Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 149

II- EGEMEN İKTİDARIN SINIRLANMASI

Mutlak monarşi olarak örgütlenen egemen iktidarlar, Avrupa'da feodal birimleri ortadan kaldırırken
ve kilisenin üstünlük iddialarına kesin olarak son verirken en büyük desteği burjuvaziden görmüşlerdi.
Geniş toprakları egemenlik altına alan güçlü bir merkezi iktidar, burjuvazinin çıkarları için hayati önem
taşıyordu. Bu nedenle Machiavelli, Bodin ve Hobbes gibi burjuva düşünürler 16. ve 17. yüzyıllarda
mutlak, sürekli ve bölünmez merkezi bir iktidarın teorisini oluşturdular. Bu hedefe ulaşıldıktan sonra,
burjuvazi, kapitalizmin önünü açacak hukuki ve siyasi reformların yapılması için çaba gösterecektir.
Mülkiyet hakkının güvence altına alınması, kişi güvenliğinin sağlanması, keyfi vergi alınmaması gibi
konular özellikle önem taşımaktadır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi ancak iktidarın sınırlanması ile
mümkündür. Bu nedenle, 18. yüzyılın burjuva düşünürleri, bir önceki yüzyılın düşünürlerinden farklı
olarak sınırlı iktidar tezini işleyecek ve bazı hakların dokunulmaz olduğu fikrini savunacaktır. Bu çağda,
aristokrasi de mutlak monarşiden memnun değildir; Montesquieu gibi aristokrat düşünürler,
mensubu oldukları sınıfın çıkarlarını korumak için, farklı yöntemlerle iktidarı sınırlayan görüşler dile
getirecektir. Bir zamanlar en iyi iktidar modeli olarak kabul edilen mutlak monarşiler, 18. yüzyılın
başında, artık toplumsal gelişmenin önündeki engeller olarak görülmektedir.

A- Doğal Haklar Teorisi: John Locke


Liberal siyasal düşüncenin temel kaynaklarından biri kabul edilen Yönetim Üzerine İki İnceleme adlı
kitabın yazarı olan John Locke (1632-1704), orta sınıfa mensup bir İngiliz ailede doğdu ve iyi bir eğitim
aldı.

Platon ve Descartes’ın “doğuştan fikirler” teorisini eleştirdiği İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı
kitabında, bütün bilgimizin duyumlarımızdan ve deneyimlerimizden geldiğini söyler.

İnsan zihni başlangıçta boş bir beyaz kâğıt (tabulu rasa) gibidir; üzerine yazılan her şey, en basitinden
en karmaşığına kadar bütün bilgiler duyumlarımız aracılığıyla deneyden gelir.

Locke’un, burjuvazinin çıkarlarını koruyacak, doğal haklara saygılı bir meşruti monarşiyi savunduğu
ünlü eseri Yönetim Üzerine İki İncelemesi, Haklar Yasası’nın kabulünden bir yıl sonra (1690)
yayımlanacaktır.

İktidarın Kaynağı
Yönetim Üzerine İki İnceleme adlı eserin birinci kitabında (Birinci İnceleme), Locke, Orta Çağ’a
egemen olan "her türlü iktidar tanrıdan gelir” görüşünü çürütmeye çalışır. Özellikle, yeryüzündeki
kralların iktidarlarını Âdem’in ardılı ve mirasçısı olmalarına dayandırmalarının dört nedenle mümkün
olmadığını söyler: İlk olarak, Âdem’e Tanrı tarafından insanlar üzerinde egemenlik yetkisi
verilmemiştir; ikinci olarak, Âdem’e egemenlik yetkisi verilmiş olsaydı bile, bu yetki mirasçılarına
geçmez; üçüncü olarak, mirasçılarına geçtiği kabul edilse bile, doğru mirasçıyı belirleyen ne bir doğa
yasası ne de bir pozitif yasa olmadığından kimin kral olacağını belirlemek mümkün olmaz; son olarak,
Âdem’in ardıllarının kim olacağını belirleyen kriterler olsaydı bile, Âdem’in soyunun en eski
sülalelerine ait bilgi tümüyle kaybolduğundan, günümüzde kimin kral olacağını belirlemek mümkün
olmaz.

John Locke, siyasal iktidarı, hayvanlar âleminde doğal kabul edilen güç ve şiddete dayalı bir ilişki
olmaktan çıkartıp, yönetilenlerin rızasına (onayına) dayalı bir ilişkiye dönüştürmek için doğa durumu
ve toplum sözleşmesi varsayımlarını kullanır. Bu noktada, bazı bakımlardan Hobbes’un görüşlerini
paylaşmakla birlikte, Locke, her iki varsayıma mutlakiyetçi olmayan, sınırlı bir iktidarı yani liberal
siyasal düzeni meşrulaştırmak için başvurur.
Doğa Durumu ve Toplum Sözleşmesi
Locke’a göre, devlet öncesi dönemde insanlar tam bir özgürlük ve eşitlik içinde yaşar. Bu yetkin
özgürlük durumu bir başıboşluk, belirsizlik veya düzensizlik anlamına gelmez, çünkü doğa
durumundaki özgürlük doğa yasasının çerçevesini çizdiği bir özgürlüktür. Doğa yasası, insanların eşit
ve özgür olduklarını, kimsenin başkalarının yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar
vermemesini buyurur. Bu yasanın yönettiği doğa durumu, Hobbes’un görüşlerinin aksine, daha çok
barış ve güvenlik dönemidir. Doğa yasası evrenseldir; zaman ve mekân sınırlaması olmaksızın tüm
insanlar için geçerlidir. Doğa yasası aklın buyruğudur; ona karşı çıkmak akla aykırı hareket etmek
demektir. Aklın buyruğu olduğu için toplumun ortaya çıkardığı gelenek ve göreneklerden veya devlet
iradesinin ürünü olan pozitif yasalardan üstündür.

Doğa durumu herkesin eşit ve özgür olduğu bir barış ve güvenlik dönemi ise, insanlar neden devleti
kurarak bu döneme son vermişlerdir? Locke bu sorunun yanıtı için, doğa yasasına aykırı davranışlara
dikkatimizi çeker. Doğa yasasını ihlal eden kişi, aklın kurallarına aykırı hareket ederek tehlikeli ve
zararlı bir kişiye dönüşür. Doğa durumunda suç işleyeni cezalandıracak bir otorite olmadığından,
böyle bir kişiyi herkes cezalandırabilir; zarar gören kişi uğradığı zararın giderilmesini isteyebilir. Akıl,
doğa yasasını ihlal eden kişinin ölçülü cezalandırmasını buyurur. Ancak suçtan zarar görenlerin
hislerine ve intikam duygularına gem vurarak ölçülü davranmaları çok zordur. Kişinin kendi davasının
yargıcı olması büyük sakıncalar doğurur. Ölçüsüz cezalar, cezalandırılan kişide veya yakınlarında kin,
nefret ve intikam duygularını besleyecek, aslında bir barış dönemi olan doğa durumunu savaş haline
çevirebilecektir. İşte, Locke a göre, aslında iyi bir dönem olan doğa durumundan insanların çıkmasını
gerektiren temel neden budur. Ayrıca, bu dönemdeki doğa yasası ihlalleri, mülkiyet hakkına yönelik
tehlikeler de doğurmaktadır. İnsanlar doğa durumuna son verip bir sözleşme ile devleti kurarken,
suçluyu yargılama ve cezalandırma haklarını tümüyle devlete devrederler. Çünkü doğa durumunda bu
hakkın kullanılması barışı tehdit etmektedir.

Locke, Hobbes'tan farklı olarak, toplum sözleşmesiyle insanların devlete kendilerini yönetme hakkını
devrettiğini kabul etmez. İnsanlar aklın buyrukları doğrultusunda, doğa durumunda da, devlet düzeni
içinde de kendilerini yönetmeye ve bunun için gerekli hakları kullanmaya devam edecektir.
Devredilen haklar yalnızca güvenliğin sağlanması ile suçluların yargılanması ve cezalandırılmasına
ilişkin haklardır.

Yazarın, minimum yetkili bir devlet modeli ve sınırlı bir iktidar teorisi ortaya koymaya çalıştığı ve bu
anlamda liberal siyasal düşüncenin öncülüğünü yaptığı açıktır.

İktidarın Sınırı ve Direnme Hakkı


Hobbes’a göre, doğa durumunda insanlar hayatlarını korumak için her şeyi yapabilmektedir. Herkesin
her şeyi yapabildiği bir durum genel bir savaş haline yol açar. Oysa Locke’a göre, doğa durumunda
insanlar her şeyi yapabilme iktidarına sahip değildir. Aklın buyrukları olan doğa yasası insan
davranışlarını sınırlar. Dolayısıyla, doğa durumunda kimse keyfi ve mutlak bir iktidara sahip olmadığı
için, sözleşmeyle devlete mutlak bir iktidar devredemez. Esasında, doğa durumunda insanın iki
iktidarı vardır; birincisi, "kendisinin ve başkalarının korunması için doğa yasasının izin verdiği sınırlar
içinde uygun olduğunu düşündüğü her şeyi yapma iktidarı” İkincisi, "suçluları cezalandırma
iktidarıdır.” Devlet kurulduğunda, kişiler, birinci iktidarın "kendisinin ve toplumun korunmasının
gerektirdiği kadarını” ikinci iktidarın ise tamamını bırakır.

Peki, bu açık sınırlamalara rağmen, devlet kişilerin can ve malvarlığı ile özgürlüklerine müdahale
ederse ne olur? Locke’a göre, böyle bir devlet toplum sözleşmesine aykırı davranarak sahip olmadığı
yetkileri gasp eden gayrı meşru iktidar durumuna düşer. Locke, tereddüde yer bırakmayacak biçimde,
1660 ve 1667 tarihli eski çalışmalarında ret ettiği, meşruiyetini yitirmiş baskıcı bir iktidara karşı kuvvet
kullanma yani direnme hakkını tanımaktadır.

Direnme hakkı, kuşkusuz, iktidarın en küçük bir baskısı karşısında derhal kullanılabilecek bir hak
değildir: Haksız ve baskıcı uygulamalara karşı yasal başvuru olanağı varsa, önce bu yol denenmelidir.

Locke’un görüşlerinde ise, halk ilk kez siyasal sistemin merkezine yerleştirilmiştir; devleti kuran odur,
yönetim biçimini o belirler, doğal hakları ihlal edildiğinde direnir, verdiği yetkiyi geri alır, adaletsiz
iktidarı ayaklanarak devirme hakkına sahiptir.

Yönetim Biçimleri ve Mutlak İktidar


Locke, yönetim biçimlerini yasama yetkisini kullananlara göre dörde ayırır. Toplum yasama yetkisini
kimin kullanacağını çoğunluk kararıyla belirler. Buna göre; toplum yasama yetkisini kendisi kullanırsa
demokrasi, belirli bir kesime ve onların mirasçılarına bırakırsa oligarşi, tekbir kişiye bırakırsa monarşi,
bu kesimler arasında paylaştırırsa karma yönetim söz konusudur. Herhangi bir yönetim sınırları
aşarak keyfi yönetime dönüştüğünde meşruiyetini yitirir. Çünkü doğa durumunda insanlar
kendilerinin ve başkalarının canları, malları ve özgürlükleri üzerinde keyfi davranma yetkisine sahip
olmadığından, hiçbir şekilde yönetime bu tür keyfi yetkilerin devredildiğinden söz edilemez.

Locke, Hobbes’un savunduğu anlamda mutlakiyetçi bir yönetimin asla kabul edilemeyeceğini şu
şekilde gerekçelendirir: "Bir insan kendi yaşamı üzerinde iktidara sahip olmadığından, anlaşmayla ya
da kendi onayıyla ne kendisini birinin kölesi haline getirebilir, ne de başkasının mutlak, keyfi iktidarı
altına koyabilir.”

Locke, doğal hakları ihlal eden baskıcı bir iktidarın varlığını doğa durumuna dönüş olarak görmektedir.

Locke, mutlak bir iktidarın fetih sonucunda bile kurulamayacağını savunur. Çünkü savaş giderlerinin
karşılanması dışında, fethedenin yenilenlerin mülkiyeti üzerinde bir hakkı yoktur. “Fethedilenlerin
soyundan gelenlerin şahısları doğuştan gelen bir hakla özgürdür ve mülkiyetleri kendilerine aittir ve
fetihçinin tasarrufunda değil, kendi tasarruflarındadır.”

Locke ve Kuvvetler Ayrılığı İlkesi


Locke, devlet organlarını, yasama, yürütme ve federatif güç olarak ayırmıştır. Yargıdan ayrı bir siyasal
erk veya organ olarak söz edilmez. Locke, yasama iktidarını “devlet gücünün, topluluğun ve topluluk
üyelerinin korunması için nasıl kullanılacağını yönlendirme hakkı olan iktidar” olarak tanımlar ve diğer
iktidarlardan üstün tutar. Yasama ve yürütme iktidarının aynı organda birleşmesini tehlikeli bulur.

Federatif iktidar, “savaş ve barış yapma, birlikler ve ittifaklar oluşturma, devletsiz bütün kişi ve
topluluklarla her türlü işlemi yapma iktidarıdır.” Günümüzde bu yetkiler yürütme organı içinde
dışişleri bakanlıkları tarafından kullanılır. Zaten Locke’a göre, “bu iki iktidar... her zaman neredeyse
birleşiktir... kendi içle-rinde gerçekten ayrı olmalarına rağmen bölünmeleri ve aynı anda ayrı kişilerin
ellerine yerleştirilmeleri güçtür.”

Mülkiyet Hakkı
John Locke, devletin karışamayacağı, devlet kurulmadan önce de var olan ve insan kişiliğinden
ayrılması mümkün olmayan bazı doğal haklarımız bulunduğunu savunur. Bu haklar içinde en çok öne
çıkardığı hak mülkiyet hakkıdır. Yeryüzünü tüm insanların ortak malvarlığı olarak kabul eden Locke, bu
ortak varlığın bir kısmı üzerinde meşru biçimde özel mülkiyetin nasıl tesis edileceğini açıklar. Bu
dönüşüm emek sayesinde gerçekleşir. İnsan, üzerinde emek harcadığı nesneyi istediği gibi kullanma
hakkına sahip olur. Locke’un özel mülkiyetin kökeni, niteliği ve sınırları konusundaki görüşleri, daha
sonra başta İngiliz iktisatçı David Ricardo (1772-1823) ve Karl Marks (1818-1883) olmak üzere pek çok
düşünürü etkilemiştir.

Locke, mülkiyet hakkını bazen dar, bazen de geniş anlamıyla kullanır. Dar anlamıyla mülkiyet hakkı
çağdaş kullanımına uygun biçimde, mallar üzerindeki sahiplik durumudur. Geniş anlamıyla mülkiyet
ise, kişinin hayatı, özgürlüğü ve malları üzerindeki sahipliğidir. Düşünür, insanların doğa durumundan
çıkarak devleti kurmalarının nedenini geniş anlamdaki mülkiyetin korunmasına, diğer bir deyişle,
kişilerin canlarını, mallarını ve özgürlüklerini koruma isteğine bağlar. İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı
eserinde, matematiksel kesinliğe sahip ahlaki önermelerin bulunabileceğini örneklendirirken Locke'un
adalet ile mülkiyet arasında kurduğu ilişki, mülkiyete verdiği büyük önemi ortaya koyar.

Locke'un, “mülkiyetin bulunmadığı yerde adaletsizlik de yoktur” ifadesi Hobbes'un Leviathan’ında da


aynen geçer. İki düşünür, geniş anlamdaki mülkiyet kavramını adalet ile ilişkilendirerek birbirine
tamamen zıt görüşleri temellendirmişlerdir: Hobbes'a göre, devlet kurulmadan önce (doğa
durumunda) mülkiyet hakkı yoktur; dolayısıyla; adalet veya adaletsizlik diye nitelendirilebilecek bir
durum da söz konusu değildir. Locke’a göre, mülkiyet devletten önce de var olan bir haktır ve adil
olanı belirleyen doğa yasası devletten önce de geçerlidir. Locke’un özel mülkiyeti temellendirmek için
ileri sürdüğü argümanlar taraftar bulduğu kadar eleştiri de almıştır. En sert eleştirilerden biri, 19.
yüzyıl düşünürü Pierre-Joseph Proudhon’a (1809-1865) aittir. Mülkiyeti hırsızlık olarak niteleyen
yazar, 1793 Fransız Anayasası’nın mülkiyeti Locke’çu bakış açısıyla düzenlemesi karşısında şöyle der:
"Mülkiyeti emeğinin karşılığından yararlanma hakkı olarak tanımlayan 1793 Anayasası fena halde
yanılıyordu. Şöyle demeliydi: Mülkiyet başkasının emeğine; çalışmasının getirisine; başkasının malına
keyfince el koyma ve bunlardan yararlanma hakkıdır.”

B- Kuvvetler Ayrılığı İlkesi: Charles Louis Montesquieu


18. yüzyıl siyasal düşüncesinde mutlak iktidarı sınırlandırmak için öne sürülen en güçlü tez, doğal
haklar teorisidir. Fransız düşünür Charles Louis Montesquieu (1689-1755), bu yaklaşımı gerçekçi
bulmamaktadır. Ona göre, toplumun temel yasaları ve siyasal kurumlar her ülkede iklime, coğrafi
etmenlere ve o ülkenin özel koşullarına göre yüzyıllar içinde biçimlenir. Akla dayanarak tüm toplumlar
için geçerli temel yasalar bulunamayacağı gibi, "doğa durumu”, "toplum sözleşmesi” gibi varsayımlara
dayanarak da en iyi yönetim biçimine ulaşılamaz.

Montesquieu, Voltaire’in "aklın ve özgürlüğün yasalarının kitabı” olarak nitelendirdiği Kanunların


Ruhu adlı eserinde, farklı milletlerin temel yasalarının ve siyasal kuramlarının hangi koşulların ürünü
olarak ortaya çıktığını inceler. Her toplum için geçerli temel yasaları spekülasyon yaparak aramak
yerine, yasaların bir toplumdan diğerine nasıl değiştiğini incelemek gerekir.

“Küçük devletlerin tabii niteliği cumhuriyetle yönetilmek, orta boydakilerin bir hükümdara bağlı
olmak, büyük imparatorluklarınki zorba bir hükümdarın boyunduruğu altına girmek(tir)”

Montesquieu, John Locke tarafından dile getirilen kuvvetler ayrılığı görüşünü geliştirip siyasal iktidarı
sınırlandıran temel bir ilkeye dönüştürecektir. Montesquieu'ye göre, yasalar yöneticinin keyfine göre
belirlenmez; tersine, onlar iklimin, coğrafyanın, inançların ve geleneklerin belirlediği koşulların
ürünüdür. Bu koşullara uygun olmayan radikal değişiklikler hiç bir yarar sağlamayacağı gibi, düzenin
daha da bozulmasına neden olur.

Yönetim Biçimleri ve Dayandıkları İlkeler


Montesquieu yönetim biçimlerini üçe ayırır; cumhuriyet, monarşi, despotizm. Cumhuriyette yönetim
yetkisi halkın tamamına aitse demokratik cumhuriyet; halkın bir kısmına aitse aristokratik cumhuriyet
söz konusudur. Monarşi, tek kişinin yasalara uygun yönetimi, despotizm ise tek kişinin keyfi
yönetimidir. Düşünür bu yaklaşımıyla, Aristoteles’ten bu yana yaygın olarak benimsenen tekin,
azınlığın ve çoğunluğun iyi yönetimi (monarşi, aristokrasi, demokrasi) ile kötü yönetimi (tiranlık,
oligarşi, çoğunluk despotizmi) biçimindeki sınıflandırmayı değiştirmiş olmaktadır.

Her yönetim biçiminde o yönetimin dayanağı olan bir ilke vardır; yönetimin gelişmesi ve devamlılığı,
onu besleyen ilkenin korunmasına bağlıdır. İnsanlar da, değer ölçülerini bu ilkelere göre ayarlar.
Cumhuriyet yönetiminin ilkesi siyasi erdemdir. Monarşide sert yasalar, despotizmde “hükümdarın
daima kalkık duran yumruğu” her şeyi yoluna koyar ama halk yönetiminde başka bir kuvvet gerekir.
Bu kuvvet yurttaşların vatan sevgisi, yasalara saygı ve eşitlik düşüncesinden kaynaklanır.
Cumhuriyetin erdemli insanı azla yetinmeyi, fedakârlığı, kamu yararını kişisel çıkarının önüne koymayı
bilen insandır. Demokratik cumhuriyette, yasaların aşırı eşitsizlikleri giderecek bir toprak paylaşımı ve
vergi politikasına göre oluşturulması gerekir. Eşitlik ruhunun kaybolması demokrasinin sonunu getirir
ama eşitlikte aşırıya gidilmesi de aynı sonucu doğurabilir.

Montesquieu, aristokratik değerlerin korunduğu ılımlı bir monarşiden yana olmasına rağmen, halkın
siyasal konularda yetersiz olduğu görüşüne katılmaz. Doğrudan demokrasiyi pek sağlıklı bulmasa da,
bazı ülkelerde temsili demokrasinin başarıyla işleyeceğini kabul eder. Montesquieu, savunduğu ılımlı
monarşide, halkın temsilcileri aracılığıyla yasama yetkisinin kullanılmasına katılmasını kabul eder.

Aristokratik cumhuriyette, zengin azınlığın yoksul çoğunluğu ezmemesi için siyasal erdemin yanı sıra
ölçülülük de önemli bir ilkedir. Aristokrasideki ölçülü hareket, demokrasideki eşitlik ilkesinin yerini
tutar.

Monarşiyi ayakta tutan ilke siyasal erdem değildir. Tarih göstermiştir ki, hükümdarların saraylarında
entrika, ihanet, dalkavukluk hiç eksik olmaz. Sarayın her köşesi çalışmadan zengin olmak isteyen,
erdemli insanları küçümseyen, zayıf karakterli insanlarla doludur. Böyle bir ortamda erdemli insanlar
barınamaz. Bu yönetim biçiminin dayandığı ilke şereftir. Soyluların şan ve şeref kazanma hırsı iyi
davranışlara ilham verebilir. Monarşide, yasalar soyluların ayrıcalıklarım güvence altına almalıdır. Kral
ayrıcalıklı kişi, organ veya şehirlerin ayrıcalıklarını kaldırırsa, bir despota dönüşür.

Üçüncü yönetim biçimi olan despotizmin ilkesi korkudur: “Nasıl ki bir cumhuriyette fazilet (erdem),
bir saltanat idaresinde onur (şeref) gerekiyorsa, istibdat hükümetinde de korku gerekir. Fazilete
lüzum yoktur orada, onur ise tehlikeli bir şey olur... Korku bütün cesur insanları baskı altında
bulundurmalı ve gözü yükseklerde olanların bu tutkularım en küçüğünden en büyüğüne kadar
söndürmeli... İstibdat hükümetinde hükümdar bir an olsun yumruğunu aşağıya indirirse, üst mevkileri
işgal edenleri bir anda yok edemezse, her şey mahvolmuş demektir.”

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi


Kuvvetler ayrılığı ilkesini özgürlüğün güvence altına alınması için zorunlu görmektedir.

Her devlette üç çeşit yetki vardır: Yasa yapma, yasaları uygulama ve çıkan uyuşmazlıkları çözme
yetkisi. “Yasama yetkisiyle uygulama ya da yürütme yetkisi aynı kişiye ya da aynı memurlar
topluluğuna verilirse, ortada hürriyet diye bir şey kalmaz. …Yargılama yetkisi yasama yetkisiyle
uygulama yetkisinden ayrılmazsa, ortada yine hürriyet diye bir şey kalmaz."

Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığı görüşü, yalnızca devlet organları arasındaki fonksiyon farklılığına
dayanmaz; bunun yanı sıra sosyal güçler arasındaki bölünmeyi de dikkate alır. Düşünüre göre,
yasama, yürütme ve yargı kuvvetleri tek bir sosyal kesimin denetiminde olursa özgürlük
gerçekleşemez. Yasama kuvveti ayrıca kendi içinde bölünmeli; İngiltere’deki Lordlar ve Avam
Kamarası örneklerinde olduğu gibi, aristokrasi ve burjuvazinin uzlaşmasıyla kullanılmalıdır. Düşünür,
bu açıdan liberalizmin habercisi, hatta liberalizmin Locke’tan sonra gelen en önemli ikinci temsilcisi
olarak kabul edilebilir.

III- EGEMEN İKTİDARIN DEMOKRATİKLEŞMESİ


A- Halk Egemenliği: Jean-Jacques Rousseau
Cenevreli ünlü düşünür J. J. Rousseau (1712 - 1778), çağdaş demokrasi düşüncesini en çok etkileyen
isimdir. Doğrudan demokrasiye dayanan bir devlet düzenini anlattığı Toplum Sözleşmesi adlı eserini
yayımladığında (1762), demokrasinin ancak temsili demokrasi olarak uygulanabileceği fikri giderek
yaygınlaşıyor; doğrudan demokrasinin ise, eski çağların kent devletlerine özgü bir sistem olduğu
düşünülüyordu.

Toplum Sözleşmesinin yazarı, çoğu kez yanlış anlaşılmış; "çoğunluğun despotizmini savunduğu”,
"totaliter bir demokrasi kuramı" öngördüğü ya da "görüşlerinin siyasal düşünce tarihinde önemli bir
yeri olmadığı” şeklinde, ağır eleştirilere uğramıştır.

Rousseau kitabına, "insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur”, ifadesiyle başlar ve bu
durumun nasıl meşru hale geldiğini inceleyeceğini söyler. Düşünür, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin
Kaynağı adlı eserinde bu konuyu şöyle açıklar: İnsanlar devlet öncesi dönemde, özgür, eşit ve mutlu
bir yaşam sürmekteydi. Toprak ve madenler üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıkması ile bu düzen
bozulmuş; eşitsizlik, insanın insana bağımlılığı ve kölelik doğmuştur. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı,
giderek sermaye sahibi bir kesimin ortaya çıkmasına yol açtı. Ancak önceleri özel mülkiyeti koruyan
bir kamu gücü olmadığından, bu kesimin birikimleri güvence altında değildi. Yoksullarla zenginler
arasındaki gerginlik ve çatışma güvensiz bir ortam yaratmıştı. Bunun üzerine, mülk sahipleri dünyanın
en akıllıca tasarısını gerçekleştirdi: Yoksulların saldırısından korunmak için devleti kurdu, yoksul
kesimin bir kısmını, güvenlik gücü olarak mallarını, mülklerini korumakla görevlendirdi. Devlet ve
kanunlar, görünürde herkesin can ve mal güvenliğini sağlıyordu, ama asıl varlık nedeni güçlülerin
korunmasıydı. Böylece, uygar toplum, insanların özgürlüklerinin elinden alındığı, çok katı eşitsizliklerin
egemen olduğu bir düzen olarak ortaya çıktı.

İnsanların doğa durumundaki kadar eşit ve özgür oldukları bir toplum ve devlet düzeni nasıl
kurulacaktır? Rousseau ya göre, bunun yöntemi, yasama yetkisinin bizzat yurttaşlar tarafından
kullanıldığı doğrudan demokrasidir. Böyle bir düzenin kurulabilmesi için, insanların bir araya gelerek
bir sözleşmeyle toplumu ve devleti kurması veya devletin böyle kurulduğunun kabul edilmesi gerekir.
Meşru bir devletin temelinde sözleşme olması gerektiği açıktır. Çünkü hiç kimsenin başkalarını
yönetmek bakımından doğal bir üstünlüğü ya da otoritesi yoktur. Kuvvet kullanarak insanları baskı
altına almak ve yönetmek mümkündür, tarihte de olan budur, ama kuvvetten hak doğmaz.

Toplum Sözleşmesi
Toplum sözleşmesi oybirliğiyle yapılacak, herkes kendi özgür iradesi ile sözleşmeye katılacaktır. "Bu
birlik sözleşmesi, o anda, sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi
olan tüzel ve kolektif bir bütün oluşturur.” Sözleşme, insanın doğa durumunda iken sahip olduğu ama
sonradan kaybettiği özgürlüğünü yeniden kazanması için yapılmaktadır. Toplum sözleşmesinin amacı,
tez ve antitez olarak nitelendirebileceğimiz bu iki durumdan hareketle senteze ulaşmak; yani insan
doğasına bir değişim daha geçirterek toplumsal özgür insanı yaratmaktır. Gerçekte bu insan, tam
anlamıyla bir yurttaştır.

Hobbes’ta ve Locke’ta toplum sözleşmesini yapanlar tek tek bireylerdi; o nedenle egemenliğin
kaynağı halka değil, bireylere dayanıyordu. Oysa Rousseau’da, bazı belirsizlikler olsa da, sözleşmeyi
yapan halktır. Rousseau, sözleşme sonucunda ortaya çıkan kolektif bütünün iradesini, bazı koşulları
taşımak kaydıyla, genel irade olarak adlandırır ve herkesin bu iradeye uymakla yükümlü olduğunu
belirtir. Her yurttaş genel iradenin oluşumuna bizzat katılacak, toplumu yöneten yasalar bu iradenin
ürünü olacaktır.

Rousseau, toplum sözleşmesinin oybirliği ile yasaların ise oyçokluğu ile yapılacağını belirtir. Bu
durumda, yasama sürecinde azınlıkta kalan kişiler, karşı çıktıkları, kendi çıkarlarına aykırı gördükleri
bir yasaya uymakla yükümlü olacaktır. Çünkü herkes genel iradeye uymak zorundadır. Oysa
düşünürün amacı, her bireyin kendi kendini yönettiği, devlet öncesi dönemdeki kadar özgür olduğu
bir toplum düzeni kurmaktı. Bu amaca ulaşmak için seçilen araç ne derece elverişlidir? Düşünürün
deyişiyle, “...nasıl olur da bir adam hem özgür olabilir; hem de kendinin olmayan istemlere boyun
eğmeye zorlanır; muhalifler hem özgür olur; hem onamadığı yasalara boyun eğer?" Rousseau, bu
soruyu kendisine sorar ve yanıtlamaya çalışır, ama pek çok yazar onun yanıtını yeterince ikna edici
bulmamıştır. Bu yazarlardan biri de ünlü kamu hukukçusu Leon Duguit’tir.

Rousseau, toplum sözleşmesi ile oluşturulan bütünün ortaya koyacağı genel iradenin hata yapmaz,
yanılmaz, haklı ve her zaman kamu yararına yönelik olduğunu belirtir. Genel iradeye uymak
istemeyen biri olursa, bütün toplum onu saygıya zorlayacaktır. Ancak bu bir baskı ya da boyun
eğmeye zorlanmak değil; yazarın deyişiyle yalnızca özgür olmaya zorlanmaktır.
Genel İrade: Yanılmaz Bir İçgüdü
Genel irade, karar almak üzere toplanan tüm yurttaşların oy kullanmasıyla belirlenir. Bu oylamada,
çoğunluğun iradesine üstünlük tanınır. İstemi [iradeyi] genel yapan oyların sayısından çok, onları
birleştiren ortak yarardır. İradenin genel olmasını sağlayan, onun objektif ve kamu yararına yönelik
oluşu, yani niteliğidir. Genel irade, “akılla bezenmiş vicdanın sesidir.”

Yasa metinlerinin hazırlanması, müzakere edilmesi ve oylanması sürecinde, farklı özel iradeler
birbirini götürecek ve kamu yararına yönelik olan genel irade, bir uzlaşma noktası olarak ortaya
çıkacaktır. Toplumun genelini ilgilendirmeyen, kişilere ya da toplumun bir kesimine yönelik
düzenlemeler yasama işleminin konusu olamayacaktır.

Genel irade, başkasına devredilemez, bölünemez ve temsil edilemez niteliktedir. Rousseau, diğer
sözleşmeci düşünürler, John Locke ve Thomas Hobbes’tan farklı olarak, egemenliğin halktan devlete
ya da yönetenlere aktarıldığı düşüncesine katılmaz: “Egemenlik, halk oyunun yürütülmesinden başka
bir şey olmadığı için, bence, hiçbir zaman başkasına geçirilemez; birleşimci (kolektif) bir varlık olan
egemen varlığı da ancak yine kendisi temsil edebilir.” Bu nedenle, genel irade ancak yurttaşların karar
alma sürecine bizzat katılmasıyla ortaya çıkabilir. Bir irade ya geneldir ya da özeldir, ikisinin ortası
olmaz. İnsanın iradesinin temsilini kabul etmek, kişinin gelecekteki isteklerini ve kararlarını şimdiden
başkasının takdirine bırakmak demektir.

Egemenliğin sahibi olan halk, aynı zamanda iktidarı da kullanmakta, yasaları bizzat kendi
yapmaktadır. Adeta, halkın yaptığı her yasa ile toplum sözleşmesi yenilenmektedir. Rousseau’nun
toplum sözleşmesi ve genel irade teorisi, meşruiyet ve süreklilik sorunlarını da çözdüğünden, mutlak
iktidar veya egemen iktidar bakımından mümkün olabilecek en eksiksiz, en mükemmel durumu
yansıtmaktadır. Egemenlik teorisi, mantıksal sonucuna; gerçek ve eksiksiz bir mutlak iktidar anlayışına
Rousseau ile kavuşmuştur.

Genel iradenin her zaman haklı olması, müzakere ve karar alma sürecinde bazı koşulların
gerçekleşmesine bağlıdır. Bu koşullar şöyle sıralanabilir. Genel iradeyi belirlemek üzere halka sunulan
konular genel olmalıdır. Konusu genel olmadığı sürece, biri çoğunluk, diğeri azınlık oyu olarak beliren
iki iradenin ikisi de özel iradedir.

Yurttaşların kamu yararına yönelik olan genel iradeyi ortaya koyabilmeleri, kendilerine sunulan
konular üzerinde yeterince bilgi sahibi olmalarına bağlıdır: “Genel istem [irade] her zaman doğrudur
ve kamusal yarara yöneliktir. Ama bundan halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta olduğu
sonucu çıkmaz. İnsan her zaman kendi iyiliğini ister ama bunun ne olduğunu her zaman kestiremez.
Halk hiçbir zaman bozulmaz ama çoğu kez aldatılabilir. Halkın sağlıklı karar vermesi için, yasa metni
üstün zekâlı görevliler tarafından hazırlanmalıdır. Toplumdaki tüm özel çıkarların üstüne çıkarak kamu
yararını görebilen bu kişiler halkın temsilcileri olmadığı gibi, bir metne yasa gücü kazandıracak
yetkileri de yoktur. Onlar, yalnızca yasa metinlerini herkesin anlayabileceği bir dille, kamu yararını
gözeterek ve bilgelikle kaleme alan görevlilerdir.

Yeterince aydınlanmış halk, müzakere ve karar için toplandığında, her yurttaş bağımsız hareket
etmeli, kimse kimsenin etkisi altında kalmamalıdır. Yurttaşlar arasında birleşmeler ve gruplaşmalar
varsa, bu birleşmelerden biri sayısal çoğunluğa ulaşsa bile, ortaya çıkan irade genel değil, özel
iradedir. Toplumun çeşitli nedenlerle partiler, gruplar biçiminde bölünmesi genel iradenin oluşumunu
engeller. Bu tür gruplaşmaların ortaya çıkmayacağı eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum düzeni
kurulmalıdır. Her şeye rağmen bazı bölünmeler ortadan kaldırılamıyorsa, gruplaşmaların sayısını
arttırarak etkilerini azaltmak gerekir. Böylece, hiçbir grup sayısal çoğunluğa ulaşamayacak ve çok
sayıda yurttaşı etkisi altına alacak derecede eşitsizlik yaratamayacaktır”.

Bazı yurttaşların bir grubun ya da bir kişinin özel çıkarı doğrultusunda oy kullanması, onların kamu
yararını bilmedikleri anlamına gelmez. Genel iradenin dile getirdiği kamu yararı her zaman apaçıktır.
Görülmek için sağduyudan başka bir şey istemez: “Oyunu para karşılığında satarken bile, [kişi]
içindeki genel istemi [iradeyi] söndürmez, sadece yan çizer ona. Yaptığı yanlışlık, sorunun önemini
değiştirmesi ve sorulandan başka bir şeye karşılık vermesidir: Öyle ki, verdiği oyla, 'bu, devlete
yararlıdır,’ diyecek yerde, ‘şu ya da bu görüşün kazanması, şu adama ya da şu partiye yararlıdır,’ der.”

Oylama sırasında yurttaşlara sorulan, yasa metnini kabul edip etmedikleri değil, genel iradeye (kamu
yararına) uygun olup olmadığını belirlemeleridir.

Rousseau’nun Yasa Anlayışı


Rousseau’nun yasa anlayışı, günümüzdeki yasa anlayışından farklıdır. Rousseau, hem biçim hem de
içerik yönünden yasayı tanımlar. Biçimsel olarak, halkın doğrudan onaylamadığı hiçbir metin yasa
olamaz. İçerik yönünden ise, yurttaşlara eşit ölçüde olanak tanıyan ya da yükümlülük getiren genel bir
kural yasa olabilir. Daha önemli bir özellik olarak, yasa, genelliği yanında adil ve haklı olmak, kamu
yararını gerçekleştirmeye yönelik olmalıdır. Toplumsal düzenin gerekli kıldığı diğer ayrıntılı kurallar ve
işlemler yasa konusu değil, yürütme organının yetki ve görev alanı içinde düşünülmüştür.

Düşünüre göre, toplum sözleşmesi ile kurulan bir devlette çok az yasaya gerek duyulur. Bu yasalar da,
her zaman kamu yararına yönelik yasalardır. Fakat düşünür, yalnızca toplum sözleşmesi yapılırken
oybirliğini aramış, bunun dışındaki karar alma süreçlerinde oy çokluğunu yeterli görmüştür.
Rousseau, genel iradeyi, toplum düzeninin gerektirdiği evrensel ilkeleri ortaya çıkaracak bir irade;
yasayı da, insanların eşitliği ve özgürlüğünü sağlamayı amaçlayan, kamu yararına yönelik genel bir
kural olarak düşünmüştür.

B- Çoğunluğun Despotizmi Tehlikesi ve Rousseau


Rousseau, genel iradeyi ve o iradeye göre oluşan yasayı herkesin içinde hissedeceğini söylemesine
rağmen, kararlar oybirliği ile değil, oy çokluğu ile alınacaktır. Çoğunluk kararının her zaman kamu
yararına yönelik olacağının, yani “genel irade” olarak tecelli edeceğinin bir güvencesi yoktur.
Rousseau’nun sisteminde, çoğunluk iradesinin genel irade olup olmadığını denetleyecek ya da
saptayacak bir odak da yoktur. Bu, Rousseau’nun kurmuş olduğu sistemin en zayıf noktası burasıdır.
Bununla birlikte, düşünür, söz konusu tehlikenin farkındadır. Öngördüğü toplum düzeninde bu
tehlikenin ortaya çıkmasını önleyecek bazı düzenlemelere yer vermiştir. Bunlar üç başlık altında
toplanabilir:

1) Türdeş Sosyal Yapı


Rousseau, sistemini küçük bir kent devleti için tasarlamıştır. Yurttaşlar arasında soy ve çıkar birliği
olmalı, kökleşmiş kör inançlar olmamalı, herkes birbirini tanımalıdır. Kimseye bir insanın
taşıyabileceğinden ağır yük yüklemeyen, başka uluslardan karşılıklı olarak uzak kalabilen, zengin ya da
yoksul olmayan, kendi yağıyla kavrulan; kısacası eski bir ulusun dayanıklılığıyla yeni bir ulusun
uysallığını birleştiren bir ulus olmalıdır.

2) Eşitlik Anlayışı
Rousseau’nun kent devleti, her bireyin, başkalarına bağımlı olmadan yaşamını sürdürecek maddi
olanaklara sahip olmasını güvence altına alır. Başlıca zenginlik kaynağı olan topraklar, yurttaşlar
arasında büyük eşitsizliklere yol açmayacak biçimde dağıtılacaktır. Hiç kimse, geçimine yetecek kadar
topraktan daha fazlasını, ekip biçemeyeceği kadar geniş toprakları elinde tutamayacaktır. Bu,
herkesin aynı zenginlik derecesinde bulunması demek değildir. Yurttaşlar arasında ekonomik
farklılıklar olacaktır, ancak bu farklılıklar siyasal eşitsizlik yaratacak boyuta ulaşmayacaktır.
Başlangıçtaki bu eşitliğin zamanla bozulması, toprakların ve zenginliğin belirli ellerde toplanması
tehlikesi vardır. Yasalar bu tehlikeyi önleyecek, eşitliği sürekli kılacaktır.

3) Konsensüs Arayışı
Düşünürü eleştirenlerin genellikle göz ardı ettikleri nokta, oy çokluğunun yalnızca salt çoğunluk
anlamına gelmediğidir. Rousseau’nun öngördüğü sistemde, salt çoğunluk bir istisnadır. Hedef,
kararların oybirliğiyle alınmasıdır. Düşünür, karar alma sayısı bakımından iki kural getirmiştir:

“Oylar arasındaki bu ilişkiyi düzenlemek için iki genel kural vardır: Önce, görüşülen sorun ne denli
önemli ve ciddi ise, ağır basan görüş oybirliğine o kadar yaklaşmalıdır. Sonra, ele alınan iş ne kadar
çabukluk isterse, oyların bölümünde aranan farkı o kadar azaltmak gerekir. Hemen bir sonuca
bağlanması gereken görüşmelerde bir tek oy fazlalığı yeter görülmelidir. Bu kuralların ilki yasalara,
ikincisi de işlere daha elverişli görünüyor.”

Bu açıklamadan, düşünürün, yasaların oybirliğine yakın nitelikli çoğunlukla; siyasal kararların ise salt
çoğunluktan başlayarak değişik derecelerdeki nitelikli çoğunlukla alınması gerektiğini savunduğunu
görüyoruz.
O dönemdeki Cenevre veya Korsika, Toplum Sözleşmesinde öngörülen doğrudan demokrasiyi
başarıyla uygulayabilecek örneklerdir. Ancak bu modelin o dönemdeki Fransa veya İngiltere gibi
büyük ölçekli devletlerde nasıl uygulanabileceği belirsizdir.

Toplum Sözleşmesi ve Radikal Demokrasi


Rousseau’nun, dönemin liberal yazarlarından farklı olarak, çoğunluğun iradesini sınırlayacak
düşüncelere yakın olmadığı, bu bağlamda, öngördüğü doğrudan demokraside cumhuriyetçi geleneğe,
kuvvetler ayrılığı ilkesine ve doğal haklar kuramına yer vermediği belirtilmiştir. Halk egemenliğine bir
sınır koymayarak, İ.Ö. 4. yüzyıl Atina'sında olduğu gibi radikal bir demokrasi kurduğu ileri
sürülmüştür.

Doğrudan demokrasiye dayanan bir düzen savunmakla birlikte, düşünürün tek amacı çoğunluğu ya da
bir bütün olarak halkı egemen kılmak değildir. Genel amaç, ideal bir toplum düzeninin işleyişi
açısından gerekli olan adil, haklı, yurttaşların eşitlik ve özgürlüğünü hedef alan ve her zaman kamu
yararına yönelik olan bir yasama sürecini güvence altına almaktır. Demokratik tasarımının tek hedefi,
bir halk egemenliği değildir. Daha çok, halk iktidarı aracılığıyla üstün ve adil olan yasanın (hukukun)
egemenliği amaçlanmıştır. Kamu yararına yönelik olmadıkça, çoğunluğun hatta oybirliği ile belirlenen
herkesin iradesini bile genel irade olarak saymaması bundandır.

Genel iradenin eşyanın tabiatından ve onu ortaya çıkaran toplum sözleşmesinden kaynaklanan
sınırları vardır. Bu sınırlar nedeniyle, genel irade ve keyfilik asla yan yana gelmez.

Egemen güç bir kişinin mülkiyet hakkını ortadan kaldıramaz veya sınırlayamaz. Böyle bir işlem genel
değil, özel bir işlem olur ve egemen gücün yetkisi dışında kalır. Buna karşılık, egemen güç toplumdaki
mülkiyet ilişkilerini genel bir yasayla düzenleyebilir. Toplum Sözleşmesinde aşırı zenginliğin olmadığı
küçük mülkiyeti savunan Rousseau, Korsika üzerine yazılarında toprakların büyük bölümünün
kamusal, küçük bir miktarının ise özel mülkiyet şeklinde düzenlenmesini uygun bulur. İlk durum
Locke’çu bir bireycilik ve özel mülkiyet anlayışına, ikincisi ise sosyalizme yakın bir düzenlemedir.

Kuvvetler Birliği mi? Kuvvetler Ayrılığı mı?


Rousseau’nun egemenliğin bölünmezliği ilkesini çok güçlü biçimde vurguladığı doğrudur. Ancak
Rousseau, diğer düşünürlerden ve günümüz anlayışından farklı biçimde, “egemenlik” kavramını
yalnızca yasa yapma yetkisi olarak kullanmıştır. Dolayısıyla, bölünmez olan yasama yetkisi, yani genel
iradedir. Yargı ve yürütmeyi hem organ olarak, hem de yetki olarak yasamadan ayırmıştır. Düşünür,
egemenliği yasama, yürütme biçiminde bölenlerin düştüğü yanlışın, egemenliğin belirtilerini onun
parçaları sanmaktan ileri geldiğini belirtir: “Örneğin, savaş açmak, barış yapmak gibi işlere egemenlik
işlemi gözüyle bakılmıştır. Oysa bunlar egemenlik işlemi değildir, çünkü bu işlemlerin hiç biri yasanın
kendisi değil, uygulamasıdır sadece.” Bir başka yerde de, yargılama yetkisini yasamadan ayırmış,
kendi deyimiyle, “egemenlik işlemi” olarak görmemiştir.

Bugün, yasama, yürütme ve yargılama faaliyetlerinin tümü egemenlik kavramı içinde görüldüğü için,
düşünürün, konusu bakımından egemenliğin bölünemeyeceği yönündeki açıklaması, bazı yazarlar
tarafından yanlış biçimde, kuvvetler birliğinin savunusu olarak yorumlanıyor. Rousseau, yargılamanın
yasamadan ayrı bir fonksiyon olduğunu ve ayrı bir organ tarafından yürütülmesi gerektiğini ifade
etmiş, daha fazla tartışmaya gerek görmemiştir. Buna karşılık, yasama ile yürütme arasındaki ilişkiyi
ayrıntılı olarak incelemiştir: Çünkü “hükümet, yersiz olarak egemen varlıkla karıştırılır... Öyleyse
hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek
yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür.”
Görüldüğü gibi, Rousseau, döneminin liberal yazarları gibi kuvvetler ayrılığı görüşünü benimsemiştir.
Onun bölünemez dediği şey, yasama yetkisinin halk, kral ve aristokrasi arasında bölünmesi ya da
paylaşılmasıdır.

Rousseau, yasamanın üstünlüğünü bir başka yerde şöyle ifade eder: “Politik yaşamın ilkesi egemen
güçtedir. Yasama gücü devletin yüreği, uygulama gücü de beynidir; bütün öbür parçalara canlılık
sağlar. Beyin felce uğrasa bile, insan yine yaşayabilir. İnsan aptal kalır ama yine de yaşar. Ama yürek
görevini göremez olunca, canlı varlık da ölür."

Rousseau’da Yönetim Biçimleri


Rousseau, geleneksel anlayışa uygun olarak, yönetim biçimlerini yöneticilerin sayısına göre
“monarşi”, “aristokrasi” ve “demokrasi” olarak sıralar. Bu yönetimlerin bazı unsurlarının birleşmesi ile
karma yönetimlerin de kurulabileceğini söyler. Düşünürün, yönetim biçimlerini birbirinden ayırırken
yalnızca yürütme gücünün kimde olduğuna baktığı, her yönetim biçiminde yasama yetkisinin halkta
olduğu gerçeği çoğu kez gözden kaçırılmıştır. “Egemen varlık [halk] yönetim görevini bütün halka ya
da halkın büyük bir bölüğüne bırakabilir; öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını
aşar. Bu çeşit yönetime demokrasi denir. Ya da, egemen varlık, yönetim işini bir azınlığın eline bırakır,
öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olur. Bu türlü yönetime de aristokrasi adı verilir. Son
olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. Bütün öbür görevliler yetkilerini
ondan alırlar. Bu üçüncü biçim en yaygın yönetim biçimidir. Bunun adına da monarşi ya da krallık
yönetimi denir.”

Rousseau’nun monarşi ya da aristokrasi olarak adlandırdığı rejimler, halk yasama yetkisini doğrudan
kullandığından ve yürütme görevini üstlenenleri de seçerek işbaşına getirdiğinden, demokratik
rejimlerdir. Hükümet ister bir monark, ister aristokratik bir kurul olsun, halk tarafından atanan ve
istendiğinde geri çağrılabilen, yalnızca yasaları yürütmekle yetkili bir organdır.

Rousseau ve Doğal Haklar Teorisi


Rousseau, genellikle sanıldığının aksine, ne kuvvetler ayrılığına, ne hukukun üstünlüğüne, ne de
cumhuriyetçi geleneğe karşıdır. Liberalizmin, ılımlı ve özgürlükçü bir düzenin kurulması amacıyla
getirdiği çoğunluğun iradesini sınırlayıcı nitelikteki bu kurumlar, düşünür tarafından da belirli bir
ölçüde benimsenmiştir. Liberalizmden ayrıldığı nokta, doğal haklar teorisi ile ilgili tutumudur.
Rousseau’da birey, devletin içinde erimemiştir. Tam tersine, toplum ve devlet bireyler tarafından
kurulmuştur. Amaç, bireyin eşitliği ve özgürlüğüdür. Devlet başlı başına bir amaç, birey de onun
hizmetindeki bir araç değildir.

Rousseau, yurttaşların bazı hakları bulunduğunu kabul etmektedir. Zaten, toplum sözleşmesi
yapılırken, yurttaşlar haklarını devlete ya da topluma devretmemişlerdir. Düşünür “devirden” değil,
“bağlanmadan” söz eder: “Toplum üyelerinden her biri, bütün haklarıyla birlikte kendini baştanbaşa
topluluğa bağlar.”

Rousseau’nun doğal haklar anlayışından ayrıldığı nokta, hakların sınırının çizilmesi konusunda genel
iradeyi tam yetkili görmesidir. Hakların güvencesi, doğal hukuk anlayışından farklı olarak, bilinçli bir
yurttaş kitlesinin eline bırakılmıştır.

Beşinci Bölüm

MODERN SİYASAL İDEOLOJİLER


Siyasal ideoloji, mevcut iktidar ilişkilerini sürdürmeyi, değiştirmeyi veya yıkmayı amaçlayan fikirler
bütünüdür.

I- LİBERALİZM VE SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI


Liberalizm bireyci bir ideolojidir; bireyi kendi başına bir değer olarak kabul eder. Bireyi ait olduğu
sosyal gruba, topluma ve devlete karşı daha önemli gören, bağımsız ve eşsiz varlık olarak kabul eden
düşüncenin izleri İlk Çağ Yunan düşünürlerine kadar izlenebilir. Ancak bireyciliğin derli toplu bir
siyasal ideoloji olarak ortaya çıkışı 17. ve 18. yüzyıllarda söz konusu olmuştur. Bu dönemde
mutlakiyetçi yönetimlere karşı burjuvazinin haklarını savunan düşünürler, felsefi, siyasal ve ekonomik
yönüyle liberal ideolojiye katkıda bulunmuşlardır. Liberal felsefeyi benimseyen Amerikan ve Fransız
devrimlerinin etkisiyle dünyaya yayılan bu ideoloji, 20. yüzyılda kendi içinde köklü bir değişim geçirir:
Sosyal liberalizm (veya modern liberalizm) olarak da adlandırılan sosyal devlet anlayışı ortaya çıkar.

A- Liberalizmde Birey, Toplum ve Devlet İlişkileri


Liberal ideolojinin bireyci niteliği, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde bütün açıklığıyla
görülebilir. Bildirge, düzenlediği hükümlerle bireyciliği felsefi, siyasal, sosyolojik ve ekonomik anlamda
dile getirmiştir.

Felsefi anlamıyla bireycilik, bireyin başlı başına en üstün değer olması, toplum ve devlet içinde tek
gerçek varlık olarak görülmesi demektir. Nitekim bildirgede yalnızca birey doğal haklara sahip bir
varlık olarak görülmüş, ailenin, diğer sosyal grupların veya toplumun haklarından söz edilmemiştir.

Siyasal anlamıyla bireycilik, bireyi devletin kaynağı ve amacı olarak görmektir. Liberal düşünceye göre,
toplum ve devlet bireyler tarafından kurulmuş yapay varlıklardır; kuruluş amaçları bireylerin haklarını
ve çıkarlarını korumaktır.

Sosyolojik anlamıyla bireycilik, bireyin toplumun temeli olarak kabul edilmesidir. Bildirge, birey ile
devlet arasında dernek, sendika ve meslek kuruluşları gibi sosyal veya ekonomik birimlere yer
vermez. 1789 Bildirgesi’nin bireyciliği, bireyi tüm sosyal bağlılıklarından kurtararak özgürleştirmekte,
fakat aynı zamanda yalnızlaştırmakta ve devlet karşısında güçsüz bırakmaktadır. İleride, 1948 tarihli
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bu katı bireyci bakışı yumuşatacak; aileyi toplumun doğal ve temel
birimi olarak nitelendirdiği gibi, toplum ve devlet tarafından korunma hakkına sahip bir birim olarak
da kabul edecektir (Md. 16/3).

Ekonomik anlamıyla bireycilik, bireyin ekonomik faaliyetin temel aktörü olarak kabul edilmesidir.
Bildirge bunu, bireyin özel mülkiyet hakkını dokunulmaz ve kutsal ilan ederek dile getirir (Md. 17).
Bireyin ekonomik faaliyet özgürlüğünü kısıtlayan merkantilizm ve korporatizm reddedilmektedir.
Devletin zenginliğini altın ve gümüş gibi değerli madenlere sahip olmakta gören merkantilizm, büyük
ölçüde devlet müdahalesi gerektiren güdümlü bir ekonomik politikaydı. Korporatif sistem de;
ekonomik faaliyetleri katı bir disiplin altında tutuyordu. Oysa yeni gelişen bireyci fikirler, ekonomik
hayatın kendiliğinden oluşan doğal bir düzeni bulunduğunu, devletin ekonomiye hiç müdahale
etmeyip bireyleri faaliyetlerinde serbest bırakması durumunda, bu doğal düzenin mükemmel biçimde
işleyeceğini savunuyordu.

Siyasal Liberalizm - Ekonomik Liberalizm


Avrupa kültür çevresinde yaklaşık 400 yıllık geçmişi olan liberal düşünce, bireyin özgürlüğü ve
eşitliğini sağlamaya yönelik siyasal bir program olarak ortaya çıktı. Hedefi; toplum sözleşmesi, doğal
haklar ve kuvvetler ayrılığı gibi ilke ve kurumlarla devlet iktidarını sınırlamaktı. Liberal düşüncenin bu
boyutu siyasal liberalizm olarak adlandırılabilir. Bu düşünceleri erken dönemde savunan Locke veya
Montesquieu gibi düşünürler kendilerini liberal olarak adlandırmamışlardır. Aslında, liberal sözcüğü
çok daha geç bir tarihte, 1810-1811 yıllarında İspanya'da icat edilmiş ve 1820’lerde Avrupa'da
kullanılmaya başlanmıştır. Sözcüğün yaygın olarak kullanılmaya başlandığı tarihler, sanayi devriminin
bütün olumsuzluklarının yaşandığı dönemdir. Böyle olunca, liberal sözcüğü daha çok ekonomik
liberalizm olarak anlaşılmış; sömürüyü, baskıyı ve çalışanların sefaletini çağrıştıran "olumsuz” bir
anlam kazanmıştır. Aslında, başta Locke olmak üzere erken dönem liberal düşünürler, mülkiyet
hakkına büyük bir önem atfetmiş olsalar da, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” veya "büyük balık
küçük balığı yutar” anlayışının biçimlendirdiği vahşi kapitalizmin teorisi olan ekonomik liberalizmin
teorisyenleri değildi.

Devlet İktidarının Sınırı


Liberal ideoloji, devleti sınırlı yetkilere sahip bir kurum olarak kabul eder. John Locke'a göre, bu
yetkiler adaletin ve güvenliğin sağlanmasıyla sınırlıdır.

Liberalizm devletin rolünü adeta bir gece bekçisi konumuna indirgemiştir; minimum yetkili bu
devletin artık insanları iyiye yöneltme, erdemli yaşamalarını sağlama ve neyin iyi veya doğru
olduğunu belirleme yetkisi yoktur. Devletin görevi; her bireyi kendi iyisini ve doğrusunu bulmak,
maddi ve manevi varlığını kendi yöntemleriyle geliştirmek konusunda özgür bırakmaktır.

Liberalizm iktidarı kimin kullandığını değil, sınırlı olduğunu ifade eder. Liberal bir rejim, monarşik,
aristokratik ya da demokratik olabilir.

Liberalizmin Özgürlük Anlayışı


Özgürlük liberalizmin temel değeridir; ona eşitlik ve adalet gibi diğer değerlere oranla öncelik tanınır.
Bireye toplum ve devlet karşısındaki üstün konumunu sağlayan, onun özgür bir varlık olmasıdır.

Liberalizm insanların doğuştan özgür olduğunu kabul eder. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,
bireyin doğal haklarını “özgürlük”, “mülkiyet”, “güvenlik” ve “baskıya karşı direnme” şeklinde dört
adet olarak sayar. “Özgürlük” hakkı genel bir ifade olup, günümüzde birinci kuşak haklar veya klasik
haklar olarak adlandırılan ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, seyahat özgürlüğü gibi hak ve özgürlükleri
içerir.

Liberalizm, doğal hak ve özgürlüklerin kendiliğinden var olduğunu, gerçekleşmeleri için devletin
bireye karışmamasını, özgürlüğünü kısıtlamamasını yeterli görür. 1789 Bildirgesinde özgürlük,
“başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek" olarak tanımlanmıştır (md.4). Bireyin doğal
hakları devlet iktidarının sınırını çizer.

Liberalizmin Eşitlik Anlayışı


Liberal eşitlik anlayışının temelinde, herkesin sırf insan olduğu için aynı ahlaki değere sahip olduğu
inancı vardır. Her birey, ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun, insan olarak eşit değer ve saygıyı
hak eder. İnsanlar arasında değer farkı yaratmayan, birini diğerine bağımlı kılmayan bu inanç, toplum
düzeni içinde kanun önünde eşitlik ilkesiyle görünür kılınır ve uygulanır. Kanun önünde eşitlik ilkesine
rağmen, toplumda bazı kişilerin yoksulluğa düşmesi, işsiz kalması veya hayatını kazanma
imkânlarından mahrum olması adaletsizlik olarak görülmez.

Liberalizm özgürlük ve eşitliği doğuştan kazanılan bir özellik olarak görmekle birlikte, uzun süre
köleler, yoksullar ve kadınlar tam olarak eşit ve özgür insanlar olarak sayılmamıştır. Kökenine,
inancına, cinsiyetine, eğitim veya ekonomik durumuna bakmaksızın, sırf insan olduğu için herkesin
kanun önünde eşit kabul edilmesi, demokratik ülkelerin çoğunda ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında
gerçekleşmiştir.

Liberalizm ve Demokrasi
Liberalizm ile demokrasi arasında bir karşıtlık söz konusu değildir. İkisi arasındaki ilişki süreç içinde
önemli ölçüde değişmekle birlikte, uzun süre, özgürlük ile eşitlik arasındaki ilişki olarak görülmüştür:
Liberalizmde özgürlük, demokraside eşitlik var denmiştir. Kuşkusuz, bu genelleme tam doğru değildir:
Liberalizm yalnızca özgürlük, demokrasi de yalnızca eşitlik demek değildir. Batı kültür çevresinde 19.
yüzyıldan itibaren genel oy hakkının yaygınlaşmasıyla, liberal rejimler demokratikleşmiş; liberal
demokrasi kavramı ortaya çıkmıştır. Liberal demokrasi kavramında baskın unsur, 19. yüzyılda “liberal”
sözcüğüydü ve rejimin özgürlükçü olması daha büyük önem taşıyordu. 20. yüzyıldan itibaren durum
tersine dönmüştür; artık “demokrasi” unsuru ön plandadır ve rejimin eşitlikçi olmasına daha büyük
önem atfedilmektedir.

Genel ve eşit oy hakkının tanınması, siyasal kararların her yurttaşın eşit katılımıyla, demokratik bir
yöntemle alınmasını mümkün kılmış; siyasal demokrasi gerçekleşmiştir. Liberal teoride, siyasal
demokrasi ile sosyal ve ekonomik demokrasi kavramları arasında yapılan ayrımın nedeni, bu düşünce
sisteminde devlet yetkisinin sınırlı olması; devletin sosyal ve ekonomik alana müdahalesinin kabul
edilmemesidir. Devletin varlık nedeni olan adaletin ve güvenliğin sağlanması ile ilgili konular “siyasal”
olarak nitelendirilmiş, diğer tüm konular bireylerin doğal haklarını ilgilendirdiğinden devletin yetki
alanı dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla sosyal ve ekonomik kararların demokratik biçimde alınması söz
konusu değildir, çünkü bu alanda kararlar bireysel olarak alınacaktır.

Liberal düşüncede genel ve eşit oy ilkesi, seçimler, siyasal partiler ve parlamento gibi kurumlar siyasal
kararların demokratik biçimde alınmasını mümkün kılarken, başka bir mekanizmayla ekonomik
kararların da demokratik biçimde alınacağına inanılır. Girişim özgürlüğünün, sözleşme serbestîsinin,
özel mülkiyet hakkının güvence altına alındığı, devletin ekonomik alana müdahale etmediği bir
düzende ekonomik kararlar nasıl demokratik biçimde alınacaktır? Liberal ekonomide doğal olan,
ekonomik kararların zengin bir azınlık tarafından alınması yani üretim, tüketim ve yatırım gibi
tercihlerin sermaye sahibi tarafından yapılmasıdır. Oysa liberal düşünce, ekonomik kararların
herkesin, en azından çoğunluğun etkisiyle alınacağını savunur. Bunu sağlayacak olan, serbest piyasa
düzenini yöneten arz ve talep yasalarıdır. Ne üretileceğine, ne kadar üretileceğine, fiyatının ne
olacağına, elde edilen karın hangi alanlarda yatırıma dönüştürüleceğine, sanıldığının aksine yalnızca
sermaye sahipleri karar vermeyecek, bu kararlar herkesin katılımıyla alınacaktır. Devletin tek yapması
gereken ekonomiye müdahale etmemek, doğal düzeni bozmamaktır.

Liberal düşünce, kanun önünde eşitlik ilkesi güvence altına alındığında, serbest rekabet esasına
dayanan piyasa düzeni kurulduğunda, adil bir sosyal düzenin de kurulacağı öngörüsünde bulunur.

B- Sosyal Devlette Birey, Toplum ve Devlet İlişkileri


Devletin ekonomiye müdahale etmediği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düzeni, geniş kitleler
bakımından toplumdaki eşitsizlikleri derinleştirmiş, hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirmiştir,
siyasal demokrasi gerçek bir demokrasi yaratamamıştır. Sonuçta, vahşi kapitalizm, siyasal liberalizmin
daha adil bir toplum düzenine ilişkin bütün iyimser beklentilerini ortadan kaldırmıştır.

Fransa’da, 1848 Devrimi ile birlikte liberalizmin katı bireyciliği ve sömürüye yol açan çeşitli
uygulamaları gözden geçirilecektir. Bu gelişme, yüz yıllık bir zaman diliminde yaşanan iki dünya savaşı
ve büyük ekonomik krizlerin ardından liberalizmi köklü biçimde değiştirir: Artık sosyal liberalizm,
modern liberalizm veya bu kitapta benimsendiği gibi sosyal devletten söz edilmektedir. Piyasa
mekanizmasının en iyi ekonomik durumu yaratacağına duyulan derin inanç terk edilmiştir. Bu
değişimin ardında, İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’in (1883- 1946) büyüme ve refaha ancak yönetilen bir
kapitalizmle ulaşılabileceği ve anahtar iktisadi sorumlulukların devletin elinde olması gerektiğine
ilişkin görüşleri yatmaktadır. Sosyal devlet anlayışı İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde anayasalarda
ifadesini bulacak, 1961 Anayasası ile ülkemizde de benimsenecektir.

Sosyal devlet anlayışı, siyasal liberalizmin temel ilkelerini korumakla birlikte, uygulamada görülen
olumsuzlukları gidermek üzere yeni ilkeler ve yaklaşımlar getirir. Sosyal devlet anlayışında da bireyin
devletin kaynağı ve amacı olduğu ilkesi geçerliliğini sürdürür. Ancak bu kez birey yalnız değildir;
bireyin oluşturduğu çeşitli doğal, sosyal, ekonomik veya kültürel kurumlar da dikkate alınmaktadır. Bu
kurumların başında aile gelir.

Sosyal Devletin Özgürlük ve Eşitlik Anlayışı


Sosyal devlet anlayışı liberalizmin doğal haklar anlayışını benimser fakat yetersiz bulur. 1789
Bildirgesi’nin ilan ettiği hakların, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kullanılamadığı görülmüş,
artık doğal hakların kullanılabilmesi için devletin karışmamasının yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Devlet,
bundan böyle, yoksul kitleleri doğal haklarını kullanabilmesi için destekleyecektir. Bu destek yeni bir
hak kategorisinin, sosyal hakların doğuşuna yol açar. Sosyal hakların baskın özelliği, devletin bireyi
serbest bırakması ile kendiliğinden gerçekleşmemesi, tersine, ancak devletin eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik gibi bir kamu hizmeti tesis etmesiyle kullanılabilmesidir. Liberalizmin doğuştan kazanılan
özgürlüğü, sosyal devlette devletin özgürleştirme politikasıyla desteklenmektedir.

Hukuki engellerden kurtulan bireyin, şansını ve yeteneklerini iyi değerlendirerek kendisine onurlu bir
yaşam kurabileceği varsayılıyordu. Fakat bireylerin hayat mücadelesine eşit koşullarda başlamadığı
göz ardı edilmişti. Bireylerin sosyal ve ekonomik statülerinin, kişisel yeteneklerine ve çalışkanlıklarına
bağlı olmadıkça liberalizmin eşitlik beklentisinin gerçekleşmeyeceği anlaşılmıştı. Öyleyse, kanun
önünde eşitlik ilkesi fırsat eşitliği ilkesiyle desteklenmeliydi.

Şans ve olanak eşitliği olarak da adlandırılan fırsat eşitliği, yurttaşların ekonomik ve sosyal statülerinin
eşitlenmesi demek değildir. Vahşi kapitalizmin yarattığı büyük eşitsizliklerin önlenmesi için bu tür bir
çözüm Marksist ideoloji tarafından önerilecektir. Sosyal devlet anlayışı, fırsat eşitliği ile sosyal ve
ekonomik eşitsizliğin yarattığı olumsuz sonuçları azaltmayı hedefler. Bireylerin çalışarak onurlu bir
yaşam sürmesinin önündeki fiili engelleri kaldırmaya uğraşır. Toplumdaki dezavantajlı kesimlerin
sosyal haklardan yararlanarak asgari bir yaşam düzeyine ulaşmasını ve kişisel yeteneklerini
geliştirecek koşullara kavuşmasını amaçlar.

Sosyal Devlet Anlayışı ve Demokrasi


Sanayi devrimi sonrasında liberalizmin, seçimler aracılığıyla siyasal demokrasinin, piyasa mekanizması
aracılığıyla da sosyal ve ekonomik demokrasinin kendiliğinden gerçekleşeceği ümidinin boş bir hayal
olduğu anlaşıldı. Kendi alanında tekel oluşturan büyük şirketler ekonomik hayata yön verdiği gibi,
paranın gücüyle siyasal partileri, seçimleri ve parlamentoyu etkileyerek siyasal hayatta da baskın
duruma geldiler.

Sosyal devlet anlayışı, liberalizmin kendiliğinden gerçekleşmeyen sosyal ve ekonomik demokrasisini


yasal düzenlemelerle ve devletin desteğiyle gerçekleştirmeye çalışır. 20. yüzyılın liberal devleti artık
yalnızca adaletin ve güvenliğin gerçekleştirilmesinden değil, eğitimin, sağlığın, sosyal güvenliğin, iş
olanaklarının, insani çalışma koşullarının, piyasada serbest rekabetin ve daha birçok şeyin
sağlanmasından da sorumlu olacaktır.
Sosyal devlet anlayışında, sosyal ve ekonomik demokrasinin gerçekleşmesi için bu alanların
siyasallaşmasının yanı sıra, bazı özel düzenlemelere de ihtiyaç duyulur. Sosyal ve ekonomik kararlar
hem işyeri hem de ulusal düzeyde alındığından, her iki düzeyde de bu kararlardan etkilenenlerin karar
alma süreçlerine katılması demokrasinin gereğidir. Yönetime katılma, en düşük düzeyde işyerinin
nasıl yönetildiği konusunda bilgi almadan, en yüksek düzeyde (mülkiyet hakkını etkilemeyecek sınırlı
bazı konularda) birlikte yönetime kadar değişik düzeylerde gerçekleşebilir.

Ulusal düzeyde sosyal ve ekonomik demokrasinin yetkin biçimde gerçekleşmesi için, siyasal temsilin
yanında, korporatif temsilin gerektiği savunulur. Sosyal devlet anlayışında toplumun temelinde
yalnızca birey değil, bireyin oluşturduğu kurumlar da yer almaktadır. Korporatif temsilde, sosyal ve
ekonomik alanda faaliyet gösteren (sendikalar, tarım birlikleri, meslek odaları gibi) kurumların temsili
söz konusudur.

Korporatif temsilin, siyasal temsilin eksik bıraktığı bazı fonksiyonları karşılaması mümkündür. Ancak
korporatif bir meclis oluşturmanın bazı teorik ve teknik zorlukları vardır. Öncelikle, korporatif temsil
ulusal egemenlik ilkesine aykırıdır. Siyasal temsilde, seçilen vekiller kendilerini seçenleri veya
seçildikleri bölgeyi değil, ulusu temsil eder; oysa korporatif temsilde vekil, kendisini seçen kurumun
temsilcisidir. Siyasal temsilde eşitlik ilkesi tam olarak korunabilir; her bireyin tek oy hakkı vardır. Oysa
korporatif temsilde, birden çok kurumun üyesi olan kişi, birden çok oy hakkına sahip olacaktır.
Korporatif temsil düşüncesi bir yandan bu tür zorlukları nedeniyle, diğer yandan İtalyan faşizminde
demokrasiyi yıkmak için bir araç olarak kullanılması yüzünden giderek gözden düşmüştür. Çağdaş
demokrasilerde sosyal ve ekonomik kuruluşlar, artık korporatif meclisler aracılığıyla değil, çoğulcu
demokrasi anlayışının bir gereği olarak, birer baskı grubu veya yasayla oluşturulmuş danışma kurulları
biçiminde siyaseti etkilemektedir.

DEMOKRASİ TEORİSİ
Abraham Lincoln (eski ABD başkanlarından) “Halkın halk tarafından halk için yönetimi” Lincoln bu
tanımı yaptığında (1863’te) demokratik yönetim istisnaydı. Ülkelerin çoğu otokrasi ile yönetiliyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nı demokrasi cephesinin kazanması, dünyada demokratikleşme dalgası yarattı.
20. yy sosyalist blokun dağılarak demokratik sürece girmesiyle tarihte ilk kez demokratik ülke sayısı
demokrasi ile yönetilmeyen ülke sayısını geçti. 21. yy insanların büyük çoğunluğu demokrasiyi en iyi
yönetim biçimi olarak görmektedir.

MODERN ÇAĞDA DEMOKRASİNİN YENİDEN DOĞUŞU


Tarihte ilk demokratik rejimler eski Yunan uygarlığında ortaya çıktı. Bu rejimler uzun ömürlü olmadı.
(Makedonların Yunan sitelerini işgali M.Ö. 4.yy). Bu dönemden 2bin yıl kadar sonra demokrasi,
Avrupa ve Kuzey Amerika’da yeniden ortaya çıktı. Bunca zamana aşkın demokraside çok çok fazla
değişiklikler oldu. Antik demokrasi ve Modern demokrasi iki farklı demokrasi modelidir.
Modern Çağ’da, devlet ölçeğinin büyümesi; doğrudan demokrasiyi imkânsız kılmış (temsili kurumlar
zorunlu hale gelmiş) devlet-birey karşıtlığı yaratmış ve toplumda yeni uyuşmazlık konuları çıkarmıştır
(etnik, dini, kültürel vs.).

Atina’nın karar alma süreçleri, günümüzde azınlıkların baskı altında tutulduğu, kişisel özgürlüklerin
çiğnendiği bir çoğunluk despotizmi yaratabilir. O nedenle modern katılımcı demokrasi teorileri,
temsili kurumları kaldırmayan, kişiyi devlete karşı koruyan mekanizmaları içeren karma modellerdir.

Zaman ve Mekânda Farklılık


Yunan siteleriyle karşılaştırıldığında, modern demokrasiler hem nüfus hem de toprak bakımından
devasa ölçeklere sahiptir. Bir Atinalı için Fransa, Türkiye, Yunanistan gibi daha küçük ölçekli ulus
devletler bile antik demokrasinin ilke ve değerlerini yaşatamayacak kadar büyümüş
imparatorluklardır.
Günümüz dünyasında, antik demokrasilerin ölçeğine yakın yalnızca birkaç devlet kalmıştır. Günümüz
teknolojisinin, antik demokrasinin ilke ve kurumlarını ulus devlete uygulamak bakımından yetersiz
olduğu söylenemez. Teknolojimiz, elektronik demokrasiyi ulusal hatta küresel ölçekte hayata
geçirebilecek olanakları yaratmıştır. Sorun teknoloji ile ilgili olmaktan çıkmış, her yurttaşın yasama
yürütme ve yargı faaliyetlerini bizzat gerçekleştirdiği bir düzenin, ulus devlette ne ölçüde arzu edildiği
ile ilgili hale gelmiştir.

Demokratikleşme Dalgaları
17. yy’de beliren ulus devlet ölçeğinde demokratik düşünce, 3 büyük demokratikleşme dalgası
yaratmıştır.
BİRİNCİ DALGA → 1820’lerde ABD’de erkek nüfusuna oy hakkı tanınmasıyla başlar ve Birinci Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar süren zaman diliminde 30’a yakın devletin demokratik rejimi benimsemesi.
İKİNCİ DALGA → 1960’larda İkinci Dünya Savaşı’nda demokrasi cephesinin üstün gelmesi.
ÜÇÜNCÜ DALGA → 1970’lerde Portekiz, İspanya ve Yunanistan’ın demokrasiye geçişi,1980’lerde
askeri-bürokratik rejimlerin yıkılışı, 1990’larda otoriter sosyalist rejimlerin çöküşü. Üçüncü
demokratikleşme dalgasının son halkası olan sosyalist bloktaki çözülme, diğerlerinden daha köklü bir
gelişme olmuştur. 1990’larda 3 sosyalist devlet olan SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya bağımsızlık
ilan ederek ayrıldı. Soğuk savaş ve iki kutuplu dünya düzeni sona erdi. Sosyalist bloktaki ülkelerde
demokrasiye doğru bir yöneliş yaşandığı görüldü.

ÖRNEK SINAV SORULARI


1- “Zorun, güç kullanımının, bağımlılık ilişkilerinin ve hiyerarşik yapıların bulunmadığı, devletsiz;
bireyin özgürlüğüne, iradesine ve sorumluluğuna değer veren; sosyal ve ekonomik eşitlik modelini
benimseyen; sosyal mülkiyeti savunan; şiddet karşıtı bir toplum düzenini savunan” anarşizmin
günümüzde şiddet, kaos ve kargaşa ile özdeşleşmesinin sebepleri neler olabilir?
2- İnsanların büyük çoğunluğu, demokrasinin en iyi yönetim modeli olduğunu düşünüyor.
Günümüzde antik demokrasi gibi bir demokrasi modelini uygulamak mümkün müdür? Mümkünse
neden ve nasıl? Değilse görüşünüzü, Dahl’ın “Atina’da yaşayan biri kendisini aniden bizim
ortamımızda bulsaydı, bizim demokrasi dediğimiz şeyi, muhtemelen tanınması olanaksız, itici ve
demokratik olmayan bir şey olarak görecekti.” sözünü ele alarak belirtiniz.

MODERN DEMOKRASIYI BIÇIMLENDIREN ETKENLER

1)CUMHURIYETÇI GELENEK
Atina demokrasisi çoğunluğun iradesine üstünlük tanıyan bir rejimdi. Yunan sitelerinin çoğu
demokrasi ile oligarşi arasında gidip gelmekteydi. Eski Roma Atina dan farklı bir yol izledi. Roma,
istikrarlı bir rejimi güvence altına almak için toplumda farklı çıkarları olanların yönetimde söz sahibi
olacağı karma bir yönetimi kurdu. Bugün cumhuriyet ile demokrasi arasında yakın bir bağ kurmakla
birlikte, kökeni bakımından cumhuriyet, iktidarın toplum içindeki tek bir öğenin elinde
yoğunlaşmasını önlemek, farklı çıkarları dengelemek amacını taşımaktadır. Çoğunluk, azınlık ve tek
kişi yönetiminin sakıncalarını gidermeyi amaçlayan bir düşüncenin ürünüdür.
Roma’dan sonra İngiliz siyasal sistemi, eski cumhuriyetin en iyi bilinen modeli oldu ama günümüzde
cumhuriyet kavramı monarşi içeren sistemler için kullanılmaz. Modern cumhuriyetler monarşiyi
yıkarak kurulmuş, demokratikleşme sürecine paralel olarak aristokratik kurumları da kaldırmıştır.
Atina demokrasisi başlangıçta yalnızca soyluların seçilebildiği aristokratik kurumlara sahipti.
Aristoteles azınlığın ve çoğunluğun çıkarlarını dengelediği gerekçesiyle bu ılımlı rejimi en iyi
demokrasi olarak niteler. Zamanla aristokratik kurumların yetkisinin azaltılması veya kaldırılması aşırı
demokrasiye dönüştü. Atinalı demokratlar yoksul çoğunluğun, soylular ise zengin azınlığın iradesini
üstün kılma mücadelesine girdi her iki iradeyi uzlaştıracak bir kurum yoktu. Bu yüzden bugün
cumhuriyetçi gelenek olarak söylediğimiz gelişmenin izlerini Antik Çağ da Atina’da değil daha çok
Sparta’da ve en mükemmel biçimiyle Roma’da bulmaktayız

2) KUVVETLER AYRILIĞI
Amerika Birleşik Devletleri anayasası hazırlanırken Amerikalı cumhuriyetçiler, Antik Cağ’ın karma
yönetim düşüncesi yerine Montesquieu nun savunduğu kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsediler.
Montesquieu ya göre özgürlükçü bir düzen, yalnız ılımlı bir rejimde kurulabilirdi. Bir rejimin ılımlı
olabilmesi için iktidarın kötüye kullanılması önlenmelidir. Bu doğrultuda devlet iktidarının üç farklı
görünümü olan yasama, yürütme ve yargı yetkisi ayrı organlara verilmelidir. Böylece yetkisini aşmak
isteyen bir organ, diğer organlar tarafından durdurulabilecektir.
Modern demokrasi ilk olarak John Locke tarafından savunulan, daha sonra Montesquieu’nün üne
kavuşturduğu, kuvvetler ayrılığı görüşünü temel bir özellik kabul etmiştir. Her iki düşünürün de çıkış
noktası, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek, özgürlükçü bir düzenin güvence altına alınmasıdır.
Antik demokrasi iktidarın despotizme dönüşmesini önlemek için modern çağda cumhuriyetçi gelenek
ve kuvvetler ayrılığı olarak ortaya çıkan görüşlere tamamen yabancıdır. Atina demokrasisi, iktidarın
yoksul çoğunluğun elinde toplandığı bir despotizmi dönüştüğü iddiasıyla karşılaşmışsa bile, karma bir
yönetimi ya da kuvvetler ayrılığını hedefleyen anayasal kurumsal bir çözüm arayışına girmemiştir.

3)SIYASAL TEMSIL
Temsil ve demokrasinin yan yana gelebileceği düşüncesi 18. yüzyıla aittir. Yunan siteleri doğrudan
demokrasiyi olanaksız kılacak kadar büyük ölçekli değildi. Bununla birlikte Roma, yurttaşların siyasal
kurumlara katılmalarını olanaksız alacak kadar büyümüştü. Temsil Kurumunun kökeninde feodal
hukuk vardır. Demokrasi ile feodal hukukun bir kurumu olan temsili bağdaştırmaya yönelik ilk
görüşler, İngiliz iç savaşı sırasında, monarşiye cumhuriyetçi bir alternatif arayan Püritenler tarafından
ortaya kondu. İç savaştan yaklaşık 100 yıl sonra John Locke, İkinci Deneme de vergi konusunda halkın
rızasının bizzat ya da temsilcileri aracılığı ile ortaya konabileceğini söyledi. J.J.Rousseau Toplum
Sözleşmesinde halkın temsilci seçerse köle durumuna düşeceğini savunmakla birlikte bu eserinden
önce ve sonra yazdığı kitaplarda temsili meşru bir kurum kabul etti. Montesquieu Kanunların
Ruhunda büyük bir devlette halkın yasama organı içinde toplanmasının olanaksız olduğunu bu
nedenle doğrudan yapamayacağı işler için temsilci seçilmesi gerektiğini belirtti. John Stuart Mill
Temsili Yönetim Üzerine Düşünceler adlı eserini yazdığında artık ulusun iradesini, ancak temsilcilerle
ortaya koyabileceği görüşü yerleşmişti. 20.YY ortalarına gelindiğinde, seçme ve seçilme hakkının
kullanılmasındaki tüm sınırlar kaldırılmış, eşit ve genel oy ilkesi kabul edilmiştir. Modern devlette
demokrasinin uygulanması bakımından, temsil kurumunun taşıdığı önemi yadsınamaz. Temsil iki bin
yıllık bir aradan sonra, demokrasinin yeniden tarih sahnesine çıkmasında kilit rol oynadı.

4)LIBERALIZM
Liberal anlayış, bireylerin hak ve özgürlüklerini, devlet ve toplum karşısında üstün tutan doğal haklar
görüşünü temel alır. Buna göre eşit ve özgür doğan insanların dokunulmaz hakları vardır; doğal haklar
devletten önce var olduğu için devlet tarafından ortadan kaldırılamaz liberal anlayışa göre devletin
başlıca yetkisi güvenliği sağlamaktır; bunun ötesine geçip ekonomiye karışamaz; özgürlükleri
kısıtlayan sosyal ilişkileri düzenleyeme. Antik demokraside vurgu iktidarın sınırlı olup olmadığını da
değil iktidarın nerede bulunduğundadır. İktidar tek kişinin ya da bir azınlığın değil çoğunluğun yani
halkın elindedir; buna karşılık liberalizm iktidarın kimde olduğunu değil; sınırlı olduğunu ifade eder.
Modern demokrasi, liberalizm ile demokrasi birleştirmiştir; liberalizm devletin faaliyet alanını sınırlar.
Bu özellik halk iktidarının totaliter bir demokrasiye dönüşmesini önlemekte; içinde bireylerin özgürce
hareket edeceği bir özel alanı güvence altına almaktadır. Demokrasi kavramının 2000 yıl öncesine
uzanmasını ve liberalizm ise yeni bir ideoloji olmasına rağmen; demokrasi liberalizmi değil, liberalizm
demokrasiyi içine almıştır. Modern çağın ilk demokratlarının liberalizmin anası olan özgürlüğü amaç,
demokrasi ise araç olarak görmelerinin nedeni budur

5)DOĞAL HAKLAR TEORISI


Liberal düşünürler bireyin özgürlüğünü devlet ve toplum karşısında güvence altına almak için doğal
haklar teorisini geliştirdi. Doğal hukukun ilkeleri üstün ve evrensel ilkelerdir, insan tarafından
oluşturulmamıştır. Bu nedenle herkes uymak zorundadır, doğal hukuk insanlar tarafından oluşturulan
hukukun üstündedir. Doğal hukukun bir parçası da doğal haklarıdır. John Locke laik doğal hukuk
görüşünden doğal haklar teorisini oluşturan düşünürlerin en önemlisidir, laik doğal hukuk görüşünde
de doğal haklar, insan yapısı ilkeler olarak görülmez, eşyanın tabiatı gereği var olan haklardır.
Toplumdan ve devletten bağımsızdırlar, devredilemeyen bu özgürlükler, devletin dokunamayacağını
bir alan oluşturur. Devlet kendisinin yaratmadığı ve kendisinden önce var olan doğal haklar ile
bağlıdır. Modern demokrasinin antik demokrasiden farkı şudur: Modern demokrasi, liberal
düşünürlerce savunulan, insanların devletin dokunamayacak doğal haklara sahip olduğunu savunur.
Dolayısıyla demokratik de olsa devlet iktidarını sınırlayan bu haklar, kişileri devlete karşı koruyan
iktidar demetleridir. Modern demokraside insan hakları, demokratik süreçlerin işlemesini sağlamaya
yönelik bir öneme sahip olmanın ötesinde, insanın değerini koruyan özelliği ile siyasal rejimlerin
meşruluğunun temeli haline gelmiştir

6)LAIKLIK
Hıristiyanlığın insan kişiliğine değer vermesi, insanların eşit olduğu düşüncesini benimsemesi,
başlangıçta siyasal otorite ile dinsel otoriteyi birbirinden ayırması, devletin karışamayacağı bir özel
alan yaratması, modern demokrasiyi önemli ölçüde etkiledi. Antik Demokraside ise siyasal ve dinsel
iktidar ayrılmamıştı, sitenin resmi tanrıları vardı. Kilise ise bir yandan siyasal iktidara karşı üstünlük
mücadelesine girdi. Diğer yandan tek doğru olarak ilan ettiği dogmalara herkesin uyumasını sağlamak
için baskıcı yöntemler, engizisyon kullandı. Sonuçta Orta Çağ insanı, hem kilisenin hem de
hükümdarın baskısı altında kaldı. Bu anlayışın değişmesi Protestanlığın ortaya çıkışı ile oldu çünkü
Katoliklik her türlü iktidar Tanrı'dan gelir diyerek kilisenin siyasal iktidardan üstün olduğunu
savunmuştur devlet kilisenin bir organıdır. Ortodokslukta ise kilise siyasal iktidara tâbidir Aslında din
işlerini yürüten bir devlet organıdır modern demokrasi ise her iki anlayışla da çelişir bir yazarın
belirttiği gibi demokrasi Avrupa’da cismani iktidarla ruhani iktidarın birbirinden ayrıldığı bir kültürde
ortaya çıktı. Protestanlık ise farklı bir çözüm getirdi. Her iki otoritenin kendi alanları içinde üstün
olduğu esasını benimsedi. Dini konular dinsel topluluklara bırakılarak devletin faaliyet alanı dışına
çıkartıldı; bu laik bir devlet düzeni ifadesidir. Protestanlık herkesin dini konularda kendi vicdanına
göre karar vereceğini belirterek, vicdanları kilise baskısından kurtardı. Din ve vicdan özgürlüğünü
savundu.
Yukarıdaki beş başlık bir yandan demokrasinin ulus-devlet ölçeğinde uygulanmasına mümkün kıldı,
diğer yandan antik demokrasiye yöneltilen eleştiriye çoğunluğun despotizmine karşı güçlü bariyerler
oluşturdu

DEMOKRASI NASIL HAKLILAŞTIRILABILIR

A) TARIHSEL DENEYIM
Tarih, en baskıcı düzenlerin demokrasi karşıtı rejimler tarafından gerçekleştiğini gösteriyor. Otokratik
yapılı olmakla birlikte, halkını mutlu eden rejimler de olmuştur. Buna en çarpıcı örnek Venedik
Cumhuriyeti’dir; 800 yıl yaşamıştır, anayasal sistem görevlilerin çıkarlarını değil cumhuriyetin
çıkarlarını korumuştur. Siyasal rejimler konusunda tarihsel deneyimden mutlak ve kesin nitelikli
sonuçlar çıkartılamaz; demokrasi teorisi üzerine çalışan pek çok yazar demokrasiyi halkalaştıracak
görüşler ileri sürmüştür. İnsan doğası rasyonellik ahlak gibi kavramlara dayanan görüşleri iki
kategoriye alabiliriz.
Bazı görüşler demokrasiyi içerdiği değerler nedeniyle üstün tutar. Bunlar ahlaki bir temellendirme
çabasıdır; örneğin özgürlük, eşitlik, barış gibi bazı değerlerin demokratik rejimin işleyişinden
doğduğunu söylenir. Değerlere dayanan bir haklılaştırma çabası iki büyük sorunla karşılaşır: birincisi
demokrasinin içerdiği değerlerin, başka değerlerden üstün olduğunun kanıtlanması gerekliliğidir;
ikincisi de tüm değerlerin içeriğinin kişileri topluma zamana göre değişmesi nedeniyle sonuçların
kesinliğinin kesildiğini bulunmayışıdır.
Diğer görüşler ise ahlaki bir yaklaşımdan çok konuyu rasyonel olarak ele alan rasyonel temellendirme
çabası olarak adlandırılabilir; bunların kişiyi daha büyük ölçüde ikna etmesi beklenir. Bunun nedeni
değerlerin göreli olmasına karşın, aklın sağduyunun farklı kültürden insanlar arasında ortak bir özellik
olduğu düşüncesidir

B)DEMOKRASININ AHLAKI TEMELI


Bir siyasal karar alma sürecinin nasıl haklılaştırıldığı ile ilgili Dahl’ın kullandığı üç önemli kavramdan
hareket edilecektir. Ahlaki özerklik, doğal eşitlik ilkesi. Bireysel kendi kaderini tayin hakkıdır.

AHLAKI ÖZERKLIK
Ahlaki özerklik kavramı bireyin ahlaki tercihlerini kendi Özgür iradesi ile yapmasını ifade eder; bu
insan olmanın doğal bir sonucudur. Çünkü insan kendi yaşamına yön verecek ilkeleri belirleme ve
ahlaki tercihler yapabilme kapasitesine sahip bir varlıktır. Bunu olanaklı kılan özellik İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi'nin 1. Maddesinde belirtildiği gibi insanın akıl ve vicdan sahibi olmasıdır;
ahlaki özerklik olmadan hiç kimse tam olarak insan olmaz. Kölelik kurumu bunu örnekler. İlk
uygarlıklardan 19. yüzyıla kadar kölelik insanın başkasının malı olmasıdır; köle, insan sayılmamış
genellikle taşınır mal statüsünde bir eşya olarak kabul edilmiştir. Roma hukuku kitaplarında köle kişi
değildir yazılıydı; dönemin hukukçuları da köle üzerinde sahibinin sınırsız iktidarı bulunduğunu
söylüyordu: Hayvanlara benzeyen takma bir ad veriliyordu, evlenme aile kurma hakları bile yoktu,
yalnızca geçici bir birleşmeye izin veriliyordu, bu birleşmeden olan çocuklarda efendinin oluyordu,
hukuk mülkiyet hakkı yoktu, eylemlerinden dolayı mahkemeler önünde sorumlu değildi, bir yurttaşa
verdiği zararı sahibi öderdi. Platon insan sayılmamasını kölenin akıllı bir varlık olmamasına bağlıyordu.
Bu yüzden ancak akıllı biri tarafından yönetilmeliydi.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin akıl ve vicdan sahibi olmayı, insan doğasının temel özellikleri
olarak nitelemesi, yaygın gören bir yaklaşım olmakla birlikte; tartışmaya açık bir konudur. Bildirge,
akıl sahibi olmayı; insanı diğer canlılardan ayıran temel bir özellik olarak görmek ile birlikte; bu tek
başına modern insanın ahlaki doğasını belirleyen özellik olarak görülemez çünkü insan akıl kadar
duygularla da hareket eder

DOĞAL EŞITLIK ILKESI


Ahlaki özerkliğin insanın temel bir niteliği olarak görülmesi; bir tür eşitlik anlayışına götürür. Dahl in
doğal eşitlik olarak adlandırdığı bu eşitlik anlayışı, Locke tarafından açıklandığı biçimiyle; kimsenin bir
başka insanın otoritesine tabii kılınmaması; akıl ve vicdan sahibi herkesin kendi temel haklarının
kendisinin alması bakımından eşit olmasıdır. Doğal eşitlik düşüncesinin izleri Budizm, Hristiyanlık ve
Müslümanlık da insanların Tanrı karşısında eşit oldukları düşüncesinde bulunabilir. Hint kültüründe
ise doğal eşitlik düşüncesi bütünüyle reddedilmiştir geleneksel Hint toplumu kastlara dayanır;
inandıkları reenkarnasyon teorisine göre de herkes daha önceki yaşamlarındaki eylemlerinin sonucu
olarak hak ettiği kastın üyesi olarak doğar. Dolayısıyla eşitsizlik olarak görülmez; adaletin kendisi
olarak kabul edilir; günümüzde doğal eşitlik ilkesine ve kişinin ahlaki özelliğini açıkça reddeden bir
görüşü savunmak oldukça güçtür.

BIREYSEL KENDI KADERINI TAYIN HAKKI


Kişi ahlaki özerkliğine saygı gösterilmesine insan olmaktan kaynaklanan bir hak talebi olarak görebilir.
Bu durumda söz konusu talebi bireysel kendi kaderini tayin hakkı olarak adlandırmak mümkündür.
Kişi nerede, nasıl yaşayacağına, mesleğine, aile hayatına kendisi karar verecek; inançları, siyasal
görüşleri ve kanaatleri konusundaki tutumu özgürce belirleyecektir. Toplum düzeni içinde yaşamanın
doğal sonuçlarından biri, bireysel karar alma olanağının sınırlanmasıdır. Pek çok konuda kararlar;
herkesi bağlayacak biçimde ortak ya da genel olma özelliğini gösterir. Gerçek bir çözüm önerisi; hem
bağlayıcı nitelikte ortak karar almalarını hem de aynı anda yaşamları ile ilgili temel kararları yine
Kendilerinin vermelerini olanaklı kılacak bir düzen kurmaktır. Demokratik sürecin diğer karar alma
süreçlerinden temel farkı; bu noktaya ilişkindir: Demokrasi herkesin ortak karar alınmasına katılımını
sağlayarak bireysel kendi kaderini tayin hakkının siyasal karar verme süreçlerinde korunmasını
güvence altına alır. Demokratik olmayan rejimler, tek bir kişinin yalnızca bir kesimin karar alma
sürecini belirlemesine izin vererek halkın büyük bir kısmının bireysel Kendi Kaderini tayin hakkına
saygı göstermez. Demokrasinin ideali toplumun tüm üyelerinin bireysel Kendi Kaderini tayin hakkını
gerçekleştirmektir; bunun için ortak kararların oy birliği esasına dayanması gerekir. Oy birliğini
özellikle günümüzün devasa ölçekli toplumlarında sağlamanın neredeyse olanaksız oluşu, bir idealin
somutlaştırılabilmesini önlemektedir. Buna karşılık demokratik olmayan yani otokratik tüm karar
alma süreçleri, farklı görüşlerin ifade edilmesine bile izin vermez. Ortak kararların alınması oy birliği
esasına dayanmadığı sürece; görüş olarak azınlıkta kalanların haklarının engellediği itirazı ile
karşılaşacaktır. Demokrasi, yurttaşların çoğunluğunun bireysel kendi kaderini tayin hakkına saygı
gösteren bir karar alma sürecidir. Bu hakka yapılan müdahaleyi yumuşatarak azınlıkta kalanlar için
katlanılır kılar. Bu bağlamda demokrasinin en iyi yönetim biçimi olmadığı, yalnızca kötüler arasında iyi
bir yönetim biçimi olduğu söylenir. Demokratik rejimler herkesin onurlu biçimde yaşamasını güvence
altına alan, bireysel tercihlerin özgürce yapılmasını asgari düzeyde güvence altına alır. Bunu
dokunulmaz haklar anlayışı ile yapar. Günümüzde insan hakları listesi toplumun tüm bireylerinin
kendileri ile ilgili kararları özgürce alma olanağını asgari ölçüde garanti eder.

DEMOKRASI INSAN HAKLARI ILIŞKISI


Demokrasi, insan haklarının güçlü biçimde korunmasını zorunlu kılan bir yönetim biçimidir; çünkü
onun temel özelliklerinden biri azınlık görüşün ileride çoğunluk görüş haline gelme olanağının hep
açık tutulmasıdır. Temsili demokrasilerde bu; iktidarın belirli aralıklarla yapılan seçimlerle yapılır.
Seçimlerin gerçek işlevini yerine getirebilmesi; muhalefette kalanların temel hak ve özgürlüklerinin
güvence altına alınmasına bağlıdır Bu bağlamda Hobbes un Leviathan’ı demokrasi değildir Levithan’ın
kökeninde; bireylerin iradesinin bulunması ve bu iradenin oybirliği biçiminde ortaya çıkmış olması
sonucu değiştirmez. Bunun gibi, bir parlamentoya sahip olmakla birlikte seçimlerin özgür biçimde
yapılmadığı, insan haklarının güvence altına alınmadığı, çeşitli devletlere demokrasi denemez.
Demokrasi insan haklarının çoğunluk iradesine karşı, güçlü bir biçimde korunmasını zorluk zorunlu
kılar ama bunu hangi araçlarla yapılacağını söylemez. İnsan hakları öğretisi bu gereksinimi en iyi
düzeyde karşılayan araçtır. Kişinin kendisi ile ilgili temel kararları, özgürce kendisinin alabilmesi; insan
haklarından yararlanabilmesine bağlıdır. İnsan hakları belgelerinde düzenlenen hakların büyük
çoğunluğu, kişinin bireysel tercihlerini güvence altına alan, hak ve özgürlüklerden oluşur bireyler
siyasal haklar aracılığı ile iradelerini karar alma süreçlerine yansıtır. Bu özellik nedeniyle, 1993’te
Viyana’da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda demokrasiyle insan hakları arasındaki
durum karşılıklı birbirine bağlılık ve karşılıklı birbirini destekleyici olarak ifade edilmiştir. İnsan Hakları
Evrensel bildirgesinin 21. Maddesi, demokratik yönetimi bir insan hakkı olarak düzenlemiştir;
herkesin bireysel Kendi Kaderini tayin hakkına tam olarak saygı göstermeyi bir ideal olarak
benimsemesi ve uygulamada bu hakkı en azından yurttaşların yarısından fazlası için gerçekleştirmesi
bakımından demokrasi diğer yönetim biçimlerine göre daha güçlü bir ahlaki temeli sahiptir.
Demokrasi insanın insan olma niteliğini yani akıl ve vicdan sahibi olmanın getirdiği özellikleri diğer
yönetim biçimlerine göre daha iyi koruyan bir rejimdir.
ÇIKABİLECEK SORULAR
1)MODERN DEMOKRASİYİ BİÇİMLENDİREN ETMENLEER NELERDİR AÇIKLAYINIZ?
2)DEMOKRASİ İNSAN HAKLARI İLİŞKİSİNİ AÇIKLAYINIZ?
3)AHLAKİ ÖZERKLİK KAVRAMINI AÇIKLAYINIZ?
4)DEMOKRASİ NASIL HAKLILAŞTIRILABİLİR?
5)DEMOKRASİNİN AHLAKİ TEMELLERİ NELERDİR?

DEMOKRASİ - İNSAN HAKLARI İLİŞKİSİ


Demokrasi insan haklarının güçlü biçimde korunmasını zorunlu kılar. Çünkü demokrasinin temel
özelliklerinden biri azınlık görüşün ileride çoğunluk görüş haline gelme ihtimalini hep açık tutmasıdır.
Temsili demokrasilerde bunu mümkün kılan iktidarın belli aralıklarla yapılan seçimlerle
belirlenmesidir. Bu bağlamda halkın bir kez yapacağı ve hiç bir biçimde geri alamayacağı bir
yetkilendirme ile kurulan Hobbes’un Leviathan’ı kökeninde bireyin iradesi bulunsa da ve bu irade
oybirliği ile sağlansa da demokrasi değildir.
Kişinin kendisiyle ilgili temel kararları özgürce kendisinin alabilmesi, insan haklarından
yararlanabilmesine bağlıdır. 1993’te Viyana’da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda demokrasi
ile insan hakları arasındaki ilişki karşılıklı birbirine bağlılık ve karşılıklı birbirini destekleyicilik olarak
ifade edilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 21.Maddesi demokratik yönetimi bir insan hakkı
olarak düzenlemiştir.
Demokrasinin ideali; herkesin kendi kaderini tayin hakkına tam olarak saygı göstermeyi
benimsemesidir. Bu hakkı uygulamada en azından yurttaşların yarısından fazlası için gerçekleştirmesi
bakımından diğer yönetim biçimlerine göre güçlü bir ahlaki temele sahiptir.

DEMOKRASİNİN RASYONEL TEMELİ


Ortak kararların herkesin katılımı ile alınmasının gerekliliği rasyonel açıdan da savunulabilir.
Toplumun tüm üyelerinin çıkarlarına uygun kararlar alınabilmesinin en güvenli yolu karar alınmasına
herkesin katılabilmesidir. Demokratik süreç; herkesin çıkarına eşit değer verdiği ve tek tek herkesin
çıkarını dikkate aldığı için diğer tüm karar alma süreçlerinden daha güvenlidir. Rasyonel önerme ile
ahlaki önermeyi birleştirirsek; Hiçbir yasa yapma süreci yasalara tabi olan herkesin çıkarını eşit
biçimde hesaba katmaması halinde ahlaken haklı gösterilemez. Demokratik süreç, rasyonel açıdan
ancak sıradan insanların kendi kendini yönetmesi bakımından gerekli niteliklere sahip olduğu
varsayımı altında haklılaştırılabilir. Demokrasi karşıtları; filozoflar, din adamları, soylular, askerler ya
da bunların karışımından oluşan elit bir grubun herkesin çıkarını ve yararını daha iyi bildiğini
savunmaktadır. Demokrasi taraftarları ise ;‘aksini gösteren bir zorunluluk olmadıkça kadın ya da erkek
herkes kendi iyisi veya kendi çıkarları konusunda hüküm verecek en iyi yargıçtır’ ifadesini
savunmaktadır. Elit bir grubun yönetme yetkisini meşrulaştırmak için iki koşulun varlığı
kanıtlanmalıdır ;
Birinci koşul; yetişkinlerin önemli bölümünün en temek çıkarlarını anlama yeteceğine sahip
olmadıkları ya da bu çıkarların peşinden koşmak için yeterince istekli olmadıkları gösterilmelidir.
İkinci koşul; bir yönetici gruba bu temel çıkarları anlamak ve gerçekleştirmek bakımından
güvenilebileceği kanıtlanmalıdır.

BİREYSEL ÇIKARLARIN BELİRLENMESİ


Toplum içinden çıkan elit bir grubun, herhangi bir alanda izlenecek politikaların kişilerin yararına olup
olmadığını o kişilerden daha iyi bilebileceği ve bireysel çıkarın ne olduğunu daha gerçekçi bir biçimde
belirleyebileceği görüşü zayıf bir iddiadır. Uzman bir kimse kişilerin istek ve beklentileri konusunda
genel bilgilere sahip olabilir. Ancak bireysel gereksinimler büyük ölçüde öznel bir konudur,
genellemeler her zaman eksik veya hatalı sonuçlar ortaya çıkarır. Birey kendi bilincine doğrudan
ulaşma olacağına sahip olduğundan benzersiz bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca tüm istek ve
gereksinimler bir anda gerçekleştirilemeyeceğine göre, belirli bir tercih doğrultusunda sıraya
konulması gerekir. İşte bu sıralamanın belirlenmesi de pek çok öznel faktörlerin etkisine bağlıdır.
Kişilerin istek, gereksinim ve önceliklerini en iyi kendisinin bileceğini eski Yunanlılar ‘ayakkabının sıkıp
sıkmadığını en iyi onu giyen bilir’ özdeyişi ile ifade etmişlerdir. Aristoteles Politika ’da ‘yapıcısının en
iyi ya da tek yargıç olmadığı birtakım işler vardır; yapım ustalığı olmayanlar bile bu gibi işlerde ortaya
konulan sonuç üzerine görüşlerini belirtirler; ‘yemeklerin güzelliğine pişiren değil yiyen karar verir.’
Uzmanlaşma modern toplumun temel olgularından biridir ve demokratik karar alma süreçleri uzman
görüşüne gerek duyar. Burada önemli olan uzman rolünün yanlış değerlendirilmemesidir. Hemen her
alanda bir ustanın bir profesyonelin varlığına gereksindiğimiz doğrudur. Kişi teknik konularda
uzmanların görüşüne başvurur fakat nasıl bir ayakkabının ya da otomobilin istek, gereksinim ve
önceliklerini karşılayacağına kendisi karar verir. D.Spitz’e göre sıradan adam neyin yapılacağını ve
kimin yapacağını kararlaştırır, mütehassıs ise bunun ne şekilde yapılacağına karar verir. ‘Mütehassıs
daima el altında bulunmalı, fakat hiçbir zaman başa geçmemelidir.’ Ayrıca Spitz göre uzmanların
siyasal kararlar almayıp ikinci planda kalmaları gerektiğini beş nedene bağlar;
1. Uzmanlar kamuoyu oluşumunda, çoğunluk görüşün ortaya konmasında zaten önemli ölçüde etkili
olur.
2. Siyasal kararlar çok yönlüdür ancak uzmanların bilgili oldukları alan sınırlıdır.
3. Uzmanlarda sıradan insanlar kadar kendi aralarında uyuşmazlığa düşer.
4. Uzmanlar konulara sadece teknik bilgilerinin ışığında değil kendi çıkarlarını da gözeterek yaklaşır.
5. Uzmanlar ayrıcalıklı kılan, sahip oldukları teknik bilgidir. Ancak bilgi her zaman akıl değildir. Çoğu
kez uzmanlar doğru bilgilerden akıllıca bir siyasal karar üretmek konusunda başarılı olamazlar.

Buradaki örneklerin ( ev, otomobil, ayakkabı… ) siyasal kararlarla karşılaştırılamayacak kadar basit
olduğu, hiçbir eğitimi olmayan kişinin bile ayakkabı, ev vb. konularda kendi çıkarını herkesten iyi
bilebileceği, ancak politik kararlar bakımından bunun söylenemeyeceği iddia edilebilir. Ancak bu
görüş de çok güçlü dayanaklara sahip değildir. En cahil bir çoban ya da eğitimsiz bir işsiz bile
hükümetin uygulamaya koyduğu eğitim, sağlık ya da para politikasını önceki yılla karşılaştırarak kendi
yararı açısından değerlendirebilir, yaşam standartlarının eskiye göre iyiye mi kötüye mi gittiğini
kestirebilir. Zaten modern demokrasilerde asıl tehlike, çoğunluğu oluşturan sıradan insanların bu
konularda sağlıklı kararlar ermemesinden değil, iktidari elinde bulunduran elit grup tarafından bir
süre için yanıltılmalarının mümkün olmasından kaynaklanır.

BİREYSEL ÇIKARLARIN GERÇEKLEŞTİRİLMESİ


Bireysel istek, gereksinim ve önceliklerinin bir şekilde elit grup tarafından çok iyi bilindiği varsayılsa da
bu yeterli değildir. Bu elit grubun iyi bildiği bireysel çıkarların korunması için istekli ve gayretli de
olması gerekir. Ancak bir kimsenin başkalarının çıkarının ya da yararının peşinden koşmak konusunda
sahip olduğu dürtü, kişinin kendi öz çıkarını gerçekleştirmeye yönelik dürtüsüne göre çok daha
zayıftır.
Tarihsel deneyim bu konuda sayısız örneklerle doludur. Kölelerin kendilerini yönetecek akla ve
beceriye sahip olmadıkları savunulurdu. Aynı durum kadınlar içinde geçerliydi. Duygularıyla hareket
ettikleri için evde erkeğe tabi olması gerektiği savunulmuştur. Kadınlar Protestan ülkelerde 1920’lere
kadar oy kullanma hakkında sahip değildi, Katolik Avrupa ülkelerinin çoğunda ise İkinci Dünya
Savaşından sonra siyasal haklarını elde edebildi. ‘Kişinin hak ve çıkarlarının tek güvenilir bekçisi yine
kişinin kendisidir’ diye John Stuart Mill ‘Temsili Yönetim Üzerine Düşünceler’ kitabında seçme ve
seçilme hakkı tanınmayan işçilerin durumunu örnek verir. ‘ Parlamento ya da onu oluşturan
üyelerden herhangi biri, bir an için, herhangi bir soruna bir işçinin gözleriyle bakabiliyor mu? ’
Bir başka çarpıcı örnek de siyah-beyaz eşitsizliğidir. ABD’de siyahların siyasal hakları Güney
Eyaletlerinde 1960’lara kadar reddedilmiştir. Köleler, kadınlar, emekçiler, siyahlar günümüze oranla
gerçekten son derece cahil bırakılmış gruplardı. Buna rağmen demokratik süreçte genellikle kendi
hayati çıkarlarını ve kendi yararlarını koruyacak bir tutum sergilemeyi başarmışlardır.

BİREYSEL ÇIKAR - KAMU YARARI AYRIMI


Toplumun tüm üyelerinin çıkarını ifade etmek için günümüzde yaygın olarak kullanılan kavram ‘kamu
yararıdır. Klasik siyasal düşüncedeki genel irade, ortak iyi gibi kavramların yerini almıştır. Kamu yararı
kavramı günümüzde biri bireyden biri toplumdan hareket eden iki farklı bakış açısıyla yorumlanır.
Klasik liberal yazarlar bireylerin çıkarları dışında topum, ulus gibi kolektif varlıkların çıkarları
bulunduğunu kabul etmemişlerdir. Faydacı düşünür Jeremy Bentham ‘Toplum denilen şey hayal
ürünü olan bir kitledir; üyelerini oluşturduğu düşünülen tek tek bireylerden meydana gelmiştir. O
halde toplumun çıkarı nedir? Onu oluşturan saysız üyenin çıkarlarının toplamı.’ Liberal yazarlara göre
bazen kamu yararı kavramı kullanmak gerekli olsa bile, kavramın içeriği tek tek bireylerin çıkar ve
tercihlerine indirgenebilmelidir.
Bu yaklaşıma şöyle bir itiraz yapılabilir; toplum basitçe bireylerin toplamı demek değildir.
J.J.Rousseau’nun genel irade kavramı buna iyi bir örnektir. Rousseau’ya göre; Her zaman kamu
yararına yönelik olan genel irade, tek tek çıkarların, bireysel yararların bir toplamı değildir. Herkesin
kendi çıkarını düşünerek hareket ettiği bir karar alma süreci, sonuçta oybirliğine ulaşsa bile genel
iradeyi ortaya çıkaramaz.

LİBERAL VE CUMHURİYETÇİ YAKLAŞIMLAR


Bentham ve Rousseau demokrasiyi savunan düşünürlerdir. Ancak demokratik karar alma süreçlerine
bakış açıları birbirinden oldukça farklıdır. Bentham liberal görüşü savunur yani; bireyler demokratik
karar alma süreçlerine kendi çıkarlarını ifade etmek ve savunmak için katılırlar. Rousseau ise
cumhuriyetçi görüşü savunur yani; bireyler demokratik karar alma süreçlerine ortak yararı
gerçekleştirmek için katılırlar.
Günümüzde de bu farklılık hala güncelliğini korumaktadır. Cumhuriyetçi görüş genellikle müzakereci
demokrasi taraftarı yazarlarca savunuluyor. Söz konusu yazarlar liberal görüşü eleştirirler; liberal
yaklaşımda bireyler yalnızca kendi özel çıkarlarını dikkate alır, ortak çıkarlar ve hedefler gözden
kaçırılır. Bireyler arasında ortak çıkarın ne olduğu konusunda bir araştırma, tartışma ya da müzakere
süreci bile yaşanmaz. Oysa müzakereci görüşte müzakerenin amacı herkesin uzlaştığı bir sonuca
varmaktır. Bu mümkün olmuyorsa oylamaya başvurulur ve çoğunluğun görüşüne üstünlük tanınır.
Buradaki çoğunluk görüşü; özel çıkarların toplamı olmayıp kamu yararını belirlemeye yönelik bir
muhakeme sonucunda ulaşılan kolektif bir yargıdır. Dolayısıyla müzakereci görüşün rasyonellik
bakımından daha güçlü bir haklılık payı vardır.

DEMOKRATİK SÜREÇ VE KAMU YARARININ BELİRLENMESİ


Müzakereci demokraside herkesi bağlayan ortak kararların ahlaki ve rasyonel açıdan haklılaştırılması
için; ortak çıkarı belirmeye yönelik ortak karar alma sürecinin, eşit ve özgür bireyler arasında,
rasyonel ve adil biçimde yürütülen kolektif müzakerelere dayanması gerekir. Burada görüşlerin
açıklanmasından ziyade müzakere edilmesine vurgu yapılır. Bu müzakere vurgusu iki nedenle yapılır ;
Birinci neden; hiç kimse tartışmadan, müzakere etmeden kendi çıkarının ve başkalarının çıkarının
nerede bulunduğunu tam olarak göremez. Müzakere sağlıklı tercihler yapabilmek için bir
bilgilendirme sürecidir. Bu bilgilendirme süreci sonucunda aydınlanmış olan bireyler görüş ve
dileklerini sıraya konmuş bir tercihler dizini haline getirebilir.
Benjamin Barber liberal demokratik karar alma sürecini eleştirirken iki noktaya dikkat çeker.
Birincisi; bu yaklaşım yurttaşlık bilincini zayıflatmaktadır. İkincisi ise; modern toplumlarda bireysel
çıkarların açık ve net bir şekilde ifade edilmesi zor olduğundan(bireyin farklı rolleri sebebiyle çıkarları
çatışabilir), liberal yaklaşım ulaşmak istediği amaç için elverişli bir araç değildir. Müzakereci
demokrasi yanlıları, demokratik karar alma sürecini; bireyin çıkarını göz ardı etmeden ortak yararın
ne olduğunun tartışılması ve belirlenmesi olarak görmektedir. Aynı zamanda farklı kimlikler ve
çıkarları uyumlu hale getirmeye, parçalanmış bireyden güçlü bir yurttaş kimliği yaratmaya
çalışmaktadır.
İkinci neden; demokratik sürecin asıl hedefinin, ortak çıkarın ya da kamu yararının belirlenmesi olarak
görülmesidir. Kamu yararına yönelik kararların alınması, farklı bireysel bakışların müzakere edilmesi
ve konuya herkes açısından bakılabilmesi ile mümkündür. Kararların, sonuçlarından etkilenecek
herkesin bakış açısını dikkate alarak konuları muhakeme etmek, hem insanın görüşüne tutarlılık
kazandırır, hem de görüşler dar bireysel çıkar perspektifinden kurtularak kamu yararına yönelir.
Demokratik siyaseti, ne yalnızca bireysel çıkarların savunulması olarak ne de bireysel çıkarların
tümüyle göz ardı edildiği bir süreç olarak görmek mümkün değildir. Konu bireysel çıkar - kamu yararı
karşıtlığı şeklinde formüle edilmemelidir. Bireysel çıkarlardan tümüyle farklı bir kamusal yararın
bulunduğu düşüncesi, kolayca bireyi devletin hizmetindeki araç konumuna indirgeyen otoriter ve
totaliter görüşlere uzanabilir. Devletin kendi yurttaşlarının çıkarlarından bağımsız onlarla çatışan
çıkarlara sahip olabileceğini ahlaki açıdan savunmak ve meşrulaştırmak mümkün değildir. Devlet
bireylerin ortak ve genel çıkarını yani kamu yararını gerçekleştirmeyi amaçlaması halinde
meşrulaşabilir. Kamu yararı bireysel bakış açısıyla gerçekleştirilemez. Arzu edilen şey aslında bireysel
çıkarların ve tercihlerin kamu yararı açısından gözden geçirilerek dile getirilmesidir. Bir konuda kamu
yararının ne olduğunu belirleyecek olan, karar alma sürecine katılan yurttaşlardır. Ancak herkesin
kamu yararı anlayışı farklı olacağı için ortak bir zeminde nasıl buluşulabilir? Burada kişi sayısı kadar
farklılık gösteren, kamu yararı değil bireysel çıkarlar ve tercihlerdir. Demokratik müzakere sürecinde
bu çıkar ve tercihlere toplumun bütünü açısından bakılması yeni bölünmelere değil, görüşler arasında
yakınlaşmalara yol açar. Demokratik süreç, ortak kararlara ilişkin konuların özgürce tartışılmasına
olanak tanıyarak farklı görüşlerin, herkesin yararı açısından uyumlaştırılmasını mümkün kılar.
Demokratik müzakere sürecine, Kantçı evrenselleştirilebilirlik ilkesinin hâkim olduğu söylenebilir ;
‘Her zaman öyle davran ki, davranışının ilkesi evrensel bir kural olarak kabul edilebilsin.’ Müzakere
sürecinde bir görüşün başkalarını etkileme gücü, o görüşün ne ölçüde bireysel çıkarın dar bakış
açısından sıyrılıp herkes için yararlı olabilecek unsurlar taşıdığına bağlıdır.

KAMU YARARI, UZMANLAŞMA VE ELİT YÖNETİMİ


Kamu yararının demokratik süreç içinde belirlenmesine şöyle bir itiraz yöneltilebilir; ‘bireylerin
konulara kamu yararı açısından bakma gibi bir eğilimleri yoktur.’ Aslında kamu yararı, son tahlilde
herkesin yararına olanı içerir, ama bu durum ilk bakışta kolayca görülmez. Bu yüzden kamu yararını
belirlemek ve gerçekleştirmek için harekete geçmek, bu konuda eğitim görmüş kişilere bırakılmalıdır.
Bu görüş insanları bencil çıkarları peşinde koşan, siyaseti de bu çıkarları maksimize etme çabası olarak
yorumlayan klasik liberal bakışla bir ölçüde uyuşur. Katılımın yalnızca seçimden seçime oy
kullanmakla sınırlı olduğu demokrasilerde böyle bir tehlike gerçekten vardır. Ancak gerçek çözüm elit
kadroları iş başına getirmek değil daha fazla demokrasidir. Demokratik süreç, yurttaşlar bakımından
eğitici bir faaliyettir. Modern temsili demokrasilerde kamu yararının belirlenmesi, genellikle devlet
merkezli bir çabadır. Yerinden yönetimci politikaların izlendiği ülkelerde ise yerel ölçekte oluşturulan
ve üyeleri seçimle gelen kamusal kurumlara bırakılmıştır. Merkeziyetçiliği azaltan ve ilgili kamu
hizmetinden yararlanan yurttaşların katılımına dayanan demokratik yapılar, kuşkusuz, yurttaşlık
bilincini ve sorumluluğunu geliştirmekte önemli rol oynamaktadır. Fakat müzakere süreçlerinin
yalnızca resmi kurumlara özgülenmesi yeterli değildir. Tüm kamusal işlerde, kamu yararının ne
olduğuna ilişkin tartışmanın ve müzakerenin toplum merkezli gönüllü örgütlenmelerde de
yürütülmesine gereksinim vardır. Bir yurttaş girişimi olarak ortaya çıkacak bu örgütlenmelerin
yaygınlığı, demokrasinin sosyal yapıya ne ölçüde nüfus ettiğinin bir göstergesidir. Kamu yararının
demokratik süreç içinde belirlenmesine bir başka itiraz ise; modern toplumda bu kavramın içeriğinin
belirlenmesindeki zorluk ileri sürülerek yapılabilir. Bir ülkenin nükleer silah sahibi olup olmaması,
alternatif enerji kaynaklarının, stratejik ya da ticari ortaklarının belirlenmesi gibi konuların teknik
bilgilere sahip olanlarca ele alınabileceği savunulur. Ancak uzmanların gerçekten bu konularda
yurttaşlardan daha sağlıklı kararlar alabileceğini söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabına iki nedenle
kolayca evet diyemeyiz;
Birincisi; ortak çıkar ya da kamu yararı olarak adlandırdığımız pek çok konu, içinde ahlaki tercihler ve
değer yargıları barındırır. Politik kararlarında pek çoğu ahlaki tercihler içerir. Ahlaki yargılar, belirli
ölçüde işin içine karışmak durumundaysa, uzmanların bu konuda sıradan yurttaşlardan daha iyi
olduğu ileri sürülemez. Demokrasinin ahlaki temeli başlığı altında da; insanı insan yapan vasıflardan
biri olması nedeniyle ahlaki yargılarda ve vicdani kanaatlerde bulunmanın kişiden kopartılamayacak
bir özellik olduğu vurgulanmıştı. Bu nedenle ahlaki yargılar içeren siyasal kararların elit bir kadro
tarafından alınması gerektiği görüşünü ahlaki açıdan reddetmek mümkündür.
Değer yargıları ise genel doğrular ya da nesnel yasalar şeklinde formüle edilemez. Uzmanların ahlaki
konulara ilişkin bilgisinin niteliği ve niceliği ne olursa olsun, ortaya koyacakları görüş, nesnel gerçeği
değil bir grubun değer yargısını ifade edecektir. Bu yargının genelliği içerdiği düşüncenin niteliğine
değil toplumun ne kadarı tarafından benimsendiğine bağlı olacaktır. Ayrıca, ahlaki konulara ilişkin bazı
nesnel bilgiler ya da ölçütlerin varlığı kabul edilse bile, bunun bilgisi neden yalnızca toplumun bir
kesimine ait olsun? Uygun bir eğitim politikası ile herkes bu bilgiyi öğrenebilir, bireysel ve ortak
kararlarda sağlam ahlaki tercihler yapabilir.
İkincisi; günümüzde uzmanlaşma çok sınırlı bir alanda yoğunlaşmayı gerektirmekte, diğer pek çok
alanda ise cehalete neden olmaktadır. Kamu yararı ya da ortak çıkarın pek çok boyutu vardır. Konuya
ekonomik, diplomasi, insan hakları, psikoloji, tarih, teknoloji gibi pek çok açıdan bakmak gerekir.
Toplumda hangi grup bütün bunların bilgisine sahiptir? Paul Karl Feyerabend’ in dediği gibi ‘temel
sorunlar hakkında, uzmanların, onlara akıl danışacak halk kesimleri kadar kafası karışıktır. Sık sık
vahim hatalar yaparlar.’ İlgilendikleri yalnızca sorunların, kendi uzmanlık konumlarına denk düşen
veçheleridir(yönleridir). Bu konum çoğu zaman yurttaşların yüz yüze olduğu sorunların çok
uzağındadır.
Modern toplumlarda devlet yönetimi için gerekli her şeyin bilgisine sahip ayrıcalıklı, üstün bir grubun
varlığından söz edilemez. Demokrasiler, uzmanların ve tüm sosyal kesimlerin katılımıyla oluşturulan
görüşleri, bağlayıcı bir karara dönüştürmek için bir aşamadan daha geçirirler; halkın temsilcilerinden
oluşan parlamentoda açık tartışma ve görüşme usulleriyle yeniden müzakere ederler. Kamu yararının
bu şekilde belirlenmesi, otokratik yöntemlere göre daha güvenlidir.
Demokratik usullerle belirlenen kamu yararının ise gerçekten herkesin yararına olup olmadığı,
uygulamaya bakılarak değerlendirilir.
Rasyonel açıdan bakıldığında, demokratik yönetimin; ‘halk her zaman haklıdır’, otokratik yönetimin
ise; ‘yönetici her zaman haklıdır’ özdeyişlerini en iyi biçimde ifade ettiği konusunda yaygın bir kanaat
vardır. Kuşkusuz ki bu özdeyişlerin doğruluğu savunulamaz. Hem halk hem de otokratik yöneticiler
yanlış, haksız ya da kötü kararlar almışlardır. Ancak halk her zaman haklıdır özdeyişi yönetici her
zaman haklıdır özdeyişi kadar tehlikeli değildir. Çünkü demokratik yönetimlerde, siyasal ve yargısal
denetim olanağı bulunurken, otokratik yönetimlerde iktidar hiçbir etkili denetime tabi değildir.
‘İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır’ sözünün de ifade ettiği gibi, yalnızca iktidarın kötüye
kullanılması tehlikesi
MODERN SİYASAL DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU:

MONARŞİLER DÖNEMİ

1. GENEL ÖZELLİKLERİ

16. yüzyılın başından itibaren Rönesans’ın etkisiyle toplumların ekonomik, sosyal, politik ve
kültürel değer ölçüleri değişikliğe uğradı

Kent uygarlığının gelişmesiyle birlikte yarı açık ekonomi düzeninden kentler dışına taşan ve
çeşitli pazarlara ulaşan bir açık ekonomi düzenine geçildi. Bunu gerçekleştiren zümre, bu
pazarlarla sürekli ilişkiye girerek mal alışverişini yapan tüccarlardı.

16. yüzyılda ekonomi alanında feodal ilişkiler, tümden ve hızlı biçimde çözülmeye başladı.
Ticaret ve zanaatların tarım dışı zenginlik kaynakları yani sermaye, ulusal ekonomilerde
ağırlığını giderek daha fazla ölçülerde duyuruyordu. Büyük sermayeyi elinde tutan burjuvazi,
nitelik değiştiriyor; girişimci, üretici bir sınıf oluyordu.

El sanatları ve ticarete dayalı yeni zenginliğin hızla artması ve bir sermaye birikiminin
oluşması burjuvayı güçlü kılan ve girişimciliğini artıran önemli nedendir.

Krallık yönetimleri ticaret burjuvazisini korunması gereken bir kaynak olarak


değerlendiriyordu. Ticaret burjuvası için önemli olan, ticarete zarar veren çatışmaların ortadan
kalkması düzenli ve güçlü iktidarların kurulmasıdır.

Dönemin krallıkları, gerek ulusal kaynakları işletme, gerekse ticareti içte ve dışta koruma
yönünden önlemler almaya yöneldiler.

Ekonomiye egemen bu yeni sınıf(burjuvazi), kazancını her bakımından garantiye almanın


yolunu, tüm yetkilerin kralın elinde(askeri, adli, ruhani) toplanmasıyla sağlanabileceğine
inanıyordu. Kilise de bu değişimden payını aldı, yönetimde ki ağırlığını kaybetti, kralın
denetimine girdi.

Krallığın, ticaret burjuvazisiyle kolay uyuşmasının bir nedeni de krallık ile soylular
arasındaki, kökleri çok eskilere dayanan doğal bir düşmanlığın varlığıydı. Soylularla krallar,
tüm bir orta çağ tarihi boyunca birbirlerinin güçlerini sınırlamaya çalışmıştır. Bu iki güç
arasındaki çatışmanın bir örneği Magna Carta’dır.

Yeni sınıfın “ihtiyacı” olan özgürlük belirli yasal düzenlemelerle sağlanacaktır. “Özgürlük”
burjuvazinin yasal statüsü olacaktır.

Yeni dönemin hukuku, eski alışkanlıklara göre değil, fakat yeni ihtiyaçlar için oluşturulmuş
bir hukuktur. Yazılı ve bu nedenle takdir haklarını en aza indiren, nesnel, bireylere veya
olaylara göre değil; fakat soyut, önceden belirlenmiş, kesinlik ve genellik karakterine sahip
“modern” bir hukuk. Yeni toplum ve yeni devlet için gerekli olan “daha çabuk ve
becerikli…” “daha hızlı ve rastlantılara dah az bağımlı” bir hukuk düzenlemedir.
2. NİCCOLO MACHİVELLİ

Orta çağ ile bağlantıyı kesen, onun ahlak ve din anlayışının yerine politikayı temel etkisine
alan yepyeni bir sistem getiren Machiavelli olmuştur. Bu yeni sistemin temeli zora, güce
dayanıyordu. Gerekçesi ve geçerliliği ise İtalyan Birliğinin sağlanmasına bağlıydı.

Machiavelli’nin yaşadığı devirde İtalya beş büyük devlet arasında bölüşülmüştü. Napoli
Krallığı, Milano Dükalığı, Venedik Aristokratik Cumhuriyeti ve Floransa Cumhuriyeti ile
Papalık Cumhuriyeti.

Machiavelli, Floransa Cumhuriyetinde memurluk görevi yaptı, elçi olarak Fransa ve


Almanya’ya gitti. Fransa’da güçlü monarşinin yapısını inceledi ve koşullarını belirleyerek
bunu kralın sağlam yönetimine dayandığını saptadı.

İki önemli eser yazdı: 1513’te “Prens” ve 1519’da “Konuşmalar”. Prens, monarşileri;
Konuşmalar, Roma Cumhuriyetinin gelişmesini iler.

Makyavelizmin temeli “ Amaç aracı haklı kılar” dır. Yeter ki amaca varılsın ve o iş başarılsın.
Machiavelli, başarıya varmada hiçbir koşul tanımıyor.

A. “Prens” Ve Mutlak Monarşinin Temel Kurumları


1. Ahlak Anlayışı

Amaç, İtalyan birliğinin bir kral tarafından sağlanması olunca Machiavelli de gerçekten ne din
ne de ahlak kurallarına uyuyor.

Yöneticinin ahlak dışı araçları belli bir sonuca varmak için kullanmasını onaylıyor ama
yurttaşın ahlaki bozukluğunun iyi bir hükümeti olanaksız kılacağından da asla şüphe etmiyor.

Toplumsal dayanışma, halktan beklenen ahlak anlayışının en açık ilkesi olacaktır. Bu anlamda
toplum, ahlakın amacı değil aynı zamanda kaynağıdır da. Ahlak; bu sosyal ortamda doğar ve
gelişilir.

Devlete kişinin mutlak bağlılığı sosyal yaşamın ona yüklediği zorunlu bir ödevidir.

Prens her zaman halkına karşı iyi olmalı mıdır? Asıl olan Prensin kendisinde bütün iyilikleri
toplaması… İyiliksever, cömert, yürekli, sadık, cesur, kararlı ve gururlu olmasıdır.

Prense severek mi yoksa korkularak mı bağlanmalı sorusunun cevabı bu durumda korkunun


sevgiye üstün tutulması şeklinde sonuca bağlanmalıdır. Machiavelli esas olan prensin devleti
korumasıdır diyor. Başarırsa, bu yolda kullanacağı bütün araçlar şerefli sayılacak ve
övülecektir, kötülükler ise unutulacaktır. Bu yüzden yöneten ahlaksız değil, “ahlak dışı” bir
nitelik taşımaktadır.
Machiavelli’nin ahlakı, politikadan bağımsız değil onun içinde saklıdır. Gücünü ondan alır.
Bu sayededir ki sosyal düzey ve politik bilinç ile gelişir ve oluşur. Bir önceki çağın; Hristiyan
ahlakı gibi değildir.

2. Din

Ahlak gibi din Machiavelli ’de sosyal olgudur. Amaç hep bozuk, düzensiz bir ülkenin
toparlanması, kendine gelmesi olunca, din de birleştirici etken olarak fonksiyonunu yerine
getirmek zorunda.

Dini dayanışma unsuru olarak kullanıyor hem de kiliseye hücum ediyor. Aslında Machiavelli
dini sanki kiliseye karşı korumak istemiştir.

Machiavelli İncil’e karşı çıkıyor. İnsanlara canlılık ve güç getireceği yerde dünya işlerinden
elini çekip onları miskinliğe zorladığı için…

Machiavelli devleti laikleştirmekle yetinmiyor, üstelik dini ona bağlı kılıyordu.

Din siyasal iktidarın bir aracı ve sosyal kaynaşmanın bir unsuru oluyor. İtalya’da sorun bozuk
bir toplumda devlet kurmak olunca mutlak monarşi dışında yönetim tanımıyor.

Yönetim bicimi ne olursa olsun bir prensliğin temeli iki esasa dayanır. Mükemmel bir ordu ve
mükemmel yasalar… Kiralık askerlerin barışta prensi soymak, savaşta da kaçmaktan başka
marifetleri yoktur. Sağlam devletin temeli, her şeyden önce onu koruyacak gülü bir orduya
bağlıdır.

3. Adalet İlkesi ve Yasalar

Prensin iki temel ilkesinden biri: yasalara uyma, onun için aynı zamanda bir ahlak borcu.

Machiavelli, adaletin iki yönünü daha belirtiyor; yasa koyucuya üstün değer veren ve yasanın
kişi özgürlüğünü sağlamaktaki ana hedefini açığa çıkaran yanı ile toplumdaki çeşitli sosyal
güçleri ülkenin geleceği için aynı amaca yöneltip ekonomik ya da toplumsal dengeyi sağlayan
yanı.

Machiavelli ’ye göre halkın ulusal karakterini, prensin koyduğu yasalar ve yönetimi belirler.
Ahlak ve yurttaşlık erdemleri yasadan doğar. Bu yüzden bir toplum bozuldu mu, onun
yeniden kuran, yasayı da korur ve yürütür.

Machiavelli’ ye göre bir prens koyduğu yasaya herkesten önce ve titizlikle kendisi uymalıdır.
Uymadı mı böyle bir kişi giderek kamu yararı için tehlikeli olur. Monarşi içinde bile
yerleşmiş bir hükümetin ilk koşulu, yasalarla yönetilmesidir.

B. “Konuşmalar” Ve Karma Yönetimin Erdemi Üzerine

İtalya’da iç savaş bitip toplum düzene kavuşunca Machiavelli de öngördüğü yönetim


biçiminin artık gerçekleşebileceğini söylüyor. Aynı kentte krallık, aristokrasi ve halk
yönetimin bulunduğu yönetim şeklidir.
Machiavelli ‘ye göre, aynı anayasada kralı, soyluları ve halkın gücünü birleştirirseniz, her biri
yekdiğerini denetleyeceğinden Polybios’un yönetim biçimi olan Karma yönetime varılmış
olur.

Machiavelli için yasaların ve anayasanın iyiliğinden bahsedebilmek, onların sosyal


hakkaniyetin savunmasını, uygulanmasını, toplumsal güçlerin dengesini üstlenmiş olmalarına
bağlıdır. Sosyal dengenin ve hakkaniyetin olmadığı ortamda devlet, ne kendi sağlam düzenini
sürdürebilir ne de yükselebilir. Yasaların ve anayasanın öngördüğü ölçüde devlete saygı
duyulur. Ne normal, ne yasal hiçbir düzene baş eğmeyen halktan, gelecek için ümit
beklenemez. Bunun en açık örneği İtalyan prenslikleridir.

3. JEAN BODİN

Machiavelli ‘i kıyasıya eleştiren, ama aslında onun devamı sayılan Jean Bodin, 16. Yüzyılın
Fransa’da yetiştirdiği bir başka düşünürüdür. “ Devletin Altı Kitabı” adlı eseriyle birkaç
amacı birden hedef almıştır; kralın mutlak iktidarını güçlendirmek ve onu ülkedeki karma
yönetim savunucularından kurtarmak, din kavgaları yüzünden bozulmaya yüz tutan
Fransa’nın birliğini sağlamlaştırmak ve ona kalkınma yollarını göstermek ve siyasal bilimin
temellerini atmak.

a. Din, Aile Ve Devletin Niteliği

Din, devletleri ve cumhuriyetleri birlik içinde tutar, hatta devletin temel prensibini oluşturur.
Yasaların uygulanmasında, uyruğun bağlılığında, kötülük korkusunda hep onun derin etkisini
bulmak mümkündür. Tam bu noktada dikkati bir benzerliğe çekmek istiyorum; amaç
Machiavelli ‘de gördüğümüz gibi ülkede düzenin sağlanması olunca, dinsel hoşgörü de bir
ilke olmaktan çıkıp siyasetin aracı oluyor.

Bodin, Tanrı’yı devletten uzak tutmuyor ama onun düzeni içinde değişik inançların bir arada
bulunmasına ses çıkarmıyor. Üstelik saygı duyuyor.

Devlet, çeşitli ailelerin ele geçirdikleri çeşitli varlıklarla birlikte egemen bir kudret tarafından
hukuka uygun olarak yönetilmesidir.

Devletin kuruluşunu ailede bulan görüşün en güçlü savunucusu olan Bodin, devleti ailelerin
hükümeti olarak tanımlarken şöyle diyor, “Ailelerin birleşmesi çoğu zaman ortak savunma ve
karşılıklı çıkarların sağlanması amacıyla gerçekleşir ve bu toplulukların egemen bir otorite
tarafından bir araya getirilmesiyle devlet oluşur”

Bodin, aileyi devletin tek çekirdeği saymakla kalmıyor, ona bir de vazgeçilmez hak tanıyordu;
özel mülkiyet. Mülk aileye, egemenlik ise yöneticiye aitti.

Bodin’in monarşiyi savunmasının bir diğer sebebi, egemenliğin bölünmez niteliğiyle kendine
en uygun ortamı ve organı bu rejimde bulmasından ileri geliyor. Gerçekten egemenlik, salt,
bölünmez ve sürekli olacaksa onu tek kişiye bırakmaktan başka çare yok.
Başka bir sebebi ise; önemli yerlere yapılacak atamalarda ehillerin seçimini tek kişiye
bırakmış olmasıdır.

Egemenin yanında yardımcı birlikler, örneğin; parlamento, halk meclisi, kooperatif heyetler,
ekonomik ve sosyal gruplar bulunabilecektir.

b. Egemenlik Ve Yasama

Egemenlik; yurttaşlar ve uyruklar üstünde yasayla kısıtlanmamış en üstün iktidardır.

Ülkenin yasası egemenliğin buyruğundan başka bir şey değildir.

Egemenliğin biçimi ne olursa olsun kral, adaletin ve Tanrı yasaların üstüne çıkamaz. Eğer
adaleti sağlamak yasanın işiyse, yasa prensin eseri, prens de Tanrı’nın vekili olduğuna göre
prensin yasası aslına, yani Tanrı’nın yasasına uygun olmalıdır. Yasa koymak tek kişinin
tekelinde ise yönetim de tek kişide, biçimi de monarşidir.,

Adaleti sağlama yasanın görevi olduğu bilinir. Bodin’e göre adalet nedir?

Adalet anlayışının temelinde 3 ilkeyi birleştirilir; birlik, orantı, ve eşitlik.

Kral hukuka uygun yönetiminde yasalar koyarken hukukun son amacı adaletin “birlik, orantı
ve eşitlikçi” özüne uyacak, bu özelliği hiç unutmayacaktır.

4. THOMES HOBBES

Thomas Hobbes mutlakiyeti savunan 17.yüzyılın ünlü düşünürlerindendir.Yazar,’Bir Din ve


Dünya Devletinin Dokusu,Biçimi ve Erki’ adlı büyük eserini yayımladığında Cromwell
iktidardaydı. Eserinde tek kişinin iktidarını savunmasına karşın ne Cumhuriyetçi Cromwell’in
ne de bundan sonraki kralcıların gözüne girebilmiştir. Bunun da nedeni eserin iki yönlü
olmasından kaynaklanıyordu.Halkın barış içinde,düzenli yaşama isteğiyle kralın salt iktidarı
arasında denge kurmaya çalışıyordu.

Çocukluğunda babası annesini ve iki kardeşi ile bırakıp kaçmış,annesi de İspanya kralı
II.Philip’in yenilmez armadasının korkusu içinde onu yedi aylıkken doğurmuştu.Hobbes
yaratılıştan korkak ve çekingen olmasında bu olayın önemine işaret eder ve ‘korku ve ben ikiz
kardeşiz’der.

İngiltere’de kargaşanın devam etmesi ve kralın başını yemesi onu daha da etkilemiş bu içgüdü
ile ülkeyi birliğe,barışa götürecek bir yol aramıştır. Hobbes da diğer düşünürler gibi ülkenin
içine düştüğü bunalımdan ancak mutlakiyetle kurtulabileceğine inanıyordu.Ancak onu diğer
düşünürlerden ayıran bir özellik vardır, o da sözleşme fikridir.

TOPLUM SÖZLEŞMESİ VE DEVLETİN MUTLAK EGEMENLİĞİ

Aristo’nun tersine Hobbes,insanı doğuştan toplumsal olarak kabul etmez. Doğuştan bencil
olan insanoğlu mutlak biçimde kendi yararını ve çıkarını düşünmeye yöneliktir. Doğal yaşam
döneminde tabiat icabı eşit yaratılan insanlar, varlıklarını sürdürebilmek için devamlı olarak
kendileri korumak zorunda idiler. Bu ise kargaşalığa,savaşa ve birbirlerine karşı düşman
olmaya itiyordu. Herkes yalnızca canını kurtarmayı amaç ediniyordu ve bu dönemde
yasa,mülkiyet hakkından söz edilmezdi.

İnsanın kendi yaşamını korumak biçiminde formule edilen bu davranışa Hobbes, doğal hak
diyordu. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran en temel fark olarak aklı belirtir. Aklını kullanan
insanın kendini güvenlik içinde bulmak istediğini söyler. Aslında doğal hakkın bir sonucu
olan güvenlik isteği doğal yasalara boyun eğmekle gerçekleşir. Bunlar ise üç tanedir;

1-Barışı ara

2- Ona kavuşmak için her şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeç

3-Sözleşmeleri tanı,onları bozma

Doğal hak ile doğal yasalar arasındaki fark ise şöyledir;

Doğal hak, insanın kendini korumak için gücünün yettiği her şeyi yapabilmek özgürlüğüdür.

Doğal yasalar ise, aklın bulgusudur. Kendimizi korumaya ve savunmaya yöneliktir ve bizim
aleyhimize dönebilecek şeyleri yapmaktan sakınmamızı öğütler.

Kısaca ‘kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın’ şeklinde öğütler.

Doğal hakkın sonucu ve aklın eseri olan doğal yasalara uyarak barışı ve güvenliği arayan
insanoğlu,çareyi sözleşme ile toplum haline geçmekte bulur.

Böylece güvenlik ve barış içinde toplum haline geçen insanlar yönetim hakkını bir egemene
devreder ve bu toplum hali, iradi bir anlaşmadan doğan yapay bir olgu,bir çıkar hesabıdır.

Sözleşme ile haklarını egemene devreden kişiler aslında, sözleşmeyi onunla değil, kendi
aralarında yapmışlardır. Bu yüzden sözleşme egemeni bağlamaz,tamamen dışındadır.

Bir sözleşme ile toplum haline geçen insanların, yönetim haklarını devrettiği egemenin
niteliği nedir?

Hobbes’a göre tabiki monarşik yönetimdir. Çünkü Hobbes’a göre bir insan yöneten de olsa ilk
önce mutlaka kendisinin ve yakınlarının çıkarlarını düşünür.

En iyi rejim ise, özel yarar ile kamu yararının birleştiği,kaynaştığı rejimdir. Bu rejimde
krallıktır.

Kamunun genel çıkarı ile kralın özel çıkarı aynıdır.Çünkü kralın gücü,zenginliği,şerefi halka
bağlıdır. Halk zengin ve mutlu olduğu ölçüde kral da güçlü olur. Ancak bunun sağlanması
halkın her şey üzerindeki haklarından vazgeçmesine bağlıdır.

Yani Hobbes, barış adına mutlakiyeti savunmaktadır. Salt iktidarın olmadığı yerde sürekli
savaş , olduğu yerde ise sonsuz barış ve huzur vardır. Bu haliyle egemen,yasaların da ,adaletin
de üstündedir. Din de ona bağlıdır.
Peki Hobbes, egemenin yetkilerine hiçbir sınır tanınmaz mı? Buna cevap verebilmek için
onun din ve ahlak anlayışına bakmak gerekir.

1-AHLAK ANLAYIŞI

Hobbes için doğal bir ahlak vardır.Tıpkı doğal hak ve doğal yasalar gibi.Doğal ahlak,doğal
hakka karşı çıkar.Hak,bize istediğimiz gibi davranma olanağı tanır,yani kargaşaya götürür.
Ahlak ise, barışın aracıdır. Hak da ahlak da ortak ilke açısından bakıldığında faydalarını açığa
çıkarırlar.Bu da korunma arzusudur. Doğal hak bize kendimizi ve geleceğimizi korumak için
her şeyi yapmak yetkisi tanımıştır ama bu bizim sonumuz demektir. Halbuki ahlak bizi
korumaya yönelik sürekli barışı sağlayabilecek tek araçtır.

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapma biçiminde formüle edilen bu
anlayış ileride liberal anlayışın temelini oluşturacaktı. Böyle olunca ahlak anlayışı tıpkı doğal
yasalar gibi aklın bir ürünü oluyordu. Yoksa eşyanın tabiyatından doğan ve bize zorla kabul
ettirilen bir kural değildi. Bu anlamda ahlak, doğal yasalara uygun ve ona paralel bir görünüm
arz ederken Hobbes’un ezeli derdi olan barışın sağlanmasında bir başka aracı oluşturuyordu.

2-DEVLET VE KİLİSE

Hobbes’a göre hiçbir tinsel iktidar devlete değil egemen olmak ağırlığını dahi koyamazdı.
Hobbes için tinsel olan sadece bir görüntüdür,dış gücün uydurması. Bu yüzden dinsel iktidarı
insanların iki efendisi olmaz diye reddeden Hobbes’a göre doğal yaşamda ne kadar insan
varsa o kadar da dinsel inanç vardı.

Tanrının kutsal kitabının kişiye göre açıklandığı bu dönemde insanlar isteklerine göre bir yol
tutuyorlardı. Hangi dini inançta olursa olsunlar olumlu bir dinin düzenini kabul etmiş kişiler
bir yerden sonra kutsal kitabı diledikleri gibi açıklamakla toplumu kargaşalığa götürüyorlardı.
Halbuki toplum haline geçince insanlar bu haklarından da vazgeçiyor ve bunun tayinini de
devlete ve onun temel organı egemene bırakıyorlardı.

Hobbes’a göre devlet,en güçlü topluluk biçimi idi. Ahlak ve din onun için toplumsal barışa
varmada birer araçtı. Sözleşme ile yönetim hakkını egemene bırakan insanlar aynı amaç
uğruna tüm haklarından vazgeçmişlerdi. Bu amaçtan saptığı anda devletin de meşruluğu
ortadan kalkar. Böylelikle egemenin yönetimi,en başta halkın dirlik ve düzeni ile bağlıydı ve
bu onun için bir hizmettir.

EGEMENLİĞİN SINIRLANMASI VE HUKUK DÜZENİ İLE İLİŞKİSİ

Hobbes’un mutlakçılığına göre egemenlik bölünmez ve salt niteliktedir. Siyasal iktidarı


bölmek, onu yok etmekle birdir. O zaman iktidarın bölünen parçaları kadar yeni iktidar ve
egemen ortaya çıkar ki bu da sosyal yapını bozulduğunun,hastalandığının açık belirtisidir.

Salt ve kesin yetkilere sahip egemenin en başta gelen yetkisi yasa koymak ve kaldırmaktır.
Yani Hobbes egemeni tek yasa kaynağı olarak görür. Buyrukları yasa niteliğindedir. Örf ve
adet kuralları varlıklarını egemenin sustuğu ölçüde korurlar. Egemen o konuda bir yasa
koymuş ise gelenek ve görenek de artık yoktur.
Hobbes’a göre, ‘ Ortak erkin olmadığı yerde yasa yoktur,yasanın olmadığı yerde de haksızlık
yoktur.’ Yalnız yasa haksızı haklıdan yapay bir biçimde ayırır. Ayrımın yapay olmasının
sebebi,sözleşme fikrinde saklıdır. Egemenin mutlak iradesine tüm ulusu bağlamak ister ve
sözleşmeyi zorunlu biçimde sosyal yapay olgu olarak kabul eder

Doğal yasaların üçüncüsü olan ‘anlaşmalara karşı çıkma,onalara sadık ol!’ buyruğu,
Hobbes’da adalet anlayışının temelini oluşturuyor.

Sözleşmenin olmadığı doğal yaşam döneminde herkesin her şeye hakkı vardı ve hiçbir şey hiç
kimseye kesin olarak ait değildi. Haklı ve haksız da belli olmamıştı. Halbuki adaletin
amacı,her şeyden önce herkese kendisine ait olanı tanımaktır.

Neyin senin neyin benim belli olmadığı düzende doğaldır ki adalet de yoktur. Toplum haline
geçtikten sonra herkese her şeyin ait olduğu açık biçimde ortaya çıkmış seninki ile benimkinin
sınırları çizilmiştir.

Devletin temel organı olan egemenin koyduğu yasalar da kesin hüküm niteliği taşımakta,karşı
gelinemez olmaktadır. Ona uygun davranış adildir.

Böylece Hobbes’da hukukun tek kaynağı vardır. Doğal yasa,doğal akıl,kutsal aklın yansıması
bunların hiç biri gerçek anlamda hukuk değildir. Tek gerçek hukuk, medeni yasalar diye
adlandırdığı egemenin koyduğu yasalar bütünüdür. Böylece doğal yasalar pozitif hukukun
altında kalmakta,uyruklar devletin koyduğu yasalara bağlanmaktadır.

Yasama yetkisi mutlak olan egemen, koyduğu yasalarla bağlıdır da. Despotluğa,tiranlığa karşı
çıkıyor. Egemen yasaya uymakla görevli,başına buyruk davranamaz. Her şeyi yapmaya
sınırsız biçimde karar verecek olan egemenin yapması gereken şeyler yani ödevleri de vardır.
Örneğin,güvenlik ilkesi gibi.Bu ilkeye aykırı davrandığında kişilerin isyan hakkı doğar ve
devlete bağlılık yükümleri de kalmaz. Diğer ilkeler ise, mülkiyet hakkı,savunma hakkı vb.dir.

Yasayı egemen koyuyor ama bu yasa akla aykırı olmayacaktır. Hobbes’un aklı ise,
toplumsaldır. Bununla beraber egemen uyruklarına ‘saf özgürlük’ tanıyacaktır. Özgürlük ise
arzularımızı gerçekleştirmeye davrandığımızda dıştan bir engelin bulunmamasıdır. Halbuki
yasa böyle bir engelin ta kendisidir.O zaman yasanın dokunmadığı alanda kişi özgürdür
sonucuna varabiliriz.

MONARŞİYİ SAVUNAN DÜŞÜNÜRLERİN BİRLEŞTİKLERİ VE AYRILDIKLARI


NOKTALAR

Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes’un görüşleri karşılaştırıldığında hepsindeki


ortak yön; tarihsel ve objektif metodu kullanmış olmalarıdır. Toplumsal olaylara bu açıdan
yaklaşan düşünürler sistemlerinin temel dayanaklarını deneyci bir tutumla sosyal ilişkilerde
bulmuşlardır.

Çağın yenilikleri ülkelerindeki değerler ve sistemler düzenini bozunca,endişelerini gidermek


için hep birlikte barış ve huzuru, can ve mal güvenliğini sağlamak arzusu ile monarşiye
sarılmışlardır. Bu taban, onları birleştiren asgari müşterektir.
DİN VE AHLAK

Machiavelli’ye göre, bilim ve ahlakın kökeni toplumdur. Bu iki kavram zamanın


icaplarına,devletin içinde bulunduğu koşullara göre biçimlenmiştir. İnsanı evrensel bencil
olarak tanımlar. Prensi ahlak dışı tutmakla, toplumda dengeyi sağlayıp düzeni kuracağına
inanmaktadır. Tüm sıkıntı devleti kurana kadardır. Ondan sonra Prenste koyduğu yasalara bir
ahlak kuralı olarak uyacaktır. Ahlakın temel ilkesini vatan sevgisi olarak açıklar ve canlılığını
da politikada bulduğunu söyler.

Yani;

Kaynak; toplum,

Amaç; birlik,

Geliştiği yer; politikadır.

Prens’in salt iktidarını ortaya çıkarmak istediği için papalığın yanında değildir. Dinin
toplumsal fonksiyonu, birleştirici olmaktır. Bunun içinde din devlete bağlı olmalıdır. Düşünür
dini devlete tabi kılmakla laikliği gerçekleştirmiş olur.

Bodin ise, Fransadaki dini ve siyasi karışıklığa rağmen vicdan özgürlüğünü savunuyor.
Machiavelli ile benzediği nokta ise, dinsel hoşgörüyü ülkenin düzeni için araç saymasıdır. Bir
de dinin bağlayıcı,dayanışmayı sağlayıcı niteliği yönünde birlik halindeler.

Ne var ki Bodin bu konuda daha tutarlıdır. İnsanlardaki farklı görüşlerin değiştirilemeyeceğini


savunur.Din birliği ancak,değişik inançların karşılıklı saygı ile bir arada bulunmasından
doğar.

Kral Tanrının vekilidir. Gücünü ondan alır. Aynı şekilde kilise de egemene bağlıdır.
İktidardan pay alamaz,egemen olamaz. Böylece Bodin’de Machiavelli gibi hem laik devlet
hem de düzenin korunması fikrini işlemekte,ancak kralı Tanrıya bağlamakla,tanrı tanımaz
Machiavelli’den ayrılmaktadır. Bu bakımdan Hobbes Machiavelli’e daha yakındır.

Hobbes ise, sözleşme ile tüm haklarını devlete ve onun temel organı egemene terk etmekle
insanlar,inançlar konusunda egemeni tek yetkili sayıyor. Hobbes da Machiavelli gibi kiliseyi
devlete bağımlı kılmakla egemenin üstün iktidarını korumuş oluyor.

Hobbes’un amacı barışın sağlanmasıdır. Halbuki doğal yaşamda insanlar başı boş bırakılınca
hepsi bir başka inancın savunucusu oluyorlardı. Sürekli savaş haline yol açan bu durumu
önlemek,dünyadaki yönetimle tinsel yönetimin alanlarının özdeşleşmesi ile mümkündür

Hepsinin ortak amacı barış, birlik,düzenin korunmasıdır.Ancak Bodin bu amaca, hoşgörü ve


Tanrının yardımıyla yumuşak biçimde varmaya çalışırken, Machiavelli ve Hobbes, zorla ve
toplumu güderek aynı amaca itelemektedir.

ADALET ANLAYIŞI
Hukukun idesi,salt amacı olan adalet kavramının kaynağı her üç düşünürde de aynıdır:
TOPLUM.

Toplumun gereksinimlerinin karşılanması da adaletin amacıdır. Böylece hukukla toplumsal


yapı karşılıklı bir etki-tepki ilişkisi içindedir. Biri öbürünün kaynağını oluştururken,buradan
çıkan ilkeler bütünü de dönüp geldiği yeri düzenleme,düzeltme çabası içindedir.

O sırada toplumların içindeki bunalım,kargaşa yüzünden tek arzuları var: BARIŞA


KAVUŞMAK.

Barışa kavuşmak,feodolitenin dağınık siyasal yapısına son vermek, kralın gücünü arttırmak,
merkezi iktidarı kurmakla gerçekleşecektir. Her üç düşünüründe adalet fikrinin eş yönlü
olması bu nedenle garipsenmemelidir. Toplumu,düzene,birliğe ulaştırmak amaç olunca,
hukuk düzeninin yapısı da bu amaca yöneliyor.

EGEMEN VE YASA

Bütün düşünürlerin yönetim biçimi aynıdır: Tek kişinin mutlak egemenliği.

Hepsi feodal toplumun getirdiği aksaklıklardan etkilenerek kralın merkezci yönetimini


savunmaları ve hepsinde ortak özellik, despotluğa,tiranlığa karşı olmalarıdır. Yasayı koyan
egemeni hem tek kaynak sayıp hem de onu koyduğu ilkelerle bağlamaya çalışmışlardır.

Egemenlik anlayışı da hepsinde aynıdır.

Yasayı koyma ve kaldırma yetkisi kimde ise,egemen de odur.

Yasanın özünü Bodin ve Hobbes’da akıl oluşturuyor. Ancak Bodin’in doğa ötesi,tanrısal
aklına karşılık Hobbes, salt sınırsız,dinamik öze sahip kişisel aklı savunuyor. Geri
alınamaz,değiştirilemez,bölünemez.

Anayasada güçler dengesinin bulunmasını kabulleniyor ama halka fazla özgürlük


tanınmaması gerektiğini,hemen bozulacağını söylüyor. En iyisi prensin koyduğu yasalara
uygun bir yönetimle düzenin sağlanmasıdır. Yasa zoru ile sosyal bozuklukların,anarşisinin
önüne geçecek bu yolla hem kendi aralarında hem de Devletin etrafında birlik içinde
olacaklardır.

Yasallığı da aynı yüzden savunuyorlar;herkes yasaları bilecek,öğrenecek,onlara bağlı


kalacaktır. Prens de bu kuralın dışında olmayıp Tiranlığa kaymaması için, o da yasalara bağlı
olacaktır.

Sadece Bodin’in anlayışı biraz daha farklıdır. Bodin de aynı çizgiden hareket eder, egemenliği
tanımlar,karakterini belirler ama kaynağı belirsizdir. Yasamanın kaynağını doğal hukuk
olarak görüyor.

Machiavelli ve Bodin gibi örf adeti yasaya bağlı kılan Hobbes,hukukun temel amacının
topluma barış getirmek olduğunu ama bunun kişi özgürlüğü ile ilişkisini de göstermeden
edememiştir. Devleti kişiyi korumak için tutan Hobbes, geniş özgürlüğün kötülüğe yol
açacağına inanarak monarşiyi barışın aracı yapıyor.
Her üç düşünürde belirli bir ortak yan bulma olanağı çok yüksektir:Hukukun kaynağını
saptarken onu gökten yere, insan aklının emrine vererek indiriyorlar. Yasayı koyanın da
uygulayanın da kral olması bu yüzdendir. Tam bir nokta yönetim biçimi de belirginleşiyor;tek
kişinin yönetimi ve monarşik yönetim.

Dikkat edilirse Machiavelli, dağınık ortamda devleti yasa niteliğindeki egemen buyruklarıyla
kuruyor. Bodin, kurulu düzendeki kargaşayı aynı buyruklarla önlüyor. Hobbes, onlardan
sonra ortaya çıkmasının bir sonucu olarak,kişi yararını ön plana alarak barışı arıyor.

LİBERALİZM VE PARLAMENTER SİSTEM

Monarşiler döneminin “geçiş rejimi” niteliği, tam anlamıyla burjuvazinin işine yaramış, kamu
düzeninin, toplumda huzur ve barışın sağlanmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kralın
yasama yetkisini sınırlaması ile “menkul ve gayrimenkul mülkiyeti” güçlenerek ortaya
çıkmış, sermaye birikiminin gerçekleşmesine yol açmıştır. Zaten yeni sınıfın da isteği buydu;
Orta Çağ’daki dağınık iktidarlar modeli yerine önce kralın merkezi ve bölünmez iktidarını
koymak, sonra da bunu yıkarak kendi yönetim biçimini geçerli kılmak; ulus egemenliğine
dayalı parlamenter sistemi…

Voltaire’ye göre zenginliğin nedeni ticaret, özgürlüğün nedeni zenginliktir. Özgürlük ticareti
sağlar, ticaret de Devletin büyümesine yol açar.

Liberalizm iki alanda kendini göstermektedir: Siyasal Liberalizm ve Ekonomik Liberalizm.

Maurice Duverger, liberal ideolojinin temelini özgürlük ve eşitlik olarak açıklamaktadır.


Eşitlik ve özgürlüğün yasa karşısında sağlanacağını, bunun için de hukuk devletinin
zorunluluğuna değinen yazar, siyasal liberalizmin bir başka dayanağının da yönetenlerin
sınırlanması olduğuna işaret etmektedir. Yönetenlerin kurumlarla sınırlanması; seçimler
temsili sistem, yasama, yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrımı, siyasal plüralizm, siyasal
iktidarla ekonomik iktidarın aynı elde toplanmamasıdır.

Giovanni Sartori; “Bugün dahi birçok yazar klasik liberalizm ile ekonomik liberalizm fena
surette karıştırır. Bunun liberalizme çok büyük bir haksızlık olduğu vurgulanmalıdır.
Liberalizm demek hukuk devleti ve anayasal devlet demekti ve özgürlük ekonomide serbest
ticaret ve de hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demektir.

Ekonomik liberalizm basitçe “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” şeklinde


tanımlanabilir. İlki üretim özgürlüğünü ikincisi ticaret özgürlüğünü simgelemektedir.

Ekonomik Liberalizmin Unsurları

 Özel Mülkiyet: Mülkiyet hakkı “dokunulmaz ve kutsal niteliktedir.


 Girişim Özgürlüğü: Herkesin serbestçe kendi işini kurabileceğini, istediği alana
yatırım yapabileceğini düzenler.
 Ticaret Yapma Özgürlüğü: Serbest rekabeti ilke olarak benimser ve Pazar piyasasına
bağlıdır. Girişimci istediği malı üretir, fiyatını da istediği gibi belirler. Ancak tüketici
de hoşuna giden malı istediği fiyata almak ister. İşte Pazar yasasının ruhu burada
saklıdır ve sistemin özünü oluşturur. Ticaret özgürlüğü rekabetin kendi kuralları içinde
geçerli olmasını ve hiçbir şekilde devletin ne vergi ne fiyat denetimi gibi buna
karışmasını öngörür.

I. John Locke (1632 - 1704) Parlamento ve Mülkiyetin Üstünlüğü

Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan
hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in,
tabii bir din anlayışının öncüsü olmuştur.
Hükümetler niçin vardır? Bu sorunun cevabı Locke'a göre doğa durumu ile açıklanabilir.
Doğa durumu, yeryüzünde hiçbir siyasi topluluğun olmadığı bir duruma karşılık gelmektedir.
Üstünlüklerin ve ve karışıklıkların artması yaşamı olumsuz etkiler ve insanlar bir araya
gelerek siyasi toplulukları oluştururlar. Hükümdarlara ve güçlü siyasi yöneticilere bu durumda
itibar edilir
İnsan hakları Locke'a göre yaşam, hürriyet ve mülkiyet olarak özetlenebilir. Bu hakların
uygulanması, korunması hem yasalarla hem de kurumlarla sağlanır. Bağımsız bir yargı
sistemi de bunların tümünü kapsar
Hürriyet ile ilgili olarak ise, bir insanın özgürlüğü, başka bir insanın özgürlüğüne zarar
gelebilecek noktada sona erer. Siyasi bir toplumsa özgürlük yasaların hükmüne bağlıdır.
Mutlak değil, sınırları çizilmiş bir özgürlüktür
Yargılama ve cezalandırma hakkını kendi iradesiyle yargıçlara yani yargı erkine bırakan
toplum üyeleri, uygulanacak olan yasaların hazırlanması ve yürürlüğe konması görevini de bir
başka güce; parlamentoya vermiştir. Ancak bu da yeterli değildir, bir de yürütme erkine
ihtiyaç vardır; yasamanın koyduğu pozitif yasaları uygulayacak, ayrıca anlaşmaları yapacak,
savaşa, barışa karar verecektir.
Locke’un düşüncesinin temelini oluşturan şey, mülkiyettir. Locke mülkiyet kavramını
malvarlığının yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içine alacak şekilde çok geniş bir anlamda
kullanmıştır

A. Doğal Yaşam ve Sözleşmenin Sonuçları

Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı yardımlaşma durumu
olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce
var olan haklar şeklinde tanımladığını görüyoruz.
Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun
kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik
olarak savunsa da, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum
sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını
kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu
sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması
gerektiğidir.

Doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip olduğu bu hakların kullanılması
güvenlikten uzaktır ve her zaman başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü hepsi onun kadar
kral ve hepsi ona eşittir. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi kullanması oldukça
belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür olmasına rağmen korkular ve sürekli
tehlikelerle dolu doğa durumunu bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin
korunması amacıyla, devletlerde birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır.
Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü bir yana
bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının
korunmasına uygun bulduğu her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş
suçları cezalandırma erki.
Toplumu oluşturan kişilerin haklarından vazgeçme, kendileri için bir tehlike oluşturmaz,
çünkü siyasal iktidar gücünü aynı kişilerin kurucu iradesinden almıştır. Üstelik verilen bu
yetki tek kişiye ve onun iradesine bırakılmamıştır, onun için kötüye kullanılamaz, istendiği
zaman geri alınabilir.

B. Siyasal Rejimin Temel ilkesi: Güçler ayrılığı

İnsanın mantığında belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce
vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen olmasıdır.

İnsanın, emeğiyle kendi kişiliğini, ürettiği nesneye yayması sonucu özel mülkiyet doğmuştur.
İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir parçası durumuna
getirir. Bunların faydaları da genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır

Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl
kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü elinde bulunduranların yürütme
erkini de ele geçirmeleri olasılığına karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı
yaptıktan sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini gözeten
çeşitli kimselere verilmelidir.

Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden ayırması her iki
gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve yasalara uygun olarak yapmalarını
sağlamak amacından kaynaklanmaktadır.

Yönetimlerin bozulmasını yasama, ya da yürütmenin uygulamalarında keyfiliğe kaçmasına


bağlayan Locke, buna karşılık halkın eline de güçlü bir silah vermiştir. Direnme hakkı

Halkın yönetime karşı çıkma ve onu değiştirerek yerine yenisini getirme yönünde ki eylemini
direnme hakkı tanımlıyor.

Toplum sözleşmesi ile cezalandırma hakkını devletin kurumlarına bırakan kişiler, böylece
hem kendilerini hem de mülkiyet haklarını güvence altına almak istemişlerdir.

II. Jean-JacquesRousseau (1712 -1778) ve Güçler Birliği İlkesi

Hem çağdaşı düşünürleri etkileyen düşünürleri, hem Fransız devrimini, hem de sonraki
dönemindeki siyaset bilimcileri etkileyen Rousseau, siyasal iktidar ve siyasal toplum üzerine
görüşlerine topladığı eseri; ünlü sosyal sözleşmedir. Birbirleriyle çelişik görüşler taşıyan,
kavramsal dokusu farklı, bugün bile tartışılan bu eserinden yola çıkarak Devrim’e hazırlanan
Fransız toplumu için J. J. Rousseau’nun nasıl bir yönetim biçimi tasarladığı öğrenilebilir.
Rousseau, düşünce yapısının temellerini doğal yaşam sözleşme, genel irade ve yasaların
üstünlüğü, egemenliğin niteliği ve güçler birliği ilkeleri üzerine kurmuştur.

A. Doğal Yaşam
İnsanlığın bir doğal yaşam döneminden geçtiğini – varsayım da olsa- savunur. Rousseau ‘nun
insanı mutlu insandır; çünkü gereksinimleri sınırlı, talepleri az, sorunları pek fazla değildir.
Doğanın elindeki insan, altında uyuduğu ağacın meyvesiyle beslenen, yakındaki pınardan
suyunu içen, tüm ihtiyaçlarını doğadan karşılayan mutlu insanlardır. Başkasına, dolasıyla
topluma ihtiyacı yoktur.
Toprağı işleyecek aletin ortaya çıkmasıyla, toprağın etrafı çevrilerek ‘burası benim’ diyen
insanlardan sonra bunlara katılanlar olunca, insanlar birlikte yaşamaya zorunlu hale gelmiştir
ve toplum haline geçilmiştir.

B. Sözleşme
Özgürlük ve eşitliği yeniden yakalamak ve onları sağlam kurallara bağlayabilmek amacıyla
toplum haline geçen insanlar, nasıl bir sözleşme yapacaklardır?

a. Her üyenin tüm haklarıyla birlikte kendini topluma terk etmesi ve genel
iradenin üstün iradesini kabullenmiştir.Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak
güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle
birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsınhem de eskisi kadar özgür olsun. İşte toplum
sözleşmesinin çözümünü bulduğu ve sunduğu ana sorun budur.Toplum üyelerinden her biri,
bütün haklarıyla birlikte kendini baştan başa topluma bağlar; bu, aynı zamanda -herkes için
geçerli olduğundan- hiç kimseye bağlanmamakla özdeştir. Kısaca, toplum sözleşmesiyle
toplumun her ferdi, bütün varlığını genel istemin emrine verir ve her üye bütünün bölünmez
bir parçası kabul edilir.
Özüne bağlı olmayan şeyler bir yana bırakılırsa, toplum sözleşmesi şöyle özetlenebilir: Her
birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her
üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.
Bu birlik sözleşmesi, o anda sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy
sayısı kadar üyesi olan tüzel kolektif bir bütün oluşturur. Bu bütün, ortak benliğini, yaşamını
ve istemini bu sözleşmeden alır

b. Halkın hem yönetici, hem de yönetilen olduğunu görürüz demokraside.


Hem yurttaştır; siyasal kitlenin faaliyetine katılır, oylarıyla yönlendirilir, hem de uyruktur,
siyasal kitlenin kabul ettiği yasalara uyar.
Genel irade; özel iradelerin tek tek toplamı değil, topluluğun iradesidir.
Herkesin özel iradesi üzerindeki kabullenmesi, egemenliğini tanıması olarak görürüz.
Egemenlik da halkta olduğuna göre, ona bağlılık, gerçek özgürlüktür.
Kişiler, genel iradeye uyarlarken de özgürlüklerinden bir şey kaybetmezler.
Sosyal aşamanın temel problemi, eşyaya bağımlılığı düzenleme ve kişiye bağımlılığa son
vermedir. Bu düzenlemede ancak yasa ile olur. Bu düzende kişinin mülkiyet hakkı, eşyaya
bağımlılık kavramı ile birlikte ortaya çıkar, devletin garantisi altına girer, onun içerde ve
dışarıya karşı koruyucu kanatları altındaki yerini alır.
C. Egemen ve Demokrasi Güçler Birliği İlkesi
1. Egemenliğin özellikleri
a. Devredilemez
Egemenliğin temsili de imkânsızdır. Mebuslar, halkın temsilcisi değil
görevlileridir.
b. Bölünmez
Egemenliği bölmekle onu yok etmek aynı şeydir.
c. Yanılmaz
d. Mutlaktır
Egemenlik mutlak, etkili bir güce dayanmalıdır.
Yasaları; yasa koyucular hazırlayacak, bunlar da üstün yeteneklere sahip
kişiler olacaktır. Çünkü bilgi ve sezgileriyle topluma en uygun, ortak
yarara yönelik yasaları bulup çıkaracaklardır.
Ancak bunların getirdiği kuralların yasa kimliğini kazanması, halkın
onayına bağlıdır, çünkü egemenlik hep halktadır. Genel iradeye uygun olup
olmadığına gene kendisi karar verecektir.
2. Yürütme ve yönetim
İnsanlardan üstün olan yasalar, yürütmeye de egemendir. Yasa koyucunun bulup çıkardığı ve
halkın egemen olarak oylayıp yürürlüğe koyduğu yasaları yürütme organı uygulayacaktır.
Gördük ki, yasama erki halkın elindedir ve ondan başkasında olamaz. Öte yandan yürütme
erki, yasacı ya da egemen varlık sıfatı ile çoğunluğun elinde olamaz. Çünkü bu güç yalnız
özel davranışlara dayanır ve yasanın yetkisine girmediği gibi, dolayısıyla egemen varlığın
yetkisine de girmez, çünkü onun işlemleri yasadan başka bir şey değildir. Öyleyse, kamu
gücüne özgü öyle bir etken gerekir ki, onu birleştirebilirsen, genel iradenin çeşitli yönlerine
göre kullansın ve devlete egemen varlık arasında ilişki kurabilsin.
İşte devlet içinde hükümetin varlığının temeli budur. Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla
egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek,
gerekse siyasal toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli aracı bir bütündür.
Hem yasa koyucu, hem de hükümet halkın görevlileri olunca da artık güçler ayrılığı
sisteminden söz edilemez. Karşımızda güçler birliğine dayalı meclis hükümeti sistemi vardır.
3. Yönetim biçimleri
Rousseau ya göre egemenlik halktadır.
a. Demokrasi
Halkın çoğunluğu sadece yasaları onaylamakla kalmaz, onların uygulanmasına da katılır.
Çoğunluğun her şeyi yaptığı bu yönetimde özel işlemleri de geneller gibi düzenleme görevi
ona düşmektedir.
Rousseau demokrasi için kötü yönetim der; çünkü ayrılması gereken şeyler bir aradadır,
egemenle yönetici aynı kamu kişiliğinde birleşmişlerdir.
Gerçek demokrasinin hiç olmadığını, olmayacağını söyler, böyle mükemmel bir yönetimin
insanlara uymayacağını, ancak Tanrı ülkesinin demokrasiyle yönetilebileceğini, ona uygun
düşeceğini savunur.
b. Aristokrasi
Egemenliğin yönetim işini bir azınlığın elinde bırakmasıdır.
- Doğal aristokrasi; ilkel toplumlarda aile şefleri ile çevresindeki azınlığın yönetimi
- Katılımcı aristokrasi; miras yoluyla babadan oğula geçen yönetim modeli olup en kötü
şekildir. Zenginler bu yoldan sürekli iktidarı el koyabilirler.
- Seçimli aristokrasi; en iyisi budur. Bilginler, seçimle işbaşına gelecekler, kendilerinin
değil, halkın yararını göz önünde tutacaklardır
c. Demokrasi
Egemenin yönetimi tek kişinin eline bırakmasıdır. Bütün öteki görevliler yetkilerini ondan
alırlar. Yasama ve yürütme aynı elde toplandığı için hem bütün faaliyetler aynı hedefe doğru
yönelmiş olur, hem de birbirlerini engelleyecek karşıt güçler ortadan kalkmış olur, uyumlu bir
çalışma ortamı ortaya çıkar.
Her zaman monarkın iyiyi görmesi, halkın yararına karar alması mümkün olmayabilir.
4. Yönetimlerin bozulması
Rousseau ya göre iktidarı elinde tutanlar, bir süre sonra kendi aralarında gruplaşırlar, kendi
yararlarını toplumun üstünde tutmak gibi eğilime kendilerini kaptırırlar, kendi güçlerini
artırmaya, hiçbir şeyin kendilerini sınırlamayacağı durumuna gelmek isterler. Bunun için özel
iradeler üzerinde sürekli baskı gereklidir, sürekli baskı da yönetimin bozulmasına, sonunun
gelmesine yol açar.
Böyle bir bozulmayı, genel bir iradenin özele tabiiyetini önlemek için iki yol vardır.
- Olağan yol; bunun için yurttaşların sık sık meclis halinde toplanması gerekir. Böylece
yürütme gücü askıya alınacak, temsilcinin olduğu yerde temsil edilen kendini
göstermeyecektir. Sözleşmeyi yapanların bir arada bulunduğu sürece yürütmenin
baskının önüne geçilmiş olur ama yürütme de iş yapamaz hale gelir.
- Olağanüstü yol; halkın içinden seçilecek en yetenekli bilgiç kişinin özel bir işlemle
idareyi ele alarak yürütmeyi üstlenmesidir.

MONTESQUIEU VE GÜÇLER AYRILIĞI

J.J. Rousseau ile birlikte Aydınlanma döneminin en önemli yazarlarındandır.

1734’te “Romalıların Büyüklük ve Çöküş Nedenleri” adlı çağdaş tarih felsefesinin en önemli
eserlerinden birini yazmıştır.

O’nun en önemli ve ünlü eseri ise,1748 yılında Cenevre’de yayınlanan “Kanunların


Ruhu”dur.Montesquieu burada varolan düzeni savunma ya da suçlamayı değil,onu
düzeltmenin yollarını göstermeye çalışmıştır.Bunun için de siyasal toplumu meydana getiren
bütün ögeler arasındaki karşılıklı ilişkileri açıklamak ister;fiziksel ortam,ırksal
nitelikler,toplumsal,ekonomik,dinsel,göreneksel ve uygar kurumlar.

Montesquieu’nun siyaset kuramında kullandığı kavramlar ve getirdiği tartışmalar bugün hala


okunmakta,incelenmekte,O’nun düşünceleri klasik kamu hukuku alanında önemli bir yer
tutmaktadır:Kanunların ruhu,ılımlı yönetim,güçler ayrılığı,siyasal özgürlük bu kavramlara
örnek olarak sayılabilir.

A. SİYASAL ÖZGÜRLÜK KURAMI

Araştırma metodu olarak kendisine gözlem ve deneyi seçen Montesquieu,bu açıdan


çalışmalarında tekdüzelikten ayrılarak çeşitliliğe yönelmiş,farklı toplumların yapısını ve
özelliklerini incelerken insan ilişkileri ve kurumlar arasındaki bağın siyasal ve hukuki yapıya
nasıl ve ne ölçüde yansıdığına dikkat etmiştir.Bu açıdan yasaları ele alarak onların bir ilişkiler
ağının sonucu olduğunu tespit ettikten sonra ilişkilerin fiziki,manevi veya sosyal gerçeğin
ögeleriyle bağlantılı olduğunu açıklar.
Bir başka deyişle,toplumu,ülkeleri,insanları kendilerine özgü koşulları içinde araştıran
düşünür,bu ilişkilerin bütününden çıkan kuralların yasaların ruhunu oluşturduğunu,bu nedenle
de yasanın “eşyanın tabiatından doğan zorunlu ilişkiler “ şeklinde tanımlanabileceğini
söyler.Yasayı en geniş anlamda böyle ifade ederken zorunlu ilişkileri,varlıkların kendi
aralarında ve bunlarla diğerleri arasında var olan ilişkiler olarak ele alır.Bu açıdan yasaların
da kendilerinin tabi olduğu yasaları bulunduğunu,iklimin,geleneklerin ve Anayasanın bir
ülkenin durumunu açıklamaya yeterli olmayacağını,ancak yasaların konuya ışık tutabileceğini
savunur.

Montesquieu de Aristotales’in ileri sürdüğü iklim farklılıklarının insan ve dolayısıyla siyasal


kurumlar üzerindeki etkisine ilişkin görüşlerine benzer olarak,yasalar üzerinde çevresel
etkilerin varlığına kuramı içinde yer vermiştir.Montesquieu’ya göre;iklim,din,tarihsel
etkenler,gelenekler,bir toplumun “Genel Ruhu”nu oluşturur.

Montesquieu yasaların ruhunun işte bu etmenlerle oluştuğunu ileri


sürmüştür.Montesquieu,iklimin yasalar ve siyasal kurumlar üzerindeki güçlü etkisi üzerinde
durmuştur.İklimin öncelikle insanın karakteri üzerinde etkili olduğunu,bu durumun da farklı
siyasal yapıların ortaya çıkmasına neden olduğunu ileri sürmüştür.

Montesquieu’ya göre,

Kanun koyucular,toplumda düzeni sağlarken içinde bulundukları koşullarla sınırlıdırlar.

Kanun koyucu dış etkenleri,koşulları sadece izlemekle kalmayacak,çıkaracağı yasalarla


topluma yön verecektir.Bu da,yasalarla çevresel etkenlerin insanlar üzerindeki zararlı
etkilerini değiştirerek ya da yok ederek gerçekleştirecektir.

Montesquieu yasalarla özgürlük arasındaki bağlantıyı şöyle kurmuştur:

a)Siyasal özgürlük,her istenilenin yapılması değil,yasaların izin verdiğini yapabilmek


hakkıdır.Öyleyse özgürlük,gücünü yasalardan alır,işte bu da halkın özgürlüğünü oluşturur.

b)Siyasal özgürlük kişilerin güvenliği,ruhun huzuru demektir,yönetim öyle olmalıdır


ki,hiçbir yurttaş yekdiğerinden korkmasın.Çünkü iktidarı elinde tutan,onu kötüye kullanma
eğilimindedir ve karşısına bir sınır çıkana kadar da devam eder.Bu da ancak iktidarın iktidarı
sınırlamasıyla sağlanır(güçler ayrılığı).

B.GÜÇLER AYRILIĞI

İktidarı ele geçiren kim olursa olsun;ister tek kişi,ister bir azınlık,isterse de halk,yasama,
yürütme ve yargı güçlerinin ayrı ellerde toplanması demektir.Montesquieu şöyle diyor;”
Yasaları yapma,kamuya yönelik kararları alma ve suçları yargılama yetkilerini aynı elde
topladınız mı,her şey bitmiştir insan için.”

Montesquieu,İngiltere’deki modeli incelediğinde orada üç siyasal güç tespit ediyor:

1)Halk

2)Asiller(Lordlar Meclisi)
3)Kral

HALK: Yetkilerini kendi eliyle değil temsilcileri aracılığıyla kullanır.Bunun için ülke seçim
bölgelerine ayrılır,her bölgeden bir milletvekili çıkar.Bu seçimin amacı,yasa koyanların
bunların uygulanmasını da araştırması,denetlemesidir.

ASİLLER(LORDLAR MECLİSİ):Bu yetki ırsidir,babadan oğula geçer.Halkın yasama


yetkisine karşılık onların da veto yetkisi vardır. Montesquieu,kendisinin de bir asil olduğunu
unutmuyor ve halk meclisinin yanında asillere de fonksiyon tanıyan ikinci meclisin
gerekliliğine inanıyor.

KRAL:Yasaların yürütülmesi ona bağlıdır,çünkü tek kişi işleri daha kolay yürütür der
Montesquieu.Ancak kralın da hata yapması ihtimali vardır,bunun için yürütmenin içinde bir
de Bakanlar Kurulunun bulunması yerinde olur.Ancak bunlar kralın adına bu işlemleri
yapacaklardır.

Montesquieu’ya göre yargı da ayrı ve bağımsız yargıçların elinde olmalıdır.Ancak böyle


olursa suçlular cezalandırılacak,anlaşmazlıklar çözümlenecektir.

Montesquieu,bu güçlerin kesin ayrımından yana da değildir.Böyle bir ayrımın güçler arası
durgunluğa yol açacağına inanmaz,çünkü uyum ve düzenli işlem,ancak böyle bir sistemde
gerçekleşebilir.

C.YÖNETİM BİÇİMLERİ

İnsanları yöneten bir sürü etken vardır;iklimler,din,yasalar,yönetimin kararları,geçmiş


olaylar,örf ve adetler gibi.Bunların tümü de o toplumda geçerli genel ruhu oluşturur.Ne var
ki,bu nedenlerden bazen biri,ötekilerine egemendir,farklı özellik gösterir.Ülke de bu farklı
ögeye göre biçimlenir.Böylece ülkeden ülkeye değişen bir ulus yapısı ve uygarlık düzeyi
gözlemlenir.

Adetler mi yasalardan üstündür,yoksa yasalar mı örf ve adetleri değiştirir sorusunu soran


Montesqueiu,her birinin kendi alanında fonksiyonlarını göstermesini ister,ancak bir çatışma
halinde örflerin yasalara uygun olmasını savunur.Çünkü der ancak böyle olursa özgürlüğe
saygıyı pekiştirir,adaleti geçerli kılabiliriz.Kaldı ki,yasalar konmadan da toplumda adalete
dayalı ilişkiler vardı,adalet önceden vardı ve onlara üstündü.Montesquieu, Aristotales’in
yönetim biçimleri sınıflandırmasından etkilenmiş olmakla beraber,sadece yönetenlerin
sayısından hareket ederek sınıflama yapmaz.

Montesquieu,yönetim biçimlerini şu şekilde sınıflandırmıştır:

1)Cumhuriyet:Egemen güce halkın tümü sahipse,demokratik cumhuriyet;bir azınlık sahipse


o zaman da aristokratik cumhuriyet geçerli demektir

-Demokrasi:Halk kendi oylarıyla yönetimi tayin ediyorsa,hem yöneten hem de


yönetilendir.Ancak her zaman en doğru olana karar veremez,tüm işleri kendisi yapamaz.O
zaman bu işleri bir kurula bırakır,yani seçilmişler eliyle işleri yürütür.Bu sistemde temel
amaç,seçim hakkını düzenleyen yasalardır.Temel ilkesi de,ERDEMdir.

-Aristokrasi:Egemenlik halkın tümünde değil,bir azınlığın elindedir.Bu sayı büyük olduğu


ölçüde demokrasiye yaklaşır.Yöneticiler doğuştan imtiyazlıdır ve eğitimle yönetime
hazırlanmışlardır.İlkesi;ölçülü olmaktır.

2)Monarşi:Tek kişinin yasalara bağlı yönetimidir,burada yasalar önceden


belirlenmiştir.Kralın yanında bir parlamento görev alır,yasaları koyar ve onları sürekli
hatırlatarak unutulmamalarını sağlar.

3)Despotizm:Tek kişinin keyfince toplumu yönetmesidir.Burada hiçbir değer yargısı


yoktur,yasalardan söz edilemez.Yurttaşların da hiçbir değeri yoktur,iyi yurttaş yerine köle
ruhlu insanlar yetiştirmek esastır.İlkesi korku,amacı da huzurdur.Despotun gücünü ancak bir
ölçüde de olsa din sınırlar,burada hukuktan söz edilmez.Despotizmin ortadan kalkması büyük
çapta bir isyana bağlıdır.

Sonuç olarak Montesquieu hakkında şunları söyleyebiliriz:

Güçlerin birbiriyle karşılıklı bir uyum içinde faaliyet göstermesini isteyen düşünür,bunların
yekdiğerine karıştırılmasını,çalışmalarının tek elden yürütülmesini kesinlikle istemez,çünkü
ünlü deyiş ile iktidarı ele geçiren ,onu kendi çıkarları için kullanmak ister,bu da siyasal
rejimin bozulmasına yol açar.

İktidarın iktidarla sınırlanması görüşünden yola çıkan Montesquieu,sert bir güçler


ayrılığından yana da değildir,onun için ana ilke;güçlerin uyum içinde,ılımlı ve uzlaşmaya
dayalı olarak çalışmalarıdır.

Yasa ile özgürlük arasındaki yakın bağa dikkat çeken düşünür,bu yoldan yönetimin tümüyle
ulusun egemenliğine dayandırılmasını sağlamıştır.

1789 FRANSIZ İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ VE LİBERAL


DEVLETİN TEMEL ÖGELERİ

18.yy’ın düşünürlerini incelerken,gözümüze iki önemli nokta çarpar:

Burjuvazinin yükselişi,

Parlamenter sistemin uygulanmaya konması.

Birbiriyle çok yakından bağlı bu iki ögenin ortaya çıkmasıyla Fransız Devrimi’nin
başlangıcını işaret edecek ateş de yakılmış oluyordu.Gerçekten,Amerikan ve Fransız
devrimleri karşılaştırıldığında,biçim ve içerik açısından farklılık görülse de,yapılış nedenleri
aynıdır;burjuvazinin gelişmesi.

Avrupa’nın öteki ülkelerine oranla bölgesel farklılıklar,dinsel çatışmalar,sınıf kavgaları


açısından daha düzenli,daha sakin bir görünüm arz eden Fransa’da devrimin yapılışı birkaç
nedene bağlanabilirdi:
J.J.Rousseau Montesquieu gibi düşünürlerin görüşleri bildiriler,broşürler halinde halkın elinde
dolaşıyordu.O sırada Fransa’da egemen olan mutlak monarşi anlayışına karşılık
özgürlük,eşitlik ve seçime dayalı parlamenter sistemi savunan görüşler,kendisine kolayca
taraftar buluyordu.

Bütün Avrupa’da ekonomik değişiklikler burjuvazinin önemi ve gücünü artırır,onun liberal


ideolojilere dayalı olarak ileri sürdüğü siyasal iktidardan pay isteme,hatta tamamen ele
geçirme talepleri ile ortam devrim hazırlığına girerken,Fransız monarşisi,daha önceleri
Aristokrasi’ye karşı savaşırken yaptığı gibi,bu gelişmeden yana tavır alıp ortamı yumuşatacak
yerde,tam aksi bir yaklaşımla sert tedbirler uygulamaya gitmiş,bu da burjuvazinin daha da
güçlenmesine yol açmıştır.

Aynı yönde,doğaya,özgürlüğe,toprak mülkiyetine ve meşruti monarşiye inanan ve “bırakınız


yapsınlar,bırakınız geçsinler” formülünün savunucuları olan,bu çerçevede ekonomik
liberalizmin sözcülüğünü yapan fizyokratları da unutmamak gerekir.

İşte bu sosyo-ekonomik ve politik koşulların sonucu ortaya çıkan Fransız Devrimi’nin en


önemli belgesi ise ünlü “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”dir.

Bildirinin ilk maddesi insanların özgür ve eşit doğduklarını ve yaşadıklarını açıklar.

İkinci maddesi insanın doğal ve zamanaşımına uğramaz hakları bulunduğunu,bunların


özgürlük,mülkiyet,güvenlik ve baskıya karşı direnme olduğunu söyler.

Üçüncü maddesinde egemenliğin kaynağının ulusta olduğunu hiçbir kişi ya da kurumun


kaynağını ulustan almayan bir otoriteyi kullanamayacağını düzenler.Böylece monarşiler
döneminde kralın elinde tuttuğu yasama yetkisi;kural koyma,kaldırma gücünün sona
erdiği,ulus egemenliğinin çağın ve Fransız Devrimi’nin getirdiği liberal anlayışın bir sonucu
olarak ilk kez düzenlenip açıklandığı gözlemleniyor.Bir anlamda klasik parlamenter rejimin
temeli ve ana yapısını oluşturan önemli bir kural yazılı belge haline geliyor.

Batı anayasalarında olduğu gibi,bizim anayasalarımızda da yer alan bu ilke,tarihsel gelişim


bakımından anlamlı bir özellik taşıyor.Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan
yeni Türkiye’nin,ulus devlet düşüncesi ve onun bir sonucu olan ulusa bağlı egemenlik
anlayışına dayanması ile siyasal iktidarın da gücünü(karar alma-yönetme)aynı sentezden
aldığı görüşü kabul ediliyor.Böylece bizde İmparatorluk aşamasından Ulusal-Devlet
aşamasına Atatürk’ün kurduğu ve kabul ettiği yeni devlet biçiminin anayasaları olan 1921 ve
1924 Anayasaları ile geçiliyor.

Bildirinin on altıncı maddesinde siyasal toplumun kurulmasının temel koşulunu


açıklıyor;”Haklarını güvenceye bağlamamış,güçler ayrılığını gerçekleştirememiş toplumlar
,anayasaya da sahip değillerdir.”Demek ki bildiri,bu açıklamayla Montesquieu’nun
savunduğu güçler ayrılığı ilkesinin devletin kuruluşunda temel olduğunu kabul ediyor.

1789 Bildirisi’ne insan açısından bakarsak şu sonuçlarla karşılaşırız:İnsan soyut bir varlık
olarak ele alınmış,toplumdaki sosyal,ekonomik ve siyasal etkinliklerine
değinilmemiştir.Liberal devletin bu ilk kuruluş aşamasında siyasal yapının
organizasyonu,yasaların işlevi,özgürlüklerin sınırı,kişinin güvenliği gibi temel ilkeler ele
alınmış,iktidarlara sosyo-ekonomik yapının özelliklerine göre düzenlenmesi,gerekli
önlemlerin alınması yönünde herhangi bir görev yüklenmemiştir.

FRANSIZ DEVRİMİNDE RADİKAL AKIMLAR

Devrim’den sonra ortaya çıkan iki siyasal akımı ele almak gerekirse bunlar:

Jakobenizm

Baböfizm’dir.

JAKOBENİZM

Temelde J.J.Rousseau’nun egemenlik anlayışını kabul eden Jakobenler,egemenliğin


bölünmesine ve halkın temsilcilerine devredilmesine şiddetli karşı çıkmışlardır.Evet,Devrim
yapılmıştır ama ülke,ama” vatan hala tehlikededir”.Aristokratlar yenilmelerine karşın
etkinliklerini sürdürmekte,güçlerini korumaktadırlar.Eğer siyasal kurumları,merkezi iktidarın
güçleneceği biçimde tekrar canlandırırsak,özgürlüğü kaybedebiliriz.Bu anlamda demokratik
ve özgürlükçü bir vatanseverliğe dayalı Jakoben anlayış,cumhuriyetin tek ve bölünmez
olduğuna inanmıştır.Her türlü hizip,muhalefet,farklı yapıdaki gruplaşmalar,birer ihanet
yuvasıdırlar.

Robespierre geriye dönüşü önlemek,devrimde sürekliliği sağlamak için parlamenter hükümet


modeline karşı çıkmış,onun yerine komiteler eliyle yönetimi önermiştir.

Ne Robespierre’nin,ne de Saint-Just’ün ekonomi üzerine öyle derinlemesine görüşleri


tahlilleri yoktu.Bu nedenle de hem devrim sırasında ortaya çıkan sosyalist akımla,hem de
büyük burjuvaziyle doğrudan ilişkiye girmemişler,bu konuda teori planında düşünce
üretmemişlerdi.Örneğin Saint-Just kesinlikle mülkiyete el atmayı,sınırlamayı
düşünmüyordu.Amacı tıpkı Robespierre gibi erdemle donanmış küçük burjuvazinin lükse
uzak ama demokrasiye bağlı egemenliği idi.

Anlaşılacağı gibi,Jakobenlerin görüşü sürekli devrim teorisi,Fransız Devrimi’nin başarısı için


radikalizmin savunması,aristokrasi ve monarşiye karşı halkın mutlak egemenliğine dayalı bir
teorik yapı üzerine kuruludur.Bu çerçevede eşitlik ve özgürlüğe dayalı,halk egemenliğinin ön
planda olduğu bir cumhuriyetin kurulması,bunun için de ülkede birlik ve bütünlüğün
savunulması,”ulus-vatan” kavramının yüceliği,hep Jakobenlerin düşünce sisteminin temel
taşları olmuştur.

BABÖFİZM(BABUVİZM)

Babeuf’ün görüşlerinin temeli ,eşitliğe dayanıyor,ama gerçek eşitliğe;bu anlamda biçimsel


eşitlikle gerçek eşitliği şöyle ayırıyorlar;yasa önünde eşitlik,biçimsel eşitliktir,gerçek
eşitlik,üretimden eşit pay almaktır.Bu çerçevede burjuvazinin getirdiği tarım yasası ve
gerçekleştirdiği toprak reformu,yetersizdir.Esas olan,malvarlığının ortaklığıdır.Toprak
kimsenin mülkiyetine verilemez,onun ürünleri herkesindir.Bu yüzdendir ki,toprak reformu
yapılsa dahi bir gün sürecek,ama ertesi gün eşitsizlik gene kendini gösterecektir.
Babeufçü’lere göre mutlak eşitlik dışındaki tüm değerler sahtedir;lükse,zenginliğe
karşıdırlar,yaş ve cinsiyet dışında her şey eşit olmalıdır.

Görülüyor ki,Fransız Devrimi’nin motor gücü olan burjuvazinin monarşiyi yıkmak için
toplumun çeşitli kesimleriyle yaptığı ittifak sonrası ekonominin nimetlerinden yararlanma
aşamasında umduğunu bulamayan halk kesimlerinin sözcüsü olan Babeuf,eşitlik adına
toplumu yeniden düzenlemek istiyor.

Bu çerçevede kendine atfedilen “komünizmin” de, ilkel niteliği kendini gösteriyor;tarıma


dayalı bir toplum tipinin savunucusu olan ve ekonomik yapıyı böyle bir yörüngeye oturtmak
isteyen Babeufçü’lerin başarısı;karmaşık nitelikli,endüstrileşmeye yönelmiş toplumlar için
söz konusu değildir.

İşte bu nedenledir ki Babeufçülük otoriter ve merkezci bir yönetim modelini benimsemiş ve


savunmuştur.Bir kere iktidar ele geçirilince, onun doğrudan ya da temsili demokrasinin
kurumlarına terk edilmesi,seçimler yapılması düşünülemez,çünkü amaç;tam eşitlikçi düzenin
kurulmasıdır.Bu nedenle de uzun süreli bir diktatörlük gerekli olacaktır.

Bir Fransız yazarın tanımlamasıyla “terörizmle sosyal yardımı bir araya getirmeye çalışan
Babeuf,ülkeyi de uzun vadede yoksullar yurdu (darülaceze) şeklinde düzenlemek
istemektedir.Bu nedenledir ki görüşleri,hitap ettiği halk tabakaları bakımından da
benimsenmemiş,idamında da gene bu kesimlerden hiçbir tepki gösterilmemiş,karşı
çıkılmamıştır.

Ne var ki,Babeuf hareketi,tıpkı Jakobenler gibi,Devrimin öteki yüzünü ve burjuvazinin gerçek


gücünü ve kararlılığını göstermesi bakımından önemlidir,bu bakımdan siyasal iktidarların
gelişme sürecini gösteren tarihsel yapı içinde yerini almıştır.

LİBERAL DEMOKRASİ VE ÇOĞULCULUK

SİVİL TOPLUM- SİYASAL TOPLUM

Ulusun egemenliğine dayalı iktidar, elindeki yetkiyle toplumu düzenleyecek hukuk kurallarını
getirecek, özgürlük ve eşitliği bu kurallarla düzenlenmiş bireyler de, devletin karışamadığı bir
ortamda uygun gördükleri ekonomik girişimleri sürdürecekler, topluma diledikleri gibi yön
vereceklerdi.

19 ve 20. yüzyılın sosyo- ekonomik yapıya getirdiği yenilikler, liberal anlayışın çağdaş
görünümüne ulaşmasını sağlayacak boyutlar getirmişti. Devlet kavramı da iki ayrı kavram
içinde düşünülmeye başlandı: Ulus-Devlet kavramı ve Yönetim-Devlet kavramı.

Yönetim-Devlet kavramı yönetenleri, siyasal şefleri, Ulus-Devlet kavramı da uluslaşmış


toplumu simgelemektedir. Böylesine bir ayrımın bir başka formül ile açıklanması da sivil
toplum- siyasal toplum (toplum-devlet)ikilemiydi.
Toplum ve devlet iki ayrı gerçektir. Öyle ki aralarında birçok ilişki bulunmasına karşın sanki
yek diğerinden bağımsızmış gibi kabul edilirler. Toplumun kendine özgü, özerk bir yaşamı
vardır, hükümetlerin rolü ise onu düzenli yönetmektir.

Üstünlük bireyde ve onun amaçlarına yönelik bir toplum düzenlemesinde olunca topluluğun
belirgin niteliği Bireycilik’te düğümlenir.

Haklar ve özgürlükler düzeninin tarihsel evrimi açısından bu konuda en bilinen ve genellikle


kabul edilen sistematiği getiren Jellinek’e göre yurttaşların haklar statüsü şöyle çizilebilir:

Olumsuz statü; kişinin klasik hak ve özgürlüklerini, Aktif statü ya da Aktif haklar; kişinin
iktidara katılma biçimini, olumlu statü de ekonomik ve sosyal hakların listesini belirtiyordu.

GEORG JELLINEK

Klasik haklarının sağlanmasını iktidardan isteyen kişiler, isteklerine karşı çıkıldı mı, bunu
siyasal haklarını kullanarak önlemeye çalışır, ekonomik ve sosyal yetersizliğini de aynı türden
haklarla ve örgütlenerek gene iktidara iletirdi.

Çağdaş toplumun, tekniğin ve sanayinin katkısıyla çok gelişmiş düzeye ulaşması ve her
alanda tüm sosyal güçlerin örgütlenmesi sonucu vardığı karmaşık yapı, demokrasinin sade
niteliğini değiştirmiş ve onu plüralist (çoğulcu)hale sokmuştur.

Bu gelişmelere paralel olarak farklı sosyal sınıfların ortaya çıkması ve bunların belirli
örgütlerde benzer amaçlarla bir araya gelmeleri ve çıkarlarını siyasal iktidar düzeyinde
yarışmaya sokmaları ile toplumun yapısı da değişmiş, plüralist (çoğulcu) toplum tipine
geçilmiştir. Bu örgütleri 3 başlıkta toplayabiliriz; siyasal partiler, sendikalar, baskı grupları.

 Bağlı oldukları sosyal güçler açısından çıkarlarını korumak için oluşan dinamik
nitelikteki bu gruplar, toplumdaki belirli meslek ve çıkarları örgütleyerek iktidarı
kendi yönlerinde etkilemek için sürekli bir uğraşa girdiler.

 İşte yapıları, statüleri, çalışma şekilleri ve hedefleri siyasal partilerden farklı olan bu
kuruluşlara ‘baskı grupları’ denildi.

 İktidarla bireyler arasında birtakım örgütlerin, birliklerin girmesiyle siyasal yaşamın


havası ve kuralları da büyük ölçüde değişmiş oldu. Bir yanda birey durağanlıktan
kurtulur ve dinanizme yönelir ve ‘kişiliğini’ kazanırken, öte yandan siyaset, belirli
çevrelerin tekelinden çıkıp toplumun tamamını etkisine aldı. Artık iktidar olgusu
çevresinde bir etki-tepki ilişkisinin varlığından söz edilebilirdi. Böylesine bir
gelişmenin ilk farkına varıp ortaya koyan düşünür: Alexis de Tocqueville’dir.

ALEXİS DE TOCQUEVILLE (1805-1859)


 Yargıçlık görevini sürdürürken 1831 yılında Amerika’ya “ceza hukukunda reform”
konusunu incelemek üzere gider. Görünüşteki amacı bu ise de asıl hedefi Amerikan
kurumlarını ve Amerika’daki demokrasiyi incelemektir. 1835 yılında yazdığı
“Amerika’da Demokrasi” kitabı asıl amacını ortaya çıkarmıştır.

 Demokrasi, Tocqueville’e göre, sürekli gelişme ve yerleşme halinde, evrensel nitelikte


bir rejimdir, geleceğin rejimidir. Artık dünün aristokratik ve ayrıcalığa dayalı toplumu
eskimiştir, hiyerarşiye ve eşitsizliğe dayalı bu düzen yerinde yasanın üstünlüğüne ve
eşitliğe dayalı yeni düzen demokrasi yerleşecektir.

Amerikan Demokrasisi’nin Temel Dayanakları: Eşitlik ve Özgürlük

 Hürriyet ve eşitliğin uç bir noktada buluşup karışması hayalini kurmak imkansız


değildir. Halkın yönetimde görev aldığını ve her bireyin bunu gerçekleştirmekte eşit
hakka sahip olduğunu varsayalım. Hiç kimsenin bir diğerinde, bir üstünlük ya da
ayrıcalık kurması söz konusu olmadığından baskı uygulayamaz. Her birey tümüyle
özgürdür, çünkü her birey bir diğerine eşittir.

 Demokrasinin esasında, özünde eşitliğin özgürlükten daha üstün olduğuna inanan


Tocqueville, eşitliğe dayalı bir toplumda özgürlükten söz edilebileceğini savunur.

 Eşitlik ilkesi politik dünyada uygulanmadığı halde halk tarafından uygulanabilir bir
niteliktedir. İnsanlar yönetimde eşit görevler almasalar bile aynı biçimde yaşama ve
servet arama hakları vardır.

 Demokrasi Tocqueville için bir yönetim biçimi olmaktan çok bir yaşam biçimi, bir
toplum statüsü, durumudur.

ÇOĞULCU TOPLUM ANLAYIŞI

Egemenliğin kaynağının kendinde olduğunu bilen toplum, yasama, yürütme hatta yargı
güçlerinin belirlenmesinde kendisine danışıldığını görünce, bir kere oy vermekle görevini
yerine getirdiğine inanacak, kendi iradesinin eseri olarak ortaya çıkan bu organizasyona
uymakla aslında kendi iradesine uyduğunu anlayacaktır.

 Bunun sonucunda, yönetimin tümüyle iyi yolda olduğu kanısıyla kendi küçük
dünyasına çekilecek, siyasal iktidarla diyalog arayışına girme, onu denetleme gibi
fonksiyonlarını giderek unutacaktır.

 Böyle bir tutum, küçük karar mihraklarını ortadan kaldıracağı gibi denetlenmeyen
iktidarın merkezileşmesi tehlikesini doğurur. Bu ise beraberinde iki tehlikeyi birlikte
getirir: sosyal çatışmanın ortadan kalkması ve iktidarın yaygın baskısı yüzünden
atomlaşmış bireyin siyasetle ilgisinin kesilmesi.
 Çözümü siyasal özgürlükte buluyor Tocqueville. Demokratik toplum düzeninin temeli
olan eşitlik- özgürlük ikileminin işlerlik kazanabilmesi, düşünüre göre kişilerin özgür
kurumlarda örgütlenmeleri ile mümkün olabilecektir.

 Bu kanaldan geçerek kişiler de kendilerini siyasetle ilginin başladığı odak noktasında


bulurlar. Kişisel sorumluluğa kavuşan insanoğlu kamunun yönetimine katılır. Sonuçta
çeşitli örgütlerle bir araya gelmiş gruplarla siyasal iktidarın zorunlu bir diyalog içinde
olduğunu görürüz.

EKONOMİK İKTİDAR- SİYASAL İKTİDAR İLİŞKİSİ İÇİNDE ULUS DEVLET VE


KÜRESELLEŞME

 Çağdaş Liberal Devletin Küreselleşmesi

 Küreselleşme, başlangıçta çok uluslu şirketlerin literatürüne özgü olarak sınırlı bir
şekilde kullanılırken, bugün dünyanın yeni siyasal ve ekonomik düzenini ifade eden
bir fetişe dönüşmüştür.

 Bir olayın veya metanın dünyanın her yerine ya da pek çok bölgesine yayılmasını
ifade eden küreselleşme, bir coğrafi birim olarak dünyanın tümünün bütünleşmesine
yani global bir topluma ve global bir kültüre sahip olma durumuna gelmesine işaret
eder.

 Küreselleşme ile altı çizilen olgu, ekonomik sosyal ve siyasal faaliyetlerin kapsam
bakımından dünya ölçüsünde ulaştığı ve modern dünya topluluğunu oluşturan
devletler ve toplumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık düzeyinde artış olduğudur.

 Siyasal düzeyde küreselleşme, geniş anlamda piyasaların ekonomik ve toplumsal


sorunların çözümü için en etkili yol olmasını ifade eder. Dar anlamda ise, siyasal
mekanın devletler üstü bir tarzda yeniden eklemlenmesi ve devletlerarası ilişkilerin,
artık evrensel ya da bölgesel uluslar arası örgütlerin çatısı altında, yeni bir
düzenlemeye girmesi manasına gelir.

 Küresel yönetim sisteminin yaratılması ile ilgili bir kavramdır.

SİYASETİN KÜRESELLEŞMESİNE YÖN VEREN ÖZNE: BÜYÜK SERMAYE

 Siyasal küreselleşmenin altında yatan temel etken, üretim ve finansmanın


uluslararasılaşmasıyla, dünya çapında görülen ekonomik bütünleşmedir. Bu
bütünleşmenin ardında ise, bir ekonomik program ve programı uygulamaya sokan çok
uluslu ya da ulusal üstü şirketler bulunmaktadır.

 Son yıllarda kimi bilim adamlarının varlığı konusunda sağlam argümanlar


geliştirdikleri ulusal üstü sermaye sınıfı, dünya burjuvazisinin bir parçası olarak
görülmekte ve dünya üzerindeki hatırı sayılır yönetim araçlarının sahibi ulusal üstü
şirket ve özel finans kurumlarını temsil ettiği belirtilmektedir.
 Fakat bu durum ulusal üstü sermaye sınıfının, sadece üretim araçlarının mülkiyet ve
kontrolünü bulunduranlardan oluştuğu anlamına gelmemektedir.

 Bu sınıfın politika ile ilgisi üzerinde yoğunlaşan Sklair, ulusal üstü sermaye sınıfının
maddi temelinin sahip olunan veya kontrol edilen şirketlere dayandığını belirtmekle
birlikte, onu temelde 4 gruptan oluştuğunu ifade etmektedir: şirket yöneticileri ve
onların yerel bağlantıları (şirket fraksiyonu), küreselleşen bürokratlar ve politikacılar
(devlet fraksiyonu), küreselleşen profesyonel yöneticiler (teknik fraksiyon)ve tacirler
ile medya (tüketici fraksiyon).

 Ulusal üstü sermaye sınıfını, kapitalizmin ulus-devlet aşamasından ulusal üstü


aşamaya geçişi bağlamında açıklamak mümkündür. Bu konuda, Robinson ve Harris,
kapitalizmin ulusal üstü aşamaya geçişinin birincil karakterinin, üretim sürecinin
küresel olarak tasarlanması ve ulusal üretim yapılanmasının uluslar üstü entegrasyonu
olduğunu ifade etmektedirler.

 Küreselleşmenin taşıyıcı sınıfının ya da öznesinin ulusal üstü sermaye sınıfı olduğunu


söylemek akla yatkın gözükmektedir. Gerçekten ulusal üstü sermaye, hem dünya
ekonomisi üzerinde büyük ölçüde kontrole sahiptir, hem de tek tek ulus devletlerin
ötesinde organize olmuştur.

 Günümüzde en büyük çok uluslu şirketler ABD, Japonya ve Avrupa ülkeleri ulusal
tabanında yer almaktadır. ’95’ verilerine göre dünyadaki en büyük 200 çok uluslu
şirketten Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa dışında, başka bir ülkeye bağlı olanların
sayısı sadece 10'dur.

 Ticaret yatırım ve finansal hareketler de daha çok Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya
üzerinde yoğunlaşmış durumdadır ve 3. dünya ülkeleri yatırım ve ticarette marjinal
kalmışlardır. Dolayısıyla küreselleşmenin, dünya çapında bir burjuvazi- proleter (en
alt sınıftan yurttaş) ayrımı yaratmaktan çok, zaten var olan güney-kuzey ya da birinci
dünya- ikinci dünya ayrımını derinleştirdiğini söylemek mümkündür.

 Ekonomik küreselleşme ulusallıktan yoksun değildir. Küreselleşme, Mann’ın da


belirttiği gibi, gerçekte Amerikan patentli bir olgudur.

 Ekonomik gücü eline geçiren ulusal üstü sermaye sınıfı, siyasal iktidarı kendi çıkarları
doğrultusunda biçimlendirmek istemektedir. Ulusal tabana dayanan ama aynı zamanda
ulusal üstü bir nitelik arz eden büyük sermayeyi küreselleşmenin öznesi yapan bu
istektir.

KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

1)Küreselleşme – Ulus Devlet İlişkisi Konusundaki Argümanlar

• Küreselleşme ile ilgili tartışmaların temel gönderim noktalarından birisi ve en


önemlisi,ulus devletin içine düştüğü krizdir.Bu durumu en iyi anlatan ifadelerden
birini ise Daniel Bell kullanmıştır:
• ‘’Ulus devlet yaşamın büyük sorunları için çok küçük,küçük sorunları bakımından ise
çok büyüktür’’

• Habermas Ulus-devletlerin

• Küreselleşme karşısındaki konumunu şu çarpıcı ifadeyle belirtmiştir:

• ‘Geçmişte ulusal ekonomiler devlet sınırları içinde yer alırken,şimdi artık devletler
pazarların içine yerleşmiş durumdadırlar.’

• Küresel ekonomik ilişkilerin bu şekilde yoğunlaşması sınırların muğlaklığını da


beraberinde getirmektedir.Ancak daha önemlisi,bu muğlaklığın ekonomiyle sınırlı
kalmayıp siyasal sonuçlara da yol açmasıdır.Konuya ilişkin önemli bir çalışmasında
Held,küreselleşme süreci ile birlikte ulus devletin içine düştüğü siyasal durumu şu
şekilde ifade etmektedir:

1)Ekonomik ve kültürel bağların artması,ulus devlet düzeyinde yönetimin etkinliğini ve


gücünü azaltmıştır.Kendi sınırları içindeki düşüncelerin ve ekonomik değerlerin akış,ulus
devletlerce kontrol edilememektedir.Böylece devletlerin iç siyasal enstrümanları etkisiz
kalmaktadır.

2)Ulusalüstü güçler geliştiği için devlet iktidarı zayıflamaktadır.Ulusalüstü şirketler çoğu


hükümetlerden daha büyük ve güçlüdür.

3)Bu nedenden ötürü geleneksel olarak devletlerin sorumluluğunda bulunan pek çok alanın
uluslararası ya da hükümetler arası temelde koordine edilmesi gerekmektedir.

4)Devletelr,egemenliklerini,Avrupa Birliği gibi,daha büyük politik birlikler içine aktarmak


zorunda kalmaktadırlar.Buna NATO ve OPEC gibi çok taraflı antlaşmalar veya BM,DTÖ ve
IMF gibi uluslararası organizasyonlar da dahildir.

• Bu yüzden devlet iktidarlarını sınırlayan küresel bir yönetim sistemi doğmaktadır.Bu


da yasama ve yürütme gücüyle ulusalüstü devletin doğuşuna temel hazırlamaktadır.

Ulus Devletlerin Ekonomik Etkinlik Alanının Daralması

• Günümüzde hiçbir devletin kendini bir takım düzenlemelerin dışında tutamadığı


görülmektedir.Devletler, özellikle ekonomik açıdan WTO,Dünya Bankası ve IMF gibi
örgütlerin dışında kalamamakta,bu örgütlerin öngördüğü koşulları kabul etmek
zorunluluğuyla yüz yüze gelmektedirler.Buradan yola çıkarak ekonomik
bütünleşmenin devletin ekonomi üzerindeki hükümranlığını daralttığını söylemek
yanlış olmayacaktır.
Uluslararası Hukukun Üstünlüğü Ve Değişen Egemenlik Anlayışı

A)İnsan Haklarının Uluslararası Düzeyde Korunması

• Devletlerin egemenlik alanının daralması ekonomi dışı alanlara da


yansımıştır.Özellikle hukukun küreselleşmesinin,egemenlik kavramını temelden
sarsan bir nitelik taşıdığı vurgulanmakta ve devletlerin kanun koyucu olarak eskisi
kadar bağımsız olmalarının imkansızlığına dikkat çekmek gerekir.Gerçekten de birçok
devletin,özellikle insan hakları alanında iç hukuku küresel standartlara uydurmak gibi
bir kaygı taşıdığı görülmektedir.Başka bir deyişle devletler ekonomik alanda olduğu
gibi insan hakları ve demokrasi alanlarında da uluslararası standartlara uymak
yükümlülüğü altına girmektedirler.Uluslararası hukuk,iktidarlara,ulus devleti aşan
sorumluluklar yüklemektedir.İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve AİHS bu bağlamda
oldukça önemlidir.

• Gerek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
gerekse bu konudaki diğer belgeler,insan haklarını devletlerin iç işlerine ilişkin bir
konu olmaktan çıkarmıştır.Artık devletlerin,insan haklarının uluslararası bir boyut
kazanması karşısında egemenlik kavramına dayanarak sorumluluktan kaçmaları
mümkün değildir.Bu durum klasik egemenlik anlayışının aşıldığının bir göstergesidir.

B)Yerel Kimliklere Yapılan Vurgu ve Ulusun Parçalanması

Devlet egemenliği,yurttaşlarıyla olan münasebetler açısından da daralma


yaşamaktadır.Önceden tüm erki merkezileştiren ve özünde toplayan ulus devlet,küreselleşme
ile birlikte etnik farklılıkları tanıyan ve türdeşleştirici politikalardan arınan bir yapıya
bürünmektedir.Artık ulusun birleştirici gücü tartışmaya açılmakta ve çok kültürlülük
tartışılmaya başlamaktadır.Felsefi köken olarak post-modern görüşe dayanan çok kültürlülük
ulus devlet içinde eşit yurttaşlık anlayışını yeterli bulmaz.Farklılıkların yaşama geçirilmesi
gerektiğini savunur ve ulusu alt kimliklere ayırır.

Ulusalüstü Aktörlerin Güçlenmesi ve Bir Ulusalüstü Aktör Olarak Avrupa Birliği

Günümüzde uluslararası alanda boy gösteren büyük sermayenin yönlendirdiği ekonomik


gelişmeler,dünya ölçeğinde fakat özellikle çevre bölgelerde ulus devleti bir alt sistem haline
getirmeye yönelmektedir.Artık ulus devlet ile kapitalizm arasındaki bağ kopmak
üzeredir.Kapitalizm ulus devlet anlayışını ekonominin gelişmesine engel olarak görmekte ve
onu ayak bağı olarak kabul etmektedir.

Şu an için uluslararası sermayenin çıkarlarını dünya ölçeğinde koruyacak bir siyasal birim
bulunmamaktadır.Sorun şimdilik bir ara çözüm ile,ulus devleti aşan ama tam da küresel bir
ölçekte olmayan ekonomik ve siyasal alanlar yaratılarak aşılmaya çalışılmaktadır.Dünya
ekonomisinin NAFTA,Avrupa Birliği ve Japonya üzerinde oluşan bölgeselleşmiş bir ekonomi
olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Küreselleşen dünya,tek sistemli bir dünyadır.Sistemi ekonomik çerçevesi IMF,Dünya Bankası


ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından çizilmektedir ve yapılan düzenlemelerle uluslararası
ticaret alanında ortak bir hukuka doğru gidilmektedir.Bölgeselleşme sistem içindeki rekabetin
ve bu rekabet sonucu oluşan çeşitli güç odaklarının sonucudur.Nitekim önemli bir ulusalüstü
aktör olan AB,Japonya ve ABD’den gelen ekonomik meydan okumalara karşı gelebilmek için
oluşturulmuştur.

Ulus devleti aşan ekonomik blokların örgütlenmesinin konfederal mi,federal mi yoksa üniter
mi olacağı hala önemli bir sorun oalrak ortadadır.Bu konudaki en somut adım Avrupa
Birliğidir ve Birliğin akıbeti bölgesel oluşumların siyasal geleceği hakkında önemli bir
gösterge olacaktır.Avrupa Birliği bir federasyon özelliği taşımasa bile ulus devlet modeli
açısından yeni bir yapılanmayı temsil etmekte ve bünyesindeki devletleri yeni koşulalra
uymaya,bu koşullara göre yapılanmaya zorlamaktadır.Bu açıkça devlet yetkilerinin aşılması
ve egemenlik alanını daralması anlamına gelmektedir.

ÇIKARILAN SONUÇLAR

• Özetle belirtmek gerekirse ulus devletin,sınırları aşan ekonomik ilişkiler


dolayısıyla,ulusalüstü sermaye ve onu destekleyen aktörlerce dışarıdan kuşatılmış
olduğu görülmektedir.Bu durum sermayenin ulus devlete ihtiyacı kalmadığı,tersine
kendisinin ulus devleti yönlendiren bir aşamaya geldiğinin göstergesi olarak kabul
edilebilir.Fakat sonucunun,ulus devletin erimesi,ortadan kalkması ya da egemenlik
olgusunun bütünüyle bittiği şeklinde yorumlanmasının yerinde bir tutum olup
olmadığı tartışmalı bir konudur.Bu konudaki iki temel fikre göre :

• 1)Ulus devlet fiilen geçersizdir.

• 2)Ulus devlet değişmemiştir.

KÜRESELLEŞME VE DEMOKRASİ

Modern demokrasi;erkini ulus adına kullandığını iddia ederek yarattığı zorlamayı bu


gerekçeyle haklı gösteren bir iktidar türünü ifade eden ulus devletin içinde doğmuş ve
gelişimini sürdürmüştür.Bu varsayım tüm yurttaşların oy hakkına sahip olmaları sonucunu
doğurmaktadır.Liberal demokrasinin 2 önemli özelliği vardır:

1)ulusa dayanır

2)bir ülkede örgütlenen güçlü devlet yapısı içerisinde gelişmiştir.

HELD dünyadaki sorunların eski sistemle çözülemeyeceğini bu yüzden demokratik


politikanın tekrardan uygulanmasını gerektiğinden bahseder.AB gibi bölgesel güçlerin
gelişmesi bu noktada önemli olup Avrupa,birlik sayesinde yeni işbirliği mekanizmaları
yaratmış ve insan haklarını güçlendirmiştir.Ona göre bu oluşumlar bölgesel ve küresel
sorunları tartışmanın yeni yollarını oluşturma yolunda ilerlemektedir

HABERNAS;demokratik kararların alınmasına katılanlar ile bu kararların uygulanmasından


etkilenenlerin birbiriyle örtüşmediği durumlarda meşruiyet eksikliğinin ortaya çıkağından
bahseder.Ona göre böyle bir durum küreselleşme ile meydana gelir.Devlet bu örtüşmeyi
devletlerarası antlaşmalarla sağlamaya çalıştığında demokratik meşruiyet yara
almaktadır.Örneğin AB bünyesinde Brüksel uzmanlar kurulu tarafından yürütülen karar alma
prosedürü

Diğer bir yaklaşım ise küreselleşmenin demokrasiyi zayıflatacağını savunur ve modern


demokrasi ile güçlü devlet yapısı arasında doğrudan ilişki kurar.Devletin güçlü olmasıyla
toplumun güçlü olması arasında bağlantı olduğunu savunur ve devlet ile toplum ne kadar
güçlüyse demokrasinin de bir o kadar güçlü olduğunu düşünür. Bu yaklaşımcılara göre
küreselleşme vasıfsızları sosyal ve siyasal toplumdan iterek dışlayıcı bir rol oynamaktadır ve
refah devleti ile demokrasinin altını oymaktadır.

SONUÇ

Küreselleşme ile birlikte ulus devlet değişip dönüşüyor ve bir takım işlevleri azalıyor.Bütün
bu değişim sonucunda ulus devlet uluslar arası sermaye açısından daha kullanışlı hale geliyor.

Küreselleşme ulus devletleri bölgesel ekonomik ve siyasal oluşumların içinde yer almaya
itiyor.Devletler yetkilerinin bir kısmını bu oluşumlara bırakıyor ve bu nokta da ulus devlet
egemenliği zedeleniyor.

KÜRESELLEŞMEDE TÜRKİYE ÖRNEĞİ

• CUMHURİYET ÖNCESİ:OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ

• İMPARATORLUKTAN ULUS DEVLETE

• CUMHURİYET DÖNEMİ:KURULUŞ VE SONRASI

CUMHURİYET ÖNCESİ:OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ

• İmparatorlukta çok çeşitli etnik ve dinsel kökenli topluluk birlikte yaşamıştır.

• Gaza ve fetih ilkeleri bu dönemde esas alınmıştır.16. yüzyılın 2. yarısında fetihlerin


durmasıyla imparatorluk gücünü kaybetmeye başlamıştır.

• Batıda kralın üstün iktidarı hukuki ilkelere bağlanırken,Osmanlı rejimi mutlak


hükümdarlıktır.

• Osmanlı sultanının “halife” oluşu,ruhani ve dünyevi otoritenin tek elde toplanmasına


neden olmuştur.

• Devlet yapılanmasında islami ilkelerin ele alınması “mutlak itaati” güçlendirmiştir.


• İslam devlet anlayışına göre mutlak iktidar Tanrıdır.Siyasal iktidar onun koyduğu
kurallar ile sınırlıdır.Tanrı,egemenliği hükümdara değil Müslümanlara yani ümmete
vermiştir.Dolayısıyla halife Tanrı’nın değil ümmetin temsilcisidir.

• Devlet yapılanması dini inanç esasına göre “millet” adı verilen gruplardan
oluşmaktadır.

• Dolayısıyla “ulus” bilinci gelişmemiş ve ulus devletin ortaya çıkması çok sonraya
kalmıştır.

• Sosyo-ekonomi yapı toprak mülkiyetinden oluşur.

İMPARATORLUKTAN ULUS DEVLETE

• Ulus devlette egemenlik ulusta iken,Osmanlı imparatorluğunda ilahi kaynaklı


egemenlik anlayışı sürüyordu.

• 1921 anayasası ile ulusal egemenlik ilkesi kabul edilerek ulus devletin doğuşu
gerçekleşmiştir.

• 1921 anayasası kurtuluş savaşı devam ederken kabul edilen bir anayasadır ve yeni
Türk devletinin kurulduğunun işaretidir .

• Bu anayasa ile birlikte kuvvetler esasına dayalı meclis hükümeti sistemi kabul
edilmiştir.

• 1921 Anayasası Cumhuriyetin gereksinimlerini karşılamadığından 1924 Anayasası


çıkarılmıştır.

• Bu Anayasa ise parlamenter sistemin özelliklerini hatırlatmaktır ve kuvvetler birliği


esasına bağlı kalınmıştır.

1924 Anayasası ilköğretimin zorunlu ve parasız olması dışında sosyal ve ekonomik haklara
yer vermemiştir

CUMHURİYET DÖNEMİ:KURULUŞ VE SONRASI

İmparatorluktan Türkiye Cumhuriyeti devletine geçişin temelinde Sivas kongresi ve misak-ı


milli ilkeleri bulunmaktadır.

Misak-ı Milliyi tamamlayan ve İzmirde toplanan iktisat kongresinde kabul edilen bir de
Misak-ı İktisadi bulunmaktadır

Kongreye göre ülkemiz savaştan yeni çıktığı için azınlığın elinde bulunan ticaret ve sanayi
devletin de yardımıyla milli tüccar ve sanayicilerimizin eline geçmesi için gerekli çalışmalar
yapılacak,gerekli işçi sınıfı bulunarak örgütlenecek ve birlikte el ele ülkenin kalkınması
sağlanacaktır.Bu çerçevede gerek Ticaret gerekse amele birliklerinin getirdiği kimi öneriler
kabul edildi.Bunlar:yerli malın giyilmesi,tekellerden kaçınılması,sanayiciye kredi sağlanması.
Ülkemiz için en iyi tanımlama tarımdan sanayiye,köylü toplumundan kentli topluma geçiş
aşamasında olduğumuza ilişkin olanıdır.

Yasanın gerekçesi şudur ”yurdumuzda bir kargaşası mevcuttur.Büyük şehirlerde imar


mevzuatına aykırı yapılaşma düzenli yapılara oranla daha büyük boyutlara
ulaşmıştır.Katlanarak büyüyen şehirleşmeye karşılık inşaata hazır arsa arzı ve sosyal konut
üretimi yeterli oranda gerçekleştirilememiştir.vatandaşların asgari fen ve sağlık koşullarına
uygun olmasa dahi bir barınağa sahip olma istekleri böyle bir yapılaşmayı meydana
getirmiştir.”

• Yasa ise böyle çarpık barınmalara karşı SSK prim ve cezalarının ödenmemesini
öngörmüştür.

• Böyle bir olgu yani çarpık kentleşme hiçbir zaman incelenmemiş;nedenleri ve


çözümleri araştırılmamış sadece bu durumu meşrulaştırıcı yasal bir düzenleme ile
yetinilmiştir

TARIM VE TOPRAK REFORMU

Toprak reformu denilince geniş toprak mülkiyetinin,belirli bir tavan sınırdan yukarısının
kamulaştırılarak topraksız yada az topraklı köylülere dağıtımı anlaşılır.Tarım reformu 2.
dünya savaşından sonra ortaya çıkmış olup,salt toprağın dağıtılmasının yetersiz olduğu bunun
yanında tarımsal hayatın ve üretimin düzenlenmesi gerektiği düşüncesinden doğmuştur

Toprak reformu konusunda atılmış ilk ciddi adım 1945 yılında çıkartılan “çiftçiyi
topraklandırma kanunu”dur.Kanunun 17. maddesine göre büyük toprak sahiplerinin arazileri
ortakçı ve tarım işçilerine dağıtılmak üzere kamulaştırılabilecektir

Konuyla ilgili en önemli gelişme 1982 anayasası ile getirilen düzenlemeyle sağlanmıştır.Bu
anayasaya göre devlet;toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek üzere
topraksız olan veya yeterli toprağa sahip olmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak
amacıyla gerekli tedbirleri alabilir.Bu amaçlar dağıtılan topraklar bölünemez,miras hükümleri
dışında başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından
işletilebilir.

Hüseyin – Ayşe Buse


Genel Kamu Hukuku Kitap Özeti

FEDERAL HUKUK ÜSTÜN MÜDÜR?


Abd anayasası 6. Maddesinde söz konusu hüküm ülkenin üstün hukukunu üç tür federal
mevzuatla sınırlandırmıştır.
- anayasa metni
- Kongrenin çıkardığı federal yasalar
- Usulüne göre konulmuş uluslararası andlaşmalar
Bu mevzuatla eyalet mevzuatı çeliştiğinde eyalet yargıçları federal mevzuatı
uygulayacaklardır.
Marshall, genel olarak kongrenin çıkardığı bütün yasaları değil, yalnızca anayasaya uygun
olanların ülkenin üstün hukuku sayılacağını açıkça belirtmiştir. Bütün federal yasaların
ülkenin üstün hukuku olduğu görüşü benimsenseydi, federal devlet ile üniter devlet
arasındaki nitelik farkı kaybolacak ve sistemin kısa süre içerisinde merkeziyetçiliğe
yönelmesi söz konusu olabilecekti.
Kuşkusuz eyalet mahkemelerinin yapacağı anayasaya uygunluk denetimi abd yüksek
mahkemesinin onayından geçecektir.

EGEMENLİK KAYNAĞINDA BÖLÜNMÜŞ MÜDÜR ?


Halk egemenliğin tek sahibidir. Egemenlik kaynağı aidiyeti bakımından bölünmemiştir,
fakat kullanımı açısından bölünme söz konusudur.
Federal devlette, federal ve federe yönetimler halka ait olan egemenliği paylaşan
birimlerdir.
Federe birimler genellikle federal parlementoda oluşturulan ikinci meclisler aracılığıyla
ulusal karar alma sürecine katılırlar. Örneğin birleşik devletlerde kongrenin halkı temsil
eden birinci kanadı ile, eyaletleri temsil eden ikinci kanadı aynı metin üzerinde
anlaşamadıkça hiç bir tasarı yasalaşmaz.
Federasyon bir devletler topluluğu değil, tek bir devlettir. Federasyonlarda ulusal ordu ile
korunan tek bir ülke vardır. Bütün federal devletler eyalet halklarının üzerinde birleştirilen
bir siyasal bağ ve kimlik olarak ortak bir ulus bilincinin varlığına dayanır.
Egemenliğin kullanılması bakımından hem üniter hemde federal demokrasilerde
bölünmezlik özelliği söz konusu değildir, şu farkla ki üniter devlette tek boyutlu, federal
devlette iki boyutlu bölünme söz konusudur.

BÖLGELİ DEVLET
İtalya, özerk bölgesel yönetimlere tanınan yetkilerin büyük bir çoğunluğunu anayasa ile
güvence altına almıştır. 1947 anayasasında özerk bölgelerin adları, mali özellikleri, yasama
ve yürütme organları belirtilmiştir.

İspanya, 1978 anayasası ile bölgesel birimlere değişik derecelerde özerklik tanıması kabul
edilmiştir. Ispanyol anayasası çeşitli bölgelerin özerklik elde edebileceklerini belirtir ve
merkezi yönetimin etki alanından bölgesel yönetimlerin etki alanına aktarılabilecek
kamusal faaliyetlerin listesini vermektedir.
İspanyada her özerk yönetimin kendine özel parlementosu vardır, bu siyasal sistem giderek
federal özellikleri ağır basan bir modele doğru gitmektedir.

Fransa, 27 bölge yönetimi oluşturulmuştur, bunların yasama yetkileri yoktur. Bölgeler


ekonomik gelişmenin uyum içinde sağlanması amacıyla kurulmuştur.
1 / 33
BÖLGELİ DEVLET VE FEDERAL DEVLETİN KARŞILAŞTIRILMASI
İtalya cumhurbaşkanı gerekçe göstermek suretiyle bölge kurullarını feshetmek ve bölge
hükümet başkanını görevden alma yetkisine sahiptir.
Federal devlet sisteminde ise yetki paylaşımına ilişkin kurallar anayasa ile belirlenir ve
yönetimlerden biri tarafından tek yanlı olarak değiştirilemezler.

Özerk bölgelere ayrılmış üniter devleti federal devletten ayıran en önemli nokta, özerk
yönetimlerin yetkilerinin güvencesi olan anayasayı merkezi yönetim değiştirebilir. Federal
devlette bu söz konusu değildir.

Ulusalcı birimlere tanınan yetkilerin güvencesi bakımından yalnızca anayasalara bakmak


yanıltıcı olabilir, bunun en güzel örneği birleşik krallıktır. Hukuki açıdan üniter bir devlet
olduğuna şüphe yoktur ancak iskoçya, galler ve kuzey irlandaya özerklik tanımıştır. Tüm
bu düzenlemeler yasa niteliğindeki işlemlerle güvence altına alınmıştır. Yazılı bir anayasası
bulunmayan birleşik krallıkta parlementonun üstünlüğü geçerlidir.

Özerk yönetimler yetkilerini ulusal yönetimlerden alan ve bu anlamda ona bağımlı bir
iktidar merkezidir. Hukuki açıdan ulusal yönetimin üstünlüğü tartışmasız kabul
edilmektedir.
Tüm bu devletlerin birbirinden ayrılması devletlerin farklı nitelikteki siyasal
örgütlenmelerinden kaynaklanmaktadır.

FEDERAL DEVLET KONFEDERASYON KARŞILAŞTIRILMASI


Geniş anlamıyla, egemen devletlerin oluşturduğu federal devletten daha gevşek nitelikteki
tüm siyasal örgütlenmeleri ifade eder.
Dar anlamıyla, egemen devletlerin egemenliklerini yitirmeksizin savunma veya ekonomi
gibi konularda ortak politika izlemek üzere oluşturdukları birliklerdir.

Uluslararası hukuk bakımından federal devleti oluşturan siyasal birimler egemen devlet
statüsünde değillerdir. Konfederasyonda ise devletler egemenliklerini ve uluslararası
kişiliklerini korurlar. Federasyon uluslararası hukuk bakımından tek bir devlettir,
konfederasyon ise devletler topluluğudur.

Federal devlette onu oluşturan birimlerin hukuki yönden eşitliği söz konusudur.
Konfederasyonda ise üye devletler ile oluşturulan genel yönetim arasında eşitlik yoktur,
konfederal organlar üye devletlere bağımlıdır.

Konfederasyonda üye devletlerin ayrılma hakkı vardır, federal devlette ise bu hak
tanınmamıştır.

Konfederasyonda dış politika ve askeri güçlerin kontrolü esas olarak üye devletlerin
elindedir, federal devlette ise dış ilişkiler ve ulusal güvenlik federal yönetimin yetki alanına
girer.

Konfederasyonda vergilendirme yetkisi üye devletlere aittir, federasyonda ise bu yetki


federal ve federe yönetimler tarafından kullanılınır.

2 / 33
MODERN SİYASAL İDEOLOJİLER
Siyasal ideoloji, mevcut iktidar ilişkilerini sürdürmeyi değiştirmeyi veya yıkmayı
amaçlayan fikirler bütünüdür. Bunlar; liberalizm, marksizm, faşizm, nasyonel-sosyolizm ve
anarşizmdir.

Liberalizm
Liberalizm bireyci bir ideolojidir. Bireyi kendi başına bir değer olarak kabul eder.
Ortaya çıkışı 17. Ve 18. Yüzyılda söz konusu olmuştur. Mutlakiyetçi yönetimlere karşı
burjuvazinin haklarını savunmuştur. 20.yüzyılda ise kendi içinde köklü bir değişim geçirir,
sosyal liberalizm olarak adlandırılan “sosyal devlet” anlayışı ortaya çıkar.

Felsefi anlamda bireycilik, bireyin başlı başına en üstün değer olması toplum ve devlet
içinde tek gerçek varlık olarak kabul edilmiştir.
Siyasal anlamda bireycilik, bireyi devletin kaynağı ve amacı olarak görmektedir. Bildirgede
“ her siyasal birleşmenin amacı doğal insan haklarının korunmasıdır” denmiştir. Devletin
kendine özgü bir amacı olmayıp bireyin mutluluğunu amaçlar.
Sosyolojik anlamda bireycilik, bireyin toplumun temeli olarak kabul edilmesidir. Bireycilik
ol kadar öne çıkarılmıştır ki aileden bile söz edilmemiştir.
Ekonomik anlamda bireycilik, bireyi ekonomik faaliyetlerin temel faktörü olarak kabul
eder. Bireyin özel mülkiyetine dokunulmaz ve kutsaldır. Devletin ekonomik faaliyetlere
dokunmaması durumunda en mükemmel biçimde işleyeceğini savunur.

Siyasal liberalizm ekonomik liberalizm;


Liberal sözcüğü daha çok ekonomik liberalizm olarak anlaşılmıştır. Sömürüyü baskıyı,
çalışanların sefaletini çağrıştıran olumsuz bir anlam kazanmıştır. Liberal sözcüğünün bu
olumsuz duyguların yaşandığı dönemde yaygınlaşması , siyasal liberalizmi savunan
düşünürlerinde bu yönüyle etkilenmesine sebep olmuştur. Sartorie göre bu talihsiz
rastlantı olmasaydı siyasal özgürlük sorununu bir çevreye ekonomik özgürlük sorununu
başka bir çevreye yerleştirmek üzere iki ayrı isi kullanıyor olacaktık.

Devlet iktidarının sınırı;


Liberal ideoloji devleti sınırlı yetkilere sahip bir kurum olarak kabul eder. Jhon lock’e göre
bu sınır yetkiler adaletin ve güvenliğin sağlanmasıyla sınırlıdır. Liberalizim devletin rolünü
adeta gece bekçisi konumuna indirgemiştir. Liberal bir rejim monarşik aristokratik veya
demokrasi olabillir. Önemli olan bu iktidarın yanlıca gece bekçisi rolünü üstlenmesi,
güvenlik ve adalet dışında hiç bir konuya karışmamasıdır.

Özgürlük liberalizmin temel değeridir. Bireye toplum ve devlet karşısındaki üstün


konumunu sağlayan , onun özgür bir varlık olmasıdır. ö<gürlük olmadan diğer değerlere
ulaşmak mümkün değildir. Yani insanların doğuştan özgür olduğunu kabul eder. Özgürlük
günümüzde klasik haklar olarak adlandırılır. Bireyin özgürlüğünü kullanmak için
gereksindiği tek şey serbest olmak ve kısıtlanmamaktadır. 1789 bildirgesinde özgürlük
başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmek olarak tanımlanmıştır.

Liberal eşitlik anlayışının temelinde herkesin sırf insan olduğu için aynı ahlaki değere
sahip olduğu inancı vardır. Herkes ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun insan
olarak eşit değer ve saygıyı hakeder. Günümüzde bu kanun önünde eşitlik ilkesiyle
uygulanır. Ancak liberal eşitlik anlayışı sosyal ve ekonomik eşitliği içermez.

Liberalizde özgürlük , demokraside eşitlik var denmiştir ancak bu genelleme doğru değildir.
Liberalizm yalnızca özgürlük, demokrasi yalnızca eşitlik demek değildir. Liberal düşüncede
3 / 33
kanun önünde eşitlik ilkesi güvence altına alındığında adil bir sosyal düzenin kurulacağı
öngörüsünde bulunur. Böyle bir toplumda herkes yetenekleri doğrultusunda kendini
geliştirebilir, onurlu bir hayatı sağlayacak refah düzeyine ulaşabilir.
Ancak libero ekonomide bu iyimser inanç gerçekleşmemiş aksine bireyin özgürlüğünü
anlamsız kılan sömürü , baskı ve eşitsizlikler ortaya çıkmıştır.

Sosyal Devlet
19.yy liberalizmin eşitlik özgürlük ve demokrasi anlayışının teoride kaldığının uygulanabilir
tarafının olmadığını göstermiştir. Bunun sebebi devletin ekonomiye müdahale
etmediğinde geniş kitleler bakımından toplumdaki eşitsizlikler derinlemiş hak ve
özgürlükler kullanılamaz hale gelmiştir. Sonuçta vahşi kapitalizm bütün bu iyimser
beklentileri ortadan kaldırmıştır. Bu sebeple artık sosyal liberalizm veya modern liberalizm
veya sosyal devletten söz edilmektedir. Sosyal devlet anlayışı 1961 anayası ile ülkemizde
benimsenmiştir.

Sosyal devlet anlayışı siyasi liberalizmin temel ilkelerini korumakla birlikte uygulanmada
görünen olumsuzlukları gidermek üzere yeni ilkeler ve yaklaşımlar getirir. Bu anlayış
çerçevesinde bireyin devletin kaynağı ve amacı olduğu ilkesi geçerliliğini sürdürür ancak
bireyin oluşturduğu çeşitli doğal sosyal ekonomik veya kültürel kurumlarda dikkate
alınmaktadır. Bu kurumların başında aile gelir.

Sosyal hakların baskın özelliği liberalizmde devletin bireyi serbest bırakması ile
kendiliğinden gerçekleşmemesi tersine devletin eğitim , sağlık, sosyal , güvenlik gibi bir
kamu hizmeti tesisi etmesiyle kullanılabilecektir. Liberalizmin özgürlük anlayışıyla bazıları
özel mülkiyet ve miras kurumu sayesinde hiç çalışmadan bolluk içinde yaşayabiliyorken
yoksul bir ailede doğanlar ömür boyu çalışırken asgari gereksinimlerini bile
karşılayamıyorlar. Öyleyse sosyal devlet anlayışında kanun önünde eşitlik ilkesi, fırsat
eşitliği ilkesiyle değiştirilmelidir.

Sosyal devlet anlayışı liberalizmin kendiliğinden gerçekleşmeyen sosyal ve ekonomik


demokrasisini yasal ve ekonomik düzenlemelerle ve devletin desteğiyle
gerçekleştirmektedir. Liberalizmde toplumun temel birimi bireydir. Develet yapısı yalnızca
bireyi temsil eder. Sosyal devlet anlayışında toplumun temelinde yalnızca birey değil
bireyin oluşturduğu kurumlarda yer alır. Dolayısıyla bu kurumlar devletin yapısında temsil
edilir. ( sendikalar, meslek odaları korporatif kurumlar denir. Korporatif temsil) siyasal
temsilde seçilen vekiller kendilerini seçenleri veya seçildikleri bölgeyi değil ulusu temsil
eder. Oysa korporatif temsilde vekil kendisini seçen kurumun temsilcisidir. Siyasal temsilde
eşitlik ilkesi tam olarak korunabilir.her bireyin tek oy hakkı vardır . Oysa korporatif
temsilde birden çok üyesi olan kişi, birden çok oy hakkına sahip olacaktır.

Marksizm
Marksizm bireyciliği esas alan , liberalizmden farklı olarak toplumcu bir ideolojidir.
Toplumculuk toplumun yararını bireyde yararın üstünde tutar. Marksizm sosyalizmin
erken dönem evrimci geleneğine ait bir ideolojidir. Lefebvre göre ; 20. yy ortaya çıkan 3
büyük dünya görüşü vardır. Hristiyan dünya görüşü , bireyci dünya görüşü (liberalizm) ve
marksist dünya görüşü. Marksist dünya görüşü şu yada bu düşünürün eseri değil bir
çağırın eseri ve açıklanmasıdır. Karl Max sanayi çağının büyük sorunlarını dile getiren ve o
sorunlara çözümlere üreten bir dünya görüşü olmuştur.

Marksizm felsefesi , diyalektik materyalizmdir. Diyalektik akıl yürütme ve analiz tez,


antitez, sentez üçlüsünden oluşur. Peki düşünürler neden çelişir ? Genel görüşe göre
4 / 33
düşünürlerin çelişmesinin nedeni insanın bilgisiz olması ve hata yapmasıdır. marksizme
göre ise tüm varlılar birbirlerine karşıt birbirileriyle çelişen ögelerden oluşur. Herşey kendi
zıttını içinde barındırır. Dolayısıyla çelişen unsurlara gerçeğin bir parçasıdır. Gerçekliğe
ancak diyalektik yöntemle ulaşılabilir. Hegel’e göre tüm varlığın temeli olan mutlak varlık
kendi içinde değişim ve gelişim geçiri. Bu değişim tez, antitez ve sentez aşamaları olarak
belirlenir.

Marksizm, 19.yy kadar ki köleci toplum, feodal tolum ve kapitalist toplum olarak
sınıflandırmış. Kapitalizmden sonraki aşamayı ise proletarya diktatörlüğü ve sosyalizim
aşamalarından geçilerek ulaşılcak olan sınıfsız ve kominist bir toplum olarak öngörmüştür.

Marksizm, insana doğa karşısında üstün ve ayrıcalıklı bir yer verir. Ahlaki tercihler
yapabilme kapasitesi insanı eşsiz bir konuma yükseltmektedir. Bununla birlikte çalışkan
olması sayesinde doğayı değiştirebilme gücüne sahip olması etken gösterilmektedir.

Özgürlüğün doğumla birlikte kazanılması düşüncesi çok cazip olmakla beraber, Marksizm’e
göre gerçekçi bir yaklaşım değildir, özgürlük ve eşitlik ancak insanın mücadelesi ile
kazanılabilir demiştir. İnsanlar teknolojiler geliştirerek doğayı denetim altına alır, doğaya
karşı özgürlüğünü kazanır ancak kısa bir süre sonra sosyal kölelik doğar. Özel mülkiyetin
çıkmasıyla gerçekleşir bu durum.

Marksizm, kapitalist toplumda ortaya çıkan köleliği insanın insana bağımlılığını


“yabancılaşma” kavramı ile açıklar.
Yabancılaşma, insanın kendini özgür gücüne sahip bir varlık olarak göreme gücünü
kaybetmesidir. Yabancılaşmanın nedeni kapitalist ekonomik düzendir. Özgürlük tüm
biçimleriyle yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıyla mümkün olur. En başta ekonomik
yabancılaşma kaldırılmalıdır mesela toprak ve fabrikalar gibi üretim araçları üzerinde özel
mülkiyetin kaldırılması suretiyle kapitalizme son verilmelidir.
Köleliğe yol açan özel mülkiyet kalktığında sosyal sınıflarda ortadan kalkacak ve sınıfsız bir
toplum olacağından devlete de gerek kalmayacaktır, gerçek özgürlüğün bulunduğu sınıfsız
ve devletsiz bir toplum düzenine yani komünizme ulaşılacaktır.

Kominist toplumdaki özgürlükçü düzene ulaşmak için belirli aşamalardan geçmek


gerekmektedir;
- ezilen emekçi sınıf ayaklanarak kapitalist rejimi devirmesi ve iktidarı ele
geçirmesi(proletarya diktatörlüğü)
- Bir kaç yıl kadar kısa süren bu durumun ardından sınıflar ortadan kaldırılarak sosyalizm
aşamasına geçilecektir. Bu aşamada sınıflar yoktur ama devlet hala mevcuttur.
Özgürlüklerin toplumdaki herkes için güvence altına alınıp fiilen kullanılabilirliği
sağlandı halde sosyalizmin çıkarlarına aykırı kullanım biçimleri yasaklanacaktır.
- Gerçek özgürlük asıl devletin ortadan kalktığı komünizm aşamasında söz konusu
olacaktır. Bu düzen içersinde yabancılaşmadan kurtulmuş insan geçmişte özgürlüğünü
kısıtlayan doğaya ve topluma egemen olacaktır.
Aynı zamanda yukarıdaki aşama marksizmin eşitlik anlayışının hedefini oluşturur.

Liberal demokrasinin gerçek demokrasi olmadığını ve rejimin halkın yararına çalışmadığını


ileri sürer, kapitalist düzende demokratik kurumlar egemen sınıfın sömürüşünü
gizlemekten başka bir işe yaramaz. Bu yüzden liberal demokrasi “biçimsel demokrasidir.”
Marksizm’e göre proletarya diktatörlüğü dönemi yeni bir tür demokrasi getirecektir.
Proletarya demokrasisi olarak adlandırılan bu durum kapitalist sınıf için “diktatörlük”, işçi
sınıf için ise “demokrasi” ama her durumda liberal demokrasiden ileri bir sistem olarak
görmüştür.
5 / 33
Sosyalizm aşamasında ise gerçek demokrasiye artık çok yaklaşılmıştır, bazı sınırlamalar
olsada özgürlükler herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Üstelik kararlar
çoğunlukla değil, oy birliği ile alınmaktadır. Çünkü çıkarları çatışan sınıflar kaldırılmıştır.

Komünizm aşamasında demokrasiyi değerlendirmek saçma olucaktır, devletin olmadığı bir


düzende onun rejimini araştırmak gereksizdir ancak alınan kararlar bakımından
demokratik olup olmadığı incelenirse toplum gerçek demokrasiye ulaştığından kararlar
artık oy birliği ile alınacaktır.

Sonuç olarak marksizm öngörüleri kendi içinde tutarlı gözüksede ütopik olarak kaldı ve
bügüne dek gerçekleşmedi. Bunun sebebi kapitalistler ekonomik düzenin çökeceğini
farkedince bazı önlemler almış tekelleşmeye ve kartelleşmeye karşı yasalar çıkartmış, işçi
maaşlarını ve haklarını genişletmiş, çalışma koşullarını iyileştirerek orta sınıfı arttırmıştır.

Faşizm
20. Yüzyılda ortaya çıkan otoriter ve totaliter nitelikte bir siyasal rejimdir.
En güzel örnekleri Italyada Mussolini, Almanyada Adolf Hitlerdir.
Günlük hayatta her türlü baskıcı anlamında da kullanılmaktadır.

Faşizm konu başlığı altında italya faşizmi işlenecek, alman faşizmi ise Nasyonal Sosyalizm
başlığı altında işlenecektir.

Faşizm akılcılık, özgürlük, eşitlik, mutluluk gibi değerleri aşağılar, otorite, disiplin,
kahramanlık, savaşı ve diktatörlüğü yüceltir.
Kendi siyasal ideolojisi dışında hepsine karşıdır.

İtalyada faşizm; birinci dünya savaşı tarafları Italyayı savaşa çekmeye çalışmaktadır ve
yoğun çabalar sonucunda gizli bir anlaşma ile Ingilterenin yanında yer almıştır.
Halk buna karşı çıkmış ve yönetimi istifa ettirmiştir. 1. Dünya savaşı sonunda italya askeri
ve ekonomik açıdan tükenmiş halde savaştan çıkmıştır.
1921 yılında faşist örgütlenme Mussolini çetesi sokakları ele geçirir ve artık yeni hedefi
devleti ele geçirmek için parti kurar.

1922 yılında romaya yürür faşist militanlar romayı ablukaya alır. Çevre illerdeki yönetim
binaları işgal edilir.
Mussolini meclise girer ve çoğunluk sayesinde tüm partileri kapattırır. Yasama yetkisini
eline alarak artık yönetim biçimi demokrasi olmaktan çıkmıştır.

İtalyan ulusunun amaçları onu meydana getiren bireylerin amaçlarından üstündür.


İnsanlar ölür ama ulusun varlığı devam eder. Ulusun tüm kaynakları devletin eline
verildiğinde devlet görevini en iyi şekilde yapacaktır.

Faşizm, siyasal yapısını korporasyon olarak adlandırılan kuruluşlar üzerine inşa eder.
Korporasyon meslek kuruluşudur. Tüm meslekleri tek çatı altında toplayarak ekonomiye
bu şekilde hakim olmuştur, çalışanlar bu korporasyon kararları emredicidir.

Faşizm, özgürlüğü başıbozukluk olarak değerlendirir. İnsanların haklarından veya


özgürlüğünden bahsetmez onların sadece görevleri olduğunu söylemektedir.
Devlet herşeye müdahale edebilir, kişisel bir alan yoktur.
Aynı zamanda eşitlikte söz konusu değildir, kişiler ait oldukları korporasyonlarda yaptıkları
fonksiyona göre değerlidir veya değildir.

6 / 33
Avukat, savcı ve yargıçların işlevleri birleştirilecektir. Çünkü suçlu eylemlerinden çok
politik ahlakı açısından yargılanır. Faşizmin özgürlük ve eşitlik karşı tutumu ilk çağlardaki
organizmacı görüşüne benzediği görülür.

Demokraside farklı çıkarların savunulması söz konusudur, oysa faşizmde farklı çıkarların
olması mümkün değildir. Herkesin ortak çıkarı büyük Italyanın kuruluşu için çalışmaktır.
Çıkarlar farklı olmayınca başka partilerede gerek yoktur. Bu yüzden tek parti diktatörlüğü
vardır.

Liberaller faşizmi bir tür hastalık veya kanser olarak görmektedir. Olağanüstü dönemlerde
ortaya çıkan ve bu olağanüstü dönemler bittiğinde faşizmden geriye hiç bir şey
kalmayacaktır.

Nasyonal sosyalizm
1993-1943 yılları arasında almanyanı resmi ideolojisidir Adolf Hitlerin, rasyonel sosyalist
alman içi partisinin iktidara gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu ideoloji hem marksizm hemde
liberalizme karşıdır, bunları bireyci olarak nitelendirir.

Ulusu tek gerçek e en yüksek dayanışma kaynağı olarak görür. Hiçler bu ideolojiyi,
totaliter bir ırk devletinin ideolojisine dönüştürmüştür.
Rasyonel sosyalizmin doğuşu : birinci dünya savaşından yenik çıkan almanya 3 önemli
sorunla boğuşuyordu; bunlar 1919 tarihli versailles antlaşması , 1929 dünya ekonomik kriz ,
1919 Weimar anayası. Partiler arasındaki mücadele sempatizanların sokak mücadelesine
dönüşmüştü. Hitler geniş kitlelerin hiç bir partiye güvenin kalmadığı bir zamanda ortaya
çıkmıştır. Nazi partisi adı ile bağdaşmıyordu. Sosyalizm kelimesinin alt sosyo-ekonomik
tabakalar üzerinde güçlü etkisi vardı. 1933 seçimleri son serbest ve adil seçim omuştur ve
itler başa geçmiştir. Diktatörlüğe doğru atılan bütün adımlar, hukuka ve demokratik
usullere uygundu ancak Hitleri diktatörlüğe götüren meclis binasının yıkılması olmuştu.
Hitler düzeni sağlamak için , meclis onayı aranmaksızın anayasaya aykırı yasa çıkarabilme
yetkisi istiyordu, oylama yapıldı hile karıştırılarak bu oylamaya fitler kazandı. Böylece
almanyada parlamenter demokrasi son buldu , nazi tek siyasal parti oldu.

Irk devletinin kuruluşu


Hitlerin amacı , üstün ırk yaratma , yahudi karşıtlığı ve komünizm karşıtlığı yayılmacı dış
politikadır. Hitler devleti totaliter bir ırk devletine dönüştürmeye amaçlamıştır. Ülkenin
önde gelen seçkinleride nazi partisine oy vermişlerdir. Fitlere göre üstün ırk, kuzey aryan
ırkıdır ve en saf örnekleri ilk çağda kuzey almanya ovalarında yaşamıştır. Nzailer, ırkı
biyolojik anlamda değerlendirmiş, aynı kökten gelmeyi esas almıştır. Diğer tüm ırklar,
üstün ırka hisme etmekle görevli aşağı ırklardır ancak en aşağılık olan yahudi ırkıdır.
Yahudiler açıkça zararlı ırktır. Saf arkan ırkı az kalmıştır bunlar korunmalı hem partide
hemde devlette hakim olmaları sağlanmalıdır. Yeryüzünden uygarlık adına ne varsa bunlar
üstün ırkı eseridir. Partideki herkes saf arkan ırkından değillerdi önemli olan kuzey ırkının
ruhunu özümsemiş olmalarıydı , rasyonel sosyalizmin çağrısına ilk cevap verenler ,
ruhlarında kuzey ırkının özelliklerini taşıyanlardı ve bunlar üstün ırk olduklarını
kanıtlamışlardı.

Devletin en yüce görevi , ırkı korumak


Naziler iktidarı elde ettikten sonra devletin en yüce görevinin üstün ırkı korumak
olduğunu ilan ettiler. Her alman iki şey için çalışmalıydı , kanın saf kalmasını ve ırkın
yüceltilmesini sağlamak..

7 / 33
Naziler insanlar arasındaki eşitsizliği olağan olarak kabul etmişlerdir. Nazizmde eşitsizlik ,
ırklar arası eşitsizliğe dönüşmüştür. Bir süre sonra sadece alman kanı taşıyanların siyasal
hakları güvence altına alındı . Yahudilerin medeni hakları elinden alındı. Toplama
kamplarında öldürüldüler. Daha sonra evlenmek isteyen herkes için ırksal uygunluk belgesi
zorunlu hale getirildi . Alman kızların görevi saf arkan ırkı doğurmak, erkeklerin görevi ise
alman ırkı için çalışmaktı. Evlilik dışı birleşmeme hakları ellerinden alındı .ırk devletinin
italyan faizinden farkı yönlerinden birisi devletin niteliğidir. İtalyan faşizmine göre herşeyi
devlet içindir. Devlet amaçtır. Ancak rasyonel sosyalizme göre devlet başlı başına bir amaç
değildir , üstün ırkın korunması ve geliştirilmesi için var olan bir araçtır.

Nasyonal sosyalist iktidarın özellikleri


Nasyonal sosyalist iktidar kişisel bir iktidardır. Hitlerin iktidarı, asli iktidardan. Hitler halka
karşı sorumlu olan bir lider değildir. Hiçlerin iktidarı mutlaktır. Ona muhalefet edecek hiç
bir güç yoktur. Hitler tüm yetkilerin toplandığı kişidir. Yasama yetkisini devreden alman
parlementosu danışma organından başka birşey değildir. Weimar anayası hiç bir zaman
ilga edilmese de aykırılığı denetleyecek hiç bir organ bulunmamaktadır. Nasyonal sosyalist
iktidar otoriter ve totaliter bir rejimdir. Nazi almanyası ve Stalin dönemindeki sovyetler
birliği totalitarizmin yaygın iki örneğidir.

Totaliter diktatörlük
Otoriter rejimler baskıcı politikalarıyla öne çıkarken, totaliter rejimler kapsayıcı olmak ve
bireysel ve toplumsal yaşamın tüm alanlarını mutlak denetim altında tutmak iddiasındadır.
Totaliter rejimler genellikle otoriter rejimlerden daha baskıcı olurlar.
Bir rejimin totaliter olması için 6 şart lazımdır:
- güçlü bir resmi ideoloji
- mutlak yetkili tek bir lider
- silahlı güçlerin hükümetin altında olması
- tüm kitle iletişim araçlarının hükümetin altında bulunması
- polis devlet sistemi
- ekonominin hükümetin elinin altında olması
Totaliter rejimde de bireyin devletten ayrı bir alanı olduğu söylenemez.
Otoriter rejimde resmi ideolojiye muhalif olanlar sorun çıkarmadığı sürece dokunulmaz,
ancak totaliter rejimde muhaliflerin yaşama hakkı yoktur.

Sonuç olarak eşitlik, özgürlük, ekonomi ancak bilinçli ve haklarına sahip çıkan insanlardan
oluşan bir toplumda yeşerebilir.

ANARŞİZM
Kelime anlamı olarak yöneticisizlik ve otorite yokluğu olarak söylenebilir. Çeşitli anarşist
insan topluluklarının yapmış olduğu ortak tanım; “özgür insanlardan oluşan özgür bir
toplum” olarak özetlenebilir.
20. Yüz yılın yarısından sonra ispanya fransa rusya Meksikada güçlendi.
Çeşitli anarşist gruplar vardır; bireyci, toplumcu, devrimci, pasifist anarşizm gibi..

Anarşizm, bireyci bir ideolojidir. Bireyin iradesine saygı duyulmalı ve özgürlüğü tam olarak
korunmalıdır. Liberalizm, bireyin toplum ve devlet dışındaki asli varlığını kabul etmiştir,
anarşizm de ise insan doğası gereği toplum içinde yaşamıştır ve toplum dışında düşünülen
bir birey kurgudan ibarettir.

8 / 33
Bireye verilen üstün değer onun maddi ve manevi varlığını koruyacak özgürlük ve eşitlik
ortamının sağlanmasıdır. Liberallerde özgürlük başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde
biter, oysa anarşizm de bireyin özgürlüğünü sınırlayan dış etken kabul edilemez.

Anarşizm de kanun önünde eşitiliği kabul etmez asıl eşitlik sosyal ve ekonomik eşitliktir.

Toplumcu anarşizm ise özel mülkiyet tümüyle kaldırılıp sosyal mülkiyete geçilmesi
gerektiğidir. Herşey herkesindir. Herkes emeğinin karşılığı değil ihtiyacı ölçüsünde pay
almalıdır.

İnsan özünde iyidir devlet ortadan kaldırıldığında tüm insanlar iyiye yöneleceklerdir diye
saçmalarlar.

Tolstoy, anarşist toplumun ancak barışçıl yöntemlerle kurulması gerektiğini


savunmaktadır. Bunun yolu pasif direniştir, vergi vermemek, askere gitmemek gibi..
Tabi uygulamada böyle olmamıştır bu sebeble anarşizm kaos ve kargaşa ile özdeşir.

Anarşist toplumda ortak kurallar bireyler arası sözleşmelerle belirleneceğini savunur.


Hukuk kurallarının yerine kişilerin aralarında akdettikleri sözleşmelerin yer almasını
isterler. Anarşizm de toplumun temeli birey ve ailedir.

Anarşizmi savunanlar demokrasi hakkında; halk gerçekten kendini yönetiyor olsaydı,


iktidara gerek kalmaz devletin fonksiyonları bizzat halk tarafından görülüyor olurdu.

Anarşizm oy birliği ile alınan kararlar olsa dahi kabul edilmeyeceğini savunur kişinin kendi
verdiği kararlarla da bağlı olamayacağını ileride bu fikrini değiştireceğini savunur.

Devletin olmadığı bir ortamda suçluları cezalandırma yöntemi ise utandırma, dışlama,
uyarı ve benzeri yöntemler..

Demokrasi Teorisi
Abraham Lincoln’e göre tanımı: “halkın halk için halk tarafından yönetimi” olarak
yapmıştır.
Dünyada çoğu devletin demokratik olarak yönetiliyor olması, bunların demokrasiye
verdiği anlamın aynı olduğu manasına gelmemektedir.
Demokrasi çok boyutlu bir kavramdır. 2001 yılında yapılan dünya üzerinde genel bir
araştırmaya göre demokrasi tüm dünyanın kabul ettiği siyasal bir yönetim şeklidir.

Atina demokrasisi ile modern demokrasi arasında nicelik olarak değil, aynı zamanda nitelik
olarak da farklar vardır farklı demokrasi türleridir.
Doğrudan demokrasi ancak tüm yurttaşları bir meydana toplayabilmesi mümkün olan
küçük devletlerde uygulanabilirdi. Yine bunun gibi J.J.Rousseau toplum sözleşmeside
geçmişe duyulan özlemin ifadesi olmaktan başka bir şey değildir.

Demokratik düşünce bugüne kadar 3 büyük dalga yaşadır


1) 1820’de ABD erkek nüfusunun büyük bir bölümüne oy hakkı tanımasıdır.
2) 2. Dünya savaşı sırasında demokrasinin gerilemesi
3) 1990ların başında otoriter ve sosyalist rejimlerin çöküşü ve dünyanın demokrasiye
geçisi.

9 / 33
Modern Demokrasi
Atina demokrasisinde yoksul çoğunluğun çıkarı ile zengin azınlığın çıkarı arasındaki
farklılık her zaman gerilim kaynağıydı.
Atina demokrasisi demokratik kurumların yanında yalnızca soyluların seçilebildiği
aristokratik kurumlarada sahiptir. Aristotales buna en iyi demokrasi olarak adlandırdığı
ılımlı rejim denir.
Zamanla aristokratik kurumların yetkisinin azaltılmasıyla yada tümünün kaldırılmasıyla
“radikal” yani aşırı demokrasiye dönüşür.

Atinalı demokratlar halkın iradesini, soylular ise zengin azınlığın iradesini üstün kılmak
istiyorlardı.

Abd kurulurken, amerikalı cumhuriyetçiler antik çağın karma yönetim düşüncesi yerine
Montesquieu tarafından savunulan cumhuriyetçi geleceğin mirasından etkilenen
kuvvetler ayrılığı ilkesidir. İktidarın kötüye kullanımı engellemek için siyasal rejim içinde
sınırları olan bir yapı kurulması gerektiği görüşündedir. Bu sebeble yasama, yürütme ve
yargı yetkisi ayrı ayrı verilmelidir.
Böylece yetkisini aşmak isteyen organ diğer organlar tarafından durdurulacaktır.
Burada amaç iktidarın tek elde toplanmasını engelleyerek özgürlükçü düzenin güvence
altına alınmasıdır.

Temsil ile demokrasinin yan yana gelebileceği düşüncesi 18. Yüzyıla aittir. Ingiltere de iç
savaştan tam yüz yıl sonra John Locke vergi konusunda halkın rızasının bizzat yada
temsilcileri aracılığıyla ortaya konabileceği görüşü dile getirdi.
Montesquieu ise kanunların ruhu kitabında büyük bir devlette halkın yasama organı içinde
toplanmasının imkansız olduğunu ve bu sebeble temsilcilerin olmasının zorunlu olduğunu
söylemektedir.

Antik demokrasinin başarısı, ülkenin coğrafi büyüklüğü ve nüfusu ile doğrudan


bağlantılıydı. Ülkelerin büyümesiyle bu sorun temsili demokrasi sistemi ile çözülmüştür.
20.yüzyılın ortalarında eşit ve genel oy ilkesi kabul edilmiştir.

Modern demokrasiler liberalizmin siyasal iktidarı sınırlamak için ortaya koyduğu temel
felsefeyi, ilke ve kurumları benimsemiştir.mesela; anayasanın üstünlüğü, yargı
bağımsızlığı, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı gibi..
Liberalizm iktidarın kimde olduğunu değil sınırlı olup olmadığı ile ilgilenmektedir.
Modern çağların demokratları liberalizm öğesi olan özgürlüğü amaç, demokrasiyide araç
edinmiştirler.

Liberaller bireyin özgürlüğü için korunma amacıyla doğal haklar teorisini geliştirmişlerdir.
Modern demokrasi devletin dokunamayacağı doğal haklara sahip olduğu anlayışı üzerine
bina edilmiştir. Bu özelliği ile siyasal rejimin meşrulaştırıldığı kabul edilmektedir.

Antik demokraside dinsel ve siyasal iktidar ayrılmamıştır, devletin resmi tanrıları vardır.
Katoliklere göre devlet kilisenin bir organıydı, ortodokslar kilise siyasal iktidara bağlıdır
görüş ayrılığı vardır, modern demokraside ise laik bir düzen vardır.

Yukarıda sayılanlar modern demokrasiyi biçimlendiren etkenlerdir.

10 / 33
Demokrasi Meşrulaştırılabilir Mi?
Demokrasi karşıtı pek çok güç yoğun insan hakları ihlalleri katliamlar soykırım gibi vahşi
uygulamalara yönelmiştir. Bu demek değildir ki tüm demokrasiler iyidir.
Otokratik yapı olmakla birlikte uzun yıllar çok iyi yönetilmiş devletlerde mevcuttur
Venedik cumhuriyeti gibi.
Bu saptama demokrasinin haklılaştırılması için yeterli değildir elbette.
Bu konuda çeşitli görüşler mevcuttur; insan doğası, rasyonellik ve ahlak

Demokrasiyi içerdiği değerler nedeniyle üstün tutan görüşe ahlaki temellendirme denir.
Aklın sağ duyunun mantıklı düşünmenin farklı kültürden insanlar arasında ortak bir nokta
olduğu düşüncesine dayanan rasyonellik temellendirilmesi denir.

Ahlaki temellendirmenin üç öğesi vardır:


- Ahlaki özerklik, bireyin kendi ahlaki tercihlerini kendi özgür iradesi ile yapmasını ifade
eder. Bu insan olmanın doğal bir sonucudur. Ahlaki özerklik tanınmadan hiç kimse tam
olarak insan olamaz. İnsan hem rasyonel hemde irrasyonel varlık olarak tanımlar.
- Doğal eşitlik, hiç kimsenin bir başkasının otoritesine tabi kılınmaması, akıl ve vicdan
sahibi herkesin kendi temel kararlarını kendisinin alması bakımından eşit olmasıdır.
- Bireylerin kendi kaderini tayin etme hakkı, kişi nerede ve nasıl yaşayacağını mesleğine
aile hayatına kendisi karar verebilecek, inançları siyasal görüşleri ve kanaatleri
konusundaki tutumu özgürce belirleyebilecektir. Bu sebeble kendi aldığı kararlara saygı
gösterilmelidir. Kalabalık ve gelişmiş toplumlarda anayasa, yasa, tüzük, yönetmelikler
gibi engellerle kişi kendi iradesiyle kendi kaderini belirleyen kararlar alamamaktadır bu
sebeble bir arada yaşayan insanların hem bağlayıcı nitelikte ortak karar almaları hemde
kendi yaşamlarıyla ilgili temel kararları yine kendileri vermelerinin olanaklı kılacak bir
sistem düzen kurulmasıdır. Böyle bir sistemin kurulması için oy birliği esası
gerekmektedir buda şuanki toplumlarımız için imkansızdır bu sebeble demokrasinin en
iyi yönetim olmadığı sadece kötüler arasıda daha iyi bir yönetim olduğu söylenir.

Rasyonel temellendirme:
Ortak kararların alınmasında herkesin katılmasını öngören demokratik süreçtir. Rasyonel
açıdan sıradan insanların kendi kendilerini yönetmek bakımında gerekeli niteliklere sahip
oldukları varsayımı altında haklılaştırılabilir. Eğer insanlar kendi kendilerini yönetmekten
yoksunlarsa halkında kendi kendini yönetmemesi gerekir.
Demokrasi karşıtları sıradan insanların kendi kendilerini yönetmeyeceklerini; filozoflar, din
adamları, soylular, elitler, askerler gibi bunların karışımından oluşan bir grup herkesin
çıkarını ve yararını daha iyi bildiğini savunmaktadır.

Eleştiri:
Toplum içinden çıkan bir grubun toplumu o oluşturan o kişilerden daha iyi bileceği ve
onların yararına olacağının gereksiz olduğu fikri şöyle eleştirilir, söz konusu kişi veya
grubun istek ve gereksinimleri bilinmeden bunun olanaklaşması mümkün değildir. Bireysel
gereksinimler her zaman özneldir genellemeler her zaman eksik ve hatalı sonuçlar ortaya
çıkarır. Bu konuda yunanlılar “ ayakkabının sıkıp sıkmadığını en iyi onu giyen bilir”
demiştir.

Bireysel Çıkarlar - Kamu Yararı


Bireylerin istek, gereksinim ve önceliklerini bir şekilde elit grup tarafından çok iyi biçimde
bilindiği varsayılsa bile bu durum elit yönetimi meşrulaştırmak için yeterli değildir. Elit
grubun iyi bildiği bireysel çıkarların korunması için istekli ve gayretli olması gerekir. Ancak

11 / 33
şu bir gerçektir ki kişinin başkalarının çıkarlarını korumakta kendi öz çıkarı söz konusu
olduğunda gösterdiği duyarlılığı gösterememektedir.

John stuart mill’e göre kişinin hak ve çıkarlarının tek güvenilir bekçisi yine kendisidir.

Köleler, emekçiler ve siyahlar gibi uzunca bir süre kendi çıkarlarını anlama ve bu çıkarları
gerçekleştirme yeteceğinden yoksun olduğu ileri sürülen kesimler, seçme ve seçilme
hakkına kavuştuklarında bunun aksini ispat etmişlerdir.

Toplumun tüm üyelerinin çıkarlarını ifade etmek için günümüzde yaygın olarak kullanılan
kavram “kamu yararı” dır.
Klasik liberal yazarlar, bireylerin çıkarları dışında toplum, ulus gibi kollektif varlıkların
çıkarları bulunduğu görüşünü kabul etmemişlerdir. Bunlara göre bazen kamu yararı gibi bir
kavram kullanmak gerekli olsa bile bu kavramın içeriği tek tek bireylerin çıkar ve
tercihlerine indirgenebilmelidir. Bu görüşe eleştiri J.J.Rousseau şöyle der “kendimizi birey
olarak değil, toplum için iyi olanla özdeşleştiren vatandaşlar olarak düşündüğümüzde
hepimizin isteyeceği bir durum olan kamu yararı(genel irade) oluşur.”

Liberal yaklaşımın savunucu olan Bentham’a göre demokratik sürecin asıl işlevi, bireylerin
ve grupların çıkarlarını dile getirmek ve devlete yansıtmaktır.

siyasetin görevi de, çekişen çıkarlar arasında uzlaşma sağlamaktır.

Cumhuriyetçi yaklaşımın savunucusu olan Rousseau’ya göre ise, demokratik sürecin asıl
işlevi kamu yararının ortaya konmasıdır. Siyasetin görevi ise yurttaşlar arasında
dayanışmayı sağlamaktır.

Müzakereci demokrasi(cumhuriyetçi), demokrasiyi ortak sorunları çözmek, ortak çıkarları


gerçekleştirme, ortak hedef ve ideallere ulaşmak için tasarlanmış bir karar alma süreci
olarak görür, herkes için ortak yararın tartışılması ve belirlenmesine yönelik bir faaliyettir.
Ancak müzakerede istenilen sonuca ulaşılmadığında oylamaya başvurulur.
Karar alma sürecinin, eşit ve özgür bireyler arasında rasyonel ve adil biçimde yürütülen
kolektif müzakerelere dayanması gerekir.
Müzakereye vurgu yapmayan liberal demokrasinin, karar alma süreçlerine katılan
bireylerin aydınlanmış aktörler olarak varsayması hatalı bir tutumdur. Bireyi önceden
sahip olduğu görüş ve kanıları üzerine eleştirel düşünmeye sevk ederek düşündürmeyi
amaçlamıştır aslında bu müzakere sürecinin kendisidir.

Neyin kamu yararı olduğu, ancak farklı bireysel bakışların müzakere edilmesiyle ve konuya
herkes açısından bakılabilmesi ile mümkün olur.
Müzakere süreci bireylerin tartışılan konuya herkesin yararı açısından bakmasını,
toplumun genel çıkarının ne olduğunun araştırılmasını mümkün kılar.
Bir devlet, ancak onu oluşturan bireylerin ortak ve genel çıkarlarını yani kamu yararını
gerçekleştirmeyi amaçlaması halinde meşrulaştırılabilir.
Arzu edilen, bireysel çıkarların ve tercihlerin kamu yararı açısından gözden geçirilerek dile
getirilmesidir.
Bir konuda kamu yararının ne olduğunu belirleyecek olanlar, karar alma sürecine katılan
yurttaşlardır.

Bireylerin konulara toplumun genel ve ortak çıkarlarına yada kamu yararı açısından
bakmak gibi bir eğilimleri yoktur; genellikle yalnızca kendi çıkarlarını düşünürler. Bunun
çözümü olarak daha fazla demokrasidir. Katılımın yaygınlaştırılmasıdır. Bu durum onların
konulara kamu yararı açısından bakmalarına olanak sağlayacaktır.
12 / 33
Fakat müzakere süreçlerinin yalnızca resimi kurumlara özgülenmesi yeterli değildir. Tüm
kamusal işlerde kamu yararının ne olduğu ile ilgili tartışmanın ve müzakerenin toplum
merkezli gönüllü örgütlenmelerde de yürütülmesi gerekir.
Toplum merkezli örgütlenmelerce gerçekleştirilen sonuçlar, merkezi yada yerel
yönetimlerin ve ilgili kamu kuruluşlarının karar alma süreçlerine ışık tutacaktır.

Bir ülkenin nükleer silah sahip olup olmaması, alternatif enerji kaynaklarının, stratejik ya
da ticari ortaklarının belirlenemsi gibi konuların ancak bu alanda son derece karmaşık
teknik bilgilerle sahip olanlarca ele alınabileceği savunulur.
Buna karşılık çoğu politik kararlar ahlaki tercihler içerir. Ahlaki yargılar belirli bir ölçüde
işin içine karılmak durumunda ise, uzmanların bu konuda sıradan yurttaşlardan daha ileri
olduğu savunulamaz. Ayrıca ahlaki konulara ilişkinde nesnel bilgiler ya da ölçütlerin kabul
edildiği varsayılsa bile uygun bir eğitim politikasıyla bu öğrenilebilir.
Paul Feyerabend’e göre “temel sorunlar hakkında uzmanların onlara akıl danışacak halk
kesimleri kadar kafası karışıktır. Bir sorunun tüm nüfusu ilgilenlendiren yöneleriyle
değerlendiremezler daha çok ilgilendikleri es kaza kendi mevcut uzmanlık konumlarına
denk düşen kısımlarına cevap verebilirler.”
Hiç kimse de konuya her yönüyle bakamayacağından durum bundan ibarettir.
Yani modern toplumlarda devlet yönetimi için gerekli her şeyin bilgisine sahip ayrıcalıklı,
üstün bir grubun varlığından söz edilemez.

Demokrasi Modelleri
Demokrasi neden her ülkede aynı ilkeler ve uygulamalar çerçevesinde hayata
geçirilmemiştir.?
antik demokrasi doğrudan demokrasiydi, günümüzde ise temsili demokrasi
hakimdir.
Antik demokrasi yüksek derecede türdeş toplumlar için uygulanırken modern demokraside
heterojendir.
Bir de demokrasinin laik, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, insan hakları gibi ilkelerle
iç içe geçtiği unutulmamalıdır. Söz konusu ilkelerin ülkeden ülkeye farklılık göstermesi
sebebiyle yeni modellerin oluşumuna katkı sağlamaktadır.

Doğrudan Demokrasi ile Temsili Demokrasi Arasındaki Fark:


Antik demokraside halk, iktidari bizzat kullanır, tüm devlet faaliyetleri yurttaşlar
tarafından yerine getirilirdi.
Modern demokraside ise halk artık iktidarı kullanmamakta, iktidarı kullanan elit bir
kadroyu denetlemektedir. Getirilen demokratik mekanizmalar bu gerçeği
değiştirmemektedir. İktidar her zaman küçük elit bir kadronun elinde kalmaktadır.

17. Ve 18. yy ’da monarşik ve aristokratik rejimler eleştirildi. Soyluluğun ve zenginliğin


yönetme hakkı vermeyeceği görüşü kuvvetlendi. Yönetme yetkisinin kaynağı tanrıya veya
kuvvete dayandırılamaz. Hiç kimse kayıtsız şartsız bir iktidar iddiasında bulunamaz.
Yönetme yetkisinin kaynağı yalnızca halka dayanırsa meşrudur.

John locke insanların eşit ve özgür olduklarını ortak ihtiyaçları için devleti kurduklarını,
siyaset iktidarın doğal hakları ihlal etmesi durumunda yurttaşlarının direnme hakkının
varlığını kabul etmiştir.

Jeremy benthom çok sayıda yurttaşın mutluluğunun sağlanması ahlaki bir amaçtır,
demokratik görüşlere ahlaki bir temel kazandırmıştır.

13 / 33
19. Ve 20. Yy’a kadar demokrasi yandaşı düşünürlerin çoğu, çoğunluk yönetiminin tehlikeli
olduğunu söylemişlerdir.
Demokrasiye en büyük tehdit; eski atinada azınlığın zorbalığı, modern demokraside
çoğunluğun zorbalığı olarak düşünülmelidir.

Joseph schumpeter, demokrasi fikri ile elit olgusunu birleştirerek demokratik elitizim veya
rekabetçi elitizim öncüsü olmuştur. Dahl a göre siyasal yaşam birbirinden farklı birbirine
göre özerk iki yaşam içerir. Bireysel alan ve siyasal alan olmak üzere.

Yurttaşlar ancak siyasette aktif olarak katılabildikleri taktirde kendilerine siyasal yaşamın
aracısı değil oluşturucusu olarak görebilir.
Modern demokrasilerde rejimin koruyucusu demokratik değerlere bağlı siyasal elitin
varlığıdır.
Eskiden aristokratik elitler demokrasi için bir tehlike görülürken günümüzde ise sokaktaki
insanlar tehlike olarak görülmektedir.

Eski atinada yoksul halk siyasal sistem kendi çıkarlarını korudu için demokrasiye sahip
çıkmataydı, günümüzde ise demokrasiler serbest piyasa düzeni içinde yoksullara asgari bir
yaşam standartı sağlama çabası içinde olmakla birlikte sermaye sahiplerinin çıkarlarını
gözeten politikalar izlemektedir.
Hayati çıkarlarını demokratik usullerle korumayacağını gören yurttaşların diktatörlerin
tahriklerine kapılması çok şaşırtıcı bulunmamalıdır.

Siyasal elitin rolu


Demokratik Elitizm taraflarına göre halkın siyasete olan ilgisizliğinin doğal bir sonucu
olarak siyasal kararların alınması uygulanması ve değiştirilmesi işini yönetici elitin
üstlenmesidir.
Bazı yazarlar siyasal elde biçilen bu rolun aslında tarihin her döneminde toplamın küçük
bir elit grubun yönettiği savunulmaktadır, dolayısıyla elit yönetimi tarihsel ve sosyal bir
gerçektir.
Mosca’ya göre hangi ülke söz konusu olursa olsun iktidarı ellerinde tutan kişiler bir sosyal
sınıf gibi birlik oluşturmaktadır. Bu yönetici sınıf iktidarı kitleler nezdinde meşrulaştırmak
için bazı siyasal formüller kullanır. Örneğin milliyetçilik, sosyalizm, hukuk devleti vs.
Bunlar elit yönetimi gerçeğini gizlemeye yarayan bir aldatmacadır.
Akıl, bilgi serbest ve silah gibi olanakları ellerinde tutan küçük azınlığın toplumu
yönetmesini doğal ve kaçınılmaz olmasıdır, buna göre demokrasinin olanaksızlığıdır.

Elit azınlıklara göre yönetim ile demokrasi çelişmez çünkü elit kadrolar yönetilenlere karşı
sorumludur seçimler aracılığıyla görevden uzaklaştırılabilirler. Sartorie göre modern
demokrasiler birer elit yönetimidir.
Elit sözlüğü köken bakımından seçmeye değer demektir.

Elit gruplara dışardan bakıldığında örgütlerin birbiriyle yarıştıkları rekabet ettikleri görülür,
siyasal partiler iktidarı ele geçirmek sendikalar belirli bir iş kolunda en etkili olmak için
yarışır. Hepsinin amacı daha çok oy ve taraftar topalamaktır. Bunun yolu ise dayandıkları
kitleye belirli kazançlar kazandırmaktan geçer. işte bu yarışın sonucu genelde
demokrasidir.

Demokratik olmayan rejimler de bir elit yönetimidir ancak orada birbiriyle yarışan elit
kadrolar yoktur. Halk yönetimi eliti değiştirme yada eleştirme olacağına sahip değildir.

14 / 33
Halde çağımızda demokrasi olarak halk yönetimi olarak değil halk tarafından onaylanan
azınlık yönetimi olarak anlaşılması gerekir.
Günümüzün önemli demokrasi kuramcılarından dala . Demokrasi terimini ideal bir sistem
için saklı tutarak kendini demokrasi olarak tanımlayan rejimleri. Poligarşi olarak tanımlar.
Poligarşi, bazı demokratik ögeler taşıyan azının bir yönetimdir. Birden fazla elit grubun
aynı anda sosyal ve siyasal süreçleri etkilemesiyle ortaya çıkan elit çoğulculuğunu ifade
eder.

Yurttaşların çıkarlarının korunması


Demokratik Elitizm savunucuları birden çok elit kadronun iktidar için yarışmasını
yurttaşların çıkarlarının elitlerce göz önüne alınmasını sağladığını belirtmektedir. Mordan
demokraside halk iktidarı kullanmasada onu denetleyebilir , beğenmediği elit kadroları
görevinden uzaklaştırma olacağını elinde tutmaktadır. Bu durum adeta sihirli bir formül
olarak sunulur.

Modern demokrasilerde çoğulcu sosyal yapının yurttaşların çıkarlarının korunmasını


kolaylaştırdığı ileri sürülmektedir. Yurttaşlar oluştukları çok sayıda oluşturdukları örgüler
aracılığıyla karar alma sürecini etkileyebilmektedir. Katılımcı teoriyi benimseyen yazalar,
yurttaşların 3-5 yılda bir sandığa gitmekle çıkarlarını iyi düzeyde korudukları görüşüne
katılmamaktadır. Çok eski devirlerden bu yana ekonomik üstünlüğü elinden bulunduran
gruplar siyasal karaların alınmasınıda büyük ölçüde belirlemektedir. Mevcut çoğunluk
kurumlar güçlülerin çoğunludur. herkese taleplerini siyasal iktidara duyurma olacağı
vermez ki zaten yoksul halk kesimleri çoğulcu koroda seslerini duyurma olacağından
yoksundurlar.

Günümüz demokratik Elitizm savunucuları, yurttaşların karar alma süreçlerine katılımı


bakımından yeterli düzeyde olduğunu ileri sürer. Bazı yazalar modern demokrasilerde
katılımın arttırılmasının rejimin istikrarı açısından zararlı olabiliceğine de işaret eder. Daha
yaygın bir katılım geniş halk kitlelerinin otoriter eğilimlerine sahip olması yada irrasyonel
tahriklere açık olması sebebiyle rejimin varlığını tehlikeye düşürür. katılımın
yaygınlaştırılması ayrıca ekonomi, dış politika, ulusal savunma gibi pek çok alanda karar
alma süreçlerini rakip devletlerden gizli yürütülmesi gereğinden kararların dar bir elit
kadro tarafından alınmasını zorunlu kılar.
Sonuç olarak modern demokrasiler katılımın yaygınlaştırılması için uygun sistemler
değildir.
Daha önemli bir nokta katılımın arttırılmasının sorumlu akılcı demokrat bir yurttaş tipinin
oluşmasını sağlayacak katkıdır. Antik demokrasi deneyimi katılım ile yurttaşlık bilinci
arasındaki güçlü ilişkiyi ortaya çıkmıştır. Modern demokraside bu perspektif tamamen
kaybolmuştur.
Bir insanın yurdu için yapacak birşeyi yoksa onu sevemez. Eskiden birden istibdat
yönetiminde tek bir yurt sever bulunur, oda müstebitin kendisidir.

Katılım yanlıca ulusal politikalar belirlenmesi bakımından değil yerel bölgesel mesleki
ekonomik gibi pek çok kurum açısından da gerçekleştirmek gerekir. Böylelikle birey kendi
çıkarları yanında toplumun çıkarlarınıda dengelemeye çalışır.

Demokrasi çalışma alanlarında da uygulanmalıdır. Demokratik bir toplum düzenin


oluşturmasında iş yerinin demokratikleşmesisinin büyük bit önemi vardır. İnsan yaşamının
büyük kısmı iş yerinde geçer. Kişinin bilgisini ve yeteneklerini geliştirme olacağını daha çok
orda bulması kendisinin ve ailesinin geçinmesi için orada para kazanmasından ötürü iş

15 / 33
yerlere demokratik olmalıdır. Ancak kişinin yaşamında bu derece önemli olan iş yeri
tamamen oligarşik bir yönetime sahiptir.
Kuşkusuz kapitalist bir sistemde ekonomik işletmelerin demokratikleşmelerinin önünde
ciddi engeller vardır. Demokratik bir işletmede iş yerinin mülkiyetinin kime ait olcağı,
verimliliğin rasyonel planlamanın büyümenin nasıl planlacağı gibi husuların çözümlenmesi
kolay değildir.

Demokrasinin yaygınlaştırılması
Demokrasinin siyasal iktidar dışkında hangi alanlara uygulanabileceği ve siyasal iktidarla
diğer iktidar yada otorite yapılarının arasındaki uyumun önemi üzerinde durmuştur, buna
göre demokratik bir rejimin istikrarlı olabilmesi için siyasal iktidarın, otorite yapısıyla
toplumdaki diğer otorite yapıları uyunlu olmalıdır.
Ordu bürokrasi aile ve ekonomik iletmeler demokratik şekilde örgütlendirilmeye en az
elverişli yeerlerdir. Buna karşılık siyasal iktidarla yakın ilişki içinde olan siyasal partiler,
sendikalar, iş veren örgütleri ve çeşitli baskı grupları demokratik şeklde yönetilebilirler.

İnsan yaşamının büyük kısmının geçtiği bu tür örgülerde karar alma ve yönetme
sorumluluğu taşımaksızın yanlıca emir almaya yönetilmeye hierqarşik ve otoriter ilişkilere
alıştırılan bir kimsenin demokrasinin getirdi bilinçli sorumlu katımlıcı akılcı ve eşitlikçi
insan tipini ortaya çıkarması söz konusu olmaz.

Halk oylaması
Ulusal düzeyde katılım arttırmaya yönelik en önemli araçlardan birisi halk oylamasıdır.
referandum geniş anlamıyla belirli bir konuda halkın görüş belirtmesi yada karar vermesi
sağlayan yönetimin adıdır. Halk girişimi mevcut yasalarda değişilik öngören yada tümüyle
yeni bir düzenleme getiren yasa metninin yurttaşlar tarafından hazırlanarak halk
oylamasına sunulmasıdır.

Halk vetosu ise parlamentoda kabul edilmiş ama henüz yürürlüğe girilmemiş bir yasayı
yurttaşların belirli bir süre içinde halk oylamasına sunmasıdır. Belirli bir konuda halk oyuna
başvurulması ihtiyari yada zorunlu olabilir. Mesela türkiyede anayasa değişikliği için
parlamentoda oluşan çoğunluğun niceliğine göre ihtiyari yada zorunlu halk oylaması
öngörülmüştür.

Antik demokraside tüm yasalar halk oylamasıyla kabul edilirdi, modern demokrasilerde
ortalama 4-5 yılda bir halk oylamasına başvurulmakta bazı ülkelerde hiç
kullanılmamaktadır.

Eğer hükümet halk oylamasına gitmeye veya gitmemeye halk olmasın sorulacak sorunun
nasıl formüle edileceğine hükümet karar veriyorsa güdümlü-kontrollü bir uygulama söz
konusudur. Bu tür bir uygulama kolayca kötüyede kullanılabilir.
Buna karşılık halk loylamsı sürecini yurttaşların başlattığı konusunu zamanı ve sorulacak
sorunun içeriğini yurttaşların belirlediği halk erişimi gerçek bir katılım manasına gelir.
Yurttaşlar parlamentoya ait yetkiyi kullanarak ülke yönetiminde doğrudan söz sahibi olur.
En çok isviçrede kullanılır.bu süreç kayıtlı seçmenleri n küçük bir oranın imzasının
toplanmasıyla başlar. mesela isviçrede toplam nüfusun yüzde bir buçuğu yani 100 bin imza
olursa halk oylamasına gidilir.
İsviçre örneği inceleyen uzmanlar şu tespitlerde bulunmuşlardır, halk oylaması yani
doğrudan demokrasi iddia edildiği gibi kuvvetler birliği değil modern demokrasinin
benimsediği temel bir ilke olan kuvvetler ayrılığını güçlendiriyor. Temsili demokrasinin en

16 / 33
önemli kurumu olan parlamentodaki uzlaşmaları kolaylaştırıyor, siyasal partilerin önemi
azaltarak yurttaşların doğrudan siyasal katılımını güçlendiriyor.
Halk oylamasını kurumsallaştıran ülkelerde daha çok şu konular üzerinde halkın doğrudan
karar vermesi isteniyor; vergi oranları ,kamu harcamaları, nükleer enerji , çevre sorunları,
iş ve çalışma yasaları , siyasal reformlar gibi.
ABD’de dış politikanın belirlenmesinde halkın doğrudan etkisi söz konusu değildir. Buna
karşılık isviçrede uluslar arası andlaşmaların halk oylamasına sunulması zorunludur.
Halk oylamalarında şu iki yanlış yapılmamalıdır.
1. Bazı halk oylamaları halkı çözülmesi en zor sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır.
2. Yanlış yeterli bilgi ve kapsamlı tartışma olacağı sağlamadan medya ve dev sermayeli
şirketlerin baskına karşı kamu oyunun etkilenmesini önlemek için gerekli önlemleri
almadan halk oylamasına gitmek sihirli bir çözüm beklemek gibidir.

Çoğunluk Demokrasisi ve Konsensus Demokrasisi


Modern demokrasilerdeki çoğulcu sosyal yapı farklılaşan çıkarları, antik demokraside
olduğu gibi iki ana kategoriye ( soylular-halk) ayırmamıza imkan vermiyor. 20.yy da
günümüzde 19.yy daki gibi sınıfsal farklılıkların yanında diğer bazı farklılıklarda önem
kazanmıştır. Örneğin dinsel, kültürel, etnik yada bölgesel gruplaşmalar yoğun çatışmalara
neden olabiliyor.
Yeni demokrasi anlayışı sosyal yapıdaki tüm farklılıkların örgütlenebileceği seslerini
özgürce duyurabileceği ve iktidar yarışına katılabileceği bir rejimi ifade ediyor. Artık
toplumda farklı çıkarları varlığı ve bu çıkarları savunan gruplar arasındaki mücadele
siyasetin olağan bir ögesidir. Dahl’a göre siyasal çatışma demokratik düzenin normal
kaçınılmaz hatta istenilir bir parçası haline gelmiştir. ( modern demokrasilerde).

Çoğulcu demokrasi
Modern devletin türdeş olmayan bölünmüş ve farklılaşmış sosyal yapısı çağımızın
demokrasi anlayışını köklü bir biçimde etilemiştir.modern devlette bazı azınlıkların sayısal
açıdan hiçbir şekilde çoğunluk haline gelme imkanı bulunmamaktadır. demokratik rejim
bir şekilde sayıca azınlıkta olan bu kesimlerin çıkarlarını etkili biçimde korumalıdır.

Çoğunluk demokrasi anlayışı, çoğunluğun iradesini sınırlayacak mekanizmalar içermeyen ,


azınlık haklarının güvencelerinin bulunmadığı bir sistemdir.

Çoğulcu demokrasi, azınlık haklarının güvence altına alındığı her tür düşüncenin özgürce
ifade edilebildiği bir düzendir. Bu düzende çoğunluk iradesi ülke yönetiminde tekelci bir
yetkiye sahip değildir.
Konsensus demokrasisi , modelde siyasal karar alma süreçlerinde çoğunluk iradesine değil
toplumu oluşturan belli başlı tüm grupların uzlaşmalarıyla ortaya koydukları iradeye
üstünlük tanır.
Çoğunluk demokrasisi ve konsensus demokrasisi ikiside çoğulculuğu güvence altına alan
düzenlemeler sahiptirler.

Çoğunluk modelinin özü siyasal kararların alınmasında çoğunluk iradesine tanınan


üstünlüktür. Çoğulcu demokrasisi ile ifade edilen çoğunlukçu demokrasi anlayışı değil
azınlığın haklarına saygılı çoğulculuğu güvence altına bir çoğunluk yönetimidir.
Konsensus demokrasisinin özü siyasal kararların toplumdaki belli başlı tüm sosyal
grupların onayının alınmasıyla öngörür.

17 / 33
İki modeli birbirinden ayırmak için 7 farklı ölçüt geliştirilmiştir:
1. Yürütme erki; çoğunluk demokrasisi anlayışında yürütme gücünün çoğunluk
iradesini yansıtacak şekilde toplanması söz konusudur. Böylece hükümet tek bir
sosyal kesimi temsil eder. Buna karşılık konsensus demokrasisinde yürütme
gücünün paylaşılması kabul edilmiştir. Yürütme gücü bütün önemli partilerin geniş
bir koalisyonu görünümündedir. Ve bütün önemli sosyal kesimler hükümetle temsil
edilir. 


2. Yasama ; çoğunluk demokrasisi modelinde kuramsal olarak güçler ayrılığı ilkesi


benimsenmiş olsa bile uygulamada yürütmenin üstünlüğü söz konusudur. Konsensus
demokrasisi ise ülkedeki belli başlı tüm grupların güçleri oranında temsil edilme
olanağının bulunduğu parlemento ile yürütme organı arasında dengili bir ilişki
öngörür. Bir organın diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. 


3. Parlemento; çoğunluk demokrasisi modelinde parlemento daha çok çoğunluk


iradesinin ortaya çıktığı bir müzakere ve karar organı olarak kabul edilir. Konsensus
demokrasisinde genellikle yasama yetkisi biri bütün ülke halkını temsil eder diğeri
ülkedeki farklı sosyal grupları temsil eder. 


4. Siyasal partiler; sosyal yapısı büyük ölçüde türdeş olan ülkelerde genellikle siyasal
yaşama iki büyük partinin egemen olduğu görülür. Bu partiler sağ ve sol ideoloji olarak
ayrılır. İki partili siyasal yaşam çoğunluk demokrasisi modelini ortaya çıkaran en önemli
etkenlerden biridir. Buna karşılık sosyal yapısı türdeş olmayan ülkelerde sosyal ve
ekonomik görüşlerinin yanı sıra birbirlerinden dinsel , dilsel, kültürel, etnik ögeler
bakımından da farklılaşan çok sayıda siyasal parti aktif rol oynar. Bu ise konsensus
demokrasisin ayırt edici özelliklerinden biridir. 


5. Seçimler; çoğunluk modeli mutlak veya nisbi çoğunluk sistemini benimser buna göre
bir seçim çevresinde en fazla seçmenin desteğini sağlayan aday kazanır. Diğer
seçmenler ise temsil edilemez. Benimsenen seçim sisteminin sonucuna göre
parlamento tek başına hükümeti kurabilir. Konsensus demokrasisinde ise nispi temsil
sistemi uygulanır. Buna göre her partinin toplumdaki seçmen desteği ile orantılı olarak
parlamentoda temsil edilmesi esasına dayanır. Parlemento adeta toplumun küçük bir
modeli minyatürü niteliğindedir. Bu sebeple hiç bir parti tek başına iktidara gelemez.


6. İktidarın bölünmesi; konsensus demokrasisinin ayırt edici özelliklerinden biride siyasal


sistemin katı bir merkeziyetçiliğe dayanmaması güçlü yerel yönetimlere , özerk
yönetimlere veya federe birimlere sistem içinde yer verilmesidir. Böylece sosyal
yapıdaki çeşitliliğin ver farklılığın korunması ve siyasal düzeyde ifade edilmesi
mümkün olur. Çoğunluk demokrasisi modelinde ise ülkenin tek merkezden ulusal
çoğunluğun iradesi doğrultusunda yönetilmesidir. Ülke içinde bazı özerk bölgeler
oluşturularak güçlü iktidar merkezleri oluşturulsa bile ulusal çoğunluk iradesinin
somutlaştığı , merkezi yönetimin diğer tüm iktidar merkezleri karşısında mutlak
üstünlüğü söz konusudur. 


7. Anayasalar; çoğunluk demokrasisi modeli ulusal parlamento da oluşan çoğunluk


iradesini sınırlamayan esnek anayasa ilkesi benimser. Anayasa diğer yasalar gibi salt
çoğunlukla değiştirilebilir. Konsensus demokrasisinde 1) toplum sözleşmesi ve üstün
yasa niteliğinde olan anayasının yapılmasına ve değiştirilmesine ülkedeki tüm sosyal
grupların atılması ve onay vermesi gerekir, amaç çoğunluk iradesini egemen kılmak

18 / 33
değil arklı gruplar ver görüşler arasında bir uzlaşma sağlamaktır. Bnun sonucu olaraka
anayasanın değiştirilebilmesi için genellikle üçte iki çoğunluk aranır.

Demokrasi modelleri ve sosyal yapı


Çoğunluk demokrasisi modelinin uygulanması çoğunluğa ülkeyi yönetme yetkisi verirken
azınlığın görüşlerini açıklayacak birgün çoğunluk haline gelmesine ve iktidara ele
geçirmesine olanak tanımaz. İktidara gelme veya iktidarı paylaşma olacağından sürekli
yoksun bulunan azınlık grubun rejime olan bağlılığı ciddi ölçüde sarsılabilir.

Çoğunluk demokrasisi modeli iki topluluk arasındaki bölünmüşlüğü çok kesin çizgilerle
siyasal yaşama yansıdığı kuzey İrlanda’da başarısızlığa uğramıştır. Ve yoğun şiddet
olaylarını yaşanmasının başlıca nedenlerinden biri olmuştur. Bu tr ülkeler için konsensus
demokrasisinin öngördüğü mekanizmalardan yararlanılarak tüm sosyal grupların ülle
yönetimine katılmasına imkan tanınması iç barışın sağlanması ve demokratik rejimin
korunması açısından bir gerekliliktir. bu nedenle konsensus modeli çoğunluk modeliyle
yarışabilme hatta bölünmüş toplumlarda ondan daha başarılı olabilmektedir.

Konsensus modelinin olumsuz yanları ; bunlardan birisi uzlaşma arayışının karar alma
sürecinde ciddi gecilmelere yol açabilmesidir. Diğeri uzlaşma eşeğinin yüksek olması
nedeniyle karar alma sürecinin bloke edilebilmesidir. Bu modelde iş birliğine yanaşmayan
ve uzlaşmayı arzu etmeyen gruplar bir veto yetkisi kullanarak sistemi kilitleyebilmektedir.

Türkiyenin demokrasi serüveni


Ülkemizde rejimin demokratikleşmesi bağlamında ilk büyük adımlar , 1. Meşrutiyet
döneminde atılmıştır. 1876 tarihinde ilan edilen ve modern anlamıyla ilk anayasamız olan
kanuni esasi ile halk iradesi çok kısıtlı bir biçimde de olsa devlet yönetiminde etkili olmaya
başlamıştır. Meşrutiyet sözcüğü, mutlak monarşinin şarta bağlanması yani sınırlanması
anlamına gelir.

1876 anayasası egemenliğin millete ait olduğu ilkesini getirmiştir. Ancak saltanat ve hilafet
eskiden olduğu gibi yine padişaha aittir. Açıldıktan iki yıl sonra padişah meclisi tatil
etmiştir. Meclisin yeniden toplanması 30 yıl sonra meşrutiyet yanlılarının güçlü bir
direnişiyle mümkün olmuştur, buna 2. Meşrutiyet dönemi denir. Ancak bir yıl bile
geçmeden sıkı yönetim ilan edilerek anayasal hakların kullanılması büyük ölçüde
kısıtlanmış ve bir parti diktatörlüğüne benzemiştir. 2. Abdulhamit padişah görevinin sona
erdiğini bildirmeye gelen heyet millet sizi azletmiştir sözcüğüyle durumu açıklar. Artık
milli irade anayasaya göre mukaddes kabul edilen padişahın iradesinden daha üstün
görülmektedir. Yeni tahta çıkarılan Mehmet Reşat ittihatçıların güdümünde kalacak ve
sembolik yetkiler kullanacaktır.

Türkiye 1918 ve 1923 yılları arasında monarşiden cumhuriyete , çok uluslu bir
imparatorluktan ulusal devleti geçişi mümkün kılan değişiklileri türk devrimi olarak
adlandırılmıştır. Bu devrem 1950 lere kadar uzanan süreçte dışarından tek partili rejimin
geçerli olduğu Kemalist rejim olarak adlandırılır.

Ulusa devletin kuruluşu aşamasındaki gelişmeler, egemenliğin kaynağında köklü bir


değişimi amaçlıyordu. İktidarın doğrudan halka verilmesi söz konusuydu. Nitekim 1921
anayasında egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ifadesi yer alır. Bu anayasa 3 yıl
uygulandıktan sonra yerini 1924 anayasasına bıraktı.

19 / 33
1924 anaysası halk temsilcileri seçecek , bu temsilcilerden oluşan meclis yasaları yapacak
ve hükümeti oluşturacaktır.
Meclis en üst organdır. 1924 anayasında doğal haklar anlayışı toplumasal kültürün bir
özelliği olmayıp yalnızca anayasaya koyulan güzel sözlerden biri olarak kaldığı için siyasal
organlar kendi kendini sınırlamaya geleceğinin yerleşmeside söz konusu olmadı. Bu
anayasada devlet otoritesine sınır çizilmeyen bu yapısı çoğunluk iradesinin çoğunluğun
despotizmine dönüşmesine açık kapı bıraktı. Böylelikle TBMM halkın iradesini gerçek
anlamıyla yansıtan bir organ olmadığı gibi bir tür otokrasiydi.

Tek parti rejiminin niteliği


Türkiyedeki tek parti rejimin niteliği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşleri 2
ana gruba ayırabiliriz.
Birinci grupta tek parti rejimini demokratik özellikleri ağır basan bir rejim olarak
nitelendirilir. Tek parti rejiminin demokratik olduğunu savunan görüşlerin dayanağı
argümanlar şu şekildedir;
1. Egemenliğin kaynağında demokrasi esasının benimsendiği söyler.
2. Bütün yasalar tmm tarafından yapılmıştır.
3. Devletin siyasal eliti orta sınıftan gelmektedir. 


ikinci grupta ise bu rejimin otoriter karakterinin baskın olduğunu ileri süren görüşler
yer alır. Yani avrupadaki faşist ve nasyonel sosyalist rejimlere yakın bulur. Karşı görüşü
savunanlar şu noktalara vurgu yapar. 

- Evet yasaları meclis yapmaktadır. Seçimler serbest ve yarışmalı değildir. Dolayısıyla
rejim tek adam rejimidir.

- yargı bağımsızlığı yoktur. 

CHP ‘nin 6 ilkesi anayasal ilkeler haline getirilmiştir. Hıyaneti vataniye kanunu takriri
sokun kanunu ve istiklal mahkemeleri gibi uygulamalı eklersek rejimin demokrasiyle
bir ilgisi olmadığı ortaya çıkar.

Tek parti rejimi ve totalizim, Duverger göre Türkiyedeki tek parti CHP ne Almanyadaki
Naziye ne de Sovyet Birliğindeki kominist partiyi ideoloji olarak benimseniştir.

Türkiyeye baktığımızda CHP ‘nin bir ideolojisinin olmadığını söyleyebilir miyiz ?


Kuşkusuz bu söylenemez. Yeni devletin anayasasında belirtilen ulusal egemenlik
cumhuriyet laiklik gibi ilkeler demokratik rejimin ilkeleridir.


Atatürkün fikri yapısını belirleyen kaynakların daha çok batılı liberal düşünürler olduğu
gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim tek parti CHP döneminin okullarından mezun
olanlar liberal marksist kemalist muhafazakar gibi faklı ideolojilere sahip olabilmişlerdir.
Zira almanyadaki gibi partinin liderliği ve üyeliği üniformayla özleştirilmemiştir. Atatürk
ve Inönü askeri elbiselerler halkın önüne çıkmamış tümüyle sivil bir görüntü vermiştir. 

CHP’yi tek parti rejimin ayıran en önemli fark CHP’nin tek parti rejimini geçici olarak
görmesidir. Reformları yerleştirdikten sonra çok partili hayata geçileceği kabul etmiştir.

Birey devlet ilişki bakımından ele alındığında Türkiyedeki tek parti rejimi avrupadaki
benzelerinden farklıdır. Almanya ve İtalyada devlet yüceltilmiş halk adete yok sayılmıştır.
Türkiyede ise devlet bu kadar kapsayıcı olmamıştır. Reformları uygulamak için sert
yöntemler ve merkeziyetçi politikalar benimsense dahi , devletin kutsallaştırılması söz
konusu değildir.
İtalyada Mussolini , Almayanda Hitler usulüne uygun olarak başbakan olarak seçilmişlerdir.
Fakat bu iki lider kısa sürede demokratik rejimin temel ilke ve kurumlarını ortadan

20 / 33
kaldırmış ve yönetme yetkilerinin kaynağı olarak halkı göstermektenden vazgeçmişlerdir.
Türkiyede ise durum farklıdır. Seçimler serbest yarışmalı olmada iktidar yerkisini halka
dayandırmaktadır. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ilkesi rejimin temelidir.
Bu açıklananlar üzere sonuç olarak tek parti rejimi altında totaliter millet egemenliği
uygulandığı söylenemez.

Çok partili dönem


Almaya ve İtalyadaki tek parti rejimleri yıkılarak son bulmuştur. Oysa Türkiyedeki tek
parti rejimi yıkılmadan söz edilemez. Söz konusu olan tek partili hayattan çok partili
hayata ılımlı bir geçiş söz konusudur. 1945’ te başlayan çok partili dönem 1950 yılında
iktidarı ele geçirmesine sahne olur. Hükümeti kuran demokratik parti ilk yıllarında
türkiyeye tam demokrasi getireceğine çalışacağını savunurken sonraki yıllarda tek parti
rejiminin olumsuz yönlerini aratmayacak uygulamalara girişir. Bu uygulamalar şöyle
sıralanabilir.
1 Muhalafet partisine oy veren illerin cezalandırılması.
2 Üniversite özerkliğinin kaldırılması
3 Cep mallarının müsaderesi
4 Millet partisinin kapatılması
5 Muhalefet liderlerinin can güvenliğinin sağlanamaması
6 Hukuk devleti ilkesini ihlal etmesi gibi sayılabilir.
Bu uygulamalar, rejimin şekli bir demokrasi olduğunu gösterir.
Dönemin anayasa hukukçusu Ali Fuat Başgil demokratik parti iktidarının, Anayasaya ve
demokrasiye aykırı işlemlerini meşrulaştırma çabası işine girer. Başgilin bu çabasını
yansıtan yazıları çoğunlukçu demokrasi modelinin açık bir savunucusudur.
Sonuç olarak DP türkiyeyi gerçek bir demokrasiye ve yargı bağımsızlığının sağladığı bir
hukuk devletine dönüştürmek bakımından gerekli reformları yapmakta isteksizi davrandı.
Mecliste oluşan çoğunlukla iradesinin herşeye kadir olduğunu benimsedi.

Demokratik parti iktidarı 27 mayıs 1960' ta askeri bir darbe ile son bulur. Hemen yeni bir
anayasanın hazırlıklarına başlanır. Amaç iktidarı anayasal sınırlar içinde tutacak keyfi
davranışları engelleyecek çoğulcu özgürlükçü bir düzen kurmaktır.
1961 anayasası hazırlanır ve halk oylamasına sunulur. Kabul edilir.
1961 anayasası başta hukuk devleti ilkesi olmak üzere demokratik rejimin çoğunluğun
despotizmine dönüşmesini engelleyecek nitelikte ilke ve kurumlara büyük önem verir.
Kısaca yeni bir demokrasi anlayışını ele alır. Örneğin tarafsız bir cumhurbaşkanı yasaların
anayasaya uygunluk denetimi yapan bir anayasa mahkemesi , hükümetin ve idarenin
işlem ve eylemlerinin yasa uygunluğunu denetleyen Danıştay , idari ve bilimsel açıdan
özerk üniversite gibi çok sayıda yenilikler getirmiştir. Bu yapı çoğunlukçu demokrasi
modelinde çoğulcu demokrasi modeline geçildiğini gösterir. Ancak silahlı kuvvetler hem
anayasal hemde yasal yetkilendirme ile demokrasinin vesayetçisi haline gelmiştir.

Anayasal yargın organları bağımsızlık ve tarafsızlıklarından aldıkları güç ile anayasanın


üstünlüğü ilkesi çevresinde siyasal krizleri çözememiş bütün bunların sonucunda silahlı
kuvvetler rejimin bekçisi ve önemli aktörü haline gelmiştir.
Dönemin başbakanı Süleyman Demirel bu anayasa ile bu ülke yönetilmez diyerek durumu
açıklığa kavuşturmuştur. Silahlı kuvvetler bir süre sonra anayasanın yargı bağımsızlığını;
özerk kurumlar , insan hakları gibi düzenlemelerin topluma çok geldiği kanaatine varır.
1980 yılında bir darbe ile iktidarı ele geçirir. Yeni bir anayasanın hazırlanması çalışmaları
başlatır.

21 / 33
1982 anayasası dönemi; 1961 anayasasının getirdiği çoğulcu demokrasi modelini açıkça
reddetmez, ancak getirdiği düzenlemelerle devlet yetkilerini cumhurbaşkanı ile hükümette
toplar. Silahlı kuvvetlerin siyaset üzerindeki vesayetini eskiye oranla daha çok güçlendiren
hukuki ve fiili düzenlemler gerçekleştirilir. Günümüze kadar yapılan anayasa değişiklikleri
ile silahlı kuvvetlerinin siyaset üzerindeki etkisi tümüyle sona erdirilmiştir.

Yeryüzündeki bütün istikrarlı demokrasiler çoğulculuğun garantisi olan ilke ve kurumlar


üzerinde yükselir. Bunun en etkili yöntemi yetkilerin tek kişi veya organda toplanmasıyla
değil , bağımsızlığı güvence altına alınmış anayasal organların iş birliğiyle gerçekleştirilir.

Türkiyede hukuk devleti ilkesinin gelişimi


Batıda demokrasi teorisi , liberal siyaset teorisi üzerine inşaa edilmiştir. Buna göre devletin
başlıca yetkisi adaleti ve güvenliği sağlanamaktır. devlet içeri , doğal haklarla belirlenen
kişiye ait özel alana giremez. Modern demokrasiler , liberalizmin siyasal iktidarı sınırlamak
için ortaya koyduğu bu temel felsefeyi hayata geçirecek birçok ilke ve kurumu
benimsemiştir. Demokratikte olsa devlet iktidarının sınırlı olduğu bazı üstün hukuk
ilkeleriyle bağlı bulunduğu anlayışını pekiştirmektedir. Hukuk devleti ilkesi bu anlayışın bir
sonucudur.
Türk anayasacılık geleceğinde en zayıf kalan noktalardan biri devlet iktidarının sınırlı
olduğu düşüncesinin yeterine kökleşmiş olmamasıdır. Bu yaklaşım hukuk devleti ve
demokratik devlet ilkelerini karşı karşıya getirerek biri diğerine tercih etme zorunluluğu
varmış gibi izlenim verir.

Yakın tarihimizde hukuk devleti ilkesinin aşamalarını şu şekilde tespit edebiliriz.


- Tanzimat dönemi, hukuk devleti anlayışının gelişmesi bakımından Tanzimat dönemi
önemli bir başlangıçıdır. ilk hedefi osmanlı devletini insan haklarına saygılı yurttaşların
eşitliği güvence altına alan, kanunlara uygun hareket eden siyasal bir yapıya
dönüştürmektir. Tanzimat döneminde hazırlanan fermanlarla kamu gücünü kullanaların
uymakla zorunlu olduğu temel kurallar ortaya konulmuştur. Devlet işlerinin
görülmesinde tek kişinin iradesinden heyetlerin kuruların iradesine tabi kılmak , kişisel
ve keyfi kararalar yerine genel soyut ve sürekli kuralları koymaktır. 1856 ıslahat
fermanıyla Danıştay kurulmuştur. 1975 adalet fermanıyla mahkemelerin bağımsızlığı
hakim ve hakim teminatı esasları benimsenmiştir. Böylelikle kanun devleti anlayışına
geçişin alt yapısı hazırlanmıştır. 


- Meşrutiyet dönemi , 1. Meşrutiyet 2 yıl sürmüştür. Jön türklerin ve ardından ittifak ve


terakki cemiyetinin çabalarıyla 1908 de parlamento yeniden açılmış ve anaysa yürürlüğe
konulmuştur. Bu ikinci meşrutiyettir. 10 yıl sürmüştür. Bu dönemde kuvvetler ayrılığı
ikesi benimsendi. Kişi hakları genişletildi ve güvence altına alındı. Modern bürokrasinin
temelleri atıldı. 


- Cumhuriyet dönemi ; hukuk devleti anlayışının gelişmesi bakımından 2 farklı döneme


ayrılabilir. 1. Dönem 1945 kadar süren tek parti yönetimi , bu dönem Tarık sefer
tunayanın değişiyle , yasama meclisi kendini yürütme ve yargının üstünde görmüş
olanlara hakim olmuş, onları bir tür idari organa dönüştürmüştür 2. Dönem 1945ten
sonra çok partili dönemdir. Bu dönemde başlıca düzenlemeler şöyle sınırlanabilir. 1
anayasa yer alan hukuk devleti ilkesi 2 devletin görevleri arasında hukuk devleti ve
adalet ilkelerini sağlanması 3 nanayasnaön üstünlüğü ve bağlayıcığı 4 parlamentonun
anayasaya aykırı işlem ve eylemlerin iptal edilmesi 5 yargı bağımsızlığı 6
cumhurbaşkanı ve millet vekilleri hukukun üstülüğüne bağlı kalacaklarına yemin etmesi

22 / 33

Konsensus Demokrasisi ve Türkiye


Çoğunlukçu demokrasi savunanlar, milli irade gibi kavramlarla , mistisizme ettikleri
çoğunluk iradesi karşısında bağımsız yargı veya kuvvetler ayrılığı sisteminden kaynaklanan
fren denge sistemlerini meşruiyetini kabul etmeme eğilimindedir.
Yargı bağımsızlığının kuvvetler ayrılığın ilkesinin ve hukuk devleti anlayışının
benimsendiği ülkelerde de demokrasinin şekli bir demokrasiye çoğunluk despotizmine
dönüşmesi tehlikesi mevcuttur. Kuzey Irlanda örnektir.
Arend göre bir demokrasi modelinin başarısı uygulandığı ülkenin toplumsal yapısı ile
yakından ilgilidir. Türkiyen çoğunluk demokrasisi modelini benimsenmiş bir ülkedir fakat
yargı bağımsızlığı kuvvetler ayrılığı gibi hukuk devleti gibi ilkelerin hayata geçirilmesinde
ciddi sıkıntılar sahip olduğundan çoğunluk yönetiminin çoğunluk despotizmine dönüşme
tehlikesini bertaraf edebilmiş değildir.

Bazıları türkiyenin 72 milletten oluşan bir mozaik olduğunu savunan olduğu gibi bazılarıda
tek dil tek kültür bütünleşmiş bir mermer olduğunu düşünlerde vardır. Türkiye özellikle
dinsel açıdan yüksek bir türdeşliğe ulaştığı söylenebilir. Konsensus demokrasini gerekli
kılan toplumsal yapı yanlında farklılıklar içeren bir yapı değildir.
Bu farklılıkların siyaseti etkileye ek boyuta olması gerekir.
Daha kısa bir ifadeyle farklılıkların bilinciyle aktif olarak siyasete katılma isteği göstermesi
gerekir.
farklılıkların foklorik düzeyde kaldığı siyasal bir kimlik talebine dönüşmedi yerde
konsensus demokrasisi yönünde bir beklentinin oluşması söz konusu olmayacaktır.

Türkiyedeki etnik dinsel ve dilsel grupların varlığından hareketle toplumsal yapının


konsensus demokrasisi zorunlu kılacak kadar büyük ve derin farklılıkların içerdiğini ileri
süremle gerçekçi değildir. Alevi Sünni farklılığı sayısal açıdan anlamınlı bir veri olmasına
rağmen aleviler farklı kimlikleri farklılaştırmamaktadır.
Toplumsal yapıdaki mevcut bölünme ve farklıkların doğurduğu sorunlar iyi işleyen bir
demokraside yerel yönetimlerin güçlendirilmesi kültürel kimle ilgili insa haklarını. Güvense
altına alınması ve seçim istemindeki adaletsizliğin giderilmesi çözülebilir. Sonuç olarak
türkiyenin asıl sorunu geçerli olan demokrasi modelini çoğunlukçu hatta bazen totaliter
bir zihniyetle uygulama çalışmasıdır.

İnsan Hakları Teorisi


İnsan hakları, demokratik rejimlerde devlet iktidarını sınırlar ve devletin amacını belirler.
İnsan hakları, kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklardır. Sofokles ve aristotales,
insanların doğal haklara sahip olduğunu söylemişlerdir.
Avrupa 17 ve 18. Yy da insan hakları toplu bir öğretiye dönüşmüştür. İnsan hakları kavramı
felsefidir ve toplum karşısında korunması gereken üstün bir değerdir.

İnsan hakları kamu yararına dayansa bile bazı insan haklarına hiç bir şekilde sınırlama
getirilemez.
İnsan haklarının diğer haklar ve çıkarlar ve talepler karşısındaki bu üstünlüğü nereden
gelmektedir.?
- insan hakları insanın değerini koruyan haklardır. Hukukçular insan onuru
kavramını kullanırlar. İnsan onuru insan onurunun kaynağı ve varlık nedenidir. 18.
yy ‘da kant insan onurunu ahlaki bir ilke olarak formüle etmiştir. 1789’da insan ve
yurttaş hakları bildirgesi yayınlanmıştır. Ve evrensel insan hakları bildirgesi
23 / 33
yayınlanmıştır. Bu bildirge nazi rejiminin ve savaşın yol açtığı kitlesel katliamlara ve
vahşete karşı bir cevaptır. Bütün insanlar onurludur ve bu bakımdan eşittir.
insan insan olduğu için değerlidir. İnsanın onulu olması sonucunda ahlaki görevler
varolur. Her zaman herkese insanca davranılmalıdır.
Bir madalyonun iki yüzü gibi, insanın onurunun korunması, kişi açısından bakıldığında bir
hak devlet toplum açısından bakıldığında bir ödevdir.
Alman anayasa mahkemesi insan onurunun her koşulda korunması gereken kategorik bir
buyruk olarak kabul etmiştir.

11 eylül 2011 ‘de ABD’de bir uçak kaçırılmıştır. İçerisinde suçlular ve masum insanlar yer
almaktadır. Çözüm olarak uçağın vurulması öngörülmüştür. Anayasa mahkemesi uçaktaki
yolcuların hayatının devletin tek yanlı kararı ile feda edilmesi, onların sırf insan oldukları
için sahip oldukları üstün değerin inkar edilmesi anlamına gelir. Devletin başka amaçlara
ulaşmak için bir kimseyi araç olarak kullanması yasaktır. Devletin yükümlülüğü hiç kimseyi
araç haline getirmeden hem uçaktaki yolcuların hemde potansiyel madurların hayatını ve
onurunu korumaktır.

Kant’a göre insan, doğadaki diğer varlıklardan ayırdan bir çok özelliğe sahip onurlu bir
varlıktır.
Kant kişinin ahlaki seçimler yapabilme kapasitesini, insan onuru insan değeri olarak
tanımlar.
İnsan onuru herkese eşit olarak dağıtılmıştır.

1948’de kabul edilen insan hakları evrensel bildirgesinde insanı varlığın geri kalanından
ayıran ahlaki seçimler yapabilme kapasitesinin dayanağını oluşturan özellikler akıl ve
vicdan olarak tanımlanmıştır.
17. Ve 18. yy ‘da insan hakları öğretisi şekillenmiştir.
Avrupada insan onuruna yönelik en güçlü saldırılar mutlak monarşi devlet yönetiminden
kaynaklanmaktadır.
Avrupada feodal beylikler ve krallar bireyler üzerinde otorite sahibiydi ancak hiç biri
birbirine üstünlük sağlayamamıştır. Daha sonraları krallar avrupada 17. yy’dan itibaren
dinsel alan dahil son sözü söyleyen tüm otoriteleri kendine bağlayan iktidara dönüştü.

Thomas hobbes’e göre avrupada modern devlet, karşı konulamaz canavar(levihatan)


dönüştü.
Avrupada mutlak monarşi olarak ilk modern devletler adeta birer fil, bireyler ise birer
karıncaydı. Devlet iktidarı bütün iktidarlardan daha üstün ve daha eziciydi.
En çok sığınma ve korunma ihtiyacı olan kesim burjuvalardadır.
Feodalizminden kapitalizme geçiş sürecinde avrupada, burjuvazinin feodal beyler ve
kliseye karşı iktidar mücadelesinde kralları desteklemesinin temel nedeni ekonomik
kaygılardır.

John locke insan haklarının hayat, özgürlük ve mülkiyet olarak saymıştır.


Amerikan bağımsızlık bildirgesini kaleme alan Thomas Jefferson insan hakları mutluluğu
arama hakkı olarak tanımlamıştır.
Fransız devrimi sırasında ilan edilen insan ve yurttaş hakları bildirgesi özgürlük, mülkiyet,
güvenlik ve baskıya karşı direnme şeklinde tanımlamıştır.

Hak kavramı, hak sahibi olmak bir şeye yapmaya yetkili olamak veya bir şeyi talep
edebilmek. Başkalarının haklarını kullanmalarına engel olunmamalıdır.

24 / 33
Hak nelerden doğar.?
- sözleşmeler,
- Anayasa ve yasanın tanıdığı yetkiler,
- Bir davranışın yada talebin hakılılığı düşüncesidir.

Hakların kaynağı hukukçular bakımından uluslararası sözleşmelerde yer alan haklardır.


İnsanın onurlu ve insanca yaşam sürdürebilmesi, insan haklarının güvence altına
alınmasına bağlıdır.
Ronald Dworkin, insan haklarına dayanan bir talebin diğer tüm mülahazalara karşı önceliği
vardır.

İnsan haklarına saygı göstermeyen bir rejim insan değerini ve kişinin insan olma niteliğini
reddetmiş sayılır. Bunun toplumun genel çıkarları yada başka bir ilke adına yapılmış olması
o rejime ahlaki meşruluk kazandırmaz.

İnsan hakları talebinde bulunmanın amacı nedir.?


- hakların hukuksal güvenceye kavuşturulması suretiyle insan onurunun korunmasıdır.

İnsan haklarının kökeni ve kaynağı nedir.?


- uluslararası normlar hakların hukuki kaynağı olarak kabul edilir. İnsan haklarının
kaynağını açıklayan iki teori vardır.

1) doğal hukuk teorisi, kişilerin hak ve özgürlüklerini devlete karşı korumak için
başvurulan en etkili öğreti doğal hukuk anlayışıdır. Avrupada 17. Ve 18. Yy’da sistemli bir
biçimde ortaya konulmuştur. 

sofokles’in Antigone adlı trajedisi doğal hukuk düşüncesinin ilk yazılı kaynaklarındandır.

2) doğal haklar teorisi, doğal haklar doğal hukukun bir parçasıdır. 17. Yy’da liberal
düşünürler tarafından doğal haklara iki unsur eklenmiştir. Doğa durumu(tabiat hali
kurgusu) ve sosyal sözleşme varsayımıdır.

devletin henüz kurulmadığı dönemde insanlar kendi doğalarının getirdiği hak ve
özgürlükleri kullanıyordu bir süre sonra hak ve özgürlüklerini güvenceli kılmak için
kendi aralarından anlaşarak bir sözleşme ile toplumu ve devleti kurdular. Toplumun
yaşaması ve kurulması gereken bir kısım haklarından vazgeçmiş ancak özgürlüklerini
devretmeyin kendilerine saklı tutmuşlardır. Devredilmeyen bu özgürlükler devletin
dokunamayacağı bir alan oluşturur.

Doğal hakların, iktidara karşı korunması bakımından iki önemli gerekçe vardır.
Birincisi, haklar ve özgürlükler insan doğasından çıkartıldığı için varlıklarını iktidara borçlu
değildir.
İkincisi, devlet kurulmadan öncede insanlar bu haklara sahiptirler ve devleti insanlar bir
sözleşme ile haklarını güvenli bir biçimde kullanmak için kurmuşlardır. Sözleşmeye aykırı
davranan devlet meşruiyetini yitirir ve yurttaşların devlete itaat yükümlülüğü ortadan
kalkar.

1793 fransız anayasası doğal devredilmez ve kutsal insan hakları ifadesini benimsemiştir.
Türk anayasası madde 12 hükmüyle hakların niteliği açıklanmıştır.

Doğal hakların nelerden oluştuğu nasıl saptanacaktır.?


- birinci yaklaşım doğal hakların akıl yoluyla insan doğasından çıkarılacağını belirtir.
- İkinci yaklaşım akıldan çok sezgiye önem verir.

25 / 33
Hobbes bencil hırslı saldırgan bir insan doğasından bu insanı dizginleyecek mutlakiyetçi bir
rejime, 

Locke ise yardımsever şefkatli bir insan doğasında özgürlükçü bir rejime ulaşmıştır.
Postmodern teori ise insan doğasının müphem(belirsiz) olduğu görüşüne yatkındır.

Eleştiri:
Doğal haklar devletin ortadan kaldıramayacağı ve aksine düzenleme yapamayacağı haklar
olarak kabul edilir.
Fransız devrimi 1789 sırasında ilan edilen insan ve yurttaş haklar bildirgesinde özgürlük
mülkiyet güvenlik ve baskıya karşı direnme adıyla 4 adet doğal haklar devlet iktidarının
sınırını gösterir.
Doğal haklar öğretisi gerçekçi olmaktan uzaktır. Hakların kaynağının toplum ve devlet
öncesi döneme kadar uzatılmasının bilimsel bir temeli yoktur.
Doğal haklar teorisi iki temel varsayıma dayanır; insanların tabiat hali dönemde tek başına
yaşadıkları ve bu dönemden sözleşme yaparak çıktıkları görüşü tarihi ve sosyoloji gibi
bilim dallarının görüşleri ile çelişmektedir.

Doğal hukuk teorisi sihirli bir kavram olarak haklar artık doğrudan insan doğasından
çıkartılarak insan doğası kavramı oluşturuldu.
Fransız devriminden sonra gelişmeye başlayan yeni anlayışa göre, insan haklarının kaynağı
insan doğasıdır.
İnsan doğası, çoğu kez insan gereksinimleri ile tanımlanır. Bu gereksinimler seçim ve
güvenlik olarak maddi gereksinimlerdir. Temel maddi gereksinimler insanın hayatta
kalması ve varlığını sürdürmesi ile ilgilidir.
Manevi gereksinimler, insanın ahlaki bir varlık oluşuyla ilgilidir. İnsanın iyiyi ve kötüyü
ayırabilmesi için özgür olması gerekir.

Uluslararası insan hakları belgelerinde insan haklarının kaynağı manevi gereksinimleri


ortaya çıkaran insanın ahlaki doğası olarak belirlenir.

Modern toplumda insan doğasına yönelik en büyük tehditlerden biri rutin ve sıkıcı işlerde
çalışmak zorunda kalmasıdır. Sanayi uygarlığı kişiyi doğadan koparmış yabancılaştırmıştır.

İnsan hakları ile temel insani gereksinimler arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır.

İnsanın davranışları iyi ve kötü olarak değerlendirmesi, insanın olanakları olarak


adlandırılır. İnsan olanaklarının gerçekleştirme toplum düzeninin uygun koşulları
sağlamasına bağlıdır. Koşulları; özgür olması, beslenmesi, barınması ve güvenliktir.
Hukuk düzeni bu tür davranışları güvence altına almazsa insan özünde taşıdığı olanakları
tam olarak gerçekleştiremez. İnsan, hakları ile insandır.

İnsan Hakları Keşif mi İcat mı?


Doğal hukuk teorisini savunanlara göre insan hakları devletten bağımsız olarak vardır.
İnsalar nasıl gezegenleri keşfetmişse, zaten var olan haklarıda keşfetmiştir.
Doğal hukuk teorisini benimsemeyenler, hakların bir sorunu çözmek için tıpkı
antibiyotikler gibi insanlar tarafından icat edildiğini savunacaktır.

İnsan haklarını hukuki haklar olarak görenler, kaynak olarak uluslararası sözleşme ve
anayasa gibi pozitif hukuk metinlerini hakların kurucu unsurları olarak görürler.
İnsan haklarını ahlaki haklar olarak görenler, haklarını temel ahlak ilkelerinden
kaynaklandığını savunacaklardır.

26 / 33
Siyaset bilimciler, hakların uluslar veya uluslararası toplum düzeyinde ortaya çıkan siyasal
mücadele ve uzlaşmadan kaynaklandığını belirtecektir.

İçinde bulunduğumuz çağ her türlü inanç teori ve yaklaşımın temelden sorgulandığı
modernitenin ve ideolojilerinin sonunun geldiğinin ilan edildiği kaotik bir dönemdir.

Habermas’a göre insan hakları bir madalyonun iki yüzü gibidir; bir tarafı ahlaki ilkeler
diğer tarafı hukuk kurallarıdır.
Bir hukuk düzeni ancak o toplumdaki geçerli temel ahlaki ilkelere ayrıkı değilse meşru
kabul edilmektedir. Demekki hukuk ile ahlak arasında güçlü bir bağ vardır. Fakat bu bağı
hiyerarşik bir ilişki olarak düşünmek zorunda değiliz.
Hukuk ile ahlakın birbirinin tamamlayıcısı olduğu savunulabilir. İnsan hakları bağlamında
hukuk ile ahlakı birleştiren sihirli kavram insan onurudur.
İnsan haklarına evrensellik özelliğini kazandıran insan onurudur.

Hak Kuşakları ve Bütünsellik İlkesi


İnsan hakları öğretisinin oluşmaya başladığı 17. Yy’dan günümüze kadar, insan haklarını
sayan ve sınıflandıran çok sayıda liste ortaya çıkmıştır.
Bunlardan biri BM Genel Kurulunda 10 aralık 1948’de kabul edilen insan hakları evrensel
bildirgesi dünya devletleri arasında genel kabul görmüştür.

Haklar kuşaklara ayrılmıştır, kuşakları ayrılmasının sebepleri; tarihsel gelişim, toplumsal


dinamikler.
Evrensel insan hakları bildirgesi ilk iki kuşak hakları düzenlemektedir.

İnsan haklarının sayısı neden sürekli artmaktadır.?


- haklar insan doğasının temel özelliklerini koruyan araçlar olduğuna göre, etkili bir
koruma için doğamıza yönelik yeni tehditlere karşı sürekli yeni haklar formüle etme
çabası içine girmemiz kaçınılmazdır. Bunu her hak kuşağının ortaya çıkış sürecinden
görebilir.

Birinci kuşak haklar


Klasik haklar olarak adlandırılan birinci kuşak haklar 17. Ve 18.yy düşünürlerince dile
getirilmiş. Amerikan ve fransız devrimleri ile uygulamaya geçirilmiştir.
Özgürlük hakkının bu kategoriye giren bütün hak taleplerini kapsayacağı görüşündedir. Bu
hakların özelliği kişilere devletin karışamayacağı özel bir alam yaratmasıdır. Bu özel alanda
kişiler hareket edebilirler. Klasik haklar kişileri devlete karşı korur. Devlete kişilerin özel
alanına girmeme karışmama yükümlülüğü getirir.

- yaşam hakkı,
- İnanç ve ibadet özgürlüğü,
- Konut dokunulmazlığı
- Mülkiyet hakkı
- Dernek kurma hakkı
- Çalışma özgürlüğü
- Seçme ve seçilme hakkı
- Dilekçe hakkı

İkinci kuşak haklar


Sosyal haklar olarak adlandırılır. Avrupa ülkelerinde insanların büyük çoğunluğu yoksulluk
nedeniyle bu hakları kullanamıyordu. Bu haklar devlete kamu hizmeti kurma görevi

27 / 33
yükleyen haklar niteliğindedir. Bu nedenle gerçekleştirilmeleri büyük mali kaynakların
kullanılmasını gerektirmektedir. İkinci kuşak haklar bakımından itici güç sanayi devrimiyle
ortaya çıkan işçi sınıfıdır. Kuşkusuz sosyal hakların doğuşuyla klasik haklar öneminden hiç
bir şey yitirmemiştir. Bu haklar insanca bir yaşam düzeyinin güvence altına alınması
bakımından zorunlu ögelerdir.
- çalışma hakı,
- Sendika kurma hakkı,
- Dinlenme hakkı,
- Sosyal güvenlik hakkı
- Beslenme hakkı,
- Parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı,

Üçüncü kuşak haklar


Dayanışma hakları olarakta adlandırılır. Kültürel grupların kimliklerini koruma çabası ile
bilimsel ve teknik ilerlemenin oluşturduğu sorunlar ön plandadır. Üçüncü kuşak hakları
sınıfsal değil, sınıflar üstü bir kimlik mücadelesidir.
- çevrenin korunması,
- barışın sağlanması,
- Gelişme hakkı,
- Kültürel kimlik hakkı

Dördüncü kuşak haklar


Bilim ve teknolojinin ulaştığı düzeyin insan onurunun korunması bakımından oluşturduğu
riskler nedeniyle ortaya çıkmıştır. Amaç bilimin ve teknolojinin olası kötüye kullanımına
karşı insan onurunun korunmasıdır. Örneğin kişisel verilerin korunma hakkı

İnsan hakları bir bütündür. 1.2.3.4. kuşak haklarının tümü insana bir yaşam sürdürebilmek
için gerekli haklardır. Hepsi birbirine bağımlıdır. Birinin yokluğu diğerini kullanılmasını
olumsuz yönde etkiler. Devlet her bir temel hak ve özgürlüğün korunmasını ver
gerçekleştirilmesini sağlamakla yükümlüdür.

Kültürel Rölativizm ve Evrensellik İlkesi


İnsan haklarının evrensel olmasından, bu hakların tüm insanlar için her zaman her yerde
geçerli olma özelliği anlaşılır. Bu hakları kullanmak için insan olmak yeterlidir.

İnsan haklarındaki evrensellik ilkesi, kuşkusuz doğa yasalarındaki gibi evrensellik


anlamında değildir.
Doğa yasaları ihlal edilemez, ancak insan hakları ihlal edilebilir.
İnsan hakları olanı değil olması gerekeni gösterir.
İnsan hakları kişinin insanca onurlu bir yaşam sürmesi için zorunlu koşullardır.
İnsan hakları her zaman ve her yerde gerçekleştirilmesi gereken ilkelerdir. Evrensellik
özelliği her insanın bu hakları fiilen kullanıyor olmasından değil, haklara sahip olmak
yönündendir.

İnsan hakları teorisi batıda ortaya çıkmıştır. İnsan hakları, batı kültürünün insan onurunu
korumak için icat ettiği araçlardır.

28 / 33
İnsan hakları batı ortaya çıkmasına rağmen nasıl evrensel olarak nitelendirilir.?
- batının liberal bireyciliğini benimsemeyen kültür çevrelerinde uygunlanması
olanaksızdır. İnsan haklarının evrensel olduğunu ve her kültürde uygunlanması
gerektiğini savunmak, aslında batının emperyalist politikalarının insan onuru, eşitlik ve
özgürlük gibi evrensel bir söylem ile maskelemesine hizmet etmektedir. Evrensellik
iddiası sağlam bir temele dayandırılmaktadır, başkalarının kültürlerini, inançlarını,
davranışlarını batının kültürel değeri ile yargılamak etnik merkezciliktir.

etnik merkezciliğin karşıtı kültürel rölativizmdir. 

kültürel rölativizm, her kültür kendi içinde değerlendirilmeli diğerinin standartlarıyla
yargılanmamalıdır. 

kültürel rölativizm, en uç noktasında yer yüzünde hiçbir üstün uluslararası veya
evrensel ahlaki değerin bulunmadığını savunur.

insan hakları öğretisi tüm insanlar için gerçeli bazı temel ahlaki değerlere ve ilkelere
dayandığı iddiasındadır, bunlar; akıl ve vicdandır.


akıl ve vicdan insanı insan yapan özdür ve bu öz herkeste vardır. Bu yüzden insan
hakları evrenseldir.

insan haklarının amacı insan saygınlığını ve onurunu korumaktır. İnsan onurunun
korunması bakımından farklı kültürler ve araçlar kullanabilir.

Modern çağ 17.yy da avrupada ortaya çıkmıştır.


Modern devlet bir yandan insan onurunu koruyan geleneksel mekanizmaları yok etti,
diğer yandan insan onuruna ciddi tehditler oluşturan yeni kurum ve uygulamalar
oluşturdu.

İnsan onuruna yönelen yeni tehditler insan hakları mekanizmasının oluşturulmasını


gerekli kıldı.
Jack Donnelly’e göre birey iktisadi ve siyasi güçler karşısında git gide yalnızlaşmaya
zorlanmaktadır.

Geleneksel Hint Kültürü ve İnsan Hakları


Hindistandaki kast sistemi evrensellik ilkesiyle çelişir. Hinduizme göre kast sistemi ve
eşitsizlik gizli bir adaletin ifadesidir.

Sati inancına göre, dul kadın ölen kocasıyla birlikte yakılır. Yakılan kadının rızasının olması
uygulamayı meşru yada haklı olduğunu göstermez.

Kölelik,
Sabit cezalar,
inanmayanlar,
Dinden dönme cezası,
Hristiyan ve yahudi azınlıklar,
Kadınlar.

1. Kuşak Haklarla İlgili Tartışmalar


Bazı liberal yazarlar yalnızca birinci kuşak hakları insan hakkı olarak kabul ederler. Birinci
kuşak haklar bakımından en çok tartışılan konulardan biri bu hakların devlete yüklediği
görevin niteliğidir.(negatif haklar ve pozitif haklar)

Klasik haklar devlete pozitif bir edim yüklediğinin örnekleri avrupa insan hakları
mahkemesi içtihadlarında vardır.
29 / 33
Türkiye’nin üzerine düşen pozitif yükümlülüğü yerine getirmediği için AİHM tarafından
türkiye aleyhine sonuçlanmış örnekler mevcuttur.

Yaşam Hakkı:
Mahmut kayanın türk devlet güçleri tarafından işkence ile öldürüldüğü iddia edilmiştir.
Kesin bir sonuca varılamamıştır. Olayda söz konusu kişinin tehdit altında olduğu ve devlet
bunu bilmesine rağmen üzerine düşen görevi yerine getirmediği tespit edilmiştir.
Mahkemeye göre yaşam hakkı devlete yalnızca öldürmeme şeklinde negatif bir
yükümlülük yüklemez, aynı zamanda kişiyi ölüm tehlikesi karşısında koruması şeklinde
pozitif bir yükümlülükte getirir.
Zamanında yeterli ve etkili soruşturma yapılmaması yaşam hakkının ihlali olarak
nitelendirilmiştir.

Mülkiyet Hakkı - Yaşam Hakkı (öner yıldız) :


Ümraniye çöplüğünde yaşanan patlama olayında evler yıkışmış ve insanlar ölmüştür.
AİHM türkiyenin yaşam hakkını ve mülkiyet hakkını ihlal ettiği sonucuna varmıştır.
Türkiye’nin savunması, patlamanın gerçekleştiği alan yapılaşmaya kapalı ve ordaki evle
tapuya kayıtlı bir mülkiyet hakkı yoktur. Ayrıca olay bir kaza sonucu meydana gelmiştir.
AİHM gerekçeleri, devletin kişileri öldürmediği ve evleri yıkmadığı açık olmakla birlikte
devlet yaşam ve mülkiyet hakkını ihlal etmiştir çünkü, pozitif yükümlülüğünü yerine
getirmemiştir. Devlet kaçak yapılaşmaya göz yummuş ve 4 adet okul açmıştır. Merkezi ve
yerel yönetimin sürdüğü kamu hizmetleri kaçak yapılaşmayı meşrulaştırmıştır.

İşkence Yasağı (aksoy davası):


Göz altında olan aksoy savcının önüne çıkartıldığında savcı tarafından işkence izleri fark
edilmiş ancak savcı işkence suçu için dava açmamıştır. AİHM Türkiyenin işkence yasağını
ihlal ettiği tespit etmiştir.
aksoy iç hukuk yollarını tüketmeden AİHM’e başvurmuştur. Olağanüstü hal bölgesinde
yargının bağımsız ve tarafsız olma özelliğini tümüyle yitirdiğini ve bu nedenle bu
bölgedeki hak ihlalleri için iç hukuk yollarını tüketmeden kendisine başvurulabileceğini
kabul etmiştir.

Pozitif Edimin Anayasada Düzenlenmesi:


Pozitif edimlerin anayasada düzenlenmesi için üç adet haklı sebep bulunmaktadır.
Türkiye’nin eksiklikleri üç noktada yoğunlaşır bunlar;
- devletin olası hak ihlallerine karşı yeterli korucu önlemler almaması,
- hak ihlallerinin etkili biçimde soruşturulmaması,
- hakkı ihlal edilenler için etkili bir giderim politikası oluşturmaması.

2. Kuşak Haklarla İlgili Tartışmalar


İnsan hakları kişiye devletin karışamayacağı dokunulmaz özel bir alan sağlar ve devletin
iktidarını sınırlandırır.
Devletin iktidarını sınırlandırıcı özellik göstermeyen kendiliğinden var olamayan ve
devletin müdahalesini gerektiren niteliğinden ötürü ikinci kuşak haklar insan hakkı olarak
görülmez.

Pozitif nitelikteki hakların evrensel olmadığı iddiası;


Birinci kuşak haklar devletin karışmadığı negatif bir tutum içinde olmasını gerektiren
derhal uygulanabilir nitelikteki haklardır. Ancak ikinci kuşak hakların çoğunun
uygulanabilirliliğinin sağlanması zor ve hatta bazı ülkelerde olanaksızdır. bu nedenle ikinci
kuşak haklar aslında hak değil gerçekleşmesi arzulanan hedeflerdir.

30 / 33
Uygulanabilmeleri ekonomik koşullara bağlı olduğundan evrensellik özelliği göstermezler.

Birinci kuşak hakların üstün hak olduğu iddiası;


Birinci kuşak hakların insan onurunu koruması bakımından diğer hak kuşaklarına göre
daha önemli ve vazgeçilmez olduğu yaygın bir görüştür. Maurice Cranston göre yaşam
özgürlük ve mülkiyetten oluşan haklar, evrensel üstün mutlak haklardır.

İkinci kuşak hakların birinci kuşak hakları tahrip ettiği iddiası;


Birinci ve ikinci kuşak hakların bağdaşmayacağı ve bir arada uygulanamayacakları görüşü
mevcuttur. Birbirleri ile çelişirler ve bunları aynı aynda savunmak tutarsız ve insan
haklarını tahrip edicidir.
Eleştirisi;

ikinci kuşak haklar, geniş yoksul kitlelerin temel gereksinimlerini karşılayarak herkesin
insan haklarından yararlanabilmesini amaçlayan araçlar olarak tasarlanmıştır.
İkinci kuşak hakların güvence altına alınması sayesinde birinci kuşak hakların mutlu bir
azınlığın ayrıcaklıkları olmasının önüne geçilebilmiştir.

Sosyal Hakların Güçlendirilmesi;


Sosyal hakların insan hakları sayılmayacağı yönünde görüşler vardır. Sosyal haklar
bakımından asıl tehlike küreselleşmedir. Küreselleşme, ulus devletin sosyal amaçlı
politikalar izlemesini güçleştiren bir süreçtir.
Ulus devlet, varlık nedeninden ötürü yada doğası gereği sosyal politikalar izleyen bir
devlet değildir.
Gelecekte dünya ekonomisinin ulus devleti aşan ekonomik bloklaşmalar etrafında
şekilleneceği tahmin ediliyor.
Bunun doğal sonucu ulus devletin egemenlik alanının büyük ölçüde daralmasıdır. Bu süreci
görmezden gelip ulus devletin egemenliğinin güçlendirilebileceğini savunmak gerçekçi bir
yaklaşım değildir.
Küreselleşen kapitalizmin uygulamalarından zarar gören kesimlerin, çözüm olarak yalnızca
ulus devlete sarılması sonuçsuz kalmaya mahkum bir çabadır. Devletler sosyal
politikalarında ulusal sermayenin başka ülkelere göç etmesini önlemek ve yabancı
sermayelerinin ülkelerine gelmesini sağlamak için vergi yükünü azaltacak politikalar
izlemek zorunda kalacaktır ve küresel sermayenin beklentilerini karşılamak zorundadır.

Ulus devletler ulus üstü global bir erime sürecine girmişlerdir. Ulus devlet, yerel iktidar ile
ulus üstü iktidar odakları arasında “ara örgüt” konumuna düşmüştür.

Küresel ve uluslararası ekonomik kuruluşların faaliyetlerine sosyal amaçlı projeleri


ekleyerek sosyal hakları desteklenmesi, küresel fırsat eşitliğinin sağlanması konusunda bir
başlangıç oluşturabilir.
Küresel fırsat eşitliği, tüm insanların beslenme ve barınma ile ilgili asgari ihtiyaçlarının
karşılanmasının yanı sıra eğitim ve çalışma hakkı bakımından da eşit fırsatlara sahip
olmasını güvence altına alır.
Bu konudaki fırsat eşitsizliği, insan hakları hukukunda sert çekirdekli haklar olarak kabul
edilen hakların ihlali kadar insanın saygınlığını zedeleyen bir durumdur.

Küresel fırsat eşitliğinin güvence altına alınmasında en büyük engel, sanıldığının aksine
kaynakların kıt olması değildir. Yeryüzünde tüm insanların asgari yaşam standartlarını
garanti edecek zenginlik, her devirde yaratılmıştır. Sorun şudur ki, bu zenginliğin daha adil
dağıtımını mümkün kılacak küresel düzenlemelerin olmamasıdır. Bunun bir sebebide
sosyal hakları ne bölgesel nede küresel düzeyde etkili biçimde koruyacak mekanizmalar
hala gelişmemiştir.
31 / 33
Konu bu bakış açısıyla ele alındığında 21.yy da insan haklarını güvence altına alarak
insanca bir yaşam düzeni sağlamanın en etkili yolu büyük ekonomik blokları onları
oluşturan ülke halklarının demokratik denetime tabi siyasal bloklara dönüştürmekten
geçer. Bununla birlikte BM’de insan faaliyetleri daha güçlendirilmelidir.

1982 anayasası düzenlediği sosyal haklar içinde yalnızca eğitim hakkının gerçekleştirilmesi
zorunlu asgari düzeyini belirtmiş; ilköğretim zorunlu ve parasızdır diyerek devlete yerine
getirmekle yükümlü olduğu, getirmediği taktirde dava ve talep edilebileceği bir hak olarak
ortaya koymuştur. Diğer haklar güzel söz olarak kalmış hayata geçirilememiştir. Bu
uygulanamazlık durumu ilgili hakların temel hak olma niteliğini de zedelemiştir.

Devletin iktisadi ve sosyal ödevlerinin sınırı;


Hakların gerçekleştirilmesi ile devletin mali olanakları arasında bir bağ kurulmuştur. Buna
göre “devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu
görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde
yerine getirir.” Bu madde eğitim hakkı dışında tüm sosyal haklardan kaçınmak için elverişli
bir maddedir.

3. Kuşak Haklarla İlgili Tartışmalar


İnsan haklarının nelerden oluştuğu kaç tane olduğu sorusuna verilen yanıt dün ve bugün
arasında farklılık gösterir.

Haklar bir kez sayılarak tüketilemez. Toplumsal ilişkilerin gelişmesine paralel olarak sürekli
gelişim halindedir. Dayanışma hakları olarakta adlandırılır.

Uluslararası belgelerde, bugüne kadar beş ayrı hak ortaya çıkmıştır, kültürel kimlik, çevre,
insanlığın ortak mirası, gelişme ve barış hakkı gibi haklar ortaya çıkmıştır.
Bu haklar kollektif boyutu ön plandadır. Hakkın öznesi topluluklardır.

Hukuksal güvenceye kavuşturulması çok güç olduğu belirtilerek hak olmaktan çok dilek
yada taleplere benzer.
Barış gelişme gibi bazı 3. Kuşak haklar tüm dünyaya yönelik talepler içerir. Henüz dünya
devleti kurulmadığı için bu hakları gerçekleştirme görevi kime ait olacağı sorusu ortaya
çıkmaktadır.

Bir Hakkın Hukuk Normu Olarak Düzenlenmesi Unsurları;


- Hakkın konusu, 

- Felsefi temellendirme, insanlara fayda sağlayacağının iyi yada yararlı olarak
temellendirilmesinin insan değeri korunması bakımından kesin bir gereklilik olduğunun
kanıtlanması gerekir. İnsanlar için yararlı olan herşey insan hakları olarak
nitelendirilmesi söz konusu değildir.


- Hakkın öznesi,

- Hakkın yükümlüsü, hakkı gerçekleştirecek bir yükümlü gösterilmemişse ortada hukuken
talep edilebilir bir hak yoktur. İnsan haklarının yükümlüsü kural olarak devlettir.


- Hakkı koruyucu mekanizmalar, mahkemeler.

32 / 33
Bireysel insan hakları ile halkların kollektif hakları tür itibariyle farklı olup, ayrı
tutulmalıdır.

Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı, her halkın kendi siyasal statüsünü özgürce
belirlemesi, ekonomik ve sosyal gelişmesini serbestçe sürdürmesini ifade eder.
Kendi kaderini tayin hakkı bağımsız bir devletin egemenliği altındaki halklar veya
topluluklar için ancak söz konusu toplumun hayati çıkarlarının ve kültürel kimliğinin yasal
ve demokratik yollardan korunmasının mümkün olmaması durumunda kullanılabilir.

Demokratik toplumlarda halklar sert determinasyon hakkını ancak içsel boyutuyla yani
idari siyasal özerklik veya öz yönetim biçiminde talep edebilir. Bağımsızlık biçiminde
hukuki bir talep ileri sürülemez.

Kültürel kimliğe saygı hakkının tam olarak korunması için çok sayıda hakkın etkin biçimde
kullanılması gerekir. Bu kollektif bir hak olarak formüle edilmiştir. Bireylerin çıkarlarını
korumak üzere oluşturulan grupların haklarıda insan hakları içinde değerlendirilebilir.
Kolektif haklar insanın ahlaki doğasından kaynaklanır ve insanın onurunun korunması için
vardır. Bu amaca hizmet etmiyorsa insan hakları olarak nitelendirilemez.

Devletler insan haklarının öznesi olamaz.

4. Kuşak Haklarla İlgili Tartışmalar


1932 Aldous huxley adlı kişinin kitabı insanlığı bekleyen en büyük tehlike olarak
biyoteknolojinin ve farmakolojinin insanın doğasını değiştirme potansiyelinden bahseder.

George 1984 isimli romanında bilişim teknolojisindeki gelişmeler gelecekte devlete kişinin
özel alanı üzerinde tam bir kontrol yetkisi vereceği ve bireyin özgürlüğü yok edilerek
totaliter egemenliğin olacağını söylemiştir.

Bilimsel çalışmalar her zaman ve her koşulda insanlığın yararına etkinlikler mi yapar
sorusuna tereddütsüz evet cevabını vermek zordur. Bilimsel çalışmaların bir kısmı
tamamen ticari çıkarlara bağlıdır. Olası kötü kullanımları denetlemek çok güçtür.

Kant’a göre insanı doğanın geri kalanından ayıran temel özellik olarak onun ahlaki
seçimler yapabilme kapasitesini göstermiştir bu kapasiteyi zedelemeyen, ortadan
kaldırmayan ama fiziksel veya ruhsal yapımızı köklü biçimde farklılaştıran değişiklikler için
bilimin sınırlanmaması gerekir.

Kişisel verilerin korunması ile ilgili hakkın modern demokratik devletlerle bu faaliyetin
sınırı özel hayatın gizliliği ile belirlenir.
Bilişim teknolojisinin ulaştığı düzey karşısında, kişisel mahremiyeti sağlamak için her türlü
kişisel verinin elde edilmesi, saklanması ve kullanılmasını insan onuruna uygun bir
düzenleme ile kavuşturacak yeni ilkelere ihtiyaç vardır. Bu hakkın en önemli boyutu kişiye,
hakkındaki bilgilerin geleceğini belirleme imkanı vermesidir. Kişi bunları gerektirdiğinde
sildirme hakkına sahip olmalıdır.

33 / 33
DEVLET TEORİSİ
PROF. DR. OKTAY UYGUN

Giriş Bölümü:

TEMEL KAVRAMLAR

Devlet, gündelik hayatımızın her yönünü kuşatan bir varlıktır. Kişinin doğumundan ölümüne kadar her
faaliyeti; evliliği, çocuk yetiştirmesi, çalışması, emekli olması, eğlenmesi fikir veya kanaatler üretmesi ve daha pek
çok eylemi devlet tarafından düzenlenir. Günümüzde, doğrudan ya da dolaylı olarak devleti ilgilendirmeyen hiçbir
insani etkinlik alanı kalmamış gibidir. Bu nedenle, pek çok bilim dalı, devleti, devletin organlarını veya devletin
bazı fonksiyonlarını inceler. Bütün bu kapsayıcılığına rağmen, insanlık tarihinin çok büyük bir kısmında devlet
yoktu: İlk devletler, yüzbinlerce hatta milyonlarca yıllık insanlık tarihinin son 5.300 yılı içinde ortaya çıktı. Bu
durum, her zaman toplu halde yaşamış olsalar da, insanların, tarihin yalnızca küçük bir kesitini devlet çatısı altında
geçirdiklerini gösteriyor.

İktidar

“İktidar” pek çok bilim dalı için ortak bir kavram olmakla birlikte, herkes tarafından aynı anlamda
kullanılmaz. İktidarın yaygın tanımlarından biri, başkalarının davranışlarını etkileyebilme ve kontrol edebilme
yeteneğidir. Böylesi ilişki biçimleri en küçük topluluklarda, hatta yalnızca iki kişi arasında bile görülür. Bunun ne-
deni, ne kadar küçük olursa olsun, her tür insan grubunda, grubun tümü için geçerli kararlar alma, bu kararları
uygulama ve çıkabilecek uyuşmazlıkları çözme gereksiniminin bulunmasıdır.

Başkalarını belirli bir yönde davranmaya zorlama gücü bulunan otoriteleri ikiye ayırmak gerekir: Birinci
durumda, otorite ilgili topluluk tarafından onaylanır, meşru görülür. İkinci durumda, topluluk tarafından
onaylanmayan, uyulması zorunlu kılınmamış otoriteler söz konusudur. Her iki durumda da eşitsizlikçi bir ilişki
bulunmakla birlikte, yalnızca birinci durumdaki otorite iktidar olarak adlandırılabilir.

Siyasal İktidar, Global Toplum

Devlet teorisi, kendine asıl inceleme alanı olarak toplumun bütünü (global toplum) düzeyinde ortaya çıkan
iktidarı seçmiştir. Toplumun bütünü düzeyinde ortaya çıkan iktidar, siyasal iktidar olarak adlandırılır. Ülkemizde,
günlük konuşma dilinde ve bazı anayasa hukuku kitaplarında “siyasal iktidar”, daha çok devletin yürütme
organının “hükümet” kanadını ifade etmek için kullanılır. Devlet teorisinde (ve bu kitapta) siyasal iktidar
kavramını, siyaset bilimi ve siyasal antropolojideki terminolojiyle uyumlu biçimde; global toplum üzerinde
yasama, yürütme ve yargılama faaliyetleriyle bir bütün oluşturan iktidar anlamında kullanıyoruz.

Siyasal iktidarı diğer iktidarlardan ayırt etmek bakımından ele alınması gereken ilk kavram, global toplum
kavramıdır. Maurice Duverger’in önerdiği “global toplum” kavramı, kendi dışında bir topluma tabi olmayan,
başka bir toplumun parçası olmayan en büyük toplumu ifade ediyor. Günümüzde, uluslar en büyük (global)
toplumlardır. İşte, siyasal iktidar bu toplumların bütünü düzeyinde ortaya çıkan iktidar tipidir. Tarihteki global
toplumların nasıl sınıflandırılacağı konusu tartışmalıdır. Yaygın olarak benimsenen sıralamayı şu şekilde
yapabiliriz: İlk global toplum biçimi ilkel toplum olarak belirmiştir. Türkçe eserlerde daha çok “kabile” olarak
geçen bu toplumun, günümüz antropologları tarafından üç farklı biçimde örgütlendiği (takım, kabile, aşiret)
genellikle kabul edilir. Az sayıda aileyi veya soy grubunu bir araya getiren ilkel toplumda üretim araçları üzerinde
özel mülkiyet yoktur, sosyal sınıflar henüz oluşmamıştır. İlkel toplumdan sonraki global toplum biçimi kent
toplumudur. Özel mülkiyetin, köleliğin, sınıfların ortaya çıktığı bu toplum biçiminde, çok sayıda kabile bir kent
devletinin yurttaşı olmak vasfıyla birleşmiştir. Toplumu birleştiren temel öğe, kan bağından yer (toprak-ülke)
bağına doğru evrilmektedir. Avrupa tarihi göz önüne alınırsa, kronolojik olarak üçüncü sıraya feodal toplumu
yerleştirmek gerekecektir. Son global toplum tipi ise uluslardır.

İmparatorluklar bu sıralamada yer almamıştır. İmparatorlukların bazılarının kısa süreli olması ve fethedilen
topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında sıkı bağlar kuramamış olması nedeniyle, yeni bir toplum tipi
(imparatorluk toplumu) yaratamadığı söylenebilir. Ancak bu konuda, kısmen başarılı olmuş sayılabilecek Mısır ve
Roma gibi örnekler de vardır. Yukarıdaki sıralamaya yöneltilebilecek bir başka önemli eleştiri, devleti ortaya
çıkarmamış toplumların tümünün “ilkel toplum” olarak adlandırılmasıdır. Günümüz antropologları bu sorunu
çözmek için “takım”, “kabile” ve “aşiret (şeflik)” şeklinde üçlü tipolojiyi önermektedir. Bu sayede avcılık ve
toplayıcılık ile geçinen bir toplum ile yaygın olarak tarım yapan toplumlar; nüfusu 40 civarında olan bir toplumla
500.000 civarında olan toplumlar veya hiçbir lidere sahip olmayan toplumlar ile gücü neredeyse bir kralınkine
yaklaşmış liderleri olan toplumlar birbirinden ayırt edilmeye çalışılmaktadır. Fakat bu tür sınıflandırmalar da, ilkel
toplumların gösterdiği çeşitliliği tutarlı biçimde kategorize etme gücünden yoksundur. Konuya antropoloji dışın-
daki disiplinlerden ilgi duyanlar ise, çok daha genel bir ayrımla, yeryüzündeki insanları uluslar ve etnik gruplar

1
biçiminde ikiye ayırmakla yetinmektedir.

Toplum öncesi yaşam çok uzun süre, yazarların “sürü” veya “kalabalık” gibi adlar verdiği topluluklar
şeklinde var oldu.

Antropologların günlünüzden on bin yıl öncesine kadar, yeryüzündeki bütün insanların avcılık ve
toplayıcılıkla geçinen küçük göçebe toplumlar olarak yaşadığını belirlediklerini söylemekle yetinelim. Birkaç
aileden oluşan bu eşitlikçi ilk toplumların yaşam biçimleri, beslenme ihtiyacını en zor dönemlerde de
karşılayabilecek mükemmel bir ekolojik denge üzerine kuruluydu. O nedenle, on binlerce yıl bu yaşam biçimlerini
değiştirmeyi gerektirecek çevresel etkenlere direnebilmişler ve farklı toplum biçimlerine dönüşmemişlerdir.
İleride, hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesiyle yaşam biçiminde önemli değişiklikler ortaya çıkacak ve bu
değişiklik bazı bölgelerde ilk devletlerin kurulmasını sağlayacaktır.

Akrabalık ilişkileri üzerine kurulu ilkel toplumda da siyasal iktidarın var olduğunu söylemiş oluyoruz.
Geçmişte yaygın olarak benimsenen görüş, siyasetin ancak akrabalık dışı ilişkilere göre örgütlenen toplumlarda
var olabileceğini kabul etmekteydi. Bu bakış açısına göre, akrabalık ilişkileri karşılıklılık esasına, akrabalık dışı
ilişkiler tabiiyet esasına dayanır. Siyaset tabiiyet ilişkilerini ifade eder ve yalnızca bu ilişkilerden kaynaklanan
iktidar “siyasal iktidar” olarak nitelendirilebilir. Siyasal antropoloji, siyaset ile akrabalık ilişkilerinin birbirini
dışlayan durumlar olmadığını, tersine, pek çok örnekte birbirine eklemlendiğini göstermiştir.

Esasında, toplum biçiminde örgütlenmenin zorunlu kıldığı güçlü dayanışma ve aidiyet duygusu, toplumun
bütün üyelerini bağlayan temel kuralları ve bu kuralların ihlali halinde yaptırım uygulayacak bir iktidarı da zorunlu
kılar. Bu bağlamda, siyasal iktidarsız toplum olmaz sözü bir gerçeği ifade ediyor. Toplumları, iktidarın var olduğu
ve iktidarın var olmadığı toplumlar diye iki gruba ayıramayız. Tam tersine, siyasal iktidar evrenseldir; toplum ister
kan bağları, ister toplumsal sınıflarca belirlenmiş bulunsun, toplumsal yapıda içkin olarak vardır...

Siyasal iktidarın en büyük (global) toplum ölçeğinde kurulan iktidar olduğunu söylediğimizde, onu diğer
iktidar biçimlerinden ayıran beş temel özelliğinden birini ifade etmiş olduk, ikinci ayırt edici özelliği; aile, dernek
veya şirket gibi kuramlarda ortaya çıkan diğer tüm sosyal iktidarlardan üstün olmasıdır. Diğer iktidarlar siyasal
iktidara tabidir. Buradaki üstünlük "mutlak iktidar” olarak anlaşılmamalıdır. Özellikle çağdaş demokratik hukuk
devletlerinde, siyasal iktidarı sınırlayan güçlü siyasal gelenekler veya üstün anayasa kuralları vardır. Ayrıca,
çoğulcu demokrasilerde, karar alma süreçlerine toplumdaki pek çok iktidar odağı bir şekilde katılır. Üçüncü
özellik, siyasal iktidarın ekonomik, dinsel vb. iktidarlardan farklı olarak, belirli konularda değil, tüm konularda
yetkili iktidar olmasıdır. Dördüncü özellik, ilk üç özelliğin doğal bir sonucu olan tek olmaktır. Beşinci özellik, siyasal
iktidarın fiziksel şiddet kullanmasının, aldığı kararları zorla uygulamasının en azından toplumun çoğunluğu
tarafından meşru görülmesidir.

Meşruiyet

Otoriteye tabi olanların meşru görmediği, onaylamadığı bir otorite “gayrı meşru iktidar” olarak
nitelendirilir. Gayrı meşru iktidar, sadece baskı uygulayan bir güçtür; böyle bir güç, kendisine boyun eğilmesini
sağlayabildiği sürece var olabilir. Bu bağlamda, iktidarın sürekliliği, iktidar ilişkisinin “baskı” ve “onay” unsurlarını
aynı anda içermesine bağlıdır: İktidar ilişkisinin bir tarafı, gerektiğinde baskı uygular ve zor kullanır, diğer tarafı
da bu uygulamaya rıza gösterir, onay verir. Baskı salt kaba güç olarak kalmıyor, yönetilenler bu gücü belli bir
ölçüde onaylıyorsa, meşru ve sürekli bir iktidardan söz edilebilir.

Meşru bir iktidar ilişkisinde, yönetilenler siyasal iktidarın gücünü (baskısını) toplumun değerler sistemini
yansıtan kurallara uygun olduğu inancıyla onaylar. Rousseau, Toplum Sözleşmesi adlı kitabında bu gerçeği şöyle
dile getiriyor: “Eğer kuvveti hak, itaati de görev haline getirmeyi bilmiyorsa, toplumda en kuvvetli olan dahi sürekli
olarak üstünlük sağlayabilmek için yeterince kuvvetli değildir.”

Modern uluslardan önceki toplumlar, kendilerini yasalarının yaratıcısı olarak görmemiştir. Onlara göre,
toplumun temel yasaları Tanrı, kurucu atalar, doğa veya gelenek gibi aşkın bir güç tarafından belirlenmiştir.

Devlet

Siyasal iktidarı diğer iktidarlardan ayıran beş temel özellik devlet için de geçerlidir. Siyasal iktidar nasıl
iktidar tiplerinden biriyse, devlet de siyasal iktidar tiplerinden biridir. Devleti diğer siyasal iktidar tiplerinden
ayıran özelliği, toplumu “yöneten-yönetilen” biçiminde ikiye bölmesidir.

Global toplumun yönetenler şeklinde bir kesim ile yönetilenler şeklinde bir başka kesim olarak bölündüğü
yerde, siyasal iktidar devlete dönüşmüştür. Devlet iktidarı, tarihsel olarak ilkel toplumdan sonra gelen ikinci global
toplum tipinde; kent toplumunda ortaya çıkmıştır. Kent devletinden sonra feodal devlet, günümüzde de modern
(ulus) devlet niteliğiyle varlığını sürdürmektedir.

2
Egemenlik

Günümüzde, ulus devletin iktidarını önceki iktidarlardan ayırmak için kullanılan en ünlü kavram,
“egemenlik”tir. Egemenlik kavramı, Modern Çağ’ın başında, devlet iktidarının en üstün ve en kapsayıcı iktidar
olduğunu vurgulamak için seçilmiştir. Üniter devletler ile federal devletler, demokratik devletler ile otokratik
devletler arasında egemenliğin kaynağı, kullanımı ve niteliği yönünden farklar vardır. Hukukçular devleti insan,
ülke ve iktidar öğeleriyle tanımlama eğilimindedir. Egemenlik, bu üç öğeden iktidarı tanımlar.

Birinci Bölüm

DEVLETİN KÖKENİ

I - DEVLET ÖNCESİ TOPLUMLAR

Modern toplumlarla, uygar yaşam biçimiyle hiç karşılaşmamış bir ilkel toplumu incelemek mümkün
müdür? Yeryüzünde, sayıları her geçen gün azalan 100’ün üzerinde kabilenin, dünyanın geri kalanıyla iletişime
geçmeden varlığını sürdürdüğünü biliyoruz. Devleti ortaya çıkarmamış olan bu kabileler, hukuki açıdan sınırları
içinde bulundukları devletin egemenlik alanına dâhil olsalar da, fiilen her türlü otoritenin etkisinden uzaktalar.
Karadan ulaşımın imkânsız olduğu Amazon ormanlarının derinlikleri veya Avustralya çöllerinin kimsenin gitmek
istemeyeceği bölgeleri gibi yalıtılmış ortamlarda, herhangi bir devlet otoritesi ve modern toplumun hiçbir üyesi
ile karşılaşmadan varlıklarını sürdüren bu kabilelerde iktidar ilişkilerini incelemek etik bir problem doğurmaktadır:
İlkel toplumların geleneksel yaşam biçimleri, bulundukları çevreyle iyi bir denge üzerine kurulu olduğundan
binlerce yıl değişmeden kalma başarısını gösterse de, modern toplumlarla ilişkiye geçtikleri anda bozulma
eğilimindedir.

Geleneksel yaşam biçimleri bozulmamış toplumlar hakkındaki ilk derli toplu bilgiler, Amerika kıtasının
keşfiyle birlikte kâşiflerin, seyyahların ve misyonerlerin gözlemleriyle ortaya çıkmıştır. Mevcut araştırmalar
modem insanın bakış açısıyla yapılmış olduğundan, her zaman kabilelerde geçerli olan uygulamaların doğru bir
yorumunu sunduğundan emin olamayız. İlkel toplumların kendi içlerinde büyük bir çeşitlilik göstermesi nedeniyle
genellemelere ulaşmak ve ilkel topluma özgü olanı ortaya koymak hiç de kolay değildir.

İlkel toplumlar hakkında nitelikli araştırmalar yapılıncaya kadar, Batı düşüncesine evrimci bir tarih anlayışı
egemendi. Bu anlayışa göre, bütün ilkel toplumlar Batılı toplumların geçirdiği belirli süreçleri (ilkel toplum, kent
toplumu, feodal toplum, ulus) izleyerek uygarlık basamaklarında yükselecektir. Antropolojik araştırmalar bu
toplumların Batılı toplumların izlediği gelişim çizgisini izlemeyen farklı tarihler yaşadıklarını ortaya koyduğunda,
iki farklı tepki gelişecektir. Birincisi, tek çizgili tarih anlayışı çerçevesinde, uygar toplumu var olma hakkına sahip
tek toplum olarak görür. Diğer toplum tipleri çeşitli engeller yüzünden gelişmemiş toplumlar olarak nitelendirilir
ve onların uygarlığın nimetlerinden yararlandırılması gerektiği sonucuna varılır. Yani bu toplumlara müdahale
edilerek uygarlaşmaları sağlanmalıdır. Bu tepki, Batı’nın sömürgeleştirme politikasıyla uyumludur. Thomas
Hobbes’un tabii hal (doğa durumu) kurgusu da bu politikayı haklı kılacak varsayımlar içerir: Devlet öncesi doğal
yaşama dönemi bir kaos, kargaşa, genel savaş halidir. Çünkü insan, doğası gereği vahşi, saldırgan ve bencildir.
İkinci tepki, uygar toplumun olumsuzluklarını vurgulayarak ilkel toplumsal düzenin eşitlik ve özgürlük değerleri
üzerine kurulu olduğunu, bu nedenle de korunması gerektiğini vurgular. Rousseau, Nietzsche ve Freud bu
çizgidedir.

A- İlkel Toplumda Siyasal İktidarın Niteliği

İlkel toplumları geçinme tarzları, yönetim biçimleri, nüfusları gibi kriterlere göre üç kategoriye ayıran ve
günümüzde giderek yaygınlık kazanan sınıflandırmadan yararlanabiliriz:

En küçük ilkel toplum örneği, nüfusu genellikle 100’ün altında olan avcı-toplayıcı gruplardır. Bu
toplumlarda temel sosyal birim çekirdek ailedir. Eşitsizliğin en az görüldüğü bu toplumlar genellikle takım olarak
adlandırılır.

Köylerde yerleşik olarak yaşayan ve besin üretimini ağırlıklı olarak bahçecilik ile elde eden ilkel
toplumlarda, ortalama nüfus birkaç yüz kişiyi bulur. Temel sosyal birim de, çekirdek aileden geniş aileye veya soy
gruplarına doğru değişim gösterir. Bu toplum düzeninde daha çok sayıda işin elbirliğiyle yapılması gerekir. Avcı-
toplayıcılarda olduğu gibi yalnızca sürek avcılığı değil, kalıcı konut yapım ve kano yapımı gibi işler de birlikte
çalışmayı gerektirir. Geniş aile biçiminde yaşamayı gerekli kılan bu durum, hem nüfusun hem de önderin gücünün
artmasına neden olur. Bu toplumlar genellikle kabile olarak adlandırılır. “Kabile” bütün ilkel toplumları niteleyen
bir kavram olarak da sıklıkla kullanılır.

Geçinme biçimi bahçecilikten yaygın tarıma doğru evrildiğinde, çok daha kalabalık toplumlarla karşılaşırız.
Bazı örneklerde nüfusu yüz binleri aşan bu toplumlarda, önderin otoritesi bir feodal beyin otoritesine yaklaşır. Bu
toplum biçimi, pek çok bakımdan ilkel toplum ile devletli toplum arasında bir geçiş durumudur. Genellikle “aşiret”
olarak adlandırılan bu toplumlara, siyasal yapılarından hareketle şeflik denir.

3
İlkel Toplumu Eksikleriyle Tanımlamak!

Fransız antropolog Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum adlı eserinde, son zamanlara kadar
antropologların ilkel toplumlara bakış açısının, Amerika keşfedildiğinde bu toplumlarla ilk kez karşılaşan
misyonerlerin bakış açısından pek farklı olmadığını söyler. Avrupalı misyonerler o tarihte, yerliler için inançsız,
yasasız ve kralsız insanlar demişlerdi.

İlk düzeltilmesi gereken yanlış, devletin bütün toplumların kaderi olduğu görüşüdür.

İkinci yanlış, ilkel toplumu eksikleriyle tanımlamaktır.

Pazardan Yoksunluk

İlkel toplumda pazar yoktur, çünkü ihtiyaç fazlası üretim yapılmaz. Herkesin ihtiyacı kadar ürettiği yerde
bir piyasa oluşmaz. Bu bir eksiklik değil, gereksizliktir. Sefalet bir yana, söz konusu olan bir orijinal bolluk
toplumudur. İlkel toplumlarda insanlar günde 3-4 saat çalışarak gereksinimlerini karşılar; geri kalan zamanı
dinlenmeye, eğlenmeye ve oyuna ayırır. Fazla üretim yapmamalarının nedeni teknolojik gerilik olmadığı gibi,
“tembellik” de değildir. İnsan niçin ihtiyaç fazlası üretim yapar? Buna zorlandığı için. Bu zorlama devletli
toplumlara özgüdür. Üretime katılmayan yönetici ve askeri kesimin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, toplumun geri
kalanı kendi ihtiyacından fazlasını üretmek durumundadır. İlkel toplumda olmayan şey bu zorlamadır. Üretime
katılmayan bir yönetici kesim yoktur. Herkes kendi ihtiyacı kadar üretir. İlkel toplumda herkesin sahip olduğu ok,
yay, sepet ve bazı süs eşyaları gibi nesneler dışında özel mülkiyetin bulunmadığını belirtmemiz gerekir.

Yazıdan Yoksunluk

Yazı, devletin ortaya çıkışıyla birlikte gerekli olan artı değerin kayıt altına alınması ve kuralların kamuya
duyurulması gibi nedenlerle icat edilmiştir. İlkel toplumda ihtiyacım kendisi üretemeyen bir yönetici kesim,
ihtiyaç fazlasının götürülebileceği bir pazar veya savaşlarda ele geçirilen bir ganimet olmadığı için artı değer de
yoktur. Modern toplumda yazı bir başka açıdan da vazgeçilmezdir: Son birkaç yüzyıldır, kültür ancak yazılı yolla
bir sonraki kuşağa aktarılabilir duruma gelmiştir. İlkel toplumların varlıklarını sürdürmek için gereksindikleri, bilgi
ve beceriler ise, kültürlerini yazılı hale getirmeden on binlerce yıl kuşaktan kuşağa başarıyla aktarılabilmiştir.

Devletten Yoksunluk

Pierre Clastres, ilkel toplumu modern topluma kıyasla eksikleriyle tanımlamanın yanlış olduğunu
söylemekle kalmaz, konu devletten yoksunluğa gelince, bu durumu gereksizlik veya anlamsızlıkla değil, şaşırtıcı
bir ifadeyle karşılar; devlete karşı toplum. Clastres a göre, ilkel toplum “devletsiz*’ değil, bilinçli bir şekilde devlet
ortaya çıkmasın diye örgütlenmiş toplumdur. Devlet, toplumu yönetenler-yönetilenler şeklinde ikiye bölen
eşitsizlikçi bir yapılanmadır. İlkel toplumun temel yasası ise eşitliktir.

İlkel toplumlar tarihteki ilk global (en büyük) toplum örneğidir. Başka bir toplumun parçası olmayan bu
toplumlarda herkesi bağlayan kurallar ve kuralları uygulayan bir iktidar bulunmaktadır. Bu, toplum olmanın doğal
bir sonucudur. Bundan yoksun insan grupları, henüz toplum haline gelememiş kalabalıklar veya gruplardır.

Gözlemlenebilen ilkel toplumların büyük çoğunluğunda şeflik, şamanlık, savaş önderliği, büyük adamlık
gibi adlar taşıyan bazı statüler oluşmuştur. Bu tür figürlerin bulunmadığı, tamamen lidersiz sayılabilecek az sayıda
toplumlar da söz konusudur. İspanyol fatihler Güney Amerika kıtasındaki yerli kabilelerle ilk karşılaştıklarında,
kabile adına konuşan şefi iktidar sahibi olarak görmüşlerdir. Ancak ilk temasların ardından, şefin kural koyma,
yaptırım uygulama, karar alma gibi bir gücü olmadığını görünce şaşırmışlardır. Bu gözlem, çoğu insanı ilkel
toplumların siyasal iktidardan yoksun oldukları sonucuna götürmüştür. Önderleri iktidar sahibi olmasa, hatta
önderleri hiç bulunmasa da, ilkel toplumlarda siyasal iktidar vardır. Toplumun tüm üyelerini bağlayan katı
kuralların belirlediği bir düzen ve düzenin bozulması durumunda uygulanacak (utandırma, dışlama, öldürme gibi)
etkili yaptırımlar vardır.

Kabile hakkındaki kararları şef değil, kabilenin kendisi alır. Şefin görevi bu kararları dile getirmek,
konuşmaktır. İlkel toplum, iktidar ile konuşmayı birbirinden kesin olarak ayırmış gözüküyor. Şefin sözü bir buyruk
olmadığı için ciddiye alınmaz. Şef emir vermeye kalkarsa, kimse itaat etmez, şefliği sona erer. Şefin tutumunda
diretmesi kabileden dışlanması veya öldürülmesi ile sonuçlanır.

Liderin rolü, yalnızca kabilenin aldığı savaş kararından sonra, savaşın yürütülmesi ile ilgili taktiklerin
belirlenmesi bakımından artar. Bu tür toplumlar akrabalık ilişkilerine dayanan sistemlerdir. Barış döneminde
liderin biraz daha güçlendiği toplumlar, başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olan toplumlardır. Tarımsal
üretimin yoğunlaşmasıyla birlikte, güçsüz önderli toplumdan güçlü önderli topluma geçilmektedir.

Tarihten Yoksunluk

Bu toplumlar, dışarıdan bakıldığında, asırlar boyunca değişim geçirmeyen kapalı yapılar olarak gözükür.

4
Zaman adeta donmuştur.

İlkel toplumlara içerden bakıldığında bambaşka bir manzara ile karşılaşırız. Ne tarih donmuştur, ne de
durağan bir sosyal yapı vardır. İlkel toplumların “ata düzeni” olarak tanımladıkları geleneksel yapılarım sürdürmek
için verdikleri mücadele, devletli toplumlardaki sınıf çatışmalarından, sömürüye ve baskıya karşı
ayaklanmalardan, özgürlük ve eşitlik mücadelelerinden daha önemsiz veya daha kolay değildir.

B - İlkel Toplumda Eşitliğin Korunması

İlkel toplumlar, kabile üyelerinin eşitliğini korumak için oldukça katı gelenekler oluşturmuştur. Eşitliğin
korunması yalnızca kabile önderinin sıkı biçimde denetlenmesi ile gerçekleştirilemez. Özellikle avcı-toplayıcı
toplumlarda, çeşitli yasaklarla kişilere veya gruplara üstünlük sağlayacak durumların ortaya çıkması önlenir.
Kişilerin savaşta, avda, besin yetiştirmede, hastalıkları iyileştirmede veya kamp yeri kurmada sahip olabileceği
üstün becerilerden bekleyebileceği tek yarar, geçici bir saygınlıktır.

İnsan Vücuduna Kazman Yasa

Kabile üyelerinin eşitliği, ilkel toplumun temel yasasıdır. İlkel toplum, yazıyı icat etmediği için bu
yöntemleri kullanamaz. Yine de, temel yasalarını modern topluma göre çok daha görünür kılan bir yol bulmuştur:
Yasayı vücutlarına kazırlar.

İlkel toplumların çoğunda gençlerin yetişkinler arasına katılması, diğer bir deyişle kabilenin eşit haklara
sahip onurlu bir üyesi olması, kabul töreni denilen bir uygulamayla gerçekleştirilir. Bu tören bir dayanıklılık
testidir. Her yıl belirli bir yaşa gelmiş genç erkekler tören alanına alınır, vücutlarının yüz ve omuz gibi en görünür
yerlerine ucu köreltilmiş taş, kemik veya tahta bıçaklar saplanır. Ayin sırasında acıya katlanamayıp feryat edenler
veya bu törene katılacak cesareti olmayanlar “kadın” statüsünde kabul edilir ve kabile içinde kadınlar gibi
yaşamaya devam eder.

Kabul töreninde vücutta oluşan yara, hem fiziksel görünürlüğü; hem de yol açtığı psikolojik travma
nedeniyle ömür boyu silinmeyecek bir işarettir. Kabilenin temel yasalarının vücuda kazınması söz konusudur.
Nedir bu temel yasalar? İlk yasa, kabilenin önceliğidir. İkinci yasa, kabul töreninin onur, cesaret ve dayanıklılık
bakımından herkesi eşitlemesiyle belirir: Kimse diğerinden üstün ya da aşağıda değildir.

İlkel toplumda yasaları uygulayan merkezileşmiş, resmi, hukuki organlar yoktur. Ancak bu durum yasaların
uygulanmadığını, ilkel toplumun yaptırımdan yoksun olduğunu göstermez. Avcı-toplayıcı küçük gruplarda bir
kişinin toplumun temel yasalarına aykırı davranması durumunda, iktidarın sahibi olan toplum hem suçlama hem
de cezalandırma konusunda bir bütün olarak hareket eder. Tarımcı toplumlarda daha çok şaman gibi bir figür
suçlama yöneltir, toplum bir bütün olarak karar verir. Suçlamalar genellikle doğrudan yapılmaz; suç işlediğinden
şüphelenilen kişi hakkında dedikodular çıkartılır. Yaygın cezalar; utandırma, dışlama, kabileden uzaklaştırmadır,
ölüm cezası enderdir; bu cezanın yaygın kullanımı devletli toplumlara özgüdür.

Özel Mülkiyet Yasağı, Potlaç, Mübadele

İlkel toplumlarda üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoktur. Büyük sulama tarımına geçilene kadar
binlerce yıl, ilkel tarım kolektif çalışmayı zorunlu kılmamıştır. Her aile, kabileye ait toprağın eşit bir parçasından
yararlanarak ihtiyacı olan üretimi yapabilir. Toprak üzerinde mülkiyet, yerleşik hayat ile başlayacaktır.

Avcı toplayıcılarda, ok, yay, sepet, giysi, su ve yemek kabı, süs eşyaları gibi malzemeler kişisel mülkiyet
olarak kabul edilir.

İlkel toplum, eşitlikçi yapısını korumak amacıyla, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti yasakladığı gibi,
ihtiyaç fazlası mal biriktirmeye de izin vermez. Başkaları ihtiyaç duyarken fazla mala sahip olmak kınanacak bir
tutumdur.

Kişi, ihtiyaç fazlası malı hediye ederek yalnızca prestij kazanabilir; pazar olmadığından, onu satarak iktisadi
ve siyasi bir güce dönüştürmesi söz konusu değildir. Bu uygulama potlaç olarak adlandırılır. Potlaç, ilkel toplumda
karşılık beklenerek düzenlenen şölenleri veya yine karşılık beklenerek sunulan armağanları ifade eder.

İhtiyaç fazlası mal için oluşturulan gelenekler iki önemli amaca hizmet eder. Birincisi, malın hediye edilmesi
veya takası sayesinde grup içi ve gruplar arası dayanışma artar, barışçıl ilişkiler pekiştirilir. İkincisi, belirli bir
bölgede yaşayan kabilelerin besin üretimi çevre koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğinden, bir dönem az
üretim yapan kabileler, diğer kabilelerden aldığı hediyeler sayesinde sıkıntılı günlerini kolayca atlatabilir.

Potlaç, , besin ve diğer değerli mallar bakımından o anda zengin olan toplumdan yoksul olan topluma bir
mal aktarımıdır. Nüfusu son derece küçük, eşitlikçi avcı-toplayıcı toplumlarda potlaç yoktur. Bu toplumlarda var-
sıldan yoksula mal aktarımı, aşırı tüketime yol açan yarışçı şölenler biçiminde değil, mübadele (karşılıklılık) olarak
bilinen sade bir değiş-tokuş biçiminde gerçekleşir.

5
Potlaç, bazı yazarlar tarafından, Modern Çağ’da liberal düşünürlerin savunacağı toplum sözleşmesi ile
karşılaştırmıştır.

Nüfusun Dengede Tutulması

İlkel toplumların nüfusları büyük bir çeşitlilik gösterse de, avcı-toplayıcı göçebelerin (takımların) sayıları
onlarla, bahçecilik ve hayvancılıkla geçinen kabilelerin sayıları yüzlerle, yaygın tarım yapan aşiretlerin (şefliklerin)
sayıları binlerle ifade edilebilir.

Geçinme Sosyal Kimliğin


Toplum Tipi Önderlik Biçimi Temel Sosyal Birim Nüfus
Biçimi Temeli
Takım - Öndersiz -Avcılık ve Çekirdek Genellikle
Akrabalık
(Band) - Güçsüz Önderli Toplayıcılık Aile 100’ün altında

Kabile Güçlü Önderli -Bahçe Tarımı Genellikle Birkaç


Geniş Aile Akrabalık
(Tribe) (Dağıtım Önderi) ve Çobanlık yüz civarında

Aşiret Derecelendirilmiş Genellikle binler


Şef Yaygın Tarım Akrabalık veya on binler
(Chiefdom) Soy Grupları düzeyinde

Nüfus büyük ölçüde arttığında, ilkel toplumun eşitliği koruyan geleneksel mekanizmaları işleyemez hale
gelir. O nedenle, ilkel toplumlarda, özellikle avcı-toplayıcılarda nüfusu dengede tutacak ve büyük artışları
engelleyecek bazı uygulamalar geliştirilmiştir. Nüfus artışına karşı birinci önlem, göç vermektir.

Grup içi veya kabileler arası savaşlar nüfus artışını yavaşlatmak bakımından ikinci önlem olmuştur. Bu
toplumlarda savaş, toprak ele geçirmek, ganimet elde etmek veya yenilenleri köleleştirmek amacıyla yapılmaz.

Sürekli savaş veya yarı-savaş halinin nüfusun dengede tutulmasına önemli bir katkısı da, aynı dili konuşan
farklı kabilelerin birleşerek büyümeleri ihtimalini ortadan kaldırmasıdır.

Uygar toplumla karşılaştırıldıklarında, ilkel toplumların daha eşitlikçi bir yapıları olmakla birlikte, değişen
toplumsal ve çevresel koşullara bir karşılık olarak değişik düzeylerde eşitsizlikçi ilişki ve uygulamalar da
geliştirmişlerdir. Bu eşitsizlikçi ilişkilerin toplumu yönetenler ve yönetilenler şeklinde ikiye böldüğü ve bölün-
menin kurumsallaşarak meşrulaştığı durumlarda devletin ortaya çıktığını kabul ediyoruz.

İlkel toplumların karşılaştırılmasından iki ortak özelliğe ulaşılmıştır. Birincisi, bu toplumlardaki siyasal
iktidar kadını büyük ölçüde dışlar. İlkel toplumlarda siyasal iktidarın cinsiyeti vardır ve erkektir.

İkinci ortak özellik, ilkel toplumların tümünde gözlenen ve toplumun kuruluşu ile temel yasalarının
belirlenmesini toplum dışında bir odağa bağlayan inanış biçimleridir. İki özellik birlikte düşünüldüğünde,
yeryüzünde ilk siyasal iktidar tipinin cinsel ve dinsel bir düzenleme olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Anaerkillik, Anasoyluluk ve Kadının Statüsü

İlkel toplumların çoğunda kadın, erkekler arasında değiş-tokuş edilen bir eşya statüsündedir. Bu durum,
erkek egemenliğini ifade eden ataerkil kültürün devletten de önceye uzanan bir tarihi olduğunu gösteriyor.
Antropolojide, tarihin bir döneminde anaerkil kültürün hâkim olduğu görüşü 20. yüzyılın ortalarına kadar
savunulmuş ve kanıtlanmaya çalışılmıştır. Özellikle Ortadoğu'da eski uygarlıklara ait kazı alanlarında yaygın olarak
bulunan ana tanrıça heykelleri, bazı toplumlarda kadınların dini, askeri, siyasi roller üstlenmesi ve soy zincirinin
kadına göre belirlenmesi gibi olgular, araştırmacıları geçmişte anaerkil bir dönemin yaşanmış olabileceği
sonucuna götürmüştür. Ancak sonraki yıllarda yapılan daha nitelikli araştırmalar, bu iddiayı doğrulamamıştır.

Bazı yazarlar, soy zincirinin kadına göre belirlendiği “anasoylu” toplumların anaerkil unsurlar taşıdığını
kabul etmiştir. Evlenen erkek karısının evine gider ve çocukları üzerinde pek az söz sahibi olur. Fakat bu
toplumlarda evi yöneten ve çocukları yönlendiren kişi, evlenen kadın değil onun erkek kardeşidir. Evli erkek
karısının evinde değil, kendi evinde kız kardeşinin çocukları üzerinde söz sahibidir. Üstelik ataerkil kültürün temel
özellikleri anasoylu toplumların çoğunda korunur: "Ekonomik, sivil ve dinsel yaşama egemen olanlar kadınlar
değil, erkeklerdir ve birkaç eşe aynı anda sahip olma ayrıcalığından yararlananlar da gene kadınlar değil,
erkeklerdir”. Anasoylu toplum örgütlenmesi, büyük ölçüde, uzun mesafeli savaşlar, avlanma veya ticaret
nedeniyle erkeklerin evden aylarca uzak kalmasının bir sonucu olarak benimsenmiştir. Devletin ortaya çıkmasıyla
birlikte oluşan sürekli ordular ve yeni ekonomik düzen, anasoylu örgütlenmeyi gereksiz hale getirmiştir.

Antropologlar henüz anaerkil bir toplum bulamamışlarsa da, kadının statüsünün erkeğe eşit veya yakın
olduğu istisnai toplumları gözlemişlerdir. Örneğin, Filipinlerdeki yerli grup olan Agtalılarda kadınlar, başka ilkel

6
toplumlarda sadece erkeklerin yaptığı bir işi yaparlar: Büyük hayvan avına giderler. Kadın uzun süreli ava
gittiğinde, çocuklara daha büyük çocuklar, büyük anne/baba, diğer akrabalar veya baba bakar. Dillerinde "şef”
veya "önder” gibi bir kavram bulunmayan bu toplumda, kadın veya erkek, kimse kimseye emir veremez. Grup
kararları, kadın ve erkek birlikte, karardan etkilenecek herkesin katılımıyla alınır.

Bu konuda en çarpıcı örnek, en erken incelenen toplumlardan birine aittir. Henri Morgan’ın ilk basımı
1877’de yapılan Eski Toplum adlı kitabında incelediği, ABD’deki yerli halklardan Irokualarda, kadının statüsü
benzer gruplardakilere göre çok daha üstündür.

Bu durum başlıca şu alanlarda gözlenmiştir:

1) Soy zincirinin kadına göre belirlendiği (anasoylu) Irokua toplumu, bir sülale oluşturan birden çok ailenin
paylaştığı büyük evlerde yaşardı. Ev, yaşlı kadınlar tarafından yönetilirdi.

2) Irokua kadınları geçim işlerinde temel rolü üstlenmişti. Erkekler uzun mesafeli savaşlara, sürek avına,
tuzak kurmaya veya uzak diyarlara ticarete gittiklerinden, aylarca eve dönmeleri mümkün olmazdı.

3) Toplumsal kimlik, unvan ve mülkün kullanım hakkı tümüyle kadın soyundan aktarılırdı.

4) Kadınlar yalnızca kendi ürettikleri bitkisel besinlerin değil, erkeklerin avladıkları hayvansal besinlerin de
kontrolünü ellerinde tutardı.

5) Beş kabileden oluşan Irokua halkı bir konfederasyon çatısı altında toplanmıştı. Irokua kabilelerinin en
üst organı olan Yaşlılar Konseyi’ne gidecek yaşlı temsilcileri her büyük evin yaşlı kadınları seçerdi.

Lewellan’a göre, Irokualar "anaerkil” olarak adlandırılamaz, ama “ataerkil” de değillerdir: “Bütün resmi
makamları erkekler tutuğu için Irokualar hiçbir şekilde anaerkil olarak düşünülemez ise de, kadınların gücü net
bir şekilde kurumsallaşmıştır.

Sigmund Freud’a göre, kadının aşağı ve erkeğe tabi statüsü ilk toplumla birlikte ortaya çıkmıştır. Daha
doğrusu, toplum, kadının bu statüye mahkûm edilmesiyle doğmuştur.

Toplum öncesi, hayvan sürülerini andıran bir hayat süren insan kümelerinde, güçlü bir erkeğin, babanın
engel tanımayan hâkimiyetine boyun eğilir. Bu hâkimiyet sınırsız bir cinsel zorbalığı da içerir. Kümenin bütün
dişileri (analar ve kızlar) onundur.

Sürünün diğer erkekleri, kadınlar yüzünden babayla rekabete girdikleri anda küme dışına atılma, hadım
edilme ya da öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

İnsani açıdan varolabilecek bu ilk düzenleme aşamasına, babaya karşı güç birliği yapan kardeşler son verir.
Küme içi kadınlara ulaşmalarını engellediği için onu öldürürler; ardından, aynı zamanda örnek aldıkları,
yücelttikleri ve yerine geçmek istedikleri bu güçle özdeşleşmek için onu yerler.

Babanın ortadan kalkmasıyla oluşan bu yeni durumda ya da bir güç boşluğunda, kardeşler kümenin bütün
kadınlarına sahip olabilmek için birbirleriyle savaşmaya başlar. Bu tabii hali tanımlamak gerekirse, babanın
oğullarının kurdu olduğu aşamayı izleyen aşama, kardeşin kardeşin kurdu olduğu aşamadır.

Bir süre sonra erkeler kardeş kavgasının tehlikesini ve yararsızlığını görünce, içgüdülerin sınırsızca
doyurulması isteği, yerini sosyal barış ve güvenlik isteğine bırakır. Erkekler kendi aralarında bir cinsel ya da sosyal
sözleşme yaparak küme kadınlarının küme erkekleri için yasaklanmış kadınlar sayılmasına karar verirler. Tabii
dürtülerin böyle bastırılmasıyla, haram birleşme yasağı (ensest) ve ona bağlı dıştan evlenme ilkesi ortaya çıkar:
Gerçek anlamda ilk sosyal düzen, bir kuralla belirlenmiş ilk toplum tipi kurulmuş olur. Kişisel gücün yerini ilk kez
sosyal baskı alır.

II - İLKEL TOPLUMDAN DEVLETLİ TOPLUMA GEÇİŞ

İlkel toplumlar eşitsizliğin derecesine göre şu şekilde sıralanmıştır: l) öndersiz toplumlar, 2) güçsüz önderli
toplumlar, 3) güçlü önderli toplumlar, 4) şeflikler. Eşitsizliğin en yüksek noktası olan şeflikler, devletleşmenin
eşiğine gelmiş bir siyasal yapıyı temsil eder. Aynı tabloda, devletli toplumlar kronolojik olarak sıralanmıştır: l) kent
devleti, 2) feodal devlet, 3) ulus devlet

7
GLOBAL TOPLUMSAL SİYASAL İKTİDAR TEMEL
ÖNDERLİĞİN
GEÇİNME
TOPLUM YAPI YAPI TİPİ AYIRDEDİCİ NİTELİĞİ
YÖNTEMİ
- Eşitlikçi Öndersiz Farklılaşmamış -Avcılık
Önder yok
-Sınıfsız Toplum Siyasi İktidar - Toplayıcılık
- Eşitlikçi Güçsüz Önderli Farklılaşmamış Kişisel Nitelikler - Avcılık
- Sınıfsız Toplum Siyasi İktidar Cesaret-Deneyim - Toplayıcılık
Kişisel Nitelikler
İlkel Toplum Statü Temelinde Dağıtım Önderli Farklılaşmamış - Bahçecilik
- Çok Çalışma
Mertebeli Toplum Siyasi İktidar - Çobanlık
- Cömertlik
Ekonomik İrsi, Hiyerarşik - Ekonomik Güç
Temelde Şeflik Statülü Siyasi - Yaygın Tarım
İktidar - Dinsel Güç
Tabakalaşmış
- Gelişmiş
Farklılaşmış ve - Ekonomik Güç
Tarım
Kent Toplumu Sınıflı Toplum Kent Devleti Kutsallaşmış - Sınıfsal Aidiyet
- Ticaret
Siyasi İktidar - Dinsel Güç
- Zanaat
- Ekonomik Güç
Bölünmüş
Feodal Toplum Sınıflı Toplum Feodal Devlet - Sınıfsal Aidiyet -Tarım
İktidar
- Dinsel Güç
Kral-Devlet: - Tarım
Modern Farklılaşmış ve - Ekonomik Güç
Sınıflı Toplum - Ticaret
Devlet Kişiselleşmiş - Sınıfsal Aidiyet
Siyasi İktidar - Zanaat
Ulus
Ulus-Devlet: - Ticaret
Modern Farklılaşmış ve
Sınıflı Toplum - Ulusun Temsili - Sanayi
Devlet Kurumsallaşmış
Siyasi İktidar -Tarım

Tarih Yer
M.Ö. 3.300 Mezopotamya: Dicle ve Fırat Irmakları Havzası
MÖ. 3.100 Mısır: Nil Nehri Havzası
M.Ö. 2.000 Hindistan: Îndus Irmağı Vadisi
M.Ö. 2.000 Çin: Sarı Irmak Vadisi
Milat Peru: And Dağlarının eteklerindeki vadiler
M.S.300 Orta Amerika: Maya Düzlükleri - Meksika Dağları

A - Devletin Ortaya Çıkışı: Dış Etkenler

Oppenheimer’a göre, "devlet... zafer kazanmış bir insan grubunun, yendikleri üzerindeki egemenliğini bir
düzene bağlamak ve kendini içten gelecek ayaklanmalarla dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye almak
amacıyla, yendiği gruba zorla kabul ettirdiği bir toplumsal kurumdur”.

Fetih Teorisi ve Mezopotamya’da Devletin Doğuşu

Mezopotamya’da tarımsal üretime geçilmesi, ticaret için artı üretim yapılması, sosyal yapının
tabakalaşması gibi değişiklikler, günümüzden 10.000 yıl önce görülmeye başlanmıştır. İlkel toplumun eşitlikçi
yapısına aykırı bütün bu özellikler hemen devleti ortaya çıkarmamış, ilk devletleri görmek için binlerce yıl daha
geçmesi gerekmiştir. Çünkü devletin ortaya çıkması için çok özel toplumsal ve çevresel koşulların bir arada
bulunması gerekir. Mezopotamya'nın bir özelliği, iki farklı toplum biçimini aynı alanda barındırmasıdır: Çiftçiler
ve çobanlar. Tarıma elverişli arazilerde yerleşik hayat süren çiftçiler, bütün temel ihtiyaçlarını karşılayabilen,
kendine yeterli, dışa kapalı ve barışçıl toplumlardır. Yüksek tepelerde göçebe olarak hayvan sürüleri besleyen

8
çobanlar ise, tüm temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, kendine yetersiz, dışa açık ve savaşçı toplumlardır. Çoğu
kez, zorlu mevsim koşullarında besin ihtiyaçlarını karşılayamaz ve çiftçilerin ürünlerine göz dikerler. Bu bölgede
yapılan kazılarda, tarım köylerinin çevre tepelerdeki çobanların saldırılarından korunmak amacıyla hendekler
veya surlarla tahkim edildiği görülmüştür. İki farklı toplum arasındaki bu savaşçı ilişkiler, devlete giden sürecin ilk
basamağı olacaktır.

Çiftçilerle çobanlar arasındaki savaşta çiftçilerin kazanması, toplumsal yapıda önemli değişikliklere yol
açmaz. Buna karşılık, savaşı çobanların kazanması durumunda üç ihtimal ortaya çıkacaktır: l) Çobanlar çiftçilerin
ambarlarını yağmalayıp tepelere geri dönerek o yılki besin ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Aynı ihtiyaç için bir
sonraki hasat döneminde tekrar köylere baskınlar düzenlemeleri gerekecektir. 2) Çobanlar tüm köy halkını
öldürüp evlerine yerleşebilir. Ama tarımı bilmediklerinden orada yaşamaları mümkün olmaz. 3) Çobanlar köye
yerleşir ve çiftçileri kendilerini de besleyecek kadar fazla üretim yapmaya zorlar. Bu ihtimalde, çiftçiler üretim
yapmayan bir kesimi beslemek zorunda kalmakla birlikte, bu ilişkiden tümüyle kazançsız çıktıkları da söylenemez.
Çünkü çobanlar, çiftçilerin kendilerini beslemek için yaptıkları fazla üretimi güvence altına almak için, köyü başka
saldırgan çoban gruplara karşı koruyacaktır. Bu işbölümü sonucunda toplum, askeri ve yönetici bir sınıf haline
gelen çobanlarla, onları besleyen çiftçiler biçiminde kesin çizgilerle yöneten ve yönetilen olarak ikiye ayrılır.
Yöneten-yönetilen ayrımı çiftçi toplumun çobanlar tarafından fethedilmesi sonucu ortaya çıkabileceği gibi,
anlaşmayla da ortaya çıkabilir. Çevredeki çoban toplulukların sürekli saldırılarından bunalan köy halkı, bu
topluluklardan biriyle, kendilerini dış saldırılara karşı korumanın bir karşılığı olarak üretimlerini paylaşma
konusunda anlaşabilir.

Çiftçilerle çobanlar arasındaki işbölümünün başarılı olması, tarımsal üretimin çobanları da besleyecek
kadar arttırılabilmesine bağlıdır. Üretimin yetersiz olduğu bölgelerde, çobanlar ya dağlara geri dönecek ya da
besin üretmek için çiftçiliği öğrenmek zorunda kalacaktır. İkinci seçenek söz konusu olduğunda, işbölümü giderek
ortadan kalkacak, çobanlar da çiftçiye dönüşerek yöneten-yönetilen ayrımı varlığını sürdüremeyecektir. Öyleyse,
üretici çiftçilerle askeri ve yönetici bir sınıfa dönüşen çobanlar arasındaki bölünmenin sürdürülebilmesi, üretimin
arttırılabileceği bir coğrafyayı zorunlu kılar. Mezopotamya’da bu coğrafya, küçük sulama tarımından büyük
sulama tarımına geçişi mümkün kılan Dicle ve Fırat’ın taşkın ovalarıdır.

Küçük sulama tarımından büyük sulama tarımına geçilmesi, sosyal yapıda köklü değişiklikleri beraberinde
getirir. Büyük sulama tarımı, Dicle ve Fırat boylarında setler, barajlar, sulama kanallarının yapılması ve
bataklıkların kurutulması ile mümkün olmuştur. Bunların yapılması ve her yıl düzenli olarak onarılması yüzlerce,
belki de binlerce kişinin organize biçimde çalışmasıyla mümkündür. Çiftçi toplum, başlarında yönetici bir sınıf
bulunmakla birlikte, özgür oldukları döneme göre daha müreffeh bir hayat sürecektir. Bu durum toplumdaki derin
eşitsizliği; yöneten-yönetilen ayrımını meşrulaştırabilir.

Devletin kökenine ilişkin bu yaklaşımın hassas dengeler üzerine kurulduğu hemen dikkat çekiyor. Her
şeyden önce, çobanlık ve çiftçilik yapan toplumların bir arada bulunduğu bir coğrafi alan söz konusu olmalıdır. Bu
iki toplum arasındaki ilişkiler çatışmalı olmalıdır. Çobanların ele geçirdiği köyler büyük sulama tarımına, dolayısıyla
üretimin kat kat arttırılabilmesine elverişli bir alanda bulunmalıdır. Çobanlar büyük sulama tarımını başlatabilecek
planlamayı ve organizasyonu gerçekleştirecek kapasitede olmalıdır. Yönetici bir sınıf haline gelen çobanlar, birkaç
kuşak sonra, çiftçiler üzerindeki egemenliklerinin kaba güçten değil, meşru kabul edilebilecek başka bir nitelikten
kaynaklandığı konusunda toplumu ikna etmeyi başarmalıdır. Bu koşullardan birinin gerçekleşmemesi
durumunda, ilkel toplumdan devletli topluma geçiş mümkün olmayacaktır. Bu konuda en çarpıcı iki örnek Eriha
ve Çatalhöyük’tür.

Kentleşememiş Kasabalar: Eriha ve Çatalhöyük

Dünyadaki en eski yerleşim yerlerinden biri olarak kabul edilen Eriha (Jericho), Filistin topraklarında Ürdün
nehri yalanında, deniz seviyesinden 250 metre aşağıda bulunan bir vahadır. İklimi son derece kurak olan Erihayı
yaşanabilir kılan, yaklaşık 50.000 kişiye yetebilecek güçlü bir su kaynağına sahip olmasıdır. İlk yerleşim
günümüzden 11.000 yıl önce başlamış ve iki bin yıl sonra terk edilmiştir. Mezopotamya'daki ilk kent
devletlerinden üç-dört bin yıl önce kurulan Eriha, devletleşmenin eşiğine gelmiş ama devleti kuramamıştır.

Günümüzden 9.000 yıl önce iskân edilen Konya yakınlarındaki Çatalhöyük, çağdaşı olan bütün yerleşim
yerlerinin en büyüğüdür. Ekonomisi küçük sulama tarımına, hayvancılığa, ticarete ve zanaatçılığa dayanıyordu.
İnek ilk kez Çatalhöyük'te evcilleştirildi. Evler, sur işlevi görecek biçimde bitişik inşa edilmiştir. Arkeolojik bulgular,
iskân edildiği yaklaşık bin yıllık sürede, nüfusun 3.500 ile 8.000 arasında değiştiğini gösteriyor. Fakat bu denli
kalabalık bir yerleşim merkezinde, yönetici bir tabakanın bulunduğuna ilişkin hiçbir işaret bulunamadı.
Çatalhöyük’te ne seçkin insanlara ait diğerlerinden farklılaşan konutlar, ne kamusal yapılar, ne de toplanmaya
uygun geniş alanlar vardır. Günlük hayatın her etkinliği; üretim, ibadet, alışveriş vb. evlerde gerçekleşmiş görünü-
yor. Çatalhöyük'te ortak bir mezarlık alan bile yoktur; ölüler evlerin zeminine gömülür. Çatalhöyük, gelişmiş
ekonomisi ve kalabalık nüfusuna rağmen eşitlikçi yapısını korumayı başarmış ender, hatta bilinen tek örnektir.

9
Eriha ve Çatalhöyük, devletin kuruluşunun, basitçe, avcı-toplayıcı ekonomiden tarım ekonomisine
geçilmesiyle kolayca gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Özellikle Eriha’da, tarımın, ticaretin ve tabakalı toplumsal
yapının birkaç bin yıl boyunca var olması, devletin ortaya çıkması için yeterli olmamıştır. Yeryüzünde ilk
devletlerin ortaya çıktığı bölgelerde tarımın başlaması ile devletlerin kuruluşu arasında çok büyük zaman dilimleri
vardır. Mezopotamya'daki ilk kent devletleri bakımından bu tarihler şöyledir: Tarımın başlaması: 10.000 yıl önce;
tarımın temel geçim kaynağı haline gelmesi: 7.500 yıl önce; basit sulama tarımı: 7.000 yıl önce; büyük sulama
tarımı: 6.000 yıl önce; kent devletlerinin kuruluşu: 5.500 yıl önce.

Fetih Teorisi ve İnka Uygarlığı

Güney Amerika'da kurulan İnka Uygarlığı’ndaki çoban-çiftçi farklılaşması, Mezopotamya bölgesine göre
çok daha zayıftır. Amerika kıtasında evcilleştirilebilen lama, ördek ve köpek gibi sınırlı sayıda hayvanla çobanlığa
dayalı bir yaşam biçimi kurmak ve sürdürmek imkânsız olmasa bile, çok zordur.

Amerika kıtasında devletin oluşumuna etki eden savaşların çiftçi-çoban savaşlarından çok, tarımcı köyler
arasında meydana gelen savaşlar olduğu kabul edilmektedir.

Güney Amerika'da tarıma elverişli her bir vadi, doğuda And dağları, batıda Büyük Okyanus, kuzey ve
güneyde ise çöllerle çevrilidir. Vadideki köyler besleyebilecekleri nüfusun üzerine çıktıklarında, göç vererek bakir
vadilerde yeni köyler kuruldu. Bütün vadiler yerleşime açıldığında, artan nüfusa paralel biçimde tarımsal üretimi
arttırmak imkânı kalmadı. Bu durumda köyler arasında rekabet ve yağmalamaların baş göstermesi kaçınılmazdı.
Bir köy diğerini fethettiğinde, kaybedenler kazananlara boyun eğmek zorundaydı, çünkü gidecek başka yerleri
yoktu. And dağlarındaki her vadide, bir köyün diğer bütün köyleri denetimi altına almasıyla şeflikler oluştu.

Vadilerde şefliklerin oluşması üretimi büyük çapta arttırmayı sağladı. Üretim arttıkça nüfus da artmaya
devam etti. Bu kez savaşlar şeflikler arasında oluyordu.

Hidrolik Tuzak

Devletin kuruluşu ile büyük sulama tarımına başlanmasının eş zamanlılığı, pek çok antropoloğun dikkatini
çekmiştir. Bazı yazarlar bu durumu genelleştirerek, söz konusu bölgelerin bir hidrolik tuzak barındırdığını, nüfus
artışı ve gıda ihtiyacına çare arayan ilkel toplumların bu tuzağa yakalanarak devletleşmek zorunda kaldıklarını
savunur. Teoriye göre, küçük sulama tarımı yapan köylüler, büyük sulama tarımının avantajlarını fark edince,
özerkliklerinden feragat ederek birkaç köyün büyük sulama işini idare edecek bir siyasi yapı altında birleşmesine
razı oldular.

Bazı bölgelerde karmaşık sulama sistemleri bulunmasına rağmen devlet uzun süre ortaya çıkmamış, diğer
bazı bölgelerde ise, büyük ölçekli sulama sistemleri devletin ortaya çıkışından sonra gerçekleşmiştir.

B - Devletin Ortaya Çıkışı: İç Etkenler

Devletin kuruluşunu iç etkenlere bağlayan yazarlar, ilkel toplumun katı eşitlikçi yapısına rağmen, kendini
değişen çevre koşullarına uyarlamakta çok maharetli olduğunu ve değişen çevre koşullarının bazı durumlarda
eşitsizlikleri büyüttüğünü belirtirler. Öyle ki, toplum varlığını sürdürebilmek için bu eşitsizlikleri meşrulaştırır ve
giderek en büyük siyasal eşitsizlik olan devletin ortaya çıkmasına ses çıkarmaz veya engel olamaz.

1 - Dini Etkenler ve Pierre Clastres

Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum adlı kitabında, incelediği Güney Amerika yerlilerinin eşitliği korumak
için katı gelenekler oluşturduğunu ve önemsiz gibi görünen bazı eşitsizliklerin yol açabileceği siyasal sonuçlar
bakımından yüksek bir bilince sahip olduklarını anlatır.

Marksist Devlet Teorisine Eleştiri

Marksizm, avcı-toplayıcı ilkel toplumdan devletli topluma geçişi sosyoekonomik altyapıdaki değişime
bağlar. Avcı-toplayıcılar ortak çalışma ve kolektif mülkiyet esasına dayanan, ihtiyaç fazlası ürün üretmeyen
toplumlardı. Üretim güçlerinin yavaş yavaş gelişmesi; taş balta yerine metal balta kullanılması, tarım, hayvancılık,
zanaat ve ticaret yapılmaya başlanması ile ihtiyaç fazlası üretim mümkün olmuştur. İlkel toplumun ekonomik
yapısındaki bu gelişmeler, sırasıyla üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin doğmasına, sosyal sınıfların
oluşmasına ve üretim araçlarına sahip sınıfı sömürülen sınıfların saldırılarından korumak için bir baskı aygıtı olarak
devletin kurulmasına yol açmıştır. Clastres, bu muhakeme biçimine şiddetle itiraz eder. Ona göre, devlet bu
şekilde ortaya çıkmış olamaz.

Clastres Özel mülkiyetin ve sosyal sınıfların devletten önce ortaya çıkmasının mümkün olmadığı yönündeki
görüşlerini şöyle özetler: “Siyasal bir ilişki olan iktidar, iktisadi bir ilişki olan sömürüden öncedir ve ona zemin
hazırlar. Yabancılaşma iktisadi bir anlam kazanmadan önce, siyasal bir anlama sahiptir, iktidar emekten önce gelir,
ekonomi siyasetin türevidir, devletin ortaya çıkışı sınıfların doğuşunu belirler”. Clastres devletin dış dinamiklerle

10
ortaya çıkma ihtimalinin bulunduğunu söyler. İlkel toplum yabancı bir gücün saldırısına uğrar ve yabancı güç
askeri üstünlüğüne dayanarak o toplum üzerinde egemen bir sınıf olarak varlığını zorla kabul ettirebilir. Oysa
Marksistler, ilkel toplumun kendi iç dinamikleriyle, ekonomik altyapının yavaş yavaş gelişmesiyle devleti ortaya
çıkardığını savunur.

Ormanın Peygamberleri

Pierre Clastres’a göre, ilkel bir toplum için devletin iç dinamiklerle kuruluşunun en gerçekçi senaryosu,
Güney Amerika yerlilerinden Tupi-Guaranilerin yakın tarihindeki şaşırtıcı bir olaydan çıkartılabilir. Tupi-
Guaraniler, Amerika kıtası beyazlar tarafından henüz fethedilmeden önce özgün bir gelenek yaratmıştı:
Mitlerindeki vaat edilmiş topraklara, kötülüğün erişemeyeceği dünyaya ulaşmak için dinsel bir göç hareketi
başlatmışlardı. Bu harekete gönül vermiş şamanların (peygamberlerin) önderliğinde, kabilelerden çok sayıda
insan oruç tutarak, dans ederek Doğuda olduğuna inanılan vaat edilmiş topraklara doğru yola çıktı. Yolculukları
büyük bir engelle karşılaşınca sona erdi: Büyük Okyanus. Kötülüğün erişemeyeceği dünya, aşmaları mümkün
olmayan okyanusun ötesindeydi.

Clastres’a göre, bunun nedeni toplumun eşitlikçi yapısının giderek bozulmakta oluşuna verilen tepkidir.
Tupi-Guaraniler, diğer yerli halklardan iki yönden önemli derecede farklılaşmışlardı: Köylerin nüfusu birkaç bine
çıkmış, şeflerin otoritesi artmıştı. İlkel toplumun temel yasalarına aykırı biçimde şeflerin yetkilerini arttırmalarına,
toplum yıkıcı sonuçları olan bir tepki verdi: Yüzlerce kişi kabilelerini terk ederek, şamanların arkasından kötülüğün
olmadığı dünyayı aramaya çıktı. Kötülüğü, yetkin olamayışı “Bir” olarak adlandırarak, Bir olmayana ulaşmaya
çalıştılar. “Kötülük ile Bir'i özdeşleştiren metafizik denklemin altında, daha gizli ve siyasal bir anlama sahip bir
başka denklem; Bir'in devlet olduğunu öne süren bir denklem bulunduğuna inanıyoruz.

Tupi-Guaranilerdeki dinsel göç hareketinin en önemli yönü, şamanların, dini önderlerin insanlar üzerindeki
etkisinin şeflerden daha fazla olduğunu göstermesidir.

Şamanistik inançlar, fiziksel nesnelerden oluşan görünür âlem ile ruhlardan oluşan görünmez âlem
arasında keskin bir ayrım yapar. İlkel toplumun üyeleri görünür âlemde ne kadar cesursa; oku, yayı ve kas gücüyle
görünmez âlem karşısında o kadar çaresizdir. Devlet, aslında insan zihnindeki bu bölünmenin görünür âlemde
cisimleşmesidir. Söz konusu eşitsizliği görünür âleme taşımayı başaran da, dini önderlerdir. Modern Çağ’da laik
devletlerin kuruluşuna kadar, dünyanın her tarafında, toplumları yönetenler güçlerini görünmez âlemdeki
tanrılara dayandırmıştır. Zihinlerdeki görünür âlem-görünmez âlem, bu dünya-öteki dünya, ruh-madde gibi
keskin bölünmeler, toplumun yöneten-yönetilen şeklinde bölünmesini kolaylaştırmıştır.

Maya Uygarlığı Bir İstisna mı?

Eşitlikçi ilkel toplumdan bölünmüş devletli topluma geçiş sürecinde, ilk yönetici kesimin dinsel önderler
olduğunu savunan yazarlar, Orta Amerika uygarlıklarına özel bir önem verir. Bazı antropologlar Orta Amerika'da,
bugünkü Guatemala ve Meksika'nın Yucatan yarımadasında, M. S. 300-900 yılları arasında Mayaların kurdukları
devletlerde ana etkenin din olduğunu ileri sürer. Çünkü Olmec ve Mayalar tarafından kurulan ilk devletler, yoğun
tarımsal üretime imkân tanımayan bataklıklarda ve yabanıl ormanlarda kurulmuştur. Onları devletleşmeye
zorlayan asıl etkenler çevresel veya ekonomik koşullar değil, tanrılar adına konuşan bir din adamları sınıfını
barındırıp geçindirme konusunda yükümlülükleri olduğu inancıdır: Mayalar iyiliksever bir teokrasiye gönüllü
olarak boyun eğmiştir.

2 - Ekonomik Etkenler ve Marvin Harris

İlk devletlerin ortaya çıkış nedeni hakkında sağlam bilgiler edinmek içiş, devletin kuruluşunun hemen
öncesindeki koşulları incelemek gerekir. Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin, Peru ve Orta Amerika'da ilk
devletlerin kuruluşunun hemen öncesinde dikkati çeken ortak bir özellik vardır: Tarımsal üretimde yoğunlaşma.
İlkel toplum için bu çevresel sınırlanma sorununu aşmanın yolu, daha çok çalışarak tarımsal üretimi arttırmak
veya varsa çevredeki başka toplundan yağmalamaktır.

Günde birkaç saat çalışarak ihtiyacı kadar üreten, ihtiyaç fazlası mal biriktirmeyi reddeden ilkel toplumlar,
pek çok bölgede, artan nüfusun beslenmesi için yeni bir gelenek oluşturdu: Çok çalışmayı, kendi ihtiyacından
fazlasını üretmeyi ve üretilen fazla ürünü dağıtmayı ödüllendirmek. Antropologlar, tarımsal üretimi
yoğunlaştırarak besin üretimini arttıran bu kişileri büyük adamlar olarak adlandırır. Büyük adam, ailesi ve yakınları
ile sürekli çalışıp besin biriktirir. Biriktirdiği ürünleri belirli aralıklarla düzenlediği şölenlerle gösterişli biçimde
topluma dağıtır. Bu zahmetli iş karşılığında elde ettiği tek kazanç, saygınlıktır. Bu yeni gelenekle fazla ürün
depolamak olağanlaşıyor, hatta teşvik ediliyor. İlkel toplumun artan nüfusun beslenmesine karşı bir çare olarak
benimsediği bu gelenek, zamanla ekonomik eşitsizlikleri derinleştirecek ve büyük adamlar ilk devletlerin egemen
sınıflarının çekirdeğini oluşturacaktır.

11
Solomon Adalarında Büyük Adamlık Kurumu

Avustralya’nın kuzeyinde, Büyük Okyanus’ta, Solomon Adaları’nda yaşayan Siuailerde büyük adama mumi
denir.

Solomon Adaları’ndaki büyük adam, toplumun üzerinde bir yönetici konumunda değildir. Aksine, saygınlık
kazanmak uğruna toplumun hizmetçisi rolünü kabul etmiş gözükür. Ancak büyük adamlık kurumunun en basit
halini betimleyen bu örnekte bile, ilerde kurulacak devletin bazı özelliklerini hatırlatan farklılıklar ortaya çıkmıştır.
Fazla mal biriktirme, şölen hazırlıkları için kendisine yardımcı olanların barınacağı ve eğleneceği bir kulüp binası
yaptırarak bir grup inşanı toplumun geri kalanından ayırma, kulüp binasında depolanacak ürünlerin başka
köylerden gelebilecek yağmacılara karşı korunması için, az sayıda da olsa sürekli savaşçılar besleme, savaşçılardan
biri öldüğünde, depoladığı ürünlerden bir kısmını ailesine tazminat olarak ödeme ve savaş tutsaklarını kendisine
ait bahçelerde köle olarak çalıştırma

Trobriand Adalarında Büyük Adamlık Kurumu

Büyük Okyanus’ta Yeni Gine'nin doğusundaki Trobriand Takımadalarında gözlenen büyük adamlık
kurumu, Solomon Adalarındakinden daha gelişmiş bir örnektir. Trobriandlılar anasoylu çok sayıda kabile ve soy
gruplarına bölünmüştür. Savaşmaya oldukça isteklidirler: Eskiden yüzlerce kilometre uzaktaki adalara saldırmak
için kanolarıyla açık denizlere çıkmayı göze alırlardı. Trobriandlıların büyük adamlık kurumu, bir önceki örnekten
farklı olarak kalıtsal hale gelmiştir. Büyük adam, yalnızca savaştaki başarısızlığı nedeniyle makamından
düşürülebilir. Bütün adalarda yaşayanların en güçlü önder olarak gördükleri kişi, binlerce insanın yaşadığı birkaç
düzine köy üzerinde otorite sahibidir. Büyük adam, doğal olarak, bu kadar kalabalık nüfusu yalnızca ailesinin ve
yakınlarının çok çalışmasıyla memnun edemez. Büyük şölenler için, bir şekilde her köyden ürün toplaması
kaçınılmazdır. Büyük adam, bunu her köydeki şefin kız kardeşiyle evlenerek gerçekleştirir. Toplumlar anasoylu
olduğundan, erkek kardeşler, hasat zamanı patates benzeri ürünün bir bölümünü evli kız kardeşlerine
göndermekle yükümlüdür.

Bunyoro Topluluğunda Büyük Adamlık Kurumu

Nüfus arttıkça, büyük adamın gıda ambarına yapılan katkılar, gönüllü yardımlar veya akrabalık ilişki-
lerinden kaynaklanan armağanlar olmaktan çıkarak zorunlu katkılara dönüşür. Herkese açık kamusal bir yapı
olarak görülen gıda ambarına giriş kısıtlanır. Bu tür bir büyük adamlık kurumu, incelendiği 20. yüzyılın ilk yarısında
100.000'i aşan nüfusuyla bugünkü Uganda'daki Bunyoro topluluğudur. Darı ve muz tarımı yapan Bunyoro feodal
bir toplumdur. Mukama olarak adlandırılan büyük adamları sadece bir dağıtım önderi değil, bir kraldı Trobriand
ve Cherokee şefleri besin üreticilerinin cömertliğine bağımlı durumdaydılar. Bunyoroluların besin üreticileri ise
kralın cömertliğine bağımlı idiler. Mukamanın gelirine katkıdan kaçınılması, ilgili kişinin topraklarını yitirmesine,
sürgün edilmesine ya da bedensel cezaya çarptırılmasına yol açabilirdi. Merkezi tahıl ambarı üzerindeki
denetimine dayanarak sürekli bir saray muhafız gücünün varlığını sürdürdü...

C - Devletin Kuruluşuna Yol Açan Etkenlerin Değerlendirilmesi

Devletin oluşumunu belirleyen etkenleri değerlendirirken, yalnızca birbirinden bağımsız süreçlerle kurulan
ilk devletleri dikkate alıyoruz. Bir bölgede daha önce hiçbir devlet yokken kurulan bu devletler "birincil”, "ilksel”
veya "erken” devletler olarak adlandırılmaktadır. İkincil devletler, o bölgede daha önce kurulmuş bir devletin
etkisiyle ortaya çıkan devletlerdir. Bir bölgede devlet ortaya çıktığında, hızla çevresindeki toplumlar devletleşme
sürecine girer. Bunun nedenleri çeşitlidir. Sık görülen üç nedeni şöyle sıralayabiliriz: Çevredeki çok sayıda kabile
veya şeflik; 1) daha önce kurulan devletin egemenliği altına girmek istemediği için birleşip ortak bir savunma gücü
oluşturmak üzere devletleşebilir, 2) mevcut devletin zengin kentlerini yağmalamak için güçlerini birleştirmek
amacıyla devletleşebilir, 3) mevcut devletin güvence altına aldığı ticaret yollarının kontrolünü ele geçirmek üzere
devletleşebilir.

Birincil devlet oluşumuna yol açan yukarıda incelediğimiz başlıca etkenleri de şöyle sıralayabiliriz: 1) Artan
gıda ihtiyacını karşılamak veya ticaret yapmak için sulamalı tarıma geçilmesi, 2) önlenemeyen nüfus artışı, 3)
savaşlar (fetih), 4) çevresel sınırlanma (ekolojik kuşatılmışlık), 5) uzun mesafeli ticaret yapılması.

İlk devletler, birbirinden bağımsız süreçlerle dünyanın altı bölgesinde ortaya çıktı. İlk devletlerin kurulduğu
tüm bölgelerde karşılaştırmalı incelemeler yapıldığında, her bölgede devletleşmeye neden olan özelliklerin az çok
farklılaştığı anlaşıldı.

Mezopotamya: İlk Kentler, İlk Devletler

Yaklaşık 10.000 yıl önce insanın yaşam biçimini kökünden değiştirecek bir süreç başladı: (Hayvancılık ve
tarım)... Arkeologlar, yiyecek toplayıcılığından tarıma geçişin izlenebildiği yerleri ortaya çıkardı. Bu yerlerden biri,
deniz seviyesinden 250 metre aşağıda bulunan Kudüs’ün yakınlarında bir vaha olan Eriha’dır.

12
İnsanlar yavaş yavaş yerleşmeye ve tarım yapmaya başladı... Tarım devriminin tamamlanması 1.000 yıl
kadar sürdü.

İnsanların “uygarlıklar” kurmaya başladığı döneme geliyoruz. Uygarlık sözcüğüyle, insanların köylerde ve
kentlerde yaşadığı, çok sayıda değişik işte çalıştığı, bir yönetime bağlı olduğu, bir Tanrı’ya veya tanrılara taptığı ve
okuyup yazabildiği bir yeri kastediyoruz. Uygarlaşmanın ilk yaşandığı yerin şimdiki Irak’ın güneyindeki bölge
olduğu söylenebilir. Bölgenin eski adı "Mezopotamya”, Yunancada ırmaklar arasındaki ülke anlamına geliyor.

M.Ö. 4.500 ile 4.000 arasında, Mezopotamya’nın güney bölümünde yaşayan ve tarım yapan bir halk,
uygarlığın eşiğine gelip dayandı. 1.000 yıl sonra başka bir halk gelip, büyük olasılıkla orada yaşayanları kendi içinde
eriterek bu bölgeye yerleşti. Komşuları onlara “Sümerler”, bölgelerine de Sümer adını verdi ama bu insanlar
kendilerine esmer başlı, yaşadıkları yere de ülke diyorlardı.

Köyler büyüdü, kentlere dönüştü... Kazı işini yürütecek ve çölden gelen haydutları uzaklaştıracak şeflere
gereksinim vardı. Dolayısıyla bütün büyük kentlerde bir şef ortaya çıktı. "Büyük insan” olarak adlandırılıyorlardı,
vergi toplayıcıları, yargıçları ve kanal denetçileri vardı. Bazen tüccarlar ve zengin toprak sahipleri büyük insana
kendi isteklerini bildiriyordu, oysa köylülerin, işçilerin ve kölelerin hiç söz hakkı yoktu. Bir Sümer sözü şöyle der:
Yoksulun gücü yoktur.

Sümerlerin taptığı yüzlerce tanrı ve tanrıça vardı, hepsini de hoşnut etmek gerekiyordu. Her kentte büyük
insan aynı zamanda dini önderdi, o ve onun din görevlileri daima yüksekçe yere bir kule inşa ediyorlardı. Ziggurat
adı verilen bu büyük kuleler, büyükten küçüğe doğru bir piramit oluşturacak biçimde üst üste konmuş kutulara
benziyordu.

Bir süre sonra, tüccarlar ve devlet memurları ilgilenmeleri gereken işlerin durmadan arttığını fark ettiler.
Zigguratlar için tuğla, bakır işçileri için maaş, köleleri doyurmak için arpa ve hurma. Bu kadar çok şeyi akıllarında
tutamıyorlardı. M. Ö. yaklaşık 3.200 yılında yazıcıları bu sorunu çözdü. Çevrelerinde bol miktarda bulunan ıslak
kilden tabletler yaptılar ve bu tabletlere patronların işlerine dair kayıtları kazıdılar.

Zaman geçtikçe, büyük kentler küçük kentleri denetimi altına aldı, böylece bu büyük kentler artık yalnızca
kent değil, birer kent devleti oldular. Daha büyük devletler ve savaş daha katı kurallar gerektirdi, bu nedenle
“büyük insanlar” yerini, tanrılar tarafından seçildiklerini iddia eden güçlü savaşçı krallara bıraktı...

Sümerler tarafından kurulmalarından yaklaşık beş yüz yıl sonra, bağımsız kent devletleri devrinin sonuna
gelinmişti. İran’dan gelen bir halk bütün Sümer ülkesini ele geçirdi...

İlkel Toplumun Devletleşme Sürecinde Savaşçı ve Barışçı İlişkiler

Altaylardan İnen Yiğit

Senaryo, Oppenheimer’ın “kendilerini kurda karşı korumak için bir ayıyı kral edinen koyunların masalının
insanlara uyarlanmasıdır.”

İkinci Bölüm

KENT DEVLETİ

Yeryüzündeki ilk devletler, eşitlikçi toplumun giderek hiyerarşik yapılı topluma dönüşmesiyle ortaya çıktı.
Toplumsal eşitsizlikler zamanla derinleşmiş, toplum çeşitli katmanlara bölünmüş, sonuçta en büyük siyasal
eşitsizliğin ifadesi olarak devlet ortaya çıkmıştır. Devletli toplumları siyasal yapıları bakımından ilkel toplumlardan
ayıran en önemli özelliğin, merkezileşmiş bir iktidarın varlığı olduğunu söyleyebiliriz.

I - ŞEFLİKLERDEN KENT DEVLETİNE GEÇİŞ

Devletli toplumlarda ortaya çıkan merkezi iktidarın dört önemli işlevi vardır. Bu işlevlerin hiçbiri, devleti
kurmamış toplumlarda görülmez. Merkezi iktidar; l) ülkenin coğrafî sınırlarını ve o sınırlar içinde yaşayan
yurttaşların sayısını tespit eder, 2) hukuk kurallarını uygulayacak gelişmiş bir yargı sistemi ve bürokrasi oluşturur,
3) iç ve dış tehditlere karşı sürekli asker ve polis gücünü hazır bulundurur, 4) devlet giderleri için yurttaşlarını
vergilendirir.

Antropologlar, kabile kadar eşitlikçi olmayan ama devlet kadar da karmaşık ve hiyerarşik olmayan bu tür
toplumları, 1950’lerden itibaren, “şeflik” olarak adlandırmaktadır.

Tüm şefliklerin devlete dönüşmesi ise söz konusu değildir. Örneğin, Amazonlarda ve Polinezya’da siyasal
örgütlenme şeflik düzeyini aşamadı. Şeflikler, kabilelerden farklı olarak bir merkezi iktidara sahiptir. Şef, arazilerin
bölüşümünde nihai otorite olabilir, ordu kurabilir, vergi toplayabilir. Şeflik çoğu kez babadan oğula geçer; öyle

13
olmadığı durumlarda da ancak belli aile veya sülalelerden gelenlere açık bir makamdır. Şefler büyük adamlardan
farklı olarak gündelik çalışmadan bağışıktır, başkalarının sahip olmadığı ayrıcalıklara sahiptir; buna karşılık, büyük
adamlar gibi ellerine geçen servetin büyük bölümünü topluma dağıtırlar. Şefliklerde henüz sosyal sınıfların ortaya
çıktığı söylenemez. Ancak toplumdaki her birey şefin sülalesine olan yakınlığına göre derecelendirilir.

Şeflikler ile İlk Devletlerin Karşılaştırılması

Şefliklerde, elde edilen servetin büyük bölümü onu yaratan ve arttıran halka dağıtılmak durumundadır.
Devletlerde ise, yöneticiler gelirlerin pek az bir kısmını halka iade eder. Yönetimin ayrıcalıklı kıldığı tabaka,
farklılaşmış servetini yasal güvence ile elinde tutabilir. Şefliklerde ve daha basit yapılı tüm ilkel toplumlarda sosyal
kimliğin temeli akrabalık bağlarıdır. Devletin kurulmasıyla, servet, güç ve prestij akrabalık bağlarından çok, ait
olunan toplumsal katmana/sınıfa göre belirlenir.

Şeflikler ile devletler arasında bazı benzerlikler de vardır: Örneğin nüfus artışı, ticaret ve zanaatta
uzmanlaşma, karar alma süreçlerinin merkezileşmesi ve savaşta liderlik gibi konular her iki yapıda da ortaya çıkar.
Devleti farklı kılan; tüm bu alanlarda merkezi planlamayı yapması, bunu resmi ideoloji ile meşrulaştırarak güçlü
bir bürokrasi ile uygulaması ve akrabalık ilişiklerinin ötesinde, toplumu haklar temelinde keskin katmanlara/
sınıflara ayırmasıdır.

II - İLK KENT DEVLETLERİ

Arkeolojik bulgular, günümüzden 10.000 yıl önce tarımsal üretimin başladığı Dicle ve Fırat nehirleri
arasındaki bereketli toprakların, yeryüzünde ilk kent devletlerine ev sahipliği yaptığını gösteriyor. M.Ö.
3.500’lerden itibaren gerçek anlamda kent devletleri ortaya çıkmaya başlamıştır. 13-14 civarındaki bu Sümer
kentlerinin beşi ana merkezlerdir: Uruk, Eridu, Ur, Nippur ve Kiş. Mezopotamya kent devletleri, ileride başka
bölgelerde kurulacak kent devletlerinin aksine, bir başkent ve çevresinde çok sayıda kasaba ve kırsal yerleşim
yerini bütünleştiren bir tür bölge yönetimi olmaktan çok, sadece bir kentten oluşan devletti. Çevresindeki kırsal
birimlerle güçlü ekonomik ilişkileri olmakla birlikte, zayıf siyasal ve hukuki bağlara sahipti. Bu kentlerdeki en
büyük yapı, genellikle ziggurat diye bilinen, basamaklı bir piramit üzerine yerleştirilen bir tapınaktır. Tapmaklar
aynı zamanda gıda ambarı işlevini görür.

Sümer Kent Devletlerinin Sosyal Yapısı

Bir Sümer kent devleti, bazen işbirliği bazen de rekabet eden, çıkarları birbirinden farklı on ayrı sosyal
kesimden oluşur. Bu karmaşık yapı, Sümer kentlerinin sosyal yapının kabaca yöneten bir teokratik kesim ile
yönetilen halk şeklinde ikiye bölündüğü bir tapınak devleti olarak anlaşılamayacağını gösteriyor. Şimdi
yeryüzündeki ilk kent devletlerinin barındırdığı bu 10 farklı sosyal kesime biraz daha yakınından bakalım:

1) Saray Ahalisi: Kral, kraliyet ailesi, idari personel ve sürekli ordu ile saray için çalışan zanaatkâr, serf ve
kölelerden oluşur.

2) Tapınak Ahalisi: Her Mezopotamya devleti farklı tanrılara adanmış bir kaç büyük tapınak barındırır. Dini
görevliler tarafından yönetilen tapınaklar, bölümler halinde kent halkının çoğunun iktisadi faaliyetlerini kontrol
ederdi.

3) Büyük Toprak Sahipleri: Saray veya bir tapınağa bağlı olmayan büyük çiftlikler hakkındaki arkeolojik
bulguların sayısı pek fazla değildir. Ancak sayıca az da olsa, böyle bir kesimin varlığı doğrulanmıştır.

4) Zanaatkârlar: Bu kesim kendi içinde, bağımlı ve serbest zanaatkârlar olarak ikiye ayrılır.

5) Çiftçiler

6) Tüccarlar

7) Yarı Özgür Kişiler (Serfler): Borç veya aşırı yoksulluk nedeniyle, özgürlükleri kısıtlanan ve çiftlik, tapınak
gibi değişik kurumlarda vasıfsız işçi olarak çalışan kesimdir.

8) Köleler

9) Köylüler: Yerleşik nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan köylüler, kente yakın yerleşim birimlerinde özerk
bir konuma sahipti.

10) Çobanlar

Arkeolojik bulgulara bakıldığında, on farklı sosyal kesimi barındıran bu karmaşık toplumların yönetiminde
öne çıkan figürler krallar ve dini liderlerdir. Yıllar içinde artık tapınakta görevli dini liderlerin hiçbir zaman seküler
liderlerle (krallarla) rekabet edecek kadar güçlü bir teokratik grup oluşturmadıkları kanaatindedir. Onlara göre
tapınaklar, başlangıçta, rakip sülalelerin dikkat çeken binalar inşa ederek güçlerini pekiştirmek ve saygınlık

14
kazanmak arzusundan doğdu. Rakip sülalelerden biri üstünlüğü sağlayıp kent yönetimini eline aldığında,
tapınaklar bu kez kral tarafından inşa edilmeye başlandı. Demek ki, din işleri kent yaşamının bütün yönlerini
etkileyen bir dizi krallık etkinliğinin bir parçasıydı. Akıldan hiç çıkartılmaması gereken bir nokta da, kült
görevlilerinin tanrısal bilgiye ulaşmada kraldan üstün olmadıklarıdır... Çıkarların yarıştığı, birbirinden ayrı dinsel
ve laik alanlar yoktu.

Kent devletlerinin ilk dönemlerinde, temsili meclislerin de önemli yetkileri vardı. Yaşlılar Kurulu kent
devletlerinin organlarından biriydi. Kentler arasındaki yoğun savaşlar ve kentlerin bir imparatorluk yönetimi
altında birleşmesiyle, meclislerin yetkisi azaldı veya tümden ortadan kalktılar.

İki “ev”den oluşuyordu; bir senato ya da ihtiyarlar meclisi ve “alt ev” ya da devletin eli silah tutan
yurttaşlarından oluşan meclis…

Sümerlerin, kralların gücünü engelleyip siyasal meclisin yetkisini tanımakla, demokratik yönetime doğru
ilk adımları atmışlardır.

III - İLK İMPARATORLUK

M. Ö. 2.400’lerde Umma kentinde bir darbeyle yönetimi ele geçiren genç rahip Lugalzagesi, kısa sürede
tüm Sümer kentlerini fethetti. Bin yıllık Sümer kenti, Uruk’a yerleşerek kendini Sümer Kralı ilan etti. Sümer
kentleri denetim altına alınmış ama henüz imparatorluk olarak adlandırılabilecek bir yapı ortaya çıkmamıştı. Bunu
Kiş kentinde Sami bir göçebenin oğlu olan Sargon gerçekleştirecektir. Sargon bütün Mezopotamya'yı ele
geçirerek Akad'ı başkent yapar ve yeryüzünde ilk imparatorluğun kurucusu olur.

56 yıl süren iktidarında, Mezopotamya dışında Doğu Akdeniz'i, Tarsus'a kadar Anadolu’yu ve Batı İran'ı
topraklarına kattı.

Kraliyet ailesi üyelerinin başka kentlerdeki tapınaklara yönetici (dini görevli) olarak, kentlere de vali olarak
atanması sayesinde, tüm ülke merkezden yönetilir hale gelmişti. Kral artık yeni bir unvan almış; "tanrı” olmuştu.

İmparatorluk düzeni, bir devletin çevresindeki diğer devletleri yenmesi ve haraca bağlamasıyla kurulmuş
olmaz. Bunun için, fethedilen topraklar üzerinde imparatorluk bürokrasisinin, ordusunun ve hukukunun da
kurulması gerekir. Profesyonel ordu ve bürokrasi, sonraki imparatorluklar olan Babil ve Asur döneminde
yetkinleşecektir. Babil imparatorluğu, ticaret, mülkiyet ve bazı suçlar bakımından imparatorluk toprakları
üzerinde ortak bir hukuk sistemi yaratmayı da başarmıştı. Bu nedenle, Akadları erken bir imparatorluk örneği
olarak nitelendirmek mümkündür.

Akadlardan sonra, aynı coğrafyada sırasıyla Babil, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Bizans, Arap ve Osmanlı
imparatorlukları kuruldu. Bilinçli bir merkezileşme politikasını başarıyla uygulamasına, Akadcayı iki bin yıl
boyunca Mezopotamya'da hakim dil haline getirmesine ve kralını tanrısallaştırmasına rağmen, imparatorluk bir
global toplum tipine dönüşmemiştir.

Sümerler ile Samilerin kaynaşarak tek bir halk olarak birleşmesi, M.Ö. 1894’te kurulan Babil İmparatorluğu
döneminde gerçekleşecektir.

Sümer’in sınıfsız başlangıcı çok daha erken ve tarihsiz bir zamana dayanır. Şehirlerin büyümesiyle, önce
toprak ve mülkiyet hakkının tanrıda yani tapınak yönetiminin elinde olduğu, özel mülkiyetin bilinmediği sosyalist
özellikler gösteren işlevsel devletler oluştu.

IV - ESKİ YUNAN UYGARLIĞINDA KENT DEVLETLERİ

Yunan uygarlığının geliştiği Ege Denizi’nin her iki yakasında, M. Ö. 7.000’li yıllardan itibaren tarıma
başlandığı ve yerleşik hayata geçildiği bilinmektedir. İlk devlet oluşumu için M.Ö. 2.000’li yılları beklemek
gerekecektir. Girit Adası’nda Minos uygarlığı bu tarihte ortaya çıkar. Onu, adayı ele geçiren toplulukların kurduğu
Mykene uygarlığı izler. M.Ö. 1.500‘lerde Akhaların, M.Ö. 1100’lerde de Dorların saldırısına uğradı. Yunan
uygarlığı bu göçebe topluluklarla yerli köylülerin etkileşiminin eseridir. M. Ö. 700’lü yıllarda, bu coğrafyada
orduları olan kentlerin kurulduğunu, M. Ö. 600’lü yıllarda da, söz konusu kentlerin büyük kamusal binaların
yapımını finanse edecek kadar zenginleştiği ve bütünleştiğini biliyoruz.

Klasik Yunan dünyası (M.Ö. 5. yüzyıl) 750 civarında kent devletinden (siteden) oluşuyordu. Sitelerin
çoğunluğu, Ege Denizi’ndeki yaklaşık 1.400 adadaydı. Bu sitelerin, Marsilya’dan Trabzon’a kadar geniş bir
coğrafyaya yayılmış 300’ün üzerinde de kolonisi vardı. Yunan koloniciliğini modern sömürgecilik ile karıştırmamak
gerekir. Kurulan koloniler kardeş site statüsünde olup, siyasal açıdan tümüyle bağımsızdı. Site halkları arasında
dil ve kültür birliği olmasına rağmen, siyasal birlik yoktu.

Yunan uygarlığına ait kentler, devlet teorisi bakımından iki gruba ayrılarak incelenebilir. Bu kentlerin
bazıları gelişmiş bir eşitlik ve özgürlük anlayışı çerçevesinde doğrudan demokrasiyle; diğer bazıları da, katı bir

15
eşitsizlik anlayışından beslenen monarşi, aristokrasi ve askeri oligarşi gibi biçimler alan otokrasiyle
yönetiliyordu. Geniş bir coğrafyaya yayılan yüzlerce demokratik ve otokratik kent devletinin en yetkin ve en iyi
bilinen örnekleri Atina ile Sparta’dır. Sparta coğrafi açıdan en büyük, Atina ise en kalabalık kenttir.

Sparta

Sparta kenti, Yunanistan’ın güneybatısındaki Mora (Peleponnesos) yarımadasında, bir ırmağa hâkim alçak
tepeler üzerine kuruludur. Yönetici grup olan Spartalılar, Dor istilası sırasında ülkeyi ele geçirmişler ve yerli halkı
serf statüsüne indirmişlerdi. Topraklar Spartalı yetişkinler arasında paylaştırılmış, alınıp satılması yasaklanmıştı.
Yasaları hiçbir Spartalının yoksul duruma düşmemesi, hiçbirinin de zengin olmamasını güvence altına alacak
şekilde hazırlanmıştı. Kimsenin altın ve gümüş edinmesine izin verilmezdi. Kullandıkları para demirdendi.
Spartalıların başka sitelere yolculuk yapmasına izin verilmez, yabancılar da siteye kabul edilmezdi. Amaç yabancı
alışkanlıklardan Sparta’yı korumak, yasaların ve geleneklerin bozulmasını önlemekti. Doğal özellikleri kentin
savunulmasını kolaylaştırdığı için, Roma dönemine kadar etrafında surlar inşa edilmemiştir. Sparta, diğer Yunan
kentlerinden farklı olarak, hiçbir zaman büyük, görkemli kamu binalarına sahip olmamıştır.

Sparta Yunan siyasal düşüncesini; özellikle de Platon’un devlet teorisini büyük ölçüde etkilemiştir.
Sparta’nın askeri üstünlüğü, ordusunun karada yenilmezliği, askerlerinin disiplini ve cesareti ile kanıtlanmıştır.
Sparta’nın efsane olarak etkisi daha kalıcı olmuştur. Platon dan başlayarak modern çağlarda Rousseau ve
Nietzsche'ye kadar pek çok düşünürün esin kaynağı olmuştur. Sparta’nın yıldızı söndükten sonra yaşamış olan
Aristoteles ise, Sparta efsanesinden pek etkilenmiş gözükmez.

M. Ö. 600'lerde, Lykurgos adında bir Spartalı, oldukça çabuk biçimde Spartalıların yüzyıllarca bağlı kalacağı
bir düzen kurdu.

Lykurgos’un tasarladığı düşünülen devlet düzeni, bütünüyle savaşçılardan ve toprak sahiplerinden oluşan
üst sınıf Spartalıların elindeydi. En tepede, savaş zamanında komutanlık görevi üstlenen bir değil, iki kral vardı.

Sparta’nın ayrıca yaşları altmış veya daha üzerinde 28 erkekten oluşan bir senatosu, geniş yetkileri olan
beş kişilik bir denetleme kurulu, ağır silahlı piyade birliklerindeki savaşçılardan oluşan bir meclisi vardı…

Düşük toplumsal konumlarının işareti olarak serflere köpek derisinden başlıklar giydiriyorlardı.

Ayaklanmaları bastıracak bir güce sahip olmaları gerekiyordu, bu nedenle her Spartalı erkeği inanmış ve
sadık bir asker yapması amaçlanan bir toplumsal düzen geliştirdiler. Yaşlılardan oluşan bir heyet, yeni doğan erkek
bebekleri inceliyor ve yalnızca amaçlarına uygun olanların yaşamasına izin veriyordu. Diğerlerini derin bir vadiye
atıyorlardı. On iki yaşından sonra bir oğlan çocuğu, diğer oğlan çocuklarıyla birlikte askeri bir kampta yaşıyordu...
Spartalı kadınların yaşamı erkeklerin yaşamından daha kolay değildi. Kız bebekler büyük olasılıkla bir vadiye
atılmıyordu ama kızlar da oğlanların aldığı eğitimin bir kısmını alıyordu. Altın çağında Sparta, kültürel bir çöldü.
Başkentleri bir araya gelmiş köylerden ibaretti.

V - YUNAN KENT DEVLETLERİ VE DOĞRUDAN DEMOKRASİ

Demokratik yönetim biçiminin bazı unsurları, henüz devletin ortaya çıkmadığı ilkel toplumlarda
gözlenmiştir: Kabile üyelerinin eşitliği, karar alma sürecine herkesin katılması gibi. İlkel toplumdan devletli
topluma geçişle birlikte; yöneten-yönetilen ayrımı ortaya çıkmış, toplum kendisini, kendi içinden çıkan küçük bir
kesime yönettirmiştir. Demokratik unsurların önem taşıdığı ilk siyasal sistemlerin 2.500 yıl önce eski
Yunanistan’da ortaya çıktığı görülür.

Yüzyıllar boyunca monarklar, aristokratlar veya tiranlar tarafından yönetilmiş olan Yunan kentlerinin
bazılarında, M. Ö. 5. yüzyılda çok sayıda yetişkin erkek, yurttaş olarak yönetime doğrudan katılma hakkını elde
etti. Site halkları, kendi kendilerini yönetmelerini olanaklı kılan doğrudan demokrasiyi bir siyasal sistem olarak
kurumsallaştırdı. Demokrasi sözcüğü de, ilk kez bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Yunanlılar, yeni siyasal
sistemi tanımlamak üzere demos (halk) ve kratos (yönetim) sözcüklerini birleştiren demokratiayı kullanmıştır.
Ancak bu bir Yunan demokrasisi değildir. Yunan siteleri, aralarında bazı ittifaklar kursa da, hiçbir zaman tek bir
devlet çatısı altında birleşmemiştir. Söz konusu olan, Atina, Megara, Samos, Miletus, Sirakuza ya da diğer sitelerin
demokrasisiydi.

Yunanlı filozofların, şairlerin, oyun yazarlarının eserleri ile resmi belgeler gibi, o dönemden günümüze
ulaşabilen doğrudan kaynakların büyük çoğunluğu, Atina hakkındadır. Bunlar içinde en önemlilerinden biri,
kuşkusuz, Aristoteles’in, Atina’nın siyasal kuramlarını anlattığı, Atinalıların Devleti isimli eseridir. Demokrasinin
ılımlı bir muhalifi olmakla birlikte, tarihsel olguların aktarılması ve değerlendirilmesinde yansız bir tutum izlemeyi
büyük ölçüde başarmıştır. Oysa eserleri günümüze ulaşan dönemin diğer yazarlarının çoğu, açıkça, demokrasi
düşmanıdır.

16
Bu derlemeden günümüze, yalnızca Atina’nın siyasal sisteminin anlatıldığı bölüm kalmıştır. Atina, eski
Yunan dünyası hakkında ortalama değerleri yansıtmaz; tam tersine, pek çok alanda en büyük ve en yetkin
örnektir.

Atina sitesinde demokratik rejimin İ.Ö. 508’de kurulduğu kabul edilir. Bu tarih, Kleisthenes reformlarının
tarihidir. En eski kaynaklardan biri olan Herodot, demokrasinin, Atina'da Kleisthenes tarafından kurulduğunu
söyler. Atina demokrasisi, bazı küçük kesintilerle, yaklaşık iki yüz yıl sürdü ve İ. Ö. 322’de yıkıldı. Bu son tarih de,
Atinalıların Makedonlara yenilerek, bağımsızlıklarını kaybettikleri Lamia Savaşı’nın tarihidir.

A - İlk Demokratik Reformlar

Atina sitesinin yönetim biçimi İ. Ö. 8. yüzyıla kadar krallıktı. Bu tarihte soylular, tefecilik yoluyla küçük
çiftçilerin topraklarını ele geçirerek büyük bir ekonomik güç haline geldi. Ağır koşulları yerine getiremeyen
çiftçiler, çocuklarıyla birlikte köle olarak satıldı. O dönemde, borçlular, alacaklılara kendi vücutlarını rehin olarak
göstermek ve borcu ya da vergiyi ödeyemedikleri takdirde köle olarak satılmayı kabul etmek zorundaydı.

Soylular, bir süre sonra, krallığa son verip yönetimi 9 soyludan oluşan bir kurulun eline verdi. Kaba bir
sömürüye dayanan düzenin devamı, ancak baskıcı bir yönetimle mümkündü. Yasaların yazılı olmaması ve yalnızca
soylular tarafından bilinmesi, yönetimin keyfi ve baskıcı kararlar alabilmesini kolaylaştırıyordu. Borçlarını
ödeyemeyen küçük çiftçilerin köleleştirilmesi ile birlikte, giderek gelişen tüccar ve zanaatkâr sınıfın hoşnutsuzluğu
bir isyana dönüşmek üzereydi. Bunun üzerine, soylular bir çözüm önerdi: Soylu Drakon, Atina halkının örf ve
adetlerini yazılı yasalar haline getirecek ve toplumda düzen sağlanacaktı. Drakon Yasaları (İ. Ö. 621) olarak
adlandırılan yeni düzenlemeler, klanların ilkel adetlerinin bir toplamı niteliğinde, son derece zalim kurallardan
oluşmaktaydı. Bu yasalar, toplumda huzuru sağlamak bir yana, köylü ve tüccarlar ile soylu sınıflar arasındaki
gerginliği daha da arttırdı.

Baskıcı aristokratik yönetim, soylular dışında kalan grupları birlikte hareket etmeye yöneltti ve bu gruplar
bir hükümet darbesi ile yönetimi ele geçirdi. Artık tiranlar çağı başlamıştı. Tiranlık yönetimi, pek çok Yunan
sitesinde, İ. Ö. 7. yüzyılda, aristokrasiden demokrasiye giden süreçte bir geçiş rejimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tiranların en yoksul halk tabakalarını gözeten politikalar izlemesi, hem soyluları hem de ticaret ve zanaatla
uğraşan orta sınıfı tedirgin ediyordu. Sonunda, bu iki sınıf anlaşarak tiranlığı yıktı ve zenginlerle yoksullar
arasındaki gerilimi bir uzlaşmayla çözmesi için ünlü şair Solonu görevlendirdi (İ. Ö. 594).

Solon Yasaları sosyal, ekonomik ve siyasal alanda büyük reformlar gerçekleştirdi. Köle emeğine dayanan
üretim biçimi, yalnızca dışarıdan getirilen kölelerle yürütüldü. Soyluların tekelci iktidarına son verildi. Tüm
yurttaşların yasama faaliyeti için Halk Meclisi’ne, yargılama faaliyeti için Halk Mahkemesi’ne katılması sağlandı.
Yurttaşların siyasal yaşama katılımı kökenlerine göre değil, mali durumlarına göre dört kategoriye ayrılarak
yeniden düzenlendi. Mali durum sermayeye göre değil, her yıl üretilen tarımsal ürün miktarına göre belirlendi.

Büyük demokratik açılımlar getiren Solon’un yeni sosyal düzeni, büyük ölçüde, askeri güçte meydana gelen
değişiklikle ilgilidir. O dönemde, Yunan dünyasında askeri güç, artık soylulardan oluşan süvarilere değil; büyük
ölçüde köylülerden oluşan deniz ve kara piyade birliklerine dayanmaktaydı.

Atina sitesinin rejimi, Solon Yasaları üzerine bina edilen Kleisthenes Reformları (İ. Ö. 506) ile
demokratikleşmiştir. Kleisthenes, Atina’yı oluşturan köy ve kasabaları, 139 özerk yerel siyasal birim (deme) olarak
yeniden örgütledi. 18 yaşına basan her erkek, yerel listelere kaydolarak 2 yıl süren bir eğitim görüyor ve bu
sürenin sonunda yurttaş sıfatını kazanıyordu. Kan bağına dayanan eski kabile sistemi iyice çökertilerek, Atina’nın
merkezi siyasal kurumlarında söz sahibi olacak on yeni kabile oluşturuldu. Yeni kabileler kan bağına dayanan
kümeler olmaktan çok, günümüzün mahalle örgütlenmelerine benziyordu. Kişilerin sülale isimleri ile değil, ön
isimleri ve soyadı olarak da bağlı oldukları yerel birimlerin (deme) ismiyle çağrılmaları zorunluluğu getirilerek,
zenginlerle yoksulların aynı soyadına sahip olması sağlandı. Demokratik rejimi yıkmak amacıyla hareket eden
yurttaşlar için 10 yıllık sürgün (ostrakismos) cezası getirildi. Atina artık, köleler, kadınlar ve yabancılar dışında,
yetişkin herkesin eşit siyasal yetkilere sahip olduğu ilk ve en yetkin doğrudan demokrasi örneği olarak tarih
sahnesinde yerini aldı.

Atina'nın Sosyal Yapısı

Atina’nın genellikle 300.000 civarında nüfusa sahip olduğu tahmin edilmektedir. Köleler hiçbir zaman
sayılmamıştır. Yurttaşlar ve yerleşik yabancılardan yalnızca yetişkin erkeklerin kaydı vardır.

Köleler, toplam nüfusun yarısına yakın bir orana sahiptir. Eski Yunan dünyasında, Roma’dan farklı olarak,
azat edilen köle otomatik olarak yurttaş değil, yerleşik yabancı statüsünü kazanırdı.

Atina halkı, diğer tüm Yunan siteleri gibi, birbirinden net çizgilerle ayrılan üç gruba bölünmüştü; yurttaşlar,
yerleşik yabancılar ve köleler. Gruplar arasındaki hiyerarşik ayrımın yasalardan kaynaklanması ve grup üyeliğinin
doğumla kazanılması nedeniyle, Atina halkının sınıflardan değil, kastlardan oluştuğunu söylemek daha doğru

17
olacaktır. Yurttaşlar, toprak sahipliği ve siyasal haklar konusunda tekelci yetkisi bulunan, ayrıcalıklı gruptu.
Yerleşik yabancılar, zanaatkârlık, ticaret ve bazı hizmetler konusunda yasal güvencelere sahip, ancak siyasal
hakları olmayan özgür insanlardı.

Sosyal sınıf kavramı, Atina'da, ancak yurttaşlar grubu için kullanılabilir. Bu bağlamda, sosyo-ekonomik
yönden farklılaşan dört sınıf söz konusudur: l) Büyük toprak sahibi soylular, 2) ticaret ve zanaatla uğraşan kentli
orta sınıf, 3) küçük toprak sahibi köylüler, 4) toprağı ve düzenli işi olmayan kentli işçiler ve işsizler.

B - Atina Demokrasisinin Kurumları

Demokratik rejim, kuruluşundan (İ.Ö. 508), yıkılışına (İ.Ö. 322) kadar geçen yaklaşık 200 yıllık süre içinde
pek çok değişiklik geçirdi. Atina'da, doğrudan demokrasi, kurum ve kurallarıyla en yetkin biçimine, demokrasinin
yeniden kurulduğu İ.Ö. 403’ten sonra, özellikle de Perikles’in liderliği döneminde kavuştu.

1 - Yasama: Halk Meclisi (Ekklesia)

Atina demokrasisinin yasama organı, yetişkin her erkek yurttaşın doğal üyesi olduğu, Halk Meclisi
(Ekklesia) idi.

Halk Meclisi temsili bir organ değildi. Yurttaşlar burada bizzat bulunurdu. Siyasal temsil kavramı Atina
demokrasisine yabancıdır. O dönemin kaynakları, Sparta’da aynı durumun çok daha önce gerçekleştiğini
söylemektedir.

Katılım

Pek çok tarihçi, Halk Meclisine katılımın çok düşük olduğu gerekçesiyle, Atina demokrasisinin gerçekte iyi
işlemediğini ileri sürmektedir.

Toplantı Usulü

Yılda 40 kez olağan olarak toplanan Meclis’in oturumları, yalnızca bir gün sürerdi. El kaldırılarak yapılan
oylamanın hava karardıktan sonra izlenebilmesi mümkün olmazdı. Toplantıya katılanlara, yarım günlük yevmiye
civarında ücret ödenirdi. Bu durum, günümüzde bazı yazarların, Atina’da aktif politik yaşamın zenginlere özgü bir
uğraş olduğu yönündeki görüşünü yanlışlamaktadır.

Meclis’in gündemini yürütme organı (Beşyüzler Konseyi) belirlemesine rağmen, Meclis bu Konsey’in basit
bir onay makamı gibi çalışmazdı. Büyük çoğunluk dinlemekle yetinir, yalnızca küçük bir yurttaş grubu konuşma
yapma ya da öneri verme gibi faaliyetlere aktif olarak katılırdı. Günümüz tarihçileri, bu aktif kişileri “politikacı”
olarak adlandırmakla birlikte, eski Atina’da politika yalnızca bazı yurttaşlara özgü bir meslek değildi.

Meclisin Yetkileri

Atina’nın yöneticilerini (magistra) seçmek, bazı siyasal davalara bakmak, dış politika ya da kişisel
durumlara ilişkin kararlar almak Meclis’in yetkisindeydi. Meclis, daha önce bizzat kullandığı yasa yapma yetkisini,
İ.Ö. 403 yılından itibaren yasama komisyonu (nomothetai) olarak adlandırılan kurula devretti. Bu kurul, her yılın
başında, 30 yaş üzeri yurttaşlar arasından kurayla belirlenen ve yemin ederek göreve başlayan 6.000 kişilik jüri
içinden belirlenirdi. Hazırlanacak yasanın önem derecesine göre, yasama komisyonu 501, 1001 ya da 1501 kişiden
oluşur ve bir gün süreyle görev yapardı.

Yasa Anlayışı ve Yasaların Kodifıkasyonu

Halk Meclisinin yasa yapma yetkisini bir komisyona devretmesi, kapsamlı bir kodifikasyon hareketinden
sonra söz konusu olmuştur. İ.Ö. 410 yılında, bir Kodifikasyon Kurulu oluşturularak, yürürlükteki yasaların yazılı
hale getirilmesi amaçlandı. Daha çok özel hukuk, ceza hukuku ve hukuk usulüne ilişkin hükümler içeren Drakon
ve Solon yasalarının yanı sıra, Meclis’in çıkarmış olduğu diğer yasalar da toplandı, gözden geçirildi ve gerekli
değişiklikler yapılarak İ.Ö. 400 yılında yeniden yayımlandı.

Atinalılar, kodifikasyondan sonra, yasa yapma işini yürürlükteki bir yasanın değiştirilmesi olarak
düşünmüştür.

Değişiklik yapılması önerisi Halk Meclisinde okunur, tartışılır ve ilk oylama yapılırdı. Kabul edilirse, yasanın
mevcut halini savunacak 5 kişi seçilir ve bir sonraki toplantıda her yurttaşa lehte ya da aleyhte söz hakkı tanımak
için, değişiklik önerisi Agora’da yayımlanırdı. Bir sonraki Halk Meclisi toplantısında, konunun lehinde ve aleyhinde
olan kişilerin yaptıkları konuşmalar dinlendikten sonra, değişiklik önerisinin yasama komisyonuna (nomothetai)
gönderilip gönderilmeyeceği oylanır, gönderilecekse, komisyonun kaç kişiden oluşturulacağı kararlaştırılırdı.

Atinalılar yasaların genelliği ilkesine bağlı kalmıştır. Bununla birlikte, 6.000 toplantı yeter sayısının
arandığı bir Meclis kararıyla ve gizli oyla, mevcut bir yasanın bir yurttaşa uygulanmamasına karar verilebilirdi.

18
Kodifikasyondan sonra, yöneticilerin yazılı olmayan yasaları uygulamalarını kesinlikle yasaklayarak, o çağda pek
gözetilmeyen hukuk kurallarının açık, kesin ve herkesçe ulaşılabilir olması ilkesini hayata geçirmişlerdir.

2 - Yürütme: Beşyüzler Konseyi

Atina sitesinin yürütme organı, Kleisthenes reformlarından itibaren, 500 kişiden oluşan bir konseydi.
Konsey, Atina'yı oluşturan 10 kabile (mahalle örgütü) ve 139 yerel birimi temsil edecek biçimde yapılandırılmıştı.
Her kabileden kurayla belirlenen 50 kişi, 1 yıl süreyle Beşyüzler Konseyi üyesi olarak görev yapardı. Arka arkaya
olmamak kaydıyla, bir kişi, en fazla iki kez Konsey üyesi olabilirdi.

Beşyüzler Konseyi içinden kurayla belirlenen bir kişi, 24 saat görev yapmak üzere, devlet başkanı
(epistates ton prytaneon) olarak atanırdı. Epistates, Atina sitesinin mührünü ve sitenin hazinesi ile resmi
belgelerinin saklandığı kutsal mekânların anahtarını bulundururdu. Diğer ülkelere karşı Atina'yı temsil eder,
yabancı elçileri kabul ederdi.

Atinalılar, siyasal sistemin en güçlü öğesi durumuna gelmesini önlemek için, Beşyüzler Konseyinin
yetkilerine önemli sınırlar getirmiştir. Bu sınırlamalar üç başlık altında toplanabilir:

Konsey üyeleri, göreve başlarken, vatan hainleri, demokrasi düşmanları ve usulsüzlük yapan vergi
memurları dışında, kefalet ödemeye hazır olan hiç kimseye hürriyeti bağlayıcı ceza vermeyecekleri konusunda
yemin ederdi.

Bugün kesin olarak bildiğimiz sınırlar şunlardır: Konsey savaş ve barışa karar veremez. Ölüm cezası, büyük
para cezası, siyasal hakların kaybı, kutsal yerlere ve pazaryerine girmeme cezası veremez.

Eskiden Konsey, bir yargı organı gibi, bazı para cezaları, hürriyeti bağlayıcı cezalar hatta ölüm cezası
verebiliyordu. Kodifikasyon tarihinden itibaren, bu tür yargısal yetkiler ya Halk Mahkemesi’ne devredildi ya da
Konsey kararlarının Halk Mahkemesi'nce onaylanması koşulu getirildi.

İdari Yapı

Günümüz devletlerinden farklı olarak, Atina'nın idari yapısı hiyerarşik değildi. Yöneticiler daha üst
yöneticiler tarafından atanmaz, tümü kura ya da seçimle belirlenirdi. Sitenin sivil ve askeri bürokrasisi, Beşyüzler
Konseyi üyeleri dâhil, yaklaşık 1.200 kişiden oluşan bir yöneticiler (magistralar) topluluğuydu. Bunların yaklaşık
1.100’ü kurayla, geri kalanı seçimle belirlenirdi. Bazı istisnalar dışında, yöneticilerin görev süresi bir yıldı.
Yöneticilerin atanmasında Atina'yı oluşturan 10 kabilenin (mahalle örgütünün) eşit ölçüde temsil edilmesine
dikkat edilirdi. Yönetici olarak atanmak için, 30 yaşını doldurmuş olmak gerekliydi. Ordu komutanları haricinde,
aynı göreve üst üste iki kez atanmak yasaktı. Her yönetici, görev süresinin sonunda, görevi sırasındaki işlem ve
eylemleri ile ilgili olarak bir soruşturma (euthynai) geçirirdi.

Seçimle belirlenen 100 civarındaki yönetici arasında, tüm askeri komutanlar, yurttaşlık hakkını kazanma
yaşına gelen kişilerin eğitiminde görev alanlar, üst düzey mali yöneticiler ve dini hizmetleri yürüten bazı görevliler
vardı. Atina'da, yoksul-zengin herkesin göreve gelebilmesi için yöneticilere belirli bir ücret ödenirdi. Yöneticiler
Meclisin ve Halk Mahkemesi’nin sıkı denetimine tabiydi.

Yöneticilerin büyük çoğunluğunun kurayla belirlenmesi, görev sürelerinin kısalığı ve aynı göreve üst üste
iki kez gelinememesi uzmanlaşmayı engelleyen özelliklerdi. Atina’da, kamusal görevler profesyonellikten uzak,
amatörce yürütülen bir işti.

3 - Yargı: Halk Mahkemesi (Dikasterion)

Atina demokrasisinin bir özelliği de, yargılama faaliyetinin yurttaşlar tarafından yürütülmesiydi.
Mahkemeler, üyeleri yüzlerce kişiden oluşan halk jürileriydi. Jüriler, her yılın başında kurayla saptanan 6.000
kişilik yurttaş topluluğu arasından, belirli bir günde görülecek davalar için yine kurayla belirlenirdi. Jüri üyesi
olmak için 30 yaşını doldurmuş olma, siteye karşı mali yükümlülüklerini yerine getirmiş olma ve yurttaşlık hak-
larından kısıtlı olmama koşulları aranırdı.

Jürilerin kura ile belirlenmesi iki amaca hizmet ediyordu. Birincisi, bu demokratik yöntem, sitenin önemli
bir faaliyetine katılmak bakımından her yurttaşa eşit şans veriyordu. İkincisi, kura yöntemi yargılama faaliyetinde
rüşveti büyük ölçüde önlüyordu. Bir davanın mahkemede görüşülmesi için dört aşamada kura yöntemine
başvurulmaktaydı. İlk olarak, tüm jüri üyeleri on kabileye eşit dağılacak şekilde kurayla belirleniyordu. İkinci
olarak, jüri üyelerinin hangi mahkemede görev alacağı, üçüncü olarak hangi yöneticilerin mahkemelerde
başkanlık yapacağı ve son olarak duruşma sırasında oyların sayılması, jüri üyelerinin ücretlerinin ödenmesi gibi
işleri kimlerin yürüteceği hep kurayla belirleniyordu.

Atina da kişiler arası özel hukuk uyuşmazlıkları, kural olarak, hakeme gidilerek çözülür, yalnızca taraflardan

19
biri hakem kararından memnun değilse konu mahkemeye götürülürdü. Cezai konuların önemli bir kısmı yöneti-
ciler (magistralar) tarafından karara bağlanır, temyiz üzerine mahkeme devreye girerdi. Halk Mahkemesi’nin asıl
işlevi, Meclis’in, Beşyüzler Konseyi’nin ve yöneticilerin denetlenmesiydi. Bu yüzden, iş yükünün çoğunluğunu
siyasal yargılamalar oluştururdu.

Değeri 1000 drahminin altında olan hukuk davaları 201; daha yukarı olanlar 401 ve kamu davaları 501
kişilik jürilerle görüşülürdü. Ancak çok önemli siyasal davalarda 500 kişilik çok sayıda jüri bir araya gelerek 1001,
1501, 2001 ya da 2501 kişilik mahkemeler kurulurdu.

Oligarşik yönetim döneminde, tüm hukuk davalarını yöneticiler karara bağlardı. Solon reformları ile
birlikte, taraflara, yöneticilerin kararlarını mahkemede temyiz etme hakkı tanındı. İ.Ö. 4. yüzyılda ise, birkaç
istisna dışında tüm davalar mahkemelerde görülmeye başlandı. Yöneticilerin davalardaki rolü, ilk soruşturmayı
yapmak ve halk jürilerine başkanlık etmekle sınırlandı. İ.Ö. 4. yüzyıldan itibaren yöneticilerin yargısal yetkisi
olduğu tek durum, bazı suçlarda (soygun, hırsızlık, mala karşı cürümler, adam kaçırma, zina, bazı cinayet türleri
vb.) suçüstü hali olması ve yakalanan kişinin açık bir biçimde suçunu itiraf etmesiydi.

Atinalılar, bugünkü hukuk davaları-ceza davaları ayrımına benzer biçimde, dava türlerini ikiye
ayırmışlardı (dikai-graphai). Kamu yararını gözeterek bir kişiyi suçlamak, her bir yurttaşa tanınmış yetkiydi. Hukuk
davasını yalnızca zarar gören kişi açabilirken, kamu adına ceza davasını her yurttaş açabilirdi. Hukuk davası
kaybedildiğinde davacı için bir risk doğmazken, ceza davasını kaybeden davacı, jürinin oylamasında oyların beşte
birinden daha azını almışsa, 1000 drahmi para cezasına ve kısmi hak kaybı cezasına çarptırılırdı.

Herkes, davalı ya da davacı olarak mahkemede bizzat bulunmak durumundaydı. Bir kimsenin, kendisini
savunması için bir başkasını ücret karşılığı görevlendirmesi (avukatlık) yasaktı. Ancak jüri izin verdiği takdirde,
davacı ya da davalı kendi konuşma süresini bir arkadaşı ya da yakını ile paylaşabilirdi. Avukatlık yasak olmasına
karşın, konuşma metninin bir başkasına yazdırılması ve mahkemede okunması serbestti. Bu işle uğraşan çok
sayıda ünlü metin yazarı vardı. Bunlardan biri, ünlü demokrat lider Demosthenes’tir.

Siyasal Davalar (Eisangelia)

Çok sık açılan ve genellikle kötüye kullanılan dava türlerinden biri, siyasal davalardı. Bu davalar üç suç tipini
kapsıyordu: Bunlar, günümüz terimleriyle ifade edersek; anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs, vatana ihanet ve
siyasal rüşvetti. Önceleri Meclisle görüşülen siyasal davalar, İ.Ö. 355'ten itibaren mahkemede ele alınmaya
başlanmış ve en az 501 kişilik jürilerle karara bağlanmıştır. Kaynaklarda, bu dava türü için çok sayıda kötüye
kullanma iddiası vardır.

Bu tür davaların ünlü örneklerinden biri olan, İ. Ö. 406'da altı amiralin yargılanarak haksız ve usule aykırı
bir şekilde idam edilmesi, Atina demokrasisinin işleyişine yöneltilen en büyük eleştirilerden biridir.

Atinalılar, bu olaydan hareketle, demokratik kurumların yanıltılarak geri dönüşü olmayan yanlış kararlar
vermesinin önüne geçecek yeni düzenlemeler getirmiş, yasalara ve usule aykırılığın önüne geçmeye çalışmıştır.

Bu dava türü, mahkemelere siyasal liderler ve yöneticiler üzerinde büyük bir güç veriyordu. Nasıl ki, siyasal
liderler ve yöneticilerden hesap sorulamaması oligarşilerin bir zaafı idiyse, haksız siyasal davalar da Atina
demokrasisinin bir kusuruydu.

Sitenin bütün kurumları siyasal faaliyette bulunan halk olarak görülür, halkın üstünde bir iktidar ya da
devlet kavramı bilinmezdi. Kurumlar arasında bir iktidar yarışından ya da üstünlükten söz edilecekse, mahkeme
olarak toplanan Atina halkının üstünde bir otorite yoktu.

Sokrates’in Yargılanması

Sokrates (İ.Ö. 470-İ. Ö. 399), eski Yunan uygarlığında yetişen en büyük filozoflardan biridir. Yaşadığı
dönemde, Atina toplumunun dayandığı değerler büyük tartışma konusuydu. Sofist olarak adlandırılan
düşünürler, aristokratik erdem ve değerlere saldırarak onları yıkmayı ya da sarsmayı başarmış, fakat yerlerine bir
şey koyamamışlardı. Sokrates’in amacı, yıkılan değerlerin yerine akla, bilgeliğe ve erdeme dayanan yenilerini
koymaktı.

Sokrates, İ. Ö. 399’da, 501 kişilik mahkemede yargılandı. Üç Atina yurttaşı tarafından, gençleri yanlış yola
sürüklemek, sitenin tanrılarına saygısızlık etmek ve yeni tanrılar yaratmakla suçlandı.

Suçlamaların ardındaki asıl neden, İ.Ö. 404’te demokratik rejimi yıkan oligarşik devrimle Sokrates
arasında kurulan bağlantıydı. Peleponnesos Savaşı sırasında, İ.Ö. 405’te, Atina donanması Spartalılar tarafından
ele geçirilip kent kuşatılınca, Atinalı demokratlar direnme kararı almışlardı. Ancak oligarşi yanlıları Spartalılarla
işbirliği yaparak yönetimi ele geçirmiş ve Otuzlar Yönetimi olarak bilinen son derece baskıcı bir yönetim

20
kurmuştu. Sürgüne gönderilenler o kadar kalabalıktı ki, bir ordu kurarak geri dönmüş, sekizinci ayındaki oligarşik
yönetimi yıkmayı ve demokratik yönetimi kurmayı başarmıştı.

Demokratik rejim yeniden kurulduğunda, genel af ilan edilerek devrim yanlılarının yargılanmayacağı esası
benimsendi. Ancak bu durum, halkın oligarşik devrime katılanlara karşı duyduğu kini söndüremedi. Demokrasiyi
yıkan bu hareketin öncüleri arasında Sokrates’in öğrencileri de vardı. Pek çok kişi, demokrasiye yönelttiği ağır
eleştirilerle Sokrates’in devrimi teşvik ettiği kanısındaydı. Her ne kadar eyleme doğrudan katılmamış ve oligarşik
yönetime mesafeli davranmışsa da, Atina demokrasisini korumak için Sokrates’in sürgüne gönderilmesi gerektiği
düşünülüyordu.

Suçlama 220’ye karşı 281 oyla kabul edildi. Sıra verilecek cezanın belirlenmesine gelmişti. Atina’da
cezalandırma şu şekilde olurdu: Suçlayan kişi bir ceza önerir, suçlanan kişi de aklanmasını ister ya da başka bir
ceza önerirdi. Mahkeme bu önerilerden birine karar verir, farklı bir cezaya hükmedemezdi. Suçlama ölüm cezasını
önermekle birlikte, kimsenin Sokrates’in ölmesini istediği yoktu. Beklenen, bu öneri karşısında, Sokrates’in sürgün
cezası isteyeceğiydi. Sokrates, sürgün, hapis ya da para cezası önerebilirdi, ama bunu yapmadı.

Son derece iğneleyici, alaycı ifadelerle, kendisi için ne sürgün, ne para, ne de hapis cezası önermeyi
reddetmesi üzerine, Mahkeme, Sokrates’i aklamak ya da ölüm cezasına çarptırmak yönünde bir karar vermek
durumunda kaldı. İkincisini yaptı.

VI - ATİNA DEMOKRASİSİNİN GERÇEKLEŞTİĞİ KOŞULLAR

A - Küçük Ölçekli Bir Devlet

Atina demokrasisinin sağlıklı işleyişi bakımından, toplam nüfustan çok, yurttaş sayısının ulaştığı rakam
önemlidir. Yurttaş sayısı, toplam nüfusun (300.000) yaklaşık onda birine karşılık gelmektedir. Bu oran, modem
demokrasilerde çok değişmiştir.

B - Yüz Yüze Toplum

Atina’nın karar alma süreçlerine katılan 6.000 kişilik kitleler ya da 30.000 civarındaki toplam yurttaş kitlesi,
sitenin yüz yüze bir toplum (face-to-face society) olduğunu göstermektedir.

İnsanların birbirini tanımasının, doğrudan demokrasinin, çoğunluğun her şeyi kazandığı, azınlığın ise
tümüyle kaybettiği türden (sıfır toplamlı) kararlar alınmasını bir ölçüde engellediği ya da bu tür kararların
sonradan değiştirilerek yumuşatılmasına imkân tanıdığı söylenebilir.

Atina, sayısal üstünlüğün verdiği güçle, yoksulların ve orta sınıfın egemen olduğu bir siteydi, ama bu
üstünlük, dönemin bazı aristokrat yazarlarının ileri sürdüğü gibi çoğunluğun despotizmine dönüşmemişti.

C - Türdeş Sosyal Yapı

Atina demokrasisinin 200 yıl kadar sürmesinde, sosyal yapının son derece türdeş oluşu önemli bir etkendir.
Modern devletlerin yönetiminde en büyük sorunlar, sınıfsal çatışmanın yanı sıra, etnik, dinsel ve kültürel gruplar
arasındaki uyuşmazlıklardır.

Roma’dan farklı olarak, Atina’da önemli köle isyanları olmamıştır.

VII - ATİNA DEMOKRASİSİNDE KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER

Aristoteles, Politika’da, rejimin özgürlük (eleutheria) anlayışının iki boyutu bulunduğunu; herkesin karar
alma süreçlerine katılabildiğini ve herkesin dilediği gibi yaşama olanağına sahip olduğunu belirtir.

A - İfade Özgürlüğü

Günümüzde yaygın kanı, Atina yurttaşlarının ifade özgürlüğünden yararlanamadıkları, sitenin resmi
görüşünün dışına çıkmanın mümkün olmadığı yönündedir. Bu görüş, özellikle Sokrates’in yargılaması örnek
gösterilerek temellendirilir.

Yurttaşların görüşleri nedeniyle ölüm cezasına (ya da daha hafif cezalara) çarptırılması, Atina demokrasisi
bakımından istisnai bir durumdur.

Sokrates’in yargılanması, demokratik rejime yönelen tehditler nedeniyle, (modern bir benzetme yapmak
gerekirse) bir tür McCarthyciliğin egemen olduğu, olağanüstü bir dönemde gerçekleşmiştir. Atina demokrasisi,
muhaliflerine karşı genellikle hoşgörülü idi. Hem yurttaşlar hem de yerleşik yabancılar, bir kısıtlamaya uğramadan
düşüncelerini açıklamakta serbestti. Demosthenes’in İ.Ö. 355 tarihli bir konuşmasında belirttiği gibi, demokratik
Atina ile askeri oligarşik rejime sahip Sparta arasındaki fark, Atina'da demokrasiyi kötüleyip Sparta’nın rejimini
yüceltmenin serbest olmasına karşılık; Sparta'da, bu sitenin rejimi dışında bir rejimi savunmanın yasak olmasıdır.

21
Atina demokrasisinin farklı görüşlere tanıdığı hoşgörünün sınırlarını göstermesi bakımından, Kleon'un
Aristofanes'e karşı açtığı dava iyi bir örnektir. Kleon, rakibi Perikles’in ölümünden sonra, İ.Ö. 429'da, en önemli
siyasal lider oldu. Atina'nın yayılmacı, savaşçı, saldırgan dış politikasını sürdürmeye çalıştı. Yazdığı siyasal
komedilerle ünlü Aristofanes ise, emperyalist ve savaşçı politikaya karşıydı. Davayı Aristofanes kazandı. Bununla
yetinmeyip sonraki oyunlarında Kleon’a yönelik eleştirilerini arttırdı. Kleon, Atlılar oyununda, kendini, halkı
yıkıma sürükleyen bir sahtekâr olarak seyretmek zorunda kaldı.

Atina'da herkesin düşüncelerini özgürce ifade edebildiği iddiası, yalnızca Demosthenes ya da Perikles gibi
demokratların paylaştığı bir görüş değildir. Dönemin muhalifleri de aynı görüşteydi. Yaşlı Oligark, Atina
demokrasisini kıyasıya eleştirdiği yazısında, rejimin yalnızca yurttaşlara değil, yerleşik yabancılar ve kölelere bile
geniş bir özgürlük alanı yarattığını ve konuşma özgürlüğüne sınır koymadığını belirtir.

Pazaryeri, dinsel mekânlar, sokaklar site işlerinin sürekli konuşulduğu yerlerdi. Bu mekânlar, kamuoyu
oluşturmak bakımından, bugünkü medyanın yerini tutardı. Yurttaşların düşünce ve kanaatlerini serbestçe oluş-
turmalarına verdikleri önemi en iyi yansıtan kurum ise, site tarafından finanse edilen tiyatroydu. Rejimin eleştirisi,
tiyatro aracılığıyla, demokrasi içinde kurumsallaştırılmıştı. Aristophanes, bu görevi en iyi biçimde yapan
yazarlardan biridir.

B - İnanç Özgürlüğü

Eski Yunanda sitenin dini bir birlik olduğu, bu nedenle sitenin resmi dini dışında bir inanç sistemine
bağlanmanın yasaklandığı görüşü yaygın olarak benimsenmiştir. Bununla birlikte, bu konuda bir değerlendirme
yaparken, eski Yunanda çok tanrılı bir inanç sisteminin geçerli olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.

Yunan dini, (mitoloji) tanrı sözü değildi; öteki dünya ile değil, bu dünyanın değerleri ile ilgilenirdi. Hayal
gücü geniş Yunan ozan ve düşünürleri tarafından geliştirilmişti. Herodot’a göre, Yunan din ve tanrı düzeni Yunan
edebiyatının ilk iki ünlü ozanı Homeros ile Hesiodos tarafından uydurulmuş ya da yaratılmıştır. Kutsal yazıları
dünyevi şiirlerden oluşan Yunan dini, en az Yunan dili ve destanı kadar bir sanat eseridir.

Yunanlılar, evreni tanrıların yarattığına inanmazdı; onlara göre, evren tanrıları yaratmıştı. Yunan tanrıları,
ölümsüz olmaları dışında insanların daha güçlü, daha yetenekli benzerleri olarak kurgulanmıştı. Mitoloji, daha
çok tanrılar ve tanrıçalarla ilgili öykülerden oluşmakla beraber, bir Kutsal Kitap değildi. Yunanlılar, Olimpos’daki
ölümsüz tanrılardan korkardı; ama bu korku mistik, insan ruhunu boğan bir korku değildi. Mitoloji, insanoğlunu
evrenin en önemli varlığı durumuna yükseltmiş; her şeyi bilen, her şeyi yaratan, herkesin kaderini elinde tutan
Bilinmeyen Varlığın yüreklere saldığı korkuyu ortadan kaldırmıştı.

Her sitenin ayrı tanrıları olduğu gibi, site içindeki kabilelerin de özel tanrıları vardı. Yunanlılar, çeşitli
gereksinimler ya da oluşan yeni görüşler nedeniyle, tanrılarının sayısını birçok kez arttırmıştır. Zamanla, Olimpos
tanrıları bütün site halkları tarafından benimsendi. (Bunlar Olimpos dağında yaşayan 12 kişilik tanrılar ailesiydi: l)
Zeus-başkan 2) Poseidon-Zeus’un erkek kardeşi 3) Hades – Zeus’un erkek kardeşi 4) Hestia – Zeus’un kız kardeşi
5) Hera – Zeus’un karısı 6) Ares - Zeus ile Hera’nın oğlu 7) Hephaisto - Hera’nın oğlu. Diğer beş tanrı, Zeus'un
çocuklarıdır: Athena, Apollon, Afrodit, Hermes ve Artemis.) Olimpos tanrıları ile eski dinsel geleneklere karşı çıkan
Anaksagoras ve Protagoras gibi düşünürleri sürgüne göndermişler, buna karşılık dini saflaştırmak ve
ruhanileştirmek yönündeki monoteist eğilimleri hoş karşılamışlardı.

Sitenin tanrılarını inkâr etmemek kaydıyla, başka tanrılara inanma serbestliği vardı.

Atina demokrasisi, ruhani (dinsel) iktidar ile cismani (siyasal) iktidarın birbirinden ayrılmamış olması
nedeniyle eleştirilmiştir. Bu iki iktidarın iç içe geçmiş olması, baskıcı, hatta totaliter bir siyasal sistem olarak
yorumlanmıştır. Atina'da ruhani görevliler seçim ya da kurayla belirlendiği için, hiçbir zaman Kilise gibi
kurumsallaşmış bir iktidar haline gelemedi.

C - Kişi Güvenliği ve Kişi Dokunulmazlığı

Atina'da hiçbir yurttaş, usulüne uygun yargılanmaksızın ölüm cezasına çarptırılamazdı. Bunun tek istisnası,
bazı hırsızlık ve soygun olaylarında suçüstü hali olması ve kişinin suçunu açık biçimde kabul etmesiydi. Atina
yurttaşlarına işkence yapılamazdı. Özgür insan bedeni cezaya çarptırılamazdı. Kölelere işkence yapılması için yasal
bir yol öngörülmüştü.

D - Mülkiyet Hakkı ve Konut Dokunulmazlığı

Atina’da konut (hane) kişinin kalesi olarak görülmüş, başkalarının ve sitenin müdahalelerine karşı
korunmuştur.

Atina demokrasisine yöneltilen bir eleştiri, Halk Meclisinin bu hakları ihlal edecek biçimde kararlar
almasının önünde teorik bir engel yoktu.

22
Atinalıların modern anlamıyla bir anayasaya sahip olmadığı doğrudur. Ancak anayasal düzenin bir parçası
olarak gördükleri özgürlükleri güçlü siyasal geleneklerle korumayı başarmışlardır. Anayasal düzene aykırı Halk
Meclisi kararlarına ve yasalara karşı hukuki bir itiraz yolu geliştirmişlerdi (grapheparanomon-graphenomon).

VIII - ATİNA'DA YURTTAŞLIK STATÜSÜ VE YURTTAŞLIK BİLİNCİ

A- Sitenin Bağımsızlığı

Atinalıların sitelerine olan bağlılıkları ve yurttaşlık görevlerini yerine getirmek için gösterdikleri gayret,
günümüzün yurtseverlik anlayışından çok ileriydi. Bunun nedeni, sitenin modern devletten ve ülkeden daha farklı
bir birim olmasıdır. Aristoteles, siteyi uygarlığın son basamağı olarak tanımlamıştır. Yurttaşlar için site dışında bir
yaşam düşünülemezdi. Tanrıların koruyucu gücü sitenin coğrafî sınırları ile belirlendiğinden, site dışına çıkmak bu
korumadan mahrum kalmak demekti.

Yunan sitelerinin 500 yıl boyunca bağımsız siyasal birimler olarak varlıklarını sürdürmesinde diğer önemli
bir etken, coğrafi koşullardır. Yunanlılara özgü bir devlet biçimi olan polis, bu aşırı uç haliyle, dünya tarihinde bir
de yalnızca -benzeri nedenlerden ötürü- Fenikelilerde gördüğümüz son derece özgün, siyasal bir yapıdır.

Eski Yunanlılar için, siteyi aşan bir siyasal birlik ancak despotizm olabilirdi. Doğrudan demokrasi anlayışları
sitelerin birleşmesine engeldi. Bir Atina yurttaşı günümüz demokratik devletlerinden birini görseydi, onu
kesinlikle demokrasi olarak nitelendirmezdi. İki nedenle: Birincisi, çağdaş demokrasiler temsili rejimlerdir ve
Atinalılar, daha sonra J. J. Rousseau’nun ifade ettiği gibi, bir halk temsil edilmeyi kabul ettiği anda artık özgür
değildir görüşündeydi. İkinci olarak, günümüz kentleri kendi kendilerini yönetecek kurumlara sahip değildir.

Yunan siteleri, siyasal bağımsızlıklarım koruyacak şekilde, 500 yıl boyunca, geçici askeri ittifaklar yaparak
dış askeri tehditleri önlemede başarılı oldu. Bu ittifaklarda liderliği Atina üstlenmişti. İ.Ö. 481'de 100.000 kişilik
orduyla Yunanistan'a saldıran Persleri geçici askeri ittifaklarla durdurmanın zorluğu görülünce, 300’ü aşkın site
Atina'nın öncülüğünde birleşti. Ortak bir hazine oluşturuldu. Perikles, birlik hazinesini Atina’ya getirerek, Persler
tarafından tahrip edilmiş kenti yeniden inşa etti. Birlik üyesi diğer siteleri kendi egemenliği altına almaya çalıştı.
Ağır vergi yükü altına sokulan siteler, giderek emperyalist bir deniz imparatorluğuna dönüşen Atina’ya
başkaldırdı. Başkaldırıya öncülük eden Sparta, kendisini destekleyen sitelerle birlikte, Atina’ya karşı otuz yıl süren
Peleponnesos Savaşı’nı başlattı.

Fakat İ.Ö. 4. yüzyılda bu politikayı Makedonlara karşı sürdürmek zorlaştı. Birleşik Yunan ordusu iki kez (İ.Ö.
348 ve 339) Makedonya’ya yenildi ve siteler bağımsızlıklarını yitirdi. Daha sonra Makedon İmparatorluğu
yıkıldığında, eski düzene dönüş çabaları sonuç vermedi. Yunanistan İ.Ö. 146’da Roma’nın egemenliği altına girdi.
Atina İ.Ö. 86’da Romalılar tarafından fethedildi.

B - Siyasal Yaşama Aktif Katılım

Yurttaşlar için sitenin çıkarı, kişisel çıkardan önce gelirdi. Sitenin en çok gereksindiği şey, yurttaşların site
işlerinde görev almasıydı.

Atina demokrasisinin bu özelliği nedeniyle, Perikles, Cenaze Töreni Söylevinde şöyle demiştir: "Biz
Atmalılar devlet işlerine karışmayanlara, kendi işi gücü ile uğraşan sessiz bir yurttaş değil, hiçbir işe yaramayan
biri gözüyle bakıyoruz.”

Site yönetimine doğrudan katılmanın getirdiği eşitlik ve özgürlük, Atina yurttaşı kimliğinin özüydü ve bir
yurttaşın yaşamına anlam kazandıran bu kimlikti.

Devletsiz Demokrasi

Atina'da yasama, yürütme ve yargılama faaliyetlerinin bizzat yurttaşlar tarafından yapılması nedeniyle,
devlet ve toplum ayrı kavramlar olarak düşünülmemiştir. Devletin (sitenin) böyle kavranışı, ancak köleler,
yabancılar ve kadınlar için geçerliydi. Doğrudan demokrasilerini betimleyecek ifade, “devlet biziz"di.

Günümüz devletinin en yaygın, en hiyerarşik ve en profesyonel kurumu olan ordu, Atmalılar için bir
amatörler topluluğuydu.

Bir Yaşam Biçimi Olarak Demokrasi

Atina'da siyasal kültürün oluşmasında ticaretin etkisi ve coğrafi koşullar belirleyici olmuştur. Liberallik
en iyi şekilde, askerlik gücü çok olmayan zengin şehirlerde gelişmiştir.

Günlük yaşamlarının bir parçası olarak, Atinalılar, tiyatroda Aristofanes ve Sofokles'in oyunlarını izler;
Homeros'un destanlarını dinler; Sokrates, Diogenes gibi filozoflarla söyleşirdi.

23
Platon’un Devlet adlı eserinin ikinci kitabındaki Sokratik diyalog, Atinalıların demokratik rejimi diğer
rejimlere karşı savunmak bakımından, ne denk güçlü bilgi ve deneyime sahip olduklarını gösteren güzel bir
örnektir.

Glaukon ile Sokrates’in tartışması, Atina yurttaşlarının, demokratik kurumların geçmişin deneyimleri
üzerine bina edildiğinin farkında olduklarını gösteriyor.

Kültürel yapının önemli bir öğesi olan Atina destanı, Yunanlıların Pers emperyalizmine direnerek
özgürlüklerini korumalarının öyküsüdür.

Eski Yunanlılar arasında aristokratik, hiyerarşik rejimlerin güçlü bir temelinin olmayışının diğer bir nedeni
de, bu tür rejimlerin meşruiyetini dayandırabilecekleri nitelikte bir inanç sisteminin bulunmamasıydı.

Avrupa'daki aristokrasiler, eğitim, savaş sanatı ve servet konusunda tekel kurabilmiştir. Oysa görece çorak
ve dağlık bir alan olması nedeniyle, Atina'da toprak sahipliğine dayalı bir zenginlik ve buna bağlı bir soyluluk çok
güçlü olamadı. Zenginliğin asıl kaynağı toprak ya da tarımsal üretim değil, ticaretti. Tüccar sınıfı, tarihin her
döneminde, aristokrasiye oranla daha eşitlikçi, daha özgürlükçü ve demokratik rejimleri savunmuştur.

Yunan coğrafyasında atın savaşlarda büyük bir rolü olmamıştır. Bu konuda tek istisna, geniş bir ova olan
Teselya’dır. Diğer tüm sitelerin aksine, Teselyada düzenli bir süvari sınıfı vardı.

Yunanlıların alfabelerini Fenikelilerden almış olması, Yunan sanatının ve biliminin kökeninde Asya'dan
gelen birikimin bulunması gibi nedenler, uzun bir süre, küçük bir soylu azınlığın bu alanlarda tekel kurmasına
engel oluşturdu. Resim, heykel, tiyatro, şiir; hangi alana bakılırsa bakılsın, Yunan sanatı aristokrat özellikler
taşımaz. Diğer kültürlerde olduğu gibi, sanat eserleri saray figürleri olmayıp, sokaktaki insanın tasviridir.

C - Atina'da Kölelik

Atina toplumunun yaklaşık yarısının kölelerden oluştuğu ve kölelerin siyasal ve medeni haklarının
bulunmadığı göz önüne alındığında, rejimi tanımlamak için “demokrasi” kavramının kullanılmasının ne derece
isabetli olduğu tartışılabilir. Demokrasi çoğunluğa yönetim yetkisi tanıyan bir rejim olmakla birlikte, Atina'nın
büyük çoğunluğunu oluşturan köleler, yabancılar ve kadınlar yönetimden tümüyle dışlanmıştı. Atina
demokrasisini inceleyen yazarların çoğu, demokrasinin kölelik kurumuna dayandığını, köleci üretim biçimi
olmasaydı, yurttaşların siyasal etkinlikleri yürütmeye zaman bulamayacaklarım belirtmiştir.

18. yüzyılda Toplum Sözleşmesi adlı eserinde doğrudan demokrasi modelini öneren ünlü düşünür J. J.
Rousseau da, eski Yunan demokrasileri için “demek özgürlük ancak kölelik sayesinde korunabiliyor, öyle mi?” diye
sorar ve “...yurttaşın eksiksizce özgür olabilmesi, kölenin alabildiğine köle olmasına bağlıdır” diye cevap verir.

Bu yöndeki tespitleri ihtiyatla karşılamak gerekir. Öncelikle, yaygın bir yanlışın düzeltilmesi gerekiyor:
Atina'da, yurttaşlar çalışmayan bir sınıf değildi. Üretim yalnızca kölelerle yapılmıyordu. Atinalılar çalışmayı ve
ticareti küçümseyen bir halk değildi. Bu yöndeki kanının oluşmasında, Platon ve Aristoteles gibi, eserleri
günümüze ulaşan aristokrat düşünürlerin etkisi büyüktür.

Üretimde verimliliği sağlamak amacıyla, kamuda, madenler ve atölyeler gibi büyük özel işletmelerde
çalıştırılan kölelere, emeklerinin karşılığı olarak, genellikle bir ücret ödenirdi. Dolayısıyla, kölelik bazı bakımlardan
ücretli işçiliğe benzerdi.

Köle, o dönemde, Doğuda ve Batı’daki diğer devletlerde olduğu gibi, hukuki statüsü bakımından “insan"
olarak kabul edilmemiştir. Köle, canlı bir üretim aracıdır. Eşya, para, toprak gibi malvarlığının bir parçasıdır,
insanlar arası ilişkileri düzenleyen ceza hukuku ya da borçlar hukukuna değil, eşya hukukuna tabidir. Bununla
birlikte, şaşırtıcı biçimde, Atinalılar kölelere karşı görece ılımlı ve eşitlikçi bir politika izlemiştir. Diğer Yunan
sitelerinde, daha sonra Roma’da köleler sık sık isyan ettiği halde, Atina’da böyle bir şey söz konusu değildi.

Kural olarak, köle üzerinde efendisinin tam hâkimiyeti bulunmaktaydı. Bu hâkimiyetin hukuken açık
biçimde güvence altına alınmış iki istisnası vardı. Birincisi, köleyi öldürme yasağıdır. Bu yasağın temelinde, yaşam
hakkına duyulan saygıdan çok, köle elde etmenin zorluklarına karşı site ekonomisini koruma çabasının yattığına
kuşku yok. İkinci istisna, kölenin kutsal tapınağa sığınmasıydı.

Kölelik ile yurttaşlık, siyasal statü olarak kesin çizgilerle ayrılmakla birlikte, bu katı ayrım sosyal ilişkilerde
görülmezdi. Bunun bir kanıtı, Kleisthenes reformları ile çok sayıda köle ve yabancının yurttaş statüsüne
geçirilmesidir. Köleler, tiyatro dâhil birçok kültürel ya da dinsel etkinliğe yurttaşlar ve yabancılarla birlikte
katılabilirdi. Giyimleri yurttaşlardan farklı değildi. Yurttaşlar; yabancılar ve köleler işçi olarak yan yana çalışırdı.
İşçi olarak çalışan köleye ödenen gündelik alt ücret, yurttaş işçilere ödenenle aynıydı.

Köleliği doğal bir kurum olarak görenler daha çok aristokrat düşünürlerdi. Örneğin, Platona göre, köle,
doğuştan muhakeme yeteneğine sahip olmadığı için efendisine bağımlı olarak yaşamak zorundaydı. Buna karşılık,

24
Aristoteles, köleliğin statüsünü haklılaştırmak bakımından epeyce zorlanmıştı. Politika adlı eserinde belirttiğine
göre, özellikle sofist düşünürler, efendinin köleye hükmetmesinin doğaya aykırılığı, insanların köle-özgür olarak
ayrılmasının doğada bulunmayıp yasalarla getirildiği, köle-efendi ayrımının şiddet yoluyla gerçekleştirildiği için
haklı ve meşru görülemeyeceği yönünde görüşler ileri sürüyordu. Doğrudan demokrasi ile yönetilen Atina'da,
soylu azınlık dışında kalan büyük çoğunluğun köleliği doğuştan gelen bir özellik olarak değil, rastlantısal bir durum
olarak kabul ettikleri söylenebilir.

Atina demokrasisini aşırı özgürlük tanıdığı için eleştiren Platon, Devlet'te, kölelerin durumunu şöyle
anlatır: “...Özgürlük düzeninin en aşırı gittiği taraf, satın alınmış kadın erkek kölelerin, kendilerini satın alanlar
kadar hür olmasıdır.” Yaşlı Oligark'ın, Atinalıların Anayasasında çizdiği tablo da farklı değildir: “Bir başka nokta
da, Atina'da kölelere ve yerleşik yabancılara sağlanan olağanüstü başıboşluktur; bir tokat bile yasak olup, sokakta
köleler sizin geçmeniz için yana çekilmezler”.

Yaşlı Oligark'ın belirttiğine göre, Köle ticareti ve özgürlüğünü satın alması için kölenin biriktirdiği para,
askeri harcamalara bir kaynak oluştururdu. Kölelik ile savunma politikası arasında kurulan bu bağ, kölelerin
günlük yaşamlarını kolaylaştırmıştır.

Kölelik olmadan Atina demokrasisinin var olamayacağı görüşünün tutarsız bir yönü de şudur: Kölelik, bir
devletin yönetim biçimini belirlemez. Dönemin monarşik ya da aristokratik yönetimleri de köleci devletlerdi.

Gözden kaçırılan bir nokta da, yurttaşların siyasal yaşama katılımını kolaylaştırmak bakımından kadın ve
çocuk emeğinin köle emeğine oranla daha büyük bir önem taşıdığı olgusudur.

D - Amatör Siyaset

Atina'da, günümüz demokrasilerinden farklı olarak, siyaseti meslek edinmiş bir kesim yoktu. Her yurttaş
siyasetin içindeydi ve (yargısal, idari kararlarla birlikte) siyasal kararlar bizzat yurttaşlar tarafından alınırdı. Bu
bağlamda, siyaseti amatörce yaptıkları söylenebilir. Atinalılar, profesyonel siyasetin, siyasetçiler göreve seçimler
yoluyla gelse bile bir tür oligarşiye dönüşeceği konusunda bilgi ve deneyim sahibiydi. Amatör siyasetin
profesyonel siyasetten daha başarılı, daha iyi sonuçlar vereceği konusunda tereddütleri yoktu.

Buna karşılık, demokrasinin muhaliflerinden Platon, sıradan yurttaşların kamusal işleri yürütebilecek
kapasitede olmadığını savunmuştur.

Platonun hocası Sokrates’in bu konudaki görüşleri daha ılımlıydı. O da site yönetiminin amatörce
yapılamayacağını, bu işin erdemli kişilerce yapılmasını savunuyor, ama erdemi, bilgiyi Platon gibi “doğal”,
“kalıtımsal” bir yetenek olarak görmüyordu. Politika sanatı soylu olmayan kişiler tarafından öğrenilebilirdi.
Önemli olan, yöneticilerin erdemli, bilge bir azınlık içinden belirlenmesiydi.

Atina demokrasisi, özellikle İ.Ö. 4. yüzyılda, siyasal güç ile ekonomik güç arasına aşılması zor bir mesafe
koymuştu. Atina’da, zengin ve eğitimli elit, demokratik rejim iyice yerleştikten sonra hiçbir zaman yönetememiş,
hep muhalif olarak kalmıştır. Demokrasiyi kötülemiş, onu yıkmak için diğer sitelerle işbirliği yapmıştır.

Aristokratik bir yönetimi savunan Yaşlı Oligark, “bütün dünyada toplumun kaymağı demokrasiye karşıdır”,
der. Atinalı zengin elit bu görüşü doğrulamış, iki kez (İ. Ö. 411 ve İ. Ö. 404) demokrasiyi yıkmıştır. Kurdukları rejim,
Atinalıların barbarlara özgü bir yönetim olarak gördükleri, binlerce kişiyi idam ettiren ve sürgüne gönderen keyfi
diktatörlüklerdi. Özellikle 404’teki “Otuzlar” yönetimi (Otuzlar'ın başına geçen Kritias) o denli keyfi ve sert
kararlar aldı ki, aristokrasiyi doğuştan erdemli azınlığın yönetimi olarak gören geleneksel anlayışı tümüyle yıktı.

Atina’da güçlü siyasal önderler (sözcüler) olmuştur. Perikles, Demosthenes ve Ephialtes gibi. Özellikle
Perikles, 30 yıl kadar bir süre Atina’nın iç ve dış politikasını etkileyen en önemli isim olmuştur. Ancak siyasette
aktif olan yurttaşlar, hiçbir zaman yönetici elit konumuna gelerek bir ayrıcalık kazanamamıştır. Kişisel çıkarını
sitenin çıkarından üstün tuttuğuna ya da halk yararına olmayan bir politika izlediğine dair kuşku doğduğunda,
yargılanarak, eyleminin derecesine göre sürgün, para, hapis ya da ölüm cezasına çarptırılabilirdi.

Atina Demokrasisinde İktidarın Sınırı

Halk Meclisi’nin kararlarının ve yasaların Halk Mahkemesi tarafından denetlendiğini ve anayasaya aykırı
bulunduğunda iptal edildiğini biliyoruz. O zaman aynı soruyu Halk Mahkemesi için sormak gerekir. Çünkü Meclis
kararlarının ve yasaların denetimi prosedürü bugünkü anlamıyla bir hukuka uygunluk denetimi değildi. Atina
halkının, daha nitelikli bir yurttaşlar topluluğu aracılığıyla, kendi kararını gözden geçirmesi söz konusuydu.

Anayasaya uygunluk denetimi; üstün hukuk normuna; sitenin değişmez hukuki esaslarına uygunluk değil;
Atinalıların demokratik ideolojilerine uygunluk denetimiydi.

Atina halkı, demokrasinin niteliğini değiştirecek ya da onu tümüyle kaldırabilecek kararlar almakta
özgürdü. Bununla birlikte, demokratik rejimin kuruluşundan Makedon işgali nedeniyle yıkılışına kadar geçen

25
yaklaşık 200 yıllık sürede, bu tür köklü dönüşümlere yol açan uygulamalar hiç olmadı.

Aristoteles’in yaptığı ayrımı kullanırsak, rejim ılımlı demokrasiden radikal demokrasiye doğru bir seyir
izledi. Özellikle Ephialtes ve Perikles’in reformlarından sonra, rejim yoksul çoğunluğun çıkarını ön planda tutan
bir yapıya kavuştu.

Atina bütçesinde giderlere ayrılan kısım muazzam büyüklükteydi. Bu giderleri olağan gelirlerle karşılamak
mümkün olmadığında, sitenin en zengin sayılan kişilerinden olağanüstü nitelikte bir varlık vergisi alınırdı.
Doğrudan vergi almak antidemokratik sayılıp tiranlıkla eş tutulduğundan, söz konusu olağanüstü vergi, bir "kamu
hizmeti” olarak düzenlenirdi.

Aristophanes, Kadınlar Meclisi (Ecclesazusae İ. Ö. 392) adlı oyununda, siyasal iktidarın sının konusunu ele
alır.

IX - ATİNA’DA MUHALİF SİYASAL DÜŞÜNCE

Atina demokrasisinin getirdiği eşitlik ve özgürlük ortamı, felsefi düşüncede olduğu gibi, siyasal düşünce
alanında büyük bir çeşitliliğin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Ekonomik yönden güçlü bir orta sınıfın varlığı,
düşünme faaliyetini yalnızca zengin soylu azınlığa özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkardı. Atina yurttaşı veya başka
sitelerden gelen çok sayıda insan felsefi ve siyasal konular üzerinde odaklandı. Kendilerine sofist diyen bu
düşünürler aristokratik felsefi ve siyasal fikirleri kıyasıya eleştirdiler. Sofistlerin büyük çoğunluğu demokrasi yan-
lısı oldu, soylu ailelerden gelen düşünürler ise demokrasinin ılımlı veya radikal muhalifleri olarak tanındılar.

A - Radikal Muhalefet: Platon

Platonun demokrasi muhalifi olarak ortaya çıkmasında, sosyal konumu ve kısa siyaset tecrübesi etkili
olmuştur: Soyunu Atina'nın son kralı Kodrosa dayandırır. Yetişkin biri olduğunda, Atina görkemli günlerini geride
bırakmış, iç savaşlar, yenilgiler ve ahlaki bir çöküntüyle boğuşuyordu. İ. Ö. 404 yılında soyluların demokratik rejimi
yıkarak iktidarı ele geçirmeleri üzerine, politikada etkili olmak için iyi bir fırsat yakaladığını düşündü. Atina'yı yö-
neten otuz tiran, Platonu aralarına alıp önemli siyasal görevler vermek istediler. Ancak Otuzların demokrat
vatandaşlara karşı izlediği vahşi politikalar, Platonu oligarşik partiden soğuttu. Demokratik rejim yeniden tesis
edildiğinde, başka bazı soylu ailelerden gelen gençlerin yaptığı gibi, bu kez demokrat parti içinde yer almayı
düşündü. Demokratların, hocası Sokrates'i ölüme mahkûm etmesiyle, bu düşünceden de vazgeçti.

Platon ideal bir kent devleti modelini anlattığı Devlet isimli eserinde, kastlardan oluşan bir toplum düzeni
ve oligarşik bir siyasal yapıyı savunur. Platonun felsefi düşüncelerini siyasal görüşlerini desteklemek için nasıl
ustalıkla kullandığını görmek için idealar teorisini incelemeliyiz. Platona göre varlık maddi ve maddi olmayan bir
tözden (cevherden) oluşur. Varlığın maddi olmayan boyutunu idea (ruh, düşünce) olarak adlandırır. İdealar maddi
varlıklardan daha gerçek, daha asli, mükemmel varlıklardır. Bu dünyada gördüğümüz bütün maddi varlıklar;
insanlar, evler, bitkiler, devlet örgütü... zamanla bozulmaya, çürümeye, yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdur. Oysa
bunların ideası yani devlet fikri, ev ya da ağaç fikri ne kadar zaman geçerse geçsin bozulmaz.

Duyu organları yalnızca bu evrendeki varlıkları tanıyabilir; onların idealar dünyasındaki asıllarını göremez,
duyamaz. Fakat ölümsüz olan ve idealar dünyasına ait olan insan ruhu, o dünyada iken gördüğü her varlığı
hatırlayabilir.

Platon’un Toplum ve Devlet Anlayışı

Platona göre toplumu yaratan, kişinin tek başına kendine yetmemesi, yaşayabilmek için başkalarına ihtiyaç
duymasıdır. Bu ihtiyaçlar iki gruba ayrılabilir. Birinci grupta beslenme ve barınma ihtiyacı vardır. İnsanlar
işbölümü ve yardımlaşmayla bu temel ihtiyaçlarını karşılar. Böylece zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılamak için mal ve
hizmet üreten ilk sınıf ortaya çıkar: Üreticiler sınıfı. İkinci temel ihtiyaç güvenliktir. “Koruyucular sınıfı” toplum
halinde yaşamanın zorunlu kıldığı ikinci sınıftır. Bu sınıflar arasındaki işbölümünün sağlıklı işleyişini denetleyecek
ve toplumu yönlendirecek yöneticilere de ihtiyaç vardır. Yöneticiler koruyucular sınıfı içindeki en akıllı, en bilgili
kişiler arasından çıkacaktır. Böylece özgür insanlar üç kesime ayrılmış olmaktadır.

Özgür insanlardan oluşan toplumu "üreticiler” "koruyucular” ve "yöneticiler” olarak üç kesime ayıran
Platon, ideal devletinde bu kesimlere aidiyetin doğumla belirlendiğini ve kimsenin yerini değiştiremeyeceğini
söyler. Peki, eşitlik ve özgürlük anlayışı gelişmiş, doğrudan demokrasiyle yönetilen bir kent devletinin yurttaşları
böyle bir kast sisteminde yaşamaya nasıl ikna edilecektir? Platona göre halen hayatta olan kuşakları ikna etmek
pek mümkün olmasa da, gelecek kuşakları ikna etmenin bir yolu vardır. Eski bir Fenike masalından yararlanarak
toplum kandırılacaktır.

Platon böyle bir toplumsal düzende herkesin kent yönetimine katılamayacağını, bu işin yalnızca küçük bir
azınlık olan bilge yöneticiler tarafından yerine getirileceğini, daha önce Pythagoras tarafından dile getirilen
“biyolojik” veya "organizmacı” teoriye dayanarak savunur. Bu teoriye göre insan ile toplum aynı yasalara göre

26
açıklanabilir. Biyolojik yasalar gereği, insan organizmasını oluşturan çok sayıda organ vücudu elbirliğiyle
yönetmez. Bu organlarda biri olan beyin, diğer tüm organları yönetir.

Pythagoras, biyolojik bir organizma olan insan ile sosyal bir organizma olan toplumun birbirine denk üç
kesimden oluştuğunu varsayar. Buna göre; insan akıl, ruh ve isteklerden oluşan bir pakettir. Ancak her insanda
bu özelliklerin oranı farklıdır. Aklın baskın olduğu kişiler bilge, ruhun baskın olduğu kişiler cesur asker, isteklerin
baskın olduğu kişiler de üretici olur. Biyolojik organizmalarla sosyal organizmaların farklı yasalara tabi olduğunu
gözden kaçıran bu teori, 2.500 yıl sonra yeniden canlanacak ve 20. yüzyılda Avrupa'da kurulan Faşist ve Nasyonal-
Sosyalist rejimlerin fikri temelini oluşturacaktır.

Platon’un Adalet Anlayışı

Platon, kastlarda oluşan sosyal yapıyı ve bilge azınlığın yönetimini ideal devlet modeli olarak sunarken,
Sparta sitesinin askeri oligarşik yönetimini dikkate almıştır. Platon, yetenek ve erdemlerin doğuştan kazanıldığını,
toplumun da doğuştan gelen bu özellikler çerçevesinde kastlara bölündüğünü kabul eder. Platonun bu yöndeki
görüşlerinin en etkileyici tarafı, eşitsizlikçi kast sistemini, aristokratik yönetimi “adalet” olarak tanımlamasıdır.
Platon, ilk bakışta, yaşadığı çağdan günümüze kadar gelen yaygın adalet tanımına katılır görünmektedir: Adalet,
herkese hakkı olanın verilmesidir. Herkesin hakkı doğuştan belirlenmiştir. Kimi köle, kimi üretici, kimi koruyucu,
kimi de yönetici olacaktır. Doğal adalet kendiliğinden ortaya çıkmıştır, devletin görevi bu “adil” yapıyı
sürdürmektir. Bunun için yasalara bile gerek yoktur; eşitsizliğe dayanan doğal yasayı korumak yeterlidir.

Platon’da Mülkiyet ve Aile

Platonun ideal devletinde yasalara bile gerek olmaksızın doğal düzenin işlemesi, mülkiyet ve aile
konularında bazı özel düzenlemelerin yapılmasına bağlıdır. Platon mülkiyet ve aile kurumlarını koruyucu ve
yönetici kesim için tehlikeli bulmuştur. Bir asker siteyi savunmak için cepheye gittiğinde, geride bıraktığı eşini ve
çocuklarını düşünürse, canını nasıl site için feda edecektir? Bir yönetici malını-mülkünü çoğaltmak derdine
düştüğünde, sitenin çıkarını nasıl gözetecektir? Bu endişeleri gidermek için, Platon koruyucu ve yönetici kesimin
aile kurmaması, mal ve mülk sahibi olmaması gerektiğini belirtir.

Platon’da Kadın - Erkek Eşitliği

Platon’a göre, kadınlar erkeklere göre bazı bakımlardan daha zayıf da olsa, bu durum onların devlet
yönetiminden, askerlikten dışlanmaları için bir gerekçe olamaz.

Platon’un Kölelik Anlayışı

Platon, Devlet adlı eserinde toplumun üreticiler, koruyucular ve yöneticiler şeklinde üç sosyal kesimden
oluşacağını söyler. Yaşadığı Atina toplumunun yaklaşık yarısını oluşturan kölelerden ve nüfusun % 5’ini oluşturan
yerleşik yabancılardan söz etmez. Bunun nedeni ideal devletinde köleliğe yer vermemesi, yabancıları kabul
etmemesi değildir. O yalnızca, Atina’da yurttaş statüsündeki insanların kendi ideal devletindeki durumunu
anlatmaktadır. Eserinin başka kısımlarında köleliğin doğal, meşru ve kaçınılmaz bir statü olduğunu gösteren
açıklamalar vardır. Platon kendi ideal devletindeki işçileri de köle gibi aşağı statüde görmektedir.

Platon’un kölelik konusundaki yaklaşımı şaşırtıcı değildir. Onların insan kategorisinde görülmeyip, bir
toplumsal kesim oluşturmadıkları düşüncesi, sonraki yüzyıllarda da devam etti. Roma İmparatorluğu döneminde
köleler eşya hukukuna tabi oldular. Modern çağın başında köleliğin yerini ücretli işçilik alıncaya kadar, bu anlayış
pek fazla değişmeden kaldı. Platon köleliği doğal bir kurum kabul etse de, Yunan uygarlığına mensup bir kişinin
köle olmasını onaylamaz. Platon’un öğütleri pek dikkate alınmamış olmalı ki, Sirakuza tiranı Dionysos’un
danışmanı olarak, ideal devletini hayata geçirmek üzere gittiği bu ülkeden kovulmuş, bir Sparta gemisine köle
olarak bindirilmiştir.

Yaşlılık döneminde, ideal devleti gerçekleştirmenin mümkün olmadığını görünce, ikinci en iyi devlet
modelini anlatan Yasalar adlı eserini yazdı. Bu kitabında, Devletteki görüşleri törpülenmiş; toplumsal kastlar
sosyal sınıflara dönüştürülmüş, üreticilere bir meclis oluşturarak yönetime katılma hakkı verilmiş, bazı katı
eşitsizlikler azaltılmış, ılımlı bir aristokratik rejim önerilmiştir. Bu eserinde Platon 5040 aileden oluşan bir kent
devleti tasarlamıştır. Toprak bu aileler arasında eşit dağıtılarak aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluk önlenecek, nüfus
sabit tutulacaktır. Vatandaşlar toprağı işlemek için bizzat kendileri çalışmayacaktır. Bu iş köleler tarafından
yapılacak, vatandaşlar askerlik ve politikayla ilgilenecektir. Platon ticareti küçümsediğinden, bu işi de sitede yerle-
şik yabancılara bırakmıştır. Vatandaşlar ekonomik güçleri yönünden dört gruba ayrılacaktır: l) Toprağı ve
toprağının üç katı menkul değeri olanlar, 2) toprağı ve toprağının iki katı menkul değeri olanlar, 3) toprağı ve
toprağın değeri kadar menkul değeri olanlar, 4) yalnızca toprağı olanlar.

İyi ile Kötünün Çelişkisi

Platon Yasalar adlı eserinde, daha önce Devlet’te tartıştığı bir konuyu tekrar ele alır:

27
İdealar evreninin tepesinde iyi ideası ile özdeşleşen tanrı vardır. Tanrı en mükemmel iyilik ise, nasıl olur
da dünyamızda bu kadar çok kötülük olabilir? Evrenin tek bir ruh değil, biri iyi, diğeri kötü iki ayrı ruh tarafından
yönetildiğini kabul eder. Bu çözüm orijinal değildir: Platondan yaklaşık 1.000 yıl önce, eski İran dini olan
Zerdüştlük aynı yaklaşımı sergilemişti. Bu dinde iyilik tanrısı Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen aynı anda evrene
ve insanlara hükmediyordu.

B - Ilımlı Muhalefet: Aristoteles

Aşırı zenginlik ile aşırı yoksulluğu bir araya getiren aristokratik rejimler yerine, orta sınıfın çoğunlukta
olduğu demokratik özellikler taşıyan bir aristokrasinin daha iyi bir devlet modeli olduğu sonucuna varmıştı. Böyle
bir politik duruş sergilemesinde, yurttaş olmaması, Atina’da yabancı statüsünde bulunması da etkili olmuştur.

Aristoteles (İ.Ö. 384 - 322) Selanik yakınlarında Stagerios kentinde doğdu. Babası Makedon kralının
doktoruydu. 18 yaşında Atina’ya gelen Aristoteles, Platonun akademisine girdi ve orada önce öğrenci, sonra
öğretmen olarak 20 yıl kaldı. İ.Ö. 343’te Makedon kralı, Aristoteles’i oğlu İskender’i yetiştirmesi için görevlendirir.
Bu görevi üç yıl sürdüren Aristoteles, tekrar Atina’ya döner ve kendi okulunu (Lykeion) kurar.

Aristoteles’in toplum ve devlet anlayışı, hocası Platon’un görüşlerinden daha rafine, daha incelikli bir
felsefi temel üzerine oturtulmuştur. Hocası gibi, varlığın maddi ve maddi olmayan iki cevherin bileşiminden
oluştuğu fikrini benimser. Ancak Platon’un yaptığı madde-ide ayrımını kabul etmeyip, bu dualizmi madde-form
olarak ifade eder. Aristoteles’e göre, idealar evreni diye sadece maddi olmayan varlıkların bulunduğu bir evren
yoktur. Zaten Platon’un "ide”, kendisinin "form” dediği cevher tek başına bulunmaz, her zaman madde ile
birliktedir.

Madde ile form ilişkisini şöyle açıklar: Madde tek başına bir nesne değildir, nesneye dönüşme imkânı olan
bir varlıktır. Onu nesneye dönüştüren içindeki formdur. Bir örnek vermek gerekirse; bir taş yığını herhangi bir
nesneye dönüşme imkânı taşıyan bir varlıktır. Bir heykeltıraş onu yontup heykele dönüştürebilir veya bir taş ustası
ondan bir çeşme yapabilir.

Form yalnızca maddenin biçimi, şekli demek değildir: Maddeyi dönüştürme yeteneği olan, Platonun
idesine benzer bir cevherdir. Bu bağlamda, her madde daha yetkin bir form kazanmak için aşamalardan geçer.
Bu aşamalarda bir önceki aşama için form, kendisinden sonraki aşama için malzeme niteliğindedir. Aristoteles’e
göre, her varlık daha yetkin bir forma (biçime) dönüşme eğilimindedir. Bu eğilimin varacağı son nokta, sadece
form olan, maddi varlığı olmayan Tanrı’dır. Diğer bütün varlıklarda madde ve form bir arada bulunurken, Tanrının
var olabilmek için maddeye ihtiyacı yoktur. Tanrı bütün varlıkların içine daha yetkin biçime dönüşme ereğini
(telos) yerleştirmiştir.

Aristoteles'in İnsan, Toplum ve Devlet Anlayışı

Aristoteles varlığın doğasına ilişkin görüşlerini insana, topluma ve devlete uygular. İnsan bedeni madde,
ruhu ve aklı ise formdur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran aklıdır. Bütün erdemler, her biri kötülük olan iki aşırı uç
arasındaki makul olanı gösterir. Cesaret, korkaklık ile gözü karalık; cömertlik, cimrilik ile müsriflik; ağırbaşlılık,
utanmazlık ile utangaçlık; kibarlık, kabalık ile yalakalık arasında orta noktadır.

Kişi tek başına mutlu olamaz, daha yetkin bir forma dönüşemez. Bunu ancak toplum içinde yapabilir. Tabii
toplumun da akla göre düzenlenmesi, erdemli bir hayatı güvence altına alması şartıyla. İşte siyaset bunu
gerçekleştirme sanatı ve bilimidir; bu yönüyle de en ulvi uğraştır. Aristoteles’e göre erdemli bir hayat, her biri
kötü olan iki aşırı ucu içinde barındırmayan bir toplumda söz konusu olabilir: Aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluk.
Geniş bir orta sınıfa sahip toplumlar erdemli bir yaşamı mümkün kılar. Böyle bir toplumda devletin de yalnızca
soyluların çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmesi düşünülemez. Halkı temsil eden bir meclisin de bulunması
gerekir. Görüldüğü gibi, Aristoteles demokratik özellikler taşıyan bir aristokrasiyi savunmaktadır. Halkın yönetme
kapasitesine sahip olmadığını düşünen aristokratlara ise şu cevabı verir. Bir toplumda çoğunluğu oluşturan
grubun tek tek bireyler olarak erdemli vasıfları çok zayıf olabilir. Ancak bu insanlar bir meclis çatısı altında bir
araya geldiklerinde, erdemleri birleşecek ve pekâlâ akıllı kararlar alabileceklerdir.

Aristoteles yönetimleri nicelik ve nitelik kriterine göre altıya ayırarak sınıflandırmıştır.

Yöneten Kesim İyi Yönetim Kötü Yönetim

Tek Kişi Monarşi Tiranlık

Azınlık Aristokrasi Oligarşi

Çoğunluk Politea Demokrasi

28
Aristoteles, yaşadığı çağda kendini demokrasi olarak adlandıran site yönetimlerinin sitenin genel yararını
değil, çoğunluğun yararını düşünerek politika oluşturdukları kanaatindedir. Azınlığı oluşturan soyluların çıkarlarını
hiç dikkate almayan bu yönetimler kötü yönetimdir. Bu anlamda Atina'nın radikal demokrasisi kötü, içinde
aristokratik kurumlar barındıran demokrasiler ise iyi yönetimdir. Bunları diğerinden ayırmak için "politeia” kav-
ramını kullanır. Politeia, çoğunluğun iyi yönetimi anlamında "ılımlı demokrasi” olarak tanımlanabilir.

Aristoteles’e Göre Yönetimlerin Değişme Nedenleri

Genel neden; yönetimin dayandığı eşitlik veya eşitsizlik ilkesinde aşırıya kaçılmasıdır.

Aristoteles, “Daha küçükler eşit olmak, eşitler ise daha büyük olmak için ayaklanır” demektedir.

Yönetimlerin değişmesinin özel nedenleri arasında toplumun bir kesiminin nüfus olarak aşırı çoğalması,
iktidarın kötüye kullanılması, aşırı baskı gibi durumlar sayılabilir.

Aristoteles’e Göre En İyi Yönetim

Aristoteles kent devletini insan toplumları için nihai model kabul etmiştir. İyi örgütlenmiş bir kent
toplumunda tüm erdemler gerçekleştirilebilir. Çünkü kent, aile ve kabileden farklı olarak kendi kendine yeterli bir
birimdir. Son birlik, çeşitli köylerden oluşan şehir ya da devlettir. Bundan dolayı, içinden çıktığı daha eski
topluluklar nasıl doğalsa, şehir-devleti de öylece yetkinlikle doğal bir topluluk biçimidir.

Aristoteles'e göre, kişi en yetkin haline bir sitenin yurttaşı olmakla ulaşır. Kendini gerçekleştirmiş yetkin
insanın ayırt edici özelliği siyasal bir varlık olmasıdır.

"İnsan arının ya da topluluk içinde yaşayan başka herhangi bir hayvanın olmadığı anlamda bir siyasal
hayvandır... İnsanla öteki hayvanlar arasındaki gerçek ayrılık, yalnızca insanların iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı,
haklı ile haksızı sezebilmesidir. İşte bir aile ya da şehri meydana getiren şey de, bu konularda ortak bir görüşü
paylaşmaktır.''

Aristoteles, yurttaşların en yetkin formlarına ulaşabilecekleri bir siteyi şu özellikleri ile tanımlar:

Yönetme Yetkisi ve Yurttaşlık: İyi bir sitede yurttaş sayısı az olmalıdır. Yurttaş sayısını sınırlamakla
Aristoteles'in küçük ölçekli bir site tasarladığı sanılmamalı. O, köleler, yabancılar, kadınlar ve çocukların yanı sıra,
Atina'da eşit hakları olan pek çok meslek sahibinin de siyasal haklardan yararlanmaması gerektiği görüşündedir.
Daha sonra görüşünü değiştirerek özgür fakat yoksul insanların da bir şekilde karar alma süreçlerine
katılabileceği, demokratik özellikler taşıyan bir aristokrasiden yana olmuştur.

Özel Mülkiyet: Özel mülkiyetin erdemleri geliştireceği kanaatindedir. Toplumun aşırı yoksullar ile aşırı
zenginler arasında bölünmesini önlemenin yolu servetleri eşitlemek değil, insanların aşırı zenginlik peşinde
koşmalarını engelleyecek bir ortam yaratmaktır. Bu, zenginliğin toplum yararına kullanımının bir yükümlülük
olduğu bilincinin yaratılmasıyla başarılabilir.

Tarım ve Ticaret: Yurttaşlar toprak sahibi olmalı ancak kendileri tarımla uğraşmamalıdır. Ticaret ise
yabancılara bırakılmalıdır.

Eşitsizliklerin Meşrulaştırılması

O da çağdaşı aristokrat düşünürler gibi, bazı insanların yetkin duruma ulaşmak bakımından doğal
yetersizlikleri olduğu görüşündedir. Bu tür insanlarla akıllı insanlar eşit değildir. Bu tür insanlar akıllı insanların en
yetkin hallerine ulaşmak bakımından birer araçtır. Efendi-köle; erkek-kadın; yaşlı-genç; zengin-yoksul gibi
eşitsizlikler doğal ve meşrudur.

Aristoteles, bazı düşünürlerin köleliği doğaya aykırı, haksız ve adaletsiz bir uygulama olarak nitelendiren
görüşleriyle de hesaplaşır. Ona göre, köleliği hem teorik düzeyde hem de uygulamada haklı çıkaran sağlam
gerekçeler vardır. Öncelikle, birinin buyruk vermesi ve bir başkasının buyruğu yerine getirmesi olgusuna ilkesel
olarak karşı çıkılamaz. Tüm canlılar arasında yöneten-yönetilen ilişkisi vardır. Uygulama açısından baktığımızda
da, insanları hayatta tutmaya yetecek kadar üretim ancak beden gücü yüksek kölelerin çalışması sayesinde elde
edilebilir. Yine de, bir gün “dokuma tezgâhının mekiği kendiliğinden gidip gelirse, efendinin köleye ihtiyacı
kalmayacaktır.”

Aristoteles’in Adalet Anlayışı

Bazı kanunların tüm sitelerde aynı, bazılarının da hemen her sitede az çok farklı olduğunu tespit etti. Birinci
duruma örnek hırsızlığın suç sayılması, ikinci duruma örnek vergi kanunlarıdır. Bütün sitelerde ortak olan
kanunların aklın buyruğu olduğu ve bu nedenle bunları bilmemenin mazeret sayılamayacağı sonucuna vardı.

29
Aristoteles'in hukuk düşüncesine ve adalet anlayışına asıl katkısı, iki farklı adalet türünü tespit etmesi ve
birbirinden ayırmasıdır; denkleştirici ve dağıtıcı adalet. İnsanların eşit olmadığı durumlarda herkese eşit
davranmak adaletsizliktir. Kişi ile toplum ve devlet arasındaki ilişkilerde dağıtıcı adalet geçerlidir. Denkleştirici
adalet kişiler arası ilişkilerde geçerlidir. Bir kişi diğerine zarar verdiğinde, meydana çıkan zararı tam olarak
ödemelidir. Devlet denkleştirici adaleti yerine getirirken ne davalının, ne de davacının durumunu, kişisel
farklılıklarını dikkate almaz. Bu yüzden adalet tanrıçası Themis gözleri bağlı sembolize edilmiştir.

X - YUNAN KENT DEVLETLERİNİN ÇÖKÜŞÜNDEN SONRA SİYASAL DÜŞÜNCE

Yunan kent devletlerinin Makedon işgali ile bağımsızlıklarını yitirmesi, yurttaş statüsünde olanlar
bakımından giderilmesi zor bir endişe ve onarılmaz bir boşluk duygusu yarattı. Aristoteles'in siyasal varlık olarak
tanımladığı, özellikle Atina gibi demokratik sitelerde yasama, yürütme ve yargılama faaliyetlerine bizzat katılarak
sitelerini yöneten yurttaşlar, bir anda, dış bir gücün otoritesiyle siyasetten dışlandı. Sitelerinin bağımsız,
kendilerinin de özgür olmadıkları bir ortamda değerli bir hayat yaşanabilir miydi? Makedon işgali sonrası Yunan
filozoflarının yanıt bulmaya çalıştıkları soru buydu. Epikürizm ve Stoisizm, site düzeni olmaksızın insanların mutlu
bir yaşam sürmelerinin yeni yollarını arayan felsefi akımlardır. Mutlu bir yaşam için buldukları yollar ve önerdikleri
çözümler birbirine zıttır.

Epikürizm

Sisam doğumlu Epikuros’un kurucusu olduğu bu felsefi akım, günümüzde özellikle Anglosakson
dünyasında popüler olan faydacı ve hazcı felsefi görüşlerin en eski kaynaklarından biri olarak kabul edilebilir. İ.Ö.
306’da bir okul kurarak Atina'ya yerleşen Epikuros, kendisinden önce yaşamış Demokritos’un görüşlerini kabul
ederek, cisimlerin bölünemeyen parçalardan yani atomlardan oluştuğunu söyler. Maddi varlıkların cisimleşmesi,
sürekli hareket halindeki atomların, rastlantısal olarak çeşitli şekillerde kümelenmesiyle söz konusu olur. Bu
durum, evrenin bir yaratıcısı olmadığını ve insanın kaderinin önceden belirlenmediğini ifade eder. Bazı filozofların
maddi olmayan bir cevherden yapıldığını düşündükleri ruh da, aslında çok ince parçacıklardan yapılmıştır. Kişi
öldüğünde maddeden yapılmış olan bedeni ve ruhu dağılır. Böyle olunca, ölümden sonra bir hayat söz konusu
olamaz. Başka bir hayatımız olmadığına göre, bu hayatta mutlu olmaya çalışmalıyız.

İnsan nasıl mutlu olur? Mutluluğunu engelleyen korku ve isteklerden sıyrılarak, acıdan, korkudan uzaklaşıp
hazzın peşinden koşarak. İnsanların en büyük korkuları arsında ölüm ve Tanrı korkusu vardır. Tanrıdan
korkmamalıyız çünkü tanrılar insanların işleriyle ilgilenmez. Ölümün acı vermesinden de korkmamalıyız çünkü
ölümle bilinç kaybolduğundan acıyı hissetmeyiz.

Epikuros’a göre, hazzın peşinden koşmanın anlamı zevk ve sefa içinde yaşamak için uğraşmak değildir.
Haz, bedensel olarak acı çekmemek, ruhsal olarak da hiç bir huzursuzluk duymamakla sınırlıdır. Mutlu ve huzurlu
olmak için kişi boş zevk ve korkularından kurtulmalı, gösterişten uzak, sade ve ölçülü bir hayat sürmelidir. Ölçülü
yaşayan, azla yetinmesini bilen kişi kendine yeterli hale gelir; bunun en büyük faydası özgürlüktür. Ancak özgür
olmak bazı konularda fedakârlık yapmayı gerektirir. En başta yapılması gereken, kişinin siyasi faaliyetlerden
çekilmesidir. İnsanlar siyasete servet kazanmak, şan ve şöhret elde etmek için katılır. Bu tür tutkular insanları
başka insanların ve talihin kölesi yapar.

Kişinin mutluluğu kalabalıklar içinde değil, kendi içinde araması gerekecektir.

Epikürizmin sonraki düşünürler üzerindeki en büyük etkisi, bireye verdiği önem olmuştur. İnsanın
evrendeki tek akıllı canlı olarak kendi davranışlarına yön verme kapasitesi, herkesi kendi refahını ve mutluluğunu
arttırmaya götürür. İnsanların bu yöndeki çabaları ancak belirli temel kurallar üzerinde anlaşmaları ile başarıya
ulaşabilir. Böylece toplumun ve devletin yapısı, yönetim biçimi, adalet anlayışı gibi hususlar bireylerin anlaşması
veya sözleşmesi ile belirlenmiş olacaktır. Epikürizm, sofist düşünürlerin "insan her şeyin ölçüsüdür” ilkesinden
hareketle, merkezinde bireyin yer aldığı bir düzenden yana olmuşlardır. Oysa Platon ve Aristoteles’te birey kendi
başına değerli değildir; yalnızca ait olduğu grubun bir üyesi olarak önem taşır.

Stoisizm

Epikürizm, insanlara mutluluğu daha farklı bir mekânda aramalarını öğütlemişti. Bu yeni mekân tüm
yurttaşların buluştuğu pazaryeri veya meclis gibi kalabalık yerler değil, kişinin iç dünyasıdır. Stoisizm de kişinin iç
dünyasına vurgu yapmakla birlikte, bambaşka bir mekândan söz eder. Kent devletleri yıkıldığı için kişiler artık bir
sitenin (polisin) yurttaşı değildir ama her insan evrensel yasaların yönettiği kozmopolisin (evrensel sitenin veya
dünya devletinin) yurttaşıdır. Kıbrıslı Zenon’un kurduğu bu felsefi akım Yunan, Roma ve Hıristiyanlık düşüncesini
önemli ölçüde etkilemiştir. Doğal hukuk düşüncesinin kökleri de Stoacı düşüncededir.

İnsan doğaya uygun davranırsa mutlu olur, doğaya uygun davranmak ise akla uygun davranmak demektir.
Çünkü evren, evrensel akıl (logos) tarafından düzenlenmiştir. Akla uygun davranan herkes eşittir. Stoacılara göre
erdem ve bilgelik doğuştan kazanılan bir özellik değildir; en cahil insan bile erdemli biri olabilir, yeter ki akıl

30
yolundan sapmasın. Bu düşünceleriyle Stoacılar her türlü sınıfsal ve ırksal ayrımları reddetmektedir.

Zenon’un ve ilk dönem Stoacıların konu hakkındaki fikirleri bilinmemekle birlikte Roma’da yeşeren Stoacı
düşünürler insanları, bilge azınlık ve cahil çoğunluk olarak ikiye ayırarak Stoisizmi eşitsizlikçi bir düşünce
sistemine dönüştürmüşlerdir. Özgürlük kavramını iç özgürlükle sınırlayarak, kişinin hırs ve tutkularından
kurtulması olarak tanımlamış ve köleliğe karşı çıkmamışlardır. Akla değil, tutkularına göre yaşayan bir kral köle,
akla göre yaşayan bir köle de özgür olabilir. Stoisizmin Roma’da etkili olmasının bir nedeni de, imparatorluğun
egemenliğini başka ülkeler ve halklar üzerinde genişletme çabasıyla uyumlu bir öğreti olarak görülmesidir.

Stoacıların kent devletini aşarak bir dünya devleti fikrine ulaşan görüşleri, daha önce Sinikler olarak
adlandırılan filozoflar tarafından dile getirilmişti. Büyük İskender'in bir dileği olup olmadığı sorusuna “gölge etme
başka ihsan istemem” karşılığı vermesiyle ünlü Sinoplu Diyojen’in de içinde yer aldığı bu felsefi akıma göre, bilge
kişi için ne vatan, ne yasa, ne de site gereklidir: Gerçek devlet, yurttaşlık koşulu bilgelik olan devlettir; bilge kişi
için her yer vatandır, erdem bilge kişinin yasasıdır.

XI – ROMA’DA SİYASAL DÜŞÜNCE

İtalya’daki kent devletleri, Akdeniz asıllı halklar ile Latinlerin ve Etrüsklerin karışmasıyla oluşan topluluklar
tarafından kurulmuştur. Bunlar içinde yıldızı parlayan ve giderek bir dünya imparatorluğuna dönüşen kent
Roma’dır. Tarihçiler siyasi yapısı bakımından Roma’yı dört döneme ayırırlar: l) Krallık Öncesi Dönem: İ. Ö. 753
öncesi; 2) Krallık Dönemi: İ. Ö. 753- 509; 3) Cumhuriyet Dönemi: İ. Ö. 509-27; 4) İmparatorluk Dönemi: İ. Ö. 27-
İ.S. 476. Roma’da siyasal düşünce, hiçbir dönemde Yunan kentlerindeki kadar zengin olmamıştır. Romalı
düşünürler yeni bir görüş ortaya koymaktan çok Yunan düşünürlerini tekrar etmişlerdir. Teoriye değil eyleme
dönük olan Romalıların asıl başarısını, güçlü bir siyasi ve idari örgütlenme ile tutarlı ve kapsamlı bir hukuk
sistemini yaratmış olmalarında aramak gerekir.

Roma siyasal düşüncesinde öne çıkan düşünürler, yeni veya ideal bir devlet modeli önermekten çok
Romanın mevcut modelinin ne denli iyi olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. Roma, Atina’nın doğrudan
demokrasisinden çok farklı bir siyasal modelle; cumhuriyetle yönelmiştir. Roma’daki anlamıyla cumhuriyet,
egemenliğin tek bir toplumsal kesime ait olmayıp, bu kesimler arasında paylaşılmasıdır. Söz konusu paylaşım,
devlet örgütü içinde monarşik, aristokratik ve demokratik organlara yer verilmesiyle sağlanır: Konsüller, Senato
ve Halk Meclisi.

Polybios

Yunan asıllı bir düşünür olan ve Roma’ya bir tutsak olarak gönderilen Polybios (İ. Ö. 204-120), Romanın
siyasal kurumlarını Yunan siyasal kültürü açısından değerlendirir. En çok üzerinde durduğu konu, devletlerin
neden uzun ömürlü olamadıkları, yönetim biçimlerinin neden sürekli değiştiğidir. Tarihsel örnekleri inceleyen
Polybios, bir siyasal sistemin zamanla bozulmasını kaçınılmaz olarak görür. Bu bozulma ve sonunda devletin
yıkılması önlenemez ancak iyi düzenlenen bir anayasa ile geciktirilebilir ve uzun süre istikrar içinde varlığını
sürdürebilecek bir devlet kurulabilir. Polybios’un örnek aldığı iyi anayasa, Lykurgos’un Sparta için yaptığı
anayasadır. Söz konusu anayasada siyasal güç iki kral, yaşlılar meclisi ve halk arasında bölünmüştür. Benzeri bir
düzenlemeye Romalılar kendiliğinden ulaşmıştır. Roma anayasal düzeninde, iktidar için yarışan üç kesime de yer
verilerek birbirlerinin güçlerini dengelemeleri sağlanmış, iktidar yarışı ılımlı bir mücadele haline getirilerek
uysallaştırılmıştır.

Üçüncü Bölüm

FEODAL DEVLET

II - FEODAL DEVLET

Yıkıldıktan kısa bir süre sonra, Roma İmparatorluğunun toprakları altı adet krallık arasında bölündü:
Vandal Krallığı, Angıllar ve Saksonlar, Ostrogot Krallığı, Frank Krallığı, Vizigot Krallığı ve Doğu Roma
İmparatorluğu. Bu dönemde Avrupa'nın genel görünümü, devlet iktidarının parçalanmış olması ve halkın tekbir
iktidara değil, hem yatay hem de dikey olarak bölünmüş çok sayıda iktidar merkezine bağlı olmasıdır.

İktidarın Bölünmesi

5. ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa'da devlet yetkileri, günümüz ulus devletleri gibi içinde çok sayıda alt
iktidar birimini barındıran bir merkezi iktidar tarafından kullanılmamaktadır. İktidar sahibi çok sayıda merkez
içinde en alt birim olan ve toprağın kullanım hakkını elinde tutan feodal beyler (senyörler), fiilen en çok yetkiye
sahiptir. Çünkü bir tür kullanım hakkı olan feodal toprak sahipliği, kişiye toprak üzerinde yaşayanları yönetme
yetkisi vermektedir. Toprak sahibi toprağın kullanım hakkını daha büyük bir feodal beyden sözleşmeyle elde

31
etmiştir; büyük feodal bey de daha büyük olan bir başkasından. Feodal sözleşmelerle kurulan bu ilişkiler zincirinin
tepesinde, teorik olarak bütün toprakların sahibi olan kral vardır. Ancak feodal zincirin üst basamaklarındaki
feodal beylerin, bir toprak parçası üzerinde yaşayan kişiler üzerinde önemli bir iktidarı yoktu. Orta Çağ'da, büyük
tarım malikânelerine benzeyen feodal beyliklerin üzerinde kralların yetkilerinin sembolik hale gelmesiyle, siyasal
iktidarın mekânı değişmiş olur.

Feodal beylik, iktidarın simgesi haline gelmiş şatosuyla, askeri birliğiyle, kendi kurduğu mahkemesiyle,
toprakları üzerinde yaşayanlar için çoğu devlet yetkisini bizzat kullanmaktadır.

Orta çağ Avrupa'sında toprak sahipliği, genellikle dükler, kontlar, vikontlar, markiler, baronlar gibi adlarla
anılan senyörler hiyerarşisiyle bir zincir oluştururdu. Bu bölünmüş yapının en üstünde, zincirin son halkası olarak
bir kralın yer alması ancak 10. yüzyılda söz konusu olabilecektir. Feodal beyler Almanya'da 911 yılında, Fransa’da
987 yılında bir kral seçtiler. İngiltere'de ise kral seçimle gelmedi; Adanın 1066’da Normanlar tarafından istilasıyla
Fatih William Avrupa'daki benzerlerine göre daha güçlü bir kral oldu. Kuşkusuz, krallar uzun süre eşitler arasında
birinci olarak kaldı. 15. yüzyılda mutlak monarşilerin kuruluşuna kadar, kralların feodal beylikler üzerinde önemli
bir otorite kurmaları söz konusu olmadı. Kralların zincirin alt basamağındaki feodal beylerden üstün bir otorite
haline gelmesi, askeri teknolojinin gelişmesiyle bağlantılıdır: Ateşli silahlar, özellikle topun icadı, barbar alanlarına
karşı korunaklı yapılar olan şatoları, bu silahları kullanabilen tek güç olan krala karşı savunmasız hale getirdi.

Feodalizmde iktidarın kraldan en alttaki senyöre doğru dikey bölünmesinin yanında, yatay olarak
bölünmesi de söz konusudur. Yatay bölünme, feodal beylik düzeyinde kullanılan yetkilerin malvarlığına dâhil
alınıp satılabilir yetkiler olarak kabul edilmesinden kaynaklanıyor. Bir feodal bey, toprakları üzerinde yaşayan
kişiler için yargı yetkisini kendisi kullanabileceği gibi, bunu bir başka beyliğe veya bir manastıra devredebilir. Yine
vergi toplama veya sınırlı kullanım imkânı olan para basma yetkisini de devredebilir veya satabilir. Bir feodal bey,
toprağın kullanım hakkını feodal sözleşmeyle bir başkasına devrederken, o topraklar üzerinde yaşayanlar
bakımından yargılama yetkisini kendisinde saklı tutabilir. Modern devletin ortaya çıkmasıyla devletin
egemenliğinin işareti olarak görülecek bu kamusal yetkiler, feodal devlette, kamusal yönü bulunmayan
malvarlığına dâhil özel yetkiler olarak anlaşılmış ve farklı iktidar merkezleri arasında paylaşılmıştır.

Avrupa'da Kilise, bu feodal ilişkiler zincirinin içinde yer alır. İnsanların günahlarından arınmak ve
öldüklerinde cennete gidebilmek için mallarını Kiliseye bağışlamaya teşvik edilmesi, Kiliseyi en büyük feodal
güçlerden biri haline getirmiştir. Bu durum aynı zamanda, Kilisenin bu topraklar üzerinde yaşayanlar bakımından
önemli siyasal yetkileri de kullandığı anlamına gelmektedir. Kilise, ayrıca eğitim kanallarını elinde tutması ve
engizisyon gibi bir yaptırım gücüne sahip olması nedeniyle, bazı bakımlardan ülkedeki bütün feodal beylikler ve
onlara tabi insanlar üzerinde de yetki kullanabilen güçlü bir iktidar merkezi haline gelmiştir. Kilise, Orta Çağ siyasal
düşüncesine yön veren ilkeyi “her türlü iktidar Tanrıdan gelir” sözüyle ortaya koymuştur.

Hıristiyanlık

Orta Çağ’da Avrupa düzeyinde tek örgütlü güç olan Kilise, Roma’nın bıraktığı iktidar boşluğunu doldurmak
için krallar veya imparatorluk iddiasındaki krallar ile mücadele halindedir. Matta İnciline göre, siyasi alana ve
hükümdarların kararlarına karışmamak, bizzat İsa'nın izlediği politikaydı. İsa onlara; Öyle ise Kayserin şeylerini
Kaysere ve Allah'ın şeylerini Allaha ödeyin dedi.

Aziz Pavlus da, tüm iktidarların Tanrı'dan geldiğini söyleyecektir. İktidar olgusunun kendisinde Tanrısal bir
özellik vardır. Uyruklarına zulmeden, hatta Hıristiyanlığı ret eden kralların iktidarı da Tanrı'dan gelir. İktidara karşı
gelenler Tanrı'ya da karşı gelmiş olurlar.

‘bu söz bir bütün olan iktidarı ikiye bölüyor; hükümdarın (dünyevi) iktidarıyla kilisenin (ruhani) iktidarını
ayrıştırarak mutlak iktidar düşüncesini zayıflatıyordu. İkinci olarak, bu iki iktidar arasında bir uyuşmazlık
olduğunda, dünyevi işlerle uğraşan hükümdara göre, tümüyle Tanrısal işlerle uğraşan Kilisenin sözünün Tanrının
buyruklarını daha doğru biçimde yansıttığı ileri sürülebilecekti. Hıristiyanlık iyice güçlendikten sonra, M. S. 5.
yüzyılda Papa I. Gelasius, hem siyasi, hem de dini iktidarın yani kralların ve papanın iktidarının Tanrı'dan geldiğini
doğrulayacak ama ekleyecektir: Bu iki iktidar çatıştığında üstün olan dini iktidardır, dünyevi iktidar ruhani iktidara
tabi olmalıdır. Kilisenin üstünlük kazanmasının en ilginç örneği, Papaya karşı savaşını kaybeden imparator IV.
Henry’nin 1077 yılında Papa’ya günahlarını affettirmek için Kanassa Şatosu’na gitmesi ve Papa’nın İmparator u
aç ve çıplak ayak karların içinde üç gün bekletmesidir.

III - TEOKRATİK İKTİDAR ANLAYIŞI

A - Tanrı Devleti: Aziz Agustinius

Tunus doğumlu olan Aziz Agustinius (354-430), Hıristiyanlığı felsefi açıdan temellendirmeye çalışan ilk
düşünürdür. Devlet teorisi açısından önemli eseri Tanrı Devletinde, Yunan ve Roma düşüncesiyle Hıristiyanlığı

32
uzlaştırmaya çalışmıştır. Eserini, 410'da Vizigotların Roma'yı işgal ederek yağmaladığı dehşet ortamında yazmış
ve halk arasında giderek yayılan inançlara karşı Hıristiyanlığı savunmuştur.

Agustinius: Tanrı evreni altı günde yoktan var etmiştir, ardından özgür iradeyle donattığı Adem’i
yaratmıştır. Ancak Adem, Tanrının buyruğuna uymayıp yasak meyveyi tadınca günahkâr olmuştur. Bu ilk günahın
sonucu, Adem’in aklının cehalet ile kararması ve özgür iradesinin zayıflamasıdır. Adem ile Havva’nın işlediği ilk
günah kalıtsal olarak sonraki nesillere geçtiğinden, herkes günahkârdır, lanetlidir; meğerki Tanrı tarafından
affedilmiş olsunlar.

Böylece insanlık, lanetlenmişler ile Tanrının lütfü sayesinde günahtan kurtulmuşlar şeklinde iki kesime
ayrılır. Agustinius günahtan kurtulmuşların Tanrı Devletinin, günahkârların ise Yeryüzü Devletinin yurttaşları
olduğunu söyler.

Agustinius Yeryüzü Devletinin (dünyevi iktidarın) kaderi yok olmaktır der. Nitekim Roma İmparatorluğu bu
kadere boyun eğmiştir. Kalıcı olan Tanrı Devletidir. Agustinius, Tanrı Devleti’ni temsil eden Kilisenin siyasal
iktidara üstünlüğünü savunmakta zorluk çekmedi. O dönemde Roma İmparatorluğunun yıkılış süreci içinde oluşu,
barbar akınları nedeniyle ortaya çıkan büyük kaos, insanları Roma’nın bıraktığı boşluğu dolduracak bir otorite
arayışına yöneltmişti. Toplumu adaletle yönetmeyen hükümdarlar Tanrıya karşı sorumludur. İnsanların bu tür
baskıcı yönetimlere karşı ayaklanması veya sivil itaatsizlik benzeri barışçıl direnişleri söz konusu değildir. Çünkü
büyük zulümler de yapsa, Tanrıdan gelen iktidar mukaddestir. Agustinius kölelik statüsünü ilk günaha bağlar ve
Tanrının takdiri olarak değerlendirir. İnsanın erdemleri akıl yoluyla bulamayacağını, bunun için İncil’e bakması
gerektiğini söyler. İnsan ancak iman ederek doğruyu bulabilir ve erdemli bir hayat yaşayabilir.

B - Tanrısal Yasaların Üstünlüğü: Aquino’lu Thomas

Hıristiyan inancını her soruya cevap verebilen sistemli bir felsefeye dönüştürmeye çalışan Aziz Thomas
(1225-1274), bugünkü İtalya'da Napoli yakınlarında doğdu. Soylu bir aileden gelen düşünür, iyi bir eğitim almış
ve Avrupa'nın her yerini dolaşmıştır. Başlıca hedefi, Aristoteles'in düşüncesiyle Hıristiyanlığın sentezini
gerçekleştirmektir. Aziz Pavlus'un bütün iktidar Tanrıdan gelir sözünü tartışmış ve “bütün iktidarlar Tanrı'dan
halk aracılığıyla gelir'' şeklinde değiştirmiştir. Ona göre, iktidarın yegâne kaynağı Tanrı'dır ama yeryüzünde
iktidarı kimin kullanacağına Tanrı karar vermez. İktidarı kimin kullanacağını ve yönetim biçimini halk belirler.
Aquino'lu Thomas'ın iktidarın kaynağı ile kullanımı arasında bir ayrım yapması ve halka sınırlı da olsa bir rol
tanıması demokrasi düşüncesinin gelişimine katkıda bulunacaktır.

Thomas, yasayı “toplumu yönetme görevini üstlenmiş olan yöneticinin, ortak yararı sağlamak amacıyla
koyduğu ve yayımladığı aklın emri'' olarak tanımlar. Bir yasanın adil olup olmadığı üç aşamada denetlenir.
Öncelikle, yasanın amacı yöneticinin kişisel çıkarı değil, kamu yararı olmalıdır. İkinci olarak, yasa koyucu
yetkilerinin sınırını aşmamalıdır. Üçüncü olarak, yasanın içeriği insanlara haksız külfetler getirmemelidir. Yasalar
sadece yöneticilerin koyduğu kurallardan ibaret değildir. Dört çeşit yasa vardır; l) ölümsüz yasa, 2) doğal yasa, 3)
kutsal yasa, 4) pozitif yasa. Ölümsüz yasa, evrenin Tanrı tarafından yönetildiğini bildirir. Doğal yasa, “iyilik yap,
kötülükten kaçın” ilkesiyle özetlenebilir. Tanrısal akıldan pay almış olduğu için iyiyi kötüden ayırma kapasitesi
bulunan insan, davranışlarını bu yasaya uygun olarak düzenleyebilir. Kutsal yasa, doğal yasanın aksine, akıl ile
kavranmaz: Vahiy ve iman aracılığıyla sezilebilir. İnsan ile yaratıcısı arasındaki ilişkileri düzenleyen kutsal yasayı
kavrayıp topluma duyurma işi kilisenindir. Pozitif yasalar insan yapımı yasalar olup, diğer tüm yasalara uygun
olmak durumundadır.

Pozitif yasalardan ölümsüz yasaya doğru yükselen yasalar hiyerarşisi, iktidarı sınırlar. Bir yönetim üstün
yasalara aykırı davranarak tiranlığa dönüştüğünde, direnme hakkı doğar. Aziz Thomas bu görüşüyle, Aziz
Pavlus’tan bu yana kabul edilen, tanrısal kaynağı nedeniyle tüm iktidarlara boyun eğilmesi gerektiği anlayışına
karşı çıkmış olmaktadır. Aslında bu görüş “iki kılıç” öğretisinden de farklıdır. İki kılıç öğretisinde, devletin Kilise
ye, Kilise nin de devlete karışmaması şeklinde, adeta birbirine eşit iki güç arasında bir tür kuvvetler ayrılığı söz
konusudur. Aquino’lu Thomas, hükümetlerin ilahi yasalara aykırı düşüp düşmediğini, bu bağlamda
meşruiyetlerini yitirip yitirmediklerini belirleme yetkisini kiliseye vererek, Kiliseyi devletten daha güçlü kılmıştır.
Yine de, Thomas’ın sözünü ettiği gayrı meşru iktidara karşı direnme hakkı, halkın ayaklanma hakkı değildir.
Meşruiyet konusunda karar verme yetkisi kilisenindir. Kilise bir iktidarın meşruiyetini yitirdiğini tespit ettiğinde,
harekete geçecek olanlar kamu otoriteleridir, halk değil. Aquino’lu Thomas’ın kamu otoriteleri harekete
geçmediğinde kişilere pasif direnişten başka bir seçenek tanımaması, direnme hakkını, yalnızca kilisenin siyasi
iktidara üstünlük mücadelesinin bir aracı olarak düşündüğünü gösteriyor.

Katolik Kilisesinin Gücü

İmparator Konstantin’in (M. S. 312) Hıristiyanlığa geçişinden sonra, Hıristiyanlık imparatorluğun resmi dini
haline getirildi. Bunun üzerine kilise dünyevi güçlerle uzun süreli ortaklığa girdi.

410’dan sonra Alarik önderliğindeki Vizigotlar Batı uygarlığının merkezini yakıp yıktıkları zaman kiliseler

33
önem kazandı. Romanın düşüşü, kilisenin Batıda daha da yükselişini mümkün kıldı... Batı Roma İmparatorluğunun
çöküşünden sonra, Akdeniz bölgesi doğu ve batı olarak ikiye ayrıldı. Yunanca ve Latince konuşulan bölümlerin
idari alanlara bölünmesi olarak ortaya çıkan çatlak, politik bir uçuruma dönüştü. Hıristiyanlık da aynı bölünmeyi
yansıttı, çünkü Yunan kilisesinin ayinleri Konstantinopolis’ten yönetilirken, kilisenin diğer parçası Roma’da üst-
lenmiş ve Latince dilini kullanıyordu.

Roma’daki piskopos, herhangi bir imparator gibi, diğer yüksek rütbeli din adamlarına söz hakkı
tanımaksızın gücünü kullanabilen bir papa haline geldi.

T. Hobbes’un geçmişi hatırlayarak şunları söylemesi nedensiz değildir: “İnsan bu büyük kilise hâkimiyetinin
aslını düşünürse, kolayca görecektir ki, Papalık, ölmüş Roma İmparatorluğunun kendi mezarı üstünde taç giymiş
oturan hayaletinden başka bir şey değildir. Çünkü Papalık da aynı putperest gücün harabeleri arasından, tıpkı bir
hayalet gibi ansızın ortaya çıkmıştır.”

Papalığın söyledikleri “tartışılmaz” olarak kabul ediliyordu... Karşı görüşte olanları bulup cezalandırmak
amacıyla kurulan Kutsal Engizisyon Mahkemeleri, ortaçağ kilise sisteminin dini bir polis devleti niteliği taşıdığını
tam anlamıyla doğruladı.

IV - LAİK İKTİDAR ANLAYIŞI

Orta Çağ’a egemen olan “her türlü iktidar Tanrı’dan gelir” görüşü Avrupa’da ancak 18. yüzyılda aşılmasına
rağmen, bazı düşünürler çok daha erken tarihlerde bu dogmayı tartışmaya açmıştır. O tarihlerde büyük bir cesaret
ve engin bir entelektüel kapasite gerektiren bu yaklaşımı sergileyen düşünürlere, biri Batı’dan diğeri Doğudan iki
örnek vereceğiz. 14. yüzyılda yaşamış olan bu düşünürler Padovalı Marsilius ile İbni Haldun’dur.

A - İnsan Yapımı Yasaların Üstünlüğü: Padovalı Marsilius

Bir kuzey İtalya kenti olan Padova’da 1275 yılında doğan Marsilius (1275- 1342) tıp eğitimi görmüştür.
Daha sonra Paris’e yerleşen ve bir dönem Paris Üniversitesinde rektörlük yapan düşünürün 1324 yılında
tamamladığı Barışın Savunucusu adlı eseri, Kilise tarafından şiddetle kınanır. Avrupa’da 16. ve 17. yüzyıllarda
devlet iktidarının egemen iktidar olarak kabulünde, Marsilius’un görüşleri elverişli düşünsel ortamı sağlamıştır.

Marsilius, Barışın Savunucusu adlı kitabında, Aristoteles’e referans vererek devletin doğasını,
fonksiyonlarını ve organizasyonunu inceler: Devletin temel görevi herkesin mutluluğunu sağlaması, barış ve
güvenlik getirmesidir. Bu görevler ancak yasalarla gerçekleştirilir. Tanrısal yasaların bu dünyada yaptırım gücü
yoktur. Bunun nedeni, kuşkusuz Tanrının bu dünyada etkili olamaması değil, Tanrısal yasalara aykırılığın
yaptırımının öteki dünyaya bırakılmış olmasıdır. Zaten, kişi ölünceye kadar herhangi bir zamanda tövbe ederek
bağışlanmayı ve bu yasaların yaptırımından kurtulmayı Tanrıdan dileyebilir.

Pozitif yasaları akıllı ve yetenekli kişiler hazırlayacaktır. Ancak bu kişiler devlet için neyin iyi neyin kötü
olduğuna karar veremez; bunu bir bütün olarak toplumun kendisi yapacaktır. Kişiler veya toplum kesimlerinin
ortak yararı düşünerek hareket etmek yerine, kişisel veya özel çıkarları dikkate alarak karar vermeleri
muhtemeldir. Yasayı bütün yurttaşlar topluluğu veya onun ağırlıklı bir bölümü doğrudan veya temsilcileri
aracılığıyla yaptığı takdirde ortak yarar güvence altına alınabilecektir.

Padovalı Marsilius, yönetim biçimleri konusunda Aristoteles'in sınıflandırmasını aynen kabul eder.
Aristoteles iyi yönetimleri kötü yönetimlerden ayıran ölçüt olarak kişisel/sınıfsal çıkarın mı, yoksa kamu yararının
mı gözetildiğini dikkate almıştı. Marsilius bu kritere bir yenisini ekler. İyi yönetim kamu yararına yönetim olduğu
kadar halkın iradesine uygun veya halkın rızasına dayalı yönetimdir. Toplum, yetkisini kötüye kullanan hükümdarı
görevden alabilir.

Kilise dünyevi konularda yetkisizdir. Din adamlarının temel görevi kişileri dini açıdan eğitmekle sınırlıdır.
Bu yetki, kişilere zorla bir inanç aşılama veya inanç alanında mutlak doğruyu belirlemeyi içermez. Pozitif yasalar
yargılama yetkisini hükümdara veya atanmış yargıçlara verir. Tanrısal yasalara göre ise, yargılama yetkisi yalnızca
Tanrı'ya aittir. Kilise, toplumda barışı ve düzeni sağlayan siyasi iktidara tabidir.

Dördüncü Bölüm

ULUS DEVLET

Avrupa'da siyasal iktidarın XVI. ve XVII. yüzyıllarda büyük bir değişim geçirdiği, herkesin üzerinde anlaştığı
bir konudur. Bu köklü değişimin belirlediği yeni iktidarın adlandırılması konusunda da büyük bir mutabakat
olduğu söylenebilir: Ulus Devlet veya Modern Devlet

EGEMEN İKTİDARIN DOĞUŞU

34
Modern devlet teorisi, Avrupa Orta Çağ'ı dikkate alınarak oluşturulmuştur. Orta Çağ Avrupa'sında siyasal
iktidarın kaynağı Tanrıya dayandırılmıştır. Çeşitli iktidar odakları üstünlük mücadelesine girişmiştir. Bunlar Papa,
kral ve feodal beydir. Modern devletin ilk bakışta ayırt edilebilen temel özelliklerinden biri, bu üstünlük
mücadelesine son vermesi ve çok sayıda yerel birimi bir siyasal merkez etrafında birleştirmesidir. Kral hem
kiliseye, hem de feodal beylere ve özerk şehirlere üstünlüğünü kabul ettirmiş, egemen iktidar haline gelmiştir.
Ulus olarak adlandırılan toplumsal bütün, tarih sahnesine yeni bir global toplum olarak çıkacaktır.

Ulusun Doğuşu

Avrupa’da bu süreç, ekonomik yönden feodalizmden kapitalizme geçiş süreciyle eş zamanlıdır. Feodalizm
tarıma dayalı bir ekonomiydi, kapitalizm ise ticarete dayalı bir ekonomi olarak ortaya çıkacak, sonrasında sınai
üretimle gelişecektir. Bu durum sosyal sınıfların konumunu da etkileyecek; gücünü toprak sahipliğinden alan
aristokrasi zayıflarken, ticaret yoluyla zenginleşen burjuvazi güçlenecektir.

Ticaret burjuvazisi giderek güçlenmektedir, ama ticari faaliyetlerini daha da geliştirmek bakımından ciddi
engellerle karşı karşıyadır. Her kent cumhuriyeti ile her feodal beylik kendine özgü kurallar, yasaklar, haraç ve
vergi sistemleri uyguladığı ve bu birimler bazen tüccarları keyfi biçimde tutuklayıp mallarına el koyduğu için,
ticaret burjuvazisinin geniş ve güvenli bir pazara ihtiyacı vardır. Burjuvazi için en elverişli ölçek, kralların üstünlük
kurmaya çalıştıkları, 40-50 veya daha fazla yerel birimi barındıran ulusal ölçektir. 15. yüzyıla gelindiğinde,
İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz’de krallar ülkelerinin siyasal birliğini sağlamış, uyrukları arasında bir ulusa
ait olma duygusunu pekiştirmiştir.

Bunu başaramayan ülkeler de vardır, örneğin İtalya, 13. yüzyıla gelindiğinde feodal ekonomiden
kapitalizme geçmeyi başarmış, zengin ticaret burjuvazisinin yönettiği çok sayıda kent cumhuriyetini ortaya
çıkarmış, ama bu birimler arasında bir siyasal birlik kuramadığı için ulus haline gelememiştir.

Egemen iktidar rakipsiz iktidardır, tektir ve mutlak yetkilidir. Siyasal iktidarın bu köklü değişiminin teorik
açıklaması, en iyi, o çağa tanıklık etmiş olan düşünürlerden Nicola Machiavelli, Jean Bodin ve Thomas Hobbes’un
görüşleri çerçevesinde incelenebilir. Egemenlik teorisini kendi iç çelişkilerinden kurtaran ve adeta geometrik bir
kesinlik biçiminde mükemmel hale getiren J. J. Rousseau’dur.

A- Laik İktidar: Nicola Machiavelli

Modern devletin önceki devlet biçimlerinden ayırt edici özelliklerinden biri, laik bir iktidar modeli ortaya
koymasıdır. Avrupa’da 17. yüzyıla gelindiğinde, Rönesans hareketinin etkisiyle, Kilisenin görüşleri her bakımdan
eleştiriye uğradığı gibi, siyasi gücü kullananlar daha az dini referanslar kullanmaktadır. Machiavelli’nin böyle bir
ortamda yazdığı Hükümdar (Prens) adlı kitabı modern devlet teorisinin temel kaynakları arasında gösterilecektir.

İtalyan Rönesans hareketinin önemli isimlerinden biri olan Nicola Machiavelli (1469-1527), eserleriyle
İtalya'nın birliğini sağlayacak güçlü bir merkezi hükümetin savunucusu olmuştur. İtalya toprakları, sık sık
birbirleriyle çatışan çok sayıda kent devletine ev sahipliği yapmaktadır. Bu kent devletlerinin en önemlileri
Venedik, Milano ve Machiavelli’nin yaşadığı Floransa'dır. İtalya topraklarının bir kısmı da, doğrudan Papa
tarafından yönetilmektedir.

İtalya'nın Ulusal Birliği

Machiavelli, İtalya'nın ulusal birliğini nasıl sağlayabileceğine ilişkin görüşlerini, görevinden uzaklaştırılıp,
bir tür sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldığı Floransa yakınlarındaki bir çiftlikte kaleme alır. Katolik Kilisesinin
Hükümdar (Prens) kitabının şeytan tarafından yazıldığını söylemiştir. 1870'te İtalya siyasal birliğini nihayet
gerçekleştirdiğinde, Machiavelli saygıyla anılır. 1920’lerde demokratik rejimi yıkarak İtalya’da bir diktatörlük
kuran Benito Mussolini, “Machiavelli bugün dört yüzyıl önce olduğundan daha canlıdır” diyecektir.

Hükümdar adlı kitapta nasıl bir hükümdar portresi çizilmiştir? İtalya'nın birliğini sağlayacak bir hükümdarın
ne yapması gerektiği konusunda gerçekçi olacağı konusunda okuyucuyu uyarır: “Bütün hükümdarlar iyi ya da
kötü nitelikleriyle anılırlar. Kimi cömert, kimi açgözlü, kimi gaddar, kimi merhametli, kimi yalancı, kimi sözünün
eri... kimi dindar, kimi dinsiz. Bu saydığım niteliklerden iyi olanlarının bir hükümdarda bulunmasının övgüye değer
olduğunu herkes kabul eder, bunu biliyorum. Ancak bunların tümünün bir arada bulunması, bunların tümüne
uyulması insan tabiatına uygun olmadığı için, hükümdarın çok ihtiyatlı olması gerekir... Bazı özellikler fazilet gibi
gözükür fakat yıkım getirir, bazı özellikler de kusur gibi gözükür fakat güvenlik ve esenlik sağlar.”

“Cömertlik iyi bir özellik olarak kabul edilir. Fakat cömert bir hükümdar savurgan olur, kısa sürede hazineyi
tüketir. Cömertliğini korumak için yurttaşlara ağır vergiler yüklemek veya mallarına el koymak zorunda kalır.

35
Halkın nefretini çekecek bu tür yöntemlere başvurmaktansa, cimri olarak tanınmak daha iyidir. Zalimlik kötü bir
özellik olarak düşünülür. Fakat merhametli hükümdarlar çoğu kez düzeni sağlayamaz. Uyruğunu birlik ve
beraberlik içinde tutmak isteyen bir hükümdar, merhametsizlikle suçlanmaktan çekinmemelidir. Çünkü bütün
ülkeyi altüst edecek, soygun ve kıyıma yol açacak düzensizliğe göz yummaktansa, ibret verici bazı
cezalandırmalarda bulunmak daha insani olacaktır.

Korkulan bir insan olmaktansa sevilen bir insan olmak mı, yoksa sevilen bir insan olmaktansa korkulan bir
insan olmak mı daha iyidir? Buna cevap olarak hem sevilen hem de korkulan bir insan olmak gerekir derim. Fakat
bu iki özelliği bir arada bulundurmak güç olduğundan, birisinden vazgeçmek gerekirse, korkulan insan olmak daha
iyidir derim. Çünkü insanlar genellikle nankör, değişken, ikiyüzlü, tehlikeden kaçan, çıkarlarında hasis
yaradılıştadırlar... Yaradılıştan kötü oldukları için, çıkar karşısında sevgi bağları yok olur. Oysa korku ile bağlanmış
insanlar ceza tehdidi altında oldukları için bu bağlar hiçbir zaman onların yakasım bırakmaz.”

“Bir hükümdarın sözünde durmasının, sinsi değil içtenlikle davranmasının ne kadar övgüye değer olduğunu
herkes elbette kabul eder. Fakat deneyler bize göstermektedir ki, büyük işler yapmış hükümdarlar verdikleri sözleri
fazla dikkate almamışlar, ustalıkla insanları aldatmışlardır... İhtiyatlı bir hükümdar, kendisine zararı dokunuyorsa,
verdiği sözü tutmaz. Söz vermesini gerektiren şartlar değişmişse, yine sözünde durmasına gerek yoktur. İnsanlar
iyi olsaydı, bu davranış biçimi kötü olurdu. Fakat insanlar kötü olduklarına ve onlar verdikleri sözde durmadıklarına
göre, siz de verdiğiniz sözde durmak zorunda değilsiniz...

Hükümdar sadece yaşamını ve devletin varlığını sürdürmeyi amaçlar. Bunu sağlamak için başvuracağı
araçlar her zaman doğru ve övgüye değer olacaktır.”

İktidarın Kaynağı

Machiavelli’nin, “amaçlar araçları meşru kılar” sözü vardır. Amacına ulaşmak için hükümdarı sınırlayacak
dini veya ahlaki bir yasa kabul etmez. Machiavelli, kitabının hiçbir yerinde, güçlü hükümdarın yetkisini Tanrıdan
aldığını söylemez. Nereden aldığı konusunda da bir açıklama yapmaz. Machiavelli, hükümdar için
söylediklerinden çok, söylemedikleri için eleştirilmektedir. İktidarı meşrulaştırma gayreti göstermemektedir.

Machiavelli, iktidarın kaynağına ve niteliğine ilişkin bütün metafizik betimlemelerin, aslında iktidar
ilişkisinin zorunlu unsurları olmadığını, yalnızca onu meşrulaştırmak için kullanıldığını söylemektedir. Hükümdar
adlı kitapta, Sofistlerden bu yana ilk kez bir düşünür çıkıp, siyaset başka ahlak başkadır demektedir.

Machiavelli’nin düşüncesinde Orta Çağ anlayışını aşan, onu Yeni Çağ’la buluşturan tek nokta, iktidarın
kaynağını Tanrıya dayandırmaması değildir. Onun, halkı pasif de olsa bir siyasi aktör durumuna getiren görüşleri
önemlidir. Machiavelli’ye göre, İtalya’da iktidar ilişkisinin tarafları soylular ile halktır. Bu ilişki, kesin ve
uzlaştırılamaz nitelikte bir karşıtlık içerir: Soylular halka baskı yaparak yönetir, halk ise bu baskıdan kurtulmaya
çalışır. Machiavelli, soylular ile yapılacak ittifaka asla güvenilemeyeceğini, çünkü soyluların her zaman
hükümdarın makamında gözü olduğunu söyler. Oysa halkın iktidarı ele geçirmek gibi bir siyasal hedefi yoktur;
halk yalnızca iyi yönetilmek ister. Hükümdar halkı silahlandırarak, ulusal bir ordu kurmalıdır.

İktidarın Meşruiyeti

Güçlü bir hükümdar İtalya'nın siyasal birliğini sağlayabilir ama iktidarının kuşaklar boyu sürmesi için, bir
şekilde toplumun gözünde meşrulaştırılması gerekir. J. J. Rousseau’nun dediği gibi, “en güçlü gücünü hak, boyun
eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça, hep egemen kalacak kadar güçlü değildir”.

Machiavelli, hükümdarın iktidarını meşrulaştıracak bir çaba içine girmediğinden, iktidarımı hep zora
başvurarak sürdürmek durumunda kalacak, ölümünden sonra iktidarın ne olacağı ise belirsiz kalacaktır.
Söylevlerde bu konuyu ele alır: "… bir cumhuriyetin ya da krallığın kurtuluşu, yaşarken kendisini yönetecek
basiretli bir prense sahip olmak değil; ama öldükten sonra bile sürmesini sağlayacak şekilde onu düzenleyecek
kişiye sahip olmaktır.”

Machiavelli, Söylevler’de, eski Roma siyasal düşüncesinde ve uygulamasında benimsenen karma yönetim
(Cumhuriyet) biçiminin rejim değişikliği ve iç savaşlara karşı daha dirençli olduğu fikrini paylaşır. Ona göre,
tarihsel örneklerin kanıtladığı üzere, monarşi, aristokrasi ve demokrasinin esaslı unsurlarını içeren bir yönetim
biçimi, devletin uzun ömürlü olması için tercih edilmelidir. Birinde mutlak monarşiyi, diğerinde cumhuriyeti
(karma yönetimi) öneren iki kitap birlikte değerlendirildiğinde, düşünürün görüşünü şu şekilde özetlemek
mümkündür: İtalya, birliğini sağlamak üzere mutlak monarşi olarak kurulacak, birlik sağlandıktan sonra, devletin
sürekliliğini güvence altına almak için Cumhuriyet yönetimi benimsenecektir.

36
Bununla birlikte, Fransa ve İspanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde Machiavelli’nin düşündüğü nitelikte
hükümdarlar işbaşına gelmiştir. Bu hükümdarlar, en üstün iktidar durumuna gelmeyi başardıkları gibi, karma
yönetim uygulaması söz konusu olmaksızın da devletin sürekliliğini sağlamışlardır. Artık bu yeni iktidar modelinin
yeni bir iktidar teorisine ihtiyacı vardır. Hükümdarın en üstün iktidar olduğunu, yetkisini Tanrı’dan almadığı halde
sürekli olduğunu, dini veya ahlaki kurallarla bağlı olmadığını ama yine de meşru olduğunu söyleyen bir teori. Yeni
iktidarın sürekliliği ve meşruluğu için kullanılabilecek görüşleri Jean Bodin ve Thomas Hobbes dile getirecektir.

Tartışma Konusu 13

Monarşik Yönetimin Büyüsü

Alman filozof Arthur Schopenhauer (1788-1860), Immanuel Kant’ın en çok değer verdiği öğrencisi,
Nietzsche’nin de ilk akıl hocasıdır. “Monarşik yönetim biçimi, insanlar için en tabii yönetim biçimidir. Tıpkı arılar
ve karıncalar, göç halindeki turnalar, gezgin filler, sürü halinde av arayan kurtlar, diğer pek çok hayvan gibi.
Bunların tümü de, uğraştıkları şey ne ise, onun başına içlerinden birini geçirirler.

Her ne kadar kalp, akciğerler ve mide de bütün vücudun varlığını devam ettirmesine çok büyük bir katkıda
bulunuyorsa da, bu sebepten ötürü bu ayak takımının önder ve yönetici olmasına izin verilmez. Sadece beyne ait
olan bir görevdir bu ve idare tek bir merkezi noktadan kaynaklanmalıdır.

Güneş sistemi bile monarşik bir yapıya sahiptir.

Öte yandan, cumhuriyet idaresi, daha yüksek bir düşünsel hayata, sanata ve bilimlere elverişsiz olduğu
ölçüde insanlar için doğal değildir. Dolayısıyla, dünyanın her yerinde ve bütün zamanlarda, ister medeni ister vahşi
olsun, isterse de bu ikisinin arasında bir konumu işgal etsin, uluslar daima monarşik yönetim biçimine sahip
olmuşlardır. Çok sayıda kişinin hükümranlığı, Homeros’un dediği gibi, hiç de iyi bir şey değildir. Sadece tek bir
yönetici, tek bir kral olmalıdır...

Özel olarak cumhuriyetlere atfedilen ve gözden kaçırılmaması gereken bir başka dezavantaj da, bu
yönetim biçiminde yetenekli insanların yüksek konumlara ulaşmasının... monarşiden daha güç olmasıdır. Bir
monarşi rejiminde budalaların zihinsel üstünlüğe sahip insanlara karşı oluşturdukları bu tabii ve evrensel ittifak
tek yanlıdır ve sadece aşağıdan örgütlenebilir. Zira monarşik yönetimlerde zekâ ve yetenek yukarıdan tabii bir
müdafaa ve destek görür. Kendi çıkarlarının ülkesininkiler ile sıkı sıkıya bağlı, onlardan ayrılmaz ve onlarla özdeş
olduğunu gördüğü için, tabii olarak en iyi insanları tercih ve himaye edecektir...

Cumhuriyet idareleri doğal değil, sunidir; sadece düşüncenin ürünüdür. Ayrıca eski dünyada cumhuriyet ile
idare edilen devletlerin ömrü, monarşilerle mukayese edildiği zaman hayli kısaydı.”

B- Egemen İktidar: Jean Bodin

Machiavelli’nin hükümdarında, hükümdarın iktidarının mutlak olduğu söylenebilir. Yine, hükümdar


yetkisini kullanırken Kilise, halk meclisi veya soyluların oluşturduğu senato gibi bir kurumun onayını almak
zorunda olmadığından, iktidarının bölünmüş olduğu da söylenemez. Machiavelli, Hükümdar adlı eserinde tek,
mutlak ve bölünmez olan egemen iktidar modelini ortaya koyar ama bu kavramları kullanmaz. Bu teorik eksikliği
Jean Bodin giderecektir.

1576 yılında, üç önemli gelişmeyle, Bodin mesleğinin zirvesine ulaştı: Önce krallık savcılığına atandı,
ardından ünlü eseri Devletin Altı Kitabı’nı yazdı ve üçüncü tabakanın (burjuvazinin) temsil edildiği meclisin üyesi
oldu.

Ulus devletin iktidarını, egemenlik kavramıyla nitelendiren ilk düşünür Bodin’dir.

Avrupa’da egemen devlet, Orta Çağ’ın sonu ile Yeni Çağ’ın ilk dönemlerindeki uzun zaman diliminde,
mutlak monarşiler olarak fiilen ortaya çıkmıştı. Bodin’in yaptığı, fiilen var olan egemen iktidarları niteleyecek
uygun kavramları bularak teorik çerçeveyi çizmekti. Özellikle Fransız kralları, feodal beylik, Papalık ve Roma-
Cermen İmparatorluğu’na karşı verdikleri savaşlardan galip çıkarak içte ve dışta kesin üstünlüklerini sağlamışlardı.
Bodin, Fransız monarşisinin bu üstünlüğünü nitelemek için Latince "en üstün iktidar” anlamına gelen superanus
sözcüğünün Fransızcadaki karşılığı olan souverainete (egemenlik) sözcüğünü kullanır.

Devletin Altı Kitabı isimli çalışmasını yazarken Bodin’in iki hedefe yöneldiği belirtilir. Birincisi, zekâsına
hayranlık duyduğu ama ahlak dışı görüşlerinden ürktüğü Machiavelli'nin fikirlerini çürütmek; ikincisi, siyaset
konusunda çağının Aristoteles'i olmak. Bodin, çağdaşı yazarların siyaset ile ahlakı birbirinden ayırarak adalete
gereken önemi vermediklerini belirtir.

37
Egemen Devletin Özellikleri

Bodin, egemenlik teorisine devletin tanımını vererek başlar: “Devlet, ailelerin ve onların ortak varlıklarının
egemen güç tarafından adaletle yönetimidir" Bu tanımda dört unsur öne çıkıyor: Aile, ailelerin ortak varlıkları,
egemen güç ve adalet.

Aile

Aileyi hem devletin kurucu birimi, hem de küçük bir modeli olarak düşünür. Aristoteles'in kent devletinin
(polisin) iktidarını açıklarken aileyi göz ardı etmesini eleştirir. Bodin’in sözünü ettiği aile, Roma örneğindeki
ataerkil ailedir. Bu ailede babanın otoritesi mutlaktır; aile üyelerinin yaşamı ve ölümü üzerinde tek karar vericidir.
Babanın iktidarının kaynağı Tanrı olduğundan, otoritesi sorgulanamaz. Bodin, kralın iktidarını aile reisinin iktidarı
gibi doğal, mutlak ve sorgulanamaz olarak görmüştür. Ancak bu benzetmede bazı tutarsızlıklar söz konusudur:

Baba otoritesinin doğallığı, ailenin doğal bir toplumsal birim oluşundan kaynaklanır. Oysa devlet yapay bir
kurum olduğundan, kralın otoritesinin doğal bir nitelik taşıdığı söylenemez. Bir başka zayıf noktası, aile
birimlerinden devlete geçiş sorununa ilişkindir...

Bodin’in Roma tipi ataerkil aileyi devletin temel birimi kabul etmesinin önemli iki sonucu vardır. Birincisi,
aile üzerinden özel mülkiyet hakkı dokunulmaz kılınmaktadır. Aile, devletten önce doğal bir birim olarak var
olduğundan ve devletin kurucu birimi olarak görüldüğünden, Bodin’e göre, egemen sıfatını haiz olsa da, devlet
özel mülkiyete dokunamaz. İkincisi, aile reisleri özgür insanlardır; bu durum devletin zorbalık veya tiranlık
olarak adlandırılacak bir rejime sahip olamayacağını gösterir. Bodin, rejim olarak mutlak monarşiyi savunmakla
birlikte, aileyi devletin temeli olarak kabul etmesiyle bu iktidarın bazı sınırları olduğunu da söylemiş oluyor.

Ailelerin Ortak Varlıkları

Ortak veya kamusal olan bu varlıklar; kamu hazinesi, kamuya ait araziler, kentler, sokaklar, pazaryeri, dini
mekânlar, yasalar, gelenekler ve benzeri varlıklardır. Devlet, özel mülkiyet gibi “özel” veya “kişisel” olmayan bu
varlıkları yönetecektir. Bir başka deyişle devlet kamusal olandır, kamusal varlıkların yönetimidir. Bodin’in aile ve
özel mülkiyet ile kamusal varlıklar arasında yaptığı ayrım, ilerde liberal düşünürler tarafından geliştirilecek olan
özel alan-kamusal alan ayrımına temel oluşturmaktadır.

Egemen Güç

Bodin’e göre, devleti diğer örgütlenmelerden ayıran temel unsur egemen bir iktidar olmasıdır.
Egemenlik, yurttaşlar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güçtür. Gelenekler, insan yapımı yasalar,
kişiler veya kurumlar egemeni sınırlayamaz. Egemen, kendi koyduğu yasalarla da bağlı değildir, çünkü o, istese
de, kendi elini kolunu bağlayamaz. Yasalar, egemenin buyruğudur ve egemen yasaları koyarken senato veya halk
meclisi gibi bir kurumun onayını almak zorunda değildir. Fakat egemenliğin mutlak olması, kralın hiçbir kurala
bağlı olmadığı anlamına da gelmez: “Mutlak iktidarın bütün yasalardan bağışıklık anlamına geldiğinde ısrar
edersek, bütün krallar Tanrısal, doğal ve hatta bütün uluslar için geçerli bazı pozitif yasalara tabi olduğundan,
yeryüzünde egemen olarak nitelendirilebilecek tek bir hükümdar bile bulamayız.”

Egemenliğin sürekli bir güç olduğu görüşü, Bodin’in devlet teorisine yaptığı en büyük katkı olup günümüz
anayasa hukukunda da hala geçerli bir yaklaşımdır. Machiavelli’nin görüşlerinin diğer tüm iktidarlardan üstün,
mutlak bir iktidar anlayışını ortaya koyduğunu, fakat bu gücün sürekliliği konusunda bir açıklama getirmediğini
belirtmiştik. Bodin’e göre iktidarın sürekliliğinin düşünülememesinin nedeni, egemen ile yöneticinin aynı şey
sayılmasıdır. Egemen bir hükümdar, egemenlik hakkını ömür boyu kullanır, ölünce de tahta geçecek kişiye aktarır.
Dönemin mutlak monarşilerinde bu süreklilik, kralın biri doğal, diğeri siyasal iki bedeni olduğu görüşüyle
sağlanmaya çalışılmıştır.

Bodin, egemen ile yönetici veya görevli arasında yaptığı ayrımla, tam bir açıklığa kavuşturamasa da, devlet
ile kralı (egemenlik ile onu kullananı) birbirinden ayırmış olmaktadır. Kral ölür ama krallık (devlet) ölümsüzdür.
14. Louis'ye atfedilen “devlet benim”' sözü bu özdeşliği yansıtır. Kralın askerleri ordu, kralın serveti hazine, kralın
toprakları ülke, kralın uyrukları ulus olarak kamusal bir anlam kazandığında, devleti düşünmek ve kralı devletten
ayrı görmek söz konusu olabilmiştir.

Bodin'e göre, egemen olan devlettir; kral veya meclis yalnızca egemenliğin somutlaştığı devlet organıdır.
Egemenliği hangi organın kullandığı, yasama yetkisini kimin kullandığına göre belirlenir.

Egemenlik sürekliliğini, toplumsal düzenin sürekliliğinden almaktadır.

38
Bodin’e göre, mutlak ve sürekli olan egemenlik, aynı zamanda bölünmez ve devredilemez. Yurttaşlar
üzerindeki bu en üstün iktidar, bir bütün olarak tek bir kişide, bir azınlıkta veya toplumun tümünde olabilir. Bu
bağlamda monarşi, aristokrasi ve demokrasi yönetimleri söz konusu olabilir. Ancak Bodin’e göre, Roma
cumhuriyet geleneği olan ve “karma yönetim” olarak adlandırılan bir rejim, yani kralın, soyluların ve halkın
birlikte yönettikleri bir devlette egemenlik bölünmüştür. Yaşadığı çağdaki Fransa, İspanya ve İngiltere'deki
aristokratik veya demokratik meclislerin kralın iktidarını sınırlayacak otoriteye sahip olmadıklarını belirtir.

Adalet

Bodin, devletlerin güç kullanılarak kurulduğunu kabul eder fakat güç ya da zor kullanılması devletin temel
özelliği değildir. Yalnızca güce dayanarak ancak bir haydut veya korsan çetesinin iktidarı kurulabilir. Devleti bir
çeteden ayıran, adaleti içermesi, hakça bir düzen kurmasıdır. Machiavelli’den farklı olarak, devletin meşru bir
iktidar olduğunu güçlü biçimde vurgular. Devlet varlığını değil ama meşruiyetini ahlaki ilkelerde, doğal veya
Tanrısal yasalarda bulur. Devletin temel amacı, yurttaşların iyiliğini ve mutluluğunu sağlamak; maddi ve manevi
gereksinimlerini karşılamaktır. Bu amaçlar dini ve ahlaki ilkeler reddedilerek gerçekleştirilemez.

“İnsan yasaları ile sınırlı olmayan egemen, doğa yasası ile sınırlıdır. Çünkü doğa yasası insan yasasının
üzerindedir. Egemeni doğa yasasına uymaya zorlayan vicdanıdır. Buna karşın, egemen doğa yasasına uymazsa,
kimse doğa yasasına uymadığı için ona hesap sormaya kalkışamaz. Çünkü doğa yasasını çiğneyen monark
insanlara değil, Tanrıya karşı sorumludur. Egemenlik kavramı ile laik bir siyaset kuramı oluşturmuş olan Bodin, bir
noktada kuramını gene dinsel bir düşünce ile desteklemek zorunda kalmıştır.”

Doğal yasaları gözetmekle yükümlü olan egemen monark, Machiavelli’nin savunduğunun aksine, verdiği
sözden cayamaz. Yapılan anlaşmaya uymak bakımından kral ile uyruk arasında hiçbir fark yoktur. Tanrısal veya
doğal yasa statüsünde olmasa da, Bodin egemen gücün bazı temel yasalar ile de bağlı olduğunu söyler. Bu
yasaları, tahta geçişte ardıllık ilkesine uyulması, kamu arazilerinin sahiplenilememesi ve başkalarına
satılamaması olarak örneklendirir. Egemenin iktidarına getirilen bütün bu sınırlar, ihlal edilmesi durumunda
kişilere direnme hakkı vermez. Egemen kralın iktidarı ne denli şeytani ve despotik olursa olsun, uyrukları ona karşı
bir eyleme girişemez. Tanrısal ve doğal yasalara aykırı olan kral buyruklarına karşı, kişiler eyleme geçemese de,
bir tür pasif direnişte bulunabilir; bu tür buyruklara itaat etmeyebilirler. Ancak, bu yolu seçen kişilerin egemenin
ülkesini terk etmesi gerekir.

Bodin’in Egemenlik Anlayışının Sonuçları

Bodin’in egemenlik anlayışının üç önemli sonucu olduğu söylenebilir. İlk olarak, bu anlayış kamu
otoritesinin bin parçaya bölündüğü kişisel hiyerarşik ilişkiler demeti olan feodaliteye karşı çıkarak merkeziyetçi
bir siyasal yapı ortaya koymaktadır. İkinci olarak, egemenlik tek, mutlak, sürekli ve bölünmez bir iktidar olarak
tanımlandığından, Roma’daki gibi bir cumhuriyet veya karma yönetim tümüyle ret edilmiş olmaktadır. Üçüncü
olarak, iktidarın kaynağı Tanrıya dayandırılmadığından, bu iddiayı ileri süren Papa ve Roma-Cermen İmparatoru
birer rakip olmaktan çıkmaktadır. Kral, egemen güç olarak iktidarını kimseden almamıştır, yeryüzünde Papa ve
İmparator dâhil, kimseye karşı sorumlu değildir.

C- Yeni Bir Meşruiyet Anlayışı: Thomas Hobbes

Machiavelli, hükümdar ile Tanrı arasındaki bağı keserek, ilk bakışta hükümdarın iktidarını tabi olduğu
sınırlardan kurtarmış görünür. Fakat bu düşünce biçimi bir başka açıdan iktidarı zayıflatmaktadır: Tanrısal kaynağa
dayanmayan iktidarın ne sürekliliği güvence altındadır, ne de meşruiyeti sağlanmıştır. Hükümdarın bedensel
varlığına bağlanan iktidarın, hükümdar öldükten sonra nasıl sürdürüleceği ve meşrulaştırılmamış bir iktidara
itaatin nasıl sağlanacağı belirsizdir.

Jean Bodin, Machiavelli’nin portresini çizdiği hükümdarı egemen iktidar olarak nitelendirir ve iktidarın
sürekliliği sorununu çözer. Ayırt edici özelliği egemen gücü olan devlettir. Bodin, hükümdarı devletin temsilcisi
kabul ederek süreklilik sorununu aşar. Devlet meşruiyetini nereden alır? Yanıt; devlet meşruiyetini başka bir
kaynaktan almaz, kendisi dışında bir ilkeye dayanmaz. Varlığı zorunlu olan egemen iktidar yani devlet, meşru,
doğal ve kaçınılmaz bir kurumdur.

O çağın insanı için, devleti siyasi gücü kullananlardan ayrı bir varlık (bir kamusal kişilik) olarak tasavvur
edebilmek çok güçtür. İnsanlar asırlar boyunca, yöneticileri ezeli ve ebedi iktidarın sahibi olan Tanrının temsilcileri
olarak görmüşlerdi. Modern devlet teorisinde Bodin’in bıraktığı belirsizlikleri 17. yüzyılda Thomas Hobbes
giderecek ve yeni bir meşruiyet anlayışıyla teoriyi güçlendirecektir.

39
Aristokrasinin desteklediği kralın ordusuyla burjuvazinin desteğine sahip parlamentonun ordusu çatışacak
ve ikincisi galip gelecektir. Parlamento, monarşiyi kaldırıp cumhuriyet ilan edecek ve kralı idam edecektir. 1640-
1660 yıllarını kapsayan cumhuriyet yönetimine Parlamento ordularının komutanı olan Cromwell diktatörlüğü
damgasını vurur. Cromwell’in ölümünden kısa bir süre sonra monarşi yeniden tesis edilir. Hobbes, en güçlü eseri
olan Leviathan’ı tam bu karmaşanın ortasında 1651’de yayımlar. Eserinde, her türlü iç savaş veya çatışma
tehlikesini ortadan kaldıracak kudrette, güçlü bir devlet modelini savunacaktır.

Hobbes materyalist bir düşünürdür; varlığın temelini maddi bir cevher olarak görür ve maddi olmayan
(düşünce gibi) varlıkların maddeye bağımlı olduğunu belirtir. İnsan bilgisinin doğuştan gelmediğini, akıldan
çıkmadığını; tersine, sonradan dış dünyadan duyumlar yoluyla edinildiğini belirterek akılcı ve sezgici filozoflara
karşı deneyci çizgide yer alır. İnsan da diğer canlılar gibi içgüdülerinin (veya güçlü arzularının) etkisi altındadır.
En temel arzu acı ve ıstıraptan kaçmak, mutluluğu aramaktır. Tüm insan eylemleri bu arzu tarafından belirlenir.
Bu bağlamda, insanın özgür iradesinden söz edilemez.

Hobbes ve Doğa Durumu

Hobbes, Jean Bodin’in savunduğu biçimiyle egemen bir iktidarın hem zorunlu, hem de meşru olduğunu
göstermek için devlet öncesi döneme uzanır. Tabiat hali veya doğa durumu olarak adlandırılan bu dönem,
Hobbes’a göre, insanların toplu halde yaşadıkları ama henüz toplumu kurmadıkları bir aşamadır. Kalabalıklar
halinde yaşayan insanlar, bir toplum sözleşmesiyle devleti yaratarak bu dönemden çıkmışlar, daha doğrusu
çıkmak zorunda kalmışlardır. Çünkü tabiat hali, herkesin herkese karşı savaştığı bir korku ve güvensizlik
dönemidir. Tüm insanlara boyun eğdirecek bir iktidarın olmadığı her yerde, insanların sürekli birbirleriyle
çatışması kaçınılmazdır: İnsan insanın kurdudur (homo homini lupus).

Hobbes’a göre, insanlar doğuştan eşittir. Bazı insanlar diğerlerinden bedensel açıdan daha güçlüdür ama
bu üstünlük bir işe yaramaz; bir kaç zayıf insan bir araya gelerek güçlü olanı öldürebilir. Zihinsel yetenekler bakı-
mından ise, halinden şikâyetçi olan birini kolay kolay bulamazsınız. Herkes kendisinin çok akıllı olduğunu düşünür.
Bu eşitlik durumu güvensizlik ve çatışmayı doğurur. Aynı kaynakları ele geçirmek isteyen kişiler, güçleri az çok
eşit olduğu için birbiriyle rekabet edecek, çatışmaya girecek, diğerinin sahip olduklarım yağmalamaya çalışacak,
başkalarını yok etmek isteyecektir. İsteklerini elde etmek bakımından kabaca eşit durumda bulunan insanların
ortaya koyduğu bu saldırganlık ve şiddet eğilimi, doğalarına içkin bir özelliktir. Hobbes’un işaret ettiği olağan
anlamda eşitlik değil, insanın korunmasızlığıdır.

Devlet öncesi dönem, doğa durumu, herkesin herkesle savaş hali olduğu için sürdürülebilir değildir.
Hayatını korumak için herkesin her şeyi yapabildiği bir ortamda, ne kadar akıllı ve güçlü olursa olsun, kimsenin
hayatı güvencede değildir. “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” diyen doğal hukuka uyarak
da barış ve güvenlik sağlanamaz: “Çünkü doğa yasaları bunlara uyulmasını sağlayacak bir gücün korkusu
olmaksızın, bizi taraf tutmaya, kibre, öç almaya ve benzer şeylere sürükleyen doğal duygularımıza aykırıdır.
Kılıcın zoru olmadıkça, ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez.”

Hobbes ve Toplum Sözleşmesi

Hobbes’a göre, doğa durumundan toplum ve devlet düzenine geçiş, herkesin herkesle gerçekleştirdiği bir
sözleşmeyle sağlanacaktır. Ölüm korkusu ve daha iyi bir yaşam arzusu insanları rasyonel davranmaya itecek ve
herkes her şey üzerindeki hakkından vazgeçerek güçlerini birleştirip bir iktidar yaratacaklardır. Böylece,
oybirliğiyle yapılan bir toplum sözleşmesiyle tabiat halinden uygarlığa geçilecektir.

“İnsanları yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek ve... mutluluk içinde


yaşayabilmelerini sağlayacak böylesi bir genel gücü kurmanın tek yolu; bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye
veya... bir heyete devretmeleridir... Herkesin herkesle yaptığı bir ahit yoluyla, hepsinin bir ve aynı kişilikte
birleşmeleridir. Bu yapıldığında, tekbir kişilik halinde birleşmiş olan topluluk bir devlet... olarak adlandırılır. İşte o
ejderhanın, daha saygılı konuşursak, ölümsüz tanrının altında, barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz o ölümlü
tanrının doğuşu böyle olur.”

Devletin insanlar tarafından bir sözleşmeyle kurulduğu fikri, Machiavelli’nin göz ardı ettiği, Bodin’in ise
yetersiz kaldığı meşruluk sorununu çözecektir. Hobbes’un teorisi ile günümüzün demokrasi teorisi arasında
önemli farklar vardır. En temel farklılık, Hobbes’ta, devleti bir sözleşmeyle yarattıkları halde toplumun veya
halkın egemenliğin sahibi olarak kabul edilmemesidir. Hobbes’un sisteminde egemen olan, bireylerin yarattığı
siyasi yapıdır (kral veya meclis). Hobbes, tabiat halinde sözleşen insanların bir toplum oluşturmadığını, ortak bir
iradelerinin bulunmadığını özenle vurgular. Egemenliğe kaynaklık veya sahiplik edemeyecek biçimde, tek tek

40
insanlardan oluşan bir kalabalık söz konusudur. Hobbes’a göre, insanlar ancak devlet otoritesi altında bir toplum
haline gelebilir, diğer bir deyişle, kral yoksa halk da yoktur.

Hobbes, tek bir sözleşmeyle hem toplumun hem de devletin kurulduğunu söyler.

Toplum Sözleşmesinin Sonuçları ve Yönetim Biçimleri

Sözleşme ile birlikte, herkesin devrettiği hakların tümünü kullanma yetkisine sahip bir siyasal varlık yani
devlet doğar. Hakların devredildiği kişi ya da meclis sözleşmesinin tarafı değildir; insanlar kendi aralarında
sözleşmektedir. Sözleşmenin tarafı olmadığı için, insanların devleti sözleşmeye aykırı davranmakla suçlaması da
mümkün değildir. Zaten, insanlar sözleşmeyi yaparken kendilerini yönetme konusundaki tüm haklarını
devretmek suretiyle, kendilerinde devlete karşı kullanabilecekleri bir şey bırakmamaktadır.

Hobbes, Leviathan’da, Bodin’i izleyerek egemenliğin mutlak, sürekli ve bölünmez olduğunu vurgular,
ardından sözleşme sonucunda devletin sahip olduğu bazı yetkiler ile uyrukların devlete karşı yükümlülüklerini
ayrıntılı olarak inceler.

12 başlık altında topladığı bu yetki ve yükümlülükler, rejimin mutlakiyetçi yapısını bütün açıklığıyla ortaya
koyar. İşte bir kaç örnek; uyruklar hükümet şeklini değiştiremez, hükümetin icraatını eleştiremez, uyruklara hangi
görüş ve düşüncelerin öğretileceğine devlet karar verir, mülkiyet devletin verdiği bir haktır.

Hobbes’a göre, yönetim biçimleri yalnızca üç tanedir; monarşi, aristokrasi ve demokrasi. Hobbes’a göre,
bu yönetim biçimleri arasında, monarşi egemenliği daha iyi temsil eder ve barışı sağlamada diğer yönetim
biçimlerine göre daha avantajlıdır.

Hobbes’un Doğal Haklar ve Adalet Anlayışı

Hobbes, eski çalışmalarında doğal yasaları “aklın dayattığı şeyler” olarak tanımlamış, “akıldan başka doğal
yasa mevcut olamaz” demişti. Leviathan’da ise, doğal yasayı tanrısal kaynağa dayandırır. Hobbes’un zaman
içinde görüşlerini neden değiştirdiği iki farklı biçimde yorumlanmıştır: Birinci yoruma göre, Hobbes, yalnızca akim
buyrukları olan doğa yasalarının insan davranışlarını kısıtlamak bakımından yeterli güce sahip olmadığını
düşünmüş ve tanrısal kaynağa gönderme yapmak durumunda kalmıştır. İkinci yoruma göre, Hobbes doğal
yasaların Tanrı buyrukları olduğuna gerçekten inanmamakta; dini otoriteden çekindiği veya bu kesimde itibar
kaybetmek istemediği için böyle söylemektedir.

Hobbes doğal hakkı şöyle tanımlar: "Kendi hayatını korumak için gücünü dilediği gibi kullanma, kendi
muhakemesi ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma
özgürlüğü.” Doğa yasasını da bu tanıma paralel biçimde açıklar: "Akılla bulunan ve insanın kendi hayatı için zararlı
veya hayatını koruma yollarını azaltıcı olan şeyleri yapmasını yasaklayan, insan hayatını en iyi şekilde
koruyabileceğini düşündüğü ilke veya kural”. Bu tanımdan hareketle 19 adet doğal yasa formüle eden düşünür,
yiyecek peşinde koştuğu için veya ihmalkârlığından bu incelikli fikirleri kavrayacak zamanı bulamayan insanlar için
tüm doğal yasaların basitleştirilerek tek bir cümleye sığdırılabileceğini belirtir: Kendine yapılmasını kabul
etmeyeceğin bir şeyi başkasına yapma.

Hobbes’un formüle ettiği ilk üç doğa yasası, doğal hukuk ve doğal haklar öğretisinden ne denli uzak
olduğunu açıkça gösterir. İlk doğa yasası, tabiat halindeki genel savaş durumuna son vermek için barışı aramak
ve izlemek olarak tanımlanmıştır. Barışı sağlamanın tek yolu, doğa durumunda sahip olunan her şey üzerindeki
her şeyi yapma hakkından vazgeçerek bir sözleşmeyle devleti kurmak olduğundan, ikinci yasa haklardan feragat
etmek olarak tanımlanmıştır. Üçüncü doğa yasası, verilen sözün tutulması, yapılan sözleşmelerin yerine
getirilmesidir. Hobbes, adaleti bu yasadan türetir: Devletten önce, herkes kendi hayatını korumak için her şeyi
yapma hakkına sahipti; çünkü kimse, kimseye tutulması gereken bir söz vermiş değildi. O nedenle, devlet öncesi
dönemde hiç bir eylem adaletsiz olarak nitelendirilemez. Ancak, devlet bir sözleşmeyle kurulduktan sonra durum
değişir. İnsanlar doğa durumunda sahip oldukları tüm hakları bir egemene devrederek sözleşmişlerdir, bu sözün
tutulmaması adaletsizliktir.

Hobbes hukukun kaynağı olarak yalnızca devlet otoritesini kabul eder. Devletin koyduğu yasalar adaletsiz
olamaz çünkü adalet devlet ile birlikte ortaya çıkar. İnsanların elinde devletin koyduğu bir yasanın adil olup
olmadığını değerlendirecek bir ölçüt yoktur.

Hobbes, doğal haklardan söz ettiğinde, mülkiyet hakkı, inanç özgürlüğü gibi liberal düşünürlerin
savunduğu, devlete karşı korunan hakları kastetmez. Ona göre, doğa durumunda yani devletten önce özel
mülkiyet yoktur. Herkesin her şey üzerinde hakkı olduğu bu dönemde, hiç kimse hiç bir şeye sahip değil demektir.

41
Hak sözcüğü ancak üstün bir iktidar tarafından korunan çıkarlar için kullanılabilir. Hobbes, bütün devletlerde, özel
mülkiyetin başlangıçta egemenin yaptığı keyfî bölüşümden kaynaklandığını belirtir.

Hobbes’a Göre İktidarın Sınırı: Yaşam Hakkı

Hobbes, en küçük hak taleplerinin bile çatışmaya ve iç savaşa götürebileceği endişesiyle, bireylerin devlete
karşı ileri sürebilecekleri hakları olduğu görüşünü ret eder. Bu konuda tek istisna, yaşam hakkı olabilir.

“Uyruğun özgürlüğü, egemenin yasaklamamış olduğu işlerdedir” diyen Hobbes, özgürlükleri bütünüyle
devletin takdirine bırakmış görünür. “Egemenin hangi gerekçeyle olursa olsun, bir uyruğa yapabileceği hiç bir şey
adaletsizlik veya haksızlık olarak adlandırılamaz” sözüyle de bu tutumunu güçlendirir. Uyrukların devlete karşı
yükümlülükleri toplum sözleşmesi ile devrettikleri haklardan ve egemen iktidarın kuruluş amacından, yani barışı
sağlama gayesinden türetilmelidir. Devletin kuruluş amacı ile doğrudan bağlantılı olan biri var ki, onun
devredilmesi söz konusu değildir: “Hiç kimsenin... bırakmış veya devretmiş kabul edilemeyeceği bazı haklar vardır.
İnsan, canım almak için kendisine cebren saldıranlara direnmek hakkını bırakamaz.”

Hobbes, devletin kişiye ölüm cezası verme yetkisiyle kişinin kendi canını kurtarmak için direnme hakkı
arasında bir çelişki görmemektedir. Kişi başkalarının canını korumak için devlete karşı gelemez ama kendi canının
korumak için direnebilir.

Devlet, barışı ve güvenliği sağlamak için bireyi öldürme yetkisini toplum sözleşmesinden alır, birey ise
kendi hayatını kurtarmak için direnme hakkım kendi tabiatından alır.

Hobbes, verdiği bir başka örnekte, ölümle sonuçlanabilecek devlet buyruklarım bireyin ret edebileceğini
belirtir. Bu bağlamda, uyruklar gönüllü olmadıkları sürece savaşmaya zorlanamazlar.

Devlet barışı sağlamak için kişinin malını mülkünü elinden alabilir, onu başka bir dine inanmaya
zorlayabilir, sürgün edebilir. Bütün bu durumlarda kişi itaat etmekle yükümlüdür; çünkü kişi bu konulardaki
haklarını sözleşme ile devlete devretmiş ve onun buyruklarına itaat etme sözü vermiştir. Ancak devlet kişiyi
öldürmeye kalkıştığında, itaat yükümlülüğü sona erer; doğa durumuna dönülmüş olunur ve kişi hayatını korumak
için gücü yettiğince her şeyi yapabilir.

Tartışma Konusu 14

Hobbes’un Leviathan'ı ve 20. Yüzyıl Diktatörlükleri

Bir görüşe göre, Hobbes totaliter devletin teorisini yapmıştır (J. Vialatoux) ve 20. yüzyılda uygulamada
görülen (faşist, nasyonal sosyalist ve komünist) totaliter devletler Hobbes’un Leviathan’ını anımsatmaktadır.

Hobbes, mutlakiyetçiliği son haddine kadar götürür ve liberalizmin iki temel ilkesini reddeder. Bu
ilkelerden birisi, kişinin devlete karşı ileri sürebileceği hakları olduğu; diğeri kuvvetler ayrılığıdır. Ancak Capitant,
modern totaliter devlet ideolojilerinin Hobbes’un felsefesine yabancı olduğunu söyler. Hobbes, bireyci ve
akılcıdır, oysa modern totaliter devletler, örneğin nasyonal sosyalizm organik ve mistik bir niteliğe sahiptir...
Nasyonal sosyalizmde halk, ulus ya da Volk organik bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Birey ise tek başına
hayatiyeti ve gerçeği olmayan bir soyutlamadır; birey ancak ırkının ve halkının üstün varlığı içinde eridiği ölçüde
değer kazanır.

Hobbes’da Leviathan yapay bir yaratıktır... Hobbes, birey gerçeği dışında sosyal gerçek tanımaz. Devletin
gücü doğal bir güç değildir, bu gücün kaynağı kişilerin aralarında yaptıkları sözleşmedir... Modern totaliter
devletler bir doktrine, bir inanca dayanır (komünizm, faşizm, nasyonal sosyalizm). Totaliter devlet “devlet-
toplum” ayrımını reddettiği gibi, kişinin özel ve toplumsal hayat ayrımını da reddeder. Oysa Hobbes’un
mutlakiyeti bu kadar sert ve korkunç değildir. Hobbes’un devleti hukukla bağlı değildir, kişinin devlet karşısında
hiç bir güvencesi yoktur, tüm haklarını devretmiştir. Ama bu devir işlemi kişinin iradesine dayanır; onun çıkarı için
yapılmıştır ve egemen kişi iktidarını bu yönde kullanmak zorundadır...

II- EGEMEN İKTİDARIN SINIRLANMASI

Mutlak monarşi olarak örgütlenen egemen iktidarlar, Avrupa'da feodal birimleri ortadan kaldırırken ve
kilisenin üstünlük iddialarına kesin olarak son verirken en büyük desteği burjuvaziden görmüşlerdi. Geniş
toprakları egemenlik altına alan güçlü bir merkezi iktidar, burjuvazinin çıkarları için hayati önem taşıyordu. Bu
nedenle Machiavelli, Bodin ve Hobbes gibi burjuva düşünürler 16. ve 17. yüzyıllarda mutlak, sürekli ve bölünmez
merkezi bir iktidarın teorisini oluşturdular. Bu hedefe ulaşıldıktan sonra, burjuvazi, kapitalizmin önünü açacak
hukuki ve siyasi reformların yapılması için çaba gösterecektir. Mülkiyet hakkının güvence altına alınması, kişi

42
güvenliğinin sağlanması, keyfi vergi alınmaması gibi konular özellikle önem taşımaktadır. Bu amaçların
gerçekleştirilmesi ancak iktidarın sınırlanması ile mümkündür. Bu nedenle, 18. yüzyılın burjuva düşünürleri, bir
önceki yüzyılın düşünürlerinden farklı olarak sınırlı iktidar tezini işleyecek ve bazı hakların dokunulmaz olduğu
fikrini savunacaktır. Bu çağda, aristokrasi de mutlak monarşiden memnun değildir; Montesquieu gibi aristokrat
düşünürler, mensubu oldukları sınıfın çıkarlarını korumak için, farklı yöntemlerle iktidarı sınırlayan görüşler dile
getirecektir. Bir zamanlar en iyi iktidar modeli olarak kabul edilen mutlak monarşiler, 18. yüzyılın başında, artık
toplumsal gelişmenin önündeki engeller olarak görülmektedir.

A- Doğal Haklar Teorisi: John Locke

Liberal siyasal düşüncenin temel kaynaklarından biri kabul edilen Yönetim Üzerine İki İnceleme adlı
kitabın yazarı olan John Locke (1632-1704), orta sınıfa mensup bir İngiliz ailede doğdu ve iyi bir eğitim aldı.

Platon ve Descartes’ın “doğuştan fikirler” teorisini eleştirdiği İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı kitabında,
bütün bilgimizin duyumlarımızdan ve deneyimlerimizden geldiğini söyler.

İnsan zihni başlangıçta boş bir beyaz kâğıt (tabulu rasa) gibidir; üzerine yazılan her şey, en basitinden en
karmaşığına kadar bütün bilgiler duyumlarımız aracılığıyla deneyden gelir.

Locke’un, burjuvazinin çıkarlarını koruyacak, doğal haklara saygılı bir meşruti monarşiyi savunduğu ünlü
eseri Yönetim Üzerine İki İncelemesi, Haklar Yasası’nın kabulünden bir yıl sonra (1690) yayımlanacaktır.

İktidarın Kaynağı

Yönetim Üzerine İki İnceleme adlı eserin birinci kitabında (Birinci İnceleme), Locke, Orta Çağ’a egemen
olan "her türlü iktidar tanrıdan gelir” görüşünü çürütmeye çalışır. Özellikle, yeryüzündeki kralların iktidarlarını
Adem’in ardılı ve mirasçısı olmalarına dayandırmalarının dört nedenle mümkün olmadığını söyler: İlk olarak,
Adem’e Tanrı tarafından insanlar üzerinde egemenlik yetkisi verilmemiştir; ikinci olarak, Adem’e egemenlik
yetkisi verilmiş olsaydı bile, bu yetki mirasçılarına geçmez; üçüncü olarak, mirasçılarına geçtiği kabul edilse bile,
doğru mirasçıyı belirleyen ne bir doğa yasası ne de bir pozitif yasa olmadığından kimin kral olacağını belirlemek
mümkün olmaz; son olarak, Adem’in ardıllarının kim olacağını belirleyen kriterler olsaydı bile, Adem’in soyunun
en eski sülalelerine ait bilgi tümüyle kaybolduğundan, günümüzde kimin kral olacağını belirlemek mümkün olmaz.

John Locke, siyasal iktidarı, hayvanlar âleminde doğal kabul edilen güç ve şiddete dayalı bir ilişki olmaktan
çıkartıp, yönetilenlerin rızasına (onayına) dayalı bir ilişkiye dönüştürmek için doğa durumu ve toplum sözleşmesi
varsayımlarını kullanır. Bu noktada, bazı bakımlardan Hobbes’un görüşlerini paylaşmakla birlikte, Locke, her iki
varsayıma mutlakiyetçi olmayan, sınırlı bir iktidarı yani liberal siyasal düzeni meşrulaştırmak için başvurur.

Doğa Durumu ve Toplum Sözleşmesi

Locke’a göre, devlet öncesi dönemde insanlar tam bir özgürlük ve eşitlik içinde yaşar. Bu yetkin özgürlük
durumu bir başıboşluk, belirsizlik veya düzensizlik anlamına gelmez, çünkü doğa durumundaki özgürlük doğa
yasasının çerçevesini çizdiği bir özgürlüktür. Doğa yasası, insanların eşit ve özgür olduklarını, kimsenin
başkalarının yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesini buyurur. Bu yasanın yönettiği doğa
durumu, Hobbes’un görüşlerinin aksine, daha çok barış ve güvenlik dönemidir. Doğa yasası evrenseldir; zaman
ve mekân sınırlaması olmaksızın tüm insanlar için geçerlidir. Doğa yasası aklın buyruğudur; ona karşı çıkmak akla
aykırı hareket etmek demektir. Aklın buyruğu olduğu için toplumun ortaya çıkardığı gelenek ve göreneklerden
veya devlet iradesinin ürünü olan pozitif yasalardan üstündür.

Doğa durumu herkesin eşit ve özgür olduğu bir barış ve güvenlik dönemi ise, insanlar neden devleti kurarak
bu döneme son vermişlerdir? Locke bu sorunun yanıtı için, doğa yasasına aykırı davranışlara dikkatimizi çeker.
Doğa yasasını ihlal eden kişi, aklın kurallarına aykırı hareket ederek tehlikeli ve zararlı bir kişiye dönüşür. Doğa
durumunda suç işleyeni cezalandıracak bir otorite olmadığından, böyle bir kişiyi herkes cezalandırabilir; zarar
gören kişi uğradığı zararın giderilmesini isteyebilir. Akıl, doğa yasasını ihlal eden kişinin ölçülü cezalandırmasını
buyurur. Ancak suçtan zarar görenlerin hislerine ve intikam duygularına gem vurarak ölçülü davranmaları çok
zordur. Kişinin kendi davasının yargıcı olması büyük sakıncalar doğurur. Ölçüsüz cezalar, cezalandırılan kişide
veya yakınlarında kin, nefret ve intikam duygularını besleyecek, aslında bir barış dönemi olan doğa durumunu
savaş haline çevirebilecektir. İşte, Locke a göre, aslında iyi bir dönem olan doğa durumundan insanların çıkmasını
gerektiren temel neden budur. Ayrıca, bu dönemdeki doğa yasası ihlalleri, mülkiyet hakkına yönelik tehlikeler de
doğurmaktadır. İnsanlar doğa durumuna son verip bir sözleşme ile devleti kurarken, suçluyu yargılama ve

43
cezalandırma haklarını tümüyle devlete devrederler. Çünkü doğa durumunda bu hakkın kullanılması barışı
tehdit etmektedir.

Locke, Hobbes'tan farklı olarak, toplum sözleşmesiyle insanların devlete kendilerini yönetme hakkını
devrettiğini kabul etmez. İnsanlar aklın buyrukları doğrultusunda, doğa durumunda da, devlet düzeni içinde de
kendilerini yönetmeye ve bunun için gerekli hakları kullanmaya devam edecektir. Devredilen haklar yalnızca
güvenliğin sağlanması ile suçluların yargılanması ve cezalandırılmasına ilişkin haklardır.

Yazarın, minimum yetkili bir devlet modeli ve sınırlı bir iktidar teorisi ortaya koymaya çalıştığı ve bu
anlamda liberal siyasal düşüncenin öncülüğünü yaptığı açıktır.

İktidarın Sınırı ve Direnme Hakkı

Hobbes’a göre, doğa durumunda insanlar hayatlarını korumak için her şeyi yapabilmektedir. Herkesin
her şeyi yapabildiği bir durum genel bir savaş haline yol açar. Oysa Locke’a göre, doğa durumunda insanlar her
şeyi yapabilme iktidarına sahip değildir. Aklın buyrukları olan doğa yasası insan davranışlarını sınırlar.
Dolayısıyla, doğa durumunda kimse keyfi ve mutlak bir iktidara sahip olmadığı için, sözleşmeyle devlete mutlak
bir iktidar devredemez. Esasında, doğa durumunda insanın iki iktidarı vardır; birincisi, "kendisinin ve başkalarının
korunması için doğa yasasının izin verdiği sınırlar içinde uygun olduğunu düşündüğü her şeyi yapma iktidarı”
İkincisi, "suçluları cezalandırma iktidarıdır.” Devlet kurulduğunda, kişiler, birinci iktidarın "kendisinin ve toplumun
korunmasının gerektirdiği kadarını” ikinci iktidarın ise tamamını bırakır.

Peki, bu açık sınırlamalara rağmen, devlet kişilerin can ve malvarlığı ile özgürlüklerine müdahale ederse
ne olur? Locke’a göre, böyle bir devlet toplum sözleşmesine aykırı davranarak sahip olmadığı yetkileri gasp eden
gayrı meşru iktidar durumuna düşer. Locke, tereddüde yer bırakmayacak biçimde, 1660 ve 1667 tarihli eski
çalışmalarında ret ettiği, meşruiyetini yitirmiş baskıcı bir iktidara karşı kuvvet kullanma yani direnme hakkını
tanımaktadır.

Direnme hakkı, kuşkusuz, iktidarın en küçük bir baskısı karşısında derhal kullanılabilecek bir hak değildir:
Haksız ve baskıcı uygulamalara karşı yasal başvuru olanağı varsa, önce bu yol denenmelidir.

Locke’un görüşlerinde ise, halk ilk kez siyasal sistemin merkezine yerleştirilmiştir; devleti kuran odur,
yönetim biçimini o belirler, doğal hakları ihlal edildiğinde direnir, verdiği yetkiyi geri alır, adaletsiz iktidarı
ayaklanarak devirme hakkına sahiptir.

Yönetim Biçimleri ve Mutlak İktidar

Locke, yönetim biçimlerini yasama yetkisini kullananlara göre dörde ayırır. Toplum yasama yetkisini
kimin kullanacağını çoğunluk kararıyla belirler. Buna göre; toplum yasama yetkisini kendisi kullanırsa demokrasi,
belirli bir kesime ve onların mirasçılarına bırakırsa oligarşi, tekbir kişiye bırakırsa monarşi, bu kesimler arasında
paylaştırırsa karma yönetim söz konusudur. Herhangi bir yönetim sınırları aşarak keyfi yönetime dönüştüğünde
meşruiyetini yitirir. Çünkü doğa durumunda insanlar kendilerinin ve başkalarının canları, malları ve özgürlükleri
üzerinde keyfi davranma yetkisine sahip olmadığından, hiçbir şekilde yönetime bu tür keyfi yetkilerin
devredildiğinden söz edilemez.

Locke, Hobbes’un savunduğu anlamda mutlakiyetçi bir yönetimin asla kabul edilemeyeceğini şu şekilde
gerekçelendirir: "Bir insan kendi yaşamı üzerinde iktidara sahip olmadığından, anlaşmayla ya da kendi onayıyla
ne kendisini birinin kölesi haline getirebilir, ne de başkasının mutlak, keyfi iktidarı altına koyabilir.”

Locke, doğal hakları ihlal eden baskıcı bir iktidarın varlığını doğa durumuna dönüş olarak görmektedir.

Locke, mutlak bir iktidarın fetih sonucunda bile kurulamayacağını savunur. Çünkü savaş giderlerinin
karşılanması dışında, fethedenin yenilenlerin mülkiyeti üzerinde bir hakkı yoktur. “Fethedilenlerin soyundan
gelenlerin şahısları doğuştan gelen bir hakla özgürdür ve mülkiyetleri... kendilerine aittir ve fetihçinin
tasarrufunda değil, kendi tasarruflarındadır.”

Locke ve Kuvvetler Ayrılığı İlkesi

Locke, devlet organlarını, yasama, yürütme ve federatif güç olarak ayırmıştır. Yargıdan ayrı bir siyasal erk
veya organ olarak söz edilmez. Locke, yasama iktidarını “devlet gücünün, topluluğun ve topluluk üyelerinin
korunması için nasıl kullanılacağını yönlendirme hakkı olan iktidar” olarak tanımlar ve diğer iktidarlardan üstün
tutar. Yasama ve yürütme iktidarının aynı organda birleşmesini tehlikeli bulur.

44
Federatif iktidar, “savaş ve barış yapma, birlikler ve ittifaklar oluşturma, devletsiz bütün kişi ve
topluluklarla her türlü işlemi yapma iktidarıdır.” Günümüzde bu yetkiler yürütme organı içinde dışişleri
bakanlıkları tarafından kullanılır. Zaten Locke’a göre, “bu iki iktidar... her zaman neredeyse birleşiktir... kendi içle-
rinde gerçekten ayrı olmalarına rağmen bölünmeleri ve aynı anda ayrı kişilerin ellerine yerleştirilmeleri güçtür.”

Mülkiyet Hakkı

John Locke, devletin karışamayacağı, devlet kurulmadan önce de var olan ve insan kişiliğinden ayrılması
mümkün olmayan bazı doğal haklarımız bulunduğunu savunur. Bu haklar içinde en çok öne çıkardığı hak
mülkiyet hakkıdır. Yeryüzünü tüm insanların ortak malvarlığı olarak kabul eden Locke, bu ortak varlığın bir kısmı
üzerinde meşru biçimde özel mülkiyetin nasıl tesis edileceğini açıklar. Bu dönüşüm emek sayesinde gerçekleşir.
İnsan, üzerinde emek harcadığı nesneyi istediği gibi kullanma hakkına sahip olur. Locke’un özel mülkiyetin kökeni,
niteliği ve sınırları konusundaki görüşleri, daha sonra başta İngiliz iktisatçı David Ricardo (1772-1823) ve Karl
Marks (1818-1883) olmak üzere pek çok düşünürü etkilemiştir.

Locke, mülkiyet hakkını bazen dar, bazen de geniş anlamıyla kullanır. Dar anlamıyla mülkiyet hakkı çağdaş
kullanımına uygun biçimde, mallar üzerindeki sahiplik durumudur. Geniş anlamıyla mülkiyet ise, kişinin hayatı,
özgürlüğü ve malları üzerindeki sahipliğidir. Düşünür, insanların doğa durumundan çıkarak devleti kurmalarının
nedenini geniş anlamdaki mülkiyetin korunmasına, diğer bir deyişle, kişilerin canlarını, mallarını ve özgürlüklerini
koruma isteğine bağlar. İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı eserinde, matematiksel kesinliğe sahip ahlaki
önermelerin bulunabileceğini örneklendirirken Locke'un adalet ile mülkiyet arasında kurduğu ilişki, mülkiyete
verdiği büyük önemi ortaya koyar.

Locke'un, “mülkiyetin bulunmadığı yerde adaletsizlik de yoktur” ifadesi Hobbes'un Leviathan’ında da


aynen geçer. İki düşünür, geniş anlamdaki mülkiyet kavramını adalet ile ilişkilendirerek birbirine tamamen zıt
görüşleri temellendirmişlerdir: Hobbes'a göre, devlet kurulmadan önce (doğa durumunda) mülkiyet hakkı yoktur;
dolayısıyla; adalet veya adaletsizlik diye nitelendirilebilecek bir durum da söz konusu değildir. Locke’a göre,
mülkiyet devletten önce de var olan bir haktır ve adil olanı belirleyen doğa yasası devletten önce de geçerlidir.
Locke’un özel mülkiyeti temellendirmek için ileri sürdüğü argümanlar taraftar bulduğu kadar eleştiri de almıştır.
En sert eleştirilerden biri, 19. yüzyıl düşünürü Pierre-Joseph Proudhon’a (1809-1865) aittir. Mülkiyeti hırsızlık
olarak niteleyen yazar, 1793 Fransız Anayasası’nın mülkiyeti Locke’çu bakış açısıyla düzenlemesi karşısında şöyle
der: "Mülkiyeti emeğinin karşılığından yararlanma hakkı olarak tanımlayan 1793 Anayasası fena halde
yanılıyordu. Şöyle demeliydi: Mülkiyet başkasının emeğine; çalışmasının getirisine; başkasının malına keyfince el
koyma ve bunlardan yararlanma hakkıdır.”

B- Kuvvetler Ayrılığı İlkesi: Charles Louis Montesquieu

18. yüzyıl siyasal düşüncesinde mutlak iktidarı sınırlandırmak için öne sürülen en güçlü tez, doğal haklar
teorisidir. Fransız düşünür Charles Louis Montesquieu (1689-1755), bu yaklaşımı gerçekçi bulmamaktadır. Ona
göre, toplumun temel yasaları ve siyasal kurumlar her ülkede iklime, coğrafi etmenlere ve o ülkenin özel
koşullarına göre yüzyıllar içinde biçimlenir. Akla dayanarak tüm toplumlar için geçerli temel yasalar
bulunamayacağı gibi, "doğa durumu”, "toplum sözleşmesi” gibi varsayımlara dayanarak da en iyi yönetim
biçimine ulaşılamaz.

Montesquieu, Voltaire’in "aklın ve özgürlüğün yasalarının kitabı” olarak nitelendirdiği Kanunların Ruhu
adlı eserinde, farklı milletlerin temel yasalarının ve siyasal kuramlarının hangi koşulların ürünü olarak ortaya
çıktığını inceler. Her toplum için geçerli temel yasaları spekülasyon yaparak aramak yerine, yasaların bir
toplumdan diğerine nasıl değiştiğini incelemek gerekir.

“Küçük devletlerin tabii niteliği cumhuriyetle yönetilmek, orta boydakilerin bir hükümdara bağlı olmak,
büyük imparatorluklarınki zorba bir hükümdarın boyunduruğu altına girmek(tir)”

Montesquieu, John Locke tarafından dile getirilen kuvvetler ayrılığı görüşünü geliştirip siyasal iktidarı
sınırlandıran temel bir ilkeye dönüştürecektir. Montesquieu'ye göre, yasalar yöneticinin keyfine göre
belirlenmez; tersine, onlar iklimin, coğrafyanın, inançların ve geleneklerin belirlediği koşulların ürünüdür. Bu
koşullara uygun olmayan radikal değişiklikler hiç bir yarar sağlamayacağı gibi, düzenin daha da bozulmasına
neden olur.

Yönetim Biçimleri ve Dayandıkları İlkeler

45
Montesquieu yönetim biçimlerini üçe ayırır; cumhuriyet, monarşi, despotizm. Cumhuriyette yönetim
yetkisi halkın tamamına aitse demokratik cumhuriyet; halkın bir kısmına aitse aristokratik cumhuriyet söz
konusudur. Monarşi, tek kişinin yasalara uygun yönetimi, despotizm ise tek kişinin keyfi yönetimidir. Düşünür
bu yaklaşımıyla, Aristoteles’ten bu yana yaygın olarak benimsenen tekin, azınlığın ve çoğunluğun iyi yönetimi
(monarşi, aristokrasi, demokrasi) ile kötü yönetimi (tiranlık, oligarşi, çoğunluk despotizmi) biçimindeki
sınıflandırmayı değiştirmiş olmaktadır.

Her yönetim biçiminde o yönetimin dayanağı olan bir ilke vardır; yönetimin gelişmesi ve devamlılığı, onu
besleyen ilkenin korunmasına bağlıdır. İnsanlar da, değer ölçülerini bu ilkelere göre ayarlar. Cumhuriyet
yönetiminin ilkesi siyasi erdemdir. Monarşide sert yasalar, despotizmde “hükümdarın daima kalkık duran
yumruğu” her şeyi yoluna koyar ama halk yönetiminde başka bir kuvvet gerekir. Bu kuvvet yurttaşların vatan
sevgisi, yasalara saygı ve eşitlik düşüncesinden kaynaklanır. Cumhuriyetin erdemli insanı azla yetinmeyi,
fedakârlığı, kamu yararını kişisel çıkarının önüne koymayı bilen insandır. Demokratik cumhuriyette, yasaların aşırı
eşitsizlikleri giderecek bir toprak paylaşımı ve vergi politikasına göre oluşturulması gerekir. Eşitlik ruhunun
kaybolması demokrasinin sonunu getirir ama eşitlikte aşırıya gidilmesi de aynı sonucu doğurabilir.

Montesquieu, aristokratik değerlerin korunduğu ılımlı bir monarşiden yana olmasına rağmen, halkın
siyasal konularda yetersiz olduğu görüşüne katılmaz. Doğrudan demokrasiyi pek sağlıklı bulmasa da, bazı
ülkelerde temsili demokrasinin başarıyla işleyeceğini kabul eder. Montesquieu, savunduğu ılımlı monarşide,
halkın temsilcileri aracılığıyla yasama yetkisinin kullanılmasına katılmasını kabul eder.

Aristokratik cumhuriyette, zengin azınlığın yoksul çoğunluğu ezmemesi için siyasal erdemin yanı sıra
ölçülülük de önemli bir ilkedir. Aristokrasideki ölçülü hareket, demokrasideki eşitlik ilkesinin yerini tutar.

Monarşiyi ayakta tutan ilke siyasal erdem değildir. Tarih göstermiştir ki, hükümdarların saraylarında
entrika, ihanet, dalkavukluk hiç eksik olmaz. Sarayın her köşesi çalışmadan zengin olmak isteyen, erdemli insanları
küçümseyen, zayıf karakterli insanlarla doludur. Böyle bir ortamda erdemli insanlar barınamaz. Bu yönetim
biçiminin dayandığı ilke şereftir. Soyluların şan ve şeref kazanma hırsı iyi davranışlara ilham verebilir. Monarşide,
yasalar soyluların ayrıcalıklarım güvence altına almalıdır. Kral ayrıcalıklı kişi, organ veya şehirlerin ayrıcalıklarını
kaldırırsa, bir despota dönüşür.

Üçüncü yönetim biçimi olan despotizmin ilkesi korkudur: “Nasıl ki bir cumhuriyette fazilet (erdem), bir
saltanat idaresinde onur (şeref) gerekiyorsa, istibdat hükümetinde de korku gerekir. Fazilete lüzum yoktur orada,
onur ise tehlikeli bir şey olur... Korku bütün cesur insanları baskı altında bulundurmalı ve gözü yükseklerde
olanların bu tutkularım en küçüğünden en büyüğüne kadar söndürmeli... İstibdat hükümetinde hükümdar bir an
olsun yumruğunu aşağıya indirirse, üst mevkileri işgal edenleri bir anda yok edemezse, her şey mahvolmuş
demektir.”

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi

Kuvvetler ayrılığı ilkesini özgürlüğün güvence altına alınması için zorunlu görmektedir.

Her devlette üç çeşit yetki vardır: Yasa yapma, yasaları uygulama ve çıkan uyuşmazlıkları çözme yetkisi.
“Yasama yetkisiyle uygulama ya da yürütme yetkisi aynı kişiye ya da aynı memurlar topluluğuna verilirse, ortada
hürriyet diye bir şey kalmaz. …Yargılama yetkisi yasama yetkisiyle uygulama yetkisinden ayrılmazsa, ortada yine
hürriyet diye bir şey kalmaz."

Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığı görüşü, yalnızca devlet organları arasındaki fonksiyon farklılığına
dayanmaz; bunun yanı sıra sosyal güçler arasındaki bölünmeyi de dikkate alır. Düşünüre göre, yasama, yürütme
ve yargı kuvvetleri tek bir sosyal kesimin denetiminde olursa özgürlük gerçekleşemez. Yasama kuvveti ayrıca
kendi içinde bölünmeli; İngiltere’deki Lordlar ve Avam Kamarası örneklerinde olduğu gibi, aristokrasi ve
burjuvazinin uzlaşmasıyla kullanılmalıdır. Düşünür, bu açıdan liberalizmin habercisi, hatta liberalizmin Locke’tan
sonra gelen en önemli ikinci temsilcisi olarak kabul edilebilir.

III- EGEMEN İKTİDARIN DEMOKRATİKLEŞMESİ

A- Halk Egemenliği: Jean-Jacques Rousseau

Cenevreli ünlü düşünür J. J. Rousseau (1712 - 1778), çağdaş demokrasi düşüncesini en çok etkileyen
isimdir. Doğrudan demokrasiye dayanan bir devlet düzenini anlattığı Toplum Sözleşmesi adlı eserini
yayımladığında (1762), demokrasinin ancak temsili demokrasi olarak uygulanabileceği fikri giderek yaygınlaşıyor;
doğrudan demokrasinin ise, eski çağların kent devletlerine özgü bir sistem olduğu düşünülüyordu.

46
Toplum Sözleşmesinin yazarı, çoğu kez yanlış anlaşılmış; "çoğunluğun despotizmini savunduğu”, "totaliter
bir demokrasi kuramı" öngördüğü ya da "görüşlerinin siyasal düşünce tarihinde önemli bir yeri olmadığı” şeklinde,
ağır eleştirilere uğramıştır.

Rousseau kitabına, "insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur”, ifadesiyle başlar ve bu
durumun nasıl meşru hale geldiğini inceleyeceğini söyler. Düşünür, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı
eserinde bu konuyu şöyle açıklar: İnsanlar devlet öncesi dönemde, özgür, eşit ve mutlu bir yaşam sürmekteydi.
Toprak ve madenler üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıkması ile bu düzen bozulmuş; eşitsizlik, insanın insana
bağımlılığı ve kölelik doğmuştur. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı, giderek sermaye sahibi bir kesimin ortaya
çıkmasına yol açtı. Ancak önceleri özel mülkiyeti koruyan bir kamu gücü olmadığından, bu kesimin birikimleri
güvence altında değildi. Yoksullarla zenginler arasındaki gerginlik ve çatışma güvensiz bir ortam yaratmıştı. Bunun
üzerine, mülk sahipleri dünyanın en akıllıca tasarısını gerçekleştirdi: Yoksulların saldırısından korunmak için
devleti kurdu, yoksul kesimin bir kısmını, güvenlik gücü olarak mallarını, mülklerini korumakla görevlendirdi.
Devlet ve kanunlar, görünürde herkesin can ve mal güvenliğini sağlıyordu, ama asıl varlık nedeni güçlülerin
korunmasıydı. Böylece, uygar toplum, insanların özgürlüklerinin elinden alındığı, çok katı eşitsizliklerin egemen
olduğu bir düzen olarak ortaya çıktı.

İnsanların doğa durumundaki kadar eşit ve özgür oldukları bir toplum ve devlet düzeni nasıl kurulacaktır?
Rousseau ya göre, bunun yöntemi, yasama yetkisinin bizzat yurttaşlar tarafından kullanıldığı doğrudan
demokrasidir. Böyle bir düzenin kurulabilmesi için, insanların bir araya gelerek bir sözleşmeyle toplumu ve devleti
kurması veya devletin böyle kurulduğunun kabul edilmesi gerekir. Meşru bir devletin temelinde sözleşme olması
gerektiği açıktır. Çünkü hiç kimsenin başkalarını yönetmek bakımından doğal bir üstünlüğü ya da otoritesi yoktur.
Kuvvet kullanarak insanları baskı altına almak ve yönetmek mümkündür, tarihte de olan budur, ama kuvvetten
hak doğmaz.

Toplum Sözleşmesi

Toplum sözleşmesi oybirliğiyle yapılacak, herkes kendi özgür iradesi ile sözleşmeye katılacaktır. "Bu birlik
sözleşmesi, o anda, sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi olan tüzel ve
kolektif bir bütün oluşturur.” Sözleşme, insanın doğa durumunda iken sahip olduğu ama sonradan kaybettiği
özgürlüğünü yeniden kazanması için yapılmaktadır. Toplum sözleşmesinin amacı, tez ve antitez olarak
nitelendirebileceğimiz bu iki durumdan hareketle senteze ulaşmak; yani insan doğasına bir değişim daha
geçirterek toplumsal özgür insanı yaratmaktır. Gerçekte bu insan, tam anlamıyla bir yurttaştır.

Hobbes’ta ve Locke’ta toplum sözleşmesini yapanlar tek tek bireylerdi; o nedenle egemenliğin kaynağı
halka değil, bireylere dayanıyordu. Oysa Rousseau’da, bazı belirsizlikler olsa da, sözleşmeyi yapan halktır.
Rousseau, sözleşme sonucunda ortaya çıkan kolektif bütünün iradesini, bazı koşulları taşımak kaydıyla, genel
irade olarak adlandırır ve herkesin bu iradeye uymakla yükümlü olduğunu belirtir. Her yurttaş genel iradenin
oluşumuna bizzat katılacak, toplumu yöneten yasalar bu iradenin ürünü olacaktır.

Rousseau, toplum sözleşmesinin oybirliği ile yasaların ise oyçokluğu ile yapılacağını belirtir. Bu durumda,
yasama sürecinde azınlıkta kalan kişiler, karşı çıktıkları, kendi çıkarlarına aykırı gördükleri bir yasaya uymakla
yükümlü olacaktır. Çünkü herkes genel iradeye uymak zorundadır. Oysa düşünürün amacı, her bireyin kendi
kendini yönettiği, devlet öncesi dönemdeki kadar özgür olduğu bir toplum düzeni kurmaktı. Bu amaca ulaşmak
için seçilen araç ne derece elverişlidir? Düşünürün deyişiyle, “...nasıl olur da bir adam hem özgür olabilir; hem de
kendinin olmayan istemlere boyun eğmeye zorlanır; muhalifler hem özgür olur; hem onamadığı yasalara boyun
eğer?" Rousseau, bu soruyu kendisine sorar ve yanıtlamaya çalışır, ama pek çok yazar onun yanıtını yeterince
ikna edici bulmamıştır. Bu yazarlardan biri de ünlü kamu hukukçusu Leon Duguit’tir.

Rousseau, toplum sözleşmesi ile oluşturulan bütünün ortaya koyacağı genel iradenin hata yapmaz,
yanılmaz, haklı ve her zaman kamu yararına yönelik olduğunu belirtir. Genel iradeye uymak istemeyen biri
olursa, bütün toplum onu saygıya zorlayacaktır. Ancak bu bir baskı ya da boyun eğmeye zorlanmak değil; yazarın
deyişiyle yalnızca özgür olmaya zorlanmaktır.

Genel İrade: Yanılmaz Bir İçgüdü

Genel irade, karar almak üzere toplanan tüm yurttaşların oy kullanmasıyla belirlenir. Bu oylamada,
çoğunluğun iradesine üstünlük tanınır. İstemi [iradeyi] genel yapan oyların sayısından çok, onları birleştiren ortak
yarardır. İradenin genel olmasını sağlayan, onun objektif ve kamu yararına yönelik oluşu, yani niteliğidir. Genel
irade, “akılla bezenmiş vicdanın sesidir.”

47
Yasa metinlerinin hazırlanması, müzakere edilmesi ve oylanması sürecinde, farklı özel iradeler birbirini
götürecek ve kamu yararına yönelik olan genel irade, bir uzlaşma noktası olarak ortaya çıkacaktır. Toplumun
genelini ilgilendirmeyen, kişilere ya da toplumun bir kesimine yönelik düzenlemeler yasama işleminin konusu
olamayacaktır.

Genel irade, başkasına devredilemez, bölünemez ve temsil edilemez niteliktedir. Rousseau, diğer
sözleşmeci düşünürler, John Locke ve Thomas Hobbes’tan farklı olarak, egemenliğin halktan devlete ya da
yönetenlere aktarıldığı düşüncesine katılmaz: “Egemenlik, halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmadığı
için, bence, hiçbir zaman başkasına geçirilemez; birleşimci (kolektif) bir varlık olan egemen varlığı da ancak yine
kendisi temsil edebilir.” Bu nedenle, genel irade ancak yurttaşların karar alma sürecine bizzat katılmasıyla ortaya
çıkabilir. Bir irade ya geneldir ya da özeldir, ikisinin ortası olmaz. İnsanın iradesinin temsilini kabul etmek, kişinin
gelecekteki isteklerini ve kararlarını şimdiden başkasının takdirine bırakmak demektir.

Egemenliğin sahibi olan halk, aynı zamanda iktidarı da kullanmakta, yasaları bizzat kendi yapmaktadır.
Adeta, halkın yaptığı her yasa ile toplum sözleşmesi yenilenmektedir. Rousseau’nun toplum sözleşmesi ve genel
irade teorisi, meşruiyet ve süreklilik sorunlarını da çözdüğünden, mutlak iktidar veya egemen iktidar bakımından
mümkün olabilecek en eksiksiz, en mükemmel durumu yansıtmaktadır. Egemenlik teorisi, mantıksal sonucuna;
gerçek ve eksiksiz bir mutlak iktidar anlayışına Rousseau ile kavuşmuştur.

Genel iradenin her zaman haklı olması, müzakere ve karar alma sürecinde bazı koşulların gerçekleşmesine
bağlıdır. Bu koşullar şöyle sıralanabilir. Genel iradeyi belirlemek üzere halka sunulan konular genel olmalıdır.
Konusu genel olmadığı sürece, biri çoğunluk, diğeri azınlık oyu olarak beliren iki iradenin ikisi de özel iradedir.

Yurttaşların kamu yararına yönelik olan genel iradeyi ortaya koyabilmeleri, kendilerine sunulan konular
üzerinde yeterince bilgi sahibi olmalarına bağlıdır: “Genel istem [irade] her zaman doğrudur ve kamusal yarara
yöneliktir. Ama bundan halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta olduğu sonucu çıkmaz. İnsan her zaman
kendi iyiliğini ister ama bunun ne olduğunu her zaman kestiremez. Halk hiçbir zaman bozulmaz ama çoğu kez
aldatılabilir. Halkın sağlıklı karar vermesi için, yasa metni üstün zekâlı görevliler tarafından hazırlanmalıdır.
Toplumdaki tüm özel çıkarların üstüne çıkarak kamu yararını görebilen bu kişiler halkın temsilcileri olmadığı gibi,
bir metne yasa gücü kazandıracak yetkileri de yoktur. Onlar, yalnızca yasa metinlerini herkesin anlayabileceği bir
dille, kamu yararını gözeterek ve bilgelikle kaleme alan görevlilerdir.

Yeterince aydınlanmış halk, müzakere ve karar için toplandığında, her yurttaş bağımsız hareket etmeli,
kimse kimsenin etkisi altında kalmamalıdır. Yurttaşlar arasında birleşmeler ve gruplaşmalar varsa, bu
birleşmelerden biri sayısal çoğunluğa ulaşsa bile, ortaya çıkan irade genel değil, özel iradedir. Toplumun çeşitli
nedenlerle partiler, gruplar biçiminde bölünmesi genel iradenin oluşumunu engeller. Bu tür gruplaşmaların ortaya
çıkmayacağı eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum düzeni kurulmalıdır. Her şeye rağmen bazı bölünmeler ortadan
kaldırılamıyorsa, gruplaşmaların sayısını arttırarak etkilerini azaltmak gerekir. Böylece, hiçbir grup sayısal
çoğunluğa ulaşamayacak ve çok sayıda yurttaşı etkisi altına alacak derecede eşitsizlik yaratamayacaktır”.

Bazı yurttaşların bir grubun ya da bir kişinin özel çıkarı doğrultusunda oy kullanması, onların kamu yararını
bilmedikleri anlamına gelmez. Genel iradenin dile getirdiği kamu yararı her zaman apaçıktır. Görülmek için
sağduyudan başka bir şey istemez: “Oyunu para karşılığında satarken bile, [kişi] içindeki genel istemi [iradeyi]
söndürmez, sadece yan çizer ona. Yaptığı yanlışlık, sorunun önemini değiştirmesi ve sorulandan başka bir şeye
karşılık vermesidir: Öyle ki, verdiği oyla, 'bu, devlete yararlıdır,’ diyecek yerde, ‘şu ya da bu görüşün kazanması,
şu adama ya da şu partiye yararlıdır,’ der.”

Oylama sırasında yurttaşlara sorulan, yasa metnini kabul edip etmedikleri değil, genel iradeye (kamu
yararına) uygun olup olmadığını belirlemeleridir.

Rousseau’nun Yasa Anlayışı

Rousseau’nun yasa anlayışı, günümüzdeki yasa anlayışından farklıdır. Rousseau, hem biçim hem de içerik
yönünden yasayı tanımlar. Biçimsel olarak, halkın doğrudan onaylamadığı hiçbir metin yasa olamaz. İçerik
yönünden ise, yurttaşlara eşit ölçüde olanak tanıyan ya da yükümlülük getiren genel bir kural yasa olabilir. Daha
önemli bir özellik olarak, yasa, genelliği yanında adil ve haklı olmak, kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik
olmalıdır. Toplumsal düzenin gerekli kıldığı diğer ayrıntılı kurallar ve işlemler yasa konusu değil, yürütme
organının yetki ve görev alanı içinde düşünülmüştür.

48
Düşünüre göre, toplum sözleşmesi ile kurulan bir devlette çok az yasaya gerek duyulur. Bu yasalar da, her
zaman kamu yararına yönelik yasalardır. Fakat düşünür, yalnızca toplum sözleşmesi yapılırken oybirliğini aramış,
bunun dışındaki karar alma süreçlerinde oy çokluğunu yeterli görmüştür.

Rousseau, genel iradeyi, toplum düzeninin gerektirdiği evrensel ilkeleri ortaya çıkaracak bir irade; yasayı
da, insanların eşitliği ve özgürlüğünü sağlamayı amaçlayan, kamu yararına yönelik genel bir kural olarak
düşünmüştür.

B- Çoğunluğun Despotizmi Tehlikesi ve Rousseau

Rousseau, genel iradeyi ve o iradeye göre oluşan yasayı herkesin içinde hissedeceğini söylemesine
rağmen, kararlar oybirliği ile değil, oy çokluğu ile alınacaktır. Çoğunluk kararının her zaman kamu yararına yönelik
olacağının, yani “genel irade” olarak tecelli edeceğinin bir güvencesi yoktur. Rousseau’nun sisteminde, çoğunluk
iradesinin genel irade olup olmadığını denetleyecek ya da saptayacak bir odak da yoktur. Bu, Rousseau’nun
kurmuş olduğu sistemin en zayıf noktası burasıdır. Bununla birlikte, düşünür, söz konusu tehlikenin farkındadır.
Öngördüğü toplum düzeninde bu tehlikenin ortaya çıkmasını önleyecek bazı düzenlemelere yer vermiştir. Bunlar
üç başlık altında toplanabilir:

1) Türdeş Sosyal Yapı

Rousseau, sistemini küçük bir kent devleti için tasarlamıştır. Yurttaşlar arasında soy ve çıkar birliği olmalı,
kökleşmiş kör inançlar olmamalı, herkes birbirini tanımalıdır. Kimseye bir insanın taşıyabileceğinden ağır yük
yüklemeyen, başka uluslardan karşılıklı olarak uzak kalabilen, zengin ya da yoksul olmayan, kendi yağıyla
kavrulan; kısacası eski bir ulusun dayanıklılığıyla yeni bir ulusun uysallığını birleştiren bir ulus olmalıdır.

2) Eşitlik Anlayışı

Rousseau’nun kent devleti, her bireyin, başkalarına bağımlı olmadan yaşamını sürdürecek maddi
olanaklara sahip olmasını güvence altına alır. Başlıca zenginlik kaynağı olan topraklar, yurttaşlar arasında büyük
eşitsizliklere yol açmayacak biçimde dağıtılacaktır. Hiç kimse, geçimine yetecek kadar topraktan daha fazlasını,
ekip biçemeyeceği kadar geniş toprakları elinde tutamayacaktır. Bu, herkesin aynı zenginlik derecesinde
bulunması demek değildir. Yurttaşlar arasında ekonomik farklılıklar olacaktır, ancak bu farklılıklar siyasal eşitsizlik
yaratacak boyuta ulaşmayacaktır. Başlangıçtaki bu eşitliğin zamanla bozulması, toprakların ve zenginliğin belirli
ellerde toplanması tehlikesi vardır. Yasalar bu tehlikeyi önleyecek, eşitliği sürekli kılacaktır.

3) Konsensüs Arayışı

Düşünürü eleştirenlerin genellikle göz ardı ettikleri nokta, oy çokluğunun yalnızca salt çoğunluk anlamına
gelmediğidir. Rousseau’nun öngördüğü sistemde, salt çoğunluk bir istisnadır. Hedef, kararların oybirliğiyle
alınmasıdır. Düşünür, karar alma sayısı bakımından iki kural getirmiştir:

“Oylar arasındaki bu ilişkiyi düzenlemek için iki genel kural vardır: Önce, görüşülen sorun ne denli önemli
ve ciddi ise, ağır basan görüş oybirliğine o kadar yaklaşmalıdır. Sonra, ele alınan iş ne kadar çabukluk isterse,
oyların bölümünde aranan farkı o kadar azaltmak gerekir. Hemen bir sonuca bağlanması gereken görüşmelerde
bir tek oy fazlalığı yeter görülmelidir. Bu kuralların ilki yasalara, ikincisi de işlere daha elverişli görünüyor.”

Bu açıklamadan, düşünürün, yasaların oybirliğine yakın nitelikli çoğunlukla; siyasal kararların ise salt
çoğunluktan başlayarak değişik derecelerdeki nitelikli çoğunlukla alınması gerektiğini savunduğunu görüyoruz.

O dönemdeki Cenevre veya Korsika, Toplum Sözleşmesinde öngörülen doğrudan demokrasiyi başarıyla
uygulayabilecek örneklerdir. Ancak bu modelin o dönemdeki Fransa veya İngiltere gibi büyük ölçekli devletlerde
nasıl uygulanabileceği belirsizdir.

Toplum Sözleşmesi ve Radikal Demokrasi

Rousseau nun, dönemin liberal yazarlarından farklı olarak, çoğunluğun iradesini sınırlayacak düşüncelere
yakın olmadığı, bu bağlamda, öngördüğü doğrudan demokraside cumhuriyetçi geleneğe, kuvvetler ayrılığı
ilkesine ve doğal haklar kuramına yer vermediği belirtilmiştir. Halk egemenliğine bir sınır koymayarak, İ.Ö. 4.
yüzyıl Atina'sında olduğu gibi radikal bir demokrasi kurduğu ileri sürülmüştür.

Doğrudan demokrasiye dayanan bir düzen savunmakla birlikte, düşünürün tek amacı çoğunluğu ya da bir
bütün olarak halkı egemen kılmak değildir. Genel amaç, ideal bir toplum düzeninin işleyişi açısından gerekli olan
adil, haklı, yurttaşların eşitlik ve özgürlüğünü hedef alan ve her zaman kamu yararına yönelik olan bir yasama

49
sürecini güvence altına almaktır. Demokratik tasarımının tek hedefi, bir halk egemenliği değildir. Daha çok, halk
iktidarı aracılığıyla üstün ve adil olan yasanın (hukukun) egemenliği amaçlanmıştır. Kamu yararına yönelik
olmadıkça, çoğunluğun hatta oybirliği ile belirlenen herkesin iradesini bile genel irade olarak saymaması
bundandır.

Genel iradenin eşyanın tabiatından ve onu ortaya çıkaran toplum sözleşmesinden kaynaklanan sınırları
vardır. Bu sınırlar nedeniyle, genel irade ve keyfilik asla yan yana gelmez.

Egemen güç bir kişinin mülkiyet hakkını ortadan kaldıramaz veya sınırlayamaz. Böyle bir işlem genel değil,
özel bir işlem olur ve egemen gücün yetkisi dışında kalır. Buna karşılık, egemen güç toplumdaki mülkiyet ilişkilerini
genel bir yasayla düzenleyebilir. Toplum Sözleşmesinde aşırı zenginliğin olmadığı küçük mülkiyeti savunan
Rousseau, Korsika üzerine yazılarında toprakların büyük bölümünün kamusal, küçük bir miktarının ise özel
mülkiyet şeklinde düzenlenmesini uygun bulur. İlk durum Locke’çu bir bireycilik ve özel mülkiyet anlayışına,
ikincisi ise sosyalizme yakın bir düzenlemedir.

Kuvvetler Birliği mi? Kuvvetler Ayrılığı mı?

Rousseau’nun egemenliğin bölünmezliği ilkesini çok güçlü biçimde vurguladığı doğrudur. Ancak
Rousseau, diğer düşünürlerden ve günümüz anlayışından farklı biçimde, “egemenlik” kavramını yalnızca yasa
yapma yetkisi olarak kullanmıştır. Dolayısıyla, bölünmez olan yasama yetkisi, yani genel iradedir. Yargı ve
yürütmeyi hem organ olarak, hem de yetki olarak yasamadan ayırmıştır. Düşünür, egemenliği yasama, yürütme
biçiminde bölenlerin düştüğü yanlışın, egemenliğin belirtilerini onun parçaları sanmaktan ileri geldiğini belirtir:
“Örneğin, savaş açmak, barış yapmak gibi işlere egemenlik işlemi gözüyle bakılmıştır. Oysa bunlar egemenlik
işlemi değildir, çünkü bu işlemlerin hiç biri yasanın kendisi değil, uygulamasıdır sadece.” Bir başka yerde de,
yargılama yetkisini yasamadan ayırmış, kendi deyimiyle, “egemenlik işlemi” olarak görmemiştir.

Bugün, yasama, yürütme ve yargılama faaliyetlerinin tümü egemenlik kavramı içinde görüldüğü için,
düşünürün, konusu bakımından egemenliğin bölünemeyeceği yönündeki açıklaması, bazı yazarlar tarafından
yanlış biçimde, kuvvetler birliğinin savunusu olarak yorumlanıyor. Rousseau, yargılamanın yasamadan ayrı bir
fonksiyon olduğunu ve ayrı bir organ tarafından yürütülmesi gerektiğini ifade etmiş, daha fazla tartışmaya gerek
görmemiştir. Buna karşılık, yasama ile yürütme arasındaki ilişkiyi ayrıntılı olarak incelemiştir: Çünkü “hükümet,
yersiz olarak egemen varlıkla karıştırılır... Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini
sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle
görevli, aracı bir bütündür.”

Görüldüğü gibi, Rousseau, döneminin liberal yazarları gibi kuvvetler ayrılığı görüşünü benimsemiştir.
Onun bölünemez dediği şey, yasama yetkisinin halk, kral ve aristokrasi arasında bölünmesi ya da
paylaşılmasıdır.

Rousseau, yasamanın üstünlüğünü bir başka yerde şöyle ifade eder: “Politik yaşamın ilkesi egemen
güçtedir. Yasama gücü devletin yüreği, uygulama gücü de beynidir; bütün öbür parçalara canlılık sağlar. Beyin
felce uğrasa bile, insan yine yaşayabilir. İnsan aptal kalır ama yine de yaşar. Ama yürek görevini göremez olunca,
canlı varlık da ölür."

Rousseau’da Yönetim Biçimleri

Rousseau, geleneksel anlayışa uygun olarak, yönetim biçimlerini yöneticilerin sayısına göre “monarşi”,
“aristokrasi” ve “demokrasi” olarak sıralar. Bu yönetimlerin bazı unsurlarının birleşmesi ile karma yönetimlerin
de kurulabileceğini söyler. Düşünürün, yönetim biçimlerini birbirinden ayırırken yalnızca yürütme gücünün kimde
olduğuna baktığı, her yönetim biçiminde yasama yetkisinin halkta olduğu gerçeği çoğu kez gözden kaçırılmıştır.
“Egemen varlık [halk] yönetim görevini bütün halka ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakabilir; öyle ki, yönetici
yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını aşar. Bu çeşit yönetime demokrasi denir. Ya da, egemen varlık,
yönetim işini bir azınlığın eline bırakır, öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olur. Bu türlü yönetime de
aristokrasi adı verilir. Son olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. Bütün öbür görevliler
yetkilerini ondan alırlar. Bu üçüncü biçim en yaygın yönetim biçimidir. Bunun adına da monarşi ya da krallık
yönetimi denir.”

Rousseau’nun monarşi ya da aristokrasi olarak adlandırdığı rejimler, halk yasama yetkisini doğrudan
kullandığından ve yürütme görevini üstlenenleri de seçerek işbaşına getirdiğinden, demokratik rejimlerdir.
Hükümet ister bir monark, ister aristokratik bir kurul olsun, halk tarafından atanan ve istendiğinde geri
çağrılabilen, yalnızca yasaları yürütmekle yetkili bir organdır.

50
Rousseau ve Doğal Haklar Teorisi

Rousseau, genellikle sanıldığının aksine, ne kuvvetler ayrılığına, ne hukukun üstünlüğüne, ne de


cumhuriyetçi geleneğe karşıdır. Liberalizmin, ılımlı ve özgürlükçü bir düzenin kurulması amacıyla getirdiği
çoğunluğun iradesini sınırlayıcı nitelikteki bu kurumlar, düşünür tarafından da belirli bir ölçüde benimsenmiştir.
Liberalizmden ayrıldığı nokta, doğal haklar teorisi ile ilgili tutumudur. Rousseau’da birey, devletin içinde
erimemiştir. Tam tersine, toplum ve devlet bireyler tarafından kurulmuştur. Amaç, bireyin eşitliği ve
özgürlüğüdür. Devlet başlı başına bir amaç, birey de onun hizmetindeki bir araç değildir.

Rousseau, yurttaşların bazı hakları bulunduğunu kabul etmektedir. Zaten, toplum sözleşmesi yapılırken,
yurttaşlar haklarını devlete ya da topluma devretmemişlerdir. Düşünür “devirden” değil, “bağlanmadan” söz
eder: “Toplum üyelerinden her biri, bütün haklarıyla birlikte kendini baştanbaşa topluluğa bağlar.”

Rousseau’nun doğal haklar anlayışından ayrıldığı nokta, hakların sınırının çizilmesi konusunda genel
iradeyi tam yetkili görmesidir. Hakların güvencesi, doğal hukuk anlayışından farklı olarak, bilinçli bir yurttaş
kitlesinin eline bırakılmıştır.

Beşinci Bölüm

MODERN SİYASAL İDEOLOJİLER

Siyasal ideoloji, mevcut iktidar ilişkilerini sürdürmeyi, değiştirmeyi veya yıkmayı amaçlayan fikirler
bütünüdür.

I- LİBERALİZM VE SOSYAL DEVLET ANLAYIŞI

Liberalizm bireyci bir ideolojidir; bireyi kendi başına bir değer olarak kabul eder. Bireyi ait olduğu sosyal
gruba, topluma ve devlete karşı daha önemli gören, bağımsız ve eşsiz varlık olarak kabul eden düşüncenin izleri
İlk Çağ Yunan düşünürlerine kadar izlenebilir. Ancak bireyciliğin derli toplu bir siyasal ideoloji olarak ortaya çıkışı
17. ve 18. yüzyıllarda söz konusu olmuştur. Bu dönemde mutlakiyetçi yönetimlere karşı burjuvazinin haklarını
savunan düşünürler, felsefi, siyasal ve ekonomik yönüyle liberal ideolojiye katkıda bulunmuşlardır. Liberal
felsefeyi benimseyen Amerikan ve Fransız devrimlerinin etkisiyle dünyaya yayılan bu ideoloji, 20. yüzyılda kendi
içinde köklü bir değişim geçirir: Sosyal liberalizm (veya modern liberalizm) olarak da adlandırılan sosyal devlet
anlayışı ortaya çıkar.

A- Liberalizmde Birey, Toplum ve Devlet İlişkileri

Liberal ideolojinin bireyci niteliği, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde bütün açıklığıyla görülebilir.
Bildirge, düzenlediği hükümlerle bireyciliği felsefi, siyasal, sosyolojik ve ekonomik anlamda dile getirmiştir.

Felsefi anlamıyla bireycilik, bireyin başlı başına en üstün değer olması, toplum ve devlet içinde tek gerçek
varlık olarak görülmesi demektir. Nitekim bildirgede yalnızca birey doğal haklara sahip bir varlık olarak görülmüş,
ailenin, diğer sosyal grupların veya toplumun haklarından söz edilmemiştir.

Siyasal anlamıyla bireycilik, bireyi devletin kaynağı ve amacı olarak görmektir. Liberal düşünceye göre,
toplum ve devlet bireyler tarafından kurulmuş yapay varlıklardır; kuruluş amaçları bireylerin haklarını ve
çıkarlarını korumaktır.

Sosyolojik anlamıyla bireycilik, bireyin toplumun temeli olarak kabul edilmesidir. Bildirge, birey ile devlet
arasında dernek, sendika ve meslek kuruluşları gibi sosyal veya ekonomik birimlere yer vermez. 1789
Bildirgesi’nin bireyciliği, bireyi tüm sosyal bağlılıklarından kurtararak özgürleştirmekte, fakat aynı zamanda
yalnızlaştırmakta ve devlet karşısında güçsüz bırakmaktadır. İleride, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
bu katı bireyci bakışı yumuşatacak; aileyi toplumun doğal ve temel birimi olarak nitelendirdiği gibi, toplum ve
devlet tarafından korunma hakkına sahip bir birim olarak da kabul edecektir (md. 16/3).

Ekonomik anlamıyla bireycilik, bireyin ekonomik faaliyetin temel aktörü olarak kabul edilmesidir. Bildirge
bunu, bireyin özel mülkiyet hakkını dokunulmaz ve kutsal ilan ederek dile getirir (md. 17). Bireyin ekonomik
faaliyet özgürlüğünü kısıtlayan merkantilizm ve korporatizm reddedilmektedir. Devletin zenginliğini altın ve
gümüş gibi değerli madenlere sahip olmakta gören merkantilizm, büyük ölçüde devlet müdahalesi gerektiren
güdümlü bir ekonomik politikaydı. Korporatif sistem de; ekonomik faaliyetleri katı bir disiplin altında tutuyordu.
Oysa yeni gelişen bireyci fikirler, ekonomik hayatın kendiliğinden oluşan doğal bir düzeni bulunduğunu, devletin

51
ekonomiye hiç müdahale etmeyip bireyleri faaliyetlerinde serbest bırakması durumunda, bu doğal düzenin
mükemmel biçimde işleyeceğini savunuyordu.

Siyasal Liberalizm - Ekonomik Liberalizm

Avrupa kültür çevresinde yaklaşık 400 yıllık geçmişi olan liberal düşünce, bireyin özgürlüğü ve eşitliğini
sağlamaya yönelik siyasal bir program olarak ortaya çıktı. Hedefi; toplum sözleşmesi, doğal haklar ve kuvvetler
ayrılığı gibi ilke ve kurumlarla devlet iktidarını sınırlamaktı. Liberal düşüncenin bu boyutu siyasal liberalizm olarak
adlandırılabilir. Bu düşünceleri erken dönemde savunan Locke veya Montesquieu gibi düşünürler kendilerini
liberal olarak adlandırmamışlardır. Aslında, liberal sözcüğü çok daha geç bir tarihte, 1810-1811 yıllarında
İspanya'da icat edilmiş ve 1820’lerde Avrupa'da kullanılmaya başlanmıştır. Sözcüğün yaygın olarak kullanılmaya
başlandığı tarihler, sanayi devriminin bütün olumsuzluklarının yaşandığı dönemdir. Böyle olunca, liberal sözcüğü
daha çok ekonomik liberalizm olarak anlaşılmış; sömürüyü, baskıyı ve çalışanların sefaletini çağrıştıran "olumsuz”
bir anlam kazanmıştır. Aslında, başta Locke olmak üzere erken dönem liberal düşünürler, mülkiyet hakkına büyük
bir önem atfetmiş olsalar da, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” veya "büyük balık küçük balığı yutar”
anlayışının biçimlendirdiği vahşi kapitalizmin teorisi olan ekonomik liberalizmin teorisyenleri değildi.

Devlet İktidarının Sınırı

Liberal ideoloji, devleti sınırlı yetkilere sahip bir kurum olarak kabul eder. John Locke'a göre, bu yetkiler
adaletin ve güvenliğin sağlanmasıyla sınırlıdır.

Liberalizm devletin rolünü adeta bir gece bekçisi konumuna indirgemiştir; minimum yetkili bu devletin
artık insanları iyiye yöneltme, erdemli yaşamalarını sağlama ve neyin iyi veya doğru olduğunu belirleme yetkisi
yoktur. Devletin görevi; her bireyi kendi iyisini ve doğrusunu bulmak, maddi ve manevi varlığını kendi
yöntemleriyle geliştirmek konusunda özgür bırakmaktır.

Liberalizm iktidarı kimin kullandığını değil, sınırlı olduğunu ifade eder. Liberal bir rejim, monarşik,
aristokratik ya da demokratik olabilir.

Liberalizmin Özgürlük Anlayışı

Özgürlük liberalizmin temel değeridir; ona eşitlik ve adalet gibi diğer değerlere oranla öncelik tanınır.
Bireye toplum ve devlet karşısındaki üstün konumunu sağlayan, onun özgür bir varlık olmasıdır.

Liberalizm insanların doğuştan özgür olduğunu kabul eder. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,
bireyin doğal haklarını “özgürlük”, “mülkiyet”, “güvenlik” ve “baskıya karşı direnme” şeklinde dört adet olarak
sayar. “Özgürlük” hakkı genel bir ifade olup, günümüzde birinci kuşak haklar veya klasik haklar olarak
adlandırılan ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, seyahat özgürlüğü gibi hak ve özgürlükleri içerir.

Liberalizm, doğal hak ve özgürlüklerin kendiliğinden var olduğunu, gerçekleşmeleri için devletin bireye
karışmamasını, özgürlüğünü kısıtlamamasını yeterli görür. 1789 Bildirgesinde özgürlük, “başkalarına zarar
vermeden istediğini yapabilmek" olarak tanımlanmıştır (md.4). Bireyin doğal hakları devlet iktidarının sınırını
çizer.

Liberalizmin Eşitlik Anlayışı

Liberal eşitlik anlayışının temelinde, herkesin sırf insan olduğu için aynı ahlaki değere sahip olduğu inancı
vardır. Her birey, ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun, insan olarak eşit değer ve saygıyı hak eder. İnsanlar
arasında değer farkı yaratmayan, birini diğerine bağımlı kılmayan bu inanç, toplum düzeni içinde kanun önünde
eşitlik ilkesiyle görünür kılınır ve uygulanır. Kanun önünde eşitlik ilkesine rağmen, toplumda bazı kişilerin
yoksulluğa düşmesi, işsiz kalması veya hayatını kazanma imkânlarından mahrum olması adaletsizlik olarak
görülmez.

Liberalizm özgürlük ve eşitliği doğuştan kazanılan bir özellik olarak görmekle birlikte, uzun süre köleler,
yoksullar ve kadınlar tam olarak eşit ve özgür insanlar olarak sayılmamıştır. Kökenine, inancına, cinsiyetine, eğitim
veya ekonomik durumuna bakmaksızın, sırf insan olduğu için herkesin kanun önünde eşit kabul edilmesi,
demokratik ülkelerin çoğunda ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Liberalizm ve Demokrasi

Liberalizm ile demokrasi arasında bir karşıtlık söz konusu değildir. İkisi arasındaki ilişki süreç içinde önemli
ölçüde değişmekle birlikte, uzun süre, özgürlük ile eşitlik arasındaki ilişki olarak görülmüştür: Liberalizmde

52
özgürlük, demokraside eşitlik var denmiştir. Kuşkusuz, bu genelleme tam doğru değildir: Liberalizm yalnızca
özgürlük, demokrasi de yalnızca eşitlik demek değildir. Batı kültür çevresinde 19. yüzyıldan itibaren genel oy
hakkının yaygınlaşmasıyla, liberal rejimler demokratikleşmiş; liberal demokrasi kavramı ortaya çıkmıştır. Liberal
demokrasi kavramında baskın unsur, 19. yüzyılda “liberal” sözcüğüydü ve rejimin özgürlükçü olması daha büyük
önem taşıyordu. 20. yüzyıldan itibaren durum tersine dönmüştür; artık “demokrasi” unsuru ön plandadır ve
rejimin eşitlikçi olmasına daha büyük önem atfedilmektedir.

Genel ve eşit oy hakkının tanınması, siyasal kararların her yurttaşın eşit katılımıyla, demokratik bir
yöntemle alınmasını mümkün kılmış; siyasal demokrasi gerçekleşmiştir. Liberal teoride, siyasal demokrasi ile
sosyal ve ekonomik demokrasi kavramları arasında yapılan ayrımın nedeni, bu düşünce sisteminde devlet
yetkisinin sınırlı olması; devletin sosyal ve ekonomik alana müdahalesinin kabul edilmemesidir. Devletin varlık
nedeni olan adaletin ve güvenliğin sağlanması ile ilgili konular “siyasal” olarak nitelendirilmiş, diğer tüm konular
bireylerin doğal haklarını ilgilendirdiğinden devletin yetki alanı dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla sosyal ve
ekonomik kararların demokratik biçimde alınması söz konusu değildir, çünkü bu alanda kararlar bireysel olarak
alınacaktır.

Liberal düşüncede genel ve eşit oy ilkesi, seçimler, siyasal partiler ve parlamento gibi kurumlar siyasal
kararların demokratik biçimde alınmasını mümkün kılarken, başka bir mekanizmayla ekonomik kararların da
demokratik biçimde alınacağına inanılır. Girişim özgürlüğünün, sözleşme serbestîsinin, özel mülkiyet hakkının
güvence altına alındığı, devletin ekonomik alana müdahale etmediği bir düzende ekonomik kararlar nasıl
demokratik biçimde alınacaktır? Liberal ekonomide doğal olan, ekonomik kararların zengin bir azınlık tarafından
alınması yani üretim, tüketim ve yatırım gibi tercihlerin sermaye sahibi tarafından yapılmasıdır. Oysa liberal
düşünce, ekonomik kararların herkesin, en azından çoğunluğun etkisiyle alınacağını savunur. Bunu sağlayacak
olan, serbest piyasa düzenini yöneten arz ve talep yasalarıdır. Ne üretileceğine, ne kadar üretileceğine, fiyatının
ne olacağına, elde edilen karın hangi alanlarda yatırıma dönüştürüleceğine, sanıldığının aksine yalnızca sermaye
sahipleri karar vermeyecek, bu kararlar herkesin katılımıyla alınacaktır. Devletin tek yapması gereken
ekonomiye müdahale etmemek, doğal düzeni bozmamaktır.

Liberal düşünce, kanun önünde eşitlik ilkesi güvence altına alındığında, serbest rekabet esasına dayanan
piyasa düzeni kurulduğunda, adil bir sosyal düzenin de kurulacağı öngörüsünde bulunur.

B- Sosyal Devlette Birey, Toplum ve Devlet İlişkileri

Devletin ekonomiye müdahale etmediği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düzeni, geniş kitleler
bakımından toplumdaki eşitsizlikleri derinleştirmiş, hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirmiştir, siyasal
demokrasi gerçek bir demokrasi yaratamamıştır. Sonuçta, vahşi kapitalizm, siyasal liberalizmin daha adil bir
toplum düzenine ilişkin bütün iyimser beklentilerini ortadan kaldırmıştır.

Fransa’da, 1848 Devrimi ile birlikte liberalizmin katı bireyciliği ve sömürüye yol açan çeşitli uygulamaları
gözden geçirilecektir. Bu gelişme, yüz yıllık bir zaman diliminde yaşanan iki dünya savaşı ve büyük ekonomik
krizlerin ardından liberalizmi köklü biçimde değiştirir: Artık sosyal liberalizm, modern liberalizm veya bu kitapta
benimsendiği gibi sosyal devletten söz edilmektedir. Piyasa mekanizmasının en iyi ekonomik durumu
yaratacağına duyulan derin inanç terk edilmiştir. Bu değişimin ardında, İngiliz iktisatçı J. M. Keynes’in (1883-
1946) büyüme ve refaha ancak yönetilen bir kapitalizmle ulaşılabileceği ve anahtar iktisadi sorumlulukların
devletin elinde olması gerektiğine ilişkin görüşleri yatmaktadır. Sosyal devlet anlayışı İkinci Dünya Savaşı’nın
ertesinde anayasalarda ifadesini bulacak, 1961 Anayasası ile ülkemizde de benimsenecektir.

Sosyal devlet anlayışı, siyasal liberalizmin temel ilkelerini korumakla birlikte, uygulamada görülen
olumsuzlukları gidermek üzere yeni ilkeler ve yaklaşımlar getirir. Sosyal devlet anlayışında da bireyin devletin
kaynağı ve amacı olduğu ilkesi geçerliliğini sürdürür. Ancak bu kez birey yalnız değildir; bireyin oluşturduğu çeşitli
doğal, sosyal, ekonomik veya kültürel kurumlar da dikkate alınmaktadır. Bu kurumların başında aile gelir.

Sosyal Devletin Özgürlük ve Eşitlik Anlayışı

Sosyal devlet anlayışı liberalizmin doğal haklar anlayışını benimser fakat yetersiz bulur. 1789 Bildirgesi’nin
ilan ettiği hakların, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kullanılamadığı görülmüş, artık doğal hakların
kullanılabilmesi için devletin karışmamasının yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Devlet, bundan böyle, yoksul kitleleri
doğal haklarını kullanabilmesi için destekleyecektir. Bu destek yeni bir hak kategorisinin, sosyal hakların
doğuşuna yol açar. Sosyal hakların baskın özelliği, devletin bireyi serbest bırakması ile kendiliğinden
gerçekleşmemesi, tersine, ancak devletin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi bir kamu hizmeti tesis etmesiyle

53
kullanılabilmesidir. Liberalizmin doğuştan kazanılan özgürlüğü, sosyal devlette devletin özgürleştirme
politikasıyla desteklenmektedir.

Hukuki engellerden kurtulan bireyin, şansını ve yeteneklerini iyi değerlendirerek kendisine onurlu bir
yaşam kurabileceği varsayılıyordu. Fakat bireylerin hayat mücadelesine eşit koşullarda başlamadığı göz ardı
edilmişti. Bireylerin sosyal ve ekonomik statülerinin, kişisel yeteneklerine ve çalışkanlıklarına bağlı olmadıkça
liberalizmin eşitlik beklentisinin gerçekleşmeyeceği anlaşılmıştı. Öyleyse, kanun önünde eşitlik ilkesi fırsat eşitliği
ilkesiyle desteklenmeliydi.

Şans ve olanak eşitliği olarak da adlandırılan fırsat eşitliği, yurttaşların ekonomik ve sosyal statülerinin
eşitlenmesi demek değildir. Vahşi kapitalizmin yarattığı büyük eşitsizliklerin önlenmesi için bu tür bir çözüm
Marksist ideoloji tarafından önerilecektir. Sosyal devlet anlayışı, fırsat eşitliği ile sosyal ve ekonomik eşitsizliğin
yarattığı olumsuz sonuçları azaltmayı hedefler. Bireylerin çalışarak onurlu bir yaşam sürmesinin önündeki fiili
engelleri kaldırmaya uğraşır. Toplumdaki dezavantajlı kesimlerin sosyal haklardan yararlanarak asgari bir yaşam
düzeyine ulaşmasını ve kişisel yeteneklerini geliştirecek koşullara kavuşmasını amaçlar.

Sosyal Devlet Anlayışı ve Demokrasi

Sanayi devrimi sonrasında liberalizmin, seçimler aracılığıyla siyasal demokrasinin, piyasa mekanizması
aracılığıyla da sosyal ve ekonomik demokrasinin kendiliğinden gerçekleşeceği ümidinin boş bir hayal olduğu
anlaşıldı. Kendi alanında tekel oluşturan büyük şirketler ekonomik hayata yön verdiği gibi, paranın gücüyle siyasal
partileri, seçimleri ve parlamentoyu etkileyerek siyasal hayatta da baskın duruma geldiler.

Sosyal devlet anlayışı, liberalizmin kendiliğinden gerçekleşmeyen sosyal ve ekonomik demokrasisini yasal
düzenlemelerle ve devletin desteğiyle gerçekleştirmeye çalışır. 20. yüzyılın liberal devleti artık yalnızca adaletin
ve güvenliğin gerçekleştirilmesinden değil, eğitimin, sağlığın, sosyal güvenliğin, iş olanaklarının, insani çalışma
koşullarının, piyasada serbest rekabetin ve daha birçok şeyin sağlanmasından da sorumlu olacaktır.

Sosyal devlet anlayışında, sosyal ve ekonomik demokrasinin gerçekleşmesi için bu alanların


siyasallaşmasının yanı sıra, bazı özel düzenlemelere de ihtiyaç duyulur. Sosyal ve ekonomik kararlar hem işyeri
hem de ulusal düzeyde alındığından, her iki düzeyde de bu kararlardan etkilenenlerin karar alma süreçlerine
katılması demokrasinin gereğidir. Yönetime katılma, en düşük düzeyde işyerinin nasıl yönetildiği konusunda bilgi
almadan, en yüksek düzeyde (mülkiyet hakkını etkilemeyecek sınırlı bazı konularda) birlikte yönetime kadar
değişik düzeylerde gerçekleşebilir.

Ulusal düzeyde sosyal ve ekonomik demokrasinin yetkin biçimde gerçekleşmesi için, siyasal temsilin
yanında, korporatif temsilin gerektiği savunulur. Sosyal devlet anlayışında toplumun temelinde yalnızca birey
değil, bireyin oluşturduğu kurumlar da yer almaktadır. Korporatif temsilde, sosyal ve ekonomik alanda faaliyet
gösteren (sendikalar, tarım birlikleri, meslek odaları gibi) kurumların temsili söz konusudur.

Korporatif temsilin, siyasal temsilin eksik bıraktığı bazı fonksiyonları karşılaması mümkündür. Ancak
korporatif bir meclis oluşturmanın bazı teorik ve teknik zorlukları vardır. Öncelikle, korporatif temsil ulusal
egemenlik ilkesine aykırıdır. Siyasal temsilde, seçilen vekiller kendilerini seçenleri veya seçildikleri bölgeyi değil,
ulusu temsil eder; oysa korporatif temsilde vekil, kendisini seçen kurumun temsilcisidir. Siyasal temsilde eşitlik
ilkesi tam olarak korunabilir; her bireyin tek oy hakkı vardır. Oysa korporatif temsilde, birden çok kurumun üyesi
olan kişi, birden çok oy hakkına sahip olacaktır. Korporatif temsil düşüncesi bir yandan bu tür zorlukları nedeniyle,
diğer yandan İtalyan faşizminde demokrasiyi yıkmak için bir araç olarak kullanılması yüzünden giderek gözden
düşmüştür. Çağdaş demokrasilerde sosyal ve ekonomik kuruluşlar, artık korporatif meclisler aracılığıyla değil,
çoğulcu demokrasi anlayışının bir gereği olarak, birer baskı grubu veya yasayla oluşturulmuş danışma kurulları
biçiminde siyaseti etkilemektedir.

II- MARKSİZM

Marksizm, bireyciliği esas alan liberalizmden farklı olarak toplumcu (sosyalist) bir ideolojidir.
Toplumculuk, toplumun yararını bireysel yararın üzerinde tutar. Tarihte toplumcu fikirlerin kökeni Platon’un
Devlet adlı kitabına kadar geriye gidilerek izlenebilir. Sosyalist düşünce, 19. yüzyılda, önce seri üretimi mümkün
kılan fabrikalara karşı esnaf ve zanaatkârların çıkarlarını dile getirmek için kullanıldı. Sanayi devriminin
yaygınlaşmasıyla işçi sınıfının büyümesi üzerine, bu kez işçi sınıfının ideolojisi haline geldi. İlk biçimiyle sosyalizm
köktenci, ütopyacı ve devrimci karakter taşır: Serbest piyasa düzenine bağlı kapitalist ekonominin tümüyle
kaldırılmasını, bir devrimle kapitalist toplum yerine sosyalist toplumun inşa edilmesini savunur. 19. yüzyılın
sonlarından itibaren devrimci olmayan, reformist veya revizyonist sosyalizm akımı güçlenecektir. Bu akınım

54
temsilcileri, parlamenter demokrasi içinde verilecek yasal mücadele ile barışçıl biçimde sosyalizme
geçilebileceğini savunur. Marksizm, sosyalizmin erken dönem devrimci geleneğine ait bir ideolojidir.

Ünlü Fransız Marksist sosyolog Henri Lefebvre, Marksizmin bir dünya görüşü olduğunu belirtir. Dünya
görüşü, doğaya ve insana bütünlemesine bir bakıştır, eksiksiz bir öğretidir. Lefebvre’ye göre, 20. yüzyılda öne
çıkan üç büyük dünya görüşü vardır: Hıristiyan dünya görüşü, bireyci dünya görüşü (liberalizm) ve Marksist
dünya görüşü. Felsefi, iktisadi ve siyasi öğretilerin bileşimi olan Marksist dünya görüşü şu ya da bu düşünürün
eseri değil, bir çağın eseri ve açıklamasıdır. Felsefe olarak Marksizm, materyalist düşünürler ile Hegel’in
diyalektik tarih felsefesinden etkilenmiştir. İktisadi öğreti olarak, İngiliz İktisat Okulu’nun izlerini taşır. Siyasi
yönüyle Fransız sosyalistlerinin etkisi altındadır. Karl Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) bu üç
kaynaktan beslenerek sanayi çağının büyük sorunlarını dile getiren ve o sorunlara çözümler üreten radikal bir
dünya görüşü oluşturmuştur.

A- Marksizmin Felsefi Temeli: Diyalektik Materyalizm

Marksizmin felsefi temeli diyalektik materyalizmdir. Materyalist felsefe, varlığın temelini maddi bir
cevhere dayandıran en eski felsefi akımlardan biridir. Diyalektik ise, Modern Çağ’da Hegel tarafından evrenin
gelişiminin yasası ve gerçeğin ortaya çıkartılmasının yöntemi olarak kullanılmıştır. Diyalektik akıl yürütme ve
analiz, birbiriyle çelişen düşüncelerin çatışması (tez-antitez) ve bu çatışmanın aşılmasıyla (sentez), ilk bakışta
görülemeyen nesnel gerçekliğin anlaşılabileceği esasına dayanır.

Marksizme göreyse, çelişmenin temelinde daha derin bir neden vardır: Tüm varlıklar birbirine karşıt,
birbiriyle çelişen öğelerden oluşur: pozitif-negatif, siyah-beyaz, proletarya-burjuvazi, varlık-yokluk, sıcak-soğuk
gibi.

Her şey kendi zıddını, çelişiğini içinde barındırır. Dolayısıyla, çelişen unsurlar gerçeğin bir parçasıdır.
Birbiriyle çelişen unsurlar içeren varlığın gerçeğine, ancak diyalektik yöntemle ulaşılabilir.

Marks, Hegel’den aldığı diyalektik kavramını doğaya, tarihe ve topluma uygulamıştır. Hegel’den farklı
olarak, diyalektik gelişmeyi mutlak varlığa dayandırmıyor, diyalektiği dinsel ve idealist özelliklerinden
arındırıyordu. İlk toplum biçimi olan ilkel toplumda ortak mülkiyet (tez) söz konusudur. Tarih boyunca, ortak
mülkiyet karşıtına yani özel mülkiyete (antitez) dönüşmüştür. Özel mülkiyete dayanan kapitalist sistem, kendi
karşıtını içinde taşır: Kapitalist mülkiyet işçi sınıfının toplu çalışmasının ürünü olduğu halde, ortak mülkiyet olarak
kullanılmamaktadır. Bir gün bu çelişki aşılacak ve işçi sınıfının mücadelesiyle sosyalist ortak mülkiyete (sentez)
geçilecektir.

Marksizm, 19. yüzyıla kadarki sosyal gelişmeyi ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve
kapitalist toplum olarak sınıflandırmış, kapitalizmden sonraki aşamayı ise, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm
aşamalarından geçilerek ulaşılacak olan sınıfsız ve devletsiz bir komünist toplum olarak öngörmüştü.

Marks’a göre, yaşadığı dönemde (19. yüzyıl) sınıflar arasındaki çatışma tez aşamasındadır. Antitez
proletarya diktatörlüğüdür, sentez ise komünist toplum düzeni olacaktır. Hemen görülebileceği gibi, tarihin
akışının bu yönde olacağı bir tahmin olmanın ötesinde, bir yasa olarak formüle edilmiştir. Söz konusu olan tarihin
ve sosyal gelişmenin yasasının keşfedilmesidir. “Marksizm” terimi de, bu öğretiyi benimseyenler tarafından
tarihin ve toplumun genel gelişme yasalarının bilimi olarak tanımlanır. Marks, Das Kapital’de, kendisinin
‘kapitalist üretimin Doğa Yasalarını’ keşfettiğini söyler...”

B- Marksizmin İnsan, Toplum ve Devlet Anlayışı

Marksizm, insana doğa karşısında üstün ve ayrıcalıklı bir yer verir. Batı’da Aydınlanma düşünürleri, akıl ve
vicdan sahibi olması sayesinde, insanın doğaya egemen olan determinizmden kurtulabileceğini, kendi (ahlaki)
yasasını kendisinin koyabileceğini söylüyordu. Marksizm Aydınlanma düşüncesinin insana tanıdığı üstün konumu
benimsemekle birlikte, insanın bu ayrıcalığını farklı bir özelliği üzerinde temellendirmiştir: İnsanın doğadaki
ayrıcalıklı konumu, onun çalışan varlık (homo faber) olmasından kaynaklanır.

İnsan, emeği ve çalışması sayesinde doğayı değiştirme kapasitesine sahip olur. Diğer canlı türleri, hayatta
kalabilmek için yalnızca doğaya uyum sağlama yeteneğine sahipken, insan bunun ötesinde, doğayı kendi yaşam
koşullarına göre düzenleme kapasitesine de sahiptir.

Marksizmin Özgürlük Anlayışı

55
“İnsan doğuştan özgür ve eşittir” demekle özgürlük ve eşitlik sağlanamaz. Her iki özellik de, ancak insanın
mücadelesi ile kazanılabilir. İnsan başlangıçta, tarihin erken dönemlerinde doğanın kölesidir: Deprem, sel, fırtına,
kuraklık, yangın, soğuk gibi doğa olayları karşısında acizdir. Zamanla doğa yasalarını keşfederek, bu yasalara
uygun teknolojiler geliştirerek doğayı denetim altına alır, doğaya karşı özgürlüğünü kazanır. Fakat kısa bir süre
sonra, bu kez sosyal alanda kölelik doğar. Özel mülkiyetin ve sınıfların belirmesiyle, insanlar kendi sosyal
koşullarının kölesi olur. Binlerce yıl farklı adlarla süren bu kölelik, kapitalist sistemde son noktasına ulaşmıştır.
İnsan nasıl doğa yasalarını keşfederek emeği ve çalışması sayesinde doğaya karşı özgürlüğünü kazanmışsa, kölelik
düzenine yol açan sosyal yasaları da keşfederek topluma karşı da özgürlüğünü kazanacaktır.

Yabancılaşma

Marksizm, kapitalist toplumda ortaya çıkan (modern) köleliği; insanın insana bağımlılığını,
yabancılaşma, yozlaşma (alienation) kavramı ile açıklar. Özgürlüğe ancak yabancılaşmanın ortadan kaldırılması
ile ulaşılabilir. Yabancılaşma, insanın kendini özgür, yaratma gücüne sahip ve doğaya hükmedebilen bir varlık
olarak görme gücünü kaybetmesidir. İnsanı adeta insan olmaktan çıkaran yabancılaşmanın nedeni kapitalist
ekonomik düzendir. Yabancılaşma ekonomik, sosyal, siyasal, dini vb. alanlarda ortaya çıkmakla birlikte, temelinde
ekonomik yabancılaşma vardır.

İnsan ancak emeği ve çalışması sayesinde doğayı etkileyebilecek, doğa güçlerine hâkim olabilecek ve temel
gereksinimlerini karşılayabilecektir. Bunun için, insan kendi emeğinin efendisi olmalı, emeğinin ürününün sahibi
olmalıdır. Kapitalist ekonomide ise insan emeğinin efendisi değildir; emeğini kapitaliste satmak zorundadır.
Emeğini kapitaliste satmayı ret eden bir emekçi, tüm yaşam olanaklarını yitirir. Marks’ın yaşadığı “vahşi
kapitalizm” yıllarında, emeğin nasıl kullanılacağına, çalışma koşullarına, süresine ve emek karşılığı ödenecek
ücrete kapitalist tek başına karar vermektedir. Emekçinin bu konularda pazarlık gücü olmadığı gibi, devlet de
liberal ideoloji gereği ekonomiye ve çalışma yaşamına karışmamaktadır. Kapitalist sistemde emekçinin
emeğinin ürününe sahip olamaması, bu ürüne hiç emek harcamayan kapitalistin el koyması ekonomik
yabancılaşmadır.

Ekonomik yabancılaşma sosyal yabancılaşmaya neden olur. Kapitalist üretim sistemi, insanı, bir parçası
olduğu topluma da yabancılaştırır. Kapitalizm bunu, toplumu çıkarları birbiriyle çatışan iki sınıfa bölerek yapar:
Üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar. "Bu sınıflardan her biri insan olma niteliğinin yalnızca bir kısmına
sahiptir. Çalışan sınıf emeğinin ürününe sahip olmadan çalışmakta, buna karşılık diğer sınıf başkasının emeğinin
yarattığı değerlere sahip olmaktadır, fakat kendisi çalışmamaktadır. Böylece, her iki sınıf da insanı insan yapan
emeğine ve emeğinin ürününe sahip olma özelliğinden yoksun kalmaktadır.”

Sosyal yabancılaşma, kaçınılmaz biçimde siyasal yabancılaşmaya neden olur. Toplumun çıkarları çatışan
iki sınıfa bölündüğü, bir sınıfın diğerini sömürdüğü bir düzende, devlet tarafsız hakem rolünü üstlenemez; o,
egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki bir baskı aracıdır. Kapitalist ekonomide devlet, emeğinin ürününe
yabancılaştırılarak insanlık niteliği zedelenen sınıfın ayaklanmasını önlemek ve güç kullanarak onu itaate zorlamak
amacıyla hareket eden bir kurumdur.

Emeğinin ürününe, toplumuna ve devletine yabancılaşan insanın dini yabancılaşmaya uğraması da


kaçınılmazdır. Din, evrenin sırlarını çözebilecek ve doğaya hâkim olabilecek kapasitesi bulunan insanın, gücünün
farkına vardığı sırada, bu üstün kapasitesinden yoksun bırakılması ile doğmuştur. Kapitalist sistemde emeğini
satmak zorunda kalan ve emeğinin ürününe sahip olamayan insan, kendini üstün, yarı-tanrısal bir varlık olarak
göremez; tersine aciz, güçsüz ve yardıma muhtaç biri olarak görür. Sorunlarını kendi başına çözemeyeceğini,
kendi çalışmasıyla eşitlikçi ve özgürlükçü adil bir düzenin kurulmasının mümkün olmadığını düşünür. Böylece,
bütün sorunları çözebilecek, adil bir düzeni kurabilecek bir gücü hayal etmeye başlar. Bu hayali güç tanrıdır.
Aslında, Tanrı, yabancılaşmaya uğramamış insanın yani aklı ve emeği sayesinde evrene hâkim olma kapasitesi
bulunan o üstün varlığın idealize edilmiş halidir.

Özgürlük, bütün biçimleriyle yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir. Bunun için öncelikle
ekonomik yabancılaşmanın kaldırılması gerekir. Ekonomik yabancılaşma yalnızca kapitalist toplumda değil, feodal
ve köleci toplumda da vardır. Çare, toprak ve fabrikalar gibi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin
kaldırılması suretiyle kapitalizme son verilmesidir. İnsanın insanı sömürmesine ve sosyal köleliğe yol açan
mülkiyet kaldırıldığında, sosyal sınıflar da ortadan kalkacak, egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki baskı aracı
olan devlete de gerek kalmayacaktır. Gerçek özgürlüğün bulunduğu sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenine;
komünizme ulaşılacaktır.

56
Komünist toplumdaki özgürlükçü düzene ulaşmak ancak belirli aşamalardan geçerek mümkün olabilir.
Birinci aşama, ezilen emekçi sınıfın (proletaryanın) ayaklanarak kapitalist rejimi devirmesi ve iktidarı ele
geçirmesidir. Proletarya diktatörlüğü olarak adlandırılan bu aşamada, egemen sınıfın ortadan kaldırılması için
devlet güç ve baskı kullanacaktır. Dolayısıyla rejim, eski egemen sınıf için bir diktatörlük niteliğindedir. Ancak
eskiden ezilen ve sömürülen sınıflar için daha özgürlükçü bir dönemdir. Bu dönemde emekçiler, devletin
desteğiyle kapitalist düzende kullanamadıkları basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü gibi haklarını kullanabilir
duruma gelecektir. Bir kaç yıl kadar kısa sürmesi beklenen proletarya diktatörlüğü döneminin ardından, sınıflar
ortadan kaldırılarak sosyalizm aşamasına geçilecektir.

Sosyalizm aşamasında sınıflar yok ama devlet vardır. İlk bakışta bu durum ideolojik bir çelişki gibi durabilir.
Çünkü Marksizme göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır; sınıflar ortadan kaldırılmışsa, devletin varlık nedeni
de kalmamış demektir. Yine de, sosyalizm aşamasında devlete ihtiyaç vardır: Sınıfların ve özel mülkiyetin ortadan
kaldırılmasıyla, bir anda insanlar gerçek özgürlüğün bulunduğu komünist toplumun değerlerini özümsemiş olmaz.
Devlet bu sürece öncülük etmekle görevlidir. Ayrıca, sosyalizm aşamasında, eski egemen sınıf temsilcilerinin bir
karşı devrim örgütleyerek rejimi değiştirme olasılığı da vardır. İşte, sosyalist devlet bunun önlenmesi için de
gereklidir. Zaten bu nedenle, sosyalizm aşamasında bütün özgürlüklerin toplumdaki herkes için güvence altına
alınıp fiilen kullanılabilirliği sağlandığı halde, sosyalizmin çıkarlarına aykırı kullanım biçimleri yasaklanacaktır.
Sosyalizmde, liberalizmden farklı olarak özgürlükler herkes için ve daha geniş ölçüde sağlanacak ama devlet
varlığını koruduğu için bazı kullanım biçimleri kısıtlanacaktır. Gerçek özgürlük devletin ortadan kalktığı komünizm
aşamasında söz konusu olacaktır.

Marksizmin Eşitlik Anlayışı

Marksizme göre eşitlik, tıpkı özgürlük gibi, insanın doğuştan değil mücadeleyle kazandığı bir özelliktir.
Gerçek eşitlik için insanların sosyal ve ekonomik durumlarını da eşitlemek gerekir. Bunun yolu, insanlar arasında
gelir uçurumu yaratan ve sömürüye yol açan özel mülkiyetin kaldırılması, üretilen değerlerin eşit olarak
paylaşılmasıdır.

Proletarya diktatörlüğü döneminde sanayi, tarım ve ticaret alanlarında eşitsizliğe yol açan kapitalist
unsurlar kısmen temizlenebilecektir. Sanayi tamamen devletleştirilecek, ticaret, el sanatları ve küçük tarım
toprakları kooperatifleştirilecek, büyük tarım arazileri ise kolektifleştirilecektir. Bu aşamada insanların gelirleri
arasında farklar bulunduğu gibi, işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylü sınıfı gibi ayrımlar tümüyle kaldırılmış değildir.
Sömürü ve büyük ekonomik eşitsizlikler kaldırılmış ama gerçek eşitliğe ulaşılmış değildir.

Sosyalizm aşamasında, devlet, planlı ekonomi ile gerçek eşitliğin temellerini atacaktır. Planlı bir ekonomi
ile komünizm aşamasına geçildiğinde devlet mülkiyeti ve kooperatif mülkiyet halk mülkiyetine dönüşecek, işçi,
köylü ve entelektüel kesim arasındaki farklılıklar kalkacaktır. Bu aşamada, gerçek eşitliği sağlayacak herkesten
yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre kuralı uygulanacaktır. Bir bolluk toplumu olarak betimlenen komünist
toplumda, insanlar günde yalnızca 5-6 saat çalışacak, üretilen değerlerden ihtiyacına göre pay alacaktır. Çalışma
saatleri dışında kalan uzun zaman dilimlerinde, herkes kişiliğini geliştirecek çeşitli etkinliklere katılabilecektir.

Marksizmin Demokrasi Anlayışı

Devletin küçük bir zengin azınlığın çıkarlarını koruduğu yerde demokrasiden söz edilemez. Kapitalist
düzende seçim ve parlamento gibi demokratik kurumlar egemen sınıfın baskısını ve sömürüsünü gizlemekten
başka bir işe yaramaz. O nedenle, liberal demokrasi biçimsel bir demokrasidir.

Marks 1845 yılına kadar ki yazılarında "demokrasi” terimini hep olumlu anlamda kullanmış ve ondan
takdirle söz etmiştir. Komünist toplum idealini benimsediği bu tarihten sonraki yazılarında, demokrasi kavramının
kullanımında belirsizlik vardır: Bazı yazılarında demokrasiyi komünizm ile eş anlamlı veya komünist demokrasi
olarak kullanmış, bazılarında ise komünizmin demokrasiden daha ileri bir düzen olduğunu ima etmiştir.

Marksizme göre, proletarya diktatörlüğü dönemi yeni bir tür demokrasi getirecektir: Proletarya
demokrasisi olarak adlandırılan bu rejim kapitalist sınıf için bir diktatörlük, işçi sınıfı için bir demokrasidir. Ama
her durumda, liberal demokrasiye göre daha ileri bir demokrasidir.

Sosyalizm aşamasında gerçek demokrasiye çok yaklaşılmıştır. Sınıflar ortadan kaldırılmış, ekonomik ve
sosyal eşitlik büyük ölçüde başarılmış, bazı sınırlamalar olsa da özgürlükler herkes tarafından kullanılabilir hale
getirilmiştir. İnsanları gerçek özgürlük ve eşitliğin bulunduğu komünist topluma hazırlamak ve kapitalist düzene
geri dönüş özlemlerini yok etmek için devlet bir süre daha varlığını koruyacaktır. Ama bu devlet artık diktatörlük
değil, demokrasi olacaktır. Üstelik kararlar çoğunlukla değil, neredeyse oybirliğiyle alınacaktır.

57

You might also like