Professional Documents
Culture Documents
Yeryüzü Tanrıları - Şirk Psikolojisi. Dr. Hamdi Kalyoncu 85
Yeryüzü Tanrıları - Şirk Psikolojisi. Dr. Hamdi Kalyoncu 85
MARİFET YAYINLARI
Tanıtım
Sağlıklı bir ruh hali için, insanı aşağılayan ve başkalarına köle yapacak psikolojik
etkileşimlerden koruyan “Tek İlah” anlayışına ihtiyaç vardır.
“İLAH..!”
Tek ilaha inananlar için bu kelime son derece önemli. Kabul edilemeye layık bir
“iman” bu ilah kelimesinin içeriğini yani anlamını “Tek İlah” olan Allah’tan
başkasına vermemeyi gerekli kılar.
Bir taraftan tek tanrıya inandığını söyleyen, öte yandan “ilah” kavramının
içeriğini başka kişilere, makamlara, objelere, nesnelere atfeden kişinin Tanrı
inancı kabul görmediği gibi bunun sorumluluğunu da yüklenmiş olur.
Kişinin “imanı”nı elinden alan, yaptığı bütün iyiliklerin boşa çıkmasına sebep
olan ve ebedi kurtuluş ümidini söndüren bu sapmadan korunmak insanın bir
numaralı görevi. Çünkü eğer şirkten korunmamışsa yaptığı bütün işler faydasız,
ibadetler boşuna ve ebedi mutluluk kaybedilmiş olacak.
Ayrıca bir kişinin Gerçek ve Tek Olan İlah’tan başkasına kul köle olması, onları
tanrılaştırması, kendisini alçaltması demektir ki, bu durumda ruh sağlığını da
koruması imkansız denecek kadar zorlaşır.
Öncelikle “ilah”ın anlamını çok çok iyi bilmelidir. İlahın anlamını yeterince
kavramalı ki, farkına varmadan başka şeyleri yüceltip tanrılaştırmaktan
kurtulmak mümkün olsun.
İLAH; dua edilen, sığınılar, yardım istenen, güvenilen, en çok sevilen, en çok
korkulan, her söylediği mutlak hakikat olan, her
İşte “Yeryüzü Tanrıları” ŞİRK PSİKOLOJİSİ isimli kitap bu amaçla ele alındı.
Önsöz
İlah Edinme
İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri
İnançların insan hayatı üzerindeki belirleyici etkisi, başka hiçbir şeyle kıyas
kabul etmeyecek derecede önemlidir. Kendi elinde olmayan bir şekilde ve yine
kendi iradesi dışında belirlenen bir zaman ve mekanda hayata gözlerini açan
insanoğlu hep bir inançla yaşamıştır. En inkarcı bir halde bulunduğu zamanda
bile inkarını iman haline getirmiş ve varlığını varlıklarına bağladığı birilerini ya
da bir şeyleri elinde, dilinde, zihninde; yanında, yöresinde, meydanında,
mabedinde, çarşısında, pazarında; sözünde, kitabesinde; taşında; dileğinde,
duasında; yaşında, başında, yönetiminde hep yaşatır olmuştur. Zaman, zaman
birlediği, bazen de ihtiyacına göre çeşitlendirdiği ve çoğalttığı tanrıları ile
birlikte olmaktan haz duymuş ve hayatı kendince böyle anlamlandırmıştır.
Tanrı ya da tanrılara o kadar ihtiyaç duymuştur ki, Batılı bir düşünürün; "Eğer
tanrı yoksa onu biz yaratmalıyız" sözü bunun ne derece kaçınılmaz bir ihtiyaç
olduğunun ifadesi olması bakımından oldukça anlamlıdır. Öyle ki, insanoğlu
için bir Tanrıya inanmak ve bağlanmak hayatın gayesidir’ demek hiç de
yadırganacak bir hüküm olmaz.
Esasen, İslam bunu açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur.
Ayette:
"Ben cinleri de, insanı da ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım," buyuruluyor. [2]
"İbadet kavramı ise, Allah'ın arzu ettiği, gizli ve açık söz ve davranışların
bütününü içine alır.
Bu geniş anlamı ile ibadetin yerine getirilmesi, insanın kendi hayatını, çeşitli
davranış ve sözlerini, tasarruflarını, diğer insanlarla olan ilişkilerini İslam'ın
gösterdiği şekilde ayarlamasını gerekli kılar.[3]
Bu ise insan psikolojisini temelden etkileyen, yeniden Kur’an ve hayatı baştan
sona yönlendiren esaslı bir olgudur. Burada konunun nirengi noktasını teşkil
edecek temel soru şudur: "İnsanın duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bu
derece önemli rol oynayan, hayatı belli bir düzene sokan inançların esası nedir?"
Yine bundan hareketle; "İman ve ilah edinmek kavramları ile insan ihtiyaçları
arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
İnsanın varlığını sürdürmesi bakımından; 'Hüküm ve hikmet sahibi', her şeyi
bilen bir ilah olan Allah'a iman, esasen neyin kabul ve tasdik edilmesidir? Bu
inançtan sapmanın anlamı, insan psikolojisi açısından neleri ifade eder? Bunun
anlaşılması için öncelikle 'iman' kavramı yerli yerince ve yeterince doğru olarak
kavranmak.
İslam alimi Ömer Nesefı, imanı 'mutlak tasdik' olarak tarif ediyor, "Habercinin
haberine veya hüküm verenin hükmüne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt
etmeden inanmak, onun doğru olduğunu kabul etmektir" diyor.[4]
İslam'da istenen İman; Allah Resulü'nün getirdiği haberi tereddütsüz kabul ve
tasdik etme anlamında olup, kabul ve tasdik edilmesi istenen haberin esası ise
ilah'ın "tek" oluşu üzerine kuruludur.
Doğruluğu peşinen kabul edilmiş inançların test edilmesinin kolay olmayacağı
açıktır.
İnsanın hayata gelişinin, hayatla ve yaratılışla ilgili temel sorularının izahı ve
tüm davranışlarının şekillenmesi bu noktadaki kabuller, yani inançlar üzerinde
gelişir. Dolayısı ile insan davranışlarını anlamak bakımından bu inançların
teşekkülü irdelenmeli ve bu noktadaki sağlam kaynaklara dayalı ilahiyat bilgileri
ve konu ile ilgili sosyal bilimlerin ışığında çarpıklıklar ortaya konmalıdır. Bu
hususta bize öncelikle yardımcı olacak bilim dalları şüphesiz ki Psikoloji,
Psikiyatri ve Sosyolojidir. Biz burada daha çok Psikiyatri ve Psikolojiden
istifade yoluna gideceğiz. [5]
İlah Edinme İhtiyacı
İslam'a göre tek ilah olarak kabul edilen Allah, 'her şeye gücü yeten'dir.
O; kuvvetli, kudretli, izzetli ve Kahhar olan bir ilahtır. Müslüman O'na
yöneldiğinde, şu varlıklar aleminde Hakk'ın kendisi olan biricik kuvvete
yönelmiş olur. Her türlü sahte kuvvetlerden kurtulup sükunete ulaşır, gönül
huzuruna kavuşur ve rahat eder. Artık mü'min hiç kimseden, hiç bir şeyden
korkmaz.. O, şunun bunun vergi ve mahrumiyetine de tamah etmez." [11] Çünkü
o, ruhlar aleminde Rabb'ine söz vermiş, Rab ve ilah olarak O'nu kabul etmiş;
O'nunla ahitleşmiştir.
Müslüman, "Allah'ın ahdini te'kid ettikten sonra bozanlar.." [12] dan olmak
istemez.
Müslüman'ın hayatı bu ahitleşme üzerine şekillenir. Bunun için o, Allah'tan
başkasını ilah ve Rab olarak kabul edemez. Esasen ezelde yapılan bu
ahitleşmenin Allah'la tüm insanlar arasında olduğuna inanılır.
"Allah’u Teala ile beşer arasındaki ahdin bir çok çeşitleri var. Bunlardan biri
insanoğlunun Halik'ını (yaratıcısını) bilmesi ve O'na yönelip ibadet etmesi için
yaratılışında sahip olduğu fıtri ahittir. Allah'ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı,
insan fıtratında daimidir. Şu kadar var ki bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve
Allah'a ortak aramaya koyulur."[13]
Bir olan ilah ile yapılan bu sözleşmeye riayet ise 'takva' ile ifade edilir.
"Muttakiler için... Bu kitaptan (Kur'an'dan) kalbe faydalanma ehliyeti veren,
takvadır. Kalbin kilitlerini açan takva, o nurun kalbe girerek vazifelerini
yapmasını sağlar.
Faydası olan her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye
ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvadır.
Kur'an'da hidayeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve hulüs-u
niyyetle teveccüh etmesi zaruridir. Daha sonra buna (Kur'an'a) korkan, korunan,
delalete düşmekten yahut herhangi bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen
bir kalple yanaşması lazım gelir. İşte o vakit Kur'an esrar ve envarını açar."[14]
Böylece kul ile ilah arasında uyum yolu da açılmış olur. [15]
Hangi psikolojik mekanizmalar sonucu İnsanlar, 'Bir' olan Allah'ı bırakır da,
birden çok ilah edinme ihtiyacı duyarlar ve de Allah'a has olan ilahlık kudretini
başka şeylere yakıştırırlar? Bu soruya sağlıklı bir cevap bulabilmek için şirkin
psikolojik mahiyetini iyi irdelemek gerekir.
"La ilahe illallah" demeden; yani "tanrı olduğu zannedilenler ya da tutum,
davranış, söz, yönetim ve yöntemleri ile kendilerini ilahlık mevkiinde görenler
ilah değildir" demeden ve öylece inanmadan kimsenin imanı sahih
olmayacağına göre konu hadsiz derecede önemli. Kul ile tanrısı arasında ruhi bir
bağ olan İman, bu ilah kavramı üzerine kurulu.
Allah Resülü'nün; "Sizin için endişem, tekrar küfre döneceğiniz ihtimalinden
değil, size karanlıkta karıncanın ayak sesleri gibi gizli ve sinsi gelecek olan
şirktendir" anlamındaki sözleri, şirki, mahiyeti ile tanımanın ne denli önemli
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte ancak o zaman, karıncanın ayak
sesleri kadar sinsi gelen düşmana karşı korunmak mümkün olabilir.
Şirk olayını hayatın her alanında görmek mümkün: Günlük işleri düzgün gitsin
diye yanında taşıdığı uğur simgesi (soteria) bir boncuk, bir tutam saç, içinde ne
yazdığı pek de önemli olmayan ve merak da edilmeyen bir muskadan uğurlu
kelime ve sayılara; hayatı üzerlerinde yetki sahibi olarak kabul ettiği dini ve
idari otoriteleri olağan üstü görerek putlaştırmaya kadar her alanda!
"İnsanlar kendilerine egemenlik eden, onları büyüleyen liderleri veya şefleri ölür
ölmez kısa bir süre içinde yenilerine dönerler. Bu süreli olarak iktidarı
doldurmak ve boş bırakmamak, esasen daima ona bağlı olduğumuz ve kendisini
saydığımız kutsal bir varlığı tutmanın ihtiyacıdır. Kişiler gider; lakin insan
gönüllerinde kutsal olan ve putlaştıran güçler ve değerler kalır.
Bu putlaştırılan güçler zamana, tarihî dönem ve gereğe göre bir kurt-tanrı, bir
çakal-tanrı, bir öküz-tanrı, savaşan bakire, her şeyi yutan bir ejder, bir doğurucu
karınlı ana, yıldırımlar saçan Zevfe, Sezar gibi bir imparator, Hitler gibi bir
lider, bir Prima Donna yani çok yönlü bir tiyatro veya sinema artisti, çılgınca
dans eden ve striptiz yapan bir dansöz, bir seks vampiri, sesiyle gençleri
çıldırtan ve yerlerde tepindiren Elvis Presley gibi bir şarkıcı, bir karlı tepeden
öbür karlı tepeye uçan bir kayakçı veya Arjantin'de yapılmış olan futbol şampi-
yonasında takımını golleri ile şampiyon yapan bir Kempes gibi sporcu da
olabilir.
Kutsallaştırılan (obje ve) hayallerin çeşidinin çok oluşu, değişik insan
gruplarından ve kültürlerinden kaynak aldıklarını gösterir. (En ilkel
kabilelerden, en yeni örgütlü topluluklara kadar).Bunlardan bazılarının
süreklilikleri ya da evrensel tarihin değişkenlikleri arasında yeniden
canlanmaları, daima ve her yerde, insanların durmadan yeni putlar ve yeryüzü
tanrıları yarattıklarını gösterir.
Lakin bütün bunlar putlara tapmaya olan insancıl ihtiyacı derinliğine anlamamız
için yeterli aydınlatmalar sayılmaz. Putlara tapmanın ve her alanda suni putlar
yaratmanın dünya üstünde evrensel olması, bu durumun tarih boyunca sürmesi
ve özellikle müspet bilimlerin her çeşit teknik başarıları ile egemen oldukları
toplumlarda bile itibar görmesinin mantıksızlığı (ve anlaşılmazlığı) bunun insan
ruhunda çok derin kökleri olduğunu gösterir. Bundan ötürü bunun aydınlanma-
sını en iyi şekilde bize psikanalitik metotlar sağlar.
Bütün insancıl eğilimler, zorlayıcı hevesler, zevke dönük dürtüler, saplantılar,
alışkanlıklar ve daha genel bir terimle bilinç dışı komplekslerin aydınlanması
için kullandığımız yolu,"Putlara tapma ihtiyacı"nı da anlamak için kullanmak
gerektir. Herhalde bunun için de, insan yaratığının çocukluğundan itibaren
erginliğe doğru giden gelişme yoluna girmelidir. Yeni doğan her insan yavrusu,
temel psikolojik ihtiyaçlarını doyurmak için tamamıyla çevresine ve özellikle 5
yaşına kadar annesine veya onun yerine geçenlere bağımlıdır. Bu, annede, henüz
duygusal yetersizliği ve kendi vücudunun hayalinin bütünlüğünü
kavrayamaması dolayısıyla, çocuk ancak hayal meyal olarak bazı yerler görür:
Bir meme veya emzik tutan bir el ve bunlara katılmış olarak bir koku, dokunma
duyguları, az çok hoş olan durum değişmeleri gibi... Bu dağınık duygular,
sinirsel olgunlaşma yokluğu dolayısıyla, bir bütünlük halinde reaksiyonlarda
bulunur. Anne, bebek bağırmalarına karşı bir şey vermesi ya da ihtiyaç olduğu
anda kaybolmasına göre; ve henüz mevcut olmayan bir zaman karışmasıyla da
bu birbirinin tersi olan hayaller aynı anda karışık bir şekilde bulunur.
Bunlar erginlik çağına kadar bilinç dışı derinliklerde yer alır ve ancak
psikanalitik bir inceleme ile meydana çıkarılabilir. Bunlar bazı lojik (bilim) dışı
inançlarda ve kollektif topluluklarda önemli bir rol oynar. Bu bağımlılık, az çok
genel bir güvensizlik de yaratır..
Şüphesiz ki her şey bunlarla bitmez. Lakin daha sonraki denemeler ve
gerçekliklerle karşılaşmalar şu veya bu şekilde hazırlanmış olan bir zeminde
vaki olmaktadır."[18]
Geliştiği zeminin özelliklerine göre, kişilikler başkalarına sığınmaya, kolayca
inanmaya, bağlanmaya ve itaate; gereksiz korkulara, sapmış sevgilere, umut ve
beklentilere eğilim oluşturur. Bütün bu çalışma süresince göreceğimiz psikolojik
özellikler, defektler (eksiklikler) ve bunların analizleriyle ilah edinmenin
hazırlayıcı, kolaylaştırıcı zeminini irdelemeye, anlamaya çalışacağız.
İnsanlar çoğunlukla kendi durumlarının farkında değillerdir. Kendilerini şirk
içine sokan sebepleri ve hatta şirk içinde olduklarını bile bilmekte ve anlamakta
zorluk çekerler.
Bunun için İslam alimlerinin insanları sürekli olarak uyardıklarını görürüz.
Abdulkadir el-Geylani; "Allah'tan başka her kime itaat ediyorsan, o senin ilahın
olur. Kimden korkuyor ve kurtuluşu kimden bekliyorsan onu ilah seçmişsin
demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah'ın o işi onun eliyle
yaptığını görmüyorsan o senin için ilahtır. Ey kalbi ölü olanlar! Ey güç ve
kuvvetlerinin putlarına tapanlar; geçim kaynaklarını, mallarını ve
memleketlerinin sultanlarını putlaştıranlar! Kim zarar ve menfaati Allah'tan
değil de başkasından görüyorsa o, Allah'ın kulu değil, onun kuludur.." [19] diyor
ve devam ediyor;
"Yalnız dille şahadet getirmek sana fayda vermez.
Çünkü kalbinde birçok ilah vardır. İdarecilerden olan korkun kalbine ilahtır.
Çalışmasına, kuvvetine ve yaptığın ticaretine güvenmen sana birer ilahtır. Onları
kalbinden çıkarmadıkça, 'Allah'tan başka ilah yoktur' demen faydasızdır.. Neye,
kime itimad ediyorsan sana ilah o'dur."[20]
Ebul Hasan el Nedvi de;
"Allah'tan başka kime itaat ediyorsan o senin ilahın olur; Kimden korkuyor ve
ondan kurtuluşu diliyorsan, onu ilah seçmişsin demektir. Zarar ve menfaati
kimden biliyor ve Allah'ın o işi, onun eliyle yaptığını görmüyorsan, o senin için
ilahtır." [21] diyerek uyarıyor.
Mevdudi de konuya şöyle açıklık getiriyor;
"Durmadan, 'Allah'tan başka ilah yoktur' kelime-i şahadetini tekrarladığı halde
(insanlar) Allah'tan başka birçok ilahlar edinirler.. Şüphesiz ki bu şahıslar
Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilah ve Rab olarak
adlandırmaz. Lakin bu dil iledir. Bunun yanında, bu iki kelimenin kullanıldığı
manalarda birçok ilahlar edinir de, zavallıların bundan haberleri bile olmaz."
Bir kimse; "Ne olursa olsun herhangi bir şeyi kendisi için veli, yardımcı,
kötülükleri uzaklaştıran, ihtiyaçlarını gideren duasını kabul eden, zarar ve fayda
vermeye gücü yeten bir varlık olarak görüyor ve bütün bunları tabiat kanunları
çerçevesi dışında manalarla anlayıp, onlar hakkında kabul ediyorsa; bu, inandığı
şeyin, bu alemin nizamı üstünde bir otoriteye sahip olduğunu kabul etmesinden
ileri gelmektedir.
"İster ondan korkmak ve ona ümit bağlamak olsun, isterse onu Allah huzurunda
bir şefaatçi kabul etmek veya ona mutlak itaat ve emrine düşüncesizce uymak
kabilinden olsun (bu ilah edinmektir). Allah'tan başkasına bağlanan maddi ve
manevi bağların Allah'u Teala'ya tahsis edilmesi gerekir. Zira O, yalnız başına
bütün otoriteye maliktir."[22]
Seyyid Kutup da, ayetler ışığında şu izahları yapıyor; "Tevhid akidesinin,
berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur'an-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı
(Allah'a eş koşma) keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapa geldiği gibi, bir takım
şeyleri ilah ittihaz edip, Allah'la birlikte onlara da ibadet etmek şeklinde olmaz.
Bunun, muhtelif şekilleriyle bir de gizli olanı vardır ki: Mesela, ümitlerinin
herhangi bir şekilde Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşidi-
dir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn-i Abbas (r.a) bir rivayetinde
şöyle demektedir: "Ayette geçen öyle bir şirk çeşididir ki, bu gizlilik, gecenin
karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden
daha hafidir (gizlidir).
Hal böyleyken, söz ile, 'biz hiç kimseyi Allah'a ortak koşmuyoruz’ demenin bir
yararı yok!
"Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak
koşanlara; 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz." [23]
"Sonra onların mazeretleri, 'Rabb'imiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar
olmadık!' demekten başka şey olmadı." [24]
"Gör ki kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları
şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti!" [25]
Bir kimsenin; "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum", gibi
tabirler kullanması, eğer "şu köpek olmasaydı, hırsızlar gelirdi" şeklinde
konuşması.. Arkadaşına; "Allah ve sen isterseniz bu iş olur", "Allah'la falan
adam olmasaydı işimiz olmayacaktı", gibi sözler söylemesi hep bu gizli şirkin
bir nevidir."
Bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz efendimize; "Allah ve sen
isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Resul-i Ekrem'in; "Beni Allah'a eş mi
koşuyorsunuz?" buyurduğu rivayet edilir."[26]
Şirk bu bilgiler ve izahlar ışığında ortaya konduğunda konunun önemi daha iyi
anlaşılıyor olsa gerek. Yoksa;
"İslam'ı sadece tahtadan ve taştan imal edilmiş putları yok edip, onların yerine, o
putlar gibi hiç bir fonksiyonu olmayan, kişi ve toplum hayatına müdahale
etmeyen, hükmetmek gibi bir sıfatı bulunmayan, soyut bir tanrı inancı getiren
din olarak algılayanlar, nice sahte ilahların hükümlerine uyarak gönül
hoşluğuyla yaşarlarken, 'la ilahe İllallah'ı arada bir mırıldanarak cenneti
garantilemiş olmanın hayalleriyle avunur dururlar."[27]
Her şeyin her an yaratılıp durması ve Yüce Yaratıcı'nın yaratma fiilinin bir
kereye mahsus olmadığının bilinmesi duygu ve düşüncelerin hizaya sokulması
bakımından oldukça önemli bir husustur.
"O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hiç bir evlat edinmemiştir O.
Mülkünde O'nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratıp, bir düzen ve bir ölçü
tayin etmiştir. Böyle iken kafirler O'nu bırakıp da birtakım ilahlar edindiler; ki,
bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar.
Onların nefisleri için ne bir zararı gidermeye, ne de bir fayda sağlamaya güçleri
yetmez. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise
hiç güçleri yoktur."[32]
Yukarıda bahsi geçen Neml süresindeki ayetlerde; "Sizi gökten ve yerden
rızıklandıran" ifadesi ile bu süresindeki "yaratılıp durmak" tabirleri, üzerinde
düşünülmesi gereken çok önemli ve sadece inanca değil bilime de doğrultu
verecek boyutta ip uçları içeren ikazlar. Bunların anlaşılması halinde başka
ilahları reddedip, Allah'ı tek ilah olarak kavramanın inkar edilmesi mümkün
olmayan bilimsel ve akli delillere ulaşılır.
Her şeyi yoktan var eden ve gökten ve yerden rızıklandıran..ilah O.
Yerden gıdalar; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitamin ve mineraller.. Sonra
su ve hava.. Bütün bunlar canlılığın devamı için gerekli.
İnsana yerden rızk verilmezse açlığa ve susuzluğa ne kadar dayanabilir!.. Belki
birkaç hafta.. Sonra? Sonra, canlılık sona erer.
Yine hayat için çok önemli bir rızk olan oksijen olmaz ise hayat kısa sürede
sonlanır. Dokular içinde oksijensizliğe en fazla dayanıklı olan kaslardır ki onlar
da en çok beş dakikada canlılığını yitirir. Beyin hücreleri ise iki dakika
oksijensiz kalamıyor. Daha fazlasına dayanamıyor ve ölüyor. Tekrar oksijene
kavuşulsa bile artık beyin fonksiyon yapamadığı için, 'bitkisel hayat' denilen
olay gerçekleşir ki, solunum ve dolaşımın suni olarak devam ettirilse de kişi
çevresi ile bir ilişki kuramaz, konuşamaz, işitemez; iradi hareketlerden
yoksundur, şuuru yerinde değildir.
Eğer 'tek ilah' olan ve "rızıklandırma" kudreti bulunan 'Yaratıcı' ilah'ın bu
gıdalar, su ve hava (oksijen) ile nimetlendirmesi olmasaydı, bunu kim
sağlayabilirdi ki!
Kim gıda verir, kim hidrojen ve oksijeni yoktan var edip, sonra 2 Hidrojen’i 1
Oksijen'le birleştirerek yağmuru yağdırabilir ve yerden suları fışkırtır?
Allah'a rağmen kendilerine itaat edilen; sığınılan, umut bağlanan, korkulan ya da
Allah gibi sevilerek ilah edinilenlerin hangisi!
Bir de "gökten rızıklandırma" var ki, müthiş bir olay! Gökten verilen rızkın
kesilmesinin sonuçları yerden verilenlerin kesilmesiyle meydana gelen ölüm
gibi olmaz. Sonuç korkunçtur, ortada ne beden kalır, ne ceset; tam bir yok
oluştur gerçekleşen.
Görünür alemde, insan ve canlılar dahil bütün maddi varlıkların en küçük yapı
taşları; elektron, proton ve nötronlardır. Bunları meydana getiren alt parçacıklar
ise 'quark'lar diye isimlendirilen enerji paketçikleri. Soyut alemden somut aleme
geçişin tespit edilebilen ilk elemanları, cisim olarak var oluşun temel taşları..
Tüm madde, nihai tahlilinde bu enerji paketçikleriyle oluşuyor.
İşin en ilginç yanı, görünen bütün bu maddi alemi temelde meydana getiren
enerji paketçiklerinin kendi kendilerine varlıklarını sürdürmelerinin imkansız
oluşudur. Bunlar kesintisiz bir şekilde madde ötesi (fizik ötesi) alemden gelen
enerjiyle her an yeniden oluşur, yani yaratılır ve var oluşunu böylece sürdürür.
Eğer görünmeyen madde ötesi sonsuz bir enerjikaynağından gelen bu kesintisiz
enerji (gökten verilen rızk) bir an kesilse, bu paketçikler (quarklar) varlığını
sürdüremez. Dolayısı ile atomun elemanları olan elektron, proton ve nötronlar
teşekkül edemez yani atom, dolayısı ile madde var olamaz. Cisim, yani varlık
bir anda tükenir; hiç var olmamış gibi olur. görünürken görünmez olur. Ortada
ceset diye bir şey de kalmaz. Çünkü cesedi meydana getiren yani madde olmayı
sağlayan elemanların artık hiçbiri ortada yoktur; bu ise tam bir yok oluştur.
Cisim, madde ya da vücut, mevcut durumunu muhafaza edebilmek için bu enerji
paketçiklerinin, fizik ötesi bir alemden, sonsuz bir enerji kaynağından, büyük bir
kudretten sürekli beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, herhangi bir fiilini, yapmak
istediği herhangi bir şey için de aynı şekilde fizik ötesinin, gayb aleminin
enerjisi şarttır. Bu olmadan hiçbir fiil hayat bulamaz, oluşamaz.
İşte bir anlamda kişinin kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığı, esas yaratıcının yine
Yaradan ilah olduğu, kişinin ise sadece istek ve tercihini ortaya koymakla
kaldığının bir izahı da budur. Kişi ister, yani yönelir, Allah (cc) yaratır. Her şey
O'nun kudret elindedir. Dilerse olur, dilemez ise olmaz. İnsan iyi ya da kötüyü
tercih edişinin mükafat ve sorumluluğunu yüklenmiş olur böylece.
Demek ki, yalnızca Allah yaratıcıdır ve kendi varlığı ile kaimdir. Varlığında ve
yaptıklarında kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındakiler yani yaratılmış
olanların tümü, ilk yaratıldıkları zamanda Allah'ın yaratmasına muhtaç oldukları
gibi, ölüme kadar olan (hayat) süreleri içinde de muhtaç oluşları sürer. Ceset
olarak var olmak da yine yaratıcı kudret tarafından her an yaratılmasını
gerektirir. Hiçbir şey 'Vacibu’l vücut' yani kendi nefisleriyle ayakta duracak
kudrette değildir. Kendi varlığı ile kaim olan, kendi kendine var olabilen (Kıyam
bi nefsihi) yalnızca tek ilah olan Allah'tır. İnsan dahil tüm varlıkların, bir kere
yaratılmakla işleri bitmemiştir; her an vücutları ve fiilleri ile birlikte "yaratılıp
durmakta" dırlar. Hiç bir an kendi kendilerini ve fiillerini var ediyor değildirler.
Ve eninde sonunda rızk kesilecek, her nefis ölümü tadacaktır. Bundan kaçış
yok!. İlk insandan itibaren yeryüzüne doğan, takribi 125 milyar kişiden
kimsenin kaçamadığı gibi.!
Furkan: 25/2. ve 3. ayetlerini sürekli hatırlamalı;
"Böyle iken, kafirler O'nu bırakıp da bir takım ilahlar edindiler ki bunlar hiçbir
şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar.."
“Ve o ilahi ikaz: "Allah ile beraber ile bir ilah ha!."
Akıl gibi bir büyük nimetle şereflendirildiler, nasıl olur da; 'yaratan, rızk veren,
yardım eden, her söylediği tartışmasız ve mutlak hakikat olan, kayıtsız şartsız
itaat edilmeye layık' bir ilaha yönelmekten başka bir yol ararlar!. İşte bunu anla-
mak için şirkin, hangi duygularla insan psikolojisinde yer ettiğine bakmalı ve bu
duyguların gelişimini analiz etmelidir. [33]
"Büyüklenme"
Yüceltme Olgusu
Şirk olayının diğer bir önemli boyutu da, "yüceltme"; yani, herhangi bir nesneye
yaratılıştan verilen özelliklerin üstünde bir "olağanüstülük" atfetme olgusudur.
Bu da olağan dışı beklentiler ve ilişkiler yumağını oluşturur. Böyle bir etkileşim
ise şirk vakıasının oluşma mekanizmalarından biridir. [60]
Tapınmada Etkileşim
Yüceltme olgusu ile ilgili olarak peygamberler konusunda birbirinden farklı iki
sonuçla karşılaşırız. Bunlardan ilkinde peygamberler insanüstü birer varlık
olarak görülür, yüceltilir ve böylece tanrılaştırılır. İkincisinde ise, kendilerine
peygamberlik gelmeden önceki sosyal konumlarına bakılarak, birer insan, hatta
toplumun önünde bulunanlardan çok geride halktan biri olmalarından dolayı da
kendilerine Tanrı elçiliği yakıştırılamaz ve bunun için inkar edilirler; taşlanır,
kovulurlar; hatta öldürülenler olurdu.
Koca bir Hıristiyan alemini perişan eden ve Allah indinde sıkıntıya sokan husus
bu mekanizmanın birinci şekilde işleyişi sonucudur. Onlar Hz. İsa'yı insan üstü
bir varlık zannederek, tanrısal fonksiyonlarında tek olan ilaha ortak koşmuşlardı.
Ona Allah'ın oğlu demeleri de bundandı.
Halbuki, "Peygamberler, kendilerine Allah tarafından verilmiş bazı özellikler
taşırlar; yüce bir ahlak ve akla sahiptirler. Gerektiğinde bazı mucizeler gösterme
imkanı kendilerine verilmiştir. Ancak bütün bunlar peygamberleri insan üstü bir
konuma sokmaz. Çünkü, bu özellikler kendilerine ait değildir. Onlara Allah
tarafından verilmiştir ve bu sebeple de asıl Allah'ın övülmesi gerekir. Oysa
kavrama düzeyi düşük insanlar, peygamberlerin olağanüstü özelliklerini, onların
insanüstü bir varlık, bir tür 'ilah' olmaları ile açıklamaya çalışırlar.
Peygamberlerin aracılıktan (elçilikten) başka olağanüstü bir özelliğinin
olmadığını Kur'an'ın sıkça vurguladığı görülüyor:
"Biz onları yemek yemez kılmadık ve onlar ölümsüz (de) değillerdi" [72] gibi
ayetlerde onların birer insan olduğu hatırlatılır..
Peygamberlerde insanüstü özellikler vehmedenler ise kendilerine gönderilen
(insan) peygamberi tanımak istememişlerdi.
"Dediler ki; 'Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda
dolaşmaktadır? Ona kendisi ile birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi
gerekmez miydi?"[73]
Anlaşılan, bu yüceltme olgusu öyle bir psikoloji ki, kimin beyninde yer etmişse
o, peygamberleri bile bir insan olarak görmeye tahammül edemiyor!.
"Peygamberlik müessesesinin bir insan tarafından temsil edilmesini
hazmedemeyip itiraz edenleri Kur'an bir başka ayette şöyle anlatır;
"Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiği zaman insanların iman
etmelerine, 'Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?' demeleri mani oldu." [74]
Halbuki peygamberler ve dolayısı ile onların yolunda olan büyük insanlar, değil
yüceltilmelerini, tam aksine kendilerinin de birer insan olduklarını her vesile ile
hatırlatmışlardır. Kur'an ise bunu açık bir biçimde vurgulanmıştır.
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz
yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi." [75]
Nefislerinde zaaf bulunanlar ise; "Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük
adama indirilmeli değil miydi?' dediler. Ey Muhammed, Rabb'inin rahmetini
onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar?" [76]
"And olsun ki biz, senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve
çocuklar verdik". [77]
Nefislerini büyük görenler, apaçık ayetlere rağmen, kabullenecekleri ve itaat
edecekleri peygamberleri kendileri gibi bir insan olarak düşünemiyorlardı.
"Peygamberi reddeden kimselerin reddediş sebeplerinin (aynı zamanda) kendi
nefislerini yüceltmek olduğu açıktır. Onlar, sıradan, hele zengin ve varlıklı
olmayan birinin, peygamberlik gibi bir makamla, kendilerine üstün gelmesine
tahammül edemiyorlardı.
Ayetler bu duygulara şöyle değiniyor;
"Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri,
onlara; 'Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz', diye gelmişlerdir. 'Malları
ve çocukları en çok olan bizleriz. Azaba uğratılacak da değiliz' derlerdi.
Allah böyle düşünen insanlara şöyle bir ikazda bulunuyor;
'Ey insanlar, sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır;
yalnız inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların, yaptıklarına karşılık
mükafatları kat kattır. İşte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler."[78]
Esasen peygamberlerin birer insan olarak gönderilmeleri çok anlamlıydı.
Onların insan olması, insanların, kendilerine yapılan teklife itiraz etmelerini
engeller, mazeretlerini bertaraf eder. "Biz yaratılmış insanlarız. Bu teklifler ağır
tekliflerdir. Binaenaleyh, yerine getirilmeleri imkansızdır." şeklindeki mukadder
bir itiraza karşı Allah (cc), peygamberine şunu söylettiriyor:
"De ki; 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım.." [79]
İnsanlar; "Evet, Hz.Muhammed insandır ama, olağanüstü bir insandır"
diyebilirlerdi. Allah, "sizin gibi" sözünü kullanmak suretiyle bu yolu da
kapatmıştır. Aksi halde Allah Hz. Muhammed'i, yaptıklarını yapmaları
hususunda insanlara örnek göstermekle "teklif-i malayutak"da (tahammül
edilemeyecek bir teklifte) bulunmuş olacaktı. Allah için böyle bir şey
düşünülemez.
Ve Allah (cc), Resul'ün yanındaki kimselere sevgili Resulü
için, "arkadaşınız" diyor.
"Arkadaşınız (Muhammed) (hak olan müstakim yoldan) sapmadı, batıla da
inanmadı. O kendi heva'sından konuşmaz. O'nun konuştukları, Allah'tan gelen
bir vahiyden başka bir şey değildir."[80]
İslam'da insanların putlaştırılmaması için bütün tedbirler alınmıştı. Bu minval
üzere Resulüllah, kendisi dahil kimse için tazim istemiyordu.
"Siz Acemler gibi ayağa kalkmayınız. Onlar da birbirlerini tazim
ediyorlardı," buyurdu.[81] Sahabe de bunu bildikleri için Resulüllah geldiğinde
ayağa kalkmazlardı. O sevgili peygamber boş bulduğu yere otururdu.
İnsanların kimseye eğilip bükülmesi de kabul edilmiyordu; velev ki peygamber
için de olsa.!
Resulüllah (sav) ise; "Hıristiyanların Meryem oğlu İsa (a.s)'yı yücelttikleri gibi
siz de beni yüceltmeyin" buyurmuş ve bu yönde eğilimlere karşı koymuş.
Ve yine;
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'ya eğilip büküldükleri gibi, siz de bana eğilip
bükülmeyin. Ben bir kulum. Ve bana Allah'ın kulu ve Rasulü
deyiniz"[82] buyurmuştur.[83]
Oysa, önünde eğilmeye, övülmeye ve yüceltilmeye layık olan tek ilah ancak
Allah'tır, Çünkü "kuddüs" olan O'dur.
Allah Teala'yı niteleyen "el Kuddüs" vasfını, ilk dönem müelliflerinden Halimi;
"faziletleri ve güzel sıfatları sebebiyle daima övülen" şeklinde tanımlar. Gazali,
Allah Teala'nın sadece insanlar tarafından noksanlık addedilen vasıflardan değil,
onlarca üstünlük sayılan birtakım beşeri ve izafi anlamlı kemal sıfatlarından da
münezzeh bulunduğunu kaydeder. Bu bakımdan ona göre "el Kuddüs" Allah'ın
yaratılmışlara benzemekten, insanların "kemal" zannettiği göreceli
üstünlüklerle muttasıf bulunmaktan, her türlü eksiklik ve noksanlıktan çok uzak
ve pek temiz olduğunu beyan etmektedir. Son dönem Türk bilginlerinden
Elmalılı Hamdi Yazır ise "el-Kuddüs" için; "gayet mukaddes, her şaibeden
münezzeh, her vasfında ekmel, tahdit ü tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez,
tertemiz, pam pak" şeklinde bir açıklama getirmektedir."[84]
Yaratılmışlara "kuddüs" sıfatı verircesine, onların noksan sıfatlardan münezzeh
olduğuna inanıp bağlanmak; sürekli övmeyi bir görev addedip, mutlak itaatle
önlerinde eğilmek şüphesiz ki ilah edinmeye, putlaştırmaya götüren
davranışlardandır.
Hud (as)'a karşı çıkanların psikolojisine bakınız! Onlar;
"Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin, senin sözünden ötürü ilahlarımızı
terk etmeyiz ve sana inanmayız." [85] dediler.
Anlaşılan, onlar; doğru inancı, doğru yolu ve güzel ahlakı öğreten bir resul
değil, bir sihirbaz ve hatta hayal hanelerinin uydurduğu her şeyi gerçekleştirecek
üstün bir kudret bekliyorlardı .[86]
Görüldüğü gibi burada suç, yüceltmek istedikleri kimselerde değildi.
Mekke müşrikleri de, Hz.Muhammed (sav)'den; insan gücüyle ve risaletle ilgisi
bulunmayan, olur olmaz bir sürü
şeyler istemişlerdi.
"Dediler ki: Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız veya
hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia
ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin." [87]
Bütün bu saçmalıklara karşı Allah, Resulü'ne sadece şöyle demesini emreder;
"Fesubhanallah! Ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim?" [88]
Öteki elçiler gibi Hz.Muhammed de bir yanıyla elçi, bir yanıyla da beşerdir.
Kendisinin uyguladığı ve uygulanmasını teklif ettiği şeyler, insan gücünün
yetmeyeceği şeyler değildir. O, beşeri yönüyle, ne yapmış ve yapabilmişse
insanlar da isterlerse onu yapabilirler. Buna karşı ortaya koyacakları, kabul
edilebilir hiçbir mazeretleri de olamaz".[89]
İnsanların itaat edecekleri kimseyi ille de insan üstü görmek isteyişleri ise
bazıları tarafından istismar edile gelmiştir.
Bu zaafı iyi bilen ve bundan istifade ile insanları kendilerine köle yapmak
isteyenler, sürekli her söylediklerinde ve yaptıklarında bir gizemlilik ve bir
hikmet dolu olduğunu etraflarına pompalamaya çalışırlar. Yine insanlardaki bu
psikolojik zaaf sebebiyle başkanlar, liderler, sahte şeyhler ve sahte peygamberler
kendilerini olağanüstü göstermek isterler; böyle yapmazlarsa etraflarındakilerin
dağılıp gideceğini düşünürler. Bu endişeyi siyasi sahada da görmek mümkün, iyi
bir gözlemci olduğu anlaşılan İspanyol düşünür Greciany Morales (1601-1658)
diyor ki; "Bir hükümdar, kendini gerçekliği içinde görmüş olanı görmeye
katlanamaz."[90]
Çünkü tanrılaştırılan yöneticilerin hemen yakınında olup ta, onların zaaf ve
acizliklerine şahit olanlar, onlara yakın bulunmadan evvel zannettikleri, hayal
ettikleri ya da kendilerine propaganda edildiği gibi liderlerinin pek de büyük
olmadıklarını fark ederler ve böylece onlara karşı oluşmuş olan büyü bozulur.
Bunun için pek çok lider, zaman zaman kendilerine en yakın olanları, birtakım
bahanelerle harcamayı gerekli görür ve bunu alışkanlık haline getirirler; henüz
büyüsü bozulmamışları tercih ederler. Sara hastalığına müptela bulunan Moğol
hakanlarından biri, sara nöbeti geçirirken yanında olup da bu durumuna şahit
olan her kim olursa onu öldürtürmüş.
Her vesileyi kendilerinin yüceltilmeleri yönünde kullananlar, yüceltilmelerine
gölge düşürecek şeylerin başkalarınca bilinmesine asla tahammül edemezler.
Velev ki bu bir hemoroit hastalığı da olsa.! İnsanların onu tuvalette zorlanırken
düşünmeleri bile büyüyü bozabilir. [91]
'Yüceltme'nin Yönü
Sosyal "Neofobi"
Tek ilaha inananların davranışlarında etkili hususların belki başta geleni 'hesap
günü' inancıdır.
Düşünsünler ve hakkıyla korksunlar diye, rahmet kitabı Kur'an, insanları,
geleceğinde şüphe bulunmayan o günden sakınmaya çağırıyor. O müthiş gün!
Hesap günü, Ayırım günü, Ceza günü!.
O gün ki, kimsenin kimseye (Allah dilemedikçe) yardımının dokunmayacağı.
Hiçbir servetin yarar sağlamayacağı, kaçınılmaz olan o müthiş an. Kur'an'ın,
inanlara "korkun" dediği hesap günü, yargı günü. Herkesin tutanaklarının ortaya
konduğu gün. [124] Büyük mahkemenin kurulacağı gün.. [125]
Allah'ın adaleti o gün tecelli edecektir. Bundan kaçış yoktur.
"Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size
tastamam verilecektir." [126]
O gün ne malın, ne çocukların faydası vardır;
"Fayda verecek olan şey temiz bir kalpdir." [127]
"O gün herkese kazandığının karşılığı verilir, kimseye zulmedilmez." [128]
"O gün, (kişi) kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından
kaçar. O gün bir takım yüzler aydınlıktır; gülmekte ve sevinmektedirler. O gün
bir takım yüzler de tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür. İşte bunlar inkarcı
olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır." [129]
"O gün bir kısım insanların pişmanlık günüdür. Onlar, Yüzleri ateşte çevrildiği
gün; "Keşke Allah'a itaat etseydik", derler."[130]
"Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının
kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz." [131]
"O gün Allah onlara seslenir; 'Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz
nerededirler?' der." [132]
Kur'an, 'sakınanlar'a ise, bu müthiş gün için korkusuzluğu müjdeliyor;
"Haberiniz olsun, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da
olmazlar. Onlar Allah'a, Allah'ın belirttiği biçimde inanmışlar ve O'na karşı
gelmekten kesinlikle kaçınmışlardır". [133]
İşte bu kimseler için 'O Büyük Gün' ödül günüdür. Çünkü, onlar sadece
Allah'tan korkanlardır.
"Rabb'inin makamından korkan kimseye iki cennet vardır". [134]
"İman edip de amal-i salih işleyenleri, elbette onları, cennette altından ırmaklar
akan köşklere yerleştireceğiz. Onlar orada ebedi kalacaklardır. (Böyle) amel
edenlerin mükafatı ne güzeldir. Ki onlar sabredip yalnız Rablerine tevekkül
edenlerdir."[135]
Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah'ın rızasını kazanmış
olmaktır.
"Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır".
Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın
rızasına erişmek; razı olmuş olarak ve 'razı olunmuşlar' makamına ermişlerden
olmak. İşte bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Bu,
haşyet ve tazim ile sevgi neticesi olan saygı manasına bir korkudur. Bu hal,
mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran
güzel bir ruh halidir.
Bir hadislerinde Peygamberimiz; "Hikmet'in başı Allah korkusudur", buyuruyor.
Bu korkunun derecesi de ilim ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Bundan dolayı
ayette; "Kulları içinde ancak alimler Allah'tan gereğince
[136]
korkarlar." denirken, melekler için de; "Onun (Allah'ın) korkusundan
titrerler" buyurulur. [137]
Yine bir hadisi şeriflerinde Resulüllah; "Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en
çok korkanınızdır. Ben ise O'ndan en çok korkanınızım." diyor.[138]
Bu korku O'na, tek ilaha olan saygıdandır ve O'nun rızası içindir.
"(Öyle takva sahipleri) ki onlar, tenhada da Rablerine candan saygı gösterirler.
Onlar kıyametten korkanlardır."[139]
İnsanların dosdoğru olmalarını, öylece hak üzere sebat etmelerini, azıtıp
sapmamalarını sağlayan faktörlerin başında, bu korkunun geldiği anlaşılıyor.
"Onlar ki Allah'ın ulaştırılmasını (idame ve riayet edilmesini-sürdürülmesi ve
gözetilmesini) emrettiği şeyi ulaştırırlar. (Ona riayet ederler) Rablerinden
korkarlar, (bilhassa) kötü hesaptan endişe ederler.."[140]
Kur'an'ın da ancak böyle kimseler için bir öğüt olduğu ifade ediliyor.
"Biz Kur'an'ı sana zahmet çekesin diye değil, ancak (Allah'tan) korkacak
kimselere bir öğüt ve yerle, o yüce yüce
gökleri yaratanın tedricen indirdiği bir (kitap) olmak üzere indirdik."[141]
Sevgiye dayalı Allah korkusu sağlam bilgi ile desteklenince de, şirke yöneltecek
önemli sebeplerden biri giderilmiş oluyor.
Ne sevgide ne de korkuda alemlerin Rabb'ine eş olacak hiçbir şey yoktur.
"Hakikaten Rabb'ini büyük tanıyıp (onun korkusuyla) rikkate gelenler
(titreyenler) Rabb'inin ayetlerine iman etmekte sebat gösterenler.. Rablerine eş
tutmazlar onlar."[142]
Onlar yalnızca Allah ve Resulüne itaat ederler. Onları, Allah'a isyan edene itaat
etmeye hiçbir kuvvet mecbur edemez, onlardaki Allah korkusu ve sevgisi buna
manidir. Çünkü onlar dünyevi ve uhrevi kurtuluşu bunda görürler.
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah'tan korkarsa, O'ndan sakınırsa,
kurtuluşu bulanlar da ta kendileridir."[143]
İnanç böyle olunca hiçbir fani ve beşeri gücün önemi yoktur. Tek ilah olarak
Allah'ı kabul edenler, iki korku arasında, yani Allah korkusu ile beşer korkusu
arasında kalınca tercihleri Allah korkusu yönündedir. Onlar Allah'ın her an
kendileri ile beraber olduğunu bilir ve O'nun hükmüne rağmen korkutmaya ve
yanlış iş yaptırmaya çalışanlardan değil korkmak, onlara karşı da kendilerini
öncelikle tebliğle görevli bilirler.
Ayetler bunu emreder. Velev ki Firavun karşısında olunsa bile;
"Firavun'a gidin. Çünkü o hakikaten çok azdı. (Gidin de) Ona yumuşak söz
söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar. Dediler ki; 'Ey
Rabbimiz! Doğrusu onunbize karşı aşırı gitmesinden yahut tuğyanını
artırmasından endişe ediyoruz". Buyurdu; "Korkmayın! Çünkü, ben sizinle
beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm."[144]
"Allah'tan yüz çeviren kuvvetlerle mücahede ve mücadele etmek gerekir. Bu
dalalet (sapık) kuvvetin büyüklüğü, azgınlığı Müslümanı korkutamaz. Çünkü
onlar zaten kendilerini var eden Allah'ın kudretini kabul etmekten uzaklaşınca
hakiki kuvvetini kaybetmiş olurlar. Bu, alev saçan büyük bir yıldızdan kopan
parçanın sönüp soğuması, ziyasını ve hararetini kaybetmesi gibidir.
Böyle bir inanışa erişmiş kişinin sindirilmesi, susturulması, zapt edilmesi öyle
kolayca mümkün olmaz. Bu kişi yenilmezlik duygusu içindedir; her hal-ü karda
galip olduğuna inanır. O, karşısındaki bütün beşeri sistemlerin geçici olduğuna,
yıkılmaya, yok olmaya mahkûm olduğuna inanır. Onun için azlık da, çokluk da
önemli değildir. Ayette; "Nice az bir kitle vardır ki, Allah'ın izni ile bir çok
topluluğu yenmiştir", buyuruluyor.
"Tabiat kuvvetlerine gelince, müslüman bütün kuvvetlerin yaratıcısının Allah
olduğuna, bunların hepsinin bir sırra binaen yaratıldığına ve mukadder hedefe,
bu kuvvetlerin birbiri ile yardımlaşması sonucu gidileceğine inanır. Bilir ki, bu
kuvvetleri kendisinin hakimiyetine veren, onun sırlarını keşfedip, kanunlarına
vakıf olmaya muvaffak kılan ancak Allahü Tealadır. Ayette; Allah, "Göklerde
ve yerde bulunanların hepsini size musahhar kıldı", buyuruyor." [145] Müslüman,
bu güçleri tanımak, onlardan istifade etmek ve tedbirli olmakla görevli olduğunu
ve şükredici konumda bulunması gerektiğini unutmaz. [146]
Rahatsız edici ve saptırıcı bir duygu olması hasebiyle önemli bir problem olan
kaybetme korkusunun bir devası olmalıdır.
Bin bir zahmetle biriktirilenlerin her an kaybedilmesi korkusu, sahip
olduklarının hepsini bırakıp bu dünyadan gitmek mecburiyeti, ölüm gerçeği.,
bütün bunlar insan için kolay kabul edilecek ve kulak arkası edilebilecek cinsten
gerçekler gibi görünmüyor..
Kazanılan her şey burada kalırken, hiçbir şey götüremeden gitmenin
dayanılmazlığı! Biriktirirken zahmet, muhafaza ederken endişe ve korku, bırakıp
giderken mahzun olma, ayrılınca da yakıcı bir hasretin kaçınılmazlığı bu fani
hayatın dramı!
Bütün bunların önüne geçecek tek çare ne olabilir? İnsanoğlunun huzur içinde
yaşaması ve bu hayattan göçüp giderken gözünün arkada kalmaması ne ile
mümkündür?
Kur'an inananlar için, bu problemin çözümünü veriyor:
Allah yolunda, Allah için verenlerin mahzun olmayacağı, onlar için korkunun da
olmadığı bildiriliyor. Onun gösterdiği yolda verilen her kuruşun asla zayi
olmayacağı, teminat altına alındığı; kaybetme korkusuna yer bulunmadığı
vurgulanıyor.
Çünkü veren kişi tek ilah olarak inandığı Rabb'ine, güzel borç (Karz-ı Hasen)
vermiştir. Verdiklerini alma, kabul etme durumunda olan insanlara karşı da,
böyle bir kutsal ve büyük bir kazanca vesile oldukları için teşekkür ve minnet
duyusu içindedir.
İnanmayan bir kişinin, malının elinden alınacağı endişesine karşılık, mal ve
parasından almayı kabul eden muhtaç kişilere karşı şükran hisleri içinde olmak!.
Ne etkin bir inanış! Birinde huzursuzluk ve endişe ile sıkan ve cimrileştiren
korkunç duygu birikimine karşılık, berikinde, cömertleştiren huzur ve mutluluk
bahşeden rahatlık.!
"Verilen her sadaka Allahü Teala'ya verilmiş bir karzdır (borç). Şüphesiz ki,
Allahü Zülcelal onların karşılığını kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında
sadakayı alan muhtaç kişi de, Allahü Teala'nın kat kat ihsan etmesi için mal
sahibine bir vasıtadır..
Veren kişi, Allah yoluna, yine Allah'ın malını vermişse mutlaka bunun
karşılığını Allah'ın indi ilahisinde görecektir.. Onlar ne dünyada infak ettikleri
şeylerden ötürü mahzun olurlar, ne de ahrette vasıl olacakları neticeden
dolayı."[147]
İşte bu, mal ve mülkün esir edici sahte Hanlığından kurtulup, tek ilaha sığınma
ve onun garantisiyle ruhların hürriyete kavuşmasıdır! Artık korku ve endişeden
eser kalmamıştır. Aslında canını bile Allah için vermeye hazır olan kimse için
artık neyin korkusu olabilir ki!
Bunun aksi olan hal, ruhlar için çekilmez bir haldir.
Malını, servetini ilah edinmiş ve böylece onun esiri olmuş 'ruhlar' ise bilirler ki,
bir gün, 'beden' kendilerini taşıyamaz olup da 'ceset' diye isimlendirildiği anda,
'nefs'in bir türlü kopmak istemediği şeylerin hepsinden koparılacak ve üstelik bir
de bütün bunların hesabını verecektir. Başına gelecek olanları hisseden ruh,
kendini ifade tarzı olan; tatminsizlik, keder hissi, huzursuzluk, endişe, sıkıntı,
korku gibi hallerin ilacı; 'sonraki hayat'a inananlar için, eldekileri; gidilmesi
mukadder ve mü'min için bir müjdeli hayat olan, ebedi hayata aktarmaktır; ki
bu, kişinin Rabb'inin vadine olan inancında samimi ve ciddi olduğunun da
önemli bir delili ve göstergesidir. [148]
Tanrı fikrî, toplumun önemli bir kesiminde, çocuklara öncelikle bir dini eğitim
konusu olarak verilmez. Çocuklar bu fikirle, okul öncesi dönemde, daha çok
anneleri tarafından tanıştırılır. Ve bu, çoğunlukla da korku üzerine kurulu yanlış
otorite benimsemesi şeklinde olur.
Esas amacı çocuk üzerinde otorite kurmak ve kendini saydırmak olan anne,
amacına ulaşmak için; 'öcü' veya babasına söylemeyle başlattığı tehdidini tanrı
ile korkutmaya kadar vardırır. "O'nu yapma", "Şunu yeme", "Bunu elleme";
"Allah seni çarpar, yakar, öldürür", "Allah gözlerini kör etsin". "Allah seni
kahretsin", "Cehennemde yanarsın" gibi tehditler, Tanrı ile ilgili ilk telkinlerdir.
Bunlar çocuğun gözünde Tanrı ile öcüyü eş anlamlı hale getirir.
Bununla, esas amacı kendisini çocuğa saydırmak olan anne, çocuğun ruhsal
yapısı üzerinde ne derece tahribatta bulunduğunun farkında bile değildir. Öyle
bir şartlanma oluşur ki; Allah kelimesi Cehennemle birlikte bir çok kötülükleri
çağrıştırır ve her anıldığında kişiye stres yükler. İnsanların ekseriyetinin dinden,
Kur'an'dan, Allah'tan bahsedildiğinde sıkılmaları ve huzursuz olmalarının
ardında, nefsinin ve Şeytan'ın telkinleri yanında bu tarz oluşmuş Tanrı figürünün
şuur altına yer etmiş olmasının da önemli bir etkisi olsa gerek. Kişi, şuur dışı,
sebebini izah edemediği bir sıkıntı ve korku hissinin rahatsız edici etkisiyle konu
değiştirmek ister. Sevgi dolu olsa böyle mi olurdu!
"Cehennem, kurtuluşu kaçışı olmayan, ana babanın elinin eremeyeceği kadar
uzakta ve bir çocuğun hayal edebileceği korkuların en büyüğünü yaratabilecek
niteliktedir."[149]
Bu tarz telkinler, kişinin zihninde ölümü de asla kabullenemeyecek bir konuma
sokar
Bu şekilde kokutulan çocuklar için ölüm, bırakılmışlığın ve yalnızlığın
sembolüdür.
Tehdit edici tekinler, çocuğun ruhsal yapısı üzerinde ürkütücü, korkutucu ve
nefret duyguları uyandırıcı bir sonucu ortaya çıkarır. Çocuk, en müsait çağında
olumlu bir tanrı fikri ile tanışması gerekirken, tam tersi bir şekilde yıkan, yakan,
azap eden, ürkütücü, soğutucu ve olumsuz bir tanrı imajı ile karşı karşıyadır.
Halbuki Tanrı, öncelikle 'çok seven ve sevilen' (Vedud) olduğuna göre ve
telkinlerin de bu yönde yapılması gerekirdi. Çünkü, O, sevmeseydi yaratmazdı;
kimse tanrıyı istemediğini yapmaya mecbur edemeyeceğine göre..! Daha baştan
yaratıp vücut vermekle ve bahşettiği nice nimetlerle, lütufkar olduğu anlatılması
gereken Yüce Tanrı yerine; sevimsiz, ürküten, korkutan, kaçınılması gereken,
kötülük yapmak ve cezalandırmak için fırsat kollayan bir korkunç Tanrı telkini,
kişide; yanlış otorite benimsemesine yol açılır ki, bu da; kişinin hayatı boyunca
taşımakta zorluk çekeceği psikolojik bir yüktür. Ve pek çok olumsuzluklara
temel teşkil edecek niteliktedir.
Böyle bir otorite benimsemesine maruz kalmış çocuk ileride, birbirinden farklı
normal dışı birçok davranışları sergilemeye namzettir.
Zihni, otoriteye karşı ürkütücü telkinlerle dolu kişilerin bir kısmı, bütün
otoriteler karşısında çekingen, pasif ve ürkek bir davranış sergiler. Toplumda,
genel bir tavır halinde gözlenen ürkekliğin ve 'sorgulamadan itaat etme'
kültürünün temelini teşkil eden sebeplerden biri ve belki başta geleni bu
psikolojik özellikler olsa gerektir.
Yanlış otorite benimsemesi bu kimselerin bazılarında hak ve adaletten uzak bir
yaltaklanma ile otoritenin hışmından ve zararlarından korunma yolunu tercih
etmeye sebep olur.
Yetenekçe müsait olanlar ise, bu şuur altı birikim ile, bütün otoritelere karşı
negatif bir tutum içine girer. Mesela böyle bir genç, anne-babasından
öğretmenine, amirinden tanrısına kadar, otoriteyi temsil ve ifade eden her
makama karşı dik kafalı, isyankar bir tavır sergilemeye meyillidir. Bunlardan bir
kısmı okul otoritesine karşı çetelere girerken, bazıları da toplumun geleneksel
kültür örgüsüne ve toplumsal otoritelere karşı antısosyal (topluma karşı zıt)
gruplara katılarak isyankar duygularını tatmin etmenin yolunu bulurlar. Bu
tavrın en üst ifadesi de terörist örgütlere katılarak topluma ve yasal düzenlere
karşı savaşmaktır.
Geliştirilebilecek bir başka davranış ise korkutucu tanrı figürünün meydana
getirdiği anksiyete karşısında negasyon (inkar) mekanizmasını kullanmak.
Tanrıyı yok farz ederek, cezalandırılma korkusunun meydana getireceği sıkıntı
ve nahoş duygulardan kurtulma yolunu seçmek, ateist olmaktır. Korkuya dayalı
sevgisiz otorite benimsemesi sonucu gelişebilecek bir diğer tavır da, sıkıcı tanrı
imajı karşısında bir başka objeye sığınma şeklinde görülür. Sığınılacak yer sevgi
ve dostluk objesi olmalıdır. Bu, kişiye sevgi gösteren her hangi bir şahıs, bir
sevgili hatta bir genel kadın olabileceği gibi; cinselliğin, sıra dışı gençlik
akımlarının, uyuşturucu kullanmının ya da 'uç' inançların öne çıkarıldığı bir
cemaat, tarikat, örgüt ve toplum dışı sapık bir grup da olabilir. Kişiliği tamamen
pasifıze eden bu sığınma olgusu, şahsın sığındığı yeri ya da objeyi hayatı
pahasına müdafaa ettirir. Onsuz hayatın asla düşünülemeyeceği bir haleti ruhiye
oluşturur. Bu ise nihai tahlilde 'sığınılan'ı ilah edinmekten başka bir şey değildir.
Eğer kişinin kafasında asla inkar edemeyeceği ve savaşamayacağı ölçüde güçlü
bir tanrı fikri oluşmuşsa, o zaman buna karşı geliştirilebilecek bir olumsuz tavır
da, cezalandırıcı, korkunç ama çok güçlü ve reddi mümkün olmayan tanrıya
karşı kendisine yardım edecek; kendisini, bu tanrının elinden kurtaracak bir
yardımcı, aracı olacak ilahını arar. Bu yardımcı tanrı, bazen bir put, bazen bir
sahte şeyh hatta peygamber olabilir. Putuna, liderine, şeyhine ya da
peygamberine bir kurtarıcı olarak sarılan kişi, böylece kafasında kendini sürekli
rahatsız eden korkunç tanrının hıncından ve gazabından, onlar tarafından
kurtarılacağına inanarak rahatlar.
Sağlıklı bir sevgi üzerine kurulmuş otorite benimsemesi olmadığı için,
peygamberler dahil tüm şefaat edicilerin yardımlarının ancak sevgi dolu
Tanrı'nın sonsuz rahmetiyle ve çok merhametli Tanrı’nın izni ile olabileceğini
akla bile getirilemez.
Tanrı'nın cezalandırmasından kurtaracak; o hınç dolu tanrı ile aralarını
düzeltecek, barıştıracak bir vasıta, aracı ve yardımcı bulduğuna inanan kimseyi
koruyucu, yardımcı tanrılarından soğutmak ya da koparmak öyle kolayca
mümkün olmaz. Çünkü onlardan ayrılmak, 'korkunç tann'nın gazabı ile
doğrudan karşılaşmak demektir ki, bunu hayal etmek bile zordur. Ancak büyük
ölçüde şok etkisi yapacak olayların meydana getireceği değişimler büyüyü
bozup, kopmaları sağlayabilir. Ama kişi yine de sevgi ve merhamet dolu olumlu
bir Tanrı anlayışına varamaz ise başka sığınacak tanrılar arar. Bu yeni tanrı bir
başka kurtarıcı lider, sahte şeyh ve bir sevgili olabileceği gibi içki ve her nevi
uyuşturucu madde de olabilir. [150]
Zihinsel Putlar
İnsanoğlu, çocukluktan beri sevgi ve korku üzerine yapılan telkinlerle pek çok
"olmazsa olmaz" putlarının cenderesi altına girer.
Kendi varlığını birinin ya da bir şeyin var oluşuna bağlamak; onsuz hayatı
anlamsız ve çekilmez olarak görmek.. Yokluğuna tahammül edememek. Onu, o
şeyi kendisi için hayatın şartı, 'olmazsa olmazı' olarak görmek ilah edinmenin
bir başka boyutu.
Birçok kimse için; iş, eş, para, mal, mevki, meslek, meşrep, şeyh, başkan, lider,
grup, doktrin, ideolojik tercih vs. yaşamın "olmazsa olmazlarını" oluşturur. Bu
ve benzeri şeyler, kişi için; iyilik, mutluluk ve kurtuluş şartı ve hayatın vazge-
çilmezleri olarak görülüyorsa sanıldığından da önemli bir psikolojik problemle
karşı karşıyayız demektir.
Fert için bağlılık hissedilen kadın, sevgili, eş; sahip olunan iş, makam, mevki,
rütbe, mal, servet., kaybedildiğinde yokluğu hayatın sona ermesiyle, ölümle eş
görülüyorsa.. Ve belki dayanamayıp intihar bile göze almıyorsa..! Mesleğini,
meşrebini, grubunu, cemaatini, partisini., bir şarkıcıyı, sanatçıyı; şeyhini,
başkanını, liderini vazgeçilmez, kurtarıcı ve iyiliklerin kendi başına kaynağı
olarak görüyor ve onu, herkesin muhtaç olduğu, her şeyin üstünde kimse ve
nesne olarak düşünüyor, görüyor ve onsuz iyiliklerin asla söz konusu
olmayacağını zihnine yerleştiriyorsa, burada bir ilahlaştırma söz konusudur.
Doktrin ve ideolojileri ve bu ideolojileri temsil eden kişileri, kendisi için
tartışılmaz, erişilmez, eleştirilmez, değişmez ve vazgeçilemez olarak algılamakta
da yine ilah edinme anlamında bir problemli bağlılık vardır. Asla vazgeçilmez
olan, hayatın onsuz devamının göze alınamayacağı; hayatta kalmanın ve
iyiliklerin ancak onlarla kaim olacağı düşüncesi, her şahıs için, kendine has
zihinsel putlar olur. Bunlar, hayatı yönlendiren ve kişinin düşünce ve duygu
dünyasına nüfuz etmeyi zorlaştıran önemli faktörlerdir. Tek İlah'a ulaşmada
aşılması en zor olan engeller de bunlar olsa gerektir.
Bir kadına bir ömür boyu köle olup sömürülenler, beyaz atlı prensin hayali ile
yanıp kavrularak ömür tüketenler!..
Hayatını bir kurtarıcıya vakfeden, onun için canlı bomba olmayı bile göze alan,
bir lider için gözünü kırpmadan ateşe atılanlar., bir laik doktrin uğruna kendini
yiyip bitirenler.!
Ömrünü işine, şirketine adayan ve günün birinde işler ters gitti diye hayatına son
verenler!. Her şeyi yaratan ve her şeye kaadir olan Kudreti, bir vakit bile aklına
getirmeyip, ruhlarını putlaştırdıklarına köle edenler!
Başkanlığını, liderliğini, mevkiini hayatı pahasına elde tutmaya çalışanlar..
Koltuğunu elinden alacaklar diye paranoid hezeyanlara kapılarak, herkesi
kendisine düşman olmakla, hainlikle ve bölücülükle suçlayanlar.!
Engellemeler ve kayıplar karşısında büyük sıkıntılara giren; anksiyeteden,
depresyona ve intiharlara sürüklenen, makam ve rütbesini kaybetmeye bir de
karısını kaybetme eklenince kafasına kurşun sıkanlar.. "Onsuz"luğu asla
düşünemeyen ya da yok olmakla eş sayan "olmazsa olmazlarının köleleri.. Şirk
psikolojisinin girdabında şuursuzca bocalamanın zavallılığını iliklerine kadar
yaşayanlar.!
Tek "vazgeçilmez" olanın, bir Allah olduğu şuuruna varamayışın, kurtuluşu ve
mutluluğu Allah'tan başkasında arayıp, kurtarıcılara köle oluşun cezası., ruhların
esaretinin ifadesi..
Kurtarıcısından kurtarılmaya muhtaç hale düşmenin zavallılığı.! İlahlar
edinmenin en trajik yönü de bu olsa gerek! [151]
Şirk konusunun iyi anlaşılmasında yardımcı olacak bir konu da "ilah edinmek"
anlamında "ibadet" kavramı konusudur.
"İbadet" kavramı, Kur'an'da, ilah edinmeyle ilgili olarak iki anlamda
kullanılıyor.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rüku,
kıyam ve tavaf etme ya da kapı eşiğini öpme ve onun için adak ve kurban kesme
ve benzeri davranışlardan birisini göstermesidir. Bu şekilde kendisine tapınılan
kimsenin başlı başına bir ilah olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu ibadetleri
onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış bulunsun, yahut yüce
ilaha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı
bulunduğuna iman edilmiş olsun fark etmez; her halükarda, böyle bir kimse ilah
edinilmiş olur.
İkincisi ise: Kişinin bir kimseyi, bu alemde sebepler nizamı üzerinde egemen
zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi., zarar ve felaketler
karşısında ondan medet umması.. Korkuları esnasında, mallarının ve canlarının
tehlikeye girmesi halinde ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de ilah edinip kulluk etmek manasındadır.
Bunun delili aşağıdaki Kur'an-ı Kerim ayetleridir;
"De ki; 'Bana Rabb'imden (akli delilleri takviye eden) apaçık ilahi deliller
gelince, o, sizin Allah'ı bırakıp dua ettiğinize ibadet etmekliğimden kesin olarak
men edildim..."[177]
Allah'tan başkasına dua etmek demek; onu ilah edinmek ve ona 'ibadet' etmek
anlamına geldiğinden Allah Resulü (sav)'in şöyle buyurduğunu görüyoruz;
"Allah kendisinden istemeyene gazap eder."[178]
Kişi elbette istediğini verebileceğine inandığı kimseden ve makamdan ister. Bu
ise kendisinden isteneni (dua edileni) büyük, güçlü, kuvvetli ve istenileni
vermeye kaadir (gücü yeten) olarak kabul ve tasdik ediyor anlamına gelir.
Dua ile bir yere, bir makama yöneliş, o makamı yüceltmeyi ve böylece ilah
edinmeyi ifade eder.
Yine Resulüllah (sav) buyuruyor ki;
"Allah'tan onun lütuf ve ihsanından isteyin! Çünkü Allah kendisinden
istenmesinden hoşlanır. En üstün ibadet, (dua edip) sıkıntının giderilmesini
beklemektir."[179]
Bunun için dua hali mü'min için sürekli bir haldir; öyle olmalıdır.
Halbuki birçok insan için bunun böyle olmadığını yine ayetler ifade ediyor.
"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün bütün gönlünü vererek Rabb'ine dua
eder. Sonra kendisine, tarafından bir nimet lütuf ettiği zaman da önceden O'na
dua ettiği hali unutur da, yolundan sapıtmak için Allah'a ortak koşmaya başlar.
Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz zevk et, çünkü sen, o
ateşliklerdensin" [180]
Allah'a dua edilmesi bir ibadet olduğu gibi, duaya icabet etmenin de ilahlığın
şanından olduğu anlaşılıyor. Resulüllah (sav) buyurdu ki;
"Kul iki elini açarak Allahü Teala'dan hayır temenni ederse, Allahü Teala onları
boş olarak geri çevirmekten haya eder."
Peygamber (sav) bir başka hadisinde;
"Yeryüzünde yaşayan müslüman bir kişi Allah'tan bir istekte bulunduğu zaman,
günah işleyip sila-i rahmi terk etmedikçe Allahü Teala, ya onun istediğini verir,
ya da o nispette kötülük def eder."
"Sizden biriniz acele etmedikçe, Allahü Teala duanızı kabul eder. Acele etmek,
dua ettim de kabul etmedi, demektir." Orada bulunanlar;
"Ey Allah'ın rasulü; acele etmek nedir?" dediler. Rasulüllah buyurdu:
"Dua ettim de duamın kabul olduğunu görmedim deyip dua etmeyi terk
etmektir." [181] Allah Resulü (sav);
"Allah ü Teala buyurdu: "Ey Ademoğlu! Bana dua ettiğin, benden umduğun
sürece aldırmam, sende olan (hataları) affederim. Ey Ademoğlu! Günahların
gök bulutlarına ulaşsa bile af dilediğinde günahlarını bağışlarım. Ey Ademoğlu!
Bana şirk koşmaksızın yer dolusu hatalarla gelip huzuruma çıksan, sana yer
dolusu mağfiretle gelirim."[182]
Önceleri, Allah'tan başkasından istemenin insanları şirke götürmesinin hikayesi
oldukça masumanedir;
"Ademoğlularının dini olan tevhid dini, Nuh'un kavmine kadar aynı hal üzeri
devam etti. Fakat bu ümmet tevhidten yüz çevirerek putlara tapmağa başladı.
Nuh'un kavminin putperestliğe geçişi ağır ağır olmuştur. Başlangıçta Allah'a
inanan dürüst insanlar vardı. Onlar ölünce kabirlerine saygı göstermeğe
başladılar. Şeytan, daha iyi hatırlanır ve daha iyi uyulur diye, bu, atalarının
resimlerini yapmalarını onlara fısıldadı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra
şeytan, kendi dedelerinin de bu kabirlere ibadet ettiklerini onlara telkin etti.
Onlar da bu kabirlere secde ettiler, ağladılar, sızladılar. Kabirdekilere boyun
eğerek, dualarının kabulünü istediler. Halbuki bu tür dilekler ancak Allah'tan
istenebilirdi. Gizlilikten korkarcasına bu kabirlerden korkmağa başladılar. Bu
kabirleri Allah'ı severcesine, hatta ondan daha çok sevmeğe başladılar. Bu
ölülerle Allah'a ortak koşmağa başladılar. İşte tevhidten putperestliğe dönen ilk
kavim bu idi."[183]
Dua, hem "büyüklenerek" nefsini ilahlaştırmaya engel olduğu gibi, hem de
yalnızca Allah'tan isteyerek, O'nu yücelterek başka istenecek makam
olmadığının; yani bütün bu anlamları içeren ilahlık sıfatının sadece Allah'a has
olduğunun kabul ve itirafıdır. İşte bunun için dua ile yöneliş aynı zamanda bir
'ibadet’halidir. Öyle ki, Allahu Teala'nın (cc) kudreti ile insanoğlunun aczini,
aynı anda tefekküre vesile olan bir ibadettir. Allahu Teala
(cc) kendisine nasıl dua edileceğini, Kur'an-ı Kerim'de resullerinin dualarını
örnek haber vererek öğretmiştir. Mü'minler Hz. Adem (as)'in; "Ey Rabb'imiz, biz
nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara
uğrayanlardan oluruz," [184] diyerek dua ettiğini insanlara örnek olarak
göstermiştir. İnsanoğluna bilmediklerini öğreten Kur'an-ı Kerim'de, Müslü-
manlara; "Ey Rabb'imiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu
tutma.."[185] demeleri tavsiye edilmiştir.
Hesap gününü düşünen her insanın, dua ibadetini ihmal etmemesi gerekir. Bir
hadis-i şeriflerinde Peygamberimizin (sav); "Duanın karşılıksız kalmayacağı ve
üç şeyden birinin (ya kabul, ya Ahirete bırakma, yahut eda edilen dua sebebiyle
günahın affedilmesi) meydana geleceğini" müjdelediği belirtiliyor."[186]
Ancak dua diye isimlendirilen bu psikolojik yönelişte bir sistem ve tertip olması
da tavsiye ediliyor. Dikkat edilmesi gereken bu tertibi Hz.Peygamber (sav) şöyle
açıklamış;
"Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve sena ile başlasın, Resulüne selavat
getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın".
Resulullah, Peygamberlik makamı ile, değil kendisinin sığınılacak bîr yer
olduğunu ihsas ettirmek, kendisinin bile duaya ihtiyacı olduğunu, dua
makamının tek ilah olan Allah’tan başkası olmadığını anlatmıştır. O'na salavat
getirmenin anlamı da bu. Bütün mü'minler kıyamete kadar onun için de salavatla
Allah'tan iyilikler istemeye devam edecek.
Şu hadis-i şerif yardımın kimden isteneceğini vurgulaması açısından ilginçtir:
Bir keresinde Hz.Peygamber, umreye gitmekte olan Hz.Ömer'e;
"Kardeşim, benim için de dua ediniz" buyuruyor.
Bir mü'mine, yöneleceği makamı bundan daha açık ne anlatabilir.!
Duanın şirkten uzak olması için dikkat edilmesi istenen diğer bir husus da, araya
bir vasıta koymamaktır.
Hanefi fukahası: "Herhangi bir kimsenin aracılığıyla Allahü Teala (cc)'dan bir
şey istemek caiz değildir," hükmünde ittifak etmişlerdir. Zira Fatiha
Suresi'ndeki;
"Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz" ayetiyle taahhütte
bulunmanın günde 40 sefer tekrar edilişi de işin önemini gösterir. [187]
Ümid Etmek
Ümid edilecek, tek makamın da ilah makamı olduğu konusunda şüphelere yer
verilmemiştir. Allah'tan ümit kesmek ya da ondan başka yerlere umut bağlamak,
Allah'tan başka ilahlar edinmeye yöneliş olarak görülmüştür.
"De ki; 'Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar! Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar.'
Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." [188]
"(İbrahim), 'Rabb'inin rahmetinden sapıklardan başka kim ümidini keser?'
dedi."[189]
"İnsan hayır talep etmekten usanmaz. Eğer ona bir şey dokunursa (bakarsın ki)
o, şimdi (Allah'ın fazl-u rahmetinden) ümidini kesmiş, (bu) ümitsizliği açığa da
vurmuştur."[190]
"O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra da, yağmuru indirtmekte, rahmetini
yaymakta olandır. O hakiki yar (dost), her hamde sezavardır (layıktır.)" [191]
"Ey İman edenler! Üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim ile dost olmayın ki,
mezarların yaranından olan (mezara giren) kafirler nasıl ümitlerini kestilerse
onlar da öylece ahretten ümitlerini kesmişlerdir."[192]
"Kıyametin kopacağı gün, o suçlu kafirler ümitlerini tamamen kesip
susarlar." [193]
"Ne zaman insanlara bir rahmet tattırdı isek onunla şımarmışlardır. Kendi
ellerinin öne sürdürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince
de hemen onlar ümitlerini kesiverirler." [194]
"Halbuki onlar bundan evvel üzerlerine (Allah'ın yağmuru) indireceğinden
kafiyen ümitlerini kesmişlerdi."[195]
"Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit (görürsün ki) onlar
bunun içinde ümitsizlikle donup kalmışlardır." [196]
"Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı (inkar ile) kafir olanlar (yok mu?) İşte
benim rahmetimden (ancak) onlar ümitlerini kestiler. İşte acıklı azap da
onlarındır." [197]
"İnsana nimet verdiğimiz zaman (zikrullahtan) yüz çevirip yan çizer. Ona şer
dokununca da pek ümitsiz olur."[198]
"(Bu azap) Onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz
susacaklardır." [199]
Şirk karanlığı içindekileri bekleyen akıbet bu iken, müminin psikolojisi sadece
Allah'tan ümid etmek ve yalnızca O'ndan korkmak arasında şekillenir, ki
bu; bireyin ruhsal dengesini sağlayan, onun, kendi kendisi ile, çevresiyle, İlah
ile ilişkilerini düzenleyen; azıtıp sapıtmasını önleyen; ne mikromanik (küçüklük)
ve ne de megalomanik (kendini büyük görme) hezeyanlara yer bırakmayan,
uyumlu ve olumlu tavırların kişilik haline gelişini sağlayan önemli bir psikolojik
faktör... ruh sağlığını korumak açısından da, tek ilah olan Allah'a inancın
getirdiği paha biçilmez bir şanstır! [200]
İnsanları başka ilahlar aramaya iten sebeplerden biri de, bir makam sahibi (vali,
bakan, başbakan, cumhurbaşkanı) gibi kimseler ile görüşmek ve onlardan istekte
bulunmak için bir vasıtaya ihtiyaç duydukları gibi, Yaratıcı Tanrıyla yakınlık
kurmanın, ancak bir aracı ile mümkün olabileceğini düşünmelerindendir.
"Allah'ı ve O'nun sıfatlarını idrak edemeyenler, Allah'ı kendisinden çok uzakta
tasavvur eden putperest halklar, daima dualarını O'na ulaştıracak, kendilerini
O'na yakınlaştıracak ve (onun rahmet ve nimetleri için) aracılık yapacak, düşük
derecede tanrılar tasavvur etmişlerdir."[218]
"O'nun berisinde birtakım veliler edinenler de, Allah denilince kendisinden daha
ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat kastedilmiş
olduğu için, Allah üstünde ilah iddiasına kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk
koşanlar, hep O'ndan aşağılarda birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler.
İster O'ndan başka velilere, emir sahiplerine, ister putlara, ister meleklere ve
gerekse Hz.İsa gibi şerefli kullara sarılsınlar; 'Biz onlara ancak, bizi Allah'a daha
çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz,' diyerek onlara tutunmaktadırlar."[219]
Onlar bu putları, kendilerini Allah'a yaklaştıran vasıtalar olarak kabul ederler.
Doğrudan doğruya Allah'a yönelmelerini, haddini aşmak gibi bir cür'et sayarak,
putları Allah'a teveccühlerinde tapınma kıbleleri edinir; güya Allah'a ibadetlerini
böylece izhar ederler. Bir hükümdarın saltanat kuvvetlerini vezirleri, valileri
arasında taksim ettiği gibi, maiyetinin aracılığı olmadan bir hükümdarla
doğrudan doğruya temasa geçilemeyeceği düşüncesiyle, Allah'ın da uluhiyeti
dağıttığı düşünülür; ilaha yakın olduğu düşünülen kimseleri razı etmeden o ilaha
yaklaşılmayacağını sanırlar."[220]
Allah'ın uluhiyetinden bir pay ve imtiyaz verdiği düşünülen kimselerin istismarı
hangi duygular üzerine kurduklarını göstermesi bakımından bu son tespit
üzerinde durulmaya değerdir. Bu kanaat, yani yardımcı ilahların memnun
edilmesi ile Allah'ın hoşnutluğunun elde edileceği zehabı, insanların sahte
tanrılara bağımlı hale gelmesine, hayatını ve imkanlarını onların gösterdiği
yolda harcamalarına ve gönüllü kulluğa rıza talip olmalarına sebep teşkil eder.
Bir çok ayet, bu bağımlı ruh hali sonucunda meydana gelen ve şirk ifade eden
davranışları anlatıyor;
"Ortak koşanlar, kendilerinde özel güçler bulunduğuna inandıkları ilahları (ya
da onların) sembolü olarak kabul ettikleri putlarını Allah'ı sever gibi
severler. [221] Bu yaratıklara aşırı tazim gösterirler. [222] Bunlardan bazılarını
hüküm sahibi sayarlar. [223] Bunların fayda ve zarar verebileceğine
inanırlar. [224] Kendilerine yardım edebileceklerini vehmederler. [225] Bazen de
onların Allah'ın yanında şefaatçi olacaklarını öne sürerler. [226]
Şüphesiz bütün bunlar bilgisizliğin ya da yanlış bilgilendirilmenin sonuçlarıdır.
"Uluhiyetin hususiyetlerinden birini veya birkaçını başka varlıklara müstakil
olarak verme tevehhümleri, din ilminin iyi öğrenilmediği ve dini bilgilerin
esasının bilinmeden ağızdan ağza bir efsane gibi dolaştırıldığı yörelerde ortaya
çıkar."[227]
Allah'a ulaştırma düşüncesi ve iddiası aynı zamanda şirkin meşruiyet bulmasını
sağlamak içindir.
"Müşrikler, çoğunlukla bir taraftan Allah'a inandıklarını iddia ederken, diğer
taraftan da çeşitli varlıkları Allah'a ortak koşan kimselerdi. Ortak koştukları
şeyleri Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece ortak
koşmalarına da meşruiyet kazandırıyorlardı.[228]
"Biz bunlara hürmet ediyoruz ama bunu onlar için değil, onların bizi Allah'a
yaklaştırması için yapıyoruz" diye ileri sürdükleri gerekçe, vicdanları rahatlatan
bir rasyonalizasyon (aklileştirme) ve meşruluk kazanma gayretinden başka bir
şey değildir.
Bu ise içinden çıkılması zor bir problemi önümüze koyar. Çünkü onlar
kendilerini, dindar ve dolayısıyla kurtulmuş, başkalarını ise dinden sapmış ve
mahvolmuş olarak görürler.
Toplumlar ayrı ayrı da olsa şirk mekanizmalarının işleyişinde bir değişiklik
yoktur. Ve bu nesilden nesile sürüp gider. [229]
Birtakım kimselere veya nesnelere hizmeti, itaat ve ibadet etmeyi, dolaylı olarak
Allah'a yapılan ibadet ve hizmet olarak tasavvur etmek şirk kültürünün en eski
ve önemli temellerinden biri.
Önceleri bu anlayış daha çok meleklerle ilgiydi:
"Bazıları; 'İnsanların Yüce Allah'a ibadet etme ehliyetleri yoktur' derlerdi. 'En
doğru olanı, insanların meleklerden birine ibadet etmeleridir; melekler de Yüce
Tanrı'ya ibadet ederler'. Bu düşüncenin ardından birçok insan, bulunduğu
beldenin yöneticisi olduğuna inandığı melek şeklinde bir put edindi. Ve ona
tapınmaya başladı," [230]
Bu anlayışın günümüze yansıması da, birine ibadet şuuru ile hizmet etmenin
Tanrıya yapılmış hizmet anlamına geleceği şeklindeki düşüncedir. Lidere,
başkana, şeyhlere gösterilen saygının ve hizmetin, ibadet anlayışı ve huşuu
içinde yapılması da çoğunlukla aynı duygunun eseri.
Güzel bir gaye için kurulmuş birlikteliklerde emekleri boşa çıkaran anlayış!
İşlerin bir intizam içinde yürütülmesini sağlamak üzere hiyerarşik bir yapı
içinde, 'birlikte Allah için çalışmak'la, bizatihi onların 'nefslerine hizmet
etmenin', arasındaki farkı, her zaman herkesin ayırt etmesi mümkün olmuyor.
Zihinlerde oluşan her yanlış kabul ve inanış, insanları çarpık bir mantık ve
ilişkiler ağı içine sokuyor.
Bu çarpık mantık sonucu bazılarınca; "Diğer ilahların, en üstün ilahın ilahlığında
nüfuz ve dahli bulunduğu, onların isteklerinin yüce ilah huzurunda makbul
olduğu; istek ve arzuların, onların vasıtası ile tahakkuk edebileceği; şefaatleri
(ve himmetleri) sayesinde, menfaatleri celp ve zararları defetmenin mümkün
olduğu zannedilir. Bu gibi zanları sebebiyle, onları Allah ile birlikte ilah
edinmişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir insan, birisini Allah katında kendisi
için şefaatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve
hürmet gösterir; adaklar, kurbanlar sunarsa; bütün bunlar, onu ilah edinme, İlah
seçme adını alır."
Onlara hizmette kusur etmekten korkmak da aynı ruh halinin bir başka hastalıklı
tezahürü.
Kur'an bu marazi korkuya işaretle şöyle buyuruyor:
"Allah; 'İki ilah edinmeyin. O, ancak bir ilandır. Onun için benden, yalnız
benden korkun; buyurdu" [231]
Anlaşıldığına göre insanlar, şu sebeple de ilahlarından korkuyorlardı:
Şayet herhangi bir sebeple ilahların (yani bu aracı tanrıların) öfkesini çeker,
onların, kendilerine olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık,
mal ve can noksanlığı gibi musibetlere duçar olurlar ve çeşitli belaların tepe-
lerine çökeceğini düşünürler."[232]
Hizmette kusur edince, şeyhinin hışmına uğrayacağından endişe eden Moon
Tarikatı üyelerinin ruh hali ile filan "uç" grubun mensuplarına kadar bu tür
İstismar üzere kurulu oluşumlardaki yanlış duygular hep aynı psikolojik
mekanizmalarla oluşur.
Korkunun, sadece bu dünyadaki belalar ve zararlarla sınırlı kalmayacağı, aynı
zamanda, bu 'vasıta ilahları’ memnun etmedikten sonra ahrette de iyiliklere
ermenin mümkün olamayacağı düşüncesinden de kaynaklandığı görülüyor.
Bu problem, kişiye nüfuz etmeyi adeta imkansız kılar. Mensuplarını böyle
oluşumlardan ayırmanın zorluğu da daha çok bu tarz şartlanmalardan
kaynaklanır. [233]
Şifa Tanrıları
"Politeist (çok ilahlı) dinlerin hemen hepsinde görülen ortak özellikler Allah'ın
sıfatlarının herhangi bir şekilde yaratılmışlara atfedilmesidir. Bunlardan biri de
Allah'ın 'şafî’(şifa veren, iyileştiren) sıfatının, hekim-tanrı olarak bazı nesnelere
verilmesidir, (Yunan mitolojisindeki Asklepios'ta olduğu gibi.)”[236]
'Şifa vericilik' inancı, insanların birtakım nesneleri ilah edinmelerinde oldukça
önemli bir faktördür. Pek çok kimse şifa beklentisi ile ağaçlara çaputlar bağlar,
türbelere mum yakar, bazı kimselerin oturduğu mekana kadar eğilerek ya da
secde halinde ilerleyerek eşiğine yüz sürer; onun kullandığı eşyaları koklar,
vücuduna sürer, artığını ve onun tarafından okunmuş yiyecekler ve içecekleri
yiyip içerek şifa umar.
Bu tarz putlaştırmanın kökü de çok eskilere dayanır. Kabe'ye ilk putların
dikilişindeki maksadın da bu olduğundan bahsedilir.
İbnü'l-Kelbi konuyu şöyle rivayet ediyor:
"Amr b.Luhayy, ağır bir hastalığa tutuldu, Kendisine denildi ki; 'Suriye'de,
Belka denilen yerde suyu sıcak bir pınar vardır. Oraya gidersen iyileşirsin. Amr
oraya gitti, yıkandı ve kurtuldu. Bölge halkının putlara taptığını gördü.
'Bunlar nedir?’diye sordu. Onlar da;
'Biz bunların aracılığı ile yağmur bekler ve düşmana karşı yardım isteriz'
dediler. Bunun üzerine Amr bu putlardan kendisine de vermelerini istedi.
Aldıklarını Mekke'ye getirdi ve Kabe'nin çevresine dikti."[237]
Ay ve Güneş'e tapınılmasında da yine şifa beklentisi söz konusu. Ay'ın bir
melek olduğu düşüncesiyle Ay'a karşı durarak dileklerde bulunmak; bazı
yerlerde de yaygın olan bir inançla, gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocukların,
anaları tarafından Ay'a gösterilerek; "Ya al, ya ver" diye yakarıp, bunun
sonucunda çocuğun ya iyileşeceği veya öleceğine inanılması da aynı tür
inanışlardandır.
Cahiliye Arapları'nın, diş değiştiren çocuklarının çıkan dişlerini ellerine alıp
güneşe doğru atarak, 'bunu daha güzeli ile değiştir' demeleri de buna bir
örnektir."[238]
Ağaçlar, kuyular, mağaralar, kayalıklar gibi bazı tabii şeylere tapınmada da,
onların aracılığı sayesinde "ilah" ile doğrudan rabıta tesis edebileceğine
inanılmasının yanında, onların şifa verme ve hayat bahşetme hassalarına sahip
oldukları düşüncesi vardır. Suyuyla çöldeki bir kuyu, hürmet gösterilen bir şey
olmuştur. Mağaralar, yeraltı kuvvetleri ve ilahları ile ilişki halinde mütalaa
edildiklerinden kutsal addedilmişlerdir. Cahiliye devri Arapları'nın Uzza putu ve
Nahle'deki Gabğab mağarası da esasında böyleydi.
Günümüzdeki Müslüman Ruvale Bedevi'leri, su buharlarını bir araya toplayan,
mer'alara faydalı çiğ düşürmek suretiyle nebatları büyütüp geliştiren Ay
tarafından insan hayatının tanzim edildiğini tahayyül etmektedirler.
Dini inanış unsurlarının hepsinin göze çarpan belli başlı özellikleri, daha yüksek
bir gelişme seviyesine ulaşıldığında değişik bir şekil altında varlıklarını
sürdürme temayülü gösterirler.
Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen Ved, yani Main'liler panteonunun tepesinde duran
"Ay Tanrısı" böyledir. İbn Hişam ve et-Taberi, Necran'da bulunan bir mukaddes
hurma ağacından bahsetmektedirler. Bu ağaca silahlar, elbise ve bezler hediye
olarak sunuluyor ve onun gövdesine asılıyordu. Mekkelilerin her yıl gelip
ziyaret ettikleri, üzerine eşyalar asılan Zat-üEnvat, belki de Nahle'deki el-Uzza
ile aynı şeydi, Ta'if’deki el-Lat, kare prizma şeklindeki bir kaya ile temsil
edilmekteydi. Nihayet Petra'daki Zü'ş-Şara, yüz yirmi beş santim yüksekliğinde
ve altmış beş santim eninde yontulmuş dik dörtgen prizma şeklinde kara bir
taştan ibaretti."[239]
Yukarıda adı geçen "Zatü Envat" şifa ve dilekler konusunda ilginç bir örnektir:
Hz. Peygamber devrinde tapılan put ağacının adı Zat-ü Envat idi, bir başka
deyimle bir dilek ağacı.. Daha sonra bu ad, bazı Müslüman bilginlerce örtülü
şirkin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu bilginlerden biri de, hurafe ve
yozlaşmaların kutsala fatura edilmesine savaş açmış ünlü bilgin Ebu Şame
(ölm.1266) kendinden önceki kaynaklarını da göstererek şu ibret verici olayı
anlatır:
Huneyn Savaşı'na katılan bir grup sahabi demiştir ki; "Hz. Peygamberle birlikte
Huneyn'e doğru yol alıyorduk. Kureyş putperestlerinin o yörede kutsal
tanıdıkları büyük bir ağaç vardı. Her yıl belli bir süre bu ağacın altına gelir,
silahlarını ağaca asar, orada kurban keserlerdi. Bu süre içinde tüm dilekleri için
bu ağaca bezler-giysiler astıklarından, adı Zat-ü Envat konmuştur. Ağacın
yakınından geçerken biz Hz. Peygambere şu ricada bulunduk;
"Ey Tanrı elçisi, sen de bizim için bir Zat-ü Envat belirlesen olmaz mı?"
Peygamber bize şu cevabı verdi;
"Allah Allah! Siz ne cahil bir toplumsunuz. Önceki ümmetlerin geleneklerini mi
ihya edeceksiniz? Sizin şu sözünüz, İsrail Kavmi'nin Hz. Musa'dan put isteyen ve
Kur'an'da da geçen şu sözüne benziyor: 'Ey Musa! Şu belde halkının taptıkları
ilahlar türünden bize de bir ilah bul."[240]
Ebu Şame, Zat-ü Envat ağacınınki türünden işlevi olan tüm bina, ağaç vs.'nin
ortadan kaldırılmasını Allah'a imanın bir gereği sayıyor. Daha ilginci, Ebu
Şame, bu tür işlevlere araç yapılan tüm cami, mescit ve benzeri mekanların da
şirk aracı olduğunu ve yıkılmaları gerektiğini söylüyor. Bu tür mescit ve
mabetler diyor Ebu Şame, Tevbe: 9/108. ayette sözü edilen bölücülük, halka
zarar veren riyakarlık odağı mescitler cümlesindendir. Bu tür yerlerde yapılan
zikirler, kılman namazlar, tutulan oruçlar ibadet görünümünde birer şirk
sergilenişidir."[241]
Şirk konusunda şu hadis-i şerif de oldukça önemlidir;
İbn Mes'ud (ra), Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu Zeynep(ra)'den rivayet
ediyor;
"Rukye, muska ve muhabbet muskasında şirk vardır." Dedim ki
"Neden bunu söylüyorsun? Gözüm ağrıyordu, falan Yahudi'ye gidip geldim,
rukye yaptırdım. Beni okuduğu zaman gözümün ağrısı kesildi." Bunun üzerine
Abdullah şöyle dedi;
"Bu şeytanın işiydi. Onu kendi eliyle koyar, ona okunduğu zaman ondan
uzaklaşır. Allah resulü (sav)'in buyurduğu gibi şöyle demen yeterlidir: "Sıkıntıyı
gider, ey insanların Rabb'i! Şifa ver! Şifa veren ancak sensin. Senin şifandan
başka hiçbir şifa yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayan şifa ihsan eyle!"[242]
Şirkten uzak ve temiz bir kalp ile dosdoğru bir yol üzere bulunan Müslüman,
şifa dahil bütün iyilikleri ancak Allah'tan bekler; çünkü, Allah:
"Biz Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o, mü'minler için şifa ve rahmettir;
zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır"[243] buyuruyor.[244]
Şefaatçi Tanrılar
I- Vücut Sıfatı:
Varlığı kendisi ile kaim olmak; başkası vasıtası ile değil, yalnız kendi zatının
gereği olarak var olma. Var oluşu ve varlığının devamı için hiçbir şeye ve hiç
kimseye muhtaç olmayan. Ondan başkasının varlığı ise kendi zatının gereği
değil..
Her şeyin 'olmazsa olmaz'ı yalnızca O'dur. O olmasaydı hiçbir şey olmazdı.
O'ndan başka, her ne olursa olsun, 'olmazsa olmaz' değildir; olmasa da olur.
Aklın gereği olarak olması gereken budur: "Bütün bu gördüklerimizi var eden,
onlar yok iken yaratan bir vacibü'l vücudun (varlığı kendi zatından olanın)
bulunması lazımdır. O olmadıkça bu varlıklar var olamaz ve izah edilemez. İşte
bütün bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan
'Vacibü'l vücud' olan Allahu Teala Hazretleri'dir. Bunun içindir ki, varlığın zıddı
olan yokluk, O'nun hakkında düşünülemez. [274]
"Aklı başında olan her insana, Allah'ın varlığını bilip tasdik etmek farzdır.
Kainatta her zerre, ilim ve kudret sahibi Allah'ın varlığına şahadet edip
dururken, her şeyin üstünde bir akla sahip olan insanın bunu anlamaması,
düşünüp bulmaması caiz olamaz. Onun içindir ki, insanın, nerede ve hangi za-
manda yaşamış olursa olsun, kendi akliyle düşünerek Allah'ı bulması ve bilmesi
üzerine farzdır."
Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber’inde;
"Allah insanlara, dini vecibelerini beyan eden bir Peygamber göndermemiş olsa
idi bile, akılları ile Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek onların üzerine vacib
olurdu", hükmüne varıyor.[275]
Demek ki aklın tabii fonksiyonu ve ilahi misyonu yaratıcısını düşünüp bilmektir.
Bunun içindir ki; aklı olmayanın dini de yoktur, denmiştir. [276]
II. Kıdem:
III. Bakaa:
Allahu Teala bakidir; varlığının bir sonu yoktur. Gördüğümüz bütün varlıklar
sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok olacaklardır.
Fakat, Allahu Teala böyle değildir.. Varlığı için bir başlangıç olmadığı gibi, bir
nihayeti de yoktur. [278]
IV. Vahdaniyet:
Allah'ın Bir olması demektir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde tek olup; eşi,
benzeri ve ortağı olmamak demektir. "Allah birdir. Doğmamış ve
doğrulmamıştır. O'nun hiçbir ortağı, örneği ve cüzileri yoktur. Her bakımdan
'Bir' olmak, O'nun zati sıfatlarındadır. Zatının eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi,
sıfatları itibariyle de benzeri yoktur. Her şeyi yaratan yalnız kendisi olup,
O'ndan başka yaratan olmadığı için işlerinde de tektir. Bunda da eşi, ortağı ve
yardımcısı yoktur." [279]
"Allahu Teala zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O'nu nasıl
düşünürsek düşünelim, O, bizim düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden
geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Çünkü hatırımıza
gelebilecek şeylerin hepsi mümkündür ve yokken, sonradan yaratılmış ve
başkasına muhtaç şeylerdir. Onların her birinin bir cihetten başkalarına bir
benzerliği vardır. Allahu Teala ise böyle olmayıp..zatı cihetinden de, sıfatları
bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak
sıfatı O'nundur."[280]
"Her şeyi yaratan Allahu Teala'dır ve Canabı Hak, ezeli ve edebi bir hayat ile
"hay"dır; yani diridir. Hayat, Allah'ın bir sıfatıdır. Bizim hayatımız sonradandır;
Allahu Teala'nın mahlukudur. O'nun hayatı ise, zatının muktezasıdır, ezeli ve
ebedidir; hayat O'nun zatından ayrılmayan bir sıfattır.
Çünkü hayat bulmadıkça, bu sıfatların bulunmasına imkan yoktur. [282]
VIII. İlim:
"İlim, Allahu Teala'nın her şeyi bilmesidir. "Allah alimdir"; olmuşu, olanı,
olacağı, gerek kül (bütün) halinde ve gerek ayrı ayrı hepsini bilir. Cenab-ı Allah
için ezeli olan ilim, ezelden ebede bütün ma'lumatı, her şeyi kuşatmıştır. O'nun
ilminden dışarı kalmış hiçbir şey yoktur. Dünya ve dünyadakiler yokken onların
hepsini, nasıl ve ne zaman olacaksa onları öylece bilir. Hiçbir şey, gönlümüzden
geçenler bile O'na gizli değildir."
Allahu Teala'nın bugün vukua gelen ve gelmekte olan her şeyi, nasıl olacaklarsa
ezelde (Önceden) Öylece bilinmiş olması, iş yapabilmemize asla mani değildir.
"Allahu Teala, olacak şeyleri olacağından dolayı bilir. Yoksa, Allah bildiği için
o şeyler vücuda geliyor değildir. Olacaklarını Allah'ın bilmiş olması, onların
olmasını icap ettirmiyor; belki iradelerimizle olacakları için biliyor."
Bir alimin, şu kadar zaman sonra filan gün, şu saat ve şu dakikada güneş
tutulacağını şimdiden söylediği için güneş tutulmuyor. Günü gelince, söylendiği
gibi güneş tutuluyor. Güneşin o anda tutulacağı onun bilmesine, yazmasına tabi
değildir. Tabiidir ki, güneş nasıl olsa tutulacak; fakat alimin geniş ilmi onu
vaktinden evvel gördü. İşte bizim bugün yapacağımız işleri Allah'ın ezelden
bilmiş olması da böyledir." [283]
IX. İrade:
Allah'u Teala'nın irade sıfatı vardır. İrade bir şeyin şöyle olup da, böyle
olmamasını dilemek ve dilediği gibi tayin ve tahsis etmektir. Dünya da olmuş ne
varsa hepsi Allah'ın dilemesi ile olmuştur. Mümkün olan her şeyin hangi şekil
ve zamanda olmasını dilemiş ise, zamanında öylece olur. Her şey O'nun irade ve
dilemesiyledir". O'nun iradesi haricinde bir şey olamaz. [284]
X. Kudret:
Allahu Teala'nın, nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen bir kudreti vardır.
Kudretinin yetişemeyeceği şey yoktur. Bu kadar yıldızlarıyla, güneşleriyle,
dağlarıyla, ovalarıyla, denizleriyle, ağaçlarıyla, hayvanlarıyla, insanlarıyla bütün
dünyayı ve kainatı yok iken var eden Allahu Teala'nın, ne büyük ve ne
nihayetsiz bir kudret sahibi olduğu az bir düşünme ile anlaşılabilir. Binaenaleyh,
Allahu Teala, ezeli olan kudret sıfatıyla herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya
kaadirdir. [285]
XI. Kelam:
Allahu Teala görülmek veya işitilmek şanından olan her şeyi görür, işitir. O'na
uzaklık, yakınlık, karanlık gibi şeylerin hiç te'siri yoktur. İçimizdeki fısıltıları da
işitir. Hikmetinin muktezasına muvafık olarak kullarının yaptıkları dualara
cevap verir. Allah'ın görmesi ve işitmesi olduğu Kur'an-ı Kerim ile sabittir. [287]
XIV. Tekvin: