Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 8

Arda Süzer

21703916

Of Other Spaces Üstüne

Michel Foucault on dokuzuncu yüzyılın büyük saplantısını tarih olarak

yorumluyor ve dönemin anlayışını gelişme ve duraklama temaları, kriz ve döngü

temaları, geçmişten gelen birikim, ölümlerin aşırı artması, dünyayı tehdit eden

soğuma temalarının oluşturduğunu belirtiyor. "Of Other Spaces" yazdığı dönem olan

1967 dönemini ise mekan dönemi olarak nitelendiriyor "Dünyanın kendini, zaman

boyunca gelişen uzun bir ömürden ziyade, noktalarını birbirine bağlayan ve kendi

yumağını ören bir ağ gibi hissettiği bir dönemdeyiz." Yapısalcılığın zaman

dolayımıyla bölüştürülebilen elemanlar arasında, bir tür birleşim olarak ortaya

çıkarılabilen bir ilişkiler toplamı oluşturma çabası olduğunu, yapısalcılığın zamanı

inkar etmemek olduğunu ve yapısalcı yaklaşımın zaman denilen şeyi ve tarih denen

şeyi ele almanın belli bir biçimi olduğunu söyler. Mekanın bir yenilik olmadığını

söyleyen Foucault, Batı deneyiminde mekanın kendisinin bir tarihi olduğunu ve

zamanın mekanla olan kaçınılmaz bir kesişmesi olduğunu belirtir. Mekanın bu

tarihini Foucault şu sözlerle anlatır "Mekanın ortaçağda, hiyerarşik bir yerler bütünü

olduğunu söyleyebiliriz; kutsal ve dünyevi yerler, korunaklı yerler ve tersine açık ve

korumasız yerler, kentsel yerler ve köylük yerler" Ortaçağ mekanının bir yere

yerleştirilmenin mekanı olduğunu vurgular, bu yerleştirilme mekanının Galileoyla

parçalandığını, çünkü Galileo'nun Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü keşfetmiş

olmasıyla birlikte sonsuz ve son derece açık bir mekan kurmuş olduğunu belirtir.
Foucault kaygının zamandan ziyade, mekanla ilgili olduğunu zamanın

mekanda bölüşülen unsurlar arasında mümkün olan dağılım oyunlarından biri

olduğunu vurgular. Çağdaş mekanın,onu kuşatan tüm tekniklere rağmen, onu

belirlemeye ya da biçimlendirmeye yarayan bütün bilgi ağına rağmen on dokuzuncu

yüzyılda kutsallıktan arındırılmış bulunan zamandan farklı olarak henüz tümüyle

kutsallıktan arındırılmadığını söyler. Mekanın teorik olarak kutsallıktan arındırılması

bir ölçüde meydana geldiğini fakat mekanın pratik olarak kutsallıktan

uzaklaştırılmasına erişmediğimizi söyleyen Foucault yaşamımız hala

dokunulmazlığını koruyan, kurumun ve pratiğin dokunmaya cesaret edemediği bazı

karşıtlıkların hükmü altında olduğunu belirtir ve şu sözlerle örnekler “özel mekanla

kamusal mekan arasında, aile mekanı ile toplumsal mekan arasında, kültürel mekan

ile yararlı mekan arasında, boş vakit mekanı ile çalışma mekanı arasındaki

karşıtlıklar; bunların hepsi hala açıkça belli olmayan bir kutsallaştırmayla

yönetilirler.” Dış mekanın heterojen bir mekan olduğunu söyleyen Foucault, içinde

bireylerin ve şeylerin yerleştirilebileceği bir tür boşluk içinde yaşamadığımızı,

birbirine asla indirgenemez olan ve asla üst üste konamayan mevkiler tanımlayan bir

ilişkiler bütünü içinde yaşadığımızı söyler. Mevkiyi tanımlamada kullanılacak

ilişkiler bütününün ne olduğunu arayarak, bu farklı mevkilerin tanımlanabileceğini

söyleyen Foucault geçici, ara mevkiler olan kafeler, sinemalar, pasajlar ve ev, oda,

yatak, vs.nin oluşturduğu kapalı ya da yarı açık dinlenme mevkilerinin ilişkiler ağı

dolayısıyla betimlenebileceğini belirtir. Bu mevkiler içinde Foucault'un üstünde

durduğu mevkiler, tüm diğer mevkilerle ilişkide olan; ama belirttikleri, yansıttıkları
ya da temsil ettikleri ilişkiler bütününü erteleyen, etkisizleştiren ya da tersine çeviren

mevkilerdir. Tüm diğer mevkilerle bir anlamda ilişkide olan, yine de tüm diğerlerini

yadsıyan bu mekanları iki ana türe ayırır.

Önce ütopyaların var olduğunu söyleyen Foucault ütopyaları gerçek yeri

olmayan mevkiler olarak tanımlar ütopyaların ya mükemmelleşmiş toplum olduğunu

ya da toplumun tersi olduğunu belirten Foucault bu ütopyaların özünde gerçekdışı

mekanlar olduğunu savunur. Foucault’nun asıl üzerinde durduğu mekanlar ise

heterotopyalardır ve heterotopyaları şu sözlerle tanımlar “bütün kültürlerde, bütün

uygarlıklarda gerçek yerler, fiili yerler vardır, bizzat toplumun kurumlaşmasında yer

alan ve karşı-mevki türleri olan, fiilen gerçekleşmiş ütopya türleri olan yerler vardır-

gerçek mevkiler, kültürün içinde bulunabilecek tüm diğer gerçek mevkiler bunların

içinde hem temsil edilir hem de tartışılır ve tersine çevrilir, bunlar fiili olarak bir yere

yerleştirilebilir olsalar da bütün yerlerin dışında olan yer çeşitleridir.” Foucalut

yansıttıkları tüm mevkilerden farklı olan bu mevkiler ile ütopyalar arasında karma,

ortak deneyimin ayna olduğunu söyler. Ayna’nın bir ütopya olduğunu çünkü aynayı

kendimizi olmadığımız, gerçekdışı bir mekanda gördüğümüz, kendimize olmadığımız

yerden baktığımız bir gölge olarak tanımlar. Kendimizi aynada gördüğümüzde,

bulunduğumuz yerde olmadığımızı aynadan yola çıkarak keşfedeceğimizi söyleyen

Foucault aynanın öte yüzünden, kendimize yönelen bu bakış dolayısıyla kendimize

geri döndüğümüzü ve gözümüzü kendimize yönelttiğimizde ve yeniden kendimizi

bulduğumuz yerde kendimizi oluşturmaya yeniden başladığımızı anlatır ve aynanın

bu yönüyle bir heterotopya gibi işlediğini söyler. Dünyada heterotopya oluşturmayan

tek bir kültürün bile olmadığını söyleyen Foucault, heterotopyaların çeşitli biçimler
aldığını ve mutlak anlamda evrensel olan tek bir heterotopyanın bile

bulunamayacağını savunur.

Foucault heterotopyaları iki büyük tür halinde sınıflandırır; ilkel ve ilkel

olmayan. İlkel toplumlarda kriz heterotopyaları diye adlandırdığı bu heterotopya

biçiminin toplum karşısında ve insanların içinde yaşadıkları insani ortamlarda kriz

durumunda bulunan bireylere, yeni yetmelere, adet dönemindeki kadınlara, hamile

kadınlara ve yaşlılar ayrılmış ayrıcalıklı, kutsal ya da yasak yerler olarak tanımlar.

İlkel olmayan toplumlarda kriz heterotopyalarının izlerine rastlansa da

kaybolduklarını söyleyen Foucalut on dokuzuncu yüzyılda erkek cinselliğinin aileden

uzakta gerçekleştiği yere örnek olarak yatılı okul ve askeriyeyi, kızların bekaretini

kaybettikleri yerin ise ‘hiçbir yer’ olması gerektiğinden balayı seyehatlerinin

düzenlendiğini belirtiyor ve bu hiçbir yerin yerini coğrafi koordinatları olmayan bir

heterotopya olarak adlandırıyor. Bu kriz heterotopyalarının zaman içinde yok

olduklarını ve yerlerini sapma heterotopyalarına bıraktıklarını söyleyen Foucault

sapma heterotopyalarını davranışı, ortalamaya ya da istenen norma göre sapma olan

insanların içine yerleştirildiği heterotopya olarak tanımlıyor ve bu yerlere örnek

olarak psikiyatri klinikleri, hapishaneler ve huzur evlerini veriyor.

Heterotopyaların ikinci ilkesinin bir toplumun, tarih boyunca, var olan ve

var olmaya devam eden bir heterotopyayı çok farklı biçimde işletebileceği olduğunu

söyleyen Foucault heterotopyaların içinde bulunduğu kültürün eşzamanlılığına göre,

edinebileceği işlev değişikliğinden bahsediyor ve buna örnek olarak mezarlık

heterotopyasını ele alıyor. Mezarlığın Batı kültüründe önemli değişimler geçirdiğini

söyleyen Foucault on sekizinci yüzyılın sonuna kadar mezarlığın kentin ortasında


bulunduğunu, burada kabir hiyerarşisinin mevcut olduğunu belirtiyor. Bedenlerin

dirilişine ve ruhun ölümsüzlüğüne fiilen inanılan dönemde ölüden arta kalan şeye

büyük bir önem verilmemiş olmasını doğal olarak nitelendiren Foucault bedenin

dirileceğine inanılmadığı dönemden itibaren ölüden kalanlara daha fazla dikkat

edildiğine dikkat çekiyor. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren ölümün

bireyselleştirilmesi ile birlikte ölüm takıntısı doğduğunu söyleyen Foucault

yaşayanlara hastalık getirenlerin ve ölülerin yakınlıklarının ölümü yayan şey

olduğunun varsayılmasıyla birlikte on dokuzuncu yüzyıl itibariyle mezarlıkların

kenar mahallelere doğru taşındığını ve bu dönemde mezarlıkların kentin kutsal ve

ölümsüz rüzgarını değil, her ailenin kendi karanlık ikametine sahip olduğu 'öteki

şehir'i meydana getirdiğini söylüyor.

Üçüncü İlke olarak Heterotopyanın, birçok mevkiyi kendi içlerinde

bağdaşmaz olan birçok mekanı tek bir gerçek yerde yan yana koyma gücü olduğunu

söyleyen Foucault tiyatro ve sinemanın birbirine yabancı bir dizi yeri art arda

geçirdiğini söyler. Çelişik mevkiler heterotopyasının en eski örneğinin bahçe

olduğunu söyleyen Foucault geleneksel Acem bahçesine şu sözlerle değiniyor "Dört

köşesinde dünyanın dört diyarını bir araya getiren kutsal bir mekandı, merkezinde ise,

diğerlrinden daha kutsal olan, dünyanın ortasındaki göbek gibi olan bir mekan vardı

(havuz ve su fıskıyesi buradaydı); ve bahçedeki bütün bitkiler bu mekanda, bu

mikrokozmosta pay edilmişti." Halıları bahçenin reprodüksiyonları olarak tanımlayan

Foucault bahçenin, tüm dünyanın simgesel mükemmelliğinin gerçekleştiği bir halı

olduğunu ve halının ise, mekan boyunca hareket eden bir tür bahçe olduğunu

belirtiyor. "Bahçe hem dünyanın en küçük parçası hem de tümüdür. Bahçe,


antikçağın başından beri mutlu ve evrenselleştirici bir tür heterotopyadır"

Dördüncü ilkede Foucault Heterotopyaların, genellikle, zamanın

bölünmesine bağlı olduklarını, simetriyle heterokroni diye adlandırılabilecek şeye

açıldıklarını söylüyor. İnsanların geleneksel zamanlarıyla bir tür mutlak kopma içinde

olduklarında heterokroniler tam olarak işlemeye başladıklarını söyleyen Foucault

heterotopik bir yer olan mezarlığın bir birey için yaşamın kaybı anlamına gelen ve

yok olmaya, silinmeye devam ettiği o yarı ebedilik olan bu garip heterokroniyle

başladığını söylüyor. Sonsuza dek biriken zaman heterotopyaları olduğunu söyleyen

Foucault, müzeler ve kütüphaneleri zamanın yığılmaya ve kendi zirvesini aşmaya

devam ettiği heterotopyalar olarak nitelendiriyor. on yedinci yüzyılda müzeler ve

kütüphanelerin kişisel bir tercihin ifadesi olarak var olduklarını söyleyen Foucault, bu

mekanları on dokuzuncu yüzyıl Batı kültürüne özgü heterotopyalar olarak

nitlendirerek, yaşadığı değişimi şu sözlerle yorumluyor "her şeyi biriktirme fikri, bir

tür genel arşiv oluşturma fikri, bütün zamanları, bütün dönemleri, bütün biçimleri,

bütün zevkleri bir yere kapama istenci, zamanın dışında yer alacak ve zamanın zarar

veremeyeceği bir yer oluşturma fikri, kımıldamayacak bir yerde zamanın bir tür

kalıcı ve sonsuz birikimini örgütleme projesi; tüm bunlar bizim modernliğimize

aittir." Zamanın biriktirilmesine bağlı olan bu heterotopyaların karşısına,

zamana bağlı heterotopyaları koyan Foucault onları önemsiz, geçici fakat kronik

olarak adlandırıyor. Örnek olarak panayırlara değinen Foucault şehirlerin kıyısındaki

bu mevkilerin, yılda bir ya da iki kez barakalarla, sergilerle, tuhaf nesnelerle,

güreşçilerle, yılan-kadınlarla, falcı kadınlarla dolduklarını söylüyor. bir diğer kronik

heterotopya örneği olarak Polinezya köylerine değinen Foucault bu köylerde


heterotopyanın iki biçiminden şenlik ve biriken zamanın ezeliliği heterotopyasının iç

içe girdiğini söylüyor ve şöyle açıklıyor "Djerba'daki saz kulübeler bir anlamda

kütüphanelerin ve müzelerin akrabasıdır, çünkü Polinezya yaşamına kavuşarak

zaman ortadan kaldırılır; fakat aynı zamanda bu kavuşulan zamandır, sanki tüm

insanlık tarihine dolaysız bir tür büyük bilgi gibi kavuşmuşuzdur."

Beşinci ilkede heterotopyaların her zaman bir açılma ve kapanma sistemi

gerektirdiklerini söyleyen Foucault heterotopik bir mevkiye rahatça girilemeyeceğini,

ya orda zorla kalınacağını, hapishane ve kışla örneğindeki gibi, ya da kurallara ve

arınmalara boyun eğerek girileceğini söyler, Müslüman hamamları ve İskandinav

saunalarında olduğu gibi. Bu heterotopyaların tersine düpedüz açık olan, fakat genel

olarak, ilginç dışlamaları gizleyen başka heterotopyalar olduğunu söyleyen Foucault,

bu heterotopik mevkilere herkesin girebileceğini fakat, bunun bir yanılsama olduğunu

çünkü aslında oraya girildiği için dışlanılmış olunduğunu belirtiyor. Örnek olarak

Güney Amerika'nın büyük çiftliklerinde var olan odalara değinen Foucault, buraya

gelen misafirlerin içeri girmek için kullandıkları girişi kapısının ailenin yaşadığı

odaya açılmadığını,içeri giren kişinin asla ailenin ortasına ulaşamadığını bu sepeble

gelenlerin kesin olarak tanrı misafiri olduklarını, gerçek anlamda davetli

olmadıklarını söylüyor. Batı uygarlıklarında ise bu tür heterotopyaların Amerikan

motellerinin ünlü odalarında rastlanabileceğini söyleyen Foucault, metresle gelinen

odada gayrımeşru cinselliğin hem mutlak emniyet altında yapıldığı hem de gizli

kapaklı yapıldığına değiniyor. Bazı durumlarda, kolonilerin, yeryüzü mekanının

genel örgütlenme düzeyinde heterotopya rolü oynadıklarını söyleyen Foucault on

yedinci yüzyılda, İngilizlerin Amerika'da kurdukları ve tamamen mükemmel öteki


yerler olan püriten topluluklarına değiniyor. Bir diğer örnek olarak Güney

Amerika'da kurulmuş olan Cizvit kolonilerini ele alan Foucault bu köylerin, dörtgen

bir meydanın etrafında katı bir düzenlemeye göre dağıldığını böylece İsa'nın

işaretinin tam olarak kopya edildiğini belirtiyor.

Son olarak gemilerden mükemmel bir heterotopya olarak bahseden

Foucalut gemiyi kendi üzerine kapalı ve aynı zamanda denizin sonsuzluğuna terk

edilmiş, kendi başına mevcut, yüzen bir mekan parçası, yersiz bir yer olarak

nitelendiriyor bu sebeple geminin en büyük hayal gücü rezervi olduğunu söylüyor.

You might also like