde yıkanmak gerekmişti. İki yıl boyunca hafta son-
ları Rusça kursuna gittim. Bir sürü değişik insanla tanıştım. Terfi etmek
için Rusça öğrenen yüzbaşlarıyla yan yana oturduk. Ama yiğidi öldürüp
hakkını vermek lâzım; Rusça öğrenme grupları çok kalifiye insanlarla do-
luydu. Kurstaki hemen herkes İngilizceyi çok iyi bilip Rusçayı da ikinci dil
olarak öğrenmeye çalışıyordu. 8/12 kur Rusça aldım. İşte zaten hep Rusça
konuşmam gerekiyordu, nadiren de İngilizce.
Yılda bir kere yurt dışına çıkmaya çalıştım. Yalnız gittiğim de çok oldu.
Bu tatillerde genelde hep İngilizce konuştum. Konuşmaktan hiç korkma-
dım. Yanlış yapmak hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir diye düşündüm.
Ve yine birçok insanla tanıştım. Sosyal medyadan birbirimizi ekledik, ta-
kip ettik. Dolayısıyla İngilizce, Rusça hep gözümün önündeydi. Dil öğ-
renmekle ilgili Facebook gruplarına katıldım. Çok faydası olduğunu dü-
şünüyorum.
96
Bir kış günü evde sıkılmıştım ve inovasyon fuarına gitmeye karar verdim.
Orada Voscreen ekibiyle tanıştım. O zamanlar beta sürümü vardı. Yaptık-
ları iş, heyecanları, düşünceleri beni çok etkiledi. Çok uzun süre Voscreen
oynadım, çok faydası oldu bana.
98
Halit Melih Ulus
İngilizce, Amerika’ya gitmeye karar verene kadar her zaman eksik bir ya-
nım gibiydi. Tüm hikâye burada başlıyor. Oynadığım oyunun hikâyesini
gerçekten anlamak; dinlediğim müziği yalan yanlış mırıldanarak ken-
di kelimelerimle uydurmak yerine gerçekten anlayıp doğru sözlerle eşlik
etmek; izlediğim filmin adını İngilizce bilen arkadaşlarım gibi söylemek
varken neden bu dili öğrenmiyordum?
Jet lag’ı dibine kadar yaşamıştım. Saatler süren yolculuktan sonra beni
karşılayan kişiyle yerleşeceğimiz öğrenci oteline doğru yola koyulmuştuk.
Bir şey anlamamıştım, sanki her şey şaka gibi geliyordu. Odama yerleştim
ve oda arkadaşımı beklemeye başladım. Koreli bir çocuktu ve iyi bir in-
sandı. Fakat ikimiz de İngilizce bilmiyorduk. Pi filmindeki gibi teknenin
içinde iki yabani gibiydik.
Okulu keşfedip her gün aynı yoldan gidip gelmeye başladım. Ama dili
ve kültürü hiç anlamıyordum. Markete gidip sosyalleşmeye karar verdim.
Şampuan alacaktım ve kendi ülkemde satışı olan bir markanın şampua-
nını aldım. Kasadaki adam benimle sohbet etmek istedi ama sadece para
verip kaçtım. İngilizcesizlik başa belaymış gerçekten; şampuan yerine saç
kremi almıştım ve uzun süre onunla yıkanmaya çalıştım. Sonra anladım
99
ve günlerce güldüm.
Sokakta sürekli olarak “She was like, he was like, like like...” duyuyordum.
Ne görgüsüzler, sürekli beğendiği şeyleri anlatıyorlar diye geçiriyordum
içimden. Meğer insanlar gıybet yapıyorlamış!
101
Yusuf Demir
Merhabalar,
Öncelikle ben deniz Yusuf Demir, 28 yaşındayım. Doğma büyüme İstanbul da
yaşıyorum.
Ön lisansımı Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Dış Ticaret bölümünde
tamamladım. Ardından AÖF işletme ile lisans eğitimimi tamamlamış oldum.
İngilizce öğrenme konusu benim için hesapta olmayan şekilde başladı, gerçi
hesabım da vardı ama o hesap büyük ihtimal bir gün yaparım şeklinde olacaktı,
ta ki üniversite den mezun olduktan sonra gittiğim iş görüşmesine kadar. İş
görüşmesine detaylı giremeyeceğim tabiki, kısa olarak görüşmenin ortasında İK
ekibinin ısrarla üzerinde durduğu konu İngilizce oldu. Okulunuzu
okuyabilirsiniz ama en az bir diliniz olmadan gerçekten bu yarışta geri kalmış
olduğunuzu göreceksiniz. İş görüşmesinden sonra bazı şeyleri daha detaylı
görmeyi fark ettim. Ön lisans eğitimimden sonra DGS ile örgün olarak lisans
eğitimimi tamamlama fırsatım vardı fakat ben o zamanlar da hem işe başlamak
hem İngilizce kursuna bir yandan da lisans eğitimimi AÖF İşletme üzerinden
tamamlamak istedim. Ve şuan baktığımda belki de yabancı dil öğrenmem de bu
kararların etkisi büyük.
İngilizce öğrenmeye kurslarda başladım. Şu zamana kadar üç farklı kurs
merkezine gittim. İlk başlar tabiki inanılmaz sıkıcı ve yorucu, aynı zaman da
bilgisiz geçiliyordu. Çünkü diğer üst seviye de olan arkadaşları görünce insan
ister istemez bir durgunluk ve tedirginlik yaşıyor.. İlk zamanlar çok zor
günlerim oldu. Zor günlerimden kastım şu; ben kendime bir hedef koymuştum.
Bu hedef; kesinlikle İngilizce yi öğrenecektim başka bir yolu yoktu bunun. Ve
bu yola kendimi adadım (İngilizce de Dedicate diyoruz buna ‘’adamak’’ J)
Yaklaşık 4 yıl içinde farklı farklı zamanlarda kurs merkezlerine gitmeye
çalıştım fakat sadece kursa gidip dersimi alıp eve gidip ders çalışmamazlık
olmadı. Her zaman ama her zaman evde hep tekrar yaptım. Sadece kursa
gitmekle bu işin çözülmesi imkansız. Kendimce, zamanla bu işin içine girdikçe
şöyle bir şey dedim kendime; benim ilk önce İngilizce de kullanılan zamanları
sonra modals konularını sona buna benzer konuları ezberlemem sonra
öğrenmem gerektiğini fark ettim. Çünkü basit cümleler kurmam için bir takım
zamanları ve konuları öğrenmem lazımdı. Böyle böyle kursla birlikte çok
verimli zamanlarım oldu. İngilizce iyice yoğunlaşmaya başladı farklı farklı
konuları öğrenmeye başladım ve neredeyse advanced diye tabir ettiğimiz
konuları bile yazıp çalışarak öğreniyordum. Bu arada bir şirkette sipariş
yönetimi(order managemant) posizyonunda bir iş bulmuştum ve İngilizce mi bu
işte kullanma fırsatım çok oldu. Özellike mail ortamında kendimi müthiş derece
102
geliştirdim. İş yerinde bir bayan bir gün bana şu kelimeleri kullanmıştı;
İngilizce gönderdiğiniz mailler çok güzel ve çok profesyonelce.. Hiç unutmam..
Yine güzel bir anımı paylaşmak istiyorum. Kurumsal bir şirkette güzel giden
bir iş görüşmem de tam olarak cümleyi hatırlamıyorum ama cümle içinde bir
durumdan bahsederken ‘’situation’’ kelimesini söylemek istedim ama onun
yerine dilim dönmedi ve bir anda bildiğimiz Türkçe karşılığı durak olan
‘’station’’ kelimesi çıktı. Kelime ağzımdan çıkar çıkmaz hata yaptığımı
farkettim ama hiçbir şey olmamış gibi devam etmiştim ve sorun olmadı.
Saygı ve Sevgilerimle,
Yusuf Demir
105
Eylem Karakaya
İngilizce, ihtiyacım olduğunu fark ettiğim günden beri başımın belası ol-
muştur. Yeteneksizdim ve kabullenmiştim. Sonuçta devlet okullarında İn-
gilizce öğrenme imkânı ne kadarsa benim İngilizcem de o kadardı. Bir de
lisede babamın koleje yollama teklifini, o zamanki ergenlik kafası ile “Ben
o ‘tiki’ler -o zamanlar öyle deniyordu- ile aynı okulda okumam” diyerek
reddetmiştim (Ah ne salaklık!). Hayatta dil konusundaki şanssızlığım pi-
lot okul olduğu için başladığım lise, o zaman eğitim deneği olarak süper
liseye ben girdikten sonra çevrilmesiyle başladı. Süper lise olduktan sonra
hazırlık sınıfı kondu ama ben bu şansı yakalayamadım.
Neyse üniversite bittikten sonra haydi bir de yüksek lisans yapalım dedim
ve Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandım. “Hehhhh! Yandık!” dedim, ne yapa-
cağız şimdi? Girişteki İngilizce seviye tespit sınavını geçemeyince bizi al-
dılar hazırlık sınıfına. Liseden yeni çıkmış, bir o kadar da hevesli lise me-
zunları ile hazırlık okudum sınıfın arka sıralarında.
Heeehh şimdi aldı mı beni bir telaş, çünkü dersler İngilizce doğal olarak.
106
Buralara kadar şans eseri geldik ama artık zurnanın zırt dediği yere geldik
dedim. Neyse ki sınavlarda 3 ana zamandan başkası gerekmiyordu ve so-
ruların çoğu da zaten sayısal çözümlemelerdi. Yine yırttım derken mezu-
niyet için tez şart tabii ki. İş teze gelince aldı beni kara düşünceler. Korku-
nun ecele faydası olmuyor tabii seve seve yazdık onu da, hem de ansiklo-
pedi gibi maşallah.
Daha biter mi, bir de bunun kurulda sunumu var. Allahım ne bitmez çi-
lem varmış!
Neyse ben yarı İngilizce yarı Türkçe bilimsel bir tez sundum ve çok şükür
mezun oldum. Tez hocam “Eylem bundan ne güzel doktora tezi olur” de-
diğinde sessizce hocanın odasından çıkışa doğru depar attım, diploma tö-
renine bile gitmedim valla.
Üniversite sırasında part time işler yapıyordum. Bir gün arkadaşım bana
“Fuarda çevirmenlik yapmak ister misin?” dedi. Tabii Boğaziçiliyiz ya yi-
ğitliğe ..k sürdürmeyeceğiz, “Tabii” dedim. Ama stresten uyuyamadım
sabaha kadar. Elimde elektronik sözlük ile fuara gittiğimde müşterinin
Hintli olduğunu öğrendiğimde yıkılıyordum yere. O güzelim İngilizce bil-
gimin üstüne bir de Hintli aksanını anlama derdi binmişti.
Yalnız bir gün kendisi bana başına gelen bir olayı anlatmış; ben ise anla-
madığımdan geçiştirmeye çalışarak “Hmm good good” demiştim. Bana
bakışından ters bir şeyler olduğunu sezmiş ve “Pardon tekrar eder misin?”
diye düzeltmiştim. Sonrasında adamın bir gün önce bir barda soyulduğu-
nu öğrendim. “Good good”, diyerek bir güzel dolandırıcıları da tasdik et-
107
tim. Rezillik diz boyu! Allahtan sonra toparlayabildim de kendisi ile iyi
ayrıldık. Kendisi ile sonrasında da bir süre yazışmaya devam ettik.
Hâlâ çok iyi değilim ama artık İngilizcem bana yetiyor. Kendimi anlatabil-
dikçe güvenim geliyor ve kim ne düşünecek diye kaygılanmıyorum. Ben-
ce dil öğrenmede en önemli kural, kaynağın veya yolun ne olursa olsun,
kendine güven. Kafa göz yara yara konuşacaksın, asla yılmayacaksın. NE-
VER GIVE UP!
109
Çağrı Menteş’in Hikâyesi
‘İngilizce Kitap Kulübü’nün kurucusu ve iş arkadaşım Çağrı Menteş’in İn-
gilizce öğrenme süreci ve hikâyesini kapanıştan önceki son bölümümüz-
de inceleyeceğiz.
‘Çağrı Hoca’ ismi ile tanınan, Türkiye’nin en çok takip edilen İngilizce ho-
calarından Çağrı Menteş’in İngilizceyi öğrenme süreci bu yoldaki herkes
için öğretici bir deneyim.
Çağrı iyi bir İngilizce konuşmacısı olmasının yanı sıra, bu dilin profesyo-
nel eğitimcisi olduğu için onun hikâyesini daha detaylı rica ettik. O da sağ
olsun bizi kırmadı ve İngilizcenin hayatındaki yeri, öğrenim ve öğretim
süreçleri ilgili tüm detayları bize aktardı.
(1994-2001)
İngilizceyle ilk tanışmam okula başlamadan 1 yıl önceydi. Annem açıktan
ortaokul okuyordu ve o çalışırken her nasılsa ben de renkleri öğrenmiş-
tim. Sınava gideceği gün hepsini saymıştım. Çok hoşuma gitmişti ve se-
vinmiştim. Yabancı dil öğrenmek bu kadar eğlenceli ve kolaymış demek
ki :) Çok iyimsermişim.
4. sınıfa geldiğimde İngilizce dersi görmeye başladık. O zaman ilk defa or-
taokuldan önce verilmeye başlanmıştı İngilizce dersleri devlet okulların-
da. Ve ilk defa sınıf öğretmenimizden başka bir öğretmen giriyordu der-
se. Yeni bir heyecan. Tabii ben 4. sınıfa gelene kadar, anlattığım gibi renk-
ler, isim sorma, yaş sorma, meyveler, sayılar gibi temel şeyleri az çok te-
levizyondan öğrenmiştim. Zaten 4. sınıfın müfredatı da neredeyse bun-
lardan ibaretti. O yüzden bütün sınavlardan 100 alıyordum ve İngilizce-
yi çok seviyordum. Tabii 4. sınıfta yine aynı şeyi düşünüyordum, yaban-
cı dil öğrenmek ne kadar kolay ve eğlenceli. :) Bakalım ne zamana kadar
böyle düşüneceğim...
Yukarıda demiştik ya, herkes o çizgi filmleri izledi ama şimdi İngilizce bil-
miyor, o kurslardan da herkes başarıyla mezun oldu ama yine hepsi İngi-
lizce bilmiyor. Anlatacağım. (1)
(2002-2006)
Gelelim liseye. İyi bir mezuniyet ortalamasına sahip olup Anadolu veya
Fen Lisesi kazanamayanlar yabancı dil ağırlıklı liseye giderdi. Halk ara-
sındaki adı “süper lise”. İlk yıl üniversite gibi hazırlık okuyorsun. Haftada
24 saat İngilizce dersi var, bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Hep söy-
lerim, ben İngilizceyi lise hazırlıkta öğrendim diye. Gerçekten öyle. Ama
hazırlıkta benden iyi olanların bazıları üniversitede tekrar hazırlık oku-
du. (1)
Ana dersin dışında gramer dersi vardı ve okuma, dinleme, yazma gibi yan
dersler vardı. Ağırlık tabii ki main course ve gramerde. Bu iki ders birbi-
rini destekliyor. Fark ettiyseniz konuşma için ayrı bir ders yok. Peki bu
derslere nasıl çalışıyorduk? Herkesin bildiği şekilde dersimizi dinleyip,
ödevlerimizi yapıyoruz. Özellikle gramerden çok fazla ödevimiz oluyor-
du. Sayfa sayfa worksheet’ler, hepsi fotokopi. Ha unutmadan, bunun için
de okula fotokopi parası ödüyorsunuz, kayıtta da A4 kağıdı bağışlıyorsu-
nuz tabii ki. Para kısmından neden bu kadar bahsettiğimi de anlatacağım,
hemen gömmeyin. (2)
(2006-2010)
Bu speaking dersinin nasıl geçtiğinden bahsedeyim biraz. Bir adet spea-
king kitabımız var, hoca ünitelerden ilerliyor, bize konuyla ilgili İngiliz-
ce sorular soruyor ve bunu gayet canla başla, bizi kırmadan, özenerek ya-
pıyor. Ama 25 kişilik sınıfta 2-3 dışadönük, özgüvenli arkadaşın dışında
kimse konuşmaya pek yanaşmıyor. Kendimden örnek verecek olursam,
hoca bana konuyla alakalı soru soruyor ve ben buna ya Türkçe ya da İngi-
lizce vereceksem çok basit bir iki kelimeyle cevap veriyorum. Hani “What
is your name?” diye sorunca, İngilizceyi yeni öğrenmeye başlayan ve çe-
kinen biri “My name is ...” diye cümle kuracağına sadece “Çağrı” der ya.
Ben de öyleyim. Tabii bilmediğimden değil, utandığımdan. Bu konudan
da yine bahsedeceğim. (4)
Daha sonra belediyeye İngiliz bir heyet geldi, “Tercümanlık yapar mısın”
dediler, “Yaparım” dedim. Bir hafta boyunca gölge gibi yanlarındaydım.
Gayet eğlenceli ve güzel geçiyordu. Ben de pratik yapma fırsatı bulduğum
için seviniyordum.
115
Belediyedeki görevimden ayrıldıktan sonra üniversitede ve uluslararası
bir şirkette çalıştım. Ülkenin en iyi okullarındaki en iyi öğrencilere aka-
demik İngilizce dersleri verdim. Yani, beni öncesinde korkutan, yapamam
dediğim şeylerin hepsini yavaş yavaş yaptım. Ama fark ettiyseniz bunların
hiçbiri bir gecede olmuyor. Hepsi kademe kademe gelişiyor ve yıllar alıyor.
Öğretmen olduktan sonra bile her yaptığım farklı işte farklı şeyler öğren-
dim ve hâlâ da öğrenmeye devam ediyorum.
1. Süreklilik
Yaşıtlarım benimle aynı dönem aynı çizgi filmleri izledi, benle aynı kurs-
lara gitti, benim gibi lisede hazırlık okudu, aynı şeyleri öğrendik. Hatta ba-
zıları o kurslarda veya hazırlık sınıfında benden daha başarılıydı ama şu
an onlar İngilizce bilmiyorlar. Neden? Çok garip, değil mi? Halbuki bun-
ları yapan neslin %100’ünün İngilizceyi iyi derecede bilmesi gerekiyordu
fakat şu an %20’si biliyor. Nedeni açık. Bu arkadaşlar sürekli ve uzun süre
ara verdiler. Kimi ilgi duymamış, kimi önemini anlamamış olabilir... Se-
bebi ne olursa olsun, onlar için İngilizce, hayatlarının bir parçası olmadı.
Çizgi film izleyenler, o çizgi filmler yayından kalkınca bir daha İngilizce
çizgi film izlemediler. Okulda ders 2 saatse o 2 saatin dışında bir şey yap-
madılar; kursa gittilerse sertifikayı alınca İngilizce bitti sandılar; bisiklet
sürmek gibi bir daha unutmam diye düşündüler belki... Halbuki bir dili
öğrenmek daha çok spor yapmak gibidir. Beslenmenize dikkat edip 1 yıl
spor yapıp istediğiniz vücuda ulaştıktan sonra bırakırsanız eski halinize
dönmeniz uzun sürmeyecektir.
2. Maddiyat
İngilizce öğrenmek eskiden gerçekten lükstü. Zamanla çoğu şey gibi o da
inanılmaz derecede ucuzladı. Nasıl ki eskiden bir mahallede bir bilgisa-
yar zor bulunuyordu ama şimdi herkesin evinde o bilgisayar gücünde 3-4
telefon var; İngilizce öğrenmek de teknoloji sayesinde kolay ve ucuz hale
geldi. Yukarıda anlattım, eskiden pahalı pahalı sözlükler alırdık. Satın al-
ması ayrı dert, yanında taşıması ayrı dert. Artık sözlüğe para veren var mı?
Ya da yanında taşımak için ayrıca çaba sarf eden? İşte o yüzden artık hem
daha ucuz hem daha kolay diyorum. İnsanlar işe yarar bir cep telefonu uy-
gulamasına yıllık 120 TL’lik bedele pahalı diyor. Ama özel ders alsalar 1
saatlik öğretmen parası eder. Dijital şeylere para vermeye hâlâ mesafeli-
yiz ne yazık ki. Dijital olsun, fiziksel olsun, ben bir şey satın alırken onun
bana geri dönüşünü hesaplarım. Bana para mı kazandıracak, zaman mı
kazandıracak, yoksa beni geliştirecek mi? Bir şeye para vereceksem bunla-
rın en az birini yapması lâzım. Bu yüzden aylık olarak kitaba (fiziksel, di-
jital, sesli) verdiğim para, kıyafete verdiğim paradan fazladır.
3. Öğrenme Eğrisi
Belli bir seviyeye geldikten sonra ne kadar çalışsam da netlerimin artma-
dığı, gelişme gösteremediğimden bahsetmiştim. Bunun nedeni öğrenme
eğrisi denen şeymiş. Bunu, o olayı yaşadıktan on sene sonra öğrendim. Bi-
raz teknik olacak ama anlayacağınıza eminim. Bu sadece yabancı dil öğre-
nimi için de geçerli değil, yeni öğrenmeye başladığınız her şey için geçerli;
ister İngilizce olsun ister gitar çalmak, ister bilgisayar programlama olsun.
İlk 20 saat her şeyi çok hızlı öğrenirsiniz. Haftada 2 saat ders aldığınız bir
117
İngilizce kursu olsun bu. Bir ders saati 45 dakika, iki ders haftada 90 daki-
ka eder. 13 haftada 20 saati tamamlarsınız. Yani 3 ayda. İlk 3 ay cicim ayla-
rı gibi geçer. Her şeyi anlarsınız, hızla öğrenirsiniz. Sonra yavaşlar. Aniden
çakılmaz ama gittikçe yavaşlar ve bir yerden sonra sanki hiçbir şey öğre-
nemiyor gibi olursunuz. İlerlemez. Moraliniz bozulur, vazgeçmeyi düşü-
nürsünüz. Düşünmeyin! Hâlâ öğreniyorsunuz ama eskisi kadar hızlı değil
ve bir eşik var sadece. Bir süre orada takılıp sonra atlayacaksınız.
4. Use it or lose it
Bildiğiniz gibi diller okuma, yazma, dinleme ve konuşma olmak üzere
dört bileşenden oluşuyor. Hangi yeteneğinizi ne kadar kullanırsanız o ye-
teneğiniz o kadar gelişiyor ve hangi yeteneğinizi kullanmazsanız o yetene-
ğiniz köreliyor ve zamanla yok oluyor. O nedenle “use it or lose it” kavra-
mı çok önemli. Bizim dilimizdeki karşılığı “bakarsan bağ olur, bakmazsan
dağ olur” ya da “işleyen demir paslanmaz” diyebiliriz.
Kendi hikâyemle bir nebze de olsa sizin öğrenme sürecinize yardımcı ola-
bildiysem ne mutlu bana.
120
Kapanış: İngilizceyi Öğrenmeyi Öğrenmek
Kapanış kısmını en son yazmam, kitabın sonunda yer aldığı için değil.
Tek nedeniniz, bilinçaltınızın size dayattığı ‘rahatını bozma’, ‘ne gerek var’
ya da ‘sen zaten yapamazsın’ benzeri fikirler... Bilinçaltınızın olumsuz tel-
121
kinlerini yok sayıp, kendinizi kurban durumundan çıkartıp sürece ve so-
nuca odaklandığınız zaman sadece değil İngilizceyi, her şeyi başarabilir-
siniz.
Unutmayın, ‘mükemmel’ diye bir şey yoktur, hep ‘daha iyisi’ vardır. Bir be-
bek nasıl yüzlerce kere düşmeden yürümeyi öğrenemezse, biz de hata yap-
madan İngilizceyi öğrenemeyiz.
Ve unutmayın, herkes daha iyi İngilizce konuşabilir. Siz de, ben de, ünlü
dilbilimci Noam Chomsky de, Kraliçe Elizabeth de...
122