Professional Documents
Culture Documents
Edeb402 Ara Ödev
Edeb402 Ara Ödev
21703916
Düğün: Düğün hikayesinde o dönemin yaygın sorunu olan cariyelik ele alınmıştır, efendi-köle
ilişkisine dayanan hikayede Behçet Bey’in odalığı olan Dilsitan kendisiyle evleneceğini zannettiği
Behçet Bey’in toplum tarafından güzel bulunmayan ancak sosyal statüsünün ve zenginliğinin
çirkinliğini gölgelediği Sitare Hanımla evleneceği haberi üstüne verem olur. Dilsitan ve Behçet
Bey’in ilişkisini incelediğimizde İntibah’da olduğu gibi hastalık boyutunda seven köle ve onu
yalnızca cinsel obje olarak gören efendi sorunu belirgin. İntibah’dan farklı olarak Behçet Bey’in
Dilsitan’a karşı olan tutumu çok daha sert, onu satmaya çalışması ancak hastalığından dolayı
satamaması dönemin cariye sorununa çarpıcı bir örnek. İntibah ile kıyasladığımızda Düğün
hikayesinin cariye olayına bir sorun olarak yaklaşması da 1890 sonrası edebi metinlerde
gerçekçiliğin arttığına somut bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.
Türk-Türk olmayan ayrımını yaparken Samipaşazade Sezai’nin veremden çerkezlere özgü hastalık
diyerek bahsetmesi de dönemin etnik ayrılıkçı bakışına bir örnek.
Karabibik: Karabibik öyküsü köy hayatını konu aldığından içinde fazla sayıda farklı topluluk
bulundurmuyor. Göze çarpan tek toplumsal ilişki Müslüman-Gayrimüslim ilişkisi. Nabizade Nazım
bu ilişkiyi detaylı analiz etmese de Osmanlı müslümanları ve hristiyanları arasında kapitalizm ve
modernizm bakımından nasıl bir derece farkı olduğunu öyküsüne yansıtmış durumda. Feodal
yapıdaki müslüman köyüne karşıt modern gayrimüslim köyüne en güzel örnek İngiliz gemisinin
Rum köyüne ticarete gelmesi. Kadın-Erkek ilişkileri bağlamında pozitivist bir yaklaşım benimseyen
yazar, müslüman köylüler hayvansı tasvir ederken, gayrimüslimler daha insancıl görünümde ve
tavırda betimliyor, Karabibik ile Eftelya ilişkisi bu hayvan-insan karşılaştırmasının en açık örneği.
Şehirli-Köylü ilişkisi bakımından ise kendisine üç ay istirahat veren hekimle ilgili “Seni üç
ay dört taş arasında hapsetmekten başka elinden ne gelir” diyen Karabibik üzerinden köylünün
doktora yani şehirliye pek güvenmediğini ve içten içe onları rahat hayat yaşamakla suçladığı
yorumu yapılabilir.
Mösyö Kanguru: Bu eserde ailesi, arkadaşları ve sosyal çevresi tarafından çirkin bulunan bir
erkek çocuğun toplum içinde var olma çabasını görüyoruz. Sosyal çevresi tarafından psikolojisi
bozulan çocuk sirkteki oyuncuya özenerek kendine bir hayatta kalma yolu çiziyor. Toplumla olan
ilişkisi sorunlu başlayan çocuk zaman geçtikçe, her ne kadar adapte olmuş gibi gözükse de, daha da
problemli bir bireye dönüşüyor. İnsanlardan, onunla konuşmaya dahi tenezzül etmedikleri için
özellikle kadınlardan nefret eden adam, görünüşü nedeniyle toplumdan dışlanmış bir yaratığa
evriliyor. Dönemin popüler olayı olan kusurlu bireyin(cüce,çirkin,çok uzun, kolsuz...) şov sektörüne
yönelişi olayı onda da vuku buluyor. Sahne hayatının dışında insanlarla sosyal ilişkisi yok ve bu
durum psikolojisini gün geçtikce daha da sorunlu hale getiriyor. Sirkte ona insani duyguyla
yaklaşan ilk kişiye, elini sıkan kıza, aşık olmasıyla birlikte bir şekilde katlanılır hale getirdiği
çirkinliği kendi gözünde çok daha ateşli hale gelen adam içten içe kendini yemeye tekrar başlıyor.
En son kızın kendisinden korktuğunu duymasıyla birlikte tam anlamıyla bir canavara dönüşüyor ve
kıza zarar verme raddesine geliyor. Toplum tarafından kabul görmemenin insanı nasıl canavara
dönüştüreceğini çarpıcı şekilde anlatılıyor.
Gizli Mabed: Doğu-Batı ilişkisi bakımından dönemin önemli metinlerinden olan eserde Ömer
Seyfettin iki kültür arasındaki ilişkiyi oryantalizm eleştirisi yoluyla anlatıyor. İstanbula gelen
frenkin beklentileri ve yaşadığı gerçeklik arasındaki farkı konu alan metinde, frenkin arzusu
avrupadan etkilenmemiş otantik bir Türk-Müslüman kültürü deneyimlemek. Beyoğlu mimarisi ve
bölgenin insanları batılılaştıklarından dolayı frenkin ilgisini çekmediğinden, frenkin bozulmamış
şark kültürü deneyimleyebileceği bir yer aranıyor. Türk karakterin sütninesine ziyaretlerinde bazı
kültürel farklar göze çarpıyor, nine yemeği eliyle yediği için frenkin de eliyle yemeye çalışması,
frenkin amen demesi gibi. Sütnine de kaldığı akşam peşinden koştuğu gizli mabede ulaştığını
düşünen frenkin kendince yorumladığı ve abartılı anlamlar yüklediği odanın aslında sütninenin
sandık odası olduğu anlıyoruz. Ömer Seyfettin oryantalist bakışın hakikatten çok görmek istediğini
benimseyen tutumunu mizaha yakın bir dille anlatıyor.
Dağa Çıkan Kurt: 1.Dünya Savaşı ortamı ve sonrasına eleştirel olarak yazılmış bu alegorik
metin küçük bir Türk kızının iç dünyasında geçiyor. Hakim devletlere karşı bir eleştiri olarak
görülebilecek metin savaş koşullarında annesiyle birlikte yaşayan, babasını kaybetmiş, savaşın
kurbanı olmuş kızın korku ve endişesi üzerinden anlatılıyor. Kızın kurdu yol gösterici bir figür
olarak görmesi, kurdun Türk milletini temsil etmesi, genç kızın üstündeki korkuyu atmasına olanak
sağlıyor. Dünya barışının sağlanması için kurdun yani Türklerin feda edilmesi kararından sonra
intikam için dağa çıktığı söylenen kurtlardan olan genç kız kendini yenilmiş, yıkık bir ruh halinden
direnişci bir tavra geçerken buluyor.
Şeftali Bahçeleri: Anadoluya tahrirat müdürü olarak atanan idealist bir memurun dönüşümünün
anlatıldığı hikaye zevk ve eğlence odaklı kasaba halkıyla memlekete hizmet kararı almış, ıslahat
hedefli Agâh Bey’in toplumu değiştirmeyi hedeflerken, toplumun onu değiştirmesiyle sonlanıyor.
İkindi vakti dairelerin boşalmasıyla başlayan şaşkınlığı mutasarrıfın rahatlığı, kadının ona rakı
methiyle artan Agâh Bey, evkaf memurunun kendisine kadınlar konusunda sıkıntı çekmeyeceğini
söylemesiyle en üst noktaya çıkıyor. Memurların gece eğlendiğini gören Agâh Bey’in herkesi yola
getireceğine dair kendine söz vermesiyle, o ve toplum arasındaki uçurumu görüyoruz. Ancak
zamanla görevinin az olması ve iş arkadaşlarının ciddi meselelerde kendisini ehemmiyetle
dinlememeleri sonucu hizmet isteği azalan Agâh Bey’in, şeftali bahçelerine götürülmesi sonucu
orda gördüğü kadınlardan, içtiği rakıdan, yemeklerden etkilenmesiyle birlikte kasabanın rahatlığına
yaklaştığını görüyoruz. Zamanla rakıya ve kadına iyice alışan Agâh Bey’in işle ilgili arzusunu
yitirmesi ve o dönemi toyluk olarak anmasıyla da hikaye son buluyor.
Rahmet: Emin isimli karakterin dönüşümünü gördüğümüz eserde Emin başlarda Leyla isimli bir
kıza duyduğu aşkdan başka bir şeyi gözü görmezken, yaşadığı olay sonucu Emin’in odağının
millete duyulan aşka dönüştüğünü görüyoruz. İzole bir yaşam süren Emin’in yalısının yakınında
yaralı bir asker görmesi üzerine ona yardım sözü vermesi onun iç aleminin dönüm noktası denebilir.
Askere yardım bulma durumunda Emin’in uşağına talimat vermesi, birilerini bul demesi sınıfsal
farkı karşımıza çıkartıyor. Leylayı sevme tarzını incelediğimizde, Leyla’yı yüceleştiren, dünyada
geri kalan her şeyin anlamsızlaştığı söylemine dayalı bir anlatım görüyoruz. En uç nokta olarak da
Allah’a karşı “senden şüphe ettim ondan ettirme” söylemiyle sevgiliye duyulan aşkı ilahinin
ötesinde bir mutlaklığa taşıdığı söylenebilir. Burada Emin’in yaşadığı iç alemi ifrat ve tefrit
kavramlarıyla düşünebiliriz, Leyla’ya yani sevgiye yönelik arzunun ifratta olmasından dolayı
toplumsal duyarlılık tefritte. Hikaye’nin devamında uşağından askerlerin kim olduğu öğrenmesi
üzerine Ayasofya’da avluda yatan askerleri görmesi ve ezan sesini askerlerin kurtuluşa çağrısı
olarak yorumlaması üzerine toplumsal bir sorumluluğa yöneldiğini görüyoruz. Başlangıçta Leyla’ya
atfettiği özellikleri bu sefer millete atfetmesini tek bir nesneye bağlı olma arzusu üzerinden
yorumlayabiliriz. İntibah’da Ali Bey’de gördüğümüz bu yüceltme ve hakir görme tutumu farklı bir
versiyonda karşımıza çıkıyor. Emin’in hikayenin sonunda Leyla’ya acımasını bu dönüşümün
tamamlanması olarak görebiliriz.
Bir Tereddüdün Romanı: Roman Muharrir isimli, kararsızlık problemi yaşayan bir yazarın,
romanını okuyan Mualla isimli bir hayranının güzelliğinden etkilenmesi sonucu ona evlenme teklif
etmesiyle başlıyor. Muharrir’in kafasında Mualla’yı Halk Edebiyatında görülen masum, güzel, zeki,
iyi aile kızı profiline uyarlamaya çalıştığını görüyoruz. Burada Mualla’nın gerçek kişiliğinden
ziyade Muharir’in bu anlamı taşıyabilecek bir nesne bulmuş olması ön planda. Açık ve kapalı aile
arasındaki farklara değinilirken açık ailenin erdemini yeni değerlere açık olmak diye adlandırırken
zaaflarını zararlı olan yeniliğe açık olmak olduğu vurgulanıyor. Bu çıkarımdan yazarın iç alemi ile
ilgili bir anlam çıkarmak mümkün, aynı anda açık ve kapalılığın erdemlerinin toplandığı bir denge
peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Mualla öncesi bohem bir hayat yaşayan Muharrir’i bir amaç
hedefleyerek şimdiki zamanı şekillendirmek istemeyen bir tavırda görüyoruz ancak tereddütten
kurtulma anı olarak barda kendisiyle eşit ilişikide olduğu kadınlardan tiksinip, klasik kadın
konumunda olan Mualla’yı seçmesi söylenebilir. Bu seçimle kendi kurtuluşunu başlatma eyleminde
olduğunu görüyoruz. Mualla’nın tereddütte kalması sonucu aralarının açılması üzerine Vildan isimli
Mualla’nın tam zıttı denilebilecek taşkın ve aşırı bir durum içinde olan kadın karakterin girişiyle
Muharrir’in iç dünyasının değiştiğini görüyoruz. Genel anlamda aralarında İntibah’daki Mahpeyker
ve Ali Bey ilişkisine benzer bir ilişkiye şahit oluyoruz. Ruh hali değişen ve ihtiraslı diye
tanımlayabileceğimiz Vildan’ın gerçek kimliğinin Suriyeli bir Hrıstiyan olduğunu öğreniyoruz.
Genel anlamda değerlendirdiğimizde Mualla’nın iyi Vildan’ın kötü olarak karakterize edilmesinde
bu Müslüman-Gayrimüslim ve Türk-Türk olmayan köklerin rol aldığını söyleyebiliriz.Romanın
sonunda Muharrir’in bireysel, içsel tereddütle toplumsal bir ilişki kurduğunu görüyoruz, şüphe ve
tereddütün kurucu unsur olduğunu ancak onu hayatın bütününe yaymamak gerektiğini vurgulayan
Muharrir yaşadığı çağda bireysel, toplumsal ve uluslararsı düzlemde tereddütün yaygın olduğunu,
bu arada kalma halini bırakıp karara geçmek gerektiğini söylüyor. Bu tereddütten kurtulma halini
kendisi için bir dönüm olarak adlandıran Muharrir’in nelerden kurtularak kendini kurtaracağını dışa
vurduğunu görüyoruz. Muharir’in sıraladıkları kurtulunan zararlardan kendisinin dönemin popüler
söylemi olan faşizme doğru kaydığını görüyoruz. Özellikle yeni devrin cinsiyet özelliklerini
tanımlarken kadınının doğurması, anne olması gerektiği vurgusunu yaptığını, erkeğin ise eser
yazabiliyorsa iyi olduğu gibi bir söylem takınıyor.