Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 85

Yeryüzü Tanrıları/ Şirk Psikolojisi

Dr. Hamdi Kalyoncu

MARİFET YAYINLARI
Tanıtım

Sağlıklı bir ruh hali için, insanı aşağılayan ve başkalarına köle yapacak psikolojik
etkileşimlerden koruyan “Tek İlah” anlayışına ihtiyaç vardır.

“İLAH..!”

İnancın en temel kavramlarından biri ve belki başta geleni.

İnananların da, inanmayanların da anlamını pek bilmedikleri bu kelimenin


Türkçe’si “Tanrı”.

İlahlaştırma, Tanrılaştırma, Putlaştırma derken, gerçekte ilah olmayan nesne ya


da objeleri ilah gibi kabullenme..! Yani gerçek ilah’a ortak koşma; “şirk..!

Tek ilaha inananlar için bu kelime son derece önemli. Kabul edilemeye layık bir
“iman” bu ilah kelimesinin içeriğini yani anlamını “Tek İlah” olan Allah’tan
başkasına vermemeyi gerekli kılar.

Bir taraftan tek tanrıya inandığını söyleyen, öte yandan “ilah” kavramının
içeriğini başka kişilere, makamlara, objelere, nesnelere atfeden kişinin Tanrı
inancı kabul görmediği gibi bunun sorumluluğunu da yüklenmiş olur.

Kişinin “imanı”nı elinden alan, yaptığı bütün iyiliklerin boşa çıkmasına sebep
olan ve ebedi kurtuluş ümidini söndüren bu sapmadan korunmak insanın bir
numaralı görevi. Çünkü eğer şirkten korunmamışsa yaptığı bütün işler faydasız,
ibadetler boşuna ve ebedi mutluluk kaybedilmiş olacak.

Ayrıca bir kişinin Gerçek ve Tek Olan İlah’tan başkasına kul köle olması, onları
tanrılaştırması, kendisini alçaltması demektir ki, bu durumda ruh sağlığını da
koruması imkansız denecek kadar zorlaşır.

Öyleyse bu tehlikeden kurtulmak için ne yapmalı?

Öncelikle “ilah”ın anlamını çok çok iyi bilmelidir. İlahın anlamını yeterince
kavramalı ki, farkına varmadan başka şeyleri yüceltip tanrılaştırmaktan
kurtulmak mümkün olsun.

İLAH; dua edilen, sığınılar, yardım istenen, güvenilen, en çok sevilen, en çok
korkulan, her söylediği mutlak hakikat olan, her

söylediğine mutlak itaat edilmesi gereken, tek kurtarıcı!

“Ben başka ilahları reddediyorum!” diyen biri, ilah kelimesinin bu anlamları


üzerinde başka birini tanıyamaz. Bu manalar sadece ve yalnızca Tek Olan İlah’a
Allah’ hastır. Başkası yok!

Başka ilah olmamasına rağmen insanlar hangi psikolojik mekanizmalarla başka


tanrılar edinirler. Başka şeyleri ilahlaştırırlar? Ve bunun insan psikolojisi
üzerinde yıkıcı etkileri nelerdir?

İşte “Yeryüzü Tanrıları” ŞİRK PSİKOLOJİSİ isimli kitap bu amaçla ele alındı.

YERYÜZÜ TANRILARI ŞİRK PSİKOLOJİSİ


Önsöz
İlah Edinme
İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri
İlah Edinme İhtiyacı
İlah İle Sözleşme
İlah Kavramı İle "Allah" Kelimesinin İlintisi
Şirkin Psikolojik Mahiyeti Ve Önemi
Sağlıklı Aklın Yolu Tek İlah'a
"Allah İle Beraber Bir İlah Ha!"
Her An "Yaratılıp Durmak"
'Nefs', Kişilik Ve Şirk
Şu Ruh Haline Bakınız!
"Büyüklenme"
Yüceltme Olgusu
Kabe'den Başlayan Tapınma
Tapınmada Etkileşim
"İnsan Peygamber" Hazımsızlığı
'Yüceltme'nin Yönü
"Korku" Duygusu Ve Şirk
Rızk Endişesi Ve Gelecek Korkusu
Sosyal "Neofobi"
Tavsiye Edilen Korku
"Hesap Günü"nden Korkmak
Kaybetme Korkusunun İlacı: Allah İçin Vermek.
Tanrı Korkusu Üzerine Kurulu Yanlış Otorite Benimsemesi
Şirkin Çocuklukta Atılan Temelleri
Zihinsel Putlar
Hayatın "Olmazsa Olmazları"
"Sevgi" Duygusu Ve "Şirk"
Dua, Umut Ve Şirk
İbadet Ve İlah Edinmek
Ümid Etmek
Güven İhtiyacı Ve Vekil Tanrılar
Yaratıcı İlah'ın Vekillere İhtiyacı Var mı?
"Milli Tanrı" İnancı
Hakka İletici Aracı Tanrılar
Dolaylı (Kulluk) İbadet Anlayışı
"Hakka İletme Gerçeği"
Şifa Tanrıları
Şefaatçi Tanrılar
Kendinden Başka İlah Olmayan Allah
Nasıl Bir İlah!
İlah'ın Sıfatları
I- Vücut Sıfatı:
II. Kıdem:
III. Bakaa:
IV. Vahdaniyet:
V. Sonradan Olanlara Benzememek:
VI. Varlığı Kendi Zatının Gereği Olmak:
VII. Diri Olmak, Hayat
VIII. İlim:
IX. İrade:
X. Kudret:
XI. Kelam:
XII. XIII. İşitmek Ve Görmek:
XIV. Tekvin:
YERYÜZÜ TANRILARI ŞİRK PSİKOLOJİSİ

Önsöz

İslam inancı, İlahı 'bir'lemeyi şart koşuyor.


Esasen; yaratılışın sırrı, hayatın anlamı ve amacı, tek İlah olarak Allah'ı tanımak
ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamaktır.
Bu amacın gerçekleşmesi için, Allah'a ortak koşmanın, yani 'şirk'in ne anlama
geldiği bütün yönleriyle iyi bilinmeli. Ancak o zaman; "la ilahe illallah", yani
"Allah'tan başka ilah yoktur", "İlah olduğu iddia edilen, yetkileri ve konumu iti-
bariyle İlahlığa kalkışan herhangi bir kişi, nesne, makam ve mevki kabul
etmiyorum" demenin şuuruna varılabilir.
Sosyal ve psikolojik bunalımların girdabında boğulmakta olan şirk toplumlarına
sunulacak en büyük hizmet, onların yolunu aydınlatacak, onlara sağlıklı bilgiler
sunacak ve sahte ilahların tasallutuna son vermeye yarayacak çalışmalar olma-
lıdır. Çünkü, fert ve toplumun huzura kavuşmasında ön şart şirkten
temizlenmektir.
Alışılagelen şekliyle, daha çok ilahiyat zemininde işlenmeye alışılmış konunun,
psikolojik bir yaklaşımla, akıl sahiplerinin ilgi alanına arz edilmesi gerektiği
inancı bizi böyle bir çalışma yapmaya yöneltti.
İnsanlık tarihi kadar eski ve klasik, kıyamete kadar da taze ve aktüel olacak
böyle bir konuda, bilgi ve fikir birikimi olan herkesin çaba sarf etmesinin ilahi
bir borç, misyon ve de lezzet mevzuu olarak algılanması gerektiği konusundaki
kanaat ve temennimizi belirtmeden geçmemeliyiz.
Elinizdeki bu mütevazı çalışmayı, konu üzerinde yapmakta olduğumuz,
"Yönetim ve Şirk Psikolojisi", "Akıl Bilgi ve Şirk Psikolojisi" isimli iki kitapla
daha destekleme gayretimiz sürmektedir
Beklenen yararı sağlaması ve Allah (cc) indinde makbul sayılması umuduyla..![1]

İlah Edinme
İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri

İnançların insan hayatı üzerindeki belirleyici etkisi, başka hiçbir şeyle kıyas
kabul etmeyecek derecede önemlidir. Kendi elinde olmayan bir şekilde ve yine
kendi iradesi dışında belirlenen bir zaman ve mekanda hayata gözlerini açan
insanoğlu hep bir inançla yaşamıştır. En inkarcı bir halde bulunduğu zamanda
bile inkarını iman haline getirmiş ve varlığını varlıklarına bağladığı birilerini ya
da bir şeyleri elinde, dilinde, zihninde; yanında, yöresinde, meydanında,
mabedinde, çarşısında, pazarında; sözünde, kitabesinde; taşında; dileğinde,
duasında; yaşında, başında, yönetiminde hep yaşatır olmuştur. Zaman, zaman
birlediği, bazen de ihtiyacına göre çeşitlendirdiği ve çoğalttığı tanrıları ile
birlikte olmaktan haz duymuş ve hayatı kendince böyle anlamlandırmıştır.
Tanrı ya da tanrılara o kadar ihtiyaç duymuştur ki, Batılı bir düşünürün; "Eğer
tanrı yoksa onu biz yaratmalıyız" sözü bunun ne derece kaçınılmaz bir ihtiyaç
olduğunun ifadesi olması bakımından oldukça anlamlıdır. Öyle ki, insanoğlu
için bir Tanrıya inanmak ve bağlanmak hayatın gayesidir’ demek hiç de
yadırganacak bir hüküm olmaz.
Esasen, İslam bunu açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur.
Ayette:
"Ben cinleri de, insanı da ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım," buyuruluyor. [2]
"İbadet kavramı ise, Allah'ın arzu ettiği, gizli ve açık söz ve davranışların
bütününü içine alır.
Bu geniş anlamı ile ibadetin yerine getirilmesi, insanın kendi hayatını, çeşitli
davranış ve sözlerini, tasarruflarını, diğer insanlarla olan ilişkilerini İslam'ın
gösterdiği şekilde ayarlamasını gerekli kılar.[3]
Bu ise insan psikolojisini temelden etkileyen, yeniden Kur’an ve hayatı baştan
sona yönlendiren esaslı bir olgudur. Burada konunun nirengi noktasını teşkil
edecek temel soru şudur: "İnsanın duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bu
derece önemli rol oynayan, hayatı belli bir düzene sokan inançların esası nedir?"
Yine bundan hareketle; "İman ve ilah edinmek kavramları ile insan ihtiyaçları
arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
İnsanın varlığını sürdürmesi bakımından; 'Hüküm ve hikmet sahibi', her şeyi
bilen bir ilah olan Allah'a iman, esasen neyin kabul ve tasdik edilmesidir? Bu
inançtan sapmanın anlamı, insan psikolojisi açısından neleri ifade eder? Bunun
anlaşılması için öncelikle 'iman' kavramı yerli yerince ve yeterince doğru olarak
kavranmak.
İslam alimi Ömer Nesefı, imanı 'mutlak tasdik' olarak tarif ediyor, "Habercinin
haberine veya hüküm verenin hükmüne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt
etmeden inanmak, onun doğru olduğunu kabul etmektir" diyor.[4]
İslam'da istenen İman; Allah Resulü'nün getirdiği haberi tereddütsüz kabul ve
tasdik etme anlamında olup, kabul ve tasdik edilmesi istenen haberin esası ise
ilah'ın "tek" oluşu üzerine kuruludur.
Doğruluğu peşinen kabul edilmiş inançların test edilmesinin kolay olmayacağı
açıktır.
İnsanın hayata gelişinin, hayatla ve yaratılışla ilgili temel sorularının izahı ve
tüm davranışlarının şekillenmesi bu noktadaki kabuller, yani inançlar üzerinde
gelişir. Dolayısı ile insan davranışlarını anlamak bakımından bu inançların
teşekkülü irdelenmeli ve bu noktadaki sağlam kaynaklara dayalı ilahiyat bilgileri
ve konu ile ilgili sosyal bilimlerin ışığında çarpıklıklar ortaya konmalıdır. Bu
hususta bize öncelikle yardımcı olacak bilim dalları şüphesiz ki Psikoloji,
Psikiyatri ve Sosyolojidir. Biz burada daha çok Psikiyatri ve Psikolojiden
istifade yoluna gideceğiz. [5]
İlah Edinme İhtiyacı

'İlah edinme', kaçınılması mümkün olmayan bir psikolojik ihtiyaç olarak


görülüyor.
"İnsanların ilk tarihi günlerden itibaren inandıkları çeşitli putlar bir köklü
ihtiyacın ifadesidir. İnsanlar karşılaştıkları büyük tehlikeler ve yoksunluklar
karşısında; ihtiyaçlarının doyurulması, tehlikelerin azaltılması veya yok edilmesi
için; kendisini yaşatacak, ona zor anlarında yardım edecek, onu mutlu kılacak
bir güce ihtiyaç duymuş ve inanmıştır. İnsanın 'put'da toplanan, kutsal ve
insanüstü güçten beklediği, bir üstün gerçeklik ve enerjidir. Zamanda ve zamanı
yaşayan insan, asırlar boyunca dağınık hayatını toplamak ve bir şeye dayanmak
zorunda kalmıştır. İşte, bu toplama gücünün kurtarıcı enerjisi (şirk içindeki
toplumlar tarafından) putlarda bulunmuştur." [6] Bu zan sonucu oluşan
etkileşimle kutsallaştırma sürecine girilmiştir.
Bir şeyleri kutsallaştırma, ilahlaştırma ve onlara tapma eğilimi, hemen her
devirde var olagelmiştir.
Konu ihtiyaç açısından ele alındığında putlaştırılan nesne ve objeler üç grupta
toplanabilmektedir:
1. Günlük zevk, heyecan ve ihtiyaçları doyuran, kompleksli ruhlara hitabeden
geçici putlar (putlaştırmalar):
Birçok sanatçılar, sporcular, şu veya bu devrin halkta coşku uyandıran hatipleri,
büyüleyici mistikler, büyük şarlatanlar bu grupta toplanabilir. Bunun ekstrem
örneklerini pek çok milletin hayatında görmek mümkün.
Hayatı ve birkaç yıl Rus devletinin yönetiminde oynadığı menfî rolü ile
Rasputin gibilerden, gençlik yıllarında 'Sarışın Bomba' ismini alan artistin,
filmlerinin gösterildiği sinema kapılarının önünde halkın kuyruklar halinde
toplanmasına bir yerde göründüğü zaman; binlerce insanın üstüne üşüştüğünü,
fotoğrafçıların birbirleriyle yarışırcasına resimlerini çektiği sanatçılar, gençlerin
büyük bir coşkuyla resimlerini yanlarında taşıdıkları, önlerinde kendilerini
jiletleyerek kendilerinden geçtikleri örnekler bugün bile sayılamayacak kadar
çoktur.
2. İnsanın estetik zevkine, sanat merakına, bilim ve moral ihtiyacına cevap veren
ve insanlığı bugünkü medeni basamağına çıkardığı düşünülen putlar galerisinde
objektif eserleri ile ve her zaman ünleriyle anılan bilim, düşünce ve edebiyat yıl-
dızları veya putları. Rafael'den Van Gogh'a, Hipokrat'tan Freud'e, Aristo'dan
Newton'a, Einstein'e, Dante'ye, Goethe'ye.. kadar olmak üzere birçok uluslara
mensup (erişilmez görülen) kişiler.
3. Şu veya bu memleketi büyük bir felaketten kurtarmak, esirlikten özgürlüğe
ulaştırmak, bir savaşta zaferler kazanmak, bir ideolojiyi kitleler için
gerçekleştirmek., gibi milyonlarca insan tarafından takdir edilmiş ve
benimsenmiş tarihi kişiler galerisinde, herkesin görüşüne göre birçok simalar yer
alır. Ancak farklı uluslara mensup insanların ortak takdirine ulaşanlar, objektif
başarıları ile olduğu kadar, kitlelerin psikolojisine de ustalıkla girebilen ve halkı
eserleri ile büyüleyici telkinlerine katabilen ve zamanında tanrılaştırılmış olan
faniler.. Şüphesiz ki bunların başında Buda'dan İsa'ya ve bazı büyük azizlere,
imamlara kadar din adamları da var. Bunların dışında Sezar, Cromvel,
Napolyon, Washington, Marks, Lenin, Gandi ve Atatürk gibi güçlü
kumandanlar, devrimciler ve devlet adamları tipindeki seçkin kişiler de yer alır.
Bunlara daha birçok isimler de eklenebilir.
Herhalde 20. asır toplumlarında üstünkörü bir bakışla tapmanın ilkel şekillerinin
(devam etmekte) gelişmekte olduğu görülür. İkinci Dünya Savaşı'nın meydana
getirdiği şiddetli sarsıntılar, Atom bombasının büyük ölçüde maddi ve manevi
yıkıntıları, 'Kumsalda Bir Gün' filminde olduğu gibi nükleer silahların
gelecekteki trajik ve kollektif ölümlerin tasarlamaları yanında, bugün bile
dünyanın belirli yerlerinde bir üçüncü dünya savaşı körüklemek tehlikesini
gösteren kanlı savaşlar ve çatışmalar, iki üç düşman cephesine ayrılan gençlik
grupları yeni bir insan şuuru ve ruhu oluşturmakta ve bunlar büyük bir hızla
gelişmektedir. Kaldırımlardan, LSD'li ve esrarlı seks alemlerine kadar,
düşürülen moral inanışlar yeniden birçok ihtiyaçlar ve tepkiler yaratmakta,
birçok bireysel ve kollektif manevi sapıklıklar görülmekte ve bu ideolojilere ve
mentalitelere uygun olmak üzere yeni yeryüzü putları doğmaktadır."[7]
Birbirinden farklı veya benzer şartlar altında "İnsan, kendi gücünün çok üstünde
olup da ümitlerini gerçekleştirmede bel bağladığı yahut şu veya bu şekilde
yararlandığı değişik tabiat güçlerini; lider, kahraman, sporcu, şarkıcı, artist, seks
yönünden çekici pek çok kuvvet ve objeyi kutsallaştırır, hatta tanrılaştırır.. Bu,
insanın kendini adamaya karar verdiği, mutlak gönül bağlılığı içinde olduğu
gücü "tanrısal kudret'i temsil eder.. İnsanın günlük denemelerini ilgilendiren her
şey kutsallaştırılmıştır. Kozmik fenomenler ve tabii güçler (Güneş, ay, yıldızlar,
pınarlar, ırmaklar, dağlar), hayati ve psikobiyolojik güçler, hayvanlar, ağaçlar,
cinsel enerji, (özellikle erkek cinsel organı ve döllenmenin bütün güçleri).. Irk,
vatan, sınıf, parti, savaşlar, altın, para., boş inançların birçok şekilleri...
Umdurucu ve korumak gücünde görülen her şey, insanın merakını ve mistik
yönünü kamçılar" ve bir şekilde putlaştırılır.[8]
Rahatlıkla denilebilir ki; "İnsanın zihninde, onu ilah edinmeye iten etkenin asıl
kaynağı muhtaç ve varlıksız oluşudur. İnsanın, kendisinin ihtiyaçlarını
gidermeye gücü yeten, sıkıntılara karşı yardım eden, gerektiği her an onu
koruyan, ıstırap ve korku halinde korkusundan onu emniyete çıkaran bir varlığa
ihtiyacı vardır.
Yine kişinin ihtiyaçlarını gideren, dualarına icabet eden, isteklere cevap veren
bir varlığın, mevki bakımından da şüphesiz kendinden daha yüce ve derece
bakımından da daha üstün olması gerekir.
Nihayet kaçınılması imkansız tabii hallerden biri de, insanın aşkla ve şevkle
yöneleceği kudretin (ilahın), insanın, anında ihtiyacını gidermeye, sıkıntıya
düştüğü zaman sıkıntısından kurtarmaya, ıstıraplı anlarında sükunet bahşetmeye
gücü yetmelidir. (Ya da öyle inanılmalıdır.)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, "ilah" kelimesinin mabud hakkında
kullanılmasına sebep olan faktörler: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığını
verme, sükunet bahşetme, yüceliği ve hükmü altına alıp koruma, musibet anında
onu korumaya gücünün yeter olması.." gibi düşünce ve kanaatlerdir. [9] Kişinin
bütün bu sayılanları kendisine verebilecek bir büyük Kudreti kabul etmesi, bu
özelliklerin onda var olduğuna ve bununla birlikte kendisine yardım edecek
olduğuna inanması.. İşte ilah edinme ihtiyacının esası! [10]

İlah İle Sözleşme

İslam'a göre tek ilah olarak kabul edilen Allah, 'her şeye gücü yeten'dir.
O; kuvvetli, kudretli, izzetli ve Kahhar olan bir ilahtır. Müslüman O'na
yöneldiğinde, şu varlıklar aleminde Hakk'ın kendisi olan biricik kuvvete
yönelmiş olur. Her türlü sahte kuvvetlerden kurtulup sükunete ulaşır, gönül
huzuruna kavuşur ve rahat eder. Artık mü'min hiç kimseden, hiç bir şeyden
korkmaz.. O, şunun bunun vergi ve mahrumiyetine de tamah etmez." [11] Çünkü
o, ruhlar aleminde Rabb'ine söz vermiş, Rab ve ilah olarak O'nu kabul etmiş;
O'nunla ahitleşmiştir.
Müslüman, "Allah'ın ahdini te'kid ettikten sonra bozanlar.." [12] dan olmak
istemez.
Müslüman'ın hayatı bu ahitleşme üzerine şekillenir. Bunun için o, Allah'tan
başkasını ilah ve Rab olarak kabul edemez. Esasen ezelde yapılan bu
ahitleşmenin Allah'la tüm insanlar arasında olduğuna inanılır.
"Allah’u Teala ile beşer arasındaki ahdin bir çok çeşitleri var. Bunlardan biri
insanoğlunun Halik'ını (yaratıcısını) bilmesi ve O'na yönelip ibadet etmesi için
yaratılışında sahip olduğu fıtri ahittir. Allah'ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı,
insan fıtratında daimidir. Şu kadar var ki bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve
Allah'a ortak aramaya koyulur."[13]
Bir olan ilah ile yapılan bu sözleşmeye riayet ise 'takva' ile ifade edilir.
"Muttakiler için... Bu kitaptan (Kur'an'dan) kalbe faydalanma ehliyeti veren,
takvadır. Kalbin kilitlerini açan takva, o nurun kalbe girerek vazifelerini
yapmasını sağlar.
Faydası olan her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye
ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvadır.
Kur'an'da hidayeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve hulüs-u
niyyetle teveccüh etmesi zaruridir. Daha sonra buna (Kur'an'a) korkan, korunan,
delalete düşmekten yahut herhangi bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen
bir kalple yanaşması lazım gelir. İşte o vakit Kur'an esrar ve envarını açar."[14]
Böylece kul ile ilah arasında uyum yolu da açılmış olur. [15]

İlah Kavramı İle "Allah" Kelimesinin İlintisi

İlah kelimesinin İslam literatüründe özel bir yeri var.


Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen ve sayısının otuza yaklaştığı
kaydedilen, birbirinden farklı bütün görüş ve iddialar değerlendirildiği takdirde,
bu kelimenin Arapça asıllı ve zengin manalı "ilah" lafzından türediği görüşü
ağırlık kazanmaktadır.
Bir görüşe göre bu kelime, "gizlenmek, perdelenmek ve duyu idrakinin ötesinde
olmak" anlamındaki "lah" kelimesinden türemiştir. "Duyuların idrakinin
fevkinde olan" manasında "lah" kelimesinden lam harfleri birleştirilerek "Allah"
lafzı elde edilmiştir.
Daha çok üzerinde durulan bir görüşe göre de; Allah lafzı, "kulluk etmek" veya
"hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak" anlamında bir
mastar olan "ilah" kelimesinden türemiş ve bazı dil işlemlerinden geçmiş. "Tapı-
nılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılan ve sığınılan"
anlamına gelen bu kelimenin başına önce bir harf-i ta'rif getirilerek "el-ilah"
şekline dönüşmesi sağlanmış, daha sonra dilde kullanım kolaylığı sağlamak
amacıyla, "lam" harfleri birleştirilmiş ve kelime azamet ifade eden tok bir sesle
"Allah" şeklinde okunmuştur". [16] Bu bilgiler, Allah'ın 99 ismi üzerinde çalışma
yapan Prof. Metin Yurdagür'ün 'Esma ül Hüsna' isimli kitabından. [17]

Şirkin Psikolojik Mahiyeti Ve Önemi

Hangi psikolojik mekanizmalar sonucu İnsanlar, 'Bir' olan Allah'ı bırakır da,
birden çok ilah edinme ihtiyacı duyarlar ve de Allah'a has olan ilahlık kudretini
başka şeylere yakıştırırlar? Bu soruya sağlıklı bir cevap bulabilmek için şirkin
psikolojik mahiyetini iyi irdelemek gerekir.
"La ilahe illallah" demeden; yani "tanrı olduğu zannedilenler ya da tutum,
davranış, söz, yönetim ve yöntemleri ile kendilerini ilahlık mevkiinde görenler
ilah değildir" demeden ve öylece inanmadan kimsenin imanı sahih
olmayacağına göre konu hadsiz derecede önemli. Kul ile tanrısı arasında ruhi bir
bağ olan İman, bu ilah kavramı üzerine kurulu.
Allah Resülü'nün; "Sizin için endişem, tekrar küfre döneceğiniz ihtimalinden
değil, size karanlıkta karıncanın ayak sesleri gibi gizli ve sinsi gelecek olan
şirktendir" anlamındaki sözleri, şirki, mahiyeti ile tanımanın ne denli önemli
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte ancak o zaman, karıncanın ayak
sesleri kadar sinsi gelen düşmana karşı korunmak mümkün olabilir.
Şirk olayını hayatın her alanında görmek mümkün: Günlük işleri düzgün gitsin
diye yanında taşıdığı uğur simgesi (soteria) bir boncuk, bir tutam saç, içinde ne
yazdığı pek de önemli olmayan ve merak da edilmeyen bir muskadan uğurlu
kelime ve sayılara; hayatı üzerlerinde yetki sahibi olarak kabul ettiği dini ve
idari otoriteleri olağan üstü görerek putlaştırmaya kadar her alanda!
"İnsanlar kendilerine egemenlik eden, onları büyüleyen liderleri veya şefleri ölür
ölmez kısa bir süre içinde yenilerine dönerler. Bu süreli olarak iktidarı
doldurmak ve boş bırakmamak, esasen daima ona bağlı olduğumuz ve kendisini
saydığımız kutsal bir varlığı tutmanın ihtiyacıdır. Kişiler gider; lakin insan
gönüllerinde kutsal olan ve putlaştıran güçler ve değerler kalır.
Bu putlaştırılan güçler zamana, tarihî dönem ve gereğe göre bir kurt-tanrı, bir
çakal-tanrı, bir öküz-tanrı, savaşan bakire, her şeyi yutan bir ejder, bir doğurucu
karınlı ana, yıldırımlar saçan Zevfe, Sezar gibi bir imparator, Hitler gibi bir
lider, bir Prima Donna yani çok yönlü bir tiyatro veya sinema artisti, çılgınca
dans eden ve striptiz yapan bir dansöz, bir seks vampiri, sesiyle gençleri
çıldırtan ve yerlerde tepindiren Elvis Presley gibi bir şarkıcı, bir karlı tepeden
öbür karlı tepeye uçan bir kayakçı veya Arjantin'de yapılmış olan futbol şampi-
yonasında takımını golleri ile şampiyon yapan bir Kempes gibi sporcu da
olabilir.
Kutsallaştırılan (obje ve) hayallerin çeşidinin çok oluşu, değişik insan
gruplarından ve kültürlerinden kaynak aldıklarını gösterir. (En ilkel
kabilelerden, en yeni örgütlü topluluklara kadar).Bunlardan bazılarının
süreklilikleri ya da evrensel tarihin değişkenlikleri arasında yeniden
canlanmaları, daima ve her yerde, insanların durmadan yeni putlar ve yeryüzü
tanrıları yarattıklarını gösterir.
Lakin bütün bunlar putlara tapmaya olan insancıl ihtiyacı derinliğine anlamamız
için yeterli aydınlatmalar sayılmaz. Putlara tapmanın ve her alanda suni putlar
yaratmanın dünya üstünde evrensel olması, bu durumun tarih boyunca sürmesi
ve özellikle müspet bilimlerin her çeşit teknik başarıları ile egemen oldukları
toplumlarda bile itibar görmesinin mantıksızlığı (ve anlaşılmazlığı) bunun insan
ruhunda çok derin kökleri olduğunu gösterir. Bundan ötürü bunun aydınlanma-
sını en iyi şekilde bize psikanalitik metotlar sağlar.
Bütün insancıl eğilimler, zorlayıcı hevesler, zevke dönük dürtüler, saplantılar,
alışkanlıklar ve daha genel bir terimle bilinç dışı komplekslerin aydınlanması
için kullandığımız yolu,"Putlara tapma ihtiyacı"nı da anlamak için kullanmak
gerektir. Herhalde bunun için de, insan yaratığının çocukluğundan itibaren
erginliğe doğru giden gelişme yoluna girmelidir. Yeni doğan her insan yavrusu,
temel psikolojik ihtiyaçlarını doyurmak için tamamıyla çevresine ve özellikle 5
yaşına kadar annesine veya onun yerine geçenlere bağımlıdır. Bu, annede, henüz
duygusal yetersizliği ve kendi vücudunun hayalinin bütünlüğünü
kavrayamaması dolayısıyla, çocuk ancak hayal meyal olarak bazı yerler görür:
Bir meme veya emzik tutan bir el ve bunlara katılmış olarak bir koku, dokunma
duyguları, az çok hoş olan durum değişmeleri gibi... Bu dağınık duygular,
sinirsel olgunlaşma yokluğu dolayısıyla, bir bütünlük halinde reaksiyonlarda
bulunur. Anne, bebek bağırmalarına karşı bir şey vermesi ya da ihtiyaç olduğu
anda kaybolmasına göre; ve henüz mevcut olmayan bir zaman karışmasıyla da
bu birbirinin tersi olan hayaller aynı anda karışık bir şekilde bulunur.
Bunlar erginlik çağına kadar bilinç dışı derinliklerde yer alır ve ancak
psikanalitik bir inceleme ile meydana çıkarılabilir. Bunlar bazı lojik (bilim) dışı
inançlarda ve kollektif topluluklarda önemli bir rol oynar. Bu bağımlılık, az çok
genel bir güvensizlik de yaratır..
Şüphesiz ki her şey bunlarla bitmez. Lakin daha sonraki denemeler ve
gerçekliklerle karşılaşmalar şu veya bu şekilde hazırlanmış olan bir zeminde
vaki olmaktadır."[18]
Geliştiği zeminin özelliklerine göre, kişilikler başkalarına sığınmaya, kolayca
inanmaya, bağlanmaya ve itaate; gereksiz korkulara, sapmış sevgilere, umut ve
beklentilere eğilim oluşturur. Bütün bu çalışma süresince göreceğimiz psikolojik
özellikler, defektler (eksiklikler) ve bunların analizleriyle ilah edinmenin
hazırlayıcı, kolaylaştırıcı zeminini irdelemeye, anlamaya çalışacağız.
İnsanlar çoğunlukla kendi durumlarının farkında değillerdir. Kendilerini şirk
içine sokan sebepleri ve hatta şirk içinde olduklarını bile bilmekte ve anlamakta
zorluk çekerler.
Bunun için İslam alimlerinin insanları sürekli olarak uyardıklarını görürüz.
Abdulkadir el-Geylani; "Allah'tan başka her kime itaat ediyorsan, o senin ilahın
olur. Kimden korkuyor ve kurtuluşu kimden bekliyorsan onu ilah seçmişsin
demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah'ın o işi onun eliyle
yaptığını görmüyorsan o senin için ilahtır. Ey kalbi ölü olanlar! Ey güç ve
kuvvetlerinin putlarına tapanlar; geçim kaynaklarını, mallarını ve
memleketlerinin sultanlarını putlaştıranlar! Kim zarar ve menfaati Allah'tan
değil de başkasından görüyorsa o, Allah'ın kulu değil, onun kuludur.." [19] diyor
ve devam ediyor;
"Yalnız dille şahadet getirmek sana fayda vermez.
Çünkü kalbinde birçok ilah vardır. İdarecilerden olan korkun kalbine ilahtır.
Çalışmasına, kuvvetine ve yaptığın ticaretine güvenmen sana birer ilahtır. Onları
kalbinden çıkarmadıkça, 'Allah'tan başka ilah yoktur' demen faydasızdır.. Neye,
kime itimad ediyorsan sana ilah o'dur."[20]
Ebul Hasan el Nedvi de;
"Allah'tan başka kime itaat ediyorsan o senin ilahın olur; Kimden korkuyor ve
ondan kurtuluşu diliyorsan, onu ilah seçmişsin demektir. Zarar ve menfaati
kimden biliyor ve Allah'ın o işi, onun eliyle yaptığını görmüyorsan, o senin için
ilahtır." [21] diyerek uyarıyor.
Mevdudi de konuya şöyle açıklık getiriyor;
"Durmadan, 'Allah'tan başka ilah yoktur' kelime-i şahadetini tekrarladığı halde
(insanlar) Allah'tan başka birçok ilahlar edinirler.. Şüphesiz ki bu şahıslar
Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilah ve Rab olarak
adlandırmaz. Lakin bu dil iledir. Bunun yanında, bu iki kelimenin kullanıldığı
manalarda birçok ilahlar edinir de, zavallıların bundan haberleri bile olmaz."
Bir kimse; "Ne olursa olsun herhangi bir şeyi kendisi için veli, yardımcı,
kötülükleri uzaklaştıran, ihtiyaçlarını gideren duasını kabul eden, zarar ve fayda
vermeye gücü yeten bir varlık olarak görüyor ve bütün bunları tabiat kanunları
çerçevesi dışında manalarla anlayıp, onlar hakkında kabul ediyorsa; bu, inandığı
şeyin, bu alemin nizamı üstünde bir otoriteye sahip olduğunu kabul etmesinden
ileri gelmektedir.
"İster ondan korkmak ve ona ümit bağlamak olsun, isterse onu Allah huzurunda
bir şefaatçi kabul etmek veya ona mutlak itaat ve emrine düşüncesizce uymak
kabilinden olsun (bu ilah edinmektir). Allah'tan başkasına bağlanan maddi ve
manevi bağların Allah'u Teala'ya tahsis edilmesi gerekir. Zira O, yalnız başına
bütün otoriteye maliktir."[22]
Seyyid Kutup da, ayetler ışığında şu izahları yapıyor; "Tevhid akidesinin,
berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur'an-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı
(Allah'a eş koşma) keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapa geldiği gibi, bir takım
şeyleri ilah ittihaz edip, Allah'la birlikte onlara da ibadet etmek şeklinde olmaz.
Bunun, muhtelif şekilleriyle bir de gizli olanı vardır ki: Mesela, ümitlerinin
herhangi bir şekilde Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşidi-
dir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn-i Abbas (r.a) bir rivayetinde
şöyle demektedir: "Ayette geçen öyle bir şirk çeşididir ki, bu gizlilik, gecenin
karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden
daha hafidir (gizlidir).
Hal böyleyken, söz ile, 'biz hiç kimseyi Allah'a ortak koşmuyoruz’ demenin bir
yararı yok!
"Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak
koşanlara; 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz." [23]
"Sonra onların mazeretleri, 'Rabb'imiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar
olmadık!' demekten başka şey olmadı." [24]
"Gör ki kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları
şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti!" [25]
Bir kimsenin; "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum", gibi
tabirler kullanması, eğer "şu köpek olmasaydı, hırsızlar gelirdi" şeklinde
konuşması.. Arkadaşına; "Allah ve sen isterseniz bu iş olur", "Allah'la falan
adam olmasaydı işimiz olmayacaktı", gibi sözler söylemesi hep bu gizli şirkin
bir nevidir."
Bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz efendimize; "Allah ve sen
isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Resul-i Ekrem'in; "Beni Allah'a eş mi
koşuyorsunuz?" buyurduğu rivayet edilir."[26]
Şirk bu bilgiler ve izahlar ışığında ortaya konduğunda konunun önemi daha iyi
anlaşılıyor olsa gerek. Yoksa;
"İslam'ı sadece tahtadan ve taştan imal edilmiş putları yok edip, onların yerine, o
putlar gibi hiç bir fonksiyonu olmayan, kişi ve toplum hayatına müdahale
etmeyen, hükmetmek gibi bir sıfatı bulunmayan, soyut bir tanrı inancı getiren
din olarak algılayanlar, nice sahte ilahların hükümlerine uyarak gönül
hoşluğuyla yaşarlarken, 'la ilahe İllallah'ı arada bir mırıldanarak cenneti
garantilemiş olmanın hayalleriyle avunur dururlar."[27]

Sağlıklı Aklın Yolu Tek İlah'a


Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın birliğini doğrudan ifade etmek üzere 'vahid', 'ahad'
ve 'vahde' gibi kelimeler kullanılırken, İslami literatürde tevhide (tek ilah
inancına) aykırı olan inanışların ise geniş kapsamlı bir kavram olan şirk kelimesi
ile ifade edildiği bilinmektedir.
Yine Kıır'an'da, Allah'ın "bir"liğini belirten ayetlerin, Allah'ın varlığını bildiren
ayetlerden fazla olması da konunun ciddiyetini gösteren önemli kriterlerden biri
olarak görülür.
Ansiklopedilerde; 'Tanrıya ortak koşma; 'birden fazla tanrı edinme; 'çoktanrıcılık
(politeizm)', 'putataparlık (paganizm)' anlamlarında kullanıldığı belirtilen şirk
kavramı Allah'ın asla bağışlamadığı bir cürüm ve günah olarak bildirilmiştir.
Şirk olayı, esasen Allah'a has olan "ilahlık" kavramının ifade ettiği anlamların,
Allah dışındaki varlıklara atfedilmesi, Allah'ın sıfatları ile bildirilen kudretinin
inkar edilmesi, çoğu zaman sözle açıkça ifade edilmese de, hatta bazen tersi
iddia edilse bile, daha çok düşünce, duygu ve davranışlarla kendini gösteren bir
inkar (negasyon) ve isyan halidir.
Bu durum, insanın yaratılış amacı ile çeliştiği gibi fıtrata yani yaratılıştan
getirilen ruhi ve yapısal özelliklere de ters düşer.
"Kur'an-ı Kerim, Allah'ın varlığının benimsenmesini ve O'nun 'bir'liğine
inanmayı, insanın selim yaratılışının bir gereği olarak kabul etmiştir."[28]
Bundan rahatlıkla şu hüküm çıkarılabilir; aklı başında olan ve düşünebilen her
insan Allah'a yönelir, O'nu tanır, O'nu bilir. Bu, yaratılışın tabii sonucudur.
Aksini düşünmenin ise ne derece yanlış ve ters bir tavır olacağını ayetlerin etkili
üslubundan takip edelim. [29]

"Allah İle Beraber Bir İlah Ha!"

Neml: 27/60-64.ayetlerinde Allah'tan başka inanılan, umut bağlanan, yardım


istenen, sığınılan, korkulan ve itaat edilen nesnelerin asla buna layık
olmadıkları, ilahlık fonksiyonuna erişemeyecekleri vurgulanıyor. Tek olan ilah
tarafından yaratılmış ve her an kendisi ilaha muhtaç olanlar, nasıl olur da, ilah
gibi görülürler.! Bu bir çelişkidir.
Ayetler, insanları bunun üzerinde düşünmeye çağırıyor. Rabb'in fazlı
kereminden verdiği nimetlerden örnekler sayılarak, uyarı ve ikaz üslubuyla
soruluyor; "Allah ile beraber bir ilah ha!"
"(O nesneler mî) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için bir su indiren?
Öyle bir su ki, biz onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel
bahçelerin bitkilerini bitirmişizdir. Allah ile beraber bir ilah ha! Hayır, onlar
sapıklıkta devam eden bir güruhtur."
"O nesneler mi yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan, ona
has ve.sabit dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan.. Allah ile beraber
bir ilah ha!"
"Hayır, onların çoğu (tevhidi) bilmiyorlar. Yoksa, kendisine dua ettiği zaman
bunalmışa icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?
Allah ile beraber bir ilah ha!"
"Siz ne kıt düşünüyorsunuz. Yahut, o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin
yolunuzu doğrultmakta, rahmetinin önünde rüzgarları müjdeleyici olarak
göndermekte olan mı? Allah ile beraber bir ilah ha!"
"Allah onların tuttukları ortaklardan çok yüce ve münezzehtir."
"Yahut yaratmayı önce başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve
yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber bir ilah ha!"
"De ki, eğer (şirk koşmanızın) doğruluğuna inanıyorsanız getirin delilinizi."[30]
Allah'ın verdiği akıl nimetini kullananlar için O'na ortak koşmak elbette akıl karı
olamaz! Üstelik sadece baştan bir kere yaratılmış olmakla hayata devam etme
imkanının olmadığı ve her an yaratılıp duran bir varlık olduğumuz bilinirken! [31]

Her An "Yaratılıp Durmak"

Her şeyin her an yaratılıp durması ve Yüce Yaratıcı'nın yaratma fiilinin bir
kereye mahsus olmadığının bilinmesi duygu ve düşüncelerin hizaya sokulması
bakımından oldukça önemli bir husustur.
"O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hiç bir evlat edinmemiştir O.
Mülkünde O'nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratıp, bir düzen ve bir ölçü
tayin etmiştir. Böyle iken kafirler O'nu bırakıp da birtakım ilahlar edindiler; ki,
bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar.
Onların nefisleri için ne bir zararı gidermeye, ne de bir fayda sağlamaya güçleri
yetmez. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise
hiç güçleri yoktur."[32]
Yukarıda bahsi geçen Neml süresindeki ayetlerde; "Sizi gökten ve yerden
rızıklandıran" ifadesi ile bu süresindeki "yaratılıp durmak" tabirleri, üzerinde
düşünülmesi gereken çok önemli ve sadece inanca değil bilime de doğrultu
verecek boyutta ip uçları içeren ikazlar. Bunların anlaşılması halinde başka
ilahları reddedip, Allah'ı tek ilah olarak kavramanın inkar edilmesi mümkün
olmayan bilimsel ve akli delillere ulaşılır.
Her şeyi yoktan var eden ve gökten ve yerden rızıklandıran..ilah O.
Yerden gıdalar; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitamin ve mineraller.. Sonra
su ve hava.. Bütün bunlar canlılığın devamı için gerekli.
İnsana yerden rızk verilmezse açlığa ve susuzluğa ne kadar dayanabilir!.. Belki
birkaç hafta.. Sonra? Sonra, canlılık sona erer.
Yine hayat için çok önemli bir rızk olan oksijen olmaz ise hayat kısa sürede
sonlanır. Dokular içinde oksijensizliğe en fazla dayanıklı olan kaslardır ki onlar
da en çok beş dakikada canlılığını yitirir. Beyin hücreleri ise iki dakika
oksijensiz kalamıyor. Daha fazlasına dayanamıyor ve ölüyor. Tekrar oksijene
kavuşulsa bile artık beyin fonksiyon yapamadığı için, 'bitkisel hayat' denilen
olay gerçekleşir ki, solunum ve dolaşımın suni olarak devam ettirilse de kişi
çevresi ile bir ilişki kuramaz, konuşamaz, işitemez; iradi hareketlerden
yoksundur, şuuru yerinde değildir.
Eğer 'tek ilah' olan ve "rızıklandırma" kudreti bulunan 'Yaratıcı' ilah'ın bu
gıdalar, su ve hava (oksijen) ile nimetlendirmesi olmasaydı, bunu kim
sağlayabilirdi ki!
Kim gıda verir, kim hidrojen ve oksijeni yoktan var edip, sonra 2 Hidrojen’i 1
Oksijen'le birleştirerek yağmuru yağdırabilir ve yerden suları fışkırtır?
Allah'a rağmen kendilerine itaat edilen; sığınılan, umut bağlanan, korkulan ya da
Allah gibi sevilerek ilah edinilenlerin hangisi!
Bir de "gökten rızıklandırma" var ki, müthiş bir olay! Gökten verilen rızkın
kesilmesinin sonuçları yerden verilenlerin kesilmesiyle meydana gelen ölüm
gibi olmaz. Sonuç korkunçtur, ortada ne beden kalır, ne ceset; tam bir yok
oluştur gerçekleşen.
Görünür alemde, insan ve canlılar dahil bütün maddi varlıkların en küçük yapı
taşları; elektron, proton ve nötronlardır. Bunları meydana getiren alt parçacıklar
ise 'quark'lar diye isimlendirilen enerji paketçikleri. Soyut alemden somut aleme
geçişin tespit edilebilen ilk elemanları, cisim olarak var oluşun temel taşları..
Tüm madde, nihai tahlilinde bu enerji paketçikleriyle oluşuyor.
İşin en ilginç yanı, görünen bütün bu maddi alemi temelde meydana getiren
enerji paketçiklerinin kendi kendilerine varlıklarını sürdürmelerinin imkansız
oluşudur. Bunlar kesintisiz bir şekilde madde ötesi (fizik ötesi) alemden gelen
enerjiyle her an yeniden oluşur, yani yaratılır ve var oluşunu böylece sürdürür.
Eğer görünmeyen madde ötesi sonsuz bir enerjikaynağından gelen bu kesintisiz
enerji (gökten verilen rızk) bir an kesilse, bu paketçikler (quarklar) varlığını
sürdüremez. Dolayısı ile atomun elemanları olan elektron, proton ve nötronlar
teşekkül edemez yani atom, dolayısı ile madde var olamaz. Cisim, yani varlık
bir anda tükenir; hiç var olmamış gibi olur. görünürken görünmez olur. Ortada
ceset diye bir şey de kalmaz. Çünkü cesedi meydana getiren yani madde olmayı
sağlayan elemanların artık hiçbiri ortada yoktur; bu ise tam bir yok oluştur.
Cisim, madde ya da vücut, mevcut durumunu muhafaza edebilmek için bu enerji
paketçiklerinin, fizik ötesi bir alemden, sonsuz bir enerji kaynağından, büyük bir
kudretten sürekli beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, herhangi bir fiilini, yapmak
istediği herhangi bir şey için de aynı şekilde fizik ötesinin, gayb aleminin
enerjisi şarttır. Bu olmadan hiçbir fiil hayat bulamaz, oluşamaz.
İşte bir anlamda kişinin kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığı, esas yaratıcının yine
Yaradan ilah olduğu, kişinin ise sadece istek ve tercihini ortaya koymakla
kaldığının bir izahı da budur. Kişi ister, yani yönelir, Allah (cc) yaratır. Her şey
O'nun kudret elindedir. Dilerse olur, dilemez ise olmaz. İnsan iyi ya da kötüyü
tercih edişinin mükafat ve sorumluluğunu yüklenmiş olur böylece.
Demek ki, yalnızca Allah yaratıcıdır ve kendi varlığı ile kaimdir. Varlığında ve
yaptıklarında kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındakiler yani yaratılmış
olanların tümü, ilk yaratıldıkları zamanda Allah'ın yaratmasına muhtaç oldukları
gibi, ölüme kadar olan (hayat) süreleri içinde de muhtaç oluşları sürer. Ceset
olarak var olmak da yine yaratıcı kudret tarafından her an yaratılmasını
gerektirir. Hiçbir şey 'Vacibu’l vücut' yani kendi nefisleriyle ayakta duracak
kudrette değildir. Kendi varlığı ile kaim olan, kendi kendine var olabilen (Kıyam
bi nefsihi) yalnızca tek ilah olan Allah'tır. İnsan dahil tüm varlıkların, bir kere
yaratılmakla işleri bitmemiştir; her an vücutları ve fiilleri ile birlikte "yaratılıp
durmakta" dırlar. Hiç bir an kendi kendilerini ve fiillerini var ediyor değildirler.
Ve eninde sonunda rızk kesilecek, her nefis ölümü tadacaktır. Bundan kaçış
yok!. İlk insandan itibaren yeryüzüne doğan, takribi 125 milyar kişiden
kimsenin kaçamadığı gibi.!
Furkan: 25/2. ve 3. ayetlerini sürekli hatırlamalı;
"Böyle iken, kafirler O'nu bırakıp da bir takım ilahlar edindiler ki bunlar hiçbir
şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar.."
“Ve o ilahi ikaz: "Allah ile beraber ile bir ilah ha!."
Akıl gibi bir büyük nimetle şereflendirildiler, nasıl olur da; 'yaratan, rızk veren,
yardım eden, her söylediği tartışmasız ve mutlak hakikat olan, kayıtsız şartsız
itaat edilmeye layık' bir ilaha yönelmekten başka bir yol ararlar!. İşte bunu anla-
mak için şirkin, hangi duygularla insan psikolojisinde yer ettiğine bakmalı ve bu
duyguların gelişimini analiz etmelidir. [33]

'Nefs', Kişilik Ve Şirk


Şu Ruh Haline Bakınız!

Ebu Leheb, Resulüllah'a soruyor;


"Ben iman edersem, bana ne var?" diye. Cevap;
"Herkese ne varsa, sana da o var!" Bu cevap karşısında Ebu Leheb, nefsini
başkalarından üstün tutmanın mahvedici ve kahrolası kıskacında kendini ebedi
azaba mahkûm edecek sözü söylüyor; "Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun!"
Şirk, insanın istekleri, arzuları, umutları, korkuları, endişeleri, sevgi, zevk ve
heyecanı, alışkanlıkları gibi bütün kişilik özellikleri ile sıkı bir bağlantı içinde.
Kişilik ise özet olarak, zaman içinde kazanılmış ve kalıplaşmış davranışların
tümü diye ifade edilebilir. Kişiliğin oluşması ve davranışlarda nefsin önemi
büyüktür; ama nefs tek etkili unsur değildir.
İnsan davranışları 'ruh'un, kalb'in, 'akl'ın ve 'nefs'in birlikte etkileri altında
oluşur.
Ruhi kuvvetler, kalbi tesirler, akli dinamikler ve nefsi istekler daimi bir
etkileşim içindedir. Denebilir ki, insanın 'behavior'u (davranışı); yani, yaptığı,
yapmadığı, söylediği, söyleyemediği, duruşu, düşünüşü, bakışı, konuşması, tüm
duygulanımı, içe ve dışa yönelik bütün bir psikolojik aktivitesi bu dört kuvvetin
(ruh, kalp, akıl ve nefsin) o anki bileşkesidir.
Bunlardan her biri, hem etkileyen hem etkilenen konumunda olup, yerine göre
bazen biri, bazen de diğeri baskın olur.
Bu, iç güçlerin şekillenmesi ve yönlendirilmesinde etki sahibi olan dış
dinamikler de (din içi, din dışı) inançlar, sosyal ve fîzik çevre ile kültürel yapılar
olmaktadır. Aile ise bu dış etkilerin ferde yansıtıldığı ve benimsetildiği
laboratuar ortamı.
Düşünceyi yönlendirecek olan kavram ve semboller bu faktörlerin etkisi ile
zihinlere yerleştirilir. Davranış biçimleri ve değer yargıları böylece şekillenir.
İlah ve ona bağlı kavramlar da, başta inançlar olmak üzere, dış faktörler
tarafından insana, öncelikle çocukluk dönemlerinde telkin edilir ve doğru olarak
inandırılır, kabul ettirilir.
"Şirk" olayının insan psikolojisinde kendine yakın bulduğu taraf ise "nefs"tir.
Konunun kavranmasında, nefsle ilgili olarak, önce ilahiyat bilgilerine sonra da
psikoloji ve psikiyatrinin yaklaşımlarına müracaat edelim.
"Nefs kelimesi Kur'an'da 304 defa zikredilmekte. Bunların bir kısmı "kendi" ve
"kendileri" anlamında geçmektedir."[34]
Gazali de nefse iki anlam vermiş;
Biri; İnsandaki gazap ve şehvet gücü.
İkincisi; İnsanın bizzat kendisi, özü, hakikati."[35]
"İbn Sina'nın, 'yetkinlik' diye ifade ettiği 'nefs', Kur'ani anlayış içinde üç
kademede ele alınmış:
1- Nefs-i emmare; kötülüğü (kendine) emreden nefis. "Ben nefsimi temize
çıkarmam; çünkü nefis, Rabb'imin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder.
Doğrusu Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir" ayeti buna işaret. eder.[36]
2- Nefs-i Levvame; ayıplayan, (kendini) eleştiren nefis.
"Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek, nefisleri kendilerini sıkıştırıp,
Allah'dan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç
kişinin tövbesini de kabul etmiştir.."[37] ayeti bu eleştiren nefsi gösteriyor.
3- Nefs'i mutmeinne; sekinete, itminane ulaşan nefis.
"Ey huzur içinde olan can, O senden, sen de O'ndan hoşnut olarak Rabb'ine
dön!"[38] ayetinde olgun ve üst seviyede bir nefs kademesi söz konusu.[39]
Görüşleri çok fazla yankılar meydana getirmiş olan ünlü ruhbilimci Freud da
insan benliğini açıklarken bu tasniften esinlenmişçesine tespitler ortaya koyuyor.
Ona göre de insan benliği; "id", "Ego", "Süper ego" olmak üzere üç bölümden
oluşmakta.
'İd' kelimesi, 'idios’ kelimesinden türetilmiş, 'kendisi' anlamına gelir.
Psikiyatride ise, 'ölçü ve sınır tanımayan, arzulayan, elde etmek isteyen, arzu
ettiğine sınırsız ulaşmak isteyen', 'ilkel benlik' anlamında kullanılır.
'Ego'; bilinçli benlik. Bilen; neleri elde edeceğini ya da neleri elde
edemeyeceğini, neyi elde etmesinin doğru olduğunu veya olmadığını idrak eden;
cemiyet, örf, din, yasa, terbiye, tecrübe gibi dış faktörlerle frenlenmiş, değer
yargıları ile makul hale getirilmiş benlik.
'Süper ego'; ahlaki (olan) ve başkaları için hakkından feragat ettiren, inançları
için kendini feda ettiren benlik."[40]
İslam kaynaklarındaki nefs-i emmareyi andırır şekilde ve 'id' diye ifade edilen
ilkel benliği ise Freud iki kısımda inceler;
"Biri zevk hissini ve seksüel güdüleri, öteki; yıkıcı, tahrip edici, yok edici
tecavüzkar hisleri içerir. Bu hislerin, şuurlu ya da şuursuz, klinik yansıması
hostilite (düşmanlık) ve ağresivite (saldırganlık) şeklinde olan ilkel benliği ('id'i)
ifade eden duygu ve davranışlar olmaktadır."[41]
Freud'un seks üzerinde fazla ısrar etmesi sebebi ile ondan ayrılan bir diğer
psikolog Carl Gustav Jung ise; din, felsefe, mitoloji ve sembolizmden aldığı
materyal üzerine kurduğu ekolle kişiliği izah gayretine girişmiş, Freud'un daha
çok seksle izah ettiği "libido'yu, o; non-sexual bir hayat kuvveti olarak
görmüştür."[42]
Bu haliyle "nefs-i emmare" ya da "id"; frenlenmeye, terbiye edilmeye muhtaç.
Azıp sapmaya, saptırmaya götürecek özellikleriyle de id (veya nefs-i emmare),
şirkin yerleşmesine müsait bir zemin ve bu zeminde gelişen, kendini yüceltme
yani büyüklenme olayı karşımıza çıkar. [43]

"Büyüklenme"

"Nefs" ya da "İd" ağırlıklı hareket eden kişinin davranışları kendi nefsini


yüceltme ve tatmine yöneliktir. Bu ise, şirkin hem temellerini oluşturan hem de
onu kolayca fark edilemeyecek hale getiren önemli bir tespit. Burada cereyan
eden psikolojik mekanizmalar ise oldukça ilginç.
Alfred Adler'in 'Individual Psychology’ teorisine göre; insanda aşağılık hissinin
ortaya çıkmasına sebep olan fiziki kusur ve yetersizlik hisleri, şahısta bu hisleri
bastırmak için geliştirilen övünme ve güven hislerini tahrik eder; ki, bu da
'büyüklenme'nin en olmaz gibi görünen dinamiklerinden biri.
Ona göre; "Her şahıs, kendisini, muvaffak olma ve etrafına karşı hakimiyet
kurma hırsına doğru götüren inferiotorite (aşağılık-aşağılama) hissine sahip olur
ki, bu hemen hemen daima çirkinlik, sakatlık, organ yetersizliği gibi bir
kusurdan neşet eder. Dolayisı ile, her insan, daha ilk çocukluk yaşlarından beri,
bu kusurunu kompanse (telafi) etmek gayesiyle, bütün hayatınca tatbik ve takip
edecek bir hayat stratejisine sahiptir.
Adler; karakteri, çocukluk yaşlarından beri şahsın vücut konstitusyonu
(durumu), sosyoekonomik durum, seks hayatı, aile şartları ve tahsil gibi birçok
hayat cepheleri ile münasebetinde kurmuş olduğu ve takip ettiği, muvaffakiyet
ve tahakküm etmede, kendisince en uygun olarak kabul edilen bir takım
davranışlar zinciri diye tarif eder.
Adler nazariyesine göre, şahsın, superiorite (üstünlük) temini hususunda kendi
kusurları ile yapmış olduğu bu mücadele; bazen ya fazla bir kompansasyon
(telâfi) veyahut da (bir kuvvet ve mazeret elde etmek gayesiyle) hastalığa
sığınmak şıklarından biri ile neticelenmektedir."[44]
İster yukarıda bahsedildiği gibi bedensel kusurlar ve yetersizlikler sonucu,
isterse tatminkar bir inanç ve kişilik eğitimi yoksunluğundan dolayı olsun,
insanoğlu kendindeki eksiklik ve acziyet duygusuyla sığınacağı; kendisine
yardımcı ve koruyucu bir sığınak olacak, güç ve kuvvet verecek; güven kaynağı
olan ve rahatlatan bir yer arar ki, işte bu, kavramsal bazda bir 'ilah' arayışıdır.
Esasen ruhun, yönelmek ve sığınmak istediği ilah; gücü her şeye yeten, her şeyi
işiten, bilen, gören, hiçbir kimsenin ve hiçbir nesnenin kendisine denk
olamayacağı, varlığı hiçbir varlığa muhtaç bulunmayan ve bütün varlıkların
kendisine ihtiyaç duyduğu, her şeyi yaratan bir ilah olması gerekir ki, insanın
ilah ihtiyacına karşılık verebilsin. Ve insanın ona tam teslimiyetle huzura
kavuşması mümkün olsun. Nefsini yada başka nesneleri yüceltme olayı,
psikopatolojik bir olaydır. Kendinde gördüğü eksikliklerin verdiği huzursuzluğu
ve sıkıntıyı, başkalarını aşağılama (inferiorite) ve kendi nefsini yüceltme
(superiorite) ile telafiye çalışmak patolojik (hastalıklı) bir davranış biçimidir.
"Bir" ilahta toplanması gereken sığınma, güvenme, teslim olma yerine, kendi
nefsini yücelterek, büyüklenmeyle nefsine (heva ve hevesine) güvenme ve
dayanma, kendini putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Ve de yalnızca bir
felakettir, aldanmadır, hem de kendi kendini (nefsini) aldatma.
"Kendisine üstün varlık gözüyle bakan böyle insanlar, adeta kendi kendilerini
esir alıyorlar. Bu üstünlük psikozu onların etrafını şişleyerek gerçekleri
görmelerini engelliyor. Said Ramazan el-Buti bu insanlara işaretle diyor ki;
"Dikkat ediniz, insanlar sahte ilahlık tahtları kurmuşlarsa, bu sadece kendi
varlıkları hakkında sadakatle düşünmeye vakit ayıramamaları ve
etrafındakileri(n niteliğini) görmemelerinden kaynaklanmaktadır."[45]
Başkalarına karşı bu büyüklenme sonuçta Tanrıya karşı da bir büyüklenme ve
kibir haline varır ki, bu, insanın Tanrı karşısında kendi nefsi ile şirke
düşenlerden olması ile sonuçlanır.
Kur'an bu yapıdaki insanlar için şunları söylüyor:
"Yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslayanları, ayetlerimizi (anlamaktan)
uzaklaştıracağım. Onlar ki, her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu
görseler de o yolu tutmazlar. Eğer sapıklık yoluna görürlerse o yolu tutarlar.
Öyle yaparlar. Çünkü onlar ayetlerimizi yalanmayı adet edinmişlerdir. Ve
onlardan gafil olagelmişlerdir." [46]
Kur'an mesajı incelendiği zaman görülür ki, kendi gerçeğini tanıma konusunda
insanlar genel olarak üç kısma ayrılmaktadırlar;
Birincisi; Kendilerini olduklarından yukarda görenler:
Kur'an'da, bunlar mağrur ve mütekebbir insanlar olarak tanıtılır. (Nefsini
yücelten, tanrılaştıran kimseler)
İkincisi; Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler:
Kur'an'a göre bunlar zelil insanlardır. (Yukarıdakinin aksine kendilerini
aşağılayıp başkalarını yücelten, onlara sığınan, güvenen ve isteklerine teslim
olan, mutlak itaatle zulümlerine rıza gösterenler ve bundan dolayı suçlu olanlar).
Üçüncüsü; Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler:
Bunların Kur'an'da birçok isimleri vardır. Genel ve yaygın isimleri mü'min ve
müslimdir.[47]
Makul davranışın ölçüleri, bir taraftan büyüklenmeyi reddederken diğer taraftan
da Yaratıcının bahşettiği onuru korumayı ve zelil duruma düşmemeyi öngörür.
Birinci konumda olanların yaptığı ile Şeytanın isyanı arasında mahiyet itibariyle
bir fark yoktur. İblis'in yaptığı da Allah'ın eşref olarak yarattığı insanı hor görüp,
onun karşısında kendini yüceltme, büyüklenme idi.
Başkalarını aşağılayan, nefsinden başkasına değer vermeyen böylece onları
horlayan bu gibi kimseler Hz.Adem karşısında kendini yüksekte gören 'İblis'ten
farklı mütalaa edilmez.
Büyüklenerek nefsini yüceltenlerdeki psikolojik mekanizmalar hep aynı yönde
işler. Sırf bu haleti ruhiye sebebi ile; "Çeşitli zamanlarda, inananlar tarafından
samimi, nezih, açık ve dürüst bir karaktere sahip olmaları için imana davet
edilen münafıklar, bunu fakirlere, düşkünlere mahsus olarak kabul ediyor; ve
şan, şöhret ve makam sahibi kimselerin iman etmelerini düşüklük
addediyorlardı. İşte bunun içindir ki ayette;
"O beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanacağız?" diyorlar. Ve bu
tutumlarına mukabil Allahü Teala onları, acı ve sert bir ifadeyle karşılıyor:
"Dikkat et! Asıl beyinsizler kendileridir. Fakat bunu bilmezler ki!.."[48]
Ad Kavmi'nden verilen örnekler de aynı yönde;
"Ad Kavmi, yeryüzünde haksız yere kibirlenmek istediler. 'Bizden daha kuvvetli
kim var?' dediler. Kendilerini yaratmış olan Allah'ın onlardan daha kuvvetli
olduğunu görmediler mi?.."[49]
Bunlar sadece kendileri için değil, toplum için de problem teşkil ederler.
Bu kimselerin bu ruh halleri ile toplumların üzerinde bulunmaları sosyal bir
felakettirler. Çünkü, ellerine geçirdikleri politik ve ekonomik imkanlarla daha da
azar ve horladıkları halkı ezdikçe ezerler.
"Zaman ve mekan hudutlarını aştığımızda aynı manzara insanlık tarihinin her
neslinde karşımıza çıkar. Yüksek tabakayı temsil eden böyle zümreler, halk
içinde kendi kendilerini yüksek mevkilere layık görür ve kendilerini halkın
münevveri (aydınları) sayarlar.
Ayet-i kerimeler, bir taraftan tarihi bir vakayı canlandırırken, diğer taraftan, her
nesilden sarsılmaz adımlarla hak yolda yürüyen samimi mü'minlerin karşısında
böyle zümrelerin de bulunacağına işaret eder.[50]
Böyle kimselerinin toplumun önünde olması, o toplum için felaket olan bir kısır
döngünün kurulması demektir. Bunlar toplum tarafından kabul gördüğü ölçüde
kitleler köleleşir ve sürü haline gelir, değersizleşirler. Bu köleleşme ve sürü
haline gelme ise baştakilere hastalıklı bağımlılığı daha da artırır ve onları daha
da azdırır. İşte o zaman karşı karşıya kalınan vakıa sosyo-patolojik bir kısır
döngü halini almıştır.
"Kendisini beğenerek böbürlenen, kendinde doğa üstü güçler vehmeden insan ne
kadar tehlikeliyse, kendisini küçük ve değersiz gören; zelil, inançsız, ilkesiz
insanlar da o kadar tehlikelidir. Şahsiyet zaafı ile ma'lül olarak büyüklenenler,
bir kere toplumun yönetimini ele geçirdilerse artık onlardan kurtulmak kolay
olmaz. Çünkü düzenlerini öyle kurarlar ki, o düzenin hiçbir ünitesinde şahsiyetli
adamın yeri yoktur. Bu düzen bütün üniteleri ile kişiliksiz adam kusar. Herkes
birbirini alkışlar, herkes birbirini yer. Bu toplumlar, başka toplumların paryası
olmaya da namzettir.
Kur'an'ın, insana bizzat insanı tanıtması aynı zamanda, onun bu bataklıklara
düşmesini önlemeye de yöneliktir.
İnsanın kibirlenmesi de, kendisini küçük görerek zillete düşmesi de onun
çıkmazıdır. [51] Ve her iki davranış türü de Tanrı önünde cürüm sayılmıştır.
Ayrıca, büyüklenerek kendilerini toplumun üzerinde görenler, gerçek ilah'a
çağırıldıklarında ellerindeki imkanları kaybedecekleri endişesine kapılarak
projeksiyon (yansıtma) mekanizmasını kullanırlar.
Ancak bunu itiraf edemeyip, içlerindeki yanlış ve marazi duyguları, hak yola
çağıranlara yansıtıp, onları hep bîr hakimiyet ve dünyalık peşinde olmakla
suçlarlar.
Allah'a çağıran Resulünü de, kendilerine kıyas ederek O'nun dünyevi bir
üstünlük aradığını vehmeder ve hakimiyetlerini yitirmemek için tevhide
gelmekten kaçınırlar. Pek çokları gibi, Hz.Nuh (a.s) da, kavminin hakim sınıfı
tarafından aynı suçlamaya maruz kalmıştı.[52]
Esasen dünyevi üstünlük ve hakimiyet peşinde olanlar, ellerindekilerle
büyüklenen, 'kendilerini kendilerine yeter' gören ve böylece benliklerini
ilahlaştıranlardır.
"Onlar kuvvetin kendilerinde olmasıyla, hakkın da kendilerinde olması
gerektiğine hükmetmişlerdir."[53]
Hz.Şuayb (a.s)'a, müşrik olan kavmi; 'Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu
anlamıyoruz. Hem seni aramızda güçsüz görüyoruz', [54] demiş ve müşrik
akrabalarının hatırı olmasaydı, kendisini taşlayarak öldüreceklerini
söylemişlerdi. Keza Firavun hükümetinin ileri gelenleri, Hz.Musa (a.s)'nın
davetinde icabet etmeyişlerini sırf kendilerinin maddi üstünlüklerine, onun ve
beraberindekilerin ise zayıflıklarına göre hesap etmişlerdi.
Demişlerdi ki:
"Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz."[55]
"Hep düşük kimseler sana bağlanmışken, biz mi sana inanacağız" derler. [56]
İnanmak, o sade insanlarla beraber olmak, kendilerinin prestijlerini alt üst etmez
mi? Şayet peygamber fakir müminleri yanından kovarsa, ekabir takımı onunla
ilgilenebileceklerini söylerler. İnsanların hidayetine sebep olma arzusunun,
Peygamber tarafından bu teklifin kabulüne yol açabileceği ihtimaline karşı,
Allah onların bu sözlerine kulak vermesini şiddetle yasaklar. [57]
Kendilerini sözü dinlenecek, sığınılacak ve tek hak sahibi olarak görenler bu
tavırları bırakmadan, hakka kapalı olacakları ve yeni bir inancı kabul etmekten
çok uzakta bulunacakları açıktır.
Müşrik 'Nefs'lerin esareti altında bulunanlarla hak üzere uzlaşabilmenin her
hangi bir zemini bulmak zordur. Onların bu hastalıklı psikolojilerinin iyilikler,
güzellikler, hak ve adalet üzere bir uzlaşmaya izin vereceğini zannetmek
aldanmaktır.
Hüküm Kur'an'ındır, ona kulak verelim;
"Baksana şu hevasını ilah edinenlere!" [58]
"Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ dendiği vakit; 'Biz hiç
sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler.
Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler veya bilmezlikten
gelirler”. [59]

Yüceltme Olgusu

Şirk olayının diğer bir önemli boyutu da, "yüceltme"; yani, herhangi bir nesneye
yaratılıştan verilen özelliklerin üstünde bir "olağanüstülük" atfetme olgusudur.
Bu da olağan dışı beklentiler ve ilişkiler yumağını oluşturur. Böyle bir etkileşim
ise şirk vakıasının oluşma mekanizmalarından biridir. [60]

Kabe'den Başlayan Tapınma

İbn-i İshak, eserinin, İsmail oğullarının İbrahim Peygamber'in dinini bırakarak


putlara tapmaya başlayışlarını anlatan kısmında şöyle diyor;
"Mekke, İsmail oğullarına dar gelip, diğer bölgelerde bir yurt aramak için
Mekke'den ayrılırken, kutlu tapınağa (Kabe) saygı sebebiyle oradaki taşlardan
bir tanesini yanında alıp götürürdüler. Mekke'den ayrılanlar gittikleri yerde bu
taşı bir yere koyar ve Kabe'nin etrafında dolaştıkları gibi bu taşın etrafında
dolaşırlardı; bu suretle yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka
taşlara tapma adeti ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini takip etti, eski
hak dinlerini unuttular. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in dinini başka bir dinle
değiştirmiş oldular, putlara taptılar ve daha önceki milletlerin düştükleri
sapıklıklara düştüler."
Kur'an-ı Kerim, bu ve benzeri zihni sapıklıkları ve çelişkileri sürekli vurgular:
Mü'minun: 23/85. ayette: "Onlara de ki, yer yüzü ve onun üstündeki yaratıklar
kimindir? Eğer bilirseniz söyleyiniz. Hemen derler ki: 'Yüce Tanrınındır.’ Sen de
ki; 'O halde siz fikr edip düşünmez misiniz?' Onlara de ki; 'Yedi göğün ve koca
arşın sahibi kimdir?' Onlar hemen cevap verirler; 'Yüce Tanrıdır.' Sen de de ki;
'Öyle ise o tanrıdan korkmuyor musunuz?' Onlara de ki; 'Bütün eşyanın
padişahlığı kimin elindedir, ki istediğini himaye eder ve hiç kimse onun azabını
men edemez. Eğer bilirseniz söyleyiniz.' Onlar derhal cevap verirler: 'Yüce
Tanrının elindedir.' De ki, 'öyle ise niçin iğfalata kapılıyorsunuz?" buyuruluyor.
Keza Ankebut 29/63. ayetinde de; "Eğer onlara, 'gökten yağmur yağdırıp
onunla yeri ölü durumdan dirilten (canlandıran) kimdir?' diye sorsan, 'Tanrıdır’
diye cevap verirler."deniliyor.
Gene Zümer: 39/8. ayetinde: "İnsana bir zarar eriştiği vakit Ulu Tanrıya rücu
ile ona dua eder, sonra yüce Tanrı ona o zarara karşılık nimet verdiğinde, duayı
unutup halkı İslam'dan men için Tanrıya ortak koşar" buyuruluyor."[61]
İnsanların Yaratıcı Tanrı'yı tanıyor olmaları halinde bile başka şeyleri yüceltip
tanrılaştırmaları nasıl bir psikolojik etkileşim sonucu ortaya çıkar? sorusu
üzerinde dikkatle durulması gereken bir önemi haizdir. İşte bu soruya cevap
teşkil edecek önemli olgulardan biri "yüceltme" diye ifade edebileceğimiz
olgudur. Çünkü bununla kurulan etkileşim insanları bir kısır döngü ile şirk
çemberi içine sokar. [62]

Tapınmada Etkileşim

Herhangi bir nesneye, Yaratıcı'nın fıtrat ile (doğuştan) verdiği özelliklerin


üstünde işlevler yakıştırmak bu hastalıklı etkileşimin ilk basamağı. Sonra
atfedilen olağanüstülük oranında beklentiler içine girmek ise ikinci basamak.
Sonuçta yüceltilen nesneye bağlı ve bağımlı hale gelmek de kaçınılmaz olur.
Yüceltilen nesne ne olursa olsun, ona olağan üstü güç ve özellikler atfetme ve
buna paralel olarak da ondan, o ölçüde beklentilere kapılma tam bir kısır
döngüdür. Yüceltilen, her ne ya da kim ise, onun her şeyinde bir hikmet arama
ve yorumlama dönemi başlayınca bunun sonu gelmez. Cansız ise, şeklinde
şemailinde, insan ise oturmasından kalkmasına, giyinişinden soyunuşuna;
yemesinde içmesinde, gidişinde duruşunda, söylediğinde söylemediğinde, hatta
idrarını büyük abdestini yapmasında bile hikmet aranır. Hz. Peygamber’in, altın-
da abdest bozduğu ağaca karşı insanların farklı baktığını gören Hz. Ömer'in bu
endişelerinden dolayı o ağacı kestirmesi bu açıdan düşündürücüdür.
Yaratılmışların özelliklerini yüceltmede sınır tanınmadığı gibi bizatihi
cisimlerini yüceltmede de sınır tanınmamıştır. Hıristiyanların Hz. İsa'yı
tanrılaştırmaktan tutunda cinleri, melekleri putlaştıran, güneşe tapmaktan
önderlerini ilahlaştırmaya, hatta bazı Uzakdoğu ülkelerinde, fareleri tanrı sayan-
lardan erkek cinsel organına tapanlara kadar hayal edilmesi bile zor olan
ilginçlikler putlar galerisinde saygın(!) yerlerini almışlardır.
Yüceltilen şeyin bir taş, bir heykel, uğurlu sayılan bir nesne ya da bir insan
(idareci, başkan, şeyh, lider v.s.) olması bu yüceltme mekanizmanın işleyişini
değiştirmiyor.
Yaratıcının bahşettiği ve takdir ettiği çerçevenin üzerinde birtakım nesnelerin
mahiyetlerini ya da kendilerini 'büyük görme', yaratıcıya ait olan kudret ve
sıfatlarla vasıflandırma aynen sürüp gider.
Şimdi yüceltme mekanizması ile pratikte şirk olayının nasıl cereyan ettiğine
dair, geçmişte bazı örneklere göz atalım.
"Mekkeliler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya
Mekke şehir devletine ait tören ve merasimlerden önce Kabe'nin içindeki Hubel
putunun heykelini ziyaret eder, ona bağlılıklarının ifadesi olarak saygı gösterir-
lerdi."[63]
Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı.
Mekkeliler (de, bu psikoloji ile) Kabe etrafında dolaşarak O'na ibadet ettiklerini
sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı.
Herhangi bir Mekkeli, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut önemli
bir işe başlayınca, Kabe'yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin
putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden
önce heykellere saygı duruyorlardı.
Ticari ya da siyasi bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu
heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı."[64]
Onlar hem Allah'ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da
buydu, birtakım nesneleri Allah'ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah'ın
yanında başka güçler tanımak, Allah'a inanmak ve fakat O'nu inkar edenlerin
hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. "Allah'a inandık"
deyip, putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında
dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve
ilhamlarını Allah'tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi
(yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek.!
"Kur'an dilinde şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülüyor;
"vesen" küçük putlara verilen isimken şekilsiz putlara "sanem" deniyor.
Yönetici putlar ise "tağut" olarak isimlendiriliyor, "Erbab" ise; üstün meziyetler
ve ilahi vasıflar yakıştırılarak ilahlaştırılan varlıklara verilen isim. Bu kelime,
ilah seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifade eder. Peygamberlerin ve
salih insanların ilahlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır."[65]
"İnsanı bayağı putlaştırma ve ona mistik bir bağlantı ile tapma, psikolojik olarak
yalnız tarihin başarılı hakanlarına, büyük devrimci liderlere, savaş
meydanlarında önemli zaferler kazanan güçlü komutanlara ya da insanlığa
çeşitli bilimsel eserleriyle hizmet etmiş bulunan bilginlere ve büyük sanatkarlara
ya da insan ruhunu bütün ıstırapları ve çıplaklığı ile yansıtmakta olan güçlü
ediplere ve ozanlara dönük değil; özellikle asrımızda insan, çeşitli eğlencelere
ve zevklere dürtüsel bir eğilimle bağlandığı ve her şeyi tatmak ve denemek
istediği cihetle çeşitli yeryüzü putları yaratmakta ve özellikle genç kuşaklar
bunları benimsemek suretiyle yatak odalarına resimlerini asmaktalar. "[66]
İnsanlar ya birtakım yeteneklerden dolayı, bu yetenek ve imkanları abartarak,
bazı kişi ve nesnelere tanrısal özellikler yakıştırır, onları olağan üstü görürler ya
da tamamen kendi hayallerinin ürünü olarak, yarı insan yarı tanrı varlıklar tahay-
yül eder ve onlara taparlar.
Bu şekilde hayal ederek yüceltmenin en çarpıcı örnekleri eski Yunan'dadır.
"Orada insanların bir inanç ihtiyacı ile, hayali olarak yaratmış oldukları ve çok
kez fizyonomisi ve kıyafeti ile tasarladıkları on iki büyük tanrının oturduğu ve
fani insanların varamadıkları yer Olympos dağı idi. Bir bakıma bu tanrılar
göklerde değil, yine yeryüzündeydi. O zaman Olympos denizden çok ihtişamlı
bir yükseklikler zinciri halinde görülen dağların en yükseği idi. Kışları kaim bir
kar tabakası tepesini örtüyor; yazları da çok derin uçurumlarını ve sırtlarını
büyük yeşil ağaçlar gölgeliyordu. Ediplerin tasvirlerine göre doğan güneşin ilk
ışıkları bu kutsal dağın tepesini aydınlattığı gibi, akşam çekilişinde de bir tatlı
kızıllık üstündeki bulutlara aksediyordu. Zaman zaman bunun tepesinde
kasırgalar kopuyor, üstünde gökler gürlüyor, kalın siyah bulutlardan şimşekler
kopuyor, seller halinde yağmurlar yağıyordu. İşte bütün bu tabii görüntüler eski
Greklerin kuvvetli hayallerini bu dev dağa götürüyor; onu kutsallaştırıyor ve
tabii fenomenlerin ve güçlerin kaynakları ve hakimleri, tasarladıkları tanrıları
buradaki güzel saraylarda oturtuyordu.
Burası büyük dinlerin kıyametten sonraki ebedi hayatta vaad ettikleri cennet gibi
bir yer olarak her çeşit nimetler, manevi huzur ile doluydu. Işık saçan bu
Olimpos cennetinde her tanrının kişisel yeri yani sarayı vardı. Bunlardan en
büyüğü, en göz kamaştırıcı olanı ölümsüz tanrıların en güçlüleri ve başları olan
Zevs'e aitti. Her sabah, güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başladığı zaman
bütün bu tanrılar şeflerinin sarayında toplanırlardı. Zevs altından yapılma bir
tahta oturmuş olarak sarayının en geniş salonunda bunları kabul ediyordu. Bir
babanın önündeki bir aile gibi erkek ve dişi tanrılar da en büyüklerinin etrafında
toplanmış olarak sonsuz bir mutluluk duyuyorlardı. Kumral saçlı ve ışık saçan
Apollon çok güzel saz havaları ile onları keyiflendirirdi. Başları çiçekli taşların
süslediği güzel bakireler dans ediyorlar; ara sıra musiki perileri en ahenkli
nameleriyle tanrılarda neşe yaratıyorlardı. Gençlik tanrıçası Hebe adlı son
derece güzel bir bakire bunlara lezzetli yemekler ve bal özü ikram ediyordu. Bu
neşeli ve mutlu Olympos korosu onlara ebedi bir gençlik bütün dünyaları ve
insanları idare etme gücünü veriyordu.. Tanrılar ihtişamlı evlerinde yalnız
değillerdi. Kralların kalabalık mahiyeti gibi, on iki tanrının hizmetinde tanrısal
vasıfları olan ve çeşitli hizmetler yapan yardımcıları vardı..
Bu tanrılar arasında Zevs, Olimpos'un en yüce hakimi insanların ve tanrıların
ortak babası idi. Gök ve arz onun ebedi sultanlığına bağlı idi. Canlı cansız bütün
şeyler onun bir baş işaretine bakarlardı. Her nimet, yerine göre ceza, her tabii
afet onun hakim olduğu göklerden geliyordu.. Zevs ebedi varlık, bütün
varlıkların ilki, bütün şeylerin başlangıcı ve sonu idi. Şairler bu yüce tanrının
ihtişamını ifade edemediği için onu, görünürde çok güçlü ve çok güzel bir insan
olarak tasarlıyor ve tasvir ediyor; onun için birçok hamasi efsaneler düzüyor-
lardı..
Diğer Olimpos tanrılarının da belirli bir tabiat kuvvetine egemenlikleri vardı.
Bunlardan Athena bir savaş tanrısı idi ve eski Yunanlılar için görünmeyen en
kuvvetli savaşçı idi. Koruduğu ordu mutlaka galip gelirdi. Cesareti başka
kimsede yoktu. Apollon gün ışığının parlak tanrısı Güneşi temsil ediyordu. Ve
Zevs'in oğlu idi. Hermes kanatlı sandalları ile Zevs'in oğlu ve elçisi idi. Ayrıca
rüzgarların da tanrısı idi..[67]
İnsanoğlunun gördüğünü yüceltmesi, bu da yetmezse hayal edip, uydurup
yüceltmeye meyilli olduğunu göstermesi bakımından bu anlatılanlar oldukça
ilginç.
İnsanoğlu öyle bir psikolojik yapıya sahip ki, bir kere sapmaya görsün artık
ilahlaştırmada sınır tanımaz. Akla hayale gelen her şey yüceltilebilir. Fareden
liderlere ve ruhlara, yıldızlardan makinelere kadar.!
Bazı Uzak Doğu ülkelerinde birtakım toplulukların fareleri kutsal saydığı ve
onlara taptığı bilinir. Kim bilir belki farelerin çoğaldığı bir zamanda, pislik
içinde farelerle yan yana yaşarlarken veba hastalığından binlerce insan kırılmış
ve onlar bunu fareden bulaşan bir hastalık olarak değil de, farelerin kutsal gücü
olarak zannetmişlerdir.
Yıldızlara ve gezegenlere kutsallık atfetmenin vatanı ise Mezepotamya olarak
bilinir. Burada doğan astral mitoloji, sonradan Yunanlılar ve Romalılar
tarafından da benimsenmişti. Bir insanın doğumu anındaki gezegenlerin yerleri
ve burçların durumunun o insanın yeryüzündeki kaderini yansıtmakta olduğuna
inanılmıştı. Mezepotamya ve Roma'nın tanrılar dünyası çoktan tarihe karıştığı
halde bugün dahi müneccimlerin kehaneti eski mitolojik tasavvurlar üzerine
bina edilmektedir.[68]
T.W. Arnold'un İntişar-ı İslam Tarihi isimli kitabında anlattığı örnek ise oldukça
düşündürücüdür.
Güney Nijerya'nın bir yöresinde, Müslüman mübeşşirlerden biri halka İslam'ı
telkin etmeye çalışır, ancak yöre halkının dilini iyi bilmediğinden pek de başarılı
olamaz. Buna rağmen insanlar onda birtakım iyi haller görür ve onu severler. Bu
zat ölünce, zaman zaman elinde gördükleri Kur'an'ı Kerim'i, onun odasında
bulur ve onda daha önce gördükleri ve kendilerine olağan üstü gelen hallerin bu
kitaptan dolayı olduğunu düşünerek Kur'an'ı tapılacak bir şey olarak kabul
ederler.[69]
"Ne şekilde düşünülürse düşünülsün makine de insanın yarattığı putlardan biri
olmuş sayılabilir. Otomobilleri olan bazı insanlar, güzel atlarına tapan insanlar
gibi, otomobillerinden bir sevgili duygusuyla söz ederler. Rüya yorumlaması di-
linde, otomobil cinsel enerjinin ve hatta ruhsal enerjinin sembolü olmuştur.
İnsan otomobilini, hayatı idare edercesine sürer. Otomobil birçok insanların en
yakın yardımcısı olarak ona taparlar ve çocuk gibi bakarlar ve diğer güzel
yabancı otomobillere kıyasla kıskanırlar. Bu çok özel ilişki modern insanı
arabasına bağlamış; ve yeni bir insan tipi yaratmıştır, (Automobiliste)."[70]
Yüceltmenin o kadar sınırı yoktur ki, "Türkistan'da, Başgırt halkından bir
kısmının ve bazı kabilelerin erkeklik uzvuna taptıkları da görülmüştür..
Bunlardan bazıları muhtemelen Hinduizm'i kabul etmiş Türklerdi."[71]

"İnsan Peygamber" Hazımsızlığı

Yüceltme olgusu ile ilgili olarak peygamberler konusunda birbirinden farklı iki
sonuçla karşılaşırız. Bunlardan ilkinde peygamberler insanüstü birer varlık
olarak görülür, yüceltilir ve böylece tanrılaştırılır. İkincisinde ise, kendilerine
peygamberlik gelmeden önceki sosyal konumlarına bakılarak, birer insan, hatta
toplumun önünde bulunanlardan çok geride halktan biri olmalarından dolayı da
kendilerine Tanrı elçiliği yakıştırılamaz ve bunun için inkar edilirler; taşlanır,
kovulurlar; hatta öldürülenler olurdu.
Koca bir Hıristiyan alemini perişan eden ve Allah indinde sıkıntıya sokan husus
bu mekanizmanın birinci şekilde işleyişi sonucudur. Onlar Hz. İsa'yı insan üstü
bir varlık zannederek, tanrısal fonksiyonlarında tek olan ilaha ortak koşmuşlardı.
Ona Allah'ın oğlu demeleri de bundandı.
Halbuki, "Peygamberler, kendilerine Allah tarafından verilmiş bazı özellikler
taşırlar; yüce bir ahlak ve akla sahiptirler. Gerektiğinde bazı mucizeler gösterme
imkanı kendilerine verilmiştir. Ancak bütün bunlar peygamberleri insan üstü bir
konuma sokmaz. Çünkü, bu özellikler kendilerine ait değildir. Onlara Allah
tarafından verilmiştir ve bu sebeple de asıl Allah'ın övülmesi gerekir. Oysa
kavrama düzeyi düşük insanlar, peygamberlerin olağanüstü özelliklerini, onların
insanüstü bir varlık, bir tür 'ilah' olmaları ile açıklamaya çalışırlar.
Peygamberlerin aracılıktan (elçilikten) başka olağanüstü bir özelliğinin
olmadığını Kur'an'ın sıkça vurguladığı görülüyor:
"Biz onları yemek yemez kılmadık ve onlar ölümsüz (de) değillerdi" [72] gibi
ayetlerde onların birer insan olduğu hatırlatılır..
Peygamberlerde insanüstü özellikler vehmedenler ise kendilerine gönderilen
(insan) peygamberi tanımak istememişlerdi.
"Dediler ki; 'Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda
dolaşmaktadır? Ona kendisi ile birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi
gerekmez miydi?"[73]
Anlaşılan, bu yüceltme olgusu öyle bir psikoloji ki, kimin beyninde yer etmişse
o, peygamberleri bile bir insan olarak görmeye tahammül edemiyor!.
"Peygamberlik müessesesinin bir insan tarafından temsil edilmesini
hazmedemeyip itiraz edenleri Kur'an bir başka ayette şöyle anlatır;
"Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiği zaman insanların iman
etmelerine, 'Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?' demeleri mani oldu." [74]
Halbuki peygamberler ve dolayısı ile onların yolunda olan büyük insanlar, değil
yüceltilmelerini, tam aksine kendilerinin de birer insan olduklarını her vesile ile
hatırlatmışlardır. Kur'an ise bunu açık bir biçimde vurgulanmıştır.
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz
yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi." [75]
Nefislerinde zaaf bulunanlar ise; "Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük
adama indirilmeli değil miydi?' dediler. Ey Muhammed, Rabb'inin rahmetini
onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar?" [76]
"And olsun ki biz, senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve
çocuklar verdik". [77]
Nefislerini büyük görenler, apaçık ayetlere rağmen, kabullenecekleri ve itaat
edecekleri peygamberleri kendileri gibi bir insan olarak düşünemiyorlardı.
"Peygamberi reddeden kimselerin reddediş sebeplerinin (aynı zamanda) kendi
nefislerini yüceltmek olduğu açıktır. Onlar, sıradan, hele zengin ve varlıklı
olmayan birinin, peygamberlik gibi bir makamla, kendilerine üstün gelmesine
tahammül edemiyorlardı.
Ayetler bu duygulara şöyle değiniyor;
"Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri,
onlara; 'Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz', diye gelmişlerdir. 'Malları
ve çocukları en çok olan bizleriz. Azaba uğratılacak da değiliz' derlerdi.
Allah böyle düşünen insanlara şöyle bir ikazda bulunuyor;
'Ey insanlar, sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır;
yalnız inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların, yaptıklarına karşılık
mükafatları kat kattır. İşte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler."[78]
Esasen peygamberlerin birer insan olarak gönderilmeleri çok anlamlıydı.
Onların insan olması, insanların, kendilerine yapılan teklife itiraz etmelerini
engeller, mazeretlerini bertaraf eder. "Biz yaratılmış insanlarız. Bu teklifler ağır
tekliflerdir. Binaenaleyh, yerine getirilmeleri imkansızdır." şeklindeki mukadder
bir itiraza karşı Allah (cc), peygamberine şunu söylettiriyor:
"De ki; 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım.." [79]
İnsanlar; "Evet, Hz.Muhammed insandır ama, olağanüstü bir insandır"
diyebilirlerdi. Allah, "sizin gibi" sözünü kullanmak suretiyle bu yolu da
kapatmıştır. Aksi halde Allah Hz. Muhammed'i, yaptıklarını yapmaları
hususunda insanlara örnek göstermekle "teklif-i malayutak"da (tahammül
edilemeyecek bir teklifte) bulunmuş olacaktı. Allah için böyle bir şey
düşünülemez.
Ve Allah (cc), Resul'ün yanındaki kimselere sevgili Resulü
için, "arkadaşınız" diyor.
"Arkadaşınız (Muhammed) (hak olan müstakim yoldan) sapmadı, batıla da
inanmadı. O kendi heva'sından konuşmaz. O'nun konuştukları, Allah'tan gelen
bir vahiyden başka bir şey değildir."[80]
İslam'da insanların putlaştırılmaması için bütün tedbirler alınmıştı. Bu minval
üzere Resulüllah, kendisi dahil kimse için tazim istemiyordu.
"Siz Acemler gibi ayağa kalkmayınız. Onlar da birbirlerini tazim
ediyorlardı," buyurdu.[81] Sahabe de bunu bildikleri için Resulüllah geldiğinde
ayağa kalkmazlardı. O sevgili peygamber boş bulduğu yere otururdu.
İnsanların kimseye eğilip bükülmesi de kabul edilmiyordu; velev ki peygamber
için de olsa.!
Resulüllah (sav) ise; "Hıristiyanların Meryem oğlu İsa (a.s)'yı yücelttikleri gibi
siz de beni yüceltmeyin" buyurmuş ve bu yönde eğilimlere karşı koymuş.
Ve yine;
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'ya eğilip büküldükleri gibi, siz de bana eğilip
bükülmeyin. Ben bir kulum. Ve bana Allah'ın kulu ve Rasulü
deyiniz"[82] buyurmuştur.[83]
Oysa, önünde eğilmeye, övülmeye ve yüceltilmeye layık olan tek ilah ancak
Allah'tır, Çünkü "kuddüs" olan O'dur.
Allah Teala'yı niteleyen "el Kuddüs" vasfını, ilk dönem müelliflerinden Halimi;
"faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle daima övülen" şeklinde tanımlar. Gazali,
Allah Teala'nın sadece insanlar tarafından noksanlık addedilen vasıflardan değil,
onlarca üstünlük sayılan birtakım beşeri ve izafi anlamlı kemal sıfatlarından da
münezzeh bulunduğunu kaydeder. Bu bakımdan ona göre "el Kuddüs" Allah'ın
yaratılmışlara benzemekten, insanların "kemal" zannettiği göreceli
üstünlüklerle muttasıf bulunmaktan, her türlü eksiklik ve noksanlıktan çok uzak
ve pek temiz olduğunu beyan etmektedir. Son dönem Türk bilginlerinden
Elmalılı Hamdi Yazır ise "el-Kuddüs" için; "gayet mukaddes, her şaibeden
münezzeh, her vasfında ekmel, tahdit ü tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez,
tertemiz, pam pak" şeklinde bir açıklama getirmektedir."[84]
Yaratılmışlara "kuddüs" sıfatı verircesine, onların noksan sıfatlardan münezzeh
olduğuna inanıp bağlanmak; sürekli övmeyi bir görev addedip, mutlak itaatle
önlerinde eğilmek şüphesiz ki ilah edinmeye, putlaştırmaya götüren
davranışlardandır.
Hud (as)'a karşı çıkanların psikolojisine bakınız! Onlar;
"Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin, senin sözünden ötürü ilahlarımızı
terk etmeyiz ve sana inanmayız." [85] dediler.
Anlaşılan, onlar; doğru inancı, doğru yolu ve güzel ahlakı öğreten bir resul
değil, bir sihirbaz ve hatta hayal hanelerinin uydurduğu her şeyi gerçekleştirecek
üstün bir kudret bekliyorlardı .[86]
Görüldüğü gibi burada suç, yüceltmek istedikleri kimselerde değildi.
Mekke müşrikleri de, Hz.Muhammed (sav)'den; insan gücüyle ve risaletle ilgisi
bulunmayan, olur olmaz bir sürü
şeyler istemişlerdi.
"Dediler ki: Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız veya
hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia
ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin." [87]
Bütün bu saçmalıklara karşı Allah, Resulü'ne sadece şöyle demesini emreder;
"Fesubhanallah! Ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim?" [88]
Öteki elçiler gibi Hz.Muhammed de bir yanıyla elçi, bir yanıyla da beşerdir.
Kendisinin uyguladığı ve uygulanmasını teklif ettiği şeyler, insan gücünün
yetmeyeceği şeyler değildir. O, beşeri yönüyle, ne yapmış ve yapabilmişse
insanlar da isterlerse onu yapabilirler. Buna karşı ortaya koyacakları, kabul
edilebilir hiçbir mazeretleri de olamaz".[89]
İnsanların itaat edecekleri kimseyi ille de insan üstü görmek isteyişleri ise
bazıları tarafından istismar edile gelmiştir.
Bu zaafı iyi bilen ve bundan istifade ile insanları kendilerine köle yapmak
isteyenler, sürekli her söylediklerinde ve yaptıklarında bir gizemlilik ve bir
hikmet dolu olduğunu etraflarına pompalamaya çalışırlar. Yine insanlardaki bu
psikolojik zaaf sebebiyle başkanlar, liderler, sahte şeyhler ve sahte peygamberler
kendilerini olağanüstü göstermek isterler; böyle yapmazlarsa etraflarındakilerin
dağılıp gideceğini düşünürler. Bu endişeyi siyasi sahada da görmek mümkün, iyi
bir gözlemci olduğu anlaşılan İspanyol düşünür Greciany Morales (1601-1658)
diyor ki; "Bir hükümdar, kendini gerçekliği içinde görmüş olanı görmeye
katlanamaz."[90]
Çünkü tanrılaştırılan yöneticilerin hemen yakınında olup ta, onların zaaf ve
acizliklerine şahit olanlar, onlara yakın bulunmadan evvel zannettikleri, hayal
ettikleri ya da kendilerine propaganda edildiği gibi liderlerinin pek de büyük
olmadıklarını fark ederler ve böylece onlara karşı oluşmuş olan büyü bozulur.
Bunun için pek çok lider, zaman zaman kendilerine en yakın olanları, birtakım
bahanelerle harcamayı gerekli görür ve bunu alışkanlık haline getirirler; henüz
büyüsü bozulmamışları tercih ederler. Sara hastalığına müptela bulunan Moğol
hakanlarından biri, sara nöbeti geçirirken yanında olup da bu durumuna şahit
olan her kim olursa onu öldürtürmüş.
Her vesileyi kendilerinin yüceltilmeleri yönünde kullananlar, yüceltilmelerine
gölge düşürecek şeylerin başkalarınca bilinmesine asla tahammül edemezler.
Velev ki bu bir hemoroit hastalığı da olsa.! İnsanların onu tuvalette zorlanırken
düşünmeleri bile büyüyü bozabilir. [91]

'Yüceltme'nin Yönü

Yüceltme olgusu bazen, yücelten ile yüceltilen arasında karşılıklı etkileşim


sonucu gelişmesinin yanında çoğu zaman yüceltilen kişi ya da nesnenin bir dahli
ve vebali bulunmaksızın da gerçekleşebilir.
Bir varlığı tebcilde (öne çıkarmada, yüceltmede) ileri gitmek, zamanla ilahi
aştırmaya yol açabilecek olmasına reğmen, ibadet edercesine yüceltilen
şahsiyetler Allah katında makul ve aslında böyle bir ta'zimden uzak kimseler
bile olabilirler. Yüceltildiklerinden habersiz olmaları da mümkündür.
Hıristiyanların Hz. İsa ile Hz. Meryem'i[92], Yahudiler'in Hz.Üzeyri[93], her iki
din mensuplarının da din büyüklerini[94]; keza müşriklerin melekleri[95] ta'zimde
(saygıda) ileri gitmeleri, onlara uluhiyete mahsus bazı özellikleri vermeleri
gibi."[96]
Peygamberlerin zamanına erişmiş olanlar, bu duygularla onların da bir insan
oluşuna tahammül edemeyip reddederken, peygamberlerden sonraki zamanlarda
dünyaya gelenlerden bazıları ise yine aynı psikolojik mekanizma ile onları
insanüstü birer varlık olarak tahayyül etmiş, olağanüstü özellikler atfetmiş ve
böylece kendi ruhlarındaki defektlere uygun beklentilerine karşılık bulmuş
oluyorlardı.
"Onların putlardan hayır ummaları da gösteriyor ki, putlara çeşitli üstün vasıflar
yükleniyor. Ve bu yakıştırmalar ile onlara tapınıyorlardı."[97]
Aslında bu haleti ruhiyeyi oluşturan duyguların sadece üstün görülen kişi için
değil, yüceltilen her nesne için beslendiği açıktır.
"İnsanlar mabud anlamında put olarak yalnız resim ve heykellere değil, canlı-
cansız çeşitli tabiat varlık ve kuvvetlerine de tapmışlar ve halen tapmaktalar: Bu
bazen bir hayvandır; Hindular'ın inekleri gibi. Bir ağaç veya ağaç topluluğu, bir
dağ; Japonya'nın sembolü olan Fuji-Yama veya eski Yunan’ın Olimpos'u gibi.
Bir ırmak (Ganj nehri gibi) veya bunların komple birliği; Türkler'in tarihi
merkezi Ötüken gibi., mukaddes sayılmış ve bunlara ilah veya ilahi mahiyetli
varlık muamelesi yapılmıştır. Ateş, rüzgar, Ay, Güneş, Yıldızlar da putperest
tapınmaların mevzuu olmuştur." Dolayısı ile bunların herhangi bir vebali de
yoktur. "Nemrud, Firavun gibi gerçek şahıslar veya gerçek şahısların heykelleri
de (Buda, Konfüçyüz gibi) put olarak kabul edilmiştir."[98]
Bunların konumları ise elbette farklıdır. Çünkü hastalıklı ve zayıf ruhları
sömürmek ve dünyevi çıkar sağlamak amacındadırlar.
Sonuç olarak denebilir ki, yüceltme olayı, daha çok yüceltilen kişi ve nesnenin
talebiyle değil, yücelten kişi ve toplulukların zihninde cereyan eden psiko-sosyal
bir hastalık olarak ortaya çıkar. [99]

"Korku" Duygusu Ve Şirk

Korku insan düşünce ve davranışları üzerinde büyük etkiler meydana getiren


temel duygulardan biri.
İnsanı tedirgin eden, yönlendiren; yerine göre ona istemediklerini yaptıran,
söylemeyeceğini söyleten; arzu ettiklerinden ve yapmak istediklerinden
vazgeçiren duygudur, korku.!
Temelleri çocuklukta atatılan korku, hem kaçınılmaz hem de temel bir duygu..
"Tehlikelere karşı kişiyi uyanık tuttuğu, kulak kesilmesini sağladığı için de
şarttır. Fakat bugünün çocuğunda korku çoğu kez yararlılık sınırlarını
aşmaktadır. O kadar ki çocuk kovalanmaktan kaçan bir yaratık durumuna
düşmektedir. Bu açıdan, çocuğa yardımcı olmak yerine, hayatın baskılarına
göğüs germe yeteneklerini sınırlayan bir etmen olur. Çocuğun kaynaklarını
harekete geçirmek yerine onları hareketsiz kılar. Böylece korku çocuğun
hayatında bir yalnızlık alanı oluşturur.."
"Bebeklikteki korkular çevrenin ortaya çıkardığı yakın tehlikeler karşısında
gösterilen tepkiler olarak bilinir. Çocuk büyüdükçe korku alanı da
genişlemektedir. Geçmişi düşünüp geleceği konusunda umutlar besleme
yeteneği kazandığı zaman, uzak tehlikeler, gelecek günlerin getireceği sıkıntılar,
kendi güdüleri, yaptıkları, yapabilecekleri, hep birer korku kaynağı
olabilmektedir.
Çocuk yalnız dış tehlikeler algılamakla yetinmiyor; bu tehlikeleri kendi içinde
büyütüyorsa, korkunun üstüne endişe de eklenir."[100]
Müspet yönlendirilmediği taktirde hareketleri sınırlayan, zihni verimliliği
engelleyen; sevgi gibi kuvvetli, fakat ters yönde etkiler meydana getiren bu
duyguyu, İslam inancı, kontrol edilmesi gereken duygular arasında görür.
Esasen, ruhsal savunma mekanizmalarının temellerinden birini teşkil eden ve
yaşam dengesi içerisinde önemli bir yer tutan, beşeri ve doğal çerçevede mütalaa
edildiğinde ruhsal ve bedensel bütünlüğü korumaya ve tedbirli olmaya yönelten
'korku' hissi, Allah'ın yarattığı sebepler dışında varlıklara olağanüstü özellikler
atfetmede etkili olmaya başlayınca hem ruh sağlığının, hem de inançların
bozulmasında rol oynamaya başlar.
Analiz edildiğinde görülür ki, korku ve ondan kaynaklanan davranışların altında,
(hayat ve akli, bedeni, mali imkanlar dahil) kişinin sahip olduklarını kaybetmek,
koruyamamak, arzu ettiklerine ulaşamamak ve zarara uğramak endişesi yatar.
İnsan için iyilik halini elde etme, koruma ve artırma gayretlerini tehlikeye
sokacak; akli, bedeni, mali ve ailevi işlerinin zarar görmesine sebep olabilecek
her ihtimal önemlidir.
Bu yöndeki her söylentiye kulak verilir; ve çoğu insan zarar vereceği söylenen
tehlikenin makul ve mantıklı olup olmadığına bile bakmadan, hurafe de olsa
onun gereğini yapar.
Çünkü bu yöndeki bütün gelişmeler bir tedirginlik hali oluşturur. Bu ise her
zaman tetikte bekleyen şirk olgusunu harekete geçirecek faktörlerden birini
oluşturur.
"Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek de
onlara kulluk etmekteydiler; Onlar Hz. Hud {as)'a şöyle diyorlardı; "Sana,
'İlahlarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söyleyemeyiz." [101]
Buradaki çarpmak daha ziyade deli etmek, aklını gidermek şeklinde izah edilir.
Arap müşrikleri, her bir putun içinde bir cin bulunduğunu zannederlerdi. Cinnet
vermek de cinlerle ilgili zannedilirdi. Dolayısı ile onların putları da (bir açıdan)
cinleri temsil ediyordu.
Putlara olan ibadet ve saygıları ile zarar görme tehlikesinden böylece
sakınabileceklerini düşünüyorlardı. Taparcasına bağlı olduğu şeyhinin isteklerini
yerine getirip onu memnun edemez ise, onun gazabına uğrayacağından korkan
kimsede de aynı mekanizma söz konusudur.
Hz.Peygamber, birine;
"Kaç ilaha tapıyorsunuz?" diye sorduğunda,
"Altısı yerde biri gökte" cevabına karşılık,
"İsteyerek ve korku ile ibadet ettiğin hangisidir?" diye sordu.[102]
Bundan da anlaşılıyor ki "korku", ilaha bağlananların, ilah edinilen nesne
karşısında hissettikleri ortak bir duygudur.
Araplar içinde güneşe tapan, onu ta'zim eden ve ona 'ilahe' diyen bir kısım
insanlar vardı; bunlardan el-A'şa bir
şiirinde bu korkuyu şöyle dile getiriyor:
"Ona yakın bir şekilde, ilahenin (güneşin) önünde eğildiğimde duyduğum korku
gibi bir korku duymadım."[103]
Görüldüğü gibi bu korkunun bir mantığının olması da gerekmiyor.
İşte bunun içindir ki, İslam alimleri korku duygusunu bazı hallerde şirke götüren
sebepler içinde saymışlardır.
"Allah'tan başkasından korkmak, rızk istemek, Allah'ın vermiş olduğu nimete
karşı O'ndan başka birine teşekkür edip, nimetleri O'ndan başkasına nispet
etmek, Allah'a hamdden kaçınmak, O'ndan başkasına tevekkül etmek, O'ndan
başka birine boyun eğmek, itaat etmek, kainatta Allah'ın dilemediği şeyin
olacağına inanmak da şirktir," denilirken korku bütün bu sebeplerin başında
sayılmıştır.[104]
Bu manada uğursuzluk inancı da, böyle bir korkunun sonucu olup "şirk"den
sayılır.
Resüllullah bir hadisinde;
"Uğursuz saymak şirktir. Uğursuz saymak şirktir. Uğursuz saymak şirktir," diye
üç kere tekrar ederken, bir başka hadis-i şeriflerinde ise; "Kimi (bir şeyi) uğursuz
sayması işinden alıkoyarsa Allah'a şirk koşmuş olur" buyuruyor.
Dediler ki;
"Ey Allah'ın Resulü! Bunun keffareti nedir?" Şöyle buyurdu;
"Allah'ım! Senin hayrından başka hiçbir hayır yoktur. Senin uğrundan başka
hiçbir uğur da yoktur. Senden başka hiçbir ilah yoktur, demesidir."[105]
Aynı psikolojinin sayılarla ilgili tezahürleri ise oldukça ilginç:
"Uğruna inanılan 9'lar, 21'ler, 40'lar.. insanların asırlardır sayıların büyüsüne
inandığını ortaya koyuyor. İslam kültürü uzmanı Annemarie Schimmel'in
inanışlarda sayıların önemini ele aldığı "Sayıların Gizemi" adlı kitabında çeşitli
inançlar ve kültürden örneklerler veriyor.
‘1’ sayısı, bütün inanç sistemlerinde kutsal kabul ediliyor ve ‘1’, birçok inançta
Tanrı'yı simgeliyor. Kutsal 3 ve 7 sayılarının çarpımı sonucu 21 "in
"mükemmellikle" bağlantılı olduğu kabul edilirken, 5'in "yaşam ve sevgi sayısı",
6'nın yaratılmış dünyanın mükemmel sayısı olduğuna inanılıyor. Hıristiyanlıkta
ise İsa'nın ayın 13'ü cuma günü öldürülmesi ve müritlerinden 13'üncüsünün
İsa'ya ihanet etmesi nedeniyle 13 rakamına nefretle bakılıyor. Bu korku, işe
gelme, uçak ve tren rezervasyonu iptalleri gibi nedenlerle Amerika'ya yılda yak-
laşık bir milyar dolara mal oluyor.
Müslümanlarda ise 40 sayısı büyük öneme sahip. Zira Hz. Muhammed (sas)'in
adının başında ve ortasındaki mim harfinin sayısal değeri olan 40 bazılarınca
önemli sayılmıştır. Bu noktada Schimmel, "Bir kahvenin 40 yıl hatırı var, 40
fırın ekmek yemek gerekir," gibi deyimleri de hatırlatıyor."[106]
Uğursuzlukla ilgili hurafelerin halk arasında ne kadar yaygın olduğu
düşünülürse konunun sosyal psikolojisi üzerinde ne derece yer etmiş olduğu
daha kolay anlaşılır.
Bazı kültürlerde ise tüm kötülük ve uğursuzlukların ayrı bir tanrısı olduğu
düşünülür, birçok tanrı yanında ona da ayinler yapılır, ibadet edilir. Yunan
tanrılarından bazıları ve eski Türkler'de "Yerlik Tanrısı" buna örnektir.
"Eski Türk topluluklarından bazılarında yer altında yaşadığına inanılan, büyük
felaketlerden salgın hastalıklara kadar, bütün kötülüklerin sebebi ve kaynağı
olarak Erlik Tanrısı'nın olduğuna inanılıyordu.[107]
Bazen, kötülükleri bir şahıstan bilme ve her yanlışlığı onunla izah etme
alışkanlığı da aynı psikolojinin bir başka tezahürü olsa gerek. Kitlelerin her
devirde bir kötülük tanrısı bulup, kendi nefislerinde mevcut olup da
kabullenemedikleri günah ve hatalarını da ona yüklemeleri pek de sağlıklı olma-
yan psikolojik sebeplere bağlıdır. İnsanlar kendilerinde var olanları yansıtma
(projeksiyon mekanizması) ile kötülük simgesi olarak buldukları objeye
yükleyip, onu lanetleyerek rahatlarlar. Başarısız ve ezilmiş topluluklar
beceriksizliklerini itiraf etmek ve bunun sebepleri üzerinde durmaktansa
başkalarını suçlamayı daha kolay ve rahatlatıcı bir yol olarak tercih ederler.
Böylece kendi yanlışlıklarını giderme zahmetinden ve bunun meydana getirdiği
stresten de kurtulurlar.
Böylece, kimileri için kurtarıcı tanrı gibi olan bir kişi, karşıt kesim için kötülük
tanrısı (lanetlenecek put) fonksiyonu görür.
Bir kesimin taparcasına bağlı olduğu, karşıt kesimin ise, bütün kötülüklerin başı
ve müsebbibi olarak M. Kemal'i görmelerinin de bu mekanizma ile ilgisi olsa
gerek. [108]

Rızk Endişesi Ve Gelecek Korkusu

İnsan davranışlarını etkileyen korkunun diğer bir varyantı da "gelecek" ve "rızk"


endişesidir. Şirk konusunda önemli etkenlerden biri de bu.
Ayette;
"De ki; 'Rabbin rahmet hazinelerine siz malik olsaydınız o zaman harcama(ktan
tükenir) korkusuyla muhakkak cimrilik edersiniz'. Çok cimridir
insan!"[109] buyuruluyor.[110]
Rabb'in hazineleri..!
Hani, şu dahil olduğumuz Samanyolu Galaksi'sinde, saniyede 217 km hızla
hareket eden, galaksi merkezi etrafındaki turunu 226 milyon yılda tamamlayan
küçücük dünyamızın da, içinde yer aldığı muhteşem kainatın sahibi Rabb'imizin
hazineleri.!
Bilindiği ve hesaplanabildiği kadarıyla, Samanyolu Galaksisi gibi her biri 150-
200 milyar yıldız ihtiva eden galaksilerden tam 200 milyarı aşkın galaksinin
bulunduğu bir kainatın ve daha kim bilir nice alemlerin sahibi olan, tek ilah
Cenabı Allah'ın hazineleri.. Bunlara sahip olmak ve tükeneceğinden korkmak!
İnsanoğlu bu kadar hazinelere sahip olsa, tükenir diye harcamaktan korkacak.!
Korku ve gelecek endişesinde mantık bulunmadığının bundan daha çarpıcı bir
ifadesi olabilir mi?!
Psikolojik zaaflar sonucu oluşan bu endişe, insanı sürekli biriktirmeye,
biriktirdiklerine sımsıkı sarılmaya sevk eder. İnsan, tüm sahip olduklarını
kendisine veren ve kendisini de yaratan Rabb'inin yolunda pek azını sarf
etmekten bile kaçınır. Kazandıklarını elinde tutma yolunda pek çok zillete de
boyun eğer, ki bu, toplumların şirk içinde yönetilmesine ses çıkarmama ve hatta
rıza göstermesinin baş sebeplerindendir.
İnsanların bu zaafı sayesinde, birtakımları yönetimi kolayca ellerinde
bulundurur. Kaybetmek korkusu içinde olanlar, onlara karşı durmaktan
çekinirler. Onlar da böylece makam, mevki ve iktidarlarını kolayca elde tutma
imkanına kavuşurlar. Kanunları, yönetmelikleri ve sistemleriyle baş kaldırılmaz,
kendileri ile uğraşılmaz imajını yerleştirirler.
Ezilenler de, hükmedenlerin safında, hem de ağır bir hesap yüklenerek böylece
yer almış olurlar. Sefasını sürmedikleri şeylerin cefasını çekmeye razı olmaktan
başka bir şey değildir bu!
İşte bu sebeple zarara uğrama ve fakir düşme korkusunun giderilmesi, sağlıklı
ve onurlu kişiliğin kurulması için çok önemlidir.
Allah, fakirlik korkusunun şeytani bir telkin olduğunu ikaz ediyor;
"Şeytan sizi fakirlik ile korkutur ve cimriliği emreder. Allah ise kendisinden bir
mağfiret ve bir bolluk vaat eder. Ve (O) Vasidir, Alimdir."[111]
İnsana çocuklarını öldürtebilen duygu da bu duygudur:
"Evlatlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onları da, sizi de biz
rızıklandırırız. Hakikat onları öldürmek büyük bir suçtur."[112]
Bütün bu korkulardan ve bu sebeple başka ilahların baskısından kurtulmak
ancak Allah'a dost olmakla mümkündür. Çünkü;
"İşte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Bana iman etmiş iseniz onlardan
değil, sadece benden korkun."[113] Şeytan'ın dostu olma zaafını taşımayanlar, ne
pahasına olursa olsun, başka ilahlara boyun eğmeyecek irade ve kararlılıktadır.
Sadece onlar, korku duygusunun etkisi ile yanlışa razı edilemeyecek yüksek
şahsiyete erişmiş kimselerdir.
Mü'min bir kişiliğe sahip kimse bilir ve inanır ki; bu hayatta her şey Allah'ın
takdiri ile ve sadece bir sınanmadır, imtihandır, Allah'a rağmen bir şeylerden
korkmak, dört bir taraftan hücum ettiği belirtilen Şeytan'ın teşvik ve gayretleri
ile olmaktadır.
O Şeytan ki, kafalarda vesvese uyandırır, nefislerde arzuları tahrik eder;
vicdanları karartıp, kalplerde başka ilahlara sevgi ve onlardan çekinme ve korku
duygusu telkin eder, işte bu, Şeytanın dört bir taraftan hücumdur. [114]

Sosyal "Neofobi"

"Neofobi", yani yenilik korkusu toplumları yönlendiren ve bir anlamda şirke


zemin hazırlayan bir başka olumsuz korku çeşidi. Bu korku sonucu insanlar,
'eski'lerine sıkı sıkıya yapışırken yeni olan her şeye karşı tedirginlik duyarlar.
Sosyal ve psikolojik sebeplerle insanlar, eski inanç ve gelenekleri konusunda
oldukça tutucu ve tabir yerinde ise 'gerici' bir tavır takınırlar. Yeniliklerden
ürker, endişe ve korkuya kapılırlar. Bu zeminde inanç ve ibadetler adet olmaya,
adet ve gelenekler ise ibadet huşuu içinde uygulanır.
"Kur'an'da, üzerinde çok durulan şirk amillerinden birini de bu teşkil eder. Antik
çağda müşrik toplumların çoğu, geçmişlerine olan saygılarını atalarına tapma
derecesine vardırmışlardı. Kur'an'ın ilk muhatapları olan müşrikler arasında, dar
anlamda bir 'Atalar Kültürü’ görülmese de, onlardan gelen her şey üzerine, körü
körüne titredikleri meydandır. Kur'an'ın ısrarlı hücumlarına hedef teşkil eden
zihniyetlerden biri de budur.
Bugün tecrübelerle öğrenilmiş gerçeklerden biri olarak kabul edilmektedir ki,
gelenekler saçma bile olsalar, toplum hayatından kolay kolay sökülüp
uzaklaştırılamamaktadırlar. Bazen geleneklerin direnişi, fikirlerin
mukavemetinden daha uzun ömürlü olmakta, düşünce tarzını değiştirmiş
olmasına rağmen, bir çok kimse geleneğin gereğini yerine getirmeye devam
etmektedir."[115]
Psikopatolojik olgular içinde önemli bir yer tutan sebepsiz, mantıksız
korkulardan biri olan 'yenilik fobisi' (neofobi), yaşlılarda bir demans (bunama)
belirtisi olarak görülürken; kendini yenilemeyi beceremeyen, çürümüş, içi
geçmiş, yaşlanmış toplumlarda, eskiye taparcasına bağlanma ve yeni fikir ve
inançlara karşı da aşırı bir direnişe sebep olur.
Şirk sistemlerinin sahipleri ise, çıkarcı düzenlerinin devamı için, bu psikolojiden
istifade ederler.
Tek ilah inancı olan Tevhid inancıyla savaşıp nefislerini tanrılaştırarak toplumu
yönetmeyi hep kendi tekellerinde bir hak olarak görenler, insanların bu
zaaflarına hitap ederek, onları Tevhid inancına karşı tahrik etmişlerdir.
Firavunlar ve onların yolundan gidenler; "O peygamberler sizi atalarınızın
dininden vazgeçirecek" diyerek insanları korkutuyor ve kendilerine
bağlıyorlardı.
Bu psikoloji sonucu, insanlar tapmakta oldukları putları terk etmekle kendilerine
birçok bela ve musibetlerin isabet edeceğini sanıyor. Böyle bir inanç, putlarda
ilahi (olağan üstü) bir gücün var olduğuna inanmalarından kaynaklanıyordu.
Nuh kavminin ileri gelenleri; "Sakın ilahlarınızı bırakmayın" diyor-
lardı.[116] İnsanların ilahlardan bir zarar ve musibet geleceğine inandırılarak sahte
ilahlara sığınmalarına karşılık, Kur'an; "O sabredenler kendilerine bir bela
geldiği zaman, 'Biz Allah'ın kullarıyız, O'na döneceğiz derler'.[117]
Zarar ve musibetleri bir nesneden bilmek ve ona sığınmak; yalvararak hoş
görünerek zararlarından kurtulacağını ummak insanları zillete mahkûm eden bir
kısırdöngüyü oluşturur.
Kitleler, dinlerini yalnızca kalıplaşmış geleneklerden ibaret zannederek
şuursuzca tekrar edip dururken, sadece geleneksel değil, şuurlu bir tarzda
inanmayı ve yaşamayı teklif edenlere karşı da, Firavunca metotlar uygulayanlar,
aynı 'neofobik reaksiyon' oluşturularak elde tutulur. Statükocular (mevcut
düzenin değişmesini istemeyenler) toplumu, yenileşme ve gelişmelere karşı
tahrik etmekten çekinmezler. Buna, mevcut uyuşuk halin devamından çıkarı
olanların desteği de katılınca yeni bir inanca karşı reaksiyon gösterilmesi, toplu-
mun önemli bir kesimini toplumsal bir 'histeri' gibi sarar. Bütün bu tahrik ve
dayatmaları yapanlar, bunu, milletin birliği ve vatanın bölünmez bütünlüğü' gibi
hemen herkesin hassas olduğu bir amaç için yaptıklarını söyleyerek herkesi
susturma yoluna giderler. [118]

Tavsiye Edilen Korku

Korkunun buraya kadar ele aldığımız yönü kaçınılması ve yüreklerde


barındırılmaması gereken kısmı iken, şimdi irdeleyeceğimiz boyutu ise insanın
duygu ve düşünce dünyasına bütünlük kazandıran sağlıklı bir ruh hali için
gerekli ve koruyucu bir fonksiyona sahip.
Buradaki korkunun kaynağı Allah sevgisine layık olamama endişesidir. Ve daha
çok takva kelimesi ile ifade edilir.
"İnsan ruhunun yücelişi, yüce Yaratıcı ile sevgi münasebeti kurma yoluyla
gerçekleşebilir. İlahi muhabbetin yanında, dini hayatın üstün yönünü ifade eden
"takva", sadece 'korkmak' değil, 'Allah sevgisine engel olacak şeylerden kendini
korumak' tarzında da anlaşılmalı. Çünkü bu kelimenin kökünde, 'endişe edilen
şeylerden nefsi korumak’ gibi bir sözlük anlam bulunur.
Buna göre takva, Allah ile kul arasında bir sevgi ve dostluğun oluşup devam
etmesi esasına bağlıdır. Bu sebeple Kur'an'da; "Allah, muttakilerin
dostudur,"[119] buyurulmuştur.
Allah Teala, beşer için hem kurtarıcı ve yardım edici, hem de sevgi ve saygı
duyulan bir varlık olarak tecelli eder."[120]
Dolayısıyla buradaki korku; saygı ve sevgi dolu bir korkudur. Sevdiğinin
sevgisini kaybetme, gözden düşme korkusu.
Allah'tan korkmayı kendine yediremeyenler ise nefsini tanrılaştıranlar yani
"büyüklenen"lerdir.
Ayet; "Ve ona, 'Allah'tan kork' denilince, kendisini günah ile bir izzet'i nefis
yakalar. İşte ona cehennem yeter."[121] buyuruyor. [122] Böyleleri; "Sırf Allah
korkusunu, Allah'tan utanmayı, Allah'ın gazabından sakınmayı hatırlatmak için
"Allah'tan kork!" denildiğinde, böyle söylenmesine kızarlar, kibirlenirler.,
kendilerini bir azamet kaplar.. Günahkarlığıyla, hatalarıyla, suçlarıyla izzetlenir..
Hakikate karşı gelirler.. Dıştan hayırlı, ihlaslı, iyilik sever, feragat ve hayır
sahibi (!) olarak görünseler bile.! [123]

"Hesap Günü"nden Korkmak

Tek ilaha inananların davranışlarında etkili hususların belki başta geleni 'hesap
günü' inancıdır.
Düşünsünler ve hakkıyla korksunlar diye, rahmet kitabı Kur'an, insanları,
geleceğinde şüphe bulunmayan o günden sakınmaya çağırıyor. O müthiş gün!
Hesap günü, Ayırım günü, Ceza günü!.
O gün ki, kimsenin kimseye (Allah dilemedikçe) yardımının dokunmayacağı.
Hiçbir servetin yarar sağlamayacağı, kaçınılmaz olan o müthiş an. Kur'an'ın,
inanlara "korkun" dediği hesap günü, yargı günü. Herkesin tutanaklarının ortaya
konduğu gün. [124] Büyük mahkemenin kurulacağı gün.. [125]
Allah'ın adaleti o gün tecelli edecektir. Bundan kaçış yoktur.
"Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size
tastamam verilecektir." [126]
O gün ne malın, ne çocukların faydası vardır;
"Fayda verecek olan şey temiz bir kalpdir." [127]
"O gün herkese kazandığının karşılığı verilir, kimseye zulmedilmez." [128]
"O gün, (kişi) kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından
kaçar. O gün bir takım yüzler aydınlıktır; gülmekte ve sevinmektedirler. O gün
bir takım yüzler de tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür. İşte bunlar inkarcı
olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır." [129]
"O gün bir kısım insanların pişmanlık günüdür. Onlar, Yüzleri ateşte çevrildiği
gün; "Keşke Allah'a itaat etseydik", derler."[130]
"Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının
kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz." [131]
"O gün Allah onlara seslenir; 'Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz
nerededirler?' der." [132]
Kur'an, 'sakınanlar'a ise, bu müthiş gün için korkusuzluğu müjdeliyor;
"Haberiniz olsun, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da
olmazlar. Onlar Allah'a, Allah'ın belirttiği biçimde inanmışlar ve O'na karşı
gelmekten kesinlikle kaçınmışlardır". [133]
İşte bu kimseler için 'O Büyük Gün' ödül günüdür. Çünkü, onlar sadece
Allah'tan korkanlardır.
"Rabb'inin makamından korkan kimseye iki cennet vardır". [134]
"İman edip de amal-i salih işleyenleri, elbette onları, cennette altından ırmaklar
akan köşklere yerleştireceğiz. Onlar orada ebedi kalacaklardır. (Böyle) amel
edenlerin mükafatı ne güzeldir. Ki onlar sabredip yalnız Rablerine tevekkül
edenlerdir."[135]
Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah'ın rızasını kazanmış
olmaktır.
"Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır".
Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın
rızasına erişmek; razı olmuş olarak ve 'razı olunmuşlar' makamına ermişlerden
olmak. İşte bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Bu,
haşyet ve tazim ile sevgi neticesi olan saygı manasına bir korkudur. Bu hal,
mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran
güzel bir ruh halidir.
Bir hadislerinde Peygamberimiz; "Hikmet'in başı Allah korkusudur", buyuruyor.
Bu korkunun derecesi de ilim ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Bundan dolayı
ayette; "Kulları içinde ancak alimler Allah'tan gereğince
[136]
korkarlar." denirken, melekler için de; "Onun (Allah'ın) korkusundan
titrerler" buyurulur. [137]
Yine bir hadisi şeriflerinde Resulüllah; "Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en
çok korkanınızdır. Ben ise O'ndan en çok korkanınızım." diyor.[138]
Bu korku O'na, tek ilaha olan saygıdandır ve O'nun rızası içindir.
"(Öyle takva sahipleri) ki onlar, tenhada da Rablerine candan saygı gösterirler.
Onlar kıyametten korkanlardır."[139]
İnsanların dosdoğru olmalarını, öylece hak üzere sebat etmelerini, azıtıp
sapmamalarını sağlayan faktörlerin başında, bu korkunun geldiği anlaşılıyor.
"Onlar ki Allah'ın ulaştırılmasını (idame ve riayet edilmesini-sürdürülmesi ve
gözetilmesini) emrettiği şeyi ulaştırırlar. (Ona riayet ederler) Rablerinden
korkarlar, (bilhassa) kötü hesaptan endişe ederler.."[140]
Kur'an'ın da ancak böyle kimseler için bir öğüt olduğu ifade ediliyor.
"Biz Kur'an'ı sana zahmet çekesin diye değil, ancak (Allah'tan) korkacak
kimselere bir öğüt ve yerle, o yüce yüce
gökleri yaratanın tedricen indirdiği bir (kitap) olmak üzere indirdik."[141]
Sevgiye dayalı Allah korkusu sağlam bilgi ile desteklenince de, şirke yöneltecek
önemli sebeplerden biri giderilmiş oluyor.
Ne sevgide ne de korkuda alemlerin Rabb'ine eş olacak hiçbir şey yoktur.
"Hakikaten Rabb'ini büyük tanıyıp (onun korkusuyla) rikkate gelenler
(titreyenler) Rabb'inin ayetlerine iman etmekte sebat gösterenler.. Rablerine eş
tutmazlar onlar."[142]
Onlar yalnızca Allah ve Resulüne itaat ederler. Onları, Allah'a isyan edene itaat
etmeye hiçbir kuvvet mecbur edemez, onlardaki Allah korkusu ve sevgisi buna
manidir. Çünkü onlar dünyevi ve uhrevi kurtuluşu bunda görürler.
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah'tan korkarsa, O'ndan sakınırsa,
kurtuluşu bulanlar da ta kendileridir."[143]
İnanç böyle olunca hiçbir fani ve beşeri gücün önemi yoktur. Tek ilah olarak
Allah'ı kabul edenler, iki korku arasında, yani Allah korkusu ile beşer korkusu
arasında kalınca tercihleri Allah korkusu yönündedir. Onlar Allah'ın her an
kendileri ile beraber olduğunu bilir ve O'nun hükmüne rağmen korkutmaya ve
yanlış iş yaptırmaya çalışanlardan değil korkmak, onlara karşı da kendilerini
öncelikle tebliğle görevli bilirler.
Ayetler bunu emreder. Velev ki Firavun karşısında olunsa bile;
"Firavun'a gidin. Çünkü o hakikaten çok azdı. (Gidin de) Ona yumuşak söz
söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar. Dediler ki; 'Ey
Rabbimiz! Doğrusu onunbize karşı aşırı gitmesinden yahut tuğyanını
artırmasından endişe ediyoruz". Buyurdu; "Korkmayın! Çünkü, ben sizinle
beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm."[144]
"Allah'tan yüz çeviren kuvvetlerle mücahede ve mücadele etmek gerekir. Bu
dalalet (sapık) kuvvetin büyüklüğü, azgınlığı Müslümanı korkutamaz. Çünkü
onlar zaten kendilerini var eden Allah'ın kudretini kabul etmekten uzaklaşınca
hakiki kuvvetini kaybetmiş olurlar. Bu, alev saçan büyük bir yıldızdan kopan
parçanın sönüp soğuması, ziyasını ve hararetini kaybetmesi gibidir.
Böyle bir inanışa erişmiş kişinin sindirilmesi, susturulması, zapt edilmesi öyle
kolayca mümkün olmaz. Bu kişi yenilmezlik duygusu içindedir; her hal-ü karda
galip olduğuna inanır. O, karşısındaki bütün beşeri sistemlerin geçici olduğuna,
yıkılmaya, yok olmaya mahkûm olduğuna inanır. Onun için azlık da, çokluk da
önemli değildir. Ayette; "Nice az bir kitle vardır ki, Allah'ın izni ile bir çok
topluluğu yenmiştir", buyuruluyor.
"Tabiat kuvvetlerine gelince, müslüman bütün kuvvetlerin yaratıcısının Allah
olduğuna, bunların hepsinin bir sırra binaen yaratıldığına ve mukadder hedefe,
bu kuvvetlerin birbiri ile yardımlaşması sonucu gidileceğine inanır. Bilir ki, bu
kuvvetleri kendisinin hakimiyetine veren, onun sırlarını keşfedip, kanunlarına
vakıf olmaya muvaffak kılan ancak Allahü Tealadır. Ayette; Allah, "Göklerde
ve yerde bulunanların hepsini size musahhar kıldı", buyuruyor." [145] Müslüman,
bu güçleri tanımak, onlardan istifade etmek ve tedbirli olmakla görevli olduğunu
ve şükredici konumda bulunması gerektiğini unutmaz. [146]

Kaybetme Korkusunun İlacı: Allah İçin Vermek.

Rahatsız edici ve saptırıcı bir duygu olması hasebiyle önemli bir problem olan
kaybetme korkusunun bir devası olmalıdır.
Bin bir zahmetle biriktirilenlerin her an kaybedilmesi korkusu, sahip
olduklarının hepsini bırakıp bu dünyadan gitmek mecburiyeti, ölüm gerçeği.,
bütün bunlar insan için kolay kabul edilecek ve kulak arkası edilebilecek cinsten
gerçekler gibi görünmüyor..
Kazanılan her şey burada kalırken, hiçbir şey götüremeden gitmenin
dayanılmazlığı! Biriktirirken zahmet, muhafaza ederken endişe ve korku, bırakıp
giderken mahzun olma, ayrılınca da yakıcı bir hasretin kaçınılmazlığı bu fani
hayatın dramı!
Bütün bunların önüne geçecek tek çare ne olabilir? İnsanoğlunun huzur içinde
yaşaması ve bu hayattan göçüp giderken gözünün arkada kalmaması ne ile
mümkündür?
Kur'an inananlar için, bu problemin çözümünü veriyor:
Allah yolunda, Allah için verenlerin mahzun olmayacağı, onlar için korkunun da
olmadığı bildiriliyor. Onun gösterdiği yolda verilen her kuruşun asla zayi
olmayacağı, teminat altına alındığı; kaybetme korkusuna yer bulunmadığı
vurgulanıyor.
Çünkü veren kişi tek ilah olarak inandığı Rabb'ine, güzel borç (Karz-ı Hasen)
vermiştir. Verdiklerini alma, kabul etme durumunda olan insanlara karşı da,
böyle bir kutsal ve büyük bir kazanca vesile oldukları için teşekkür ve minnet
duyusu içindedir.
İnanmayan bir kişinin, malının elinden alınacağı endişesine karşılık, mal ve
parasından almayı kabul eden muhtaç kişilere karşı şükran hisleri içinde olmak!.
Ne etkin bir inanış! Birinde huzursuzluk ve endişe ile sıkan ve cimrileştiren
korkunç duygu birikimine karşılık, berikinde, cömertleştiren huzur ve mutluluk
bahşeden rahatlık.!
"Verilen her sadaka Allahü Teala'ya verilmiş bir karzdır (borç). Şüphesiz ki,
Allahü Zülcelal onların karşılığını kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında
sadakayı alan muhtaç kişi de, Allahü Teala'nın kat kat ihsan etmesi için mal
sahibine bir vasıtadır..
Veren kişi, Allah yoluna, yine Allah'ın malını vermişse mutlaka bunun
karşılığını Allah'ın indi ilahisinde görecektir.. Onlar ne dünyada infak ettikleri
şeylerden ötürü mahzun olurlar, ne de ahrette vasıl olacakları neticeden
dolayı."[147]
İşte bu, mal ve mülkün esir edici sahte Hanlığından kurtulup, tek ilaha sığınma
ve onun garantisiyle ruhların hürriyete kavuşmasıdır! Artık korku ve endişeden
eser kalmamıştır. Aslında canını bile Allah için vermeye hazır olan kimse için
artık neyin korkusu olabilir ki!
Bunun aksi olan hal, ruhlar için çekilmez bir haldir.
Malını, servetini ilah edinmiş ve böylece onun esiri olmuş 'ruhlar' ise bilirler ki,
bir gün, 'beden' kendilerini taşıyamaz olup da 'ceset' diye isimlendirildiği anda,
'nefs'in bir türlü kopmak istemediği şeylerin hepsinden koparılacak ve üstelik bir
de bütün bunların hesabını verecektir. Başına gelecek olanları hisseden ruh,
kendini ifade tarzı olan; tatminsizlik, keder hissi, huzursuzluk, endişe, sıkıntı,
korku gibi hallerin ilacı; 'sonraki hayat'a inananlar için, eldekileri; gidilmesi
mukadder ve mü'min için bir müjdeli hayat olan, ebedi hayata aktarmaktır; ki
bu, kişinin Rabb'inin vadine olan inancında samimi ve ciddi olduğunun da
önemli bir delili ve göstergesidir. [148]

Tanrı Korkusu Üzerine Kurulu Yanlış Otorite Benimsemesi


Şirkin Çocuklukta Atılan Temelleri

Tanrı fikrî, toplumun önemli bir kesiminde, çocuklara öncelikle bir dini eğitim
konusu olarak verilmez. Çocuklar bu fikirle, okul öncesi dönemde, daha çok
anneleri tarafından tanıştırılır. Ve bu, çoğunlukla da korku üzerine kurulu yanlış
otorite benimsemesi şeklinde olur.
Esas amacı çocuk üzerinde otorite kurmak ve kendini saydırmak olan anne,
amacına ulaşmak için; 'öcü' veya babasına söylemeyle başlattığı tehdidini tanrı
ile korkutmaya kadar vardırır. "O'nu yapma", "Şunu yeme", "Bunu elleme";
"Allah seni çarpar, yakar, öldürür", "Allah gözlerini kör etsin". "Allah seni
kahretsin", "Cehennemde yanarsın" gibi tehditler, Tanrı ile ilgili ilk telkinlerdir.
Bunlar çocuğun gözünde Tanrı ile öcüyü eş anlamlı hale getirir.
Bununla, esas amacı kendisini çocuğa saydırmak olan anne, çocuğun ruhsal
yapısı üzerinde ne derece tahribatta bulunduğunun farkında bile değildir. Öyle
bir şartlanma oluşur ki; Allah kelimesi Cehennemle birlikte bir çok kötülükleri
çağrıştırır ve her anıldığında kişiye stres yükler. İnsanların ekseriyetinin dinden,
Kur'an'dan, Allah'tan bahsedildiğinde sıkılmaları ve huzursuz olmalarının
ardında, nefsinin ve Şeytan'ın telkinleri yanında bu tarz oluşmuş Tanrı figürünün
şuur altına yer etmiş olmasının da önemli bir etkisi olsa gerek. Kişi, şuur dışı,
sebebini izah edemediği bir sıkıntı ve korku hissinin rahatsız edici etkisiyle konu
değiştirmek ister. Sevgi dolu olsa böyle mi olurdu!
"Cehennem, kurtuluşu kaçışı olmayan, ana babanın elinin eremeyeceği kadar
uzakta ve bir çocuğun hayal edebileceği korkuların en büyüğünü yaratabilecek
niteliktedir."[149]
Bu tarz telkinler, kişinin zihninde ölümü de asla kabullenemeyecek bir konuma
sokar
Bu şekilde kokutulan çocuklar için ölüm, bırakılmışlığın ve yalnızlığın
sembolüdür.
Tehdit edici tekinler, çocuğun ruhsal yapısı üzerinde ürkütücü, korkutucu ve
nefret duyguları uyandırıcı bir sonucu ortaya çıkarır. Çocuk, en müsait çağında
olumlu bir tanrı fikri ile tanışması gerekirken, tam tersi bir şekilde yıkan, yakan,
azap eden, ürkütücü, soğutucu ve olumsuz bir tanrı imajı ile karşı karşıyadır.
Halbuki Tanrı, öncelikle 'çok seven ve sevilen' (Vedud) olduğuna göre ve
telkinlerin de bu yönde yapılması gerekirdi. Çünkü, O, sevmeseydi yaratmazdı;
kimse tanrıyı istemediğini yapmaya mecbur edemeyeceğine göre..! Daha baştan
yaratıp vücut vermekle ve bahşettiği nice nimetlerle, lütufkar olduğu anlatılması
gereken Yüce Tanrı yerine; sevimsiz, ürküten, korkutan, kaçınılması gereken,
kötülük yapmak ve cezalandırmak için fırsat kollayan bir korkunç Tanrı telkini,
kişide; yanlış otorite benimsemesine yol açılır ki, bu da; kişinin hayatı boyunca
taşımakta zorluk çekeceği psikolojik bir yüktür. Ve pek çok olumsuzluklara
temel teşkil edecek niteliktedir.
Böyle bir otorite benimsemesine maruz kalmış çocuk ileride, birbirinden farklı
normal dışı birçok davranışları sergilemeye namzettir.
Zihni, otoriteye karşı ürkütücü telkinlerle dolu kişilerin bir kısmı, bütün
otoriteler karşısında çekingen, pasif ve ürkek bir davranış sergiler. Toplumda,
genel bir tavır halinde gözlenen ürkekliğin ve 'sorgulamadan itaat etme'
kültürünün temelini teşkil eden sebeplerden biri ve belki başta geleni bu
psikolojik özellikler olsa gerektir.
Yanlış otorite benimsemesi bu kimselerin bazılarında hak ve adaletten uzak bir
yaltaklanma ile otoritenin hışmından ve zararlarından korunma yolunu tercih
etmeye sebep olur.
Yetenekçe müsait olanlar ise, bu şuur altı birikim ile, bütün otoritelere karşı
negatif bir tutum içine girer. Mesela böyle bir genç, anne-babasından
öğretmenine, amirinden tanrısına kadar, otoriteyi temsil ve ifade eden her
makama karşı dik kafalı, isyankar bir tavır sergilemeye meyillidir. Bunlardan bir
kısmı okul otoritesine karşı çetelere girerken, bazıları da toplumun geleneksel
kültür örgüsüne ve toplumsal otoritelere karşı antısosyal (topluma karşı zıt)
gruplara katılarak isyankar duygularını tatmin etmenin yolunu bulurlar. Bu
tavrın en üst ifadesi de terörist örgütlere katılarak topluma ve yasal düzenlere
karşı savaşmaktır.
Geliştirilebilecek bir başka davranış ise korkutucu tanrı figürünün meydana
getirdiği anksiyete karşısında negasyon (inkar) mekanizmasını kullanmak.
Tanrıyı yok farz ederek, cezalandırılma korkusunun meydana getireceği sıkıntı
ve nahoş duygulardan kurtulma yolunu seçmek, ateist olmaktır. Korkuya dayalı
sevgisiz otorite benimsemesi sonucu gelişebilecek bir diğer tavır da, sıkıcı tanrı
imajı karşısında bir başka objeye sığınma şeklinde görülür. Sığınılacak yer sevgi
ve dostluk objesi olmalıdır. Bu, kişiye sevgi gösteren her hangi bir şahıs, bir
sevgili hatta bir genel kadın olabileceği gibi; cinselliğin, sıra dışı gençlik
akımlarının, uyuşturucu kullanmının ya da 'uç' inançların öne çıkarıldığı bir
cemaat, tarikat, örgüt ve toplum dışı sapık bir grup da olabilir. Kişiliği tamamen
pasifıze eden bu sığınma olgusu, şahsın sığındığı yeri ya da objeyi hayatı
pahasına müdafaa ettirir. Onsuz hayatın asla düşünülemeyeceği bir haleti ruhiye
oluşturur. Bu ise nihai tahlilde 'sığınılan'ı ilah edinmekten başka bir şey değildir.
Eğer kişinin kafasında asla inkar edemeyeceği ve savaşamayacağı ölçüde güçlü
bir tanrı fikri oluşmuşsa, o zaman buna karşı geliştirilebilecek bir olumsuz tavır
da, cezalandırıcı, korkunç ama çok güçlü ve reddi mümkün olmayan tanrıya
karşı kendisine yardım edecek; kendisini, bu tanrının elinden kurtaracak bir
yardımcı, aracı olacak ilahını arar. Bu yardımcı tanrı, bazen bir put, bazen bir
sahte şeyh hatta peygamber olabilir. Putuna, liderine, şeyhine ya da
peygamberine bir kurtarıcı olarak sarılan kişi, böylece kafasında kendini sürekli
rahatsız eden korkunç tanrının hıncından ve gazabından, onlar tarafından
kurtarılacağına inanarak rahatlar.
Sağlıklı bir sevgi üzerine kurulmuş otorite benimsemesi olmadığı için,
peygamberler dahil tüm şefaat edicilerin yardımlarının ancak sevgi dolu
Tanrı'nın sonsuz rahmetiyle ve çok merhametli Tanrı’nın izni ile olabileceğini
akla bile getirilemez.
Tanrı'nın cezalandırmasından kurtaracak; o hınç dolu tanrı ile aralarını
düzeltecek, barıştıracak bir vasıta, aracı ve yardımcı bulduğuna inanan kimseyi
koruyucu, yardımcı tanrılarından soğutmak ya da koparmak öyle kolayca
mümkün olmaz. Çünkü onlardan ayrılmak, 'korkunç tann'nın gazabı ile
doğrudan karşılaşmak demektir ki, bunu hayal etmek bile zordur. Ancak büyük
ölçüde şok etkisi yapacak olayların meydana getireceği değişimler büyüyü
bozup, kopmaları sağlayabilir. Ama kişi yine de sevgi ve merhamet dolu olumlu
bir Tanrı anlayışına varamaz ise başka sığınacak tanrılar arar. Bu yeni tanrı bir
başka kurtarıcı lider, sahte şeyh ve bir sevgili olabileceği gibi içki ve her nevi
uyuşturucu madde de olabilir. [150]

Zihinsel Putlar

Hayatın "Olmazsa Olmazları"

İnsanoğlu, çocukluktan beri sevgi ve korku üzerine yapılan telkinlerle pek çok
"olmazsa olmaz" putlarının cenderesi altına girer.
Kendi varlığını birinin ya da bir şeyin var oluşuna bağlamak; onsuz hayatı
anlamsız ve çekilmez olarak görmek.. Yokluğuna tahammül edememek. Onu, o
şeyi kendisi için hayatın şartı, 'olmazsa olmazı' olarak görmek ilah edinmenin
bir başka boyutu.
Birçok kimse için; iş, eş, para, mal, mevki, meslek, meşrep, şeyh, başkan, lider,
grup, doktrin, ideolojik tercih vs. yaşamın "olmazsa olmazlarını" oluşturur. Bu
ve benzeri şeyler, kişi için; iyilik, mutluluk ve kurtuluş şartı ve hayatın vazge-
çilmezleri olarak görülüyorsa sanıldığından da önemli bir psikolojik problemle
karşı karşıyayız demektir.
Fert için bağlılık hissedilen kadın, sevgili, eş; sahip olunan iş, makam, mevki,
rütbe, mal, servet., kaybedildiğinde yokluğu hayatın sona ermesiyle, ölümle eş
görülüyorsa.. Ve belki dayanamayıp intihar bile göze almıyorsa..! Mesleğini,
meşrebini, grubunu, cemaatini, partisini., bir şarkıcıyı, sanatçıyı; şeyhini,
başkanını, liderini vazgeçilmez, kurtarıcı ve iyiliklerin kendi başına kaynağı
olarak görüyor ve onu, herkesin muhtaç olduğu, her şeyin üstünde kimse ve
nesne olarak düşünüyor, görüyor ve onsuz iyiliklerin asla söz konusu
olmayacağını zihnine yerleştiriyorsa, burada bir ilahlaştırma söz konusudur.
Doktrin ve ideolojileri ve bu ideolojileri temsil eden kişileri, kendisi için
tartışılmaz, erişilmez, eleştirilmez, değişmez ve vazgeçilemez olarak algılamakta
da yine ilah edinme anlamında bir problemli bağlılık vardır. Asla vazgeçilmez
olan, hayatın onsuz devamının göze alınamayacağı; hayatta kalmanın ve
iyiliklerin ancak onlarla kaim olacağı düşüncesi, her şahıs için, kendine has
zihinsel putlar olur. Bunlar, hayatı yönlendiren ve kişinin düşünce ve duygu
dünyasına nüfuz etmeyi zorlaştıran önemli faktörlerdir. Tek İlah'a ulaşmada
aşılması en zor olan engeller de bunlar olsa gerektir.
Bir kadına bir ömür boyu köle olup sömürülenler, beyaz atlı prensin hayali ile
yanıp kavrularak ömür tüketenler!..
Hayatını bir kurtarıcıya vakfeden, onun için canlı bomba olmayı bile göze alan,
bir lider için gözünü kırpmadan ateşe atılanlar., bir laik doktrin uğruna kendini
yiyip bitirenler.!
Ömrünü işine, şirketine adayan ve günün birinde işler ters gitti diye hayatına son
verenler!. Her şeyi yaratan ve her şeye kaadir olan Kudreti, bir vakit bile aklına
getirmeyip, ruhlarını putlaştırdıklarına köle edenler!
Başkanlığını, liderliğini, mevkiini hayatı pahasına elde tutmaya çalışanlar..
Koltuğunu elinden alacaklar diye paranoid hezeyanlara kapılarak, herkesi
kendisine düşman olmakla, hainlikle ve bölücülükle suçlayanlar.!
Engellemeler ve kayıplar karşısında büyük sıkıntılara giren; anksiyeteden,
depresyona ve intiharlara sürüklenen, makam ve rütbesini kaybetmeye bir de
karısını kaybetme eklenince kafasına kurşun sıkanlar.. "Onsuz"luğu asla
düşünemeyen ya da yok olmakla eş sayan "olmazsa olmazlarının köleleri.. Şirk
psikolojisinin girdabında şuursuzca bocalamanın zavallılığını iliklerine kadar
yaşayanlar.!
Tek "vazgeçilmez" olanın, bir Allah olduğu şuuruna varamayışın, kurtuluşu ve
mutluluğu Allah'tan başkasında arayıp, kurtarıcılara köle oluşun cezası., ruhların
esaretinin ifadesi..
Kurtarıcısından kurtarılmaya muhtaç hale düşmenin zavallılığı.! İlahlar
edinmenin en trajik yönü de bu olsa gerek! [151]

"Sevgi" Duygusu Ve "Şirk"


Ruhları şirke yönlendiren başat duygulardan biri de sevgi.. Layık olana, layık
olduğu kadarı ile yönlendirilmesi gereken, aksi halde insanı birine köle yapan
duygu.
Herhangi birine ya da bir şeylere karşı aşırı sevgi beslemenin kişiyi ilah
edinmeye götürebileceği konusunda İslam bilginlerinin hemfikir olduğu
görülüyor.
"Herhangi bir şeyi, Allah'ı sever gibi sevip onların arzularına, emirlerine ve
yasaklarına itaat etmek, onları Allah'a denkler tutmak demektir. Açıkça
söylemeseler bile birtakımlarını, Allah'ı sever gibi sevenler, velinimet
tanıyanlar, onların sevgi, emir ve isteklerini hareket prensibi edinirler.
Allah'ın rızasını düşünmeden, onların rızasını elde etmeye çalışanlar onları
kendilerine ilah seçmişlerdir.
Servet, kudret, mevki, güzellik., insanların ümitlerine sebep olan dilberler,
kahramanlar, hükümdarlar gibi uğurlarında her şeyi göze aldıran nice kimseler,
nice nesneler vardır. Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında, böyle
muhabbet tanrılarının haddi hesabı yoktur. Zamana göre, bu hissin çeşitli
şekilleri ortaya çıkar..
Allah'ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını severken de, bir sınırda
durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek
farklıdır.. Hıristiyanların Hz. İsa (as.) hakkında yaptığı gibi olmamalıdır.
Mü'minlerin ise Allah'a muhabbeti, her şeyden ziyade, o müşriklerin taptıklarına
benzer sevgilerinden daha şiddetli ve kuvvetlidir. Mü'min her zaman Allah'a
yönelir. Müşrik bir puta tapar, hevesine göre durmadan tanrı değiştirir; çok
darda kalınca Allah'ı hatırlar."[152]
"Şüphesiz ki, müminler Allah'ı sevdikleri kadar hiç bir şeyi sevmezler. Ne
kendilerini, ne de başkalarını., ne şahısları, ne değerleri, ne alametleri, ne de
insanları peşine takan şu yeryüzü kıymetlerinden herhangi birisini.!
Allah sevgisi en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve ölçünün üstünde, mutlak bir
sevgi. Başkalarına karşı beslenen bütün sevgilerin fevkinde Allah sevgisi!
O'na kalpten bağlanmak..bu bağ ruhta meydana gelen cezbeyle, dostluk ve
yakınlık bağıdır." [153]
Kişi bu ilahi sevgiyle başka tanrıları reddedip Rabb'ine bağlanır ve onun rızasına
uygun hareket ederse, Rabb'i de onu sevdiği kimselere sevdirir.
"Hakikat şu ki, iman eden ve ameli salih işleyenlere, Rahman bir sevgi verecek,
onları gönüllere sevdirecektir."[154] Allah, sevdiği kulu için sevgi
yaratacak; gönüller onun için sevgi ile dolacak.. Bu, insan için ne büyük bir
mutluluk!
Allah'tan başkasını ilah edinircesine sevenlerin ise ruhlarını büyük bir
pişmanlığın beklediği Kur'an'da şöyle haber veriliyor:
"İnsanlardan kimi de, Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da, onları,
Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir.
O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve
Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu anlasalardı!" [155]
"O zaman kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan
kaçıp uzaklaşmışlar ve aralarındaki bütün bağlar parça parça kopmuştur." [156]
"Onlara uyanlar da şöyle demektedirler; Ah, bizim için dünyaya bir dönüş
olsaydı da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!'
İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış hasretler halinde
gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkacak değillerdir." [157]
Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetleri sevgi ve ilah edinme bağlamında şöyle
açıklıyor:
"Allah'ın birliği ve kudreti bu kadar açık ve parlakken buna karşı insanlardan
bazıları vardır ki, Allah'a karşı denkler, benzerler tutarlar, onları, Allah'ı sever
gibi severler. Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de böylece
Allah'a isyan içinde sayılırlar.
Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar ederek olsun ve gerekse
olmasın, ilahlık manasında, onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı,
bunlara açıktan açığa ilah, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara
"Rabb'imiz, tanrımız" derler. Hatta ilahlarının doğması ve doğurması görüşünü
benimseyerek onlara aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur
edip yakıştırırlar. Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı şeyi yaparlar. Onları,
Allah'ı sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini,
hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah
rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan
şeylerde bile onlara itaat ederler.
Ayetler bize gösteriyor ki, ilah edinme için, "son derece sevgi" bir esastır. Ve
mabud, "en yüksek seviyede sevilen" şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler; ne
olursa olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattir. Bunun için
mabuda "son derece itaat" edilir.. İnsanlar tarafından bu derece sevgiyle mabud
mertebesi verilerek Allah'a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki; bir taştan,
bir maden parçasından, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara, meleklere
kadar.
Bunun içindir ki, tefsirciler; denk, benzer manasına gelen 'endad'ı, Allah'a
isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri diye açıklamışlardır.
Gerçekten; servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik ve kahramanlar
gibi şeyleri Allah'ı sever gibi seven ve onlar uğrunda her şeyi göze alan nice
kimseler vardır.. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer
tutmuştur.. Onlara mabud muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a
isyan ederler; buna velileri ve peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar da
dahildir.
Bunun için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını
severken ayet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır.. Allah'ı sevenler, Allah yolunda giden
sevgili kullarını da severler. Allah için sevenler, bu sevgi ile Allah yolunda
onlara, öncelikle de peygambere uyarlar.
"Ey Muhammedi de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah
da sizi sevsin." [158]
Bir müslüman; "Ben şahadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine
şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir," derken Allah'tan
başka bütün mabudların hepsini reddedip, temiz bir kalp ile Hz.Muhammed'in,
Allah'a kulluk ve peygamberlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah için bu gerçeğe
şahitliğini arz eder. Bu şahadette Allah’tan sonra Peygambere bir sevgi ilanı
vardır. İman bu sevgi ile tamam olur. Allah sevgisi., yanında Hz.Muhammed
sevgisi, Allah'a kulluğu ve peygamberliği cihetiyledir."[159]
Tavsiye edilen, ruhlara huzur veren, yaratılıştaki gayeye uygun olan ve kurtuluşa
götüren sevgi işte bu sevgidir.
"Buna karşılık velileri veya ruhlarını ya da melekleri onlara ilahlık payı
verircesine sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar
adına kurbanlar kesmek, ayinler yapmak, onların isimlerini işlerin başı kabul
etmek, şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.
Üzülmekle beraber Müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan
ve bununla dindarlık yapıyoruz zanneden, birtakım gafil kimseler de ortaya
çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dini bilgilerin
esası bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde
ve cahil bölgelerde ortaya çıkagelmiştir. Çünkü, kulluk duygusu insanlarda
yaratılıştan geldiği için, gerçek ve gelişmiş din ilmi kaybolunca insanlar, ilk
cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete
kalkışır, hurafelerle boğulur, giderler. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara
bağlanırlar."[160]
Kafir ve müşrikler, bu şekilde sevgi besledikleri mabudlarını sürekli
değiştirirler. Onların mü'minler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Mü'minler
Allah'a inandıkları için bütün sevgileri bizzat Allah'ta toplanmıştır. Allah'ın
yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından neş'et eder.. Sev-
diklerini de ancak Allah için, Allah rızası için severler."[161]
Bu, şirkten kurtuluşun önemli bir basamağıdır. Bunun dışında kalanlar,
sevgileriyle kendilerine zulmederler.
"Allah'a eşler koşmak sureti ile haksızlık yapmış olanlar, yani Allah'a karşı
başkalarını eş ve ortak tutup; onları Allah'ı sever gibi severek ve Allah'a karşılık
bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek, emirlerine itaat etmek böylelikle
Allah Teala'nın hakkı olan ilahlık sıfatına ve mabutluğuna başkalarını ortak
etmek büyük zulümdür.
Ayette, "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür", buyuruluyor. [162]
Onlar, göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hakimi olan Allah
Teala'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunmuş olurlar.."[163]
İnsan; kendine hoş görünen şeyleri sevmeye meyillidir. "Mevzu ile ilgili ayet-i
kerimelerden birinde; kadınlar, oğullar, tatminkar servetler, verimli topraklar,
atlar, develer gibi yeryüzünün, insan nefsini lezzetleriyle memnun edecek şeyler
zikrediliyor. Bunlar, ister bizatihi, ister sahiplerine bilvasıta kazandırdıkları
lezzetler itibariyle yeryüzündeki arzuların aslını teşkil etmektedir. Bunun
karşısında ise öteki alemin lezzetleri ortaya konuyor. Altından ırmaklar akan
cennetler, tertemiz eşler ve bütün bunların üstünde Allah'ın rızası.!
Şu ayetler ise, dünya lezzetlerinin ötesini görebilen ve kalbini Allah'a bağlayan
kimseler içindir:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara, develer ve
ekinlere muhterisane sevgi, insanlar için süslenip hoş göründü. Bunlar dünya
hayatının metaıdır. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." [164]
"De ki, 'Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?' Takvaya erenler için
altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada devamlı kalacaklardır. Tertemiz
eşler ve Allah'ın rızası vardır. Ve Allah, kullarını hakkıyla görücüdür." [165]
Eğer insanlar sevgi ve lütfün yaratıcısı ve kaynağı olan Allah'tan başka ilah
ararlarsa onları bekleyen, geçici ve boş, anlamsız, sonu karanlık sevgilerdir.[166]
Ayette, bu sevgilerin tümüne sembol olacak bir sevgiden bahsediliyor. Bu ilginç
ifade şöyle; "Ve kalplerine buzağı (sevgisi) yerleştirilmişti". Tasvir gayet
manidardır. Ayetteki"içirildi" kelimesi önemli..Buzağı sevgisi.! Bu sevgi kalple-
rine içirilip dolduruldu. İşte bu, "içirildi" ifadesi ile şiddetli tekdirin ve gülünç
bir hareketin müşahhas halde belirdiği görülüyor."[167]
Allah'ı unutup da sevgisini yalnız, yaratılmışlara, bir gün mutlaka elden kayıp
gidecek şeylere hasreden, sevgi duygusunu Allah'ın sevmediklerine hasredenler,
"buzağı sevgisi" gibi ruhlarını karartacak bir marazı satın almışlar demektir. Tek
ilah olan Yaratıcıya rağmen ondan başkasını ilah gibi sevenin bu sevgisi, kişiyi
sevdiği nesneye köle yapar; sevdiği şey her ne ise ona esir olur.
Duygu düşünce ve muhakemenin sınırlarını böyle bir sevginin tayin ediyor
olması ise koyu bir esarettir.
Sevginin yalnızca karşı cinse hasredilmesi ve onun, her şeyin üstünde sevilmesi
de konunun ayrı bir patolojik boyutudur. Kadın için erkek, erkek için de kadının
hayatın vazgeçilmezi haline getirilerek tanrılaştırılması nefse zulmün bir başka
çeşidi.
"En eski zamanlardan beri insanlar, kadınlığı, en çekici ve şehvet kamçılayıcı bir
şekilde temsil eden kadınlara bayağı tapmışlardır ve bu putlaştırma ile onların
ayaklarına kapanmışlar, emirleri ile savaşlar yapmışlar ya da aksine 'Lisistrata'
temsilinde gördüğümüz gibi yerine göre ilgilileri savaşlardan vazgeçirmişler ve
hatta Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük hükümdarlara en sevgili oğullarını
öldürtmüşlerdir.
Cleopatra, Mesalina, Belkıs, Semiramis, L.Borjia, Theodora, Pompadur, Dubarı,
Katerina, E.Peron., gibi tipler bir bakıma J. Paul Sartre'in 'İtibarlı Fahişe’ adlı
eserinde yer alacak kadar beylik kadınlar olduğu halde, zamanlarında krallara,
kumandanlara, devlet adamlarına hükmedecek ve hatta bazılarını felaketlere
sürükleyecek kadar 'Dişi şeytan’ rollerini oynamışlardır. Bunlara ait büyük
ediplerin kalemlerinden çıkmış olan ünlü kitaplar ve romanlar mevcuttur.
Zamana göre gece klüpleri, çalgılı gazinolar veya bazı sinema yıldızları M.
Ditriech, J.Harlıw, R.Hayworth, M.Monroe, E.Taylor, B.Bardot, Ursula
Andreus, Faquelwelsh... gibi artistler çeşitli sürelerde büyük bir başarı ile bütün
erkekler için cinsel arzu objeleri olmuşlar ve "Seks bombaları" ismi altında
putlaştırılmışlardır."[168]

Dua, Umut Ve Şirk

İlah kavramının bir anlamı da sığınılacak yer, umut bağlanacak makam.


İnsanların bu makama yönelişleri ise duadır. Dua; aciz olduğunu itiraf edenin,
büyüklüğünü kabul ve tasdik ettiği makamdan dilekte bulunması.
Kur'an'da dua üzerine öğretilenler, sığınılacak ve umut bağlanacak makamın tek
olduğu, dua ve umut edilecek başka merci aramamak gerektiğini gösteriyor.
Ayetteki; "Rabb'inize dua edin, yalvararak ve gizli olarak", ifadesinden
çıkarılan sonuç:
"O yücelik ve ululuk karşısında O'na müracaat etmeye, ihtiyaçlarınızı sunarak,
talep ve niyaza emredilmiş bulunduğunuzu biliniz..Çünkü, "küçüğün büyükten,
aczin güçlüden, ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi demek olan duada,
kişinin söz ve hal olarak yalvarmak, ihlas ve ciddilik durumu şarttır. Bir de,
istenilen şey, isteyen ve kendisinden istenilen makamın hal ve şanına layık ve
uygun olması; aralarındaki nispeti bozucu olmaması da gerekli şartlar arasında
sayılmıştır.
Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak pervasızlığa, fazla söz söyleme
ve uzatma da haddi aşmaya hamledilir.
Resulüllah'ın duaları kısa, öz ve yalnızca Allah'a yöneliktir.
"Allah'ım senden cenneti ve ona yaklaştıran sözü ve işi dilerim; ateşten ve ona
yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım, demesi kişiye yeterlidir", buyurmuş ve
arkasından'Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez' ayetini okumuştur." [169] Allah
dua (dilek, istek, umut, yakarış, yalvarma) makamı olmaya tek layık olandır.
O'ndan daha güçlü ve kudret sahibi başka bir makam olmadığı gibi, İnsana, hatta
tüm yarattıklarına, O'ndan daha yakın olan da yoktur. Ayette ifade edilen bu
yakınlık iyi anlaşıldığı taktirde, başka dua edilecek ve sığınılacak bir ilah
aramaya ihtiyaç kalmayacaktır.
İnsanın, Yaratıcı kudreti, kendinden çok uzak sanarak, sesini işitecek, kendisine
yardım elini uzatacak zannıyla başkalarına yönelişe bir cevap olarak şu ayet
üzerinde dikkatle düşünmelidir.
"Ve kullarım sana beni sorunca, şüphesiz ki ben çok yakınım. Bana dua edince,
dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da, benim davetime icabet
etsinler. Bana ibadet etsinler. Ta ki doğru yola ulaşmış olalar."[170]
Bu ayeti kerime, mümin gönüllere tatlılık, güzellik, şefkat ve ünsiyet, rıza ve
itminan, bağlılık ve yakin nurları saçıyor."[171]
"İmam Fahreddin Razi ise bu ayet üzerine şöyle diyor; 'Ben yakınım' ilahi
sözünde akli bir sır vardır. Şöyle ki; 'mümkün' Allah'ın var etmesiyledir. Bu
yüzden Allah Teala, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından daha
yakındır.. Mahiyetlerin var olması O'nun tesir ve yaratması ile olduğu gibi, her
mahiyetin o mahiyet olması da Allah'ın yaratmasıyladır. İşte bu bakımdan Allah
Teala (her varlığa ve) mahiyete, kendinden (yani o varlık ve mahiyetten) daha
yakındır.
Bu bakımdan Allah'ın, bu ayet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı
gibi, "Biz daha yakınız"[172] ayeti gereğince de, O'nun bize bizden daha yakın
olduğunda, aklen ve naklen tereddüt edilmemesi gerekir. Biz kendimizin ve baş-
kalarının arzu ve temennilerini duyup bilebiliyor ve onlara cevap da
verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan Allah Teala'nın, dualarımızı ve
yakınmalarımızı daha önce işittiğine iman etmek kaçınılmaz olur."[173]
Ancak, insanın iyiliklere hak kazanması için aşması gereken kendi egoizmidir
ve bunun da şartları vardır.
Resullullah (sav) şöyle buyuruyor:
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz, ya ma'rufu emreder
münkeri nehy edersiniz, yahut da Allah üzerinize azabını gönderir. Sonra O'na
dua edersiniz de duanızı kabul etmez." [174]
Kur'an-ı Kerim, insan ruhunu tahlil ederken şu tespitlerde bulunur:
"İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine gönül vererek yalvarır, dua
ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir rahmet tattırdığı vakit de bakarsın
onlardan bir kısmı Rablerine ortak koşarlar." "Eğer Allah, rızkı kullarına bol
bol veriverseydi, onlar yeryüzünde mutlaka azarlardı". "Fakat insana bir sıkıntı
dokunuverince bize yalvarır. Kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman
da; 'O bana bilgimden dolayı verildi' der. "Bu bir imtihandır, fakat pek çokları
bilmez." "Ama insan, her ne zaman Rabb'i onu imtihan edip de ona ikram eyler
ve ona nimet verirse, o vakit, 'Rabb'im bana ikram etti' der. Ama her ne zaman
da imtihan edip rızkını daraltırsa; o vakit de, 'Rabb'im bana ihanet etti' der.
"Hakikat insan, tahammülsüz ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine şer dokunduğu
zaman cimrilik eder.. Ceza gününü doğrulayanlar, Allah'ın azabından korkanlar
bu insanlara benzemezler." (Meariç: 70/20-27")[175]
Anlaşılan odur ki, yakarış ancak ilah olan makama yapılır. Başka dua makamı
da aramamak gerekir; aksi halde kime sığınılır, dua edilir ve ondan beklenti
içine girilirse, o makam, kişi ya da nesne her ne ise, o ilah edinilmiş olur. [176]

İbadet Ve İlah Edinmek

Şirk konusunun iyi anlaşılmasında yardımcı olacak bir konu da "ilah edinmek"
anlamında "ibadet" kavramı konusudur.
"İbadet" kavramı, Kur'an'da, ilah edinmeyle ilgili olarak iki anlamda
kullanılıyor.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rüku,
kıyam ve tavaf etme ya da kapı eşiğini öpme ve onun için adak ve kurban kesme
ve benzeri davranışlardan birisini göstermesidir. Bu şekilde kendisine tapınılan
kimsenin başlı başına bir ilah olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu ibadetleri
onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış bulunsun, yahut yüce
ilaha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı
bulunduğuna iman edilmiş olsun fark etmez; her halükarda, böyle bir kimse ilah
edinilmiş olur.
İkincisi ise: Kişinin bir kimseyi, bu alemde sebepler nizamı üzerinde egemen
zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi., zarar ve felaketler
karşısında ondan medet umması.. Korkuları esnasında, mallarının ve canlarının
tehlikeye girmesi halinde ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de ilah edinip kulluk etmek manasındadır.
Bunun delili aşağıdaki Kur'an-ı Kerim ayetleridir;
"De ki; 'Bana Rabb'imden (akli delilleri takviye eden) apaçık ilahi deliller
gelince, o, sizin Allah'ı bırakıp dua ettiğinize ibadet etmekliğimden kesin olarak
men edildim..."[177]
Allah'tan başkasına dua etmek demek; onu ilah edinmek ve ona 'ibadet' etmek
anlamına geldiğinden Allah Resulü (sav)'in şöyle buyurduğunu görüyoruz;
"Allah kendisinden istemeyene gazap eder."[178]
Kişi elbette istediğini verebileceğine inandığı kimseden ve makamdan ister. Bu
ise kendisinden isteneni (dua edileni) büyük, güçlü, kuvvetli ve istenileni
vermeye kaadir (gücü yeten) olarak kabul ve tasdik ediyor anlamına gelir.
Dua ile bir yere, bir makama yöneliş, o makamı yüceltmeyi ve böylece ilah
edinmeyi ifade eder.
Yine Resulüllah (sav) buyuruyor ki;
"Allah'tan onun lütuf ve ihsanından isteyin! Çünkü Allah kendisinden
istenmesinden hoşlanır. En üstün ibadet, (dua edip) sıkıntının giderilmesini
beklemektir."[179]
Bunun için dua hali mü'min için sürekli bir haldir; öyle olmalıdır.
Halbuki birçok insan için bunun böyle olmadığını yine ayetler ifade ediyor.
"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün bütün gönlünü vererek Rabb'ine dua
eder. Sonra kendisine, tarafından bir nimet lütuf ettiği zaman da önceden O'na
dua ettiği hali unutur da, yolundan sapıtmak için Allah'a ortak koşmaya başlar.
Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz zevk et, çünkü sen, o
ateşliklerdensin" [180]
Allah'a dua edilmesi bir ibadet olduğu gibi, duaya icabet etmenin de ilahlığın
şanından olduğu anlaşılıyor. Resulüllah (sav) buyurdu ki;
"Kul iki elini açarak Allahü Teala'dan hayır temenni ederse, Allahü Teala onları
boş olarak geri çevirmekten haya eder."
Peygamber (sav) bir başka hadisinde;
"Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi Allah'tan bir istekte bulunduğu zaman,
günah işleyip sila-i rahmi terk etmedikçe Allahü Teala, ya onun istediğini verir,
ya da o nispette kötülük def eder."
"Sizden biriniz acele etmedikçe, Allahü Teala duanızı kabul eder. Acele etmek,
dua ettim de kabul etmedi, demektir." Orada bulunanlar;
"Ey Allah'ın rasulü; acele etmek nedir?" dediler. Rasulüllah buyurdu:
"Dua ettim de duamın kabul olduğunu görmedim deyip dua etmeyi terk
etmektir." [181] Allah Resulü (sav);
"Allah ü Teala buyurdu: "Ey Ademoğlu! Bana dua ettiğin, benden umduğun
sürece aldırmam, sende olan (hataları) affederim. Ey Ademoğlu! Günahların
gök bulutlarına ulaşsa bile af dilediğinde günahlarını bağışlarım. Ey Ademoğlu!
Bana şirk koşmaksızın yer dolusu hatalarla gelip huzuruma çıksan, sana yer
dolusu mağfiretle gelirim."[182]
Önceleri, Allah'tan başkasından istemenin insanları şirke götürmesinin hikayesi
oldukça masumanedir;
"Ademoğlularının dini olan tevhid dini, Nuh'un kavmine kadar aynı hal üzeri
devam etti. Fakat bu ümmet tevhidten yüz çevirerek putlara tapmağa başladı.
Nuh'un kavminin putperestliğe geçişi ağır ağır olmuştur. Başlangıçta Allah'a
inanan dürüst insanlar vardı. Onlar ölünce kabirlerine saygı göstermeğe
başladılar. Şeytan, daha iyi hatırlanır ve daha iyi uyulur diye, bu, atalarının
resimlerini yapmalarını onlara fısıldadı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra
şeytan, kendi dedelerinin de bu kabirlere ibadet ettiklerini onlara telkin etti.
Onlar da bu kabirlere secde ettiler, ağladılar, sızladılar. Kabirdekilere boyun
eğerek, dualarının kabulünü istediler. Halbuki bu tür dilekler ancak Allah'tan
istenebilirdi. Gizlilikten korkarcasına bu kabirlerden korkmağa başladılar. Bu
kabirleri Allah'ı severcesine, hatta ondan daha çok sevmeğe başladılar. Bu
ölülerle Allah'a ortak koşmağa başladılar. İşte tevhidten putperestliğe dönen ilk
kavim bu idi."[183]
Dua, hem "büyüklenerek" nefsini ilahlaştırmaya engel olduğu gibi, hem de
yalnızca Allah'tan isteyerek, O'nu yücelterek başka istenecek makam
olmadığının; yani bütün bu anlamları içeren ilahlık sıfatının sadece Allah'a has
olduğunun kabul ve itirafıdır. İşte bunun için dua ile yöneliş aynı zamanda bir
'ibadet’halidir. Öyle ki, Allahu Teala'nın (cc) kudreti ile insanoğlunun aczini,
aynı anda tefekküre vesile olan bir ibadettir. Allahu Teala
(cc) kendisine nasıl dua edileceğini, Kur'an-ı Kerim'de resullerinin dualarını
örnek haber vererek öğretmiştir. Mü'minler Hz. Adem (as)'in; "Ey Rabb'imiz, biz
nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara
uğrayanlardan oluruz," [184] diyerek dua ettiğini insanlara örnek olarak
göstermiştir. İnsanoğluna bilmediklerini öğreten Kur'an-ı Kerim'de, Müslü-
manlara; "Ey Rabb'imiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu
tutma.."[185] demeleri tavsiye edilmiştir.
Hesap gününü düşünen her insanın, dua ibadetini ihmal etmemesi gerekir. Bir
hadis-i şeriflerinde Peygamberimizin (sav); "Duanın karşılıksız kalmayacağı ve
üç şeyden birinin (ya kabul, ya Ahirete bırakma, yahut eda edilen dua sebebiyle
günahın affedilmesi) meydana geleceğini" müjdelediği belirtiliyor."[186]
Ancak dua diye isimlendirilen bu psikolojik yönelişte bir sistem ve tertip olması
da tavsiye ediliyor. Dikkat edilmesi gereken bu tertibi Hz.Peygamber (sav) şöyle
açıklamış;
"Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve sena ile başlasın, Resulüne selavat
getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın".
Resulullah, Peygamberlik makamı ile, değil kendisinin sığınılacak bîr yer
olduğunu ihsas ettirmek, kendisinin bile duaya ihtiyacı olduğunu, dua
makamının tek ilah olan Allah’tan başkası olmadığını anlatmıştır. O'na salavat
getirmenin anlamı da bu. Bütün mü'minler kıyamete kadar onun için de salavatla
Allah'tan iyilikler istemeye devam edecek.
Şu hadis-i şerif yardımın kimden isteneceğini vurgulaması açısından ilginçtir:
Bir keresinde Hz.Peygamber, umreye gitmekte olan Hz.Ömer'e;
"Kardeşim, benim için de dua ediniz" buyuruyor.
Bir mü'mine, yöneleceği makamı bundan daha açık ne anlatabilir.!
Duanın şirkten uzak olması için dikkat edilmesi istenen diğer bir husus da, araya
bir vasıta koymamaktır.
Hanefi fukahası: "Herhangi bir kimsenin aracılığıyla Allahü Teala (cc)'dan bir
şey istemek caiz değildir," hükmünde ittifak etmişlerdir. Zira Fatiha
Suresi'ndeki;
"Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz" ayetiyle taahhütte
bulunmanın günde 40 sefer tekrar edilişi de işin önemini gösterir. [187]

Ümid Etmek

Ümid edilecek, tek makamın da ilah makamı olduğu konusunda şüphelere yer
verilmemiştir. Allah'tan ümit kesmek ya da ondan başka yerlere umut bağlamak,
Allah'tan başka ilahlar edinmeye yöneliş olarak görülmüştür.
"De ki; 'Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar! Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar.'
Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." [188]
"(İbrahim), 'Rabb'inin rahmetinden sapıklardan başka kim ümidini keser?'
dedi."[189]
"İnsan hayır talep etmekten usanmaz. Eğer ona bir şey dokunursa (bakarsın ki)
o, şimdi (Allah'ın fazl-u rahmetinden) ümidini kesmiş, (bu) ümitsizliği açığa da
vurmuştur."[190]
"O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra da, yağmuru indirtmekte, rahmetini
yaymakta olandır. O hakiki yar (dost), her hamde sezavardır (layıktır.)" [191]
"Ey İman edenler! Üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim ile dost olmayın ki,
mezarların yaranından olan (mezara giren) kafirler nasıl ümitlerini kestilerse
onlar da öylece ahretten ümitlerini kesmişlerdir."[192]
"Kıyametin kopacağı gün, o suçlu kafirler ümitlerini tamamen kesip
susarlar." [193]
"Ne zaman insanlara bir rahmet tattırdı isek onunla şımarmışlardır. Kendi
ellerinin öne sürdürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince
de hemen onlar ümitlerini kesiverirler." [194]
"Halbuki onlar bundan evvel üzerlerine (Allah'ın yağmuru) indireceğinden
kafiyen ümitlerini kesmişlerdi."[195]
"Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit (görürsün ki) onlar
bunun içinde ümitsizlikle donup kalmışlardır." [196]
"Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı (inkar ile) kafir olanlar (yok mu?) İşte
benim rahmetimden (ancak) onlar ümitlerini kestiler. İşte acıklı azap da
onlarındır." [197]
"İnsana nimet verdiğimiz zaman (zikrullahtan) yüz çevirip yan çizer. Ona şer
dokununca da pek ümitsiz olur."[198]
"(Bu azap) Onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz
susacaklardır." [199]
Şirk karanlığı içindekileri bekleyen akıbet bu iken, müminin psikolojisi sadece
Allah'tan ümid etmek ve yalnızca O'ndan korkmak arasında şekillenir, ki
bu; bireyin ruhsal dengesini sağlayan, onun, kendi kendisi ile, çevresiyle, İlah
ile ilişkilerini düzenleyen; azıtıp sapıtmasını önleyen; ne mikromanik (küçüklük)
ve ne de megalomanik (kendini büyük görme) hezeyanlara yer bırakmayan,
uyumlu ve olumlu tavırların kişilik haline gelişini sağlayan önemli bir psikolojik
faktör... ruh sağlığını korumak açısından da, tek ilah olan Allah'a inancın
getirdiği paha biçilmez bir şanstır! [200]

Güven İhtiyacı Ve Vekil Tanrılar

İnsanın kendisini huzur içinde ve mutlu hissetmesi güven duygusu olmadan


gerçekleşemez.
Güven ihtiyacı doğumla başlar; çocuğun ilk güven kaynağı ise anne babasıdır.
Emzirmeden sevmeye okşamaya kadar, anne babanın çocukla olan tüm olumlu
temasları erken çocuklukta bu ihtiyacı karşılar.
"Çocuğun kendine olan güvenini sarsacak ya da onu başarısızlıkla, dayakla, hor
görmeyle, kendi hakkında görüşünü bozacak diğer davranışlarla tehdit eden her
şey, ondaki korkuya kapılma duyarlılığını arttıracaktır.
Çocuğun kendisine güvenini azaltacak hor görme eylemleri bir çok biçimlerde
ortaya çıkabilir. Hiçbir zaman ulaşamayacağı bir takım standartlara erişmesinin
istenmesi, değersizliğinin durmadan hatırlatılması, her yaptığı şeyin yanlış
olduğunun söylenmesi gibi.."[201]
"Çocuk büyüdükçe bu durum değişiklikler arz etmeye başlar. Dış gerçeklerle
karşılaştıkça, anne ile babasının her güçlüğün karşısında, her zaman onu
koruyacak kadar güçlü olamadıklarını, onların da imkansızlıkları ve kusurlarının
olabileceği, her sıkıntı anında hazır bulunamayacaklarını öğrenir. Bu arada
kardeş ya da anne babadan birinin ölümü veya aileyi ilgilendiren bir felaket,
çocuğa (güven kaynağı olarak gördüğü) babasının zayıflıklarını düşündürür.
Bunlar hayal kırıklığı, derin iç sıkıntıları ve güvensizliğin kaynağı olurlar.
Böylece gelişen bağımlılık, suçluluk, aşk ihtiyacı ve güvensizlik insanı birtakım
telafilere de zorlar.
Telafi için bulunan çözümler ise çok çeşitli olabilir. Bunlardan biri, kişinin
kendine ‘Narsistique' bir eğilimle yönelmesi, yani kendini beğenmesi, kendine
hayran olmasıdır. Bunda kişi doğrudan doğruya benliğini bir put yerine koyar ve
ona tapar. J.Rostand'ın, 'Bir Karakterin Jurnalı'nda, "Can attığım daima kendi öz
değerimdir" deyişi buna bir örnektir.
Diğer bir çözüm tarzı da, artık ana ve babaya ait bir ideale kanılmaması ve onu
geçmek isteme şeklindedir. Ayrıca bir başkasına bağlanmak.. Hayranlığı davet
eden bir davranış veya bir yetenekten dolayı ona benzetmek girişiminde bulu-
nulan bir kişiliğe kuvvetle bağlanmadır.. Benimsediği kahramanın başarıları
arasında kendini de değerlenmiş olarak hisseder; başarısızlığı halinde ise ancak
geçici olarak kendini zayıf bulur; zira basit bir şekilde taptığı putu da ona göre
değiştirir. Bu tapmaların son derece oynak olmaları, hakikatte putun ancak
belirli bir zamanda bir dayanak olmasından, değerlendirilen bir şeyin veya
kişinin diğerine dönmesindendir.
Bugün dünyanın her tarafında, çeşitli alanlarda yeni yeni putlar yaratılmakta; bir
kaç şarkı okuyan genç bir insan putlaştırılmakta, heyecan yaratmak ve satışlarını
arttırmak suretiyle dergilerin aşk maceralarını, skandallarını sundukları aşk
putlarını, yüksek sosyeteyi ve az bir halk kesimini ilgilendirdiği için bir tarafa
bıraksak da; müzik, sinema ve hatta spor yıldızları için problem aynı değildir.
Zira bunlarla bir çeşit olağan üstü hayranlık ve tapma ile ilgili olanlar, özellikle
gençler arasında milyonları bulmaktadır... Ve de bunun kitleler üzerinde
istenmeyen etkileri olmaktadır. 'Put'la olan ilişkinin tek anlamda olmadığını
belirtmek gerekir. Tapanla tapılan arasında sürekli bir alış veriş vardır ve
dilekleri birbirini tamamlayıcıdır. Put, halk tarafından sevilmek ve istenmek
ihtiyacındadır. Kendi benliğine hayranlık ve sevgi ile dönmesi dolayısı ile böyle
bir kişi, iyi sevilmeyen ve derinliğine sevemeyen bir varlıktır. Bunun sonucu
olarak hasıl olan derin yokluk veya eksiklik ancak halkın ona gösterdiği
hayranlık ve saygının meydana getirdiği güvenle telafi edilebilir.
Güvensizlik çok kuvvetli ve ana baba ile olan ilişkiler son derece yetersiz ve
zayıf olarak geçmişse, yeterli insancıl ilişkilerle beklenen doyumlar ve karşılıklı
sempatiler sağlanamamışsa" (tapınma yani ilah edinme ihtiyacı daha bir
kuvvetle kendini hissettirir.) Esasen tapınmak ihtiyacının son çözüm yolu,
doğrudan doğruya bir 'tüm güçlü' varlığa dönüş, son derece ulu, son derece
güçlü ve aynı zamanda iyi ve ihsan edici bir varlığa dönmektir."[202]
Ancak kişinin buna erişmesi de özel gayretleri gerektirir.
Bu çerçevede vekil kelimesi bir anlamda bu ihtiyacın karşılığı olarak zihinlerde
yerini bulur.
İnsanı yaratan Allah (cc), onun vekil konusundaki ihtiyacına da cevap veriyor,
çünkü bu ilahlığın şanındandır.
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." [203]
O yarattığı varlıkları başıboş bırakmadığı gibi, sahipsiz ve desteksiz de
bırakmayışı 'Rahman' sıfatının da bir tecellisidir. 'Rahim' sıfatıyla da daha
fazlasını lütfediyor.
"Allahü Teala mü'minlerin saflarını kendi safı; işlerini kendi işi ve
maslahatlarını kendi maslahatı kabul ediyor. Onları himayesine alarak,
düşmanlarını kendine düşman sayıp, onlara karşı tertiplenen kurnazca hileleri
bizzat kendisine karşı tertiplenmiş addediyor."[204]
Yeter ki mü'min olduğunu söyleyen kişi, Allah'tan başkasını, sevgi, korku, dua,
sığınma, itaat, umut kapısı ve kurtarıcı olarak görmesin.
İlah olması hasebiyle, yaratıcı kudret, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak
güce malik olduğu gibi, sevgi ve rahmeti gereği, inananlar için daha büyük bir
ihsan ve lütuf sahibidir de.
Hayat, başlı başına ve tümüyle Allah'ın lütfü ve keremiyledir. İlk yaratılış O'nun
kudret eline muhtaç olduğu gibi, yaratılmış bir 'hayat'ın devamı da yine O'nun
sonsuz enerjisine muhtaç.
"Bütün rızklar O'nun ihsanı.. Bir buğday tanesinin yetişmesi için buğdaydan
toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte bir arada gereklidir
ve bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir."[205]
Böyleyken, kudreti sonsuz bir ilah olan Allah'tan başkasından bir şeyler ummak,
tevhid inancından uzaklaşma anlamına geleceği gibi, insana yaratılıştan
bahsedilen Psikolojik yapısal özelliklere de uymadığı için, ruhsal bir travma
(hasar) sonucunu ortaya çıkarır.
Hem sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının var olduğuna inanmak, hem de
ihtiyaçlarını O'ndan başkasından istemek, ummak, beklemek.! Bu zıt yönlü ikili
duygu ve davranışın aynı anda bir arada yaşanması mecburiyeti Psikiyatride
'ambivalans’ diye isimlendirilen belirtiyle ruhsal hastalıklara zemin teşkil eden
önemli bir faktördür. Bunun için birlik inancından (tevhidden) ayrılmakla
meydanagelen tezatlar, ruhsal bütünlüğü zedeleyen, 'akıl yarıklığı'na neden olan
önemli sebeplerin başında sayılabilir. [206]

Yaratıcı İlah'ın Vekillere İhtiyacı Var mı?

Şirk sapmasının önemli bir argümanı da Yaratıcı Kudret'in kendisine bazı


yardımcılar seçtiği şeklindeki düşünce ve inanıştır. Burada, özellikle dünya
hayatı ile ilgili işleri onlara havale ettiği zannı öne çıkar. Yaratıcı Tanrı, dünya
işleri gibi basit şeylerle ilgilenmez, ilgilenmeye tenezzül etmez diye düşünülür.
Ünlü Yunan filozofu Aristo, bu müşrik inanışı şu aynı mantıkla savunuyor;
"Şüphesiz ki Allah bu kainatı yarattı. Bundan sonra bıraktı, ona ehemmiyet
vermedi. Zira Allah, daha aşağı olan bu alemle uğraşmaktan alidir. O ancak
kendi zatını düşünür."[207]
Mantığı ile meşhur olan Aristo'nun hangi mantıkla böyle bir sonuca vardığını
anlamak zor.
"İşte filozoflarının bu gibi düşüncelerle insanları etkileye geldiği ve tevhid dışı
inançların revaç bulduğu bir zamanda Tek îlah inancı, bir kutsal kitapla yeniden
yeryüzüne indiriliyordu.
"O zaman bu alem, çeşitli fikir cereyanları, muhtelif vehimler, efsanevi ve
felsefi inançlar yığını halinde idi. Hak ile batıl ayırt edilemiyor, din hurafelerle
dolmuş ve efsanelerle boğuşuyordu."[208]
Halbuki, tek olan ilahın bir ortağa ihtiyacı olmadığı gibi kendisine ortak
yakıştırılmasını da asla kabul etmediği kesindir.
Resulüllah bir kudsi hadislerinde bunu şöyle dile getiriyor;
"Allah Teala şöyle buyurdu: 'Ben ortaklığa hiç ihtiyacı olmayanım."[209]
Ancak O'na yardımcı vekiller yakıştıran anlayışa göre, her bir dünya işinin ayrı
bir tanrısı vardı. Büyük Tanrı tarafından memur edildikleri konudaki işlerden
sorumlu olduklarına inanılan bu yardımcı tanrıların genel özelliklerinin her
devirde aynı olduğu görülüyor.
Bazen taş, bazen bir ağaç, bir nehir, dağ, tepe, ay yıldız, güneş gibi ya da
büyücü, din adamı, komutan, lider, şef, başkan, şeyh, kurul, kurum tarzında
farklı görülseler de aralarındaki bu farklılık daha çok görevleri nedeniyledir.
Ortak karakterleri ise hep aynı. Yüce Yaratıcı tarafından seçilmiş ve onlara
verilmiş vasıflarından dolayı benzerlerinden üstün yetki ve özelliklerle
olağanüstü kılınmış, insanlar ve hayat üzerinde görünen durumlarından farklı
görev ve etkilerinin bulunduğu genel anlayışı değişmiyor.
Tanrı edinilen rahiplerden yıldızlara kadar pek çok yardımcı ilah söz konusu.
Yıldızları tanrı edinenler, onları, dünya alemi ile ilgili zannediyorlardı. Mesela
Şi'ra yıldızı diye isimlendirilen bir yıldız Huzaa kabilesinin taptığı yıldızdı.
Mekke ve Kabe'de üç yüz yıl başkanlık yapmış olan bu kabilenin inancında her
konunun bir yıldızı vardı. Her hangi bir yıldızın kayması, o beldede bir büyüğün
ölmesine yahut bir felaketin geleceğine işaret sayılırdı.
Hicaz bölgesinde bulunan bazı kabilelere göre de kimi yıldızlar yağmur yağdırır,
kimileri bereket verirdi.
Ayetler ise bunların düzme ilahlar olduğunu söylüyor;
"Onlar kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah'tan başka
düzme ilahlar edindiler." [210]
"Onlar Allah'ı bırakıp, güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile
ilahlar edindiler." [211]
Yardımcı tanrılardan beklentilerin bir yönüyle de güvenlik duygusu ile ilgili
oluşu da konumuz açısından önem taşıyor.
Cahiliye devri insanları, kendileri için ilah olduğuna kanaat getirdikleri
varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucu oldukları, onların himayelerine
sığındıklarında, ahdi bozmaktan meydana gelecek sorumluluklardan ve çeşitli
korkulardan kendilerini emin kılacaklarını zannediyorlardı.[212]
Bu anlayışın, bugün de, pek çok toplumda aynı mahiyetle ama farklı objelerle
devam ettiğini görmek mümkün.
Tanrı'nın, çok uzak ve ulaşılamaz olarak tahayyül edilişi ile büyük Tanrı'nın
böyle basit işlerle uğraşmaya tenezzül etmeyeceği zehabı, vekil tanrılar
edinmenin temelini oluşturur. [213]
"Milli Tanrı" İnancı

Hastalıklı bir ruh hali üzerinde gelişen, "Toplumsal Egoizm" ve "Megalomani"


sonucu ortaya çıkan milli tanrı anlayışı en köklü şirk sebepleri arasında
sayılabilir. Irk ve kabile üstünlüğü temelleri üzerine kurulan inançlar, kendi
kabilesine, ırkına, milletine has tanrı edinme ihtiyacını ortaya çıkarır. Bu milli
tanrılar, bir kaya parçasından, Özel bir cin'e, toplum için kurucu, kurtarıcı,
toplumu yoktan var edici olduğuna inanılan milli kahramanlara kadar uzanan bir
çeşitlilik arz ederler.
Toplumsal egoizmin ve üstün gelme arzularının tatmin edici vasıtası olan milli
tanrılar daha çok çöküş dönemi toplumlarının hastalıklı zeminlerinde ortaya
çıkar. Büyük felaketler yaşamış ve ezilmiş olan toplumların bu tanrılara
sığınarak ezilmişliklerinin verdiği sıkıntıdan ve aşağılık duygularından kur-
tulmaya çalıştıkları görülür.
Bir millet, tapınma ölçüsünde; 'kurucu', 'kurtarıcı', 'yoktan var edici', 'milli
kahramanlara ne kadar ihtiyaç duymakta ise o derece sağlıksız bir ruh hali
mevcut demektir. Bu milli tanrıların etkinliği ve yaygınlığı toplumun ruh
sağlığının bozulma seviyesini gösteren önemli kriterlerden biridir.
Özellikle ezilmiş toplumlarda övünme ve güven kaynağı kabul edilen milli
tanrıların başka milletlere karşı toplumu koruduğu inancı hakimdir. Günümüzde
daha çok milli kahramanlarla karşılanan milli tanrı tiplerinin tarihin
derinliklerine kadar uzandığı görülüyor:
"Her bir kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, kayası, ağacı
veya buna benzer bir putu bulunup, yakınında belli bir topluluk ikamet eder ve
dini ödevlerini yerine getirirlerdi. Esasen yalnız Araplar değil, bütün sami
uluslar, bu düşüncelerle ulu ağaçların, mağaraların, pınar başlarının ve büyük
kaya parçalarının., ruhlarla, cinlerle meskun olduğuna inanırlardı. Esasını
kurban kesmenin teşkil ettiği bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların
kabilesiyle bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin
koruyucusu, çoğu zaman da ceddi olurlar."[214]
Roma'nın en eski şehir tanrıları; Jüpiter, Mars ve Quirinus bir anlamda milli
tanrılar idi.[215]
Kökleri bu kadar derinliklerde olan milli tanrı anlayışı, aynı ilkel duygularla ama
farklı şekillerde zamanımızda da devam ediyor. Pek çok millet ya da topluluk
tapma derecesinde saygı duyduğu emir ve fikirlerini, peygamber hatta tanrı
buyruğundan daha önde gördüğü milli kahramanlara, dolayısı ile bu anlamda
birçok tanrılara sahiptirler.
"Sezar'dan Büyük İskender'e, Anibal'den Dara'ya, Cromvel'den Deli Petro'ya,
Napolyon'dan Washington'a, Hitler'den Mao ze Tung'a, Lenin'den Atatürk'e
kadar zamanında olağanüstü değer verilmiş (tam güçlü=Omnipotent) olarak
inanılmış olan ve bugün dahi eserleri yaşayan faniler çoktur." Bunlar
sağlıklarında ve hatta ölümlerinden sonra, uzun yada kısa bir süre, kendi halkları
için milli tanrı mevkiinde görülürler.[216]
Yahudi milletinin dini inançları konumuz açısından önemli bir örnektir. Tanrı
Yahova'nın yalnızca Yahudiler'in milli tanrısı olduğu, sadece onlara yardım
ettiği ve onları başka milletlere karşı koruduğu inancı Yahudi dininin esasını
oluşturur.
Yahudi toplumunun başka milletlere karşı hiç de dostça davranamayışının
sebeplerini biraz bu inanç temellerinde aramak gerekir. [217]

Hakka İletici Aracı Tanrılar

İnsanları başka ilahlar aramaya iten sebeplerden biri de, bir makam sahibi (vali,
bakan, başbakan, cumhurbaşkanı) gibi kimseler ile görüşmek ve onlardan istekte
bulunmak için bir vasıtaya ihtiyaç duydukları gibi, Yaratıcı Tanrıyla yakınlık
kurmanın, ancak bir aracı ile mümkün olabileceğini düşünmelerindendir.
"Allah'ı ve O'nun sıfatlarını idrak edemeyenler, Allah'ı kendisinden çok uzakta
tasavvur eden putperest halklar, daima dualarını O'na ulaştıracak, kendilerini
O'na yakınlaştıracak ve (onun rahmet ve nimetleri için) aracılık yapacak, düşük
derecede tanrılar tasavvur etmişlerdir."[218]
"O'nun berisinde birtakım veliler edinenler de, Allah denilince kendisinden daha
ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat kastedilmiş
olduğu için, Allah üstünde ilah iddiasına kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk
koşanlar, hep O'ndan aşağılarda birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler.
İster O'ndan başka velilere, emir sahiplerine, ister putlara, ister meleklere ve
gerekse Hz.İsa gibi şerefli kullara sarılsınlar; 'Biz onlara ancak, bizi Allah'a daha
çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,' diyerek onlara tutunmaktadırlar."[219]
Onlar bu putları, kendilerini Allah'a yaklaştıran vasıtalar olarak kabul ederler.
Doğrudan doğruya Allah'a yönelmelerini, haddini aşmak gibi bir cür'et sayarak,
putları Allah'a teveccühlerinde tapınma kıbleleri edinir; güya Allah'a ibadetlerini
böylece izhar ederler. Bir hükümdarın saltanat kuvvetlerini vezirleri, valileri
arasında taksim ettiği gibi, maiyetinin aracılığı olmadan bir hükümdarla
doğrudan doğruya temasa geçilemeyeceği düşüncesiyle, Allah'ın da uluhiyeti
dağıttığı düşünülür; ilaha yakın olduğu düşünülen kimseleri razı etmeden o ilaha
yaklaşılmayacağını sanırlar."[220]
Allah'ın uluhiyetinden bir pay ve imtiyaz verdiği düşünülen kimselerin istismarı
hangi duygular üzerine kurduklarını göstermesi bakımından bu son tespit
üzerinde durulmaya değerdir. Bu kanaat, yani yardımcı ilahların memnun
edilmesi ile Allah'ın hoşnutluğunun elde edileceği zehabı, insanların sahte
tanrılara bağımlı hale gelmesine, hayatını ve imkanlarını onların gösterdiği
yolda harcamalarına ve gönüllü kulluğa rıza talip olmalarına sebep teşkil eder.
Bir çok ayet, bu bağımlı ruh hali sonucunda meydana gelen ve şirk ifade eden
davranışları anlatıyor;
"Ortak koşanlar, kendilerinde özel güçler bulunduğuna inandıkları ilahları (ya
da onların) sembolü olarak kabul ettikleri putlarını Allah'ı sever gibi
severler. [221] Bu yaratıklara aşırı tazim gösterirler. [222] Bunlardan bazılarını
hüküm sahibi sayarlar. [223] Bunların fayda ve zarar verebileceğine
inanırlar. [224] Kendilerine yardım edebileceklerini vehmederler. [225] Bazen de
onların Allah'ın yanında şefaatçi olacaklarını öne sürerler. [226]
Şüphesiz bütün bunlar bilgisizliğin ya da yanlış bilgilendirilmenin sonuçlarıdır.
"Uluhiyetin hususiyetlerinden birini veya birkaçını başka varlıklara müstakil
olarak verme tevehhümleri, din ilminin iyi öğrenilmediği ve dini bilgilerin
esasının bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı yörelerde ortaya
çıkar."[227]
Allah'a ulaştırma düşüncesi ve iddiası aynı zamanda şirkin meşruiyet bulmasını
sağlamak içindir.
"Müşrikler, çoğunlukla bir taraftan Allah'a inandıklarını iddia ederken, diğer
taraftan da çeşitli varlıkları Allah'a ortak koşan kimselerdi. Ortak koştukları
şeyleri Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece ortak
koşmalarına da meşruiyet kazandırıyorlardı.[228]
"Biz bunlara hürmet ediyoruz ama bunu onlar için değil, onların bizi Allah'a
yaklaştırması için yapıyoruz" diye ileri sürdükleri gerekçe, vicdanları rahatlatan
bir rasyonalizasyon (aklileştirme) ve meşruluk kazanma gayretinden başka bir
şey değildir.
Bu ise içinden çıkılması zor bir problemi önümüze koyar. Çünkü onlar
kendilerini, dindar ve dolayısıyla kurtulmuş, başkalarını ise dinden sapmış ve
mahvolmuş olarak görürler.
Toplumlar ayrı ayrı da olsa şirk mekanizmalarının işleyişinde bir değişiklik
yoktur. Ve bu nesilden nesile sürüp gider. [229]

Dolaylı (Kulluk) İbadet Anlayışı

Birtakım kimselere veya nesnelere hizmeti, itaat ve ibadet etmeyi, dolaylı olarak
Allah'a yapılan ibadet ve hizmet olarak tasavvur etmek şirk kültürünün en eski
ve önemli temellerinden biri.
Önceleri bu anlayış daha çok meleklerle ilgiydi:
"Bazıları; 'İnsanların Yüce Allah'a ibadet etme ehliyetleri yoktur' derlerdi. 'En
doğru olanı, insanların meleklerden birine ibadet etmeleridir; melekler de Yüce
Tanrı'ya ibadet ederler'. Bu düşüncenin ardından birçok insan, bulunduğu
beldenin yöneticisi olduğuna inandığı melek şeklinde bir put edindi. Ve ona
tapınmaya başladı," [230]
Bu anlayışın günümüze yansıması da, birine ibadet şuuru ile hizmet etmenin
Tanrıya yapılmış hizmet anlamına geleceği şeklindeki düşüncedir. Lidere,
başkana, şeyhlere gösterilen saygının ve hizmetin, ibadet anlayışı ve huşuu
içinde yapılması da çoğunlukla aynı duygunun eseri.
Güzel bir gaye için kurulmuş birlikteliklerde emekleri boşa çıkaran anlayış!
İşlerin bir intizam içinde yürütülmesini sağlamak üzere hiyerarşik bir yapı
içinde, 'birlikte Allah için çalışmak'la, bizatihi onların 'nefslerine hizmet
etmenin', arasındaki farkı, her zaman herkesin ayırt etmesi mümkün olmuyor.
Zihinlerde oluşan her yanlış kabul ve inanış, insanları çarpık bir mantık ve
ilişkiler ağı içine sokuyor.
Bu çarpık mantık sonucu bazılarınca; "Diğer ilahların, en üstün ilahın ilahlığında
nüfuz ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin yüce ilah huzurunda makbul
olduğu; istek ve arzuların, onların vasıtası ile tahakkuk edebileceği; şefaatleri
(ve himmetleri) sayesinde, menfaatleri celp ve zararları defetmenin mümkün
olduğu zannedilir. Bu gibi zanları sebebiyle, onları Allah ile birlikte ilah
edinmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir insan, birisini Allah katında kendisi
için şefaatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve
hürmet gösterir; adaklar, kurbanlar sunarsa; bütün bunlar, onu ilah edinme, İlah
seçme adını alır."
Onlara hizmette kusur etmekten korkmak da aynı ruh halinin bir başka hastalıklı
tezahürü.
Kur'an bu marazi korkuya işaretle şöyle buyuruyor:
"Allah; 'İki ilah edinmeyin. O, ancak bir ilandır. Onun için benden, yalnız
benden korkun; buyurdu" [231]
Anlaşıldığına göre insanlar, şu sebeple de ilahlarından korkuyorlardı:
Şayet herhangi bir sebeple ilahların (yani bu aracı tanrıların) öfkesini çeker,
onların, kendilerine olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık,
mal ve can noksanlığı gibi musibetlere duçar olurlar ve çeşitli belaların tepe-
lerine çökeceğini düşünürler."[232]
Hizmette kusur edince, şeyhinin hışmına uğrayacağından endişe eden Moon
Tarikatı üyelerinin ruh hali ile filan "uç" grubun mensuplarına kadar bu tür
İstismar üzere kurulu oluşumlardaki yanlış duygular hep aynı psikolojik
mekanizmalarla oluşur.
Korkunun, sadece bu dünyadaki belalar ve zararlarla sınırlı kalmayacağı, aynı
zamanda, bu 'vasıta ilahları’ memnun etmedikten sonra ahrette de iyiliklere
ermenin mümkün olamayacağı düşüncesinden de kaynaklandığı görülüyor.
Bu problem, kişiye nüfuz etmeyi adeta imkansız kılar. Mensuplarını böyle
oluşumlardan ayırmanın zorluğu da daha çok bu tarz şartlanmalardan
kaynaklanır. [233]

"Hakka İletme Gerçeği"

Ehli kitabın, din adamlarını tanrı edinmeleri, onların Tanrı'dan aldıklarına


inandıkları imtiyazla, insanları Hakka iletme yetkilerinin bulunduğuna inanıyor
olmalarındandır.
Bunun için; "Ancak bizi Allah'a yaklaştırmaları için bunlara tapıyoruz"
diyorlardı. Onların mazeretlerine işaret eden Kur'an-ı Kerim, ehl-i kitab
hakkında şöyle buyuruyor; "Hahamlarını, papazlarını Allah'tan başka rabbler
ilahlar ittihaz edindiler."
İslamiyet'in doğuşunda, yeryüzüne hakim olan cahiliyet inançları, çeşitli
tanrılarla dolup taşmıştı. Bu batıl itikatlara göre bir takım büyük tanrıların
yanında bir çok küçük tanrılar da yer atıyordu."[234]
Halbuki Hakka iletmek yalnızca Allah'tan istenir ve ancak O'nun nasip
etmesiyledir.
Özel anlamda ibadet olan Namazda, kişinin, değil Allah'tan başka kimselerden
istekte bulunması, tam aksine Peygamberler dahil, Allah'ın salih kulları için de
Rabb'inden iyilikler niyaz eder.
"Namazda Allah'tan başkasını, çok cüzi bir şekilde de olsa niyete karıştırmak
küfürdür; Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih kullarından
hiçbir şey istenmez. Aksine Tahiyyat'ta onlar için de esenlik, salavat, rahmet ve
bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette bir sevgi
gösterme vardır. Namaz kılan kimse, onlara da derecelerinin yükselmesi için
Allah'ın rahmetini isteme, durumundadır."[235]

Şifa Tanrıları

"Politeist (çok ilahlı) dinlerin hemen hepsinde görülen ortak özellikler Allah'ın
sıfatlarının herhangi bir şekilde yaratılmışlara atfedilmesidir. Bunlardan biri de
Allah'ın 'şafî’(şifa veren, iyileştiren) sıfatının, hekim-tanrı olarak bazı nesnelere
verilmesidir, (Yunan mitolojisindeki Asklepios'ta olduğu gibi.)”[236]
'Şifa vericilik' inancı, insanların birtakım nesneleri ilah edinmelerinde oldukça
önemli bir faktördür. Pek çok kimse şifa beklentisi ile ağaçlara çaputlar bağlar,
türbelere mum yakar, bazı kimselerin oturduğu mekana kadar eğilerek ya da
secde halinde ilerleyerek eşiğine yüz sürer; onun kullandığı eşyaları koklar,
vücuduna sürer, artığını ve onun tarafından okunmuş yiyecekler ve içecekleri
yiyip içerek şifa umar.
Bu tarz putlaştırmanın kökü de çok eskilere dayanır. Kabe'ye ilk putların
dikilişindeki maksadın da bu olduğundan bahsedilir.
İbnü'l-Kelbi konuyu şöyle rivayet ediyor:
"Amr b.Luhayy, ağır bir hastalığa tutuldu, Kendisine denildi ki; 'Suriye'de,
Belka denilen yerde suyu sıcak bir pınar vardır. Oraya gidersen iyileşirsin. Amr
oraya gitti, yıkandı ve kurtuldu. Bölge halkının putlara taptığını gördü.
'Bunlar nedir?’diye sordu. Onlar da;
'Biz bunların aracılığı ile yağmur bekler ve düşmana karşı yardım isteriz'
dediler. Bunun üzerine Amr bu putlardan kendisine de vermelerini istedi.
Aldıklarını Mekke'ye getirdi ve Kabe'nin çevresine dikti."[237]
Ay ve Güneş'e tapınılmasında da yine şifa beklentisi söz konusu. Ay'ın bir
melek olduğu düşüncesiyle Ay'a karşı durarak dileklerde bulunmak; bazı
yerlerde de yaygın olan bir inançla, gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocukların,
anaları tarafından Ay'a gösterilerek; "Ya al, ya ver" diye yakarıp, bunun
sonucunda çocuğun ya iyileşeceği veya öleceğine inanılması da aynı tür
inanışlardandır.
Cahiliye Arapları'nın, diş değiştiren çocuklarının çıkan dişlerini ellerine alıp
güneşe doğru atarak, 'bunu daha güzeli ile değiştir' demeleri de buna bir
örnektir."[238]
Ağaçlar, kuyular, mağaralar, kayalıklar gibi bazı tabii şeylere tapınmada da,
onların aracılığı sayesinde "ilah" ile doğrudan rabıta tesis edebileceğine
inanılmasının yanında, onların şifa verme ve hayat bahşetme hassalarına sahip
oldukları düşüncesi vardır. Suyuyla çöldeki bir kuyu, hürmet gösterilen bir şey
olmuştur. Mağaralar, yeraltı kuvvetleri ve ilahları ile ilişki halinde mütalaa
edildiklerinden kutsal addedilmişlerdir. Cahiliye devri Arapları'nın Uzza putu ve
Nahle'deki Gabğab mağarası da esasında böyleydi.
Günümüzdeki Müslüman Ruvale Bedevi'leri, su buharlarını bir araya toplayan,
mer'alara faydalı çiğ düşürmek suretiyle nebatları büyütüp geliştiren Ay
tarafından insan hayatının tanzim edildiğini tahayyül etmektedirler.
Dini inanış unsurlarının hepsinin göze çarpan belli başlı özellikleri, daha yüksek
bir gelişme seviyesine ulaşıldığında değişik bir şekil altında varlıklarını
sürdürme temayülü gösterirler.
Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen Ved, yani Main'liler panteonunun tepesinde duran
"Ay Tanrısı" böyledir. İbn Hişam ve et-Taberi, Necran'da bulunan bir mukaddes
hurma ağacından bahsetmektedirler. Bu ağaca silahlar, elbise ve bezler hediye
olarak sunuluyor ve onun gövdesine asılıyordu. Mekkelilerin her yıl gelip
ziyaret ettikleri, üzerine eşyalar asılan Zat-üEnvat, belki de Nahle'deki el-Uzza
ile aynı şeydi, Ta'if’deki el-Lat, kare prizma şeklindeki bir kaya ile temsil
edilmekteydi. Nihayet Petra'daki Zü'ş-Şara, yüz yirmi beş santim yüksekliğinde
ve altmış beş santim eninde yontulmuş dik dörtgen prizma şeklinde kara bir
taştan ibaretti."[239]
Yukarıda adı geçen "Zatü Envat" şifa ve dilekler konusunda ilginç bir örnektir:
Hz. Peygamber devrinde tapılan put ağacının adı Zat-ü Envat idi, bir başka
deyimle bir dilek ağacı.. Daha sonra bu ad, bazı Müslüman bilginlerce örtülü
şirkin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu bilginlerden biri de, hurafe ve
yozlaşmaların kutsala fatura edilmesine savaş açmış ünlü bilgin Ebu Şame
(ölm.1266) kendinden önceki kaynaklarını da göstererek şu ibret verici olayı
anlatır:
Huneyn Savaşı'na katılan bir grup sahabi demiştir ki; "Hz. Peygamberle birlikte
Huneyn'e doğru yol alıyorduk. Kureyş putperestlerinin o yörede kutsal
tanıdıkları büyük bir ağaç vardı. Her yıl belli bir süre bu ağacın altına gelir,
silahlarını ağaca asar, orada kurban keserlerdi. Bu süre içinde tüm dilekleri için
bu ağaca bezler-giysiler astıklarından, adı Zat-ü Envat konmuştur. Ağacın
yakınından geçerken biz Hz. Peygambere şu ricada bulunduk;
"Ey Tanrı elçisi, sen de bizim için bir Zat-ü Envat belirlesen olmaz mı?"
Peygamber bize şu cevabı verdi;
"Allah Allah! Siz ne cahil bir toplumsunuz. Önceki ümmetlerin geleneklerini mi
ihya edeceksiniz? Sizin şu sözünüz, İsrail Kavmi'nin Hz. Musa'dan put isteyen ve
Kur'an'da da geçen şu sözüne benziyor: 'Ey Musa! Şu belde halkının taptıkları
ilahlar türünden bize de bir ilah bul."[240]
Ebu Şame, Zat-ü Envat ağacınınki türünden işlevi olan tüm bina, ağaç vs.'nin
ortadan kaldırılmasını Allah'a imanın bir gereği sayıyor. Daha ilginci, Ebu
Şame, bu tür işlevlere araç yapılan tüm cami, mescit ve benzeri mekanların da
şirk aracı olduğunu ve yıkılmaları gerektiğini söylüyor. Bu tür mescit ve
mabetler diyor Ebu Şame, Tevbe: 9/108. ayette sözü edilen bölücülük, halka
zarar veren riyakarlık odağı mescitler cümlesindendir. Bu tür yerlerde yapılan
zikirler, kılman namazlar, tutulan oruçlar ibadet görünümünde birer şirk
sergilenişidir."[241]
Şirk konusunda şu hadis-i şerif de oldukça önemlidir;
İbn Mes'ud (ra), Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu Zeynep(ra)'den rivayet
ediyor;
"Rukye, muska ve muhabbet muskasında şirk vardır." Dedim ki
"Neden bunu söylüyorsun? Gözüm ağrıyordu, falan Yahudi'ye gidip geldim,
rukye yaptırdım. Beni okuduğu zaman gözümün ağrısı kesildi." Bunun üzerine
Abdullah şöyle dedi;
"Bu şeytanın işiydi. Onu kendi eliyle koyar, ona okunduğu zaman ondan
uzaklaşır. Allah resulü (sav)'in buyurduğu gibi şöyle demen yeterlidir: "Sıkıntıyı
gider, ey insanların Rabb'i! Şifa ver! Şifa veren ancak sensin. Senin şifandan
başka hiçbir şifa yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayan şifa ihsan eyle!"[242]
Şirkten uzak ve temiz bir kalp ile dosdoğru bir yol üzere bulunan Müslüman,
şifa dahil bütün iyilikleri ancak Allah'tan bekler; çünkü, Allah:
"Biz Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o, mü'minler için şifa ve rahmettir;
zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır"[243] buyuruyor.[244]

Şefaatçi Tanrılar

Şefaat kavramı, fertteki güvenlik duygusunun, daha çok, 'ölümden sonraki


hayat’ inancıyla ilgilidir.
Ölümden sonra da hayatın varlığına inanan bir kimse için şefaat beklentisi bir
ihtiyaçtır. Çünkü, sonraki hayatı kişi için birçok yönleriyle meçhuldür. Bundan
dolayı da insan tedîrginlik ve endişe içindedir. Yanlışlık, hata ve günahların,
'sonraki hayat'ta karşılıklarının görüleceğine inanılması sebebiyle, Allah katında
affedilmek ve Cennet'te derecelere nail olmak için bir şefaatçiye ihtiyaç duyulur.
İslam, bu ihtiyaca, Allah'ın izni ile şefaat edeceği bilinen Peygamber ve şefaat
etmesine müsaade edileceği umulanlar ile cevap verir.
Ancak bunun kimse için bir garantisi yoktur. Rasulüllah (ve O'nun zamanında
cennetle müjdelendiği bilinen on kişi) hariç olmak üzere kimsenin kendisinin
kurtuluşa ereceği ve üstelik başkalarına şefaat edeceği şeklinde bir senedi de
yoktur.
İnsanların değişik dönemlerde, çeşitli varlıkları ve birtakım kimseleri kendileri
için şefaatçi olarak seçtikleri ve onlara, bu sebeple, sımsıkı sarıldıkları; onların
istek ve arzularını itirazsız yerine getirdikleri, kendilerine ve hatta yakınlarına,
kullandıkları eşyalara, oturdukları mekanlara büyük saygı gösterdikleri
bilinmektedir.
"İslam'ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar; melek, cin
ve şeytan gibi bir takım ruhani varlıklara ibadet ediyorlar ve meleklerin Allah
katında saygın bir yeri olduğunu düşündükleri için onların daha şanslı olduk-
larını ve eğer onlara ibadet (itaat) eder ve hürmette kusur etmezlerse, Allah
katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı.[245]
Onlar; "Biz onların suretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız
zaman Allah katında bize şefaatçi olurlar" diyorlardı. [246] Büyük saydıkları
kimselerin suretlerini yaparak bunlara saygı gösterip tapınanlar da, bununla o
yüce ruhların ve azizlerin kendilerine şefaat edeceklerine inanırlar; bunu, hürmet
ettikleri şeylerin Allah katında makbul kimseler olduğuna inandıkları için
yapıyorlardı.[247]
Kur'an ise buna; "Ve size (Allah) melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin diye
emretmez.." [248] diyerek set çekiyor.
"Öyle anlaşılıyor ki; şirk içinde olan insanlar, Allah kelimesi ile
isimlendirdikleri ilahın, her şeyden üstün bir ilah olduğu düşüncesinde idiler.
Diğer ilahlar hakkındaki inançları ise bu en üstün ilahın ilahlığında biraz nüfuz
ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin üstün ilah yanında makbul olduğu,
dolayısı ile bu ilahlar vasıtasıyla istek ve arzularının kabul edileceği, böylece
zararlardan kurtulup iyiliklere erebilecekleri noktasında toplanıyordu.
Bu sebeple onları Allah ile beraber ilah ediniyorlar. Yine bu anlayışa göre
zannediliyor ki; Bir insan, birini şefaatçi edinir, ona dua eder, ondan yardım
isteyerek tazim ve hürmet gösterir, ona adaklar, kurbanlar sunarsa, ve böylece
onu memnun edebilirse, Allah da onun hatırına kendisinin dileklerini kabul eder.
(O kişi ya da nesne) Ona ahrette azap edilmemesi için şefaatçi olur."[249]
Aynı mantıkla bu ilahlara sığınan kimseler, ilahların memnun edilmemesi,
küstürülmesi veya kızdırılması halinde kendilerine kötülülüklerin isabet edeceği;
kıtlık, hastalık, can ve mal kaybı gibi musibetlere ve belalara duçar olunacağı
şeklinde endişe ve korkulara da sahiptiler."[250]
Halbuki ayetler, Allah'tan başka ilah edinilenlerin bir faydası olmadığı gibi
zararlarının da dokunamayacağını haber veriyor;
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda vermeyecek olan
şeylere taparlar. Bir de; 'Bu taptığımız şeyler, Allah yanında bizim
şefaatçimizdir' derler."[251]
Konuyu biraz daha iyi anlayabilmek için, İslami kaynaklarda, şefaat ve şefaatçi
kavramlarının ne anlama geldiğini görelim.
Ömer Nasuhi Bilmen şefaati şöyle açıklıyor: "Ahret gününde bir kısım günahkar
müminlerin affedilmeleri ve bir kısım zevatın da fazla lütfu ilahiyeye nailiyetleri
için enbiyayi izam ile ümmetin büyükleri, Cenab-i Hak'tan istirhamda
bulunacaklardır. En büyük şefaatkarımız ise Peygamberi Zişan'ımızdır. O, bir
hadisi şeriflerinde; "Benim şefaatim ümmetimden büyük günahlar işlemiş
olanlar hakkında vaki olacaktır," buyuruyor."[252]
Aynı konu Mevdudi tarafından da ele alınmış. Onun tespitiyle; "Şefaat iki
kısımdır:
Birincisi: Arkasında bir tür nüfuz ve kuvvet bulunan şefaattir ki, bu tür şefaat
(anlayışında şefaatin Tanrı tarafından) kabul edilmesi zorunludur.
İkincisi ise: İsteklerin içtenlikle ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak
şefaatin kabulünü zorunlu kılan bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat anlayışıdır.
Birinci anlamda, bir kimseyi şefaatçi kabul eden kişi hiç şüphesiz ki, onu ilah
edinmiş ve şefaatçiyi Allah'a ortak koşmuş olur. İşte böyle bir şefaat anlayışını
Kur'an-ı Kerim kesin olarak reddeder.
İkinci anlamdaki şefaate gelince, başkaları için peygamberlerin, meleklerin ve
salih insanların Allah katında bulunacakları şefaat çeşididir. Allah böyle bir
talebi dilerse kabul eder dilemezse kabul etmez. Ahmet Hamdi Akseki ise;
"Allah'ın bir olduğunu söyledikleri halde kendilerini Allah'a yaklaştırmak
maksadı ve O'nun yanında şefaatçi olur itikadi ile., onlara uyarak tapmak da bir
çeşit şirktir" diyor. [253]Anlaşılan o ki, insanlar ister sembolik manası ile putlara,
ister bizatihi şahıslara yönelsinler, şafaati birtakım kişi ve nesnelerden bilirlerse,
maksatları Allah'a yaklaşmak dahi olsa şirke sapmış olmaktan kurtulamazlar.
Deniliyor ki, "kevni veya arizi bir varlığa bizatihi kendisi için tapınmak zaten
dinler tarihinde rastlanmayan bir durumdur.'[254]
Tapınma ya da ilah edinme, o nesneye atfedilen değer ve özellikler ile, bu
atfetme sonucu ondan umulan, beklenen şeyler içindir. Şefaat beklentisi de
böyle bir mekanizma sonucu ilah edinme olayında karşımıza çıkar.
Hiçbir konuda ilahlığa ortak kabul etmeyen Tevhidi inanış, şefaat konusunda da
aynı kesin tavrı ortaya koymuştur. Şefaat ancak Allah'ın dilemesi ile olur.
Kimsenin kendi zatından dolayı böyle bir yetkisi yoktur.
Ayetler şüpheye yer vermeyecek derecede açıktır.
"O gün, ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah'a kalb-i selim (temizlenmiş
kalp) ile gelenler fayda bulur."[255]
"Kalb-i selim, şüphelerden ve şirkten temizlenmiş kalp demektir."[256]
Diğerlerinin ise ortak koştukları, her ne ise hesap gününde, birbirilerini inkar
edeceği haber veriliyor. Bu ise olayın en dramatik safhası ya da sonu!
"Kendilerine ortaklarından şefaatçılar da bulunmaz. Onlar ortaklarını da inkar
edeceklerdir."[257]
Ruhlar yaratıldığında herkesin Rabb'ine verdiği söz doğrultusunda, hesapların
görüleceği o büyük yargı gününe varabilmenin yolu dosdoğru ve tertemiz bir
kalp ile, putlardan uzak bir ruh halinden geçiyorsa, ki bunda asla şüphe yoktur;
öyleyse, ilah kavramının içerdiği bütün anlamlarıyla kurtuluş sunan kelimeye
sığınmakta hiç gecikmemeli;
"La ilahe illallah!" [258]
Kendinden Başka İlah Olmayan Allah
Nasıl Bir İlah!

Özgürlük psikolojik bir olaydır, önce zihinlerde gerçekleşir. Kafaların içinde


duvarlar örülmüşse sistemlerin hürriyet ve özgürlükler sunması ile esaret
getirmesi fazla bir anlam ifade etmez. Beyinleri hür olmayanların gerçek
hürriyeti tatmaları ve kurtuluşa ermeleri düşünülemez. Hür ve özgür bir
psikolojiye sahip olan kimseyi ise sistemlerin ve diktaların ördüğü duvarlar
sınırlayamaz, hapsedemez. Gerçek hürriyet ise insanın, önce zihinleri esir eden
ilahlardan kurtulması ile başlar; bu ilk adımdır. Hemen akabinde inanılacak,
tasdik ve teslim olunacak ilahı bulmak gelir. Bunun da bir tarifi olmalıdır;
kurtuluş bahşedecek, ilaha götürecek, bu büyük arayışı sağlam ve doğru bir
sonuca ulaştıracak tarif! İnsanlar bunu nereden bulacak? İşte bu sorunun cevabı
ilahi bir yön tayin edici (pusula), hayat yolunu hakka çıkaracak şaşmaz ölçüleri
bulmayı sağlayacak rehberi verecek.
Kıyamete kadar hükmünü ve tazeliğini muhafaza edecek olan ve insanların
ateşten kurtuluşunun talimatını içeren; alemlerin Rabb'inin sonsuz lütuf ve
rahmetinin tecellisi Kur'an bize bu imkanı sunuyor.
Kur'an; Allah'ın 'Oku' buyurduğu, çoğu insanın inadına okumadığı 'Kitap'.
Sadece inanmayanın değil, inananın bile ömründe bir kez, içinde anlatılanları
merak edip okumadığı, okumamakta ısrar ettiği-, Okumamakla Allah'a
muhalefetini ilan ettiği, o yüce 'Oku' emrini hiçe saydığı. Böylece kendini
ışığından mahrum ve karanlıkların girdabına mahkûm ettiği, o müthiş uyarı ve
muhteşem kurtuluş reçetesi Kur'an!
Sadece Allah'a has olan 'ilah' kelimesinin kavramsal içeriğini, işte en güzel bir
biçimde bu 'Kitap'ta buluruz.
Haşr suresinin son üç ayeti, 'ilah' kavramının anlaşılması açısından yol
göstericidir. Bu ayetlerde, 'Kitab'ın sahibinin bir nevi kendini tarif edişi var.
O'nu, tek olan 'ilah'ı, ilah kavramını bütün yönleri ile açıklığa kavuşturan
boyutlarıyla, burada geçen (kamil sıfatları ifade eden) 'esma ül hüsna' ile
anlamak mümkün.
Öncesinde, "Lev enzelnahü" diye başlayan ayette, ruhlara dehşet veren bir tasvir
var.
"Bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, dağın ezilip büzülerek Allah korkusuyla
paramparça olduğunu görürdün." [259]
İnsanlardaki bu ne kayıtsızlık, ne gaflet!
"Allah'a ve bütün manevi/ahlaki sınırlara/değerlere karşı gaflet içinde
bulunmakla, ruhen hareketsiz ve bir dağdan daha fazla cansız olanların
tersine.!"[260]
Kur'anın dağlara teklifi halinde korku ve dehşetten paramparça olacaklarından
bahisle, insanın; nasıl bir sorumluluk karşısında bulunduğu ve kiminle, nasıl bir
ilahla muhatap olduğu ilahi ikazının muhteşem üslubu!
Allah; nasıl bir ilah!
"Allah, o Allah'dır ki, ondan başka 'ilah yoktur." [261]
"O'ndan başka ilah yoktur." O Allah 'Bir’ olan ilahtır, O'ndan başka ilah yok.
İnsanlığın yaratılışından beri karşılaştığı bütün problemlerin, doğrudan veya
dolaylı bir şekilde ilintisinin bulunduğu muhteşem kelime, kelime-i tevhid!
Bütün çözümlerin asıl kaynağı ve kurtuluş bu kelimelerle özetlenen manada
sunuluyor.
Sabah ve akşam, namazından sonra okunan ve anlamı ruhlara dehşet salması
gereken, "Hüve Allahullezi La İlahe İllallahü" diye başlayan ayetler, ilahın ne
olduğunu ve "başka ilah yok demekle, başka neyin olmadığını; "tek bir ilah"
olan Allah'a teslimiyetin ve onu tek ilah olarak tasdik etmenin anlamını
yeterince açık bir biçimde veriyor.
"Hüvallahüllezi La İlahe İllallahü..” "O, tek ilah olan Allah, öyle bir Allah'tır
ki..! Ondan başka ilah yoktur."
Ve O ilah "Alim"dir
Gizli ve açık, "Her şeyi hakkıyla bilen" ancak O'dur.[262]
O'ndan başkaları ise ancak onun bildirdiğini ve izin verdiği kadarını bilme
imkanına sahip. Mutlak hakikat ve doğruluğu tartışılmaz olan, ancak "ilah"
olanın söylediğidir; O da Allah'tır, İlah olmayanın kanaatleri, her kim olursa
olsun, mutlak hakikat olamayacağı gibi tartışılmaz da değildir. Çünkü, gerçek
İlah olandan başkası "her şeyi hakkıyla bilen" olamaz.[263]
Her söylediğine tartışılmaz bir tarzda teslim olunacak makam da, ilahtan başkası
değil. Bundan çıkan bir sonuç da şudur ki; kimin her söylediği, her kanaati ve
her emri tartışılmaz bir doğru olarak görülürse o ilah edinilmiş olur. Dolayısı ile
bu, tek ilah olarak Allah'a inananlar için kabul edilebilir bir davranış tarzı
değildir.
O "Rahman" dır.
Ancak O, "Rahman" olduğu için lütuf ve koruyuculuğu ile "bütün alemi
kucaklayan ve kuşatandır. Yarattığı tüm varlıklardan, mü'min olsun, kafir olsun
bütün insanlardan rahmet, lütuf ve nimetlerini hiç esirgemeyen zat" sadece
O'dur.
O hem müminlerin, hem de yine Rahman sıfatı ile kafirlerin de İlah'ıdır. Fark
gözetmeden inananları da, inanmayanları da nimetlendiren yalnızca O'dur.
O'ndan başka kimse rızk vermeye, O'nun verdiğini
engellemeye, vermediğini vermeye muktedir olamaz; bu nedenle de kimse rızk
endişesi ile çekinilecek ve korkulacak makam asla değildir. Kişi kimi rızk veren
veya rızkına mani olabilecek kişi ve makam olarak görüyorsa onu ilah edinmiş
olur.
'Rahim'dir.
O, Rahman sıfatının yanında Rahim'dir de. Yani; "Dünyada kendisine inanıp,
emirlerine uygun bir şekilde yaşayanları ahrette ebedi nimetlerle
mükafatlandıracak olandır." Kimse O'nun, 'sonraki hayat'ta vereceğini vermeye
muktedir olamaz. Bunda vasıta da olamaz. Ancak O'nun diledikleri, O'nun
dilemesi ile O'nun dilediklerine, yine O'nun Rahman sıfatının bir tecellisi olarak
şefaat edebilir.
'Melik' Olan O'dur.
"Melik olan, yani; "Görünen ve görünmeyen bütün alemlerin (gerçek) sahibi ve
yöneticisi (hükümdarı) ancak O'dur." Diğerleri; adil olanlar da, insanları köle
yapmaya çalışanlar da hepsi birer emanetçidirler. Gerçek ve ebedi hükümdar
değillerdir. O'ndan başka kimse gerçek ve ebedi sahip, efendi (davranışlarından
kimseye karşı sorumlu olmayan) gibi görülemez.
O 'Kuddüs'tür.
Başkası, hiçbir kimse ve hiçbir şey değil., yalnızca O; "Her türlü eksiklik ve
noksanlıktan uzak, bütün kemal sıfatlarla vasıflı olan"dır.[264]
Filan kimse, falan lider, başkan, imam, sultan ya da kral "kuddüs" değildir. Yani
kimse hatadan ve noksanlıklardan uzak bilinmeye layık değil; şaşmaz ve
yanılmaz asla değil. Tek mükemmel, gerçek doğru, mutlak hakikat, "pak ve
temiz" olan; (ilah kavramının bu manasıyla da) yalnızca O'dur. Hiç kimse
(başkan, lider, imam, sultan, şef, yönetici, din adamı, bilim adamı)
noksanlıklardan uzak ve hatasız olarak görülüp, 'bir bildiği vardır' diyerek her
davranışında bir hikmet aranamaz ve kendisine öyle davranılıp ilahlaştırılamaz.
"Selam" O.
"Esenlik veren", yani gerçek "kurtarıcı" olan ancak O'dur.
"Gerek dünya, gerek ahrette tehlikeye düşenleri esenliğe ulaştıran.."
"Her türlü eksiklikten bizzat kendisi salim olduğu için, güç ve kuvvet ile, her
şart altında kurtarmaya ve tehlikeleri bertaraf etmeye yeterli olan., gerçek
"kurtarıcı" ilah O.
"O'ndan başkasının, değil başkalarını kurtarmaya, bir olan Rabb'in izni ve
yaratması olmaksızın parmağını kımıldatmaya bile yetecek gücü kendinde
bulmaz. Kaldı ki insanları, ülkeleri ve dünyayı kurtarmak!
Her şey, kendisi "selam" olan, yani esenlik (kurtuluş) vermeye gücü yeten, ortak
ve yardımcıya ihtiyacı olmayan tek ilah olan Allah'ın ol emriyle; dilemesi,
takdirî ve yaratması iledir."[265]
Esenlik vermek (kurtarıcılık) da ancak ve sadece O'nun elinde. Bu manada da
ilah olan yalnızca O'dur. O'ndan başka hiçbir kişi, kurum ya da makam kurtarıcı
olarak görülemez, kabul edilemez; yani ilah edinilemez.
"el-Mü'min"
O "Güven veren, vadine güvenilen"dir.
"İnsanların gönlünde iman ışığı uyandıran, bu şerefi onlara ikram ederek, şüphe,
endişe ve tereddütleri izale buyuran; kendisine sığınanlara eman vererek, onları
her türlü tehlikeden koruyan., ahirette ebedi mutluluğu kendilerine sağlayacak
olan" O'dur. Çünkü O 'ilah'tır.[266]
"el-Muheymin"
"Evrenin bütün işlerini düzenleyen, gözeten ve yöneten; insanları murakabe
eden" O'dur.' [267] O'nun kainata ve insana koyduğu kuralların dışında hiçbir
mercinin kuralı, kainatı ve insanları hakkıyla yönetmeye ve murakabe etmeye
layık ve yeterli olamaz.
O "Aziz"dir.
"Aziz" olmak kendi zatından olan, ilah olmanın gereği, eşi ve benzeri ve dengi
bulunmayan, değerli, şerefli ve güçlü; hiçbir zaman yenilmeyen, daima galip"
olan yani aziz olan O.[268]
Filan kuruluşun başkanı, falan davanın ya da organizasyonun sahibi, kurucusu
ya da falan süper gücün lideri, başkanı değil, yalnızca O aziz (eşi, benzeri ve
dengi olmayan, daima galip) olandır.!
"Cabbar" O.
"Mutlak iradesini her durumda yürüten", "düzeni bozulan her şeyi tanzim eden,
her güçlüğü kolaylaştıran.."
Gerektiğinde, "zor kullanarak iş yaptıran.." O istemezse, hiç kimse, hiçbir
kurum, hiç bir makam, hiç kimse hiçbir işi zorla.yaptırma gücüne sahip değil.
Dolayısıyla korkmak gerekirse, İlah olmanın gereği "Cabbar" olan O
olduğundan, O'nun zorundan korkmalı.
O'ndan başkasından korkarak, Allah'ın açık emirlerine muhalefet etmek onları
ilahlaştırmaktır. Cebbar olduklarını yani Allah dilemese de, 'isteklerini zorla
yaptıracak’güce sahip olduklarını zannederek boyun eğmek, onlara tek olan
ilahın sıfatlarını yakıştırmaktır.
"Mütekebbir" olan İlah..
"Her şeyde ve her işte azamet ve yüceliğini gösteren" yani mütekebbir olan O.
Onun dışında tüm büyüklenmeler, "büyüklük taslama"dır. Ondan başka hiç
kimse "mütekebbir" değil.! Çünkü ilah değildir.
"Halik" O
"Her şeyi takdir ettiği şekilde yaratan". Neyi nasıl dilerse... "Ol" emriyle.
Yoktan var eden, Halik olan ilah.." O'dur.
"Bari" de O.
"Her hangi bir modele bağlı kalmadan" hiçbir şeyin, hiçbir kayıtla
sınırlayamayacağı bir kudretle, dilediği şekilde serbest olan."
"Tüm işlerinde kimsenin asla sınırlayamayacağı." [269] O'ndan başka hiç kimse
"bari" değil. Kimse dilediğince, sorumsuzca, hesapsız bir şekilde hareket
serbestisine hak kazanmış değil. Kral da olsa, şah da, padişah da, lider de, sultan
da olsa.!
O'ndan başka kimse işinde, yaptıklarında kimseye hesap vermeme konumunda
zannedilip ilah yerine konamaz!
"O Allah'tır. Yaratıcı; bütün özlere ve görüntülere şekil veren Yapıcı. Bütün
mükemmellik vasıfları (esmaü'l-hüsna[270] (yalnız) onundur. Göklerde ve yerde
olan her şey, O'nunsınırsız şanını yüceltir. Çünkü yalnız O'dur kudret ve hikmet
sahibi olan."[271]
"Hüveallahüllezi la ilahe illahu.." Allah, o Allah'tır ki, işte bütün bunlar (bu
kamil sıfatlar= esma ül hüsna) yalnız ona mahsustur.
"La ilahe illahu" , O'ndan başka bu kamil sıfatları haiz kimse yoktur.[272]
İlah'ın Sıfatları

Yukarıdaki kavramlarla ilahlığının anlamını kavramaya çalıştığımız Yüce Allah


(cc)'ın bütün sıfatları belli başlıklar altında özetlenir; ve O ancak sıfatları ile
bilinir.
Sıfat ise; vasıf, nitelik, hal, keyfiyet demektir.
Hem zatında, hem de sıfatlarında tek olan ilaha, sadece O'na has olan ve O'ndan
başkalarında bulunmayan bu nitelikler nelerdir?
İlah kavramının zihinlerde yeterince yer edebilmesi, yalnızca "ilah"a has olan bu
niteliklerin tam olarak anlaşılması ile mümkündür.
Allah'ın bu sıfatların doğru olarak bilinmemesi ise zihinlerde başka ilahların yer
etmesine zemin hazırlar ve tapma sapmalarına ve sapkınlıklara neden olur.
Şirk içinde bulunanların az veya çok, başka yaratıklara yakıştırdıkları, aslında
yalnızca Allah'ın (cc) sahip olduğu bu sıfatlar (hal, nitelik, keyfiyet ya da
vasıflar) şunlardır: [273]

I- Vücut Sıfatı:

Varlığı kendisi ile kaim olmak; başkası vasıtası ile değil, yalnız kendi zatının
gereği olarak var olma. Var oluşu ve varlığının devamı için hiçbir şeye ve hiç
kimseye muhtaç olmayan. Ondan başkasının varlığı ise kendi zatının gereği
değil..
Her şeyin 'olmazsa olmaz'ı yalnızca O'dur. O olmasaydı hiçbir şey olmazdı.
O'ndan başka, her ne olursa olsun, 'olmazsa olmaz' değildir; olmasa da olur.
Aklın gereği olarak olması gereken budur: "Bütün bu gördüklerimizi var eden,
onlar yok iken yaratan bir vacibü'l vücudun (varlığı kendi zatından olanın)
bulunması lazımdır. O olmadıkça bu varlıklar var olamaz ve izah edilemez. İşte
bütün bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan
'Vacibü'l vücud' olan Allahu Teala Hazretleri'dir. Bunun içindir ki, varlığın zıddı
olan yokluk, O'nun hakkında düşünülemez. [274]
"Aklı başında olan her insana, Allah'ın varlığını bilip tasdik etmek farzdır.
Kainatta her zerre, ilim ve kudret sahibi Allah'ın varlığına şahadet edip
dururken, her şeyin üstünde bir akla sahip olan insanın bunu anlamaması,
düşünüp bulmaması caiz olamaz. Onun içindir ki, insanın, nerede ve hangi za-
manda yaşamış olursa olsun, kendi akliyle düşünerek Allah'ı bulması ve bilmesi
üzerine farzdır."
Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber’inde;
"Allah insanlara, dini vecibelerini beyan eden bir Peygamber göndermemiş olsa
idi bile, akılları ile Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek onların üzerine vacib
olurdu", hükmüne varıyor.[275]
Demek ki aklın tabii fonksiyonu ve ilahi misyonu yaratıcısını düşünüp bilmektir.
Bunun içindir ki; aklı olmayanın dini de yoktur, denmiştir. [276]
II. Kıdem:

(Ezeli olmak) Allahu Teala kadimdir (ezelidir).


Kıdem, varlığın ezeli olması, yani bir başlangıcı bulunmamak. O'nun yok
olduğu bir anın geçmemiş olması demektir. Görmekte olduğumuz her şeyin bir
evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü, her şey önce yok iken sonradan olmuştur.
Fakat Allahu Teala böyle değildir.
Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, O'nun bulunmadığı bir zaman tasavvur
olunamaz. Esasen zaman ve mekan, her şey, sonradan ve Allah'ın yaratmasıyla
olmuştur. [277]

III. Bakaa:

Allahu Teala bakidir; varlığının bir sonu yoktur. Gördüğümüz bütün varlıklar
sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok olacaklardır.
Fakat, Allahu Teala böyle değildir.. Varlığı için bir başlangıç olmadığı gibi, bir
nihayeti de yoktur. [278]

IV. Vahdaniyet:

Allah'ın Bir olması demektir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde tek olup; eşi,
benzeri ve ortağı olmamak demektir. "Allah birdir. Doğmamış ve
doğrulmamıştır. O'nun hiçbir ortağı, örneği ve cüzileri yoktur. Her bakımdan
'Bir' olmak, O'nun zati sıfatlarındadır. Zatının eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi,
sıfatları itibariyle de benzeri yoktur. Her şeyi yaratan yalnız kendisi olup,
O'ndan başka yaratan olmadığı için işlerinde de tektir. Bunda da eşi, ortağı ve
yardımcısı yoktur." [279]

V. Sonradan Olanlara Benzememek:

"Allahu Teala zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O'nu nasıl
düşünürsek düşünelim, O, bizim düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden
geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Çünkü hatırımıza
gelebilecek şeylerin hepsi mümkündür ve yokken, sonradan yaratılmış ve
başkasına muhtaç şeylerdir. Onların her birinin bir cihetten başkalarına bir
benzerliği vardır. Allahu Teala ise böyle olmayıp..zatı cihetinden de, sıfatları
bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak
sıfatı O'nundur."[280]

VI. Varlığı Kendi Zatının Gereği Olmak:


Varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak demektir. Şu varlık aleminde ne
varsa hiçbiri var olma ve varlığını devam ettirmede müstakil değildir. Hepsi
"ilah"a muhtaçtır. Yalnızca Bir tek, kendisi ilah olan Allah hariç. [281]

VII. Diri Olmak, Hayat

"Her şeyi yaratan Allahu Teala'dır ve Canabı Hak, ezeli ve edebi bir hayat ile
"hay"dır; yani diridir. Hayat, Allah'ın bir sıfatıdır. Bizim hayatımız sonradandır;
Allahu Teala'nın mahlukudur. O'nun hayatı ise, zatının muktezasıdır, ezeli ve
ebedidir; hayat O'nun zatından ayrılmayan bir sıfattır.
Çünkü hayat bulmadıkça, bu sıfatların bulunmasına imkan yoktur. [282]

VIII. İlim:

"İlim, Allahu Teala'nın her şeyi bilmesidir. "Allah alimdir"; olmuşu, olanı,
olacağı, gerek kül (bütün) halinde ve gerek ayrı ayrı hepsini bilir. Cenab-ı Allah
için ezeli olan ilim, ezelden ebede bütün ma'lumatı, her şeyi kuşatmıştır. O'nun
ilminden dışarı kalmış hiçbir şey yoktur. Dünya ve dünyadakiler yokken onların
hepsini, nasıl ve ne zaman olacaksa onları öylece bilir. Hiçbir şey, gönlümüzden
geçenler bile O'na gizli değildir."
Allahu Teala'nın bugün vukua gelen ve gelmekte olan her şeyi, nasıl olacaklarsa
ezelde (Önceden) Öylece bilinmiş olması, iş yapabilmemize asla mani değildir.
"Allahu Teala, olacak şeyleri olacağından dolayı bilir. Yoksa, Allah bildiği için
o şeyler vücuda geliyor değildir. Olacaklarını Allah'ın bilmiş olması, onların
olmasını icap ettirmiyor; belki iradelerimizle olacakları için biliyor."
Bir alimin, şu kadar zaman sonra filan gün, şu saat ve şu dakikada güneş
tutulacağını şimdiden söylediği için güneş tutulmuyor. Günü gelince, söylendiği
gibi güneş tutuluyor. Güneşin o anda tutulacağı onun bilmesine, yazmasına tabi
değildir. Tabiidir ki, güneş nasıl olsa tutulacak; fakat alimin geniş ilmi onu
vaktinden evvel gördü. İşte bizim bugün yapacağımız işleri Allah'ın ezelden
bilmiş olması da böyledir." [283]

IX. İrade:

Allah'u Teala'nın irade sıfatı vardır. İrade bir şeyin şöyle olup da, böyle
olmamasını dilemek ve dilediği gibi tayin ve tahsis etmektir. Dünya da olmuş ne
varsa hepsi Allah'ın dilemesi ile olmuştur. Mümkün olan her şeyin hangi şekil
ve zamanda olmasını dilemiş ise, zamanında öylece olur. Her şey O'nun irade ve
dilemesiyledir". O'nun iradesi haricinde bir şey olamaz. [284]

X. Kudret:
Allahu Teala'nın, nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen bir kudreti vardır.
Kudretinin yetişemeyeceği şey yoktur. Bu kadar yıldızlarıyla, güneşleriyle,
dağlarıyla, ovalarıyla, denizleriyle, ağaçlarıyla, hayvanlarıyla, insanlarıyla bütün
dünyayı ve kainatı yok iken var eden Allahu Teala'nın, ne büyük ve ne
nihayetsiz bir kudret sahibi olduğu az bir düşünme ile anlaşılabilir. Binaenaleyh,
Allahu Teala, ezeli olan kudret sıfatıyla herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya
kaadirdir. [285]

XI. Kelam:

Kelam, Allahu Teala'nın harf ve savta muhtaç olmayarak söylemesidir. [286]

XII. XIII. İşitmek Ve Görmek:

Allahu Teala görülmek veya işitilmek şanından olan her şeyi görür, işitir. O'na
uzaklık, yakınlık, karanlık gibi şeylerin hiç te'siri yoktur. İçimizdeki fısıltıları da
işitir. Hikmetinin muktezasına muvafık olarak kullarının yaptıkları dualara
cevap verir. Allah'ın görmesi ve işitmesi olduğu Kur'an-ı Kerim ile sabittir. [287]

XIV. Tekvin:

Cenab'ı Hakk'ın bilfiil yaratmak sıfatı demektir. Bütün varlıkların hakiki


yaratanı Allahu Teala Hazretleridir.
Allah'ın yaratmak, rızk ve ni'met vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi
olan bütün fiilleri, yaratma sıfatına racidir."
Her cismi ve mahiyetini, özelliklerini yaratan da O'dur. Her şeyi işiten, gören,
bilen ve gücü her şeye yeten, ancak ve yalnızca O'dur. Tek sığınılacak, yardım
istenecek, mutlak itaate layık, her buyruğu mutlak hakikat olan da O.
Korkulmaya ve sevilmeye, korku ve sevginin de yaratanı olarak layık olan
O'ndan başkası değildir. Dünyevi ve uhrevi kurtuluş ancak O'ndandır.
Yalnız O'ndan yardım ister, ancak O'na kulluk ederiz.
O'ndan başka ilah yok, O'ndan başka sığınak da yok. O'ndan geldik, O'na
döneceğiz.!
Ne mutlu o kimselere ki, kalplerinden ve kafalarından sahte ilahları silmiş,
Allah'tan başkasına kul olmayı reddetmiş. yalnızca O'na kul olma şeref ve
hürriyetine erişmişlerdir.
Ne mutlu o kimselere ki, onlar Allah (cc)'ı severler, Allah (cc) da onları!
Allah(cc) cümlemizi kulluğu ile şereflendirdiği, sevgisini kalplerine yerleştirdiği
kullarından eylesin.![288]
[1]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
7-8.
[2]
Zariyat: 51/56.
[3]
Prof. Dr. A.Zeydan, İslam'da Fert ve Devlet Münasebetleri. Kayhan Yay. İst.
1978, s.69
[4]
Ömer Nesefı, Akaid, Otağ Yay. İst. 1978, s.59
[5]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
9-11.
[6]
Prof. Dr. Rasim Adasal, Liderler ve Kahramanlar Psikolojisi, Yeryüzü
Tanrıları, Minnetoğlu Yay. İst. 1982, s.74
[7]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 82-84.
[8]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 62.
[9]
Mevdudi, Kur'an'da Dört Terim, Beyan Yay. İst. 1990, s.16-17.
[10]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
11-14.
[11]
Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal'il Kur'an, Ilıcak Matbaası. Akit. İst, 1990.c
l,s.430.
[12]
Bakara: 2/27.
[13]
Prof. Dr.Seyyid Kutub, age, s.105.
[14]
Prof. Dr. Seyyid Kutub, age, s.77.
[15]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
14-15.
[16]
Prof. Dr. Metin Yurdagür, Esma-i Hüsna, Marifet yay. İst. 1996, s.68
[17]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
16.
[18]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age. s.76.
[19]
Celalettin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, Pınar yay. İst. 1987, S.122.
[20]
Abdulkadir Geylani, İlahi Armağan, Bedir Yay. İst. 1997 s. 103.
[21]
Ebul Hasan en-Nedvi, İslam Düşünce Hayatı, İst. s.237.
[22]
Mevdudi, age, s.23-25.
[23]
En'am: 6/22.
[24]
En'am: 6/23.
[25]
En'am: 6/24.
[26]
Prof. Dr. Seyyid Kutup, Fiziki il Kur'an cl, s.96.
[27]
Celalettin Vatandaş, age, s.246. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları,
Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 17-22.
[28]
Prof. Dr. Metin Yurdagür, age, s. 198.
[29]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
22-23.
[30]
en-Neml: 27/60-64. Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Kerim Meali Hakim,
Risale yay.1957, İst. S.383.
[31]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
23-24.
[32]
Furkan: 25/3. Mevdudi, Kur'an'da Dört Terim, Beyan yay. İst. 1990 s.27.
[33]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
25-28.
[34]
Dr.Yaşar Fersahoglu. Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet yay. İst. 1998, s.40.
[35]
İmam Gazali, İhya, c.lll, s.10-11.
[36]
Yusuf: 12/53.
[37]
Tevbe: 9/118.
[38]
Fecr: 89/27, 28.
[39]
Y. Fersahoğlu. age, s.40.
[40]
Kriton Dinçmen, Dekstriptiv Psikiyatri, Atlas Kitabevi, İst. 1969, s.223.
[41]
Kritan Dinçmen, s.224.
[42]
Kriton Dinçmen, s.249.
[43]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
29-32.
[44]
Kriton Dinçmen, age, s.248.
[45]
Y. Fersahoğlu'dan, R.Ramazan el-Buti, Kur'an Eğitiminin Eşsiz Metodu s.23.
[46]
Araf: 7/146.
[47]
Y. Fersahoğlu, age, s.257.
[48]
Bakara: 2/13. Prof .Dr. Seyyid Kutub, age, c.I, s.89.
[49]
Fussilet:41/15.
[50]
Prof. Dr. Seyyid Kutub, age, c.II. s.85.
[51]
Y. Fersahoğlu, age, s.269.
[52]
Mü'minun: 23/24.
[53]
Prof. Suat Yıldırım, Kur'an'da Muhiyet, Kayıhan Yay.İst. 1987, s.295 s.269.
[54]
Hud: 11/91.
[55]
A'raf: 7/127.
[56]
Şuara: 26/111.
[57]
Şuara: 26/114, Hud: 11/29-30.
[58]
Furkan: 25/43.
[59]
Bakara: 2/13. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi,
Marifet Yayınları: 32-38.
[60]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
39.
[61]
Doç.Dr. Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslam, Beyan Yay. s.
102-104.
[62]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
39-40.
[63]
Ezraki, Ahbaru, Mekke, I, 121.
[64]
Ezraki, Ahbaru, Mekke I, s.121 Doç. Dr. Vecdi Akyüz, 183, İst. 1994.
[65]
Doç. Dr. Nedim Macit Kur'an ve Hadislere göre Şirk ve Müşrik Toplumu,
Ribat Basın Yayın A.Ş. Konya,1992 s.79.
[66]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 87.
[67]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 64-72 .
[68]
Doç. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu, 32.
[69]
T.W.Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, Akçağ yay. Ank. 1978. s.326.
[70]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, 108.
[71]
Doç.Dr.Ekrem Sarıkçıoğlu, age, s.91. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü
Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 40-46.
[72]
Embiya: 21/8.
[73]
Furkan: 25/7. Cavit Yalçın, Kavimlerin Helaki, İst. 1997, s. 134.
[74]
Kehf: 18/110.
[75]
Furkan: 25/20.
[76]
Zuhrut: 43/31,32.
[77]
Ra'd: 13/38.
[78]
Sebe: 34/37. Y. Fersahoğlu age s.325-28.
[79]
Kehf: 18/110.
[80]
Necm: 53/2-4. İhsan Süreyya Sırma, Hilafette Saltanata, Beyan Yay. İst.
1991 s. 19.
[81]
Ebu Davut, İbni Mace.
[82]
Buhari.
[83]
Prof. Seyyid Kutub, Fizilal'il Kur'an, c.l s.296.
[84]
E.H.Yazır Hak Dini Kur'an Dili VII. s.3871.
[85]
Hud: 11/53.
[86]
Prof. Suat Yıldırım, s.298.
[87]
İsra: 17/90-93.
[88]
İsra: 17/93.
[89]
Y. Fersahoğlu, age, s.328.
[90]
Atilla Tokatlı, Tarih Boyunca Politika, Hür yay, İst. s. 132.
[91]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
46-53.
[92]
Maide 5/16.
[93]
Tevbe: 9/30.
[94]
Tevbe: 9/1.
[95]
Sebe: 34/40.
[96]
Prof. Suat Yıldırım, age, s.298.
[97]
Cedu'l Mevla, Kısasu'l Kur'an, Şam, 1954, s. 15.
[98]
Yeni Türk Ansiklopedisi. Ötüken Yayınlan, 8.cilt s.3150.
[99]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
53-54.
[100]
Artur T.Jersıld, (Çev.Gülseren Günce) Çocuk Psikolojisi, Ank.Üni. Eğitim
Bölümleri Fakültesi yay. Ank. 1983, s.373.
[101]
Hud: 11/51.
[102]
Tirmizi, Da'vat 70, V, 519, 520.
[103]
Y. Doç. Dr. Ali Çelik, İslam'ın Kabul yada Reddettiği Halk İnançları, Beyan
Yay. yay. s.74.
[104]
Celalettin Vatandaş, age, s.110.
[105]
İbrahim Canan, Büyük Hadis Külliyatı, c.4. s.200.
[106]
Zaman, 6 Mart 1999.
[107]
Ekrem Sarıkçıoğlu, s.93.
[108]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
54-59.
[109]
İsra: 17/100.
[110]
H.Basri Çantay, Kur'an-ı Kerim Meali, s.292.
[111]
Bakara: 2/268. Prof. Dr. S. Kutub, Fizila'il Kur'an, c.2, s.74.
[112]
İsra: 17/31.
[113]
Ali İmran: 3/175.
[114]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
59-61.
[115]
Prof. Dr. Suat Yıldırım, age, s.291.
[116]
Nuh: 71/23.
[117]
Bakara: 2/156.
[118]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
62-64.
[119]
el-Casiye: 45/19.
[120]
Prof. Dr. Metin Yurdagür, age, s.260.
[121]
Bakara: 2/206.
[122]
Prof. Dr. S. Kutup, age, c.2, s.426.
[123]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
64-65.
[124]
Nebe: 79/29. Al-i imran:. 3/30.
[125]
AI-i İmran: 3/9, 25. Nisa: 4/87. En'am: 6/12.
[126]
Al-i imra'n: 3/185.
[127]
Nahl: 16/89.
[128]
Mümin: 40/17.
[129]
Abese: 80/34-42.
[130]
Ahzab: 33/66.
[131]
Bakara: 2/281.
[132]
Kasas: 28/62.
[133]
Yunus: 10/62.
[134]
Rahman: 55/46.
[135]
Ankebut: 29/58-59. Yunus Fersahoğlu, age, s. 84.
[136]
Fatır: 35/28.
[137]
Enbiya: 21/28.
[138]
E.H.Yazır, age. s.366.
[139]
Enbiya: 21/49. H.B.Çantay, s.326.
[140]
Ra'd: 13/21. H.B.Çantay, s. 252.
[141]
Taha: 20/3. H.B.Çantay, s.312.
[142]
Mü'minun: 23/57-59. H.B.Çantay, s.345.
[143]
Nur: 24/52. H.B.Çantay, s.358.
[144]
Taha: 20/43-46. H.B.Çantay, s.314.
[145]
Prof. Dr. S. Kutub, age, c.4 s.42-44.
[146]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
65-69.
[147]
S. Kutup, age, c.2 s.84.
[148]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
70-71.
[149]
Artur T. Jersıld. age. s.388.
[150]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
72-75.
[151]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
75-77.
[152]
M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, c.I, s: 572-80.
[153]
Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal'il Kur'an, c.I, s.328.
[154]
Meryem: 19/96.
[155]
Bakara: 2/165.
[156]
Bakara: 2/166.
[157]
Bakara: 2/167.
[158]
Ali İmran: 3/3.
[159]
E.H.Yazır, age, s.472-476.
[160]
E.H.Yazır, age, s.472-476.
[161]
E.H.Yazır, age, s.278.
[162]
Lokman: 31/13.
[163]
E.H.Yazır, age, s.479.
[164]
Ali imran: 314.
[165]
Ali imran 3/15. S.Kutup, age, c.2 s.229.
[166]
Bakara: 93. Nisa: 4/153. A'raf: 7/148.
[167]
S.Kutup:age, c.l s. 193.
[168]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, s.104. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları,
Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 77-84.
[169]
E.H.Yazır, age, s.64.
[170]
Bakara: 2/186.
[171]
E.H.Yazır, age, s.546.
[172]
Kaf: 50/16.
[173]
E.H.Yazır, age, s.546.
[174]
Tirmizi.
[175]
Y.Fersahoğlu, age, s.249.
[176]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
84-87.
[177]
el-Mü'min: 40/66. Mevdudi, age, s.89.
[178]
Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.Hadis Külliyatı, c.5. s.239.
[179]
Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.Hadis Külliyatı, c.5, s.240.
[180]
Zumer: 39/8. E.H.Yazır, age, s.478.
[181]
Prof. Dr. S.Kutub, age, c.l s.360.
[182]
Tirmizi. Prof. Dr. İbrahim Canan, B.H.Külliyatı, c.5 s.333.
[183]
Prof. Dr. Abdülkadir Şeybe, Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, Beyan
Yay. 1995, s.22-23.
[184]
El-A'raf: 7/23.
[185]
El-Bakara: 2/286.
[186]
Akit, 3 Kasım 1998.
[187]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
87-92.
[188]
Zumer: 39/53.
[189]
Hicr: 15/56.
[190]
Fussilet: 41/49.
[191]
Şura: 42/23.
[192]
Mümtehine: 60/13.
[193]
Rum: 30/12.
[194]
Rum: 30/36.
[195]
Rum: 30/49.
[196]
el-Mü'minun: 23/77.
[197]
Ankebut: 29/23.
[198]
İsra: 17/83.
[199]
Zuhuf: 43/75.
[200]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
92-93.
[201]
A.T. Jersıld, age, s.390.
[202]
Prof. Dr. Rasim Adasal, age, s.81-83.
[203]
Zumer: 39/62.
[204]
Prof. Dr. Seyyid Kutub, Fizilal'il Kur'an, c.l s.86.
[205]
Prof. Dr. S.Kutub, Fizilal'il Kur'an, c.2 s.84.
[206]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
94-97.
[207]
Prof. Dr. Seyyid, S.Kutup, age, c.l s.38.
[208]
Prof. Dr. S.Kutub, age, c.l s.38.
[209]
Ali Çelik, age, s.73-74.
[210]
Meryem: 19/81.
[211]
Yasin: 36/74.
[212]
Mevdudi, age, s.17.
[213]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
97-99.
[214]
Dr. Neşet Çağatay, İslam Dönemine dek Arap Tarihi, Atatürk Kültür Dil
Tarih Yüksek Kurum VII. 1989. s. 102-111.
[215]
E.Sarıkçıoğlu, age, s.72.
[216]
Prof Dr.Rasîm Adasal, Kahramanlar Psikolojisi. Minnetoğlu yay. İst. 1982,
s.74.
[217]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
100-101.
[218]
Doç. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu, age, s.27.
[219]
E. H.Yazır, age, s.98.
[220]
Şah Veliyullah Ahmed ed Dehlevi, Huccetullahi'l Balığa c, 1 s.59-61, Darül-
Marife, Beyrut.
[221]
Bakara: 2/165.
[222]
Maide: 5/116.
[223]
Tevbe: 9/31.
[224]
Mülk: 67/20. Hud: 11/54.
[225]
Yasin: 36/75.
[226]
Zümer: 39/43, 44.
[227]
E.H.Yazir,s.175.
[228]
Doç. Dr. Ali Çelik, age, s.69.
[229]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
101-104.
[230]
Fahru'd -din er Razi, İslam İnancının Ana Konulan Çev. Nedim Macit, İhtar
Yay. s.74.
[231]
en-Nahl: 16/51.
[232]
Mevdudi, age, s.21.
[233]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
104-106.
[234]
S. Kutup, age, s.37.
[235]
E.H.Yazır, age, 475-477. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk
Psikolojisi, Marifet Yayınları: 106-107.
[236]
Cahit Yalçın, age, s.108.
[237]
Prof. Dr. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Kayıhan Yay. c.l s.92.
[238]
Doç. Dr. Ali Çelik, age, s.72.
[239]
Prof. Dr. Philip K.Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi c.l Boğaziçi Yay.
İst. 1980 s.146-147 ( Çev: Salih Tuğ).
[240]
A'raf: 7/138.
[241]
Bk.Ebu Şame, 101-105.
[242]
Cilt 4, s. 192, 7560.
[243]
İsra: 17/82.
[244]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
107-110.
[245]
E.H.Yazır, age, c.4, s.5381.
[246]
Ali Çelik, age, s.76.
[247]
E.H.Yazır, age, c.4 s.462-463.
[248]
Ali İmran: 3/80.
[249]
Mevdudi, age, s.20.
[250]
Mevdudi, age, s.22-23.
[251]
Yunus: 10/18.
[252]
Ömer Nasuhi Bilmen, İlim Tevhid, Beyan Yay, İst. 1979 s.79.
[253]
A.Hamdi Akseki, age, s. 65.
[254]
Prof. Dr. Suat Yıldırım, age, s.297.
[255]
Şuara: 26/88-89.
[256]
Prof. A. Özek ve Ank. Kur'an Meali, Medine,1991 s.370.
[257]
Rum: 30/13.
[258]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
110-114.
[259]
Haşr: 59/21.
[260]
Muhammed Esed, age, s.l 134.
[261]
Haşr: 59/22.
[262]
Metin Yurdagür, age, s.69.
[263]
Metin Yurdagür, age, s.69.
[264]
A. Hamdi Akseki, İslam Dini, İst. 1942, s.63.
[265]
Metin Yurdagür, age. s.69.
[266]
Metin Yurdagür, s.82.
[267]
Metin Yurdagür, s. 82.
[268]
Metin Yurdagür, s.69.
[269]
Metin Yurdagür, age, s.69.
[270]
El esmaü'l-hüsna: 'En güzel isimler' tabiri bütün Kur'an'da dört sefer geçer.
İsim denilince ilk akla gelen ele alınan ya da işaret edilen herhangi bir nesnenin
özünü, cevherini, kendi özünden, yapısından ileri gelen özellik ve niteliklerini
göstermek üzere seçilen bir kelime oluyor. ‘El hüsna' terimi ise 'el hasen, en
iyi/en güzel sözcüğünün çoğulu. Hal böyle olunca, 'El esmaü'l-hüsna' terkibini,
'yetkinliğe, kusursuzluğa dair sıfatlar' şeklinde çevirmek yanlış olmayacaktır.
(Muhammed Esed, age, s.l134)
[271]
Haşr: 59/24. MelinYurdagür, age, 70.
[272]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
115-122.
[273]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
122.
[274]
A. Hamdi Akseki, age, s.64.
[275]
A. Hamdi Akseki, age, s.64.
[276]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
122-123.
[277]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
124.
[278]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
125.
[279]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
125.
[280]
A.Hamdi Akseki, age, s.67-68. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları,
Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları: 125.
[281]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
125-126.
[282]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
126.
[283]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
126-127.
[284]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
127.
[285]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
127.
[286]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
127.
[287]
Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Marifet Yayınları:
127.
[288]
A. Hamdi Akseki, age, s.69. Dr. Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları, Şirk
Psikolojisi, Marifet Yayınları: 128.

You might also like