Ali Demirsoy - Bilim Toplumunda Bilgiyi Kime Nasıl Vermeli

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 358

BiLiM TOPLUMUNDA

• •

• • • •

BiLGiYi KiME NASIL •

VERMELi
SON İMPARATORA ÖGÜTLER

Prof. Dr. Ali Demirsoy


AKILÇELEN KİTAPLAR
Yuva Mahallesi 3702. Sokak No: 4 Yenimahalle/ Ankara
Tel:+90-312 396 01 11 Faks: +90-312 396 01 41
www.akilcelenkitaplar.com
Yayıncı Sertifika No: 12382
Matbaa Sertifika No: 47771

©Türkçe yayım hakları Akılçelen Kitaplar'ındır. Yayıncının yazılı izni


olmadan hiçbir biçimde ve hiçbir yolla, bu kitabın içeriğinin bir kısmı ya
da tümü yeniden üretilemez, çoğaltılamaz ya da dağıtılamaz.
Akılçelen Kitaplar, Arkadaş Yayın Grubu'nun tescilli markasıdır.

ISBN: 978-605-2382-71-4
ANKARA, 2021

10. Baskı
Akılçelen Kitaplar'da 1. Baskı

Yayına Hazırlık : Gazi Vural, Zeynep Kopuzlu Taşdemir


Sayfa Düzeni : Özlem Çiçek Öksüz
Kapak tasarımı : Lodos Grup
Baskı : Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj Sanayi Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Cad. Arpacıoğlu İşhanı
No: 95/1 İskitler Ankara
Bu kitab ı n ve diğer kitapları m ı n yaz ı l mas ı nda, ülkemiz eğitimine
yapmaya çal ıştığ ı m katkı larda ve araştı rmaları mda, sevgileriyle ba­
na her zaman güç veren, çal ışabilme ve düşünebilme ortam ı n ı ha­
zı rlayan, dünya güzeli ve dünya tatl ısı
Sevgili Eşim
DURİVE DEMİRSOY (17.2.1952-29.1 .1994)
ve
Can ı m Yavruları m
Mehmet Evren Demirsoy (31 .4.1979-29.1 .1994)
Doğa Demirsoy (29.3 .1984-29.1.1994)

ve çal ışkan l ı kları , dostlukları , efendilik ve han ı mefendilikleriyle, ör­


nek i nsanlar olan
Değerli Amcaoğlum
Hasan Hami Demirsoy (1936-29 .1 .1994)
ve
Değerli Yengem
Esma Bi rgül ün (1941-29.1 .1994)
'

bir trafik cinayetinde, göz göre göre katledil melerinin, bütün benliği­
mi yakan, dayan ı l maz ve tarif edilemez acıs ı n ı , ancak, sizin bu gü­
zel insanları , bu kitabı okurken her defas ı nda anman ızla külleyebi­
l irim . . . Dileri m , dü nyada hiç kimse böyle bir acıyı bir daha tatmaz . . .
Dilek...

Bilgisizliğin, cahilliğin, aymazl ı ğ ı n ve Ankara'n ı n yakı n ı nda


dahi yeterl i altyap ıyı bugüne kadar hazı rlayamad ı kları için
katliam ı n ıza dolaylı olarak zemin hazı rlayan yeteneksiz ida­
reci lerin ku rban ı sevgili ailem, sevgili eşim DURİYE, sevgi­
l i oğulları m EVREN ve DOGA, acı n ı z ı bir nebze unutmadan ,
içim alev alev yanarak, kavrularak, sevgili babam MEHMET
SADIK DEMİRSOY'u n ,
"Bu toplum yalmz bilimi öğrenmek ve içine sindirmekle ba­
şanya, mutluluğa ulaşacakttr; bunun için uğraş vermez isen,
emeklerimi haram ederim, "
içerikli vasiyetin i yerine geti rmeye çal ışıyorum. Eğer sevgili
yavruları m yaşasayd ı n ız, siz de bu vasiyetle büyüyecektiniz.
Şimdi ben i m işim çok daha zorlaşt ı ; hem bu acı larla yaşayı p
h e m sizin yapman ız gerekenlerin e n a z b i r kısm ı n ı ,
"Bu amacı bana kazandtran babamm ve btraktığmız mut­
luluğun izleriyle bana ışık tutmaya devam eden benim camm
siz güzellerin huzur içinde uyumamz için, "
gücümün bittiği, nefesimin kesildiği ana kadar, üstlenmem ,
gerçekleştirmem gerekiyor . . . Sab ı rsızl ı kla beklediğim , sizin
manevi ruhunuzla bütünleşeceği m , size manevi olarak kavu­
şacağ ı m ana kadar, hep sevginizden ald ı ğ ı m gücü , bundan
böyle "çaresizlik içinde," yaln ı z an ı ları n ızdan almaya çal ı şa­
cağ ı m .

5
İÇİNDEKİLER

Dilek ...................................................................................... 5
Önsöz .................................................................... ............. 11
Onuncu Basıma İlişkin Birkaç Cümle .............................. 14
Bilim Topl umuna Ulaşman ı n Yol u ve
Demokrasinin Yeniden Tanımlanması ......................... 15

1. BÖLÜ M : Öğrenmeni n ve Düşünmenin


Biyolojik Temeli ................................................................. 19

2. BÖLÜM : Bilginin Tanımı ................................................... 30


Evrensel bilim nedir? . . . . . . . . . . ... . . . . . .. . . . . ... . .. . . . . . .. . . . . 37
. . . . . . . . . . . . . . . . . .

3. BÖLÜM : Öncelikli Bilgi Nasıl Seçilmelidir? .................... 40

4. BÖLÜM : Kimliklerin Geliştirilmesi ................................... 47


1 . Kişisel kim lik . . . ....... .... ... . ........ ..
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . 47
. . . . . .

1.1. Evrensel nitelikli kişisel kimlik ........................................... 47

1.2. Özgün nitelikli kişisel kimlik . . . . ..... . ... ..... . .. . . .......... . . ........... 49

2 . Topl umsal kimlik . . . .. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . ... . .. . ..


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
. . . . .

Sorun çözmeyi önleyen set: Bağnaz l ı k . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58

2.1. Evrensel toplum kimliği .......... . .... .. ...... . .. . ......................... 67

2.2. Özgün toplumsal kimlik ....... . ... . . ..................... . .......... . . .. . . . 68

2.3. Uygar ve uzlaşmacı bir toplumda,

özgün kimlik kapsamı içine neler girmelidir? .. . .. . . ... . ... . .... . 72

2.4. Toplumun tanımı ..... .... ...... .. .... . ... . ... ..... . ......... . ..... 73
. . . . . . . . . . . .

5. BÖLÜ M : Çağdaş Kimliğin Öğeleri ................... ............... . 75


1. Ortak dilin gel iştirilmesi.. . . .. . . . . . . ... . . . . .. . . ....... . . . . . .... 76
. . . . . . . . . . . .

2 . "İyilik/Kötülük - Sevap/G ünah" kavramları n ı öğretme . . . . 84 .

3 . Folklorik değerleri öğretme . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 88


. . . . . . .

3.1. Endorfin ile formatlanma . .... . . . . . ...... . .......................... . ..... . 90

4. Gelenekleri, görenekleri ve töreleri öğ retme . . . . . . . ... . . 92 . . . . . .

7
4.1. Yararlı olanlar . ... ... ... . ........... . . .. . . .. . . . ... ...... .. . 93
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

4.2. Yararlı ya da zararlı olmayanlar ... . .. . . .. .. . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 93


.

4.3. Geçmişte yarar sağlamış ama bugün zararlı olanlar . .... . 94 . .

4.4. Acıya ve mutluluğa katılım . . . . . .... . .. . . . . . . . . . . . . . .. .... . 94


. . . . . . . . . . . . . . .

5 . Doğan ı n gelecek kuşaklara aynen teslim edilmesi ve


tah ribine karş ı duyarl ı l ı ğ ı n artırılması .. . . . . . . . . . . .. . . .. . . . ... . . . . . 95

6. Girişimcilik ve yaratıcı l ı ğ ı n a rt ı r ı l mas ı .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 96


7. "Kahramanl ı k" ve "Büyük Adam l ı k" kavramları n ı
evrensel şekliyle yeniden tan ıtma .. . . . . . .. .. . . . .. . . . . . . . . . . . . ... ... 97
8. Aile yaşam ı n ı n önemini kavratma . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 101

9. Kültürle eğlencenin fark ı n ı öğretme . . . .. . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . ... . . 102

10 . Hoşgörüyü öğ retme . ... . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . .. . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . .. . . . ... 103

6. BÖLÜM : Bilgiyi Kime ve Ne Kadar Vereceksiniz?


(Gelecek Bu Kararla Başlayacaktır) ............................... 107

7. BÖLÜM : İnsan Yaşamında Etkili Yönlendirme


Nasıl ve Ne Zaman Yapılmalıdır? ................................... 115
1 . Sayı labilir ve ölçülebilir yapı sal özelikler . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . . 115

2 . Kendini gösterme derecesi diğer etmenlerin de


etkisine bağ l ı olan özel likler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . . 116

3. Kal ıtsal yetkinliğe sahip olmakla birlikte,


her bireyde ortaya ç ı kmayabilen özellikler . . . . . . . . . . . . .. . . . . . 123
4. Cinsiyet değiştirme özlemi gösterme ve eş cinsellik . . . . 125

8. BÖLÜM : Bilgi Nasıl Verilmektedir, Gelecekte Nasıl


Verilmelidir? ..................................................................... 131
Bilginin bugüne kadar verilme tarzı . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 131

Düşü ncelerin farkl ı laşması ve sen kronizasyonu . . . . . .. . . . . . . . . 134


Bellek oluşumunun mekanizmas ı . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . . 136

Beyin dalgaları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 138

8
Bilgi nakli . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 138

Reenkarnasyon . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 142

9. BÖLÜ M : Bilgili ve Beceril i İnsan Seçimi Nasıl ve


Hangi Aşamalarda Olmalıdır? ....................................... 148
Çal ışan ı n standard ı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 149

Yöneticinin standard ı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 153

Sürekli eğitim, meslek içi eğitim . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 154

10. BÖLÜ M : Geçmişte ve Şimdi, Demokrasinin,


Temel Hak ve Özgürlüklerin Evrimi ve Tartışılması ..... 157

11. BÖLÜ M : Demokrasinin, Temel Hak ve


Özgürlüklerin Yeniden Tanımı ........................................ 170
Demokrasinin ve temel hak ve özg ü rl üklerin biyolojik
temele ve verilere göre yeniden tan ı mlanması . . . . . . . . . . . . 182
"Şansa bağlı seçilimlerden kurtulmuş toplum" ....................... 182

Lavoisier, Antoine Laurent (1743-1794) ................................ 184

Demokrasinin ve temel hak ve özg ü rl ükleri n ,


bilgi biri ki mine göre yeniden tan ı m l anmas ı . . . . . . . . . . . . . . . . . 187
"Bilim toplumu" ....................................................................... 187

Seçme ve seçilme hakkının yeniden düzenlenmesi .............. 193

12. BÖLÜ M : Bilgi Göçü ve Nedenleri ................................... 198

13.BÖLÜM : "Aydı n İnsan" Kime Denir? ............................. 205

14. BÖLÜ M : Eflatun'un (MÖ 427-347) Devleti ..................... 210


"Uygu lanamayan ku ramsal devlet d üzeni" . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 210

Eflatun'un eğitimle ilgili fikirlerinden bazı ları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 215

Eflatun'un devletine ilişkin görüşlerin


bu kitap kapsam ı nda tart ı ş ı l ması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 230

Sofistler ile Eflatun aras ı ndaki çelişki . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 233

9
15. BÖLÜM : Türklerin Yönlendirilmesine Bir Bakış ........... 236
"Tü rk-İslam sentezi" . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 236
. . . . . . . . .

"Siyahla-beyazı karıştırma çabası" . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . ... . . 236

1 . İslamiyetin gelişimi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 240


. . . . .

1.1. İslam'dan önce Arabistan'a bir bakış . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 240

1.2. İslamiyet'in doğuşu ve yayılışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 243

1.3. Abbasilerin kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 260

2 . Türklerin dini tarih i . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 265


. . . . . . . .

2.1. Şamanizm (Anahan Din) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 266

2.2. İl Dini . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 268

2.3. İlhanlık Dini (Babahan Din) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 268

2.4. İslamiyet'e geçiş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 270

3 . Tü rk toplumu ile İslamiyet'in ilişkisin i n


genel bir değerlendirmesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 300 . . . . . . . .

16. BÖLÜ M : Türk M i l liyetçiliğinin Esası


ve Gel işmesi "Türk Tarihi" ............................................. 306
1 . Türk M i lliyetçiliğ i n i n mitolojik ve kronoloj i k gelişimi . . . . . 307 .

1.1. İslamlaşmış Türklerde Milliyetçilik duyguları . . . . . . . . . . . . . . . . . . 311

2. ''Türk-lslam Sentezi" için son söz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 322 . . . . . . . . .

17. BÖLÜ M : "Gelecekte Ne Olacak?"


Son İmparatorun Egemenliği ......................................... 327
Evrimsel gelişme devam edecek m i? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 327 . . . . . . . .

1. Yapıyla ilgili olarak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 337


. . . . . . . .

2. Eğitim ve öğretimle ilgili olarak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 340 . . . .

3 . İşlevsel olarak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 342


. . . . . . . . . . . .

4. Özgü rl ü kler olarak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 342


. . . . . . . . . . . .

5 . İdari ve yasal olarak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 343


. . . . .

6 . Düşü nce zemi ninin evri mleşmesi ile ilg i l i olarak . . . . . . . . . 343 . .

Bil i m Çağ ı n ı n Bilgi Çağ ı ndan farkları : Bili m Çağ ı nda . . . . . . . . 348

Kaynakça .......................................................................... 351


10
Önsöz

Binlerce y ı ld ı r i nsan l ı k tarih i mutluluğu ve iyiliği araman ı n öy­


küleriyle doludur. İster dini öğretilerle olsun , ister idari yön­
temlerle olsun , her defası nda, i nsanları kesin mutl uluğa u laş­
tı racak son yol un bulunduğu zannedilmiş; ancak kısa bir za­
man sonra bu anlayışları n bizzat kendi leri , insan l ı ğ ı yine ka­
na bulayacak zeminleri oluştu rm uşlard ı r. Gelinen bu son aşa­
mada, sanki bir devrim yap ı l m ı ş izleni m i veri len ; ama özün­
de, yine bu mantı ktan beslenmiş, görü n ü rde i nsancı l duygula­
rı okşayan, temel hak ve özgürlükler ad ı altı nda tan ı m lanm ış,
birçok serbestliği esas alm ı ş bir sistemin bulunduğu varsa­
yı larak ad ı na "Çoğulcu Demokrasi" denmiştir. Bu yen i siste­
min uygulan maya başland ı ğ ı Fransız Devrimi'nden bu güne,
akan kan yine durmam ışt ı r. Bununla birlikte, toplumsal bir ka­
rarda bire bir katı l ı m ı esas alan , yani her bireyin hakkı n ı ayn ı
(eşit) olarak benimseyen çoğulcu demokrasi, geçmişte, n ite­
liği ne olursa olsun bazı kişilere özel haklar sağlayan sistem­
lerden çok daha doğal yap ıya yakı n olduğu ve ekonomik ge­
l işmeyi h ızland ı rıcı nitelikte olduğu içi n , uyguland ı ğ ı ülkeleri ,
diğerine göre birçok bakı mdan üstün k ı l m ı şt ı r. Ancak bu siste­
min köküne yerleşmiş olan egoizm ve bunun ekonomik uzan­
tısı olan kapitalizm , kendinin d ı ş ı ndaki toplulukları söm ü rme­
de kusu r etmediği ve doğrudan ya da dolayl ı yoldan asi metrik
bir kaynak aktarı m ı olduğu içi n , kanayan yara ne yaz ı k ki ka­
panamam ı ştı r. Bu yönetim ve düşünce düzlemi nde h içbir za­
man da du rmayacaktı r; i nsanları n mutsuzluğu süregidecekti r.
Demokrasinin beşiği san ı lan, en azı ndan öyle tan ıtı lan ülke­
leri n , örneğin İ sveç' i n , y ı l l ı k i h racat ı n ı n %50'ye yakı n bir kıs­
m ı n ı n , çocukları na yiyecek dah i sağlayamayan üçüncü dün-

11
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ya ülkelerine silah olarak yap ı l ması düşündürücüdür. Bu sis­


temleri n hemen hepsi, bir taraftan görsel ve sanal iyileştirme­
ler sağlarken , diğer taraftan sinsi bir şekilde mutsuzl uğun ma­
yas ı n ı atmakta ya da m utsuzluğun zeminini hazı rlamaktad ı r.
Özellikle bu coğrafyan ı n perişan l ı ğ ı n ı ve peşine düştüğü­
müz sistemlerin tutarsızl ı ğ ı n ı ve ikilemliğini gördüğünü zan­
neden yazar, daha iyi bir dünya içi n , kökünü evrimsel görüş­
ten , öneri lerini de biyolojik ilkelerden alan farkl ı bir paket sun­
mayı amaçlam ış ve onu da, bir türlü benimsemediği günümüz
düzeninin son temsilcileri olan , yani hakkı ol madan geçmişin
ve geleceğin olanakları n ı n ve güzelliklerinin öneml i bir kısmı­
nı sömü ren , talan eden bu imparatorluğun son kuşağ ı na, yani
size sunmayı ya da öğütlemeyi zorunlu görmüştü r.
Sosyal evrimin öngördüğü yoldan kaçmayı düşünmenin an­
lamsızl ı ğ ı n ı bilen herkesin, yazı lanları anlayacağ ı n ı umuyorum.

İ nsan soyunun geçi rmiş olduğu biyolojik, kültürel ve ida­


ri evrimleşmeyi , acı ve tatl ı yan larıyla, kabaca, yazarı n ken­
di özgün görüşleriyle sunmayı ve bu yap ı lanman ı n gelecekte
bir çı kmaz sokağa sürü klenip sürüklenmeyeceğinin yorumu­
n u yapmayı amaçlayan böyle bir kitab ı n haz ı rlanmas ı , acı lar
içinde kıvranan birisi için tarif edi lemeyecek kadar zor olmuş­
tur. Acı lar içinde kıvransa bile, bir bilim adam ı n ı n i nsanl ı ğa
sorumluluğu olduğu bilincini, idam edi l i rken bile bilimi düşü­
nen Lavoisier, Antoine Lau rent'ten alan yazar, biyoloji bilimi­
nin gelecek yüzyı lda oynayacağ ı kaç ı n ı l maz rolü , buna bağ­
l ı olarak sosyal yaşamda meydana gelebilecek kökl ü değişik­
likleri , yen i bir düşünce boyutuna atlaman ı n ortaya çı karaca­
ğ ı al ışı lagelmişin d ı ş ı ndaki hak ve özg ü rlük kavramları n ı , za­
mandaşları na şimdiden iletmeyi bir borç bilmişti r.
29.01 . 1 994 tarihinde meydana gelen , tan ı m ı olanaksız
korkunç olay ı n , tüm benliği mde ortaya ç ı kard ı ğ ı , azalmayan

12
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

ve bir nebze olsun dinmeyen acısıyla birlikte, toplum içi n , bi­


lim için düşün meye ve düşündüklerimi yaymaya beni teşvik
eden tüm dostları mla birlikte, özellikle bu teşviklerinin yan ısı­
ra, kitab ı n ad ı n ı n konması s ı rası nda ve bazı bölümlerin göz­
den geçi ri lmesi s ı ras ı nda katkı ları olan Prof. Dr. Cengiz G ü­
leç'e, bana acı gün lerimde bir ses-bir nefes olarak dostça eş­
lik eden genç diş hekimi Zeynep Ertuğrul'a, kitab ı n ham ha­
lini okuyarak düşüncelerini sunan ve yaz ı m hataları n ı n d ü­
zeltilmesine yard ı mcı olan , Prof. Dr. N ihat Bozcuk, Doç. Dr.
Y ı ld ı z Demi rkalp, Doç. Dr. Ertunç G ü ndüz, Dr. Nuray Emir'e,
özellikle dilini düzeltmede çok yard ı mları n ı gördüğ ü m , Anka­
ra Atatürk Anadolu Lisesi Biyoloji öğretmeni "yetenekli mes­
lektaş ı m" G üler İskender'e, Tü rk-İslam ve Tü rk Milliyetciliğinin
tartı ş ı l d ı ğ ı bölü m ü i nceleyen Prof. Dr. Omay G ünay'a; 1 4. ve
1 5 . bölü mlerdeki kronolojik tarihi bilgi leri kullanarak bu kitabı n
amacı na uygunu olarak yorumlamaya çal ıştığ ı m , Say ı n Er­
doğan Ayd ı n ' ı n Naslf Müslüman Olduk? kitabı ile ilintili olarak
Türklerin Müslümanlaştmlmasmm Resmi Olmayan Tarihi ad­
lı eserinden yararlanmama izin veren Açı Basımevi yetki li le­
rine (Vedat Yeniçeri'ye) , Eflatun'un Devleti Bölüm il nü yazar­
ken yararland ı ğ ı m , merhum Prof. Dr. Ali Koçer'in Eğitim Tari­
hi adl ı eseri nden yararlanma iznini veren ailesine, bazı kısı m­
ları n ı n yaz ı l ması nda emeği geçen Zooloji Anabilim Dal ı sek­
reteri Necla Laplapoğl u ve Hidrobiyoloji Anabilim Dal ı sekre­
teri Yeter Kodal'a teşekkür ederi m .
İ kinci baskısı nda imla hataları n ı n düzeltilmesinde yard ı m­
ları n ı gördüğüm Gazi Ü niversitesi öğretim üyelerinden Prof.
Dr. Arzu Elcuman , Hacettepe Ü n iversitesi Botanik Anabilim
Dal ı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Dönmez; Ankara Ü niver­
sitesi öğ retim üyelerinden Dr. Ömer Bozdoğan , ayrıca Saa­
det Kuşakçıoğlu ve biyolog Ayşe Erg üven'e teşekkü r ederi m .

13
Onuncu Basıma İlişkin Birkaç Cü'mle

Asl ı nda dokuz bası mdan son ra bas ı m ı durdurmak istedi m .


Ancak kitapta yaz ı l ı olanlar b i r b i r çı kıyor; önerilerin h içbi ri
gündeme gelmiyord u . Yani toplumlar ç ı l g ı n bir şekilde mutsuz
geleceklerin i hazı rlamaya devam ediyorlard ı . Belki yararı olur
diye tekrar bas ı m ı na karar verdim; ancak köprünün altı ndan
epeyi su geçmiş 1 995 y ı l ı ndan bu yana epeyi bir şey değiş­
mişti . Dolayısıyla kitab ı n ana ruhuna sad ı k kal mak kayd ıyla
bazı kısı m ları n g üncellenmesi gerekiyord u ; bu g üncellemele­
ri yaparak siz say ı n okuyucuları n görüşüne tekrar sunuyoru m .
Eğer yazı lanları n yanl ı ş y a d a gerçeği tam olarak yans ıttı­
ğ ı na inanam ıyorsan ız, yazara, bilimsel bir dille (varsa geçerli
kan ıtlarıyla birl i kte) düşüncelerinizi iletmeniz, uygar bir tartış­
man ı n zeminini oluşturması bakı m ı ndan öneml i olacakt ı r. El­
de edilecek yen i bilgilerin ışığı altı nda ve okuyucuları n katkı­
larıyla, kitab ı n yeniden ele al ı n ıp, yeni baskı ları nda gerçeğe
daha yakın bir bakış açısıyla düzeltilmemesi için h içbir neden
yoktur. Yeter ki amacı m ı z tarihin ve yaşad ı ğ ı m ı z olumsuzluk­
ları n gerçek (ve yansız) haliyle topluma öğreti lmesini ve el­
de edilecek son uçları n da olgunlukla karşı lanmas ı n ı sağla­
mak olsu n .
Onuncu baskısı nda imla v e dil bakı m ı ndan d üzeltilmesin­
de büyük katkı ları n ı gördüğüm, Umut Can Dede'ye, Dr. Eşref
Atabey'e, Dr. Levent Yu rga'ya, Prof. Dr. Tuna Ekim'e ve Ali
Çetin Tepegöz'e ve kitabı n bas ı m ı n ı üstlenen Arkadaş Yayı­
nevi'ne ve matbaa çal ı şanları na teşekkü r ederi m .
A l i D E M İ RSOY
Ocak 202 1

14
Yan/iş tanımlardan ve yanlış seçimlerden yanlış sonuçlar çıkar.

Bilim Toplumuna Ulaşmamn Yolu ve


Demokrasinin Yeniden Tammlanması

İ nsan soyu, toplum olarak ya da bi reysel olarak, iki farkl ı kay­


naktan gelen sorunlarla acı lar çekmiş; mutsuz olmuştur. Bun­
lardan biri ncisi , geldiğimiz şu aşamada dahi teknik olarak de­
ğiştirme olanağ ı m ız olmayan nedenlerdir. Örneğin bir insa­
n ı n bugünkü yöntemlerle kal ıtsal olarak kusu rlu doğmas ı , fiz­
yolojik olarak yaşlanmas ı , güçlü bir deprem ya da sel felake­
tine uğraması vs. gibi, eli mizde ol mayan, istesek de bu aşa­
mada değişti remeyeceğimiz nedenlerdir. İ kincisi ise, kökün ü
tarihten alan , geldiğimiz aşamada kazand ı ğ ı m ı z bilgi v e be­
ceri lerle değişti rebi leceğimiz; ancak tutuculuğumuzdan dola­
yı bir türlü yanaşmad ı ğ ı m ı z ya da küçük çı karları m ı z için inat­
la direndiğimiz nedenlerdir. İ nsan soyunun en çok acı çekti­
ği nedenler, özünde, bu iki nci kaynaktan beslenmişti r; bes­
lenmektedir. Bu kitapta yazı lanlar, insan soyu nun bilinen tari­
hinden bu yana, toplum ya da bi reysel olarak çektiği acı ları n
anlams ız nedenlerini ortaya koyan, çözüm yol ları n ı önerme­
ye çal ı şan yaklaş ı m lar olacaktı r. Bu kitapta, ayrıca, tarihte ve
bug ü n , güdümlenmiş mantı ksal düşünce tarzları ndan dolayı
doğru çı kış yolunu ya da doyu rucu açı klama yol unu bulama­
yarak, yaşad ı kları acı ları n , olumsuzl ukları n , mutsuzl ukları n
bi rçoğunun kaynağ ı n ı n , zannettikleri gibi "şanssızl ı k, kader,
al ı n yazısı ve takdir-i i lahi olarak adland ı rd ı kları" insan soyu­
nun yazg ısı olmad ı ğ ı , bu olumsuzl ukları n kaynağ ı n ı n bağnaz­
l ı ktan , bilim yoksunluğundan ve yeteneksizlerin yönetiminden
kaynakland ı ğ ı anlat ı lmaya çal ışı lacak ve her bir olumsuz kay-

15
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

nağ ı n bilimsel analizi , tarihten gelen bilgi biriki m i de göz önü­


ne alı narak, son 70 y ı l içerisinde dev ad ı mlarla ilerleyen doğa
bilimlerinin, özel likle biyoloji bilimindeki gelişmeleri n ışığı al­
tı nda yap ı lmaya çal ışı lacakt ı r.
Birçok yaklaşı mda görülen ve en kolay yol olarak bilinen,
sadece tenkit etme yönteminden büyü k ölçüde kaçı n ı lmaya
çal ışı lacak; her olumsuzluğun, geçmişteki nedeni, açtığı ya­
ralar analiz edilecek, gelecekte doğuracağ ı sakı ncalara dik­
kat çeki lecek ve yeni bilgileri n , özellikle can l ı ları n doğas ı n ı te­
mel alan biyoloji bilimindeki gelişmelerin ı ş ı ğ ı altı nda, kapısı­
n ı aralayarak gi rmeye başlad ı ğ ı m ı z "bilim çağ ı n ı n" idari siste­
m i , hak ve özgürlükleri kon usundaki öneri leri , "bu dönemi he­
nüz yaşamad ı ğ ı n ı z ve belki de yaşam ı n ı z boyunca bu konu­
larla hiç ilgilenmediğiniz için" bazen endişeyle bazen şaşkın­
l ı kla okuyacaks ı n ı z . . . Bugüne kadar al ışı lagelmiş al ışkan l ı k­
ları m ızı kökten sarsacak gelişmelerin neler olabileceğini bir
nebze olsun öğreneceksiniz . . .
E n önemlisi , bugüne kadar "insan ı n biyolojik yap ısı ndan
kaynaklanan" kal ıtsal hastal ı kları n , yeteneksizli klerin ve di­
ğer birçok olumsuzl uğun, hatta sel , deprem, yan g ı n vs. gibi
toplum ları derinden sarsan birçok doğa olay ı n ı n açt ı ğ ı yara­
ları n , gerçekte bir yazg ı değil, bugüne kadar doğal olmayan
ve i nsan soyuna yakı şmayan birçok yönlendirmeler nedeniy­
le, toplumları n bilimsel düşünceye yeterince yaklaştırılmama­
sı ya da bugün dünyan ı n birçok yerinde hala i natla yaşatı lan
bilime yabancı laştı rma politikası neden iyle, i nsan ları n sorun­
ları n ı çözmesindeki geci kmeye nas ı l neden olduğunu öğre­
neceksiniz . . .
Eğer insan soyu , dogmatik düşüncelerle yola ç ı kmam ış,
bu düşüncelerle yön lendirilmemiş olsayd ı , bugün yazg ı olarak
n itelendi rdiğimiz en az 5.000 hastal ı ğ ı hiçbir birey artı k ıstı-

16
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

rapla çekiyor olmayacaktı ; yetenekleriniz ve alg ı ları n ı z en üst


düzeye çı karı l m ı ş olacaktı ; belki, çağlar boyunca i nsan soyu­
nun en büyük korkusu olan ölüm, i nsan soyunun yazg ısı ol­
maktan ç ı karı l m ı ş olacaktı ; hatta doğal afetler olarak tan ı m­
lanan birçok olumsuzluğun etkisin i ortadan kaldı rabilecek bir­
çok gelişmeye tan ı k olacakt ı n ı z . . . Hatta bugün bilim toplumu­
na dönüşmeye yüz tutmuş toplumlardaki doğal afetleri n etki­
sinin en aza indirilmiş olması bunun öncü kan ıtları olarak de­
ğerlendirilebilir.
Gerçek bilim toplumunun ne olduğunu belki de ilk defa bu
kitapta çarpıcı bir şekilde; ancak en önemlisi bilinmeyen bir
yüzünden görmeye başlayacaksı n ız ve bilimin azald ı ğ ı yerde
yazg ı n ı n neden ve nas ı l egemen olduğunu öğreneceksiniz . . .

Bir adada ya d a bir dağ ı n başı nda ya d a bir çölde ya d a b i r or­


manda ya da Peru'da ya da Tibet'te ya da Çin'de, ömrü n ü n
sonuna kadar kalacak olan bir sevdiğinize, acaba hangi bilgi­
leri n öncelikle kazand ı rı lmas ı n ı önerirsiniz? Herhalde ona ve­
ri lecek bilgiler, öncelikle sağ l ı kl ı kalmas ı , tehlikeleri zaman ı n­
da ve doğrul ukla tan ı mas ı , çevresini tan ı mas ı , edindiği bilgi
ve beceri lerle daha kolay bir yaşam tarz ı n ı yaratmas ı ve eğer
varsa diğer insanlarla en azı ndan ortak değerler üzerinde ile­
tişim kurabilmesi için gerekli olan bilgiler olmal ı d ı r. Halbuki
sevdiğinizin bu serüveni içi n , öncelikle, bir Hint efsanesini öğ­
retmek ya da Tibet tarihini öğrenmesini önermek onun ölümü­
nü ya da başarısızl ı ğ ı n ı hazı rlamak olacaktı r. Çünkü bu bilgi­
ler, ona, ancak, sadece dar bir bölgede ve belirli koşullarda
ayakta kal mayı öğ retecek ya da sadece H i ndistan'da ve Ti­
bet'te ayrıcal ı k tan ı n ması n ı sağlayacaktı r. Halbuki tarih i araş­
tı rman ı n ya da düşünmenin yöntemini öğretme, diğer birçok
yeteneğin yan ı s ı ra Tibet tarihini de araştı rma becerisini ka-

17
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

zand ı racağ ı için, ona evrensel bir yer kazand ı rabi lecektir. Bu
duru mda, öncelikle, bilginin, gerekli bilginin ve öncelikli bilgi­
n i n ne olup ne olmad ı ğ ı tan ı nmal ı d ı r.
Daha son ra, i nsan soyunun geleceğinin yönlendiri lmesin­
de, hak ve özg ü rlüklerin tan ı m lanmas ı nda, yeteneklerin ve
yeterliliklerin s ı n ıfland ı rı l ması nda, gerçek ve öncelikli bilginin
nas ı l rol oynayacağ ı n ı göreceğiz.
Bugüne kadar bilgi diye verilenlerin bir kısm ı n ı n , genelde,
insan ı n sorgulama ve yarg ı lama yeteneğini gel iştirmediği n i ;
aksine, doğal mantı ksal evrimleşmesin i nas ı l önlediğini açı k­
lamaya çal ışacağ ız.

18
1. B Ö LÜM

Öğrenmenin ve Düşünmenin
Biyolojik Temeli

Bundan yaklaşı k 5 milyar y ı l önce güneşten 1 50 m ilyon ki lo­


metre uzakta bir uydu oluştu . Başlangıçta sıcak olan bu kü­
rede, yaklaşı k 1 ,5 milyar y ı l sonra, yani , bundan 3,5 mi lyar y ı l
önce kendi kendine çoğalabilen, ancak belirli koşullarda ener­
ji al ış verişini gerçekleştirebilen , içinde basit bir kal ıtım bilgi­
sinin sakland ı ğ ı , çevresi ise, oldukça karmaş ı k moleküllerden
sayı lan protein ve yağ karı ş ı m ı bir zarla çevrilmiş ilk h ücreler
oluştu . Bu h ücrelerin tipik özelliğinin, yani "can l ı l ı ğ ı n ı n," diğer
bir tan ı mla "varl ı ğ ı n ı n devam ı ,'' ancak, enerji dönüşüm ü yap­
mas ıyla mümkün olabiliyordu. D ı şarıdan ald ı ğ ı bazı madde­
leri yap ı malzemesi olarak, bazı ları n ı da enerji kaynağ ı ola­
rak kul lanarak, çevre koşul larına, cansızlardan farkl ı bir tarz­
da uyum sağlayabiliyordu. Başlangıçta, dü nyan ı n geçi rdiği
kimyasal evrim yol u ile bu can l ı ları n kul lanabi leceği maddeler
depolan m ı ştı . Fakat haz ı ra dağ dayanmad ı ğ ı içi n , bir zaman
son ra bu bolluğun sonuna gelindi. İşte bu aşamada, hücre za­
rı n ı n üzerinde, beli rl i kimyasal maddelerin uzaktan ya da ya­
kı ndan farkına varabilen, yan i tadabilen (bir anlamda da kok­
layabilen) canl ı lar, diğerlerine göre üstün duruma geçtiler. Bu
gelişim , gelecekte oluşacak sinir sistemine, daha son ra beyin
oluşumuna ve en sonunda da oluşacak bilgi (bilim) toplumu­
na doğ ru atı lan önemli ad ı mları n belki de ilkiydi. Canl ı l ı ğ ı n bu
özelliği kazanmas ı , i leride, bu kitabı n yazarı n ı n ol uşturulması­
n ı hedeflememişti ; amacı başkayd ı . Eğer öyle olsayd ı "öngö-

19
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rülseyd i ," bu aşamadaki her hücrenin er ya da geç, şu ya da


bu şekilde bir insana ya da i nsan ı msı bir can l ı ya evrimleşmesi
bekleni rdi. Halbuki bu farkl ı laşman ı n ya da gelişmen in izledi­
ği yol , başlangıçta, kendine yararl ı olacak maddeleri tan ı mak,
kul lanmad ı kları ndan ayı rmak, bel ki n itel i klerine göre g ruplan­
d ı rmak ve daha son raki aşamalarda da, bu becerilerini baş­
ka bir canl ı ya göre biraz daha yetkin bir şekilde gelişti rmek ol­
muştu r. Çünkü bu beceri lerini gelişti renler, maddeleri bulma­
da, nesneleri tan ı mada diğerlerine göre daha yetkin oluyorlar­
d ı . Çünkü bir şeyi başka bir şeyden ayı rma, alg ı lama ve bil­
gi edinme ile doğrudan ilgiliydi . Alg ı layan ve bilen ayakta kal ı ­
yordu. ÖSYM sı navları , böylece, öne sürüldüğü gibi , 1 962 y ı ­
l ı nda değ i l , bundan yaklaş ı k 3 , 5 mi lyar y ı l önce başlam ı ş olu­
yord u ; hem de bugünkü gibi sadece liseyi biti renler arasın­
da değ i l , hem tüm can l ı tü rleri aras ı nda hem de ayn ı zaman­
da her türün kendi bireyleri arası nda yap ı l ıyord u . En iyi algı la­
yan ı n , en iyi tan ıyan ı n yolu açı l m ıştı . Özünde, canl ı lar arasın­
da yetenek farkları n ı n olmas ı n ı n temeli ta o dönemlerde atı l ­
m ı ştı . Çünkü h e r can l ı n ı n hatta h e r türe ait bireylerin b i l e ken­
di araları nda zarları n ı n yap ısı farkl ıyd ı . Bu şu anlama geliyor­
d u : Her tür ve her birey farkl ı yeteneklerle donat ı l ı yordu. Birisi­
nin başarı l ı olmad ı ğ ı çevre koşulları nda bir diğeri başarı l ı ola­
bilird i . Böylece evrimsel dallanma başlad ı . Herkes kendi yo­
lunda farkl ı yönlere doğru yol almaya başlad ı . O ortam ı n ko­
şullarına uyum yapamayanlar, elenerek ortadan kalkt ı . Başa­
rı l ı olanlar da, bu başarı ları n ı ya beli rl i bir süre ya ancak bel ir­
li jeolojik dönemlere kadar sürdürerek gelebi ldiler ya da deği­
şerek başka tiplere dönüştüler. Bu raya kadar anlatı lanlar, kla­
sik bir evrim bilgisidir denebilir . . .
Biz tekrar ilki n h ücreye dönel i m . H ücre zarı nda ol uşan ba­
zı özel yap ı laşmalar nedeniyle, çevredeki etmenler ve bu ara-

20
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

da kimyasal maddelerin varl ı ğ ı alg ı lanmaya başlan ı nca, bu


alg ı ları n metabolik işlevlerle, özell i kle hareketlerle bağlantısı­
nın kurulmas ı kaç ı n ı l maz old u . Bu görevi de, h ücrede, miyo­
fibriller dediğimiz, üzerinden elektriksel impulsları n i letilebildi­
ği, çok defa protein yapısı ndaki bazı iplikçiler yapmaya baş­
lad ı . Böylece i l k impuls iletim ağ ı , yan i geleceğin sinir sistemi
ağ ı kurulmuş oldu. H ücreni n kendisi bir birim olduğu içi n , al ı ­
nan impulsu n , h ücreye yay ı l ması y a d a belirli b i r yere iletilme­
si yeterli ol uyordu. Dolayısıyla, bu aşamadaki bir h ücrenin bir
noktas ı uyarı ld ı ğ ı nda, meydana gelen impulsun, çok defa, bu
ağ sistemiyle, durgun bir göle atı lan bir taş ı n oluştu rduğu dal­
gaların yayı l ış ı gibi, hücre yüzeyinde yayıldığı görü lür. Al ı nan
bilginin, gönderileceği hedef henüz saptanmam ıştı .
Bu dalga, h ücredeki hangi yap ı n ı n işine yarıyorsa, o ya­
pı harekete geçiyordu ya da hepsi birden tepki gösteriyordu .
Zaman içinde, evrimleşerek, bu l if bağlantı ları daha anlam­
lı yollar izlemeye başlad ı . Örneğin bir terl iksi hayvanda, bir
noktadan yap ı lan bir uyarı , zar altındaki pelikül denen ağ sis­
tem iyle, uygun hareketi sağlayacak sillere iletiliyord u . Ancak
bu aşamada, impuls yönünün polaritesi, yani sadece bir yöne
doğru ileti lmesi , henüz bulunmam ı ştı .
Daha son ra çok hücreliliğe geçildi. Artı k birçok hücre bir
arada bulunuyord u . Birlikte yaşama, bir diğerinden haberdar
olma demek olacağ ı na göre, hücreler arası nda iletişim ağ ı n ı n
kurulması d a kaç ı n ı lmazd ı . İşte b u aşamada, b u miyofibrille­
rin , bir h ücreden diğerine kol lar uzattığ ı n ı görüyoruz. Böyle­
ce, bir diğer h ücrenin varl ı ğ ı , en önemlisi metabolizması hak­
kı nda bilgi edinilmeye başlanm ı ştı . İ l k defa bir canl ı biriminin
diğer bir can l ı birimini tan ı mas ı bu dönemde başlam ı ştı . Öyle
ki , yandaki arkadaş ya da komşu h ücre koparı l ı p al ı n d ı ğ ı nda
ya da herhangi bir şekilde metabolik işlevlerin i son land ı rd ı ğ ı n-

21
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

da (öldüğünde) , canl ı h ücre bölünerek, yen i bir komşu mey­


dana geti riyord u . Komşu olduğunda ise işlevin i bu yönde dur­
duruyord u . Bu bilgi i leti m i , bugüne kadar sürdürüldü . Bu ne­
denle, ancak, bir yerimiz yaraland ı ğ ı nda (yani komşu h ücreler
ortadan kalkt ı ğ ı nda) , h ücre bölünmesi , yani yenilenme başlar.
Başlang ı çta, her h ücrenin işlevi ayn ı olduğundan ve kural
olarak hücreler birbirine benzediğinden , miyofibrillerde, po­
larite, yani hedefe yönelik bilgi i letimine gerek duyulmam ı ş­
t ı . Hatta birçok parçaya ayrı ldığı nda, her parças ı n ı n kendisi­
n i yeniden rejenere edebilenlerde (yenileyebilenlerde) , örne­
ğin süngerlerde, yine sinir kutuplaşmas ı görülmez. Bunlarda
al ı nan impulslar her yöne gönderilir. Bunlardaki sinir hücrele­
ri çeki rdeklidir. Kesildiklerinde yeniden mitozla çoğalabilirler.
Bu aşamaya kadar sadece kal ıtsal davran ı şları n egemen ol­
duğu bir can l ı l ı k, dü nyaya egemendi . Bu nedenle bu aşama­
ya kadar olan can l ı ları , koşul land ı rarak eğitmek de ku ral ola­
rak olanaksızd ı r. Çünkü anlad ı ğ ı m ı z anlamda bir bilgi birikimi
yoktu. Koşulland ı rı lma yoluyla bilgi yerleşti rilse dahi , etkil i ve
uzun ömürl ü olam ıyordu. Çünkü sinir h ücresinin bölünmesi ile
bu bilgi, anlam l ı bütüncül yap ı s ı n ı yitirmekteyd i .
Bu aşamada, bilginin hücreye nas ı l yerleştiği sorusu gün­
deme geli r: Eldeki tüm bilgiler, bilgi yerleşim i n i n , duyu almaç­
ları ndan gelen impulsları n etkisiyle, sinir hücrelerinde, özel­
l i kle hücre zarı nda, molekü l dizilimlerinin oluşması ve sentez­
lenmesiyle bağlantı l ı olduğunu göstermektedi r. Sanki bir teyp
band ı n ı n , manyetik kafan ı n önünden geçerken, band ı n üze­
rine sürülmüş, manyetik yönlendi rmelerden etkilenen emülsi­
yon içerisi ndeki moleküllerin kon umlanmas ı gibidir. Sinir hüc­
resine ulaşan her impuls, böyle bir madde sentezlenmesini
ve molekül konu m lanmas ı n ı gerçekleştirmektedir. Beyni n de­
ğişik yerlerine farkl ı duyu almaçları ndan gelerek u laşan im-

22
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

pulsları n fiziksel özellikleri özünde hep ayn ı d ı r. Dış koşullar­


daki uyarı ları alarak impu lslara dön üştüren almaçları n n iteliği
farkl ı d ı r. Örneğin, gözdeki almaçlar ışın dalgaları n ı , kulakta­
ki almaçlar ses dalgaları n ı , derideki almaçlar, ısı , bas ı nç vs. ,
burundaki almaçlar çoğunluk gaz ortam ı ndaki koku partikül­
leri n i , dildeki almaçlar sıvı ortamdaki kimyasal çözeltileri algı­
layacak şekilde özelleşmiştir. Yan i impulsları alan almaçların
niteliği farkl ı d ı r. Halbuki almaçtan gönderilen impulsları n n ite­
liği ayn ı d ı r. Fakat bu impu lslar merkezi sinir sistemindeki fark­
l ı bölgelere bağland ığı içi n , farkl ı yorumlamalar ortaya ç ı kar.
Eğer, kulaktan gelen siniri, gözden gelen siniri n bağland ı ğ ı
beyin bölgesine bağlarsak, bir davulun sesin i renk cümbüşü
olarak görmememiz için hiçbir neden kalmaz. Al ı nan bu uyarı­
lar, belirli kimyasal bağlar halinde (özellikle protei n ve bazı du­
rumlarda m RNA halinde) sentezlenir ve özell ikle sinir zarı n­
da belirli yerlere konumland ı rı l ı r. An ı msama, yani bilginin tek­
rar geriye al ı n ı m ı , bu zar üzerindeki bilginin impulsa dön üştü­
rülmesi ile sağlanı r. Doldu rul m uş bir teyp band ı n ı n üzerinde­
ki manyetik özellikli molekülleri n , teyp kafas ı n ı n önünden ge­
çerken, bel i rl i elektrik frekansları n ı meydana geti rmesi ve bu
frekansları n da hoparlörlerde sese dönüştü rülmesi gibi. .. Si­
nir h ücrelerine verilen yüksek elektrik akı m ları n ı n , merkezi si­
nir sistemindeki bilgiyi birden silmesi de (bitkisel yaşama gir­
me) , bu zar yapısı n ı n bozu lmas ı , yan i moleküler konu mlan­
man ı n aniden bozu lmasıyla ilgilidir.
Biz, evri msel basamaklardan yukarıya doğru çı kmaya de­
vam edeli m . Geldiğimiz son aşamada, vücudun bir önü arka­
sı olmad ı ğ ı ve tüm h ücreler ayn ı görevlerle yüklü olduğu içi n ,
b i r s i n i r kutuplaşması görülmez. İ l k defa, can l ı larda, ağ ı z ı n ye­
ri ve işlevi beli rginleşmeye başlayı nca, daha geniş anlamda,
dokular ya da organlar aras ı nda beli rgin bir iş bölümü ortaya

23
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

çı kı nca, çok defa ağ ı z ı n ya da yutağ ı n üzerinde sinir h ücrele­


rinin yoğunlaşt ı ğ ı görü l ü r. Bu nedenle en i l kelinden en geliş­
mişine kadar, tüm canl ı larda, beyin oluşumunun yutak üzerin­
de ortaya ç ı ktığ ı n ı görmekteyiz. Halbuki böyle değerli bir or­
gan , örneğin, kalp gibi, vücudu derinliklerinde, vücut boşluğu­
nun içerisinde korunabil i rdi. Ancak beyi n , düşünme ve yarg ı­
lama için değil, kokuları n ya da tatları n daha yoğun ve etki­
li bir şekilde al ı nmas ı n ı sağlamak amacıyla ortaya çıkt ı ğ ı içi n ,
ağ ı z ı n y a d a yutağ ı n üzerinde konumlanm ı ştı r. Böylece, özel­
likle tat almak için geliştirilen bu sinirsel yumak, hücreler ara­
s ı ndaki iletişim ağ ı n ı n yoğunlaşması nedeniyle, zamanla bil­
g i birikimi merkezine ve en sonunda da yorum lama merkezi­
ne dönüşmüştür.
Bir taraftan beli rgin bir ağ ız, diğer taraftan diğer bazı beli r­
gin organlar ortaya çı kmaya başlayı nca, iş bölü m ü , dolayısıy­
la, uyarı n ı n al ı nacağ ı , bilginin depolanacağ ı ve tepkinin gös­
terileceği adresler de birbirinden ayrı ld ı . Böylece, bilginin, bir­
h ücrelilerde ve süngerlerde görüldüğü gibi, çok defa gelişigü­
zel değ i l , hedefe yönelik i letilmesi gerekti . Bu sorun da sinir
hücrelerinin arasında polariteni n , yan i kutuplaşman ı n olma­
sıyla çözüld ü . Öyle ki , bir sinir hücresi , bir uyarıyı , kendi göv­
desi üzerinde her doğrultuda iletebilmesine karş ı n , bu uyarı ­
n ı n (impulsun) h ücreyi terk edip, başka bir h ücreye geçme­
si, ancak, beli rl i yöndeki uzantı ları n ı n ucundan gerçekleşebil­
mekteydi . Bu da bir uyarı n ı n her yöne değ i l , ancak, beli rl i bir
yöne akmas ı n ı sağl ıyordu. Böylece, adrese yönelik bilgi ileti­
şimi sağland ı . Duyusal (uyarı ları duyu almaçları ndan merke­
ze geti renler) ve motorik (sinir merkezlerinden tepki organla­
rına, örneği n kaslara ve bezlere gerekli emirleri götüren) si­
n i rler ortaya ç ı ktı . Artı k bilgi akışı nda, anlaml ı bir trafik düze­
ni canl ı bünyesine g i rmişti . Bu bilgi akış ı n ı n düzenli olabilme-

24
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

si içi n , ana yola girişin gelişigüzel yerlerden olmaması gere­


ki rdi. Böylece bu yola giriş, yani sinir hücresine impuls (uya­
rı) girişi ; ancak belirli yerlerden , öncelikle, duyu almaçlarıyla
yaptığı bağlantı lardan (duruma göre sinapslardan) ve i ki sinir
hücresinin aras ı ndaki sinaps denen küçük aral ı kları n , impuls
kabul eden tarafı ndan , mümkünd ü . Bunun gerçekleşebilme­
si içi n , siniri n geri kalan kısımları , gövde kısı mları ve uzantı ­
ları n çevreleri , diğer hücrelerden elektriksel olarak yal ıtılma­
l ıyd ı . Bu yal ıtı m ı da özellikle miyelin ya da başka adlarla bi­
linen kı l ıflar sağlad ı . Böylece vücut içerisinde mükemmel iş­
leyen bir bilgi i letişim ağ ı kurulmuş old u . Fakat özellikle mer­
kezi sinir yumağ ı (beyin) içerisinde, bire bir bağlant ı n ı n ger­
çekleşmesi, karmaşı k olayları n çözülmesi için yeterli olamaz­
dı. Çünkü her al ı nan uyarı n ı n (impulsun) bir sinir l ifiyle bir ya
da bi rkaç h ücreye verilmesi , duyular arası ndaki kıyaslama­
yı ve eş güdümü sağlayamayacağ ı gibi, can l ı n ı n , anlam l ı bir
tepki vermesine de yetmeyecekti. Bu sorun da özellikle mer­
kezi sinir h ücrelerinin arası nda, hayvansal can l ı n ı n gelişmiş­
lik d üzeyine bağ l ı olarak, hayvandan hayvana (tü rden türe) ,
bireyden bi reye (insandan i nsana) kal ıtsal olarak saptanm ış;
ancak çevre koşullarıyla öneml i ölçüde değişti rilebilen bağ­
lantı ları n (sinapsları n) oluşumuyla çözülmüştür. Kural olarak,
hayvan türünün gelişmişlik düzeyi artı nca, merkezi duyu h üc­
releri arası ndaki bağlantı (sinaps) sayısı artar. Ana karn ı n­
da ve çocukluk evrelerinde iyi beslenmenin ve yeterince ok­
sijen derişimi bulunan ortamlarda yaşaman ı n , bu sayı n ı n art­
mas ı nda etkin olduğu bilinmektedir. Bazı bireylerde, miyelin­
leşmenin, çocukl uk evrelerinde, normal ; ancak yavaş olma­
s ı , sinir uçları n ı n bir diğeri ile bir araya gelerek, bağlantı kur­
ma (sinaps yapma) süresin i ve şans ı n ı artı racağ ı için , gele­
cekte yoruma dayalı zihinsel işlevlerindeki başarısı n ı n bir ön

25
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

işareti olabilir. Bu nedenle, bi raz daha geç kon uşan çocukla­


rı n yorum yeteneklerinin daha fazla olması bekleni r. Kon uş­
ma, bu devrelerin, bir anlamda yal ıtımların yeterince tamam­
lanmas ı ile gerçekleşeceği içi n , sinapslaşman ı n (yani bağlan­
tı ları n) sürdürüldüğü s ı rada, böyle bir çocukta, anlam l ı konuş­
maları n oluşması beklenemez. Dolayısıyla merkezi sinir h üc­
relerindeki bağlantı (sinaps) sayısı , bireyler arası ndaki zihin­
sel yetkinliklerin de öneml i bir ölçütüdü r. Bu nedenle, merke­
zi s ı nav ku rumları gelecekte, bir kişinin yetkinliğine karar ver­
meye, büyük bir olas ı l ı kla, özel ayg ıtlarla, sinaps sayısı n ı ölç­
meyle başlayacakt ı r.
Bu bağlantı ları n hepsi, sadece bilgiyi iletmeye özelleşme­
miştir; ayrıca bilginin aktarı lmas ı n ı n h ı zland ı rı lmas ı n ı , başka
bir yere aktarı lması n ı n önlenmesini vs.yi gerçekleşti recek şe­
kilde de organ ize olm uştu r.
Böylece, bir bilg i , değişik kanallardan merkezi sinir siste­
mine ulaşt ı rı l ı r ve orada özel sentezlenme mekanizmaları ile
bellek şekli nde sinir h ücresi zarı na yerleşti ril i r. Sinir zarı na
ulaşan impulsları n (uyarı ları n) sü resi , tekrar sayısı ve deği­
şik kanallardan (duyu organları nda) beslenmesi , sentezleme
oran ı n ı yani öğrenme g ücünü artı rı r. Bu şu anlama gelmek­
tedir: Bir eğitimde görsel , işitsel, diğer duyusal yol ları n birlik­
te kullan ı lmas ı , farkl ı yerlere ait olmas ı na karş ı n , bu bağlantı ­
l a r arac ı l ı ğ ıyla h e m belirli bir hücredeki sentezlenme miktarı­
nı artı racak hem de farkl ı duyular nedeniyle farkl ı merkezler­
de ayn ı bilgiye ait sentezlenmelerin ortaya çı kmas ı sağlana­
cakt ı r. Bu ise hem öğrenmenin güçlü olmas ı n ı hem de hat ı r­
laman ı n kolay olmas ı n ı sağlayacakt ı r.
Farkl ı organ lardan ol uşan çok hücrelil iğe geçi lince, önce­
likle tat ve koku almak için organize olan beyin , bilginin bi rik­
tiri lmesi ni de üstlenmiştir. Çünkü binlerce maddenin tan ı n ma-

26
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

sı ve g rupland ı rı l ması zorunluluğu, bellek oluşumunu kaçı n ı l­


maz kı l m ı şt ı r. Böylece, beyin , belleğin merkezi olmuştur. Bu
aşamaya kadar, normal bölünme yapan her hücre gibi, sinir
hücreleri de gerekli organelleri ömürleri boyunca taşıyorlard ı .
B u nedenle i l kel canl ı larda, örneğin süngerlerde ve hatta il­
kel solucanlarda, kesilen bir sinir h ücresinin yenilen mesi so­
run olmuyordu. Böylece, hayvanlardaki ilkell i k düzeyi arttı kça,
yeni lenebilme (rejenerasyon) yeteneğinin artması da özellik­
le bu nedene dayan ı r. Ayrıca, beyinde tatma ve koklamaya
ayrı lan yer, organizasyon düzeyi yükseldikçe, yerini belleğin
merkezi sayı lan üst beyine (beyin kabuğuna) b ı rakı r. Öyle ki ,
köpekbalı kları nda, koku duyusuna ayrı lan yer, beyn in 3/4'ü
iken, bu oran i nsanda 1 /20'ye düşmüş; buna karş ı n üst be­
yin , beyni n hemen hemen diğer tüm bölümlerini örtecek ka­
dar gelişmiştir.
Yaşam m ücadelesinde üstünlüğün sağlanabilmesi için ,
belleğin etkinliğinin ve gücünün yükseltilmesi gerekince, bu­
na bağ l ı olarak bilginin daha anlam l ı yerleştiri lmesi zorunlulu­
ğu doğunca, sürekli bölünebilen bir hücren in anlam l ı bir bilgi­
yi depo etmesi (koruması ) zorlaş m ı ştı r. Çünkü bölünen h üc­
reyle birlikte, h ücre zarına yerleştirilmiş bilg i , en azı ndan yarı
yarıya böl ü n üyordu. Böylece anlam l ı bilgi ortadan kalkıyordu.
Bu zorluk, belki bir rastlantı sonucu çözüldü. Sinir hücrelerinin
beli rl i bir evreden sonra böl ünmemesi, anlam l ı bilginin, sürekli
kalmas ı n ı sağlad ı . Öyle ki , sinir h ücreleri , örneğin, ana karn ı n­
da dördüncü ayda, ü rettikleri özel bir protein nedeniyle, böl ün­
mede önemli bir rol oynayan sentrozomları n ı d ı şarıya atarlar;
böylece bölünme yeteneklerin i , can l ı kald ı kları sü rece ve çok
defa bireyi n tüm yaşam ı süresi nce yiti rmiş olurlar. Bu gelişi m ,
beyinli can l ı larda, bilgi biri kiminin artmas ı n ı sağlar. Böylece,
bireyin ölümüyle, sinir hücrelerinin ölümü, genellikle ayn ı sü-

27
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

reye denktir. Fakat hem doğal olarak hem çevre koşulları n ı n


etkisiyle hem kötü alışkan l ı klar nedeniyle zamanla sinir h üc­
releri ölür ve buna bağ l ı olarak hem öğrenmede hem de bel­
lekte zayıflamalar ortaya çıkar. Doğal süreçlerde, sinir h ücre­
lerinin ölümü, bireyi n biyolojik ölümünü de yavaş yavaş haz ı r­
lar. Sinir hücresinin bizzat yapısı ve zarı n yap ı s ı , bireyden bi­
reye kal ıtsal olarak farkl ı olduğu için de bilgi yükleme başarı s ı ,
yine farkl ı olacakt ı r. Hatta bilginin niteliğine göre kabulü fark­
l ı olacakt ı r. DNA'da bir bazın yerinin ya da n iteliğinin farkl ı ol­
mas ı , bu zarın yap ı s ı n ı derinden etkileyeceği için , bireyin yat­
kı n l ı kları n ı ve sığas ı n ı da değiştirecektir.
Fakat daha son ra da defalarca söyleyeceğimiz gibi, biyolo­
jide, hatta evrende, her kazan ı lan değerin ödenmesi gereken
bir bedeli vard ı r. Etkin bellek kazan ı lmas ı , sonuçta bireyde
belirli bir ömür uzunluğunun saptanmasıyla sonuçlan ı r. Öde­
nen fatura ölümdür.
Beyinde, sinir h ücrelerinin bizzat kendileri bir araya topla­
narak çeki rdekleri (bir çeşit merkezleri ) , sinir h ücrelerinin ara­
sı ndaki bağlar da, bir araya gelerek trakt dediğimiz yol ları ya­
parlar. Bu yolları n bağlantı derecesi ve konumlanmas ı kişi­
nin yetenek ve beceri lerini öneml i ölçüde etkiler. Bir kişinin di­
ğerinden doğuştan birçok yetenek bakı m ı ndan farkl ı olmas ı ,
bu bağları n izlediği yol ları n topog rafisi (haritası ) v e yoğunluğu
(sayısı) ile yakı ndan ilgilidir. Yol sayısı ile zi hinsel yetenekler
arası nda doğrudan bir bağlantı vard ı r. Bir insan ı n yetenekle­
rinin saptanmas ı nda ikinci önemli ölçüt, bu yolları n s ı kl ı ğ ı n ı n
v e yatkınl ı kları n ı n saptanması yani yol ları n topografisinin (ha­
ritas ı n ı n) bilinmesi olacakt ı r. Bu da önümüzdeki 30-40 yı l içe­
risinde, insan n iteliğinin değerlendiri lmesinin temel ölçümleri
arası na girmiş olacakt ı r.
Bu aşamaya kadar gelmiş bir beyin, ku ramsal olarak eğer

28
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

bilgiyle yüklenmemişse, boş bir kasetti r. Bu kasetin doldu rul­


ması nda, hem zamansal olarak hem de yöntem olarak önem­
li kıstasları n olması gereklidir. Burada unutulmaması gereken
en öneml i h usus, hatta yan ı lg ı , elimizdeki boş kasetin , bugü­
ne kadar yayg ı n bir yaklaş ı mla, çok defa ayn ı nitelikte oldu­
ğunun kabulüdür. Halbuki tüm can l ı tü rlerinde ve ayn ı canl ı
türünün her bireyinde b u kasetin n iteliği farkl ı farkl ı d ı r. Bazı­
ları örneğin otuz dakikal ı k, baz ı ları üç saatlik sı ğaya sahiptir.
Bazı ları stero, bazı ları mono, bazı ları kroml u ; bazı ları demir­
lidir. Ya da dijital dünyada birinin hard diski bir gigabayt diğe­
rinin on gigabayt, bir başkas ı n ı n bir terabayt olabil i r. Her biri­
ne yükleme miktarı ve bazen yöntemi ta baş ı ndan farkl ı ola­
cakt ı r. Bunun baş ı ndan saptanmas ı , ölçme ve değerlendirme
biliminin en önemli başarısı ve amacı olmal ı d ı r. Kaseti yükle­
dikten son ra, olay ı n farkı na varman ı n bilimsellikle ilgisi yoktur
(eğer kaydedilmişse, ne kaydedilirse o çal ı nacakt ı r) ; kaldı ki ,
bu kaseti n yen iden doldurulma şansı da yoktur . . .
Kaset neyle doldurulmal ı d ı r? (2-5 . Bölümler)
Kaset nas ı l doldurulmal ı d ı r? (6-7. Bölümler)

29
2. B Ö LÜM

Bilginin Tanımı

Bilginin tan ı m ı için sözlüklere bakt ı ğ ı m ızda, özellikle, Türkçe


yaz ı l m ı ş sözlü klerde "eski ad ıyla ilim, yeni adıyla bilim" diye
bir geçişti rmeye rastlarız. Halbuki batı dilleri nde yaz ı l m ı ş söz­
l üklerde, bilim anlam ı nda "Science ya da Naturwissenschaft,"
ilim anlam ı nda ise "Social science = sosyal, Literature = ede­
bi ya da Geiss = ruhsal" terimleri bulunmaktad ı r.
Özellikle sanayi toplumuna henüz geçiş gösteremeyen ,
daha doğru bir tan ı m lama ile doğan ı n mekaniğini anlamad ı ğ ı
için yaratıcı insanlar yetiştiremeyen toplumlarda, bugün ya da
"JPÇmişte, bilim diye ilmi değerlerin öğ reti mine ağ ı rl ı k verildi­
gıne ya da çı karcı siyasilerin bu yöndeki örg ütlenmelere ağ ı r­
l ı k verdiklerine tan ı k olmaktayız.
Bu aşamayı beceremeyen toplumlarda din eğitim i , bölge­
sel sorunları n keskinleşmesine yönelik yan l ı tarih eğitim i , ev­
rensel olup olmad ı ğ ı tartışmal ı idari örgütlenmeleri (örneğin
m uhtarl ı ğ ı n ya da belediyenin görevleri ; hakları ya da sorum­
lulukları gibi) tan ı maya yönelik eğitim , bilgi ad ı altı nda ağ ı rl ı k­
l ı olarak veri lmektedir. Bu ülkelerde bilim insan ı ile ilim adamı
s ı k s ı k karışt ı r ı l maktad ı r.

Matbaayı , bulunuşundan 200 y ı l son ra mülkünün içerisi­


ne al ı n mas ı na "sadece baz ı konulardaki kitapları n bas ı l ma­
sı kayd ıyla" izin veren Osman l ı ' n ı n , bilgiye bakış açı s ı n ı biraz
daha beli rgin leşti rebilmek için veri lecek iki örneğin di kkatle ir­
delenmesi gereki r:

30
BİLİM TOPLUM U N DA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

1 . Her ne kadar İstanbul Ü niversitesi , 2020 y ı l ı itibarıyla


540 yıl önce kurulmuş den i l mekteyse de, birçok kay­
naktan elde edi len doğru bilgiye göre ve bugünkü bilim
ve gerçek üniversite tan ı m ı m ı z açısı ndan , bu ü niversi­
teni n 1 868 y ı l ı nda kurulduğu anlaş ı lmaktad ı r. Bu tarih­
te, asl ı nda bir hekim olan Tal ip Efendi, dünyada can l ı ­
ları i nceleyen, biyoloji denen bir bilim olduğunu söyle­
yerek, eğer izin veri l i rse, bu konularda konferans (lar)
vermeyi arzulad ı ğ ı n ı bel irtmiş ve istekte bulunmuştur.
İ ki yıl geçmesine karş ı n , konferans için bir türlü yer te­
min edemeyen Talip Efend i , 1 868 y ı l ı nda, bugünkü Be­
yazıt çevresindeki bir alanda, halka açı k olarak bir kon­
ferans vermiş ve konferansa, fanusun içine koyduğu
bir g üvercini göstererek başlam ış; konferans ı n sonun­
da g üvercinin öldüğünü halka göstererek, "Bakı n , bey­
ler, bu hayvan oksijen denen ve havada bulunan bir
maddeyi sol uyamad ı ğ ı için öldü ," demiştir. Şeyhü lisla­
m ı n kulağ ı na giden bu kon uşmaya, Şeyhü lislam , "Bre
z ı nd ı k, o şişenin içine giren şeytan ı n onu öldü rdüğünü
bilmez mi?" diyerek üniversitenin kapatı lmas ı n ı emir
buyurmuş ve diğer bazı nedenler de eklenerek İ stan­
bul Ü niversitesi 1 888 yı l ı na kadar kapal ı kalm ı ştı r.
2. Frans ızlarla ayn ı topu, ayn ı barutu ve hatta ayn ı mer­
m iyi kullanan Osmanl ı Bah riyesi ndeki subayları n Si­
vastopol bombard ı man ı nda hedefi neden isabetle vu­
ramad ı kları gündeme gelince, zaman ı n padişah ı , soru­
nun kaynağ ı n ı bulabilmek için yabancı ülkeden bir uz­
man geti ri lmesini istemiş. Doğal olarak, bu şanssızl ı k­
ları n neden i n i , yine her zamanki gibi, akı l dışı mistik ne­
denlere dayand ı rarak açı klamaya çal ı şanları n diretme­
lerine karş ı n , padişah ısrarl ı olunca, Fransa'dan bir uz-

31
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

man geti rti lmiştir. Uzman , yaptığı i l k temaslarda, bah­


riye subayı olarak nitelendirilen komutan ve yöneticile­
rin , en basit hesapları dahi bilmediklerini saptayıp, du­
rumu padişaha i letmiş ve bir sı nav yap ı lmas ı n ı teklif et­
mişti r. Yine birçok tehdit ve di retmeye . k arş ı n , padişah
bu sı nav ı n yap ı lmas ı n ı arzu edip "smavda ben de bu­
lunacağım deyince' bahriyenin en zeki ve en bilgili al­
tı subayı seçilerek bu sı nava sokul muştur. Uzman, pa­
dişah ı n huzuru nda, top atışlarında çok öneml i olan üç­
gen hesapları nedeniyle "Bir üçgenin iç açı ları toplam ı
nedi r?" deyince, beş subay başları n ı önlerine eğmiş;
akı l l ı ve bilgili geçinen altı ncı subay "Üçgenden üçge­
ne değişir'' deyivermiş . . .

Osmanl ı İ m paratorluğu'nda yüzlerce y ı l i l m i eğitim yap ı l m ı ş


v e medreselerde, halk, büyük bir kısm ı d i n e yönelik ilimler­
le donatı lmaya çal ı ş ı l m ışt ı r. Keza dünyan ı n birçok ülkesinde,
hatta Rönesans'a kadar Avrupa ülkelerinin büyük bir kısm ı n­
da, hatta bugün bağnazl ı k kı skacı içinde kıvranan ülkelerin
öneml i bir kısmı nda, bu tip yönlendirmeler hala yapı l makta­
d ı r. Bunun, daha son ra değineceğimiz, üç önemli sonucu ol­
muştu r.

1 . Ağ ı rl ı kl ı olarak verilmiş dini eğitim , yanl ı olarak verilmiş


sosyal içerikli eğitim , kişi lerin doğaya yönelik duygular­
dan arı nmas ı na neden olduğu içi n , araştı rıcı ve yaratı ­
cı ruh köreltilmişti r.
2. Yan l ı ş yönlendirmeler sonucu birçok şeyi sorgulama­
dan öğrenmek ve benimsemek zorunda kalan bu bi­
reyler, daha son ra önlerine ç ı kan seçenekleri de, akl ı ­
n ı kullanarak değil sadece öneri len doğrultuda sorgula-

32
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİM E NASI L VERM ELİ

madan benimser ve böylece totaliter ya da teokrat dü­


şünceye sahip güçleri n esiri olurken , onları n buyruk­
ları doğrultusunda, biraz da tevekkülün verdiği rahat­
l ı kla, akl ı n ve mant ı ğ ı n kabu l edemeyeceği oranlarda,
yarg ı lamaksızın sald ı rgan bir tutum sergilerler. Bi rçok
akı l d ı ş ı cinayet ve sald ı rı ları n nedeni buna dayan ı r. Bu
toplumlar yarg ı lama yeteneklerini yiti rdikleri için , kolay­
ca sömü rge de olurlar.
3. Fakat en büyük tehlike bununla kalmaz, yan yana ya­
şayan topl uluklarda dah i , bu eğitim ve öğretimin sonu­
cu olarak, evrensel temellere dayanmayan , yapay, ne
olduğu da tam olarak açı klanmam ış ve açı klanamaya­
cak bir takı m yanl ı ş kabul ve san ı larla, sü rtüşmeleri n
temeli atı l ı r v e zamanla d a keskinleştiri lir. Akla dayan­
mayan ve evrensel olmayan öğretilerle eğitildikleri için
zamanla, mantığ ı n kullan ı l ması ile doğru yolun bulun­
mas ı da mümkün olmaz. Bu nedenle de bu yol u izlemiş
toplumlarda hem kendi içindeki g ruplar aras ı nda hem
de çevresi ndeki toplumlarla sevgiye ve sayg ıya daya­
l ı bir i letişim kurulamaz. Hatta bu çarp ı k öğreti , i nsan­
ları o denli derinden etki ler ki , bilim toplumuna dönüş­
müş olduğu kabul edilenler bile, bu çarp ı k güçlü öğre­
ti nin etkisinden kurtulamayarak, Bosna-Hersek, Azer­
baycan , Çeçenistan vd . 'de, İ ran, Afganistan ve Viet­
nam'da gördüğümüz gibi vurdumduymaz olur ya da
mant ı ğ ı n ve evrensel değerlerin izin veremeyeceği öl­
çülerde yanl ı bir tutum izlemeye başlarlar.

Sadece din ve ona dayal ı yan l ı sosyal içerikli eğiti m , kişile­


rin maddenin yapısı n ı anlamaya yönelik merak duygusundan
uzaklaşarak, uhrevi duygulara yönelmesin i , dünya işlerinden

33
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

çok ahiret işleriyle meşgul olmas ı n ı sağlam ışt ı r. Bu nedenle,


bu ülkelerin tarihine bakı l d ı ğ ı nda, dini içerikli kitapları n diğer
kitaplardan onlarca hatta yüzlerce kat daha fazla olduğu gö­
rül ü r. Bu nedenle " İ l i m Sahibi" sözcüğ ü , dilimizde, temel bi­
l i mlerle değil dini bilgilerle donat ı l m ı ş kişilere verilen bir sıfat­
tı r. Böylece daha fazla dini içerikli eğitim , daha fazla i l i m ada­
m ı döngüsü kuwetlenerek birçok toplumda günümüze kadar
gelmişti r. Çünkü kolaycı ve çı karcı bir kesim, nereden en ko­
lay ekmek yerse, o alan ı n güçlenmesi için çaba sarf eder ve
toplum bu kör döngüden kurtulamaz.
Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar, bu döngü, Osmanl ı döne­
minde tüm g ücüyle işlemişti . Cumhuriyet'i n kuruluşu ve Ata­
türk'ün engin görüşüyle, bilim sözcüğ ü , i l k defa gerçek anla­
m ıyla Tü rk diline gird i . Hatta bugün çağdaş l ı kla eşdeğer bir
kavram olarak sık sık kulland ı ğ ı m ız Atatürk'ün muhteşem bir
özdeyişi "Hayatta en hakiki mürşit (aydmlatıcı, yönlendirici)
ilimdir, fendir; onun dışmda mürşit aramak gaflettir (aymaz­
lıkttr, kusurdur), cehalettir, delalettir (bir çeşit aptallıkttr)," bu
yaklaş ı m ı n en g üzel anlat ı m ı d ı r. Fakat tarihten gelen tortu , bu
kristalin üzerini kapatmakta gecikmed i . .. Son 50 yıl içerisinde
M i l l i Eğitim Bakan l ı ğ ı m ızdan , özellikle Tal i m Terbiye Kurulla­
rı ndan çıkan kararlar ibret vericidir.
"Ben miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş
ve kalıplaşmış kural btrakmtyorum. Benim manevi mirasım
ilim (bilim) ve akıldtr. . . Benden sonra beni benimsemek iste­
yenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin (bilimin) rehber­
liğini kabul ederlerse, manevi mirasçılanm olurlar. "
Mustafa Kemal Atatürk

Bugünkü duruma geçmeden önce, geçmişte bilime ve bilim


i nsan ları na nas ı l bakıld ı ğ ı na bir göz atal ı m :

34
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

Bilimin ne olduğunu anlamak için yapı lacak en doğ ru yak­


laş ı m ı n , Kraemer'in Tarih Sümer'de Başlar adl ı kitabı n ı oku­
makla başlamak olacağ ı kanaatindeyim . Kitaptan anlad ı ğ ı m
kadarıyla, Sümerlerin birçok tan rı ları var; örneğin Temmuz,
Ağustos ayları n ı n adları , özünde Sümer tanrı ları n ı n adları ; fa­
kat bu tan rı lar buyruklarıyla insanları fazla s ı n ı rlamam ışlar.
Dolayısıyla Sümerler gökleri ve yeri inceleme olanağ ı n ı bul­
muşlar. Bu nedenle Güneş'in ve Ay' ı n birçok astronomik de­
ğerlerinin yan ı s ı ra, beş gezegenin varl ı ğ ı n ı da saptam ış; da­
ha son ra birçok dinin bir çeşit "eylem ya da ibadet" saatini
oluştu ran değerlerle ilgili ölçüleri bulmuşlard ı r. Altı n ı n bakı r­
la ayarlanma ölçülerini ( 1 4, 1 8, 22, 24 ayar gibi); tan rısal ol­
mayan yasaları (Hammurabi Yasaları gibi) ve üç bilinmeyen­
li denklemlerin çözümünü; dik üçgendeki hipotenüsün uzun­
luğunun hesaplanmas ı na ilişkin birçok çözüm ü insan l ı ğa ka­
zand ı rm ışlard ı r. Daha sonra gelen Asu r, U rartu , vd . leri bu yo­
lu izledikleri için insanl ığa büyük katkılarda bulunmuşlard ı r.
Bugün kulland ı ğ ı m ız birçok bilgi, kavram , adet, gelenek, gö­
renek, töre vs. bu topluluklara dayanmaktad ı r.
M ı s ı rl ı lar ise, kendi içinde katı laşmaları na karş ı n , bilime
sayg ı ları n ı sürd ü rmüş ve insanl ı ğa büyük katkı ları olmuştur.
Bilimin dört öneml i kaynağ ı , İskenderiye Kütüphanesi
(önemli bir kısm ı H ı ristiyan Romal ı lar, geri kalanları M üslü­
manlar tarafı ndan) ve Çin' deki , 1 000 y ı l süreyle toplanm ı ş ki­
taplardan oluşan dev kütüphane (bütün kötülüklerin anası bi­
limdir diyen bir Hanedan tarafı ndan ) , Zerdüşt Kitapl ı ğ ı (Büyük
İskender tarafı ndan) ve İ n ka Kütüphanesi (kendi içinde ve İs­
panyollar tarafı ndan) tahrip edilmiştir.
Anadolu, Ege Adaları , Yunan Yarı madas ı ve hatta İtal­
ya'da, H ristiyanl ı ğ ı n yayg ı n laşt ı ğ ı döneme kadar, bilimin ön­
cülük ettiği bir düşünce sistemi yayg ı n olduğu içi n , her konu-

35
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da önem l i atı l ı m lar ortaya çıkm ı şt ı r. Yalnız, bu dönemde, da­


ha önce tapı naklarda dinsel ayinlerle birlikte i nsan toplulukla­
rına "ilk defa" giren işkence, yani i nsan ı n i nsana eziyeti, özel­
likle kutsal varl ı klar için insanları n adak ya da kurban edilme­
si şekli nde başlamış, zamanla, sistemli olarak gelişti ri l m iş ve
birçok inan ışta bir terbiye ve korkutma eylemi olarak yayg ı n ­
laştı rı l m ı şt ı r. Bu nedenle hemen h e r dinde, kötülükler, öbür
d ünyada (ahirette) işkenceler ile cezaland ı rı l ı r. Fakat işken­
ceyi bir defa öğrenen insanoğlu, i nsanları denetim altı nda tut­
mak içi n , bunun çok etkil i bir yol olduğunu görünce, onu geliş­
ti rmek için elinden geleni yapmış ve sonuçta kökenini Yunan
ve Roma kültü ründen , yani , kuwetlinin hakl ı , şiddetin övgüye
lay ı k görüldüğü bir yapıdan alan Batı kültürü , tarih i boyunca
geliştirdiği silahlarla (bir çeşit işkence aletleriyle) kan kusma­
yı sürdürm üştü r. Batı , bilimi öğrenmişti ; ama bu bilimi, hala,
köklerin i derin lerdeki dini öğretiden alan işkence duygularıyla
sulamaktayd ı . İ nancı değ i l , dini rehber yapmış tüm toplumlar
bu i lletten ku rtulamam ı ştı .
Halbuki sistem l i bir dini öğretiyi geliştirmemiş ilk i nsanlara
bakt ı ğ ı m ızda, birbirlerine sald ı rd ı kları na, öldürdüklerine, ka­
faları n ı kırıp beyin lerini yediklerine fosillerin i ncelenmesiyle,
tan ı k oluyoruz. Fakat bu dönemde, i nsanları n birbirine işken­
ce yapt ı kları na i l işkin h içbir kan ıt bulam ıyoruz. Sadece sald ı r­
gan l ı k kan ıtlanm ı şt ı r. N itekim birçok can l ıda sald ı rgan l ı ğ ı n ka­
l ıtsal olarak kal ıtıld ı ğ ı na ilişkin birçok bilgi vard ı r. Bu nedenle
doğan ı n en sald ı rgan can l ı ları ndan biri olan yabani s ı ğ ı rları n ,
sald ı rganları n ı n öldürülüp, uysalları n ı n çoğaltı l ması i l e s ı ğ ı ra,
yine sald ı rgan yabani koyunları n , saki n evcil koyun lara çevril­
mesi sağlanm ı ştı r. Buna karş ı n bekçi köpeklerinde sald ı rgan­
l ı k istenen bir özellik olduğu için daha da gelişti rilmişti r. Sal­
d ı rgan l ı k can l ı n ı n kal ıtsal özelliğidir; insanda bile bu böyledi r.

36
BİLİM TOPLUMUNDA B İLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

N itekim işkence ve onunla ilgili aletler ilk olarak tap ı naklarda


bulunmuştur. Yani dinsel öğretilerle i nsan toplumuna g i rmiş
ve bu öğretinin geliştirilmesi ve yayg ı n laştırılması ölçüsünde,
işkence de, yayg ı n ve etkil i hale geçmiştir. Orta Çağ'daki en­
gizisyon işkenceleri , bu öğretinin en yayg ı n olduğu dönemi n
eseridir. Bugün yasal olarak yasaklansa da, bu öğretinin yo­
ğun olduğu bölge ve ülkelerde, işkence bütün şiddetiyle sür­
mektedir.
İ şte, tarihsel olarak bu yolu izleyen ve bu sonuçları ortaya
çı karan bir öğretin i n , örgün eğiti m i n ağ ı rl ı kl ı bir parçası olarak
ya da ilim ad ı altı nda toplumlara yayg ı n laştı rı lma çabaları , in­
sanları n m utsuzlukları n ı sürdürmeye neden olma ile ayn ı an­
lama gelecekti r. İ nançtan (kastedilen dini öğreti değildir) ve
evrensel temel özg ü rlük hakları ndan yoksun b ı rakı l m ı ş bir bi­
limsel eğitim i n de kanl ı sonuçlar doğu racağ ı n ı geçmişte (H it­
ler dönemi Almanya'sı nda) ve bug ü n , yaşad ı k ve yaşamakta­
yız. o halde:

Evrensel bilim nedir?


Evrensel bilim, bir kişinin doğumundan ölümüne kadar, ilk ola­
rak kendi vücudunun karşı laşt ı ğ ı sorunları çözmeye, çevresi­
ni olumlu yönde düzen lemeye, anlamaya ve kul lanmaya yö­
nelik, kullan ı ld ı ğ ı zaman her nerede olursa olsun ayn ı sonu­
cu veren, her nerede yaşan ı rsa yaşans ı n kul lan ı ld ı ğ ı nda ya­
rar ve bazı hallerde üstünlük sağlayan , her insan ı n ortak ola­
rak paylaşabi leceği ve kullanabileceği bilgilerin toplam ı olarak
tan ı m lanabil i r. Bu durumda evrensel bilgiye neler girebilir?
Madden i n fiziksel ve kimyasal yapısı ile ilgili bilgiler; can-
1 ı lar ve çevre ile ilgili temel bilgiler ve bunları n anlaş ı lmas ı n ı
kolaylaştı ran matemati k ve istatistik gibi çözümlemeye, ölç­
meye ve değerlendirmeye yönelik bilgiler ile sosyal ve sanat-

37
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

sal olayları n temelini oluştu ran ilkeler ve öğretiler evrensel


bilgilerdir. Örneği n Anadolu'nun değişik folklorunu, şarkı ları ­
n ı ya da türkülerini öğrenmek ya da öğretmek evrensel bilgi­
ye sadece veri hazı rlar; bizzat kendisi evrensel bilgi olarak ta­
n ı mlanamaz. Ne zamanki notaları öğretirsiniz, o zaman bire­
yi evrensel kültü re kavuşturmuş olursunuz. Çünkü bu bilgiyle,
bu öğretiden geçmiş bir birey dünyan ı n neresinde olursa ol­
sun, söyleneni anlar, anlad ı ğ ı n ı n üzerine bir şeyler ekler ve en
önemlisi diğer i nsanlarla değişmez bir dille iletişim kurar. Bu
nedenle, örneğ i n , Yak ı n Çağ Osmanl ı tari h i n i , İslam dinini ya
da tarihini, Tü rk folkloru n u , Tü rk yerel yönetim yasaları n ı ay­
rıntı larıyla bilen bir i nsan , ilim sahibidir; ancak bilim sahibi de­
ğildir. Çünkü böyle bir i nsan Peru'da yaşamaya n iyet ederse,
bu ilimleri kazanı rken edinmiş olduğu yöntem bilgisinin verdi­
ği bir yatkı n l ı ğ ı n ötesinde, diğer h ususlarda sudan çıkmış bir
bal ı ğa döner. Bu bilgiden ne kendisi yarar sağlayabilir ne bu­
lunduğu çevreye öneml i bir şeyler verebil i r ne de diğer i nsan­
larla ortak bir kon uda i letişim ku rabilir. Bir Peru l u , İslam öğ­
retisi olmadan , İslam dinini bilmeden , Tü rk folklorunu tan ı ma­
dan , Türk yasaları n ı ve tarihini bilmeden mutlu ve başarı l ı bir
şekilde yaşayabil i r. Türkler için de Peru'daki ayn ı değerler ev­
rensel açıdan öneml i olmayabilir.
Halbuki örneğin fizikte bir amper, bir volt, bir direnç; kim­
yada, bir molekül , bir tepkime; biyoloj ide bir kromozom, bir
ONA, bir gen ; matematikte bir dört işlem, bir integral, bir tan­
jant; m üzikte bir nota; ekonomide bir arz-talep kavram ı bilin­
meksizin herhangi bir şeyi anlamak ve yapmak olanaksızd ı r.
Bunlar, evrensel bilgidir; her insan ı n temel eğitiminde bunları
öğrenmesi zorunludur; devletin görevi de bu bilgileri n kazan ı l­
ması için gerekl i ortam ı hazı rlamakt ı r. Temel eğitim kurumla­
rı dediğimiz ku rumları n görevi ise bu eğiti mi en iyi şeki lde ver-

38
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

mektir. Dil eğitimi evrensel olmasa dah i , beyni n gelişmesinde


uyarıcı rol oynad ı ğ ı , ayn ı ortam ı ve değerleri paylaşan i nsan­
ları n araları ndaki iletişimi sağlad ı ğ ı ve zihinsel ü retim i artırd ı ­
ğ ı için öncelikle v e etkin bir şekilde verilmelidir.
Din, tari h , yöresel coğrafya, yerel ve genel yönetime i lişkin
bilgiler, kural lar, yasalar ve benzeri öğretiler, toplumun ayı rı­
cı kimlik kazanmas ı n ı sağlayarak, yakın topluluklardan farkl ı­
laşması na neden olur. Her ne kadar, bu öğretiler, milliyetçilik
duyguları m ızı besler, geliştiri r ve bu duyguya dayanarak or­
tak ü l kü çevresi nde, kendimizi ve oluşturduğumuz "bir çeşit
yapay ve soyutlanmış kültürü' korumam ızı sağlarsa da, top­
luluklar arası ndaki bilgi ve sevgi akış ı n ı büyük ölçüde kısıtla­
d ı ğ ı için er ya da geç büyük y ı k ı m lara neden olur. Bu neden­
le Meriç Nehri'nin iki tarafı ndaki i nsanlar, birbi rleriyle yaln ı z el
sallayarak anlaş ı r; birbirlerinden bir apartman genişliği kadar
uzak olmaları na karş ı n , ayn ı duygu ve ülküyü paylaşamazlar.
Dünyan ı n sevgiye ve g üvene gereksi nmesi her zamandakin­
den daha fazla. Tüm insanları n sevgi birliği, ortak evrensel bil­
gi süzgecinden geçen bilgilerle beslenmekle, yani ortak dilin
geliştirilmesi ile sağlanabilir ... Bunun ötesi ndeki öğretilerin bü­
yük bir kısm ı kimlik ayı rı m ı n ı güçlendireceği içi n , er ya da geç,
kimlik çatışmas ı n ı -kan ı , korkuyu , nefreti, sevgisizliği, hoşgö­
rüsüzlüğü- geti recektir.
Ada 'da yaşayacak bir adamm alması gereken bilgileri öğ­
rendik.

39
3. B Ö LÜM

Öncelikli Bilgi Nasıl Seçilmelidir?

Bilime ve ilime kon u olan her alan ı n bilinmesi ve öğrenilme­


si sayg ıdeğerdir ve gereklidir. Ancak i nsan ömrü s ı n ı rl ı d ı r ve
özellikle eğitim süreci içerisinde kişiye ve dolayısıyla topluma
en yararl ı bilginin öğretilmesi için önceli klerin doğru saptan­
ması eğitim stratej isinin başarısı n ı beli rler. Bu bilgiler, her ne
kadar iç içe olsa da, öncelik s ı ras ı na konduğunda, verilmesi
gereken bilgi kademelerle, öncelikle:

1 . Kişinin bi reysel kimliğinin ve becerilerinin gelişti ri lmesi­


ne ve kendi sorunlarına. Yan i kişiye yönelik bilgi, -bu­
na bireysel sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesi de
denebilir.
2. Evrensel sorun ları çözmeye yönelik, evrensel bilgi -bu­
na topl umsal ya da kolektif sorun çözme yeteneğinin
gelişti rilmesi de denebilir.
3. Bulunduğu toplumu diğer toplumlardan farkl ı kı lan, ya­
ni ona davran ış, düşünce, i nanç ve amaç bakı m ı ndan
farkl ı l ı k kazand ı ran, toplum (kolektif) kimliğinin kazan ı l­
mas ı na yönelik bilgilerin veril mesi şekli nde yü rütülürse
yararl ı olabi lir.

Bi reysel kişiliğin kazan ı l mas ı doğumdan başlar; ailenin, çev­


renin ve eğitim sü recindeki etkinliklerle şekillenir. Bi reysel
kimliğin kazan ı l ması önemlidir; ancak şimdilik konumuzun dı­
şı ndad ı r; onu daha son ra inceleyeceğiz. Topl umsal kimliğin

40
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

kazan ı l ması ise daha önce değindiğimiz gibi , her topluma öz­
gü dini, sosyal ve fol klorik değerlerin öğreti lmesidi r. Bu bil­
gilerin örgün eğitimde ağ ı rl ı kl ı olarak verilip veri l memesinin;
eğer verilecekse hangi ölçülerde verilmesini n ; tek tip bir eği­
timin yararl ı olup olmad ı ğ ı n ı n tartış ı l ması n ı n yararl ı olacağ ı­
n ı düşünüyoru m .
En önemlisi, acaba, devletin temel eğitim görevleri arası n­
da bu kategorilerdeki eğitimin yeri ne olmal ı d ı r? Eğitim süreci
içerisinde, kişinin evrensel bilgileri ve yaşad ı ğ ı toplu m u n dü­
zenine uyumunu sağlayacak genel bilgilerin devlet desteği al­
tı nda veril mesi bir gerekliliktir. Ancak ayn ı toplum içerisinde
bulunup da genel toplumsal kimliklerini kazanmaları n ı n öte­
sinde, toplumun sadece belirl i kısm ı na yönelik ve herkesi n
h e r zaman gerek duymad ı ğ ı i l m i bilgileri n , m a l i külfetleri ilgi­
l i gençlerin aileleri tarafı ndan karş ı lanmak kayd ıyla verilme­
si daha doğru olmaz m ı ? Böylece farkl ı kimlik kazanmak iste­
yen karş ı l ı ğ ı n ı öder. Evrensel bilginin kazand ı rı lması ise dev­
letin görevi olarak kal ı r.

Devletin görevi, kişiye, bireysel kimliğini ve becerilerini ge­


liştirmeye, kendini ve evrenin yapısım anlamaya yönelik bil­
gileri ve sorun/an çözmeye yönelik beceri ve yetenekleri ka­
zandtrmak o/maltdtr.

Evrensel bilg i , her yerde, ayn ı koşullarda, tekrarland ı ğ ı nda


ayn ı son ucu veren, toplumsal kimliğine bakılmaks ı z ı n herke­
sin gereksinmesi olan ve en önemlisi, yen i bilgi ve becerilerin
hem temel taş ı n ı oluştu ran hem de o bilgi ve becerilerin ge­
l işti ri l mesini sağlayan öğretidir diye tan ı mland ı ğ ı na göre , ka­
zand ı rı l mas ı devletin görevi olan , öncelikl i bilgi ne olmal ı d ı r?
Bizim burada esas değinmek istediğimiz konu , eğitim sü-

41
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

recinde ya da bu sürecin sonunda, bi reysel ve topl umsal kim­


lik sorununu çözmüş (ya da çözmemiş) bir insana, eğitim de­
diğimiz süreçte "evrensel bilgi olarak" nelerin öncelikle öğre­
ti lmesi gerektiğidir? Bu öncelikli bilgileri n neler olduğu verildik­
ten sonra, kişisel kimlikten ve topl umsal ki mlikten anlaş ı lma­
sı gerekenlerin neler olmas ı gerektiğini ve kim l i kle ilgili yanl ı ş
uygulamaları n doğurabileceği olumsuz sonuçlar konusunda
bir yorum eklemek kaç ı n ı lmaz olacaktı r.
Bugünkü bilgi lerimizin ışığı altı nda, birçok bulguyla da des­
teklenen yayg ı n görüşe göre, bundan yaklaş ı k 1 3,7 mi lyar
önce, başka yasaları n geçerli olduğ u , atom altı parçacı kla­
rı n oluşturduğu bir evrenden Newton yasaları n ı n (kütlenin var
olduğ u , zaman ı n başlad ı ğ ı , enerjinin ve h ı z ı n ortaya ç ı ktı ğ ı ;
dört evrensel kuwetin) ortaya çıkt ı ğ ı b i r süreçle bugünkü ev­
ren oluşmuştur. Başlangıçta çok yoğun ( 1 cm3'ü dünya koşu l­
larında milyarlarca ton gelen) ve sıcakl ı ğ ı m ilyarlarca santig­
rat derece olan bir baz kütleni n ol uşmas ıyla başlam ışt ı r. Za­
man başlam ıştı r. Ondan önce bugünkü fiziğin temel ölçütleri
olan kütle, h ız ve zaman dediğimiz ku ralları n henüz ol uşma­
m ı ş olması ve keza atom altı parçacı kları n bir atom düzeni
halinde konumlanmaması nedeniyle de anlad ı ğ ı m ı z anlamda
kimya i l kelerinin (tepkimelerinin) h içbiri başlamam ı ştı . Dolayı­
sıyla, büyük bir olas ı l ı kla, hiçbir can l ı n ı n bir daha yaşayama­
yacağ ı böyle bir evren ötesinin, fizik ve kimya ilkelerinin oluş­
mad ı ğ ı bir dönem olduğu ve canl ı yap ı s ı n ı doğrudan ilgilen­
dirmediği içi n , bizim temel bilgi havuzum uzun içerisinde "me­
rak edenlerin haricinde" yer almas ı na gerek yoktur. Bu evrede
egemen olan oluşum ve yasaları n i ncelemesi; ancak uzman­
laşm ış bilim i nsanları n ı n eği lmesi gereken bir aland ı r. Daha
öncesini i nceleme bu evrende yaşayan insanları n doğrudan
ilgi alan ı na g i rmeyebilir.

42
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

İ l k üç saniyede, her can l ı n ı n ya da cansı z ı n temel yap ı s ı n ı


oluşturan fizik ve kimya yasaları oluşmuştur. O halde, evrenin
herhangi bir yerinden tutun , bir kişi nin tı rnağ ı n ı n ucuna kadar
oluşan olay ve yapı ları anlamak ve yorum yapabilmek için bu
yasaları n bilinmesi kaç ı n ı l mazd ı r. Bu yasaları n neden böy­
le olduğunu tartışmak da büyük bir anlam ifade etmeyebi l i r.
Çünkü var olan her şey, hatta düşünce sistemimiz, bu yasa­
ları n ü rü n ü olarak ortaya ç ı km ı ştı r. Tan ı mad ı ğ ı mız, bilmediği­
miz ve bugün yorum dahi geti remeyeceğimiz yasaları n ege­
men olduğu bir yapı lanma da olabilird i ; ancak o zaman farkl ı
oluşumlar ortaya ç ı kard ı ve biz bugün bizi oluştu ran yapı lan­
mayı hiçbir zaman anlayamazd ı k. Ancak biz bu evrenin yasa­
ları na tabi olduğumuz için öncelikle bu evrenin yasalanm öğ­
renmekle yükümlüyüz.
İ l k üç saniyeden sonra, galaksileri n , yıldızları n ve (eğer
yayg ı nsa) uydu sistemlerinin oluşumuyla ortaya çı kan bazı
ku ral , i l ke ve genelleştirmelere tan ı k olmaktayız. Bu oluşum­
ları n her biri, bir can l ı n ı n bu cümleden bir i nsan ı n oluşumu­
na şu ya da bu şekilde katkıda bulunmuştur. Dünya'ya ka­
dar geldiğimizde, her oluşum u n , canl ı ların ortaya çı kması nda
ve özellikle bu şeki lde ortaya çı kmas ı nda, yani sonucu etkile­
yecek biçimde katkı ları olduğunu görürüz. Örneğ i n , G üneş'i­
miz, disk şekli nde bir galakside yer almasayd ı ya da bu bü­
yüklükte olmasayd ı (örneği n 1 ,44 kattan daha küçük olsayd ı
ya da 1 O kat büyük olsayd ı ) , Dünya' m ı z G üneş'ten bu kadar
uzakta olmasayd ı ya da bir Ay' ı m ız olmasayd ı , bugünkü ya­
pıda bir can l ı n ı n oluşması mümkü n olmazd ı . O halde düşü­
nen bir canl ı olarak, evrenin çocu kları olduğumuza göre , ata­
lanmızı ve onu oluşturan güç ve yasa/an tammamız kadar do­
ğal bir şey olamaz.
Can l ı l ı ğ ı n Dünya'da oluşmas ı , zaman içerisinde çeşitlen-

43
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

mesi ve gelişmesi için var olan yasa ve işleyişlerin bilinme­


si de, şu andaki yap ı ve davran ış biçimimizin anlaşı lması ve
gelecek için sağl ı kl ı yorumları n yapı l ması için kaç ı n ı lmazd ı r.
Bu dünyan ı n bağrı nda oluşup geliştiğimize göre, bu dünya­
yı oluşturan fiziksel ve kimyasal ilke ve genelleştirmeleri ta­
n ı mak ve onları n soyut kavramlarla anlaş ı lmas ı n ı sağlayacak
matematik bilimini bilmek zorundayız.
Bu bilgileri n öğrenilmesi , bir kişinin anas ı n ı ve babas ı n ı ta­
n ı mas ıyla eş anlama gel i r. Bu öğreti, bu öğretiyi alan kişile­
re evrenin herhangi bir noktası nda gerekli olan bilgileri sağ­
lar. Bu nedenle matematik, fizik ve kimya evrensel bilgi olarak
"düşünen ve bilen insamm" diyen, sağ/Jklı yorum yapmak is­
teyen herkesin bilmek zorunda olduğu öncelikli bilgilerdir. Bu
bilgiler olmadan diğer bilgilerin ü retimi hemen hemen olanak­
sızd ı r. Bu bilgi leri verecek düzenlemeleri yapmak da devletin
kaç ı n ı lmaz görevidir.
Bu fiziksel ve kimyasal yasaları n denetim i altı nda, yal n ı z
Dünya koşullarına bir uyum olarak ortaya ç ı kt ı ğ ı açı kça gö­
rülen canl ı l ı k ve bununla ilintil i olarak i nsan ı n yap ı ve işleyi­
şini tan ı ma, belki biri nci dereceden öğreni lmesi gereken ; an­
cak anlaşı labilmesi için daha temel bilgilere (matematik, fizik
ve kimya) gerek gösteren can l ı bilimi, yan i biyoloji, ikinci ön­
celikle öğretilmesi gereken bilgidir.
Bu bilginin al ı n mas ı , bireyin kendini ve çevresini tan ı ma­
s ı n ı , geçmişini bilmesin i , geleceğini tahmin etmesini sağlar.
Sosyal olaylarda birbirine taban tabana zıt görülen bi rçok ya­
p ı laşman ı n ya da akı m ı n , dini öğretinin neden olduğu sorun­
ları n haricindeki diğer birçok sorunun temeli nde, biyoloji bil­
gisinin yoksunluğu hemen göze çarpar. Çevre sorun ları ndan
tutun geli r paylaş ı m ı na, göç olgusundan tutun sağ l ı k sorunu­
na, yeteneksizler tarafı ndan yönetilme şikayetlerinden tutun

44
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

temel hak ve özgü rlüklerin tan ı m ı na kadar hemen tüm uyuş­


mazl ı kları n ve sorunları n temelinde, bu kavramları topluma
yerleştirmekle yükümlü olanları n biyoloji bilimindeki yetersiz­
liklerinden kaynaklanan yan l ı ş yön lendirmelerin yatt ı ğ ı görü­
lecektir. Biyoloj ideki en basit ilke ve bilgilerin kazan ı l masıy­
la, bugüne kadar kader olarak sunulan ya da çarp ı k sosyal
süreçlerin sonucu olarak oluştuğu varsayı lan olumsuzlu kla­
rı n ortadan kald ı rı lması na önemli katkı ları olacakt ı r. İ nsan l ı ­
ğ ı n bugüne kadar acı larla kıvranmas ı n ı n kökünde neden bi­
yoloji biliminin eksikliğinin yatt ı ğ ı gelecek sayfaları m ı zda açı k­
lanacaktı r.
Biyolojinin yayg ı n öğretim olarak i nsan l ı ğ ı n h izmetine gi­
rememesinin iki temel neden i vard ı r. Biri ncisi biyolojik olayla­
rı n açı klanmas ı nda daha önce kazan ı l ması gereken bilgi ola­
rak matematik ve özellikle fizik ve kimyadaki gelişmelerin be­
l i rl i düzeye (yeterli liğe) ulaşamamas ı ; dolayısıyla, kolaya kaç­
maya yatkı n l ı k ilkesinin doğrultusunda, bu karmaşı k sistemin
açı klanmas ı n ı n meta-bilimlere (özellikle dini öğretilere) dev­
redilmesi; i ki ncisi ise biyolojideki öğretin i n , i nsanları en kısa
ve kolay yoldan bilimsel düşünmeye yönlendi rmesi, yaratıcı­
lık gücü n ü ve sorgulama yeteneğini artı rması neden iyle, o gü­
ne kadar din öğretisi üzerinde söm ü rü düzen i kurmuşları n ç ı ­
karı n ı önleme korkusudur. Dolayısıyla çağdaşlığa ad ı m atma,
düşünen ve sorunları çözme yeteneği artı rı l m ı ş insan yetişti r­
me, biyoloj i eğitiminin doğrusal bir fon ksiyonu olarak karş ı m ı ­
z a çıkmaktad ı r.

Türk Milli Eğitim Bakanllğmm son yıllarda fizik, kimya ve


biyoloji derslerini örgün eğitimde zaman zaman seçmeli yap­
masmı, özellikle evrim konusunun ders müfredatmdan kaldı­
nlmasmı; ilk yıllarda bile din derslerini koymasmı bilinen hiç-

45
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

bir bilimsel mantıkla açıklamak mümkün değildir. Bu uygu­


lamanm, çağdışı yönelmelere zemin haztrlaması kaçmılmaz
olacak, Türk insanmm sorun çözme yeteneğini büyük ölçüde
düşürecektir.
Sonuç olarak bireye, kendini, çevresini, evrenin yap ı s ı n ı
tan ıtan , evrenin y a d a dünyan ı n herhangi bir noktası nda kar­
ş ı laştığı sorunları çözmeye yard ı mcı olan , yeni durumlar kar­
şısı nda çözü m ü retmeyi sağlayan, zaman içerisinde gelişti ri­
lebilen , yenilenebilen, üzerine ek yapı labilen ve en önem lisi ,
i nancı , dini, ı rkı , dili, yapısı ne olursa olsun diğer tüm i nsan­
larla, düşünen varl ı klarla ve hatta diğer canl ı larla i letişimde,
uyuşmada ve anlaşmada ortak bir dil yapısı kazand ı ran her
öğretinin konusu "Öncelikli Bilgi" tan ı m ı içine girer. Bu öğreti­
den , yan l ı şl ı kla, bugün sadece fen bilimleri denen bir bilgi g ru­
bu anlaşı lmas ı n . Yazarı n kendisi biyolog olduğu içi n , örnek­
ler özellikle fen bilimlerinden seçilmişti r. Evrensel bilginin içi­
ne, doğan ı n temel yasaları içinde yer almamas ı na karş ı n , ör­
neğin, her türlü müziğin ortak bir dille anlaş ı l ması n ı sağlayan
bir nota bilgisi; ekonomideki bir arz-talep eğ risi ya da sosyal
bilimleri n tümünde veri toplama tekniği ve değerlendirme yön­
tem leri vs.de girer. Bu bilgiler de her yerde ve her zaman ay­
n ı sonucu verecek şekilde kullan ı labi l i r; "yani evrensel bilgi­
dir." Evrensel bilginin, nas ı l ve kime hangi yoğunlukta verilme­
si gerekeceğini açı klamadan önce , kişisel kimlik ve toplumsal
kimliğin ne olduğu n u , evrensel bilgi ı ş ı ğ ı altı nda tan ı mlama­
ya çal ı şal ı m .

46
4. B Ö L ÜM

Kimliklerin Geliştirilmesi

1 . Kişisel kimlik
Bireyin , bir önceki bölümde anlatı lan evrensel bilgiyi kul lanma
yöntemi (bir çeşit ahlak ve ilkesin i ) , içinde yer ald ı ğ ı aileni n ,
toplumun v e i nsan l ı ğ ı n diğer bireyleri ile ilişkileri n i , h a k v e so­
rumlulukları n ı n s ı n ı rı n ı beli rleyen, kişisel yeteneklerini ve be­
ceri lerini ortaya çı karan ve geliştirebi len bilgileri n , eylemlerin
ve alışkanl ı kları n tümü olarak tan ı m lanabilir.
Kişisel kimliğin, evrensel ve bi reye özgü nitelikli olması ge­
reken tarafları vard ı r. Evrensel n itelikli olanları n (tü m i nsan­
larda ortak değerler) gelişti rilmesi örgün eğitimin sorumlulu­
ğudur. Bireyin özgün kimliğinin geliştirilmesi ise, seçenekle­
ri t ı kayıcı olmamak kayd ıyla (katı kal ı plar içinde yönlendirici
olmamak kayd ıyla) , ailenin, toplumun ve yine örgün eğitim i n
desteği ile sağlan ı r.

1 .1 . Evrensel n iteli kl i kişisel kim l i k


Öncelikle, bugün inanç v e ahlak diye n itelendirilen, t ü m
dinleri n v e değişmez hukuk kuralları n ı n sahip çıkt ı ğ ı i l keler­
dir. Bunlar: Yalan söylememek, haram yememek, çal ışkan ol­
mak, temiz olmak, zorda kalanlara yard ı m etmek, sayg ı l ı ol­
mak, başkaları n ı n yasayla tan ı mlan m ı ş haklarına sayg ı l ı ol­
mak, sonucunda ortaya çıkabi lecek bir çocuğun her ne olur­
sa olsun maddi ve manevi zarara uğramas ı na neden olabile­
cek ya da toplumun diğer bir bireyine zarar verebilecek cinsi

47
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

i lişkilerden kaçınmak, başkaları n ı n inancı na, gelenek ve gö­


reneklerine sayg ı l ı olmak, vücuda zarar verdiği bilimsel olarak
kan ıtlanm ı ş alışkanl ı klardan uzak durmak, çevreyi korumak,
doğayı sevmek vs.dir.
Bunlar, bundan 8.000 yıl önce de, devlet şekli teokratik (di­
ni), laik, faşist, demokratik vb. olsa da, dini M üslüman , H risti­
yan , M usevi ya da Budist olsa da, ateist olsa da her toplum­
da öngörülen ve beklenilen özelliklerdir. Her kişiye bu n itelik­
leri kazand ı rmak ve gelişmesi için uygun ortam ı hazı rlamak
zorundayız. Çünkü bunları n göz ard ı edilmesi ya da bunla­
ra uyulmamas ı , diğer bireylerin ve dolayısıyla toplumun zara­
ra uğraması ile sonuçlanacakt ı r. Bu ku ralları n ortaya konma­
sı h içbir eğilimin, devletin , toplumun, ı rkın ve dini öğretinin te­
kelinde değildir. Dünyada bunun aksini öğreten h içbir öğreti
de mevcut olmam ışt ı r. Dolayısıyla evrenseldir ve devletin so­
rumluluğundad ı r. Bu öğretiyi zaman ı nda (olgunluk çağ ı na ka­
dar) yeterince kazanamayanlar ya da kazan ı p da uygu lama­
yanlar d ünyan ı n her yerinde, bugün (ve keza çok defa geç­
mişte de) yasal olarak cezaland ı rı l ı r ya da kı nan ı r. Olumsuz
olduğu zaman yasayla cezaland ı rı lan ya da kı nanan her dav­
ran ışın, doğrusunun öğretilmesi , toplumun, dolayısıyla devle­
tin , bununla ilişkin olarak örgün eğitimin sorumluluğunda ol­
mal ı d ı r. Cezaland ı rma yetkisini elinde bulunduran güç (dev­
let) , eğitiminde de sorumludur.
Asl ı nda bugün var olduğu san ı lan 20.000 dinin hemen
hepsinde yukarıda sayd ı ğ ı m ı z hususlar yer al ı r. Bu nedenle
benim dinim şöyle iyidi r böyle iyidir diye yukarıda verilen mad­
deleri saymak anlamsızd ı r. O dinin mensupları n ı nereye geti r­
diğini, bilime ne katt ı kları n ı , i nsani ilişkilerde ne kadar sayg ı l ı
olduğunu saymayla karş ı laştı rmayı yapmal ıyız. Bunu yapar­
ken de sahip olduğumuz inanç sisteminde ortaya ç ı km ı ş sap-

48
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

kı n l ı kları ya da olumsuzlukları yanl ı ş uygulad ı lar da ondan de­


nen bir mantıkla savunmam ız olsa olsa sorun ları m ı z ı görme­
mekten ya da erteleme isteğim izden geli r.

1 .2. Özgü n n itel ikl i kişisel kim l i k


Merakl ı olma, yaratıcı olma, tasarrufa yönelik al ışkanl ı kla­
rı olma, paylaşmayı bilme, düşündüklerini özgürce söyleme,
kendi üzerine düşeni en üst düzeyde yerine getirme, yasal
açıdan zorunlu olmad ı ğ ı durumlarda bile ailesinin, çevresinin,
toplumun ve tüm insanları n yard ı m ı na koşma, iyi davranma
ve onları n maddi ve manevi olarak gelişmesi için başkaları­
n ı n ya da toplumun ç ı karları na zarar vermeden destek olma
ve teşvik etme , kendinden son raki nesillerin devam ı için ya­
şam ortamları n ı n korunması na ve çevre düzenlenmesine ya­
sal olarak zorunlu olmasa bile azami katkıda bulunma, yete­
neklerini geliştirme ve başkaları n ı n h izmetine sunma için gay­
ret gösterme , olabildiğince açı k olma, gerektiğinde s ı r sakla­
ma, yaşlı lara sayg ı l ı , çocuklara şefkatli olma vs.dir.
Özgün n itelikli kişisel kimlik altı nda s ı ralan m ı ş bilg i , görg ü
v e yetenekleri n gelişti rilmesi sorumluluğunun, aileye, çevre­
ye, topluma ve bireyin kendine ait olması gereki r. Örgün eği­
tim bu h ususta sadece yard ı mcı olabi lir; fakat sorumluluk yük­
lenmeyebi l i r. Sonuçları itibarıyla da kişiye meziyet kazand ı rı r.
Bunları n yanl ı ş kullan ı m ı kişiye yasal sorumluluk yüklemez;
en fazla kı nanmas ı na neden olur. Aile, sosyal çevre, toplum
ve dini eğitim bu aşamada etki lidir ve sorumludur. Kişi nin bi­
zatihi kendine özgü olduğu için devletin karışması ya da yön­
lendi rmesi, yan i bir anlamda sorumluluk alması söz konusu
değildir.

1 .2 . 1 . Özgün kişisel kiml i k kavramı içerisinde beceri­


leri n gel iştirilmesi : Kişin i n , görsel , duyusal ve mekanik be-

49
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

cerileri olarak s ı n ıfland ı rabi leceğimiz, m üzik, resim, heykel,


el sanatları , spor vs. gibi becerilerinin geliştiri lmesi , devletin
örgün eğitiminde veril mesi gereken zorunlu bilgi içeriği içeri­
sinde değerlendi ri l mesine karş ı n , ayn ı zamanda özgün kim­
lik yapısı n ı n bir kısm ı n ı oluşturduğu içi n , bu başl ı k altı nda da
i ncelemek gereki r. Çünkü bu bilgilere sahip olmayan bir bi­
rey her toplumda normal yaşantısına devam edebil i r, başka­
ları ile ortak dilden anlaşabilir ve eksikliğini her an hissetme­
diği gibi, bu eksiklik, bulunduğu topluma katkı yapmazsa da,
zarara ya da yı kıcı bir etkiye neden olmayabilir. Ayrıca, son
zamanlarda yap ı lan biyolojik araştı rmalarda (soyağaçları n ı n
kal ıtsal olarak incelenmesinde) , kişinin kal ıtsal yap ısıyla b u
özellikleri n gelişiminin çok yakı ndan ilişkili olduğu anlaş ı l d ı ğ ı
için , yayg ı n olarak temel ilkelerinin öğretilmesi nin d ı ş ı nda, b u
kon ulara yoğunlaşacakları n özel bir seçmeyle (genetik yapı n
uygu nsa giriş) oluştu rulmas ı n ı n daha akı l l ıca olduğu anlaş ı l­
m ı şt ı r. Böylece, bireyin becerilerinin ve yatkı n l ı kları n ı n gelişti­
ril mesinde temel bilginin verilmesi, evrensel değerlerin öğre­
tilmesi örgün eğitimde olacağ ı için devletin sorumluluğunda;
ancak özel olarak gelişti ril mesi ise örgün eğitimin sorumlulu­
ğunda değil, desteği nde olmal ı d ı r.

2. Toplumsal kim l i k
Evrensel bakış açısı ndan b u kimliğin n e kadar v e nas ı l ge­
l işti rilmesi gerektiği kon usunda yeterince araştı rma yap ı ld ı ğ ı ­
n ı v e görüşlerin ortaya atı ld ı ğ ı n ı söylemek g üçtür. Çünkü ki­
şiler böyle bir araştı rmaya i nansalar da, her araştı rıcı , kaç ı n ı l­
maz olarak bir ı rk g rubunun, benimsemese de yetiştiği orta­
m ı n gereği bir din g rubun u n , eğitimi gereği de tarihsel bir yön­
lendirmenin üyesidir. Örgün eğitimin, insan ı n daha ham oldu­
ğu 0- 1 8 yaş g rubu arası nda yü rütüldüğü düşü n ü l ü rse, istesek

50
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ K İ M E NAS I L VERMELİ

de istemesek de bu eğitim ve öğretilerin etkisinden ku rtulup


özgü r ve bağ ı msız düşünmemiz zor olabil i r. Düşünsek dahi ,
içinde yaşad ı ğ ı m ı z toplumu n , -ki çoğu körü körüne güdüm­
lenmiş bireylerden oluşmuştur- baskısı n ı karş ı layacak kadar
güçlü olamayız; karşı lasak dah i , tarihte ibret verici birçok ör­
neğini bildiğimiz, bugün de birçok ü l kede ve ülkemizde halen
örneklerin i yaşad ı ğ ı m ız (Uğur M u mcu , Turan Dursun , M uam­
mer Aksoy, Bah riye Üçok vd . leri ) , bağnaz katliamlardan ve
tehditlerden (Salman Rüşti vd .leri) kurtulamayız. İ nsan l ı k ta­
rih i , yan l ı ş ya da doğru , toplumları n kimlikleriyle ve öğretilerle
ilgili fikrini açı klayan i nsanları n acı öyküleriyle dol udur. Dola­
yısıyla çok ekstrem örnekleri bir yana b ı rakı rsak, kişiler, ma­
ruz kald ı kları bu yönlendirmelere ve öğretiye karşı çı kma, ya­
ni toplumsal kimliklerini iyileştirme için eleşti rme cesaret ve
erdemini gösteremezler. Bile bile, körü körüne itaat etmeye
devam ederler . . . Bu kimlikten ç ı kar sağlayan bir g rup i nsan ı n
önemli yerlerde görev yapmaları n ı n ve gücü ellerinde bulun­
durmaları n ı n da etkisi büyüktür.

İslamcıflk ve Turancılık siyasasmm başan kazandığma ve


dünyayı uygulama alam yapabildiğine tarihte rastlanmamak­
tadır. Soy aymmı gözetmeksizin bütün insan/an kapsayan tek
bir dünya devleti kurma hırslannm sonuçlan da tarihte yazılı­
dır. Bizim uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem, ulusal si­
yasadır. Dünyantn bugünkü genel koşullan ve yüzyıllann ka­
falarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısmda ha­
yalperest olmak kadar büyük yantlgı olamaz. Tarihin dediği
budur, bilimin, akim, mantığm dediği böyledir.
Mustafa Kemal Atatürk
(Seha Meray' ı n Su Başlarmı Devler Tutmuş
eserine göre Atatürk'ün Söylev'inden).

51
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Toplumsal kimliğe bi r biyolog gözüyle baktığ ı m ı zda yarar ve


zararları n ı şöyle ortaya koyabiliriz: Geçmiş dönemlerde, in­
sanlar küçük g ruplar halinde yaşad ı kları ve araları ndaki daya­
n ı şma oran ı nda güvencede oldukları bir dönemde, toplumsal
kimliğin gelişti rilmesi , ayakta kalmaları için kaçı n ı lmaz ve ya­
rarl ı olmuştur. Çünkü bu dönemden daha önce "evrensel bil­
gi ve değerler'' dediğimiz öğreti hiçbir topl umda yayg ı n olarak
kullan ı l mam ışt ı r. Dolayısıyla i nsanları n aras ı nda ortak dil ve
değerler yeterince geliştiri lememiştir. Başlang ı çta, toplumlar
aras ı , birkaç basit fetiştik (Tanrı farkl ı l ı kları ) nesneye dayanan
bu ayı r ı m , i nançları tekeline alan dinlerin gelişmesiyle ve ku­
rumsallaşmasıyla, çok organize ve yarg ı lamadan oluşturu lan
öğretilerle, toplumsal kimlik ayı rı m ı n ı keskinleşti rmeye başla­
m ı şt ı r. En kanl ı sürtüşmeler ve çatışmalar, dine ve ı rka dayal ı
topl umsal kimlik kazan ı m ı ndan sonra ortaya ç ı km ı şt ı r ve sür­
mektedi r (Haçl ı Seferleri , İ ki nci Dünya Savaşı , demokrasinin
ve hümanizmi n beşiği olduğu varsayı lan Avrupa'n ı n göbeğin­
deki Bosna dram ı ve son zamanlarda Orta Doğu'da yaşanan
katliamlar bunun tipik örnekleridir) .
Toplumsal ki mliğin kazan ı l ması nda bugüne kadar, i ki te­
mel öge, daha doğrusu ham madde için i ki kaynak vard ı r: I rk
ve din.
Bir insan ı n ı rk özelliklerini değişti rmesi mümkü n olamaya­
cağ ı na göre, ı rka dayal ı bir topl umsal kimlik yaratma çabala­
rı n ı n , diğer topluluklarla uyuşmaları ortadan kald ı rmak demek
olduğunu daha baş ı ndan bilmek gereki r. Bu da kan ve gözya­
şı demekti r. İ ki nci Dünya Savaşı 'ndaki Alman katliam ı ve son
elli yı ldan bu yana dünyan ı n en az 50 yerinde kan ve gözya­
ş ı n ı n akmas ı na neden olan etnik çatışmalar, bu i l kel öğ retinin
ü rünü değil midir? Yapay koşullandı rmalar bir yana b ı rakı l ı r­
sa, görünüş olarak, davranış olarak birbirlerine çok benze-

52
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

yen , ayn ı şeylere ağlayan, ayn ı şeylerden mutlu olan Türk ve


Yunan hal kları n ı n , sadece Meriç Nehri'nin genişliği kadar bir
aral ı kla birbirlerinden farkl ı laşt ı r ı l maları n ı n ; hatta kin ve nefret
kusmaları n ı n altı nda yatan sebep nedir? Bu insanlara, fark­
lı dini eğitim (inanç eğitimi kastedilmiyor) ve olayları n yansız
değerlendi ri lmesi yerine olayları n abartı larak kasıtlı bir şekil­
de veri lmesinin neden olduğu yan l ı ş bir tarih eğitiminin veri l­
mesidir. Sizce, bu yan l ı ş eğitim verilmeseydi bu topl umlar bir­
biri nden bu denli nefret ederler miydi? Bu eğitimler veri lme­
seydi , Meriç Nehri'nin her iki yakası ndaki insanlar, ayn ı dili ko­
nuşmasalar dahi el ve kol işaretleriyle birbirlerini selamlaya­
cak ve sevgiye, sayg ıya dayal ı bir i letişim ku racaklard ı ; belki
birbirleri n i n dillerini biraz öğreneceklerd i .
Bunlar bilinmesine karş ı n , neden h e r toplumda bu insan­
l ı k d ı ş ı ve çağ d ı ş ı eğitim ve öğretim desteklenmişti? Çünkü
daha önce değindiğimiz gibi, "büyük devlet adam ı , büyük ko­
m utan , kah raman insan , cesur i nsan , güçlü insan , babayiğit
i nsan vs." gibi u nvanlar, kural olarak genelde, teke tek ya da
topl u halde başka i nsanları öldü renlere ya da öldürtenlere ve­
rilen sıfatlar olmuştur. Belleğinizi yoklayın ız! Okuduğunuz ta­
rih ve öykü kitapları nda, bu sıfatları taşıyıp da şu ya da bu şe­
kilde i nsan ölümüne neden olmam ış birisini tan ıyor musunuz?
Böyle biri hemen hemen yok gibidir . . .
Bunun yan l ışl ı ğ ı n ı n farkına varan, birbiri nden bağ ı msız ba­
zı g ruplarda, özellikle son 30-60 yı lda önemli kı p ı rdanmalar
ortaya ç ı km ı ştı r ve bunun en çarp ıcı örneği Hamburg'da bir
parkta bulunmaktad ı r. Sanki tüm çağlara haykı rı rcas ı na, elin­
deki filesi içerisinde m ütevazı sebze ve meyveleri evine gö­
türmekte olan bir insan ı n heykeli dikilmiştir. "Sade Vatandaş"
olarak n itelendi ri len bu heykelin kaidesine, şu anlam l ı söz­
cükler yaz ı l m ı ştı r: Hiçbir insam öldürmeyen, yaşamı boyunca

53
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

kahraman/Jk yapmayan, hiçbir çatışmaya imzasmı atmayan,


yaşamı boyunca diğer insanlarm esenliğini dileyen ve onlar
için ça/Jşan, sade bir aile reisi olarak yaşadı. Bu anlam l ı hey­
kel , belki gelecekteki simge olacakt ı r. Fakat insan soyunun
belki de doğal bir zaafı olarak, pohpohlanmaktan, güçlü ol­
maktan, l ider olmaktan haz duyduğu, çeşitli toplumlarda defa­
larca kan ıtlanm ı şt ı r. İ şte bu ilkel doyumsuzluğun tatmini için ,
üzerine bas ı labilecek, yönlendirilebilecek v e gerektiğinde bi­
l inçsizce kullan ı labilecek bir kitlenin oluşturul ması gereki r. Za­
ten doğası gereği buna yatkı n olan bu kitleni n , bu duyguyu ta­
şıyanları n yönlendirdiği eğitimle güdülmesi zor olmam ışt ı r, ol­
mamaktad ı r. ı rkçı l ı k böylece güçlendirilmiştir.
Geçmişte, henüz yerleşik düzene geçil meden, doğal ko­
şullara karşı savaşı mda, seçilim üstünlüğü sağlayan ve bu
nedenle gelişmesi biyolojik olarak da teşvik edilen güçlü lük,
sald ı rgan l ı k ve cesaret, özellikle yerleşik düzene geçildiğin­
de, bir çeşit l iderlik (yöneticilik) yarışmas ı na yönelmiş ve ar­
kaları ndaki kitleleri de şu ya da bu şeki lde sürü kleyerek, kanl ı
b i r i nsan l ı k tarihinin ortaya çı kmas ı na neden olmuştu r. B u ay­
r ı m , toplumun yap ı sal özellikleriyle birleştirilmesi ı rkçı l ı ğ ı n or­
taya çı kmas ı n ı sağlam ış; bu da olayları n doğas ı n ı açı klamaya
yönelik değil de, toplumları birbirine düşman eden gerçek ya
da yapay olarak ortaya çıkm ı ş olayları n çarpıcı şekilde yan­
lı anlatıldığı bir tarih eğitimine dönüştü rülmüştür. İşte, dünya­
n ı n hemen her ülkesinde, örgün eğitimde bilgi ad ı altı nda ve­
rilenler bu yapay ayrı m ı n körüklenmesini sağlam ışt ı r. Bu da,
en azı ndan birbirine komşu ülkeleri n sü rtüşmesin i , çatışması­
n ı sürekli teşvik etm işti r ve etmektedi r. Buna karşı ç ı kanlar da
çok çeşitli ithamlarla etkisiz hale geti ril miştir. Fakat bir toplum
kural olarak saf bir ı rk g rubundan oluşmad ı ğ ı içi n , hem kendi
içinde hem de komşu topluluklarda yaşayan ı rklarla tartışma­
s ı n ı sürdü rmeye devam etmiştir, etmektedi r.

54
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ K İ M E NASI L VERMELİ

Bu nedenle, insan/an, ülkenizi ve dünyayı seviyorsamz, ör­


gün eğitimde, tarih eğitiminin başka bir biçimde ele a//nması­
m sağ/aymız. Aynmcı değil tüm insan/an birleştirici tarzda an­
latl/masmı sağlaymız.

İ nsan l ı k tarihinin bu kan l ı serüveni içerisinde, akl ıselim so­


nunda, rengi, yapıs ı , dili ve yaşad ı ğ ı coğ rafi k bölgesi ne olur­
sa olsun , tüm i nsanları n ortak bir değer etrafı nda toplanmas ı ­
n ı v e bir an lamda ortak bir d i l e sahip olmas ı n ı sağlayacak ilke­
leri ortaya koymada gecikmedi. Böylece, inanç dediğimiz, tüm
topluluklarda aym olan değerler yaratl/dı. Bunlar: Yalan ı n , h ı r­
sızl ı ğ ı n , arsızl ı ğ ı n , dolan ı n , tembel liğin, pisliğin vs. n i n yasak­
lanması şeklinde bir araya toplanabilir. H içbir öğretide bunla­
rı n teşvik edi lmesi görülmemişti r. Bu açıdan bakı ldığı nda din
ile i nanç birbiri nden farkl ı kavramlard ı r.
Bu i nançları n üzerinde sömü rü düzeninin kurulması gecik­
med i ; özellikle din adam ı kisvesi altı nda, güç kul lan ı m ı na ve
sömü rü d üzenine yatkı n olanlar, toplumun tümünü etki altı­
na alan , mantığa, yarg ı lamaya ve sorgulanmaya izin verme­
yen organ ize bir sistem ku rdular. Bu sistem, özell i kle ı rkç ı l ı ­
ğ ı n keskin leşmesine destek sağlad ı ğ ı için d e , çoğunlukla, bir­
çok yerde ı rkçı l ı kla birlikte gelişmesini sürdürd ü . Böylece i n­
san l ı k çift kıskaç alt ı na al ı nd ı . Ancak yarg ı lamaya ve sorgu la­
maya izin vermeyen dini öğretiler, toplumu çok katı ku rallarla
s ı n ı rlad ı ğ ı içi n , ayn ı ı rktan olan ; fakat dinleri farkı olan i nsanlar
arası nda bile ödün vermeyi yasaklad ı ğ ı için (senin mezhebin
ben i m mezhebim gibi) büyük çatışmaları n ortaya çı kmas ı na
neden old u . Yak ı n zamanda Kah ramanmaraş, Çoru m , Sivas
ve Suriye, l rak'ta yaşanan korkunç katliamlar gibi.
Kökenini söm ü rü düzeni nden ald ı ğ ı ve evrensel bilgiye da­
yan mad ı ğ ı içi n , dini öğretiler (inançlar değil), doğal olarak, za-

55
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

man içerisinde, kendi araları nda uyuşman ı n h içbir zaman ol­


mad ı ğ ı ve olamayacağ ı , mezhep, tarikat ya da diğer sıfatlar
takı larak bölünmelere ve fiki r ayrı l ı kları na ve buna bağ l ı ola­
rak, araları nda, akı lla ve mantı kla açı klanamayacak çatış­
malara dönüşmede gecikmedi (Ortodoks, Protestan, Katolik;
Sünni, Şii vd) . Dinin yayg ı n ve toplumun yönetim i nde egemen
olduğu her yerde, geçmişte ve bug ü n , çatışmaları n ve sür­
tüşmelerin olmas ı bu nedene dayan ı r. Bu şekildeki dini öğre­
ti, akı l la, mantı kla, bilgiyle açı klanamayacak şekilde toplum­
ları n özel kimlik kazanmas ı na, araları ndaki sürtüşmelerin ve
çatışmaları n keskin leşmesine neden olur. Bu her zaman "A v­
rupa 'da olduğu gibi reform yapıp dini gündemden çıkarmadık­
ça," hep böyle de olacakt ı r. Kendimizi kandı rmayal ı m .
H e r a n mimarisini değiştiren b i r evrende, herhangi b i r şe­
yin ya da bir kavram ı n hiç değişmeden kalmas ı n ı savunmak
bilimin tan ı m ı na aykı rıd ı r. Özellikle ahi ret işlerinin ötesinde,
zamanla, dünya işlerinin organizasyonuna da talip olan dini
öğreti ler, topl umdaki sosyal, ekonomi k ve bilimsel gelişme­
lerin ortaya ç ı kard ı ğ ı gereksinmelere, değişmez kuralları ile
cevap vermeye başlarken; bilimsel eğitimden geçmeyen bir­
çok i nsan , özellikle kendi çı karları n ı gözetecek şekilde yorum­
lar getirmeye başlad ı ve böylece bir çeşit ruhban s ı n ıfı ortaya
ç ı ktı . Ruhban s ı n ıfı n ı n yönetime talip olmas ı , bilim ve mantı k­
tan yoksun idari sistemlerin ortaya çı kmas ı na neden old u . So­
n uçta, değişmezliğin en büyük düşman ı olan bilimsel düşün­
meye birçok yerde ve zamanda set çekildi; sonuçta bilimsel
mant ı ğ ı n yiti ril mesinden dolay ı , hiçbir şekilde açı klanamayan ,
ard ı arkası kesilmeyen çatışmalar ortaya ç ı ktı . Tarihimizi ve
yer ald ı ğ ı m ız kıtaları n üzerindeki ülkeleri n ve dinlerin tarihini
anı msamam ız, zan nediyorum, yeterince ayd ı n latıcı olacaktı r.
Böyle bir sava karş ı , tutucu olanları n tepkisi hemen her za-

56
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASIL VERM E Lİ

man ayn ı olmuştur: " Yanlış uygulandığı için böyle olmuştur."


Halbuki dinler tarihine bakı ld ı ğ ı nda peygamberlerin bizzat ya­
şad ı ğ ı dönemler ve onları izleyen halefleri bile bu kanl ı kar­
gaşadan ve katliamlardan kurtulamam ışt ı r. Peygamberimizin
ölümünü izleyen günlerde ortaya ç ı kan kargaşayı , daha son­
raki dört halifeden üçünün, ondan son ra gelen on bir i mam­
dan onunun öldü rülmesini ve daha son raki halifelerin nad i ren
eceliyle öl mesin i nas ı l açı klayabi l i rsiniz? Diğer dinlerdeki du­
rum daha da acı d ı r.

Dünyadaki insanlarm tahmini bir çıkarsama ile %20'sinin


düzenli yalan söylediği, % 1 O'nunun htrsızlığa yatkm olduğu,
%20'sinin kurallar dışmda cinsel ilişki kurmaya eğilimli olduğu
bilinmektedir. Bu oran Meksika 'da da, Almanya 'da da, Malez­
ya 'da da, İtalya 'da da, İran 'da da, Çin 'de de ve herhangi bir
semavi dinin girmediği topluluklarda, örneğin Afrika 'daki bazı
kabilelerde de hemen hemen ayntdtr. Bu, sanki iyi ve doğru
bir eğitim görmemiş insamn doğası gibi bir olgu. . .
Ahlaklı toplum yaratma iddiası ile ortaya çıkan dinlerin bu
ahlaksızlık/an düzeltmesi beklenir. Bir din diğerinden farklı ve
üstün olsaydı, bu oranlarm bazı yerlerde olumlu yönde düzel­
miş olması gerekirdi. Halbuki her dinin yaygm olduğu bölge­
lerde bu oran hemen hemen aymdtr; yani Hristiyan Meksika,
Almanya ve İtalya 'da da, Müslüman Malezya ve İran 'da da,
Budist Çin 'de de ve herhangi bir semavi dinin girmediği ilkel
kabilelerde de. Eğer birisi bu düzeltme işlevini daha iyi yapa­
bilseydi, bu oranlar bu dinin egemen olduğu yerlerde daha
düşük olacaktı. Aksine dinsel öğretinin yoğun olarak egemen
olduğu Meksika, İtalya, İran ve Malezya 'da yalancılık ve do­
/andmcı/ığm daha yüksek, dinsel öğretinin daha gevşek uy­
gulandığı Almanya, Norveç, İsveç, Finlandiya ve diğer Pro-

57
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

testan ülkelerde bu oranm çok daha düşük olduğu görülmek­


tedir. Demek ki fark eden bir şey yok. . . Sömürülme de caba­
sı . . .

Dünya işlerinin düzenlenmesinde yetersiz kalan, hatta zarar­


lı olan dinsel öğreti, akı l l ı ca bir düzen leme ile, insan ı n bilim­
sel olarak çaresiz kald ı ğ ı ahi ret işlerinde ve kişinin çaresizlik­
ler içinde kıvrandığı birçok durumda i nsanlara yard ı mcı olabi­
l i rd i . Böyle bir yard ı m ı n bilimsel olarak açı klanmas ı na da ge­
rek yoktur. Bu bir terapi tarzı nda olabi l i rd i . Fakat dünya işleri­
ne bulaşt ı r ı l m ı ş , i nançları sömü ren bir öğreti haline getirilmiş
dinin, ne yaz ı k ki , uygar ve bilimsel insanlar arası ndaki inan ı­
l ı rl ı ğ ı ve gücü büyük ölçüde zayıflat ı l m ı şt ı r. Yan i bilinçsizce
dindar geçinenler ve dini, siyasetin , günlük işleri n , çıkarları n
aracı haline getirenler, hem bu öğretiye manevi olarak gerek
duyan i nsanlara hem de bizatihi dinin kendisine en büyük kö­
tülüğü yapmışlard ı r.

Sorun çözmeyi önleyen set: Bağnazlı k


Ziya Şaki r'in Osman l ı -Japon ilişkilerini v e özellikle Abdülha­
mid'in girişimlerini anlatan "Sultan Abdülhamid ve M i kado" ad­
lı eseri nden , aşağ ıdaki çı karsamaları yap ıyor ve 1 995 yı l ı n ı n
Tü rkiye'sindeki gelişmelere ve Türkiye'yi idare ettiğini, 2000'1i
y ı llara taş ı d ı kları n ı ul uorta söyleyenlere bakarak, bir türlü ay­
mazl ı ktan ku rtulamad ı ğ ı m ızı acı bir şekilde bir daha anl ıyo­
ruz. Yazara ve Zülfü Livaneli'ye (Milliyet, 1 9-20.06. 1 995) gö­
re:
"Osmanlılar, Sultan Aziz devrinin ilk zaman/arma kadar,
yeryüzünde Japon nammda bir mille t ve Japonya admı taşı­
yan bir hükümet olduğundan haberdar değildi. "
Abdülhamid, çarlardan çekinmekle birlikte, Japonlarla iliş-

58
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ K İ M E NAS I L VERMELİ

kilerini geliştirerek, on/an Ruslara karşı yanma çekmeyi plan­


lamıştı. Bunun yolu da ilk olarak sosyal ve dostane ilişkilerin
geliştirilmesi o/ma/Jydı. Bunun için çar/an kuşkuland!fmaya­
cak; ama Japon İmparatoru'nun da küçümseyemeyeceği bir
ziyaret biçimi düşünüldü ve sonunda askeri bir okul gemisinin
Japonya 'ya gönderilmesine karar verildi. Ertuğrul gemisinin
komutam Miralay Osman Bey'in rütbesi, bu ziyaretin amacma
göre hafif kalacaktı; ancak birçok İslam ülkesini geçecek böy­
le tek bir geminin komutanmm bir paşa olması da abartı// ge­
lecek ve askeri saygm/Jğı zedeleyecekti. Sorun ince bir siya­
setle çözüldü: Ertuğrul gemisi Singapur'a ulaştığı zaman, al­
bay (miralay) Osman Paşa, sanki zamam gelmiş gibi amiralli­
ğe yükseltildi. Daha sonra Ertuğrul gemisinin Japonya 'da göz
kamaştmcı karşılamşı ve sonra talihsiz bir kazayla batışı he­
men her Türk'ün bildiği tarihi bir öyküdür.
Japon İ mparatoru , Ertuğrul facias ı ndan son ra, minnet bor­
cun u yerine geti rmek için istanbul'a iki Japon kruvazörü gön­
deri r. Büyük maceralardan son ra istanbul'a ulaşan gemi çal ı­
şanları karaya çıkıp al ışveriş etmek için halkın aras ı na karış ı r.
O dönemde, Japonları n bütün amacı , yüzy ı l lard ı r içinde
yaşad ı kları yal n ı zl ı ktan sıyrı larak, dünyayla i lişkiye geçmek,
ticaret yapmak ve batı n ı n gelişmiş kurumları n ı kendi bünyele­
rine kazand ı rmaktı . Bu ziyaretlerinin gerçek amacı da ticaret­
leri n i geliştirmek için zemin hazı rlamaktı . Onlar, geleceklerini
haz ı rlamak için akı l l ı planlar yaparken , Osman l ı , bakın bu sı­
rada nelerle uğraşmaktayd ı :
Japon subayları n ı n istanbul'a dağ ı l ması üzerine, dini ken­
di lerine rehber yapm ış, vantuzları n ı idareni n derinliklerine
sokm uş birçok üst düzey yönetici ve din adam ı , bu kısa adam­
ları görünce, bunları n bu ülkeye ayak basmaları n ı n hayra ala­
met olmad ı ğ ı n ı yaymaya başlam ışlard ı . Onlara göre Japon-

59
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ları n ortaya çıkış ı , kıyamet alametiyd i . Kur'an'da her şey ya­


z ı l ı olduğuna göre, Japonları n bu ziyareti neden yaz ı l ı olma­
s ı n diye düşünülmüş ve bunun için Kur'an'da uygun açı klama
da bulunmuştu . Kur'an'a ve hadislere göre Beni Astar kavmi­
ne bağ l ı olan Yecüc ve Mecüc taifesi (toplumu) bir gün yer­
yüzüne dağ ı lacak ve sonra da kıyamet kopacaktı. Zaten Ja­
ponları n şekli şemail i de y ı l lard ı r öykülerde tarif edi lmeye ça­
l ı ş ı lan Yecüc-Mecüclere benziyordu. Japonlar İstanbul'da ti­
caret yapma yolları n ı ararken , bizim dini bütün sözde ayd ı nla­
rı m ı z ı n yorumları İstanbul'da bir kıyamet paniğini başlatm ı şt ı .
Padişah bile bu yorumlardan etkilenerek, H icazl ı Seyyid
Esat Efendi'yi saraya çağ ı rarak fikrini sord u . Esat Efendi de,
Kur'an-ı Kerim'in Enbiya Suresi'nin 95'inci Ayeti'ni okuyarak
"Hatta, Yecüc ve Mecüc'e set açıllr. Ve onlar her taraftan ve
gedikten akm ederler," ibaresinin gerçekleşmekte olduğunu
yorumlad ı . Bunun üzerin İstanbul'daki ulemalar Japonlara
açı lan bu seddi n hangisi olduğunu tartışmaya başlad ı lar. Öy­
le ya tehlike bir seddi n aşı lmasıyla başlam ı ştı . Japon heyeti­
nin ziyareti dolayısıyla, İstanbul ayd ı n ları n ı ( ! ) çatışmaya sü­
rükleyen Yecüc ve Mecüc sorunu, Seyyid İ brah im Esad Efen­
di'nin saraya bildirdiği görüşlerle, neredeyse, dinimize göre
kesinlik bile kazanm ıştı . Çünkü, "Bazı tefsir/erdeki beyanata
göre Zülkarneyn denilen zat, maşrik (yani doğu) taratma git­
miş ve orada Cabluk isminde bir taifeye (topluluğa) tesadüf et­
miş . . . Bu Cabluk ismi ile Gabon (Japon) ismi arasmdaki mü­
şabehete (ilgiye) bakıllrsa, Japonlann, Yecüc ve Mecüc kav­
mi olması ihtimali daha kuwetlenmekteydi."
Böylece bir nokta hariç, her şey açığa kavuşmuştu ; yal­
n ı z Ayet-i Kerime'de sözü edi len ve Yecüc ve Mecüc'e açı­
lan seddi n yeri tam olarak beli rlenememişti . Kutsal kitapta di­
le geti ri len bu önemli bildirimi n , her şey bir yana b ı rakı larak,

60
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ KİM E NAS I L VERM ELİ

ivedilikle açı kl ı ğa kavuşması gerekird i . Devleti idare edenler,


ilim adamları , sözde ayd ı n lar, her şeyi bir yana iterek g ü nleri­
n i , haftaları n ı ve ayları n ı bu soruna verdiler. İlk olarak üç ola­
s ı l ı k üzerinde duruldu:

1. İncil' de Hazkiyal (ya da Ezekiel) peygambere ait kısı m­


da, Ahari Cibriya deni len bir bölgenin varl ı ğ ı ndan söz
edi l mişti. Sözü edi len bu yerin Sibirya' n ı n sonu olmas ı
bir olas ı l ı ktı . Katip Çelebi de böyle bir yorum yapm ı ştı .
2 . Ebu Said'e göre seddin yeri 1 63 tul (boylam) v e 4 0 de­
rece arz (enlem) dai resinde bulunan bir bölgeyd i . Bu
enlem ve boylam , Çin Seddi'ne rastland ı ğ ı için ulema
tarafı ndan pek kabu l görmed i . Çünkü Çin Seddi Zul­
karneyn tarafı ndan yap ı l mam ı ştı .
3. Set, Azerbaycan' ı n doğusunda bulunan bir bölge ola­
bilird i .

H e r üç varsayı m d a , kutsal kitaplarda yazı lanları açı klamada


yetersiz kal ıyord u . Bunun üzerine bu kon udaki araştı rmaları­
nı derinleşti ren Osmanl ı alimleri ve münewerleri ( ! ) sonunda
bir karara vard ı : "Kur'an-ı Kerim'deki her kelimenin bir hakiki
(gerçek) , bir de mecazi (bir çeşit nereye çekersen çek) an lam ı
vard ı r," dediler. "Burada sed'den m u rad (amaç) mania (engel)
dir. Bu engel de Japonya'n ı n etraf ı n ı çevirmiş bulunan deniz­
dir." Böylece İstanbul'u ziyaret eden Japonları n Yecüc ve Me­
cüc kavmi olduğu kuşkusuz bir biçimde ayd ı nları m ı z ve idare­
cilerimiz tarafı ndan tescil edilmiş oluyord u ! Çünkü kutsal kita­
b ı m ızda tarif edildiği gibi, "Boyları kısa, vücutları ufak, renkleri
sarıyd ı . Beni Astar denilen sarı renkli bir kavmi n , ahi r zaman­
da maşrikten (doğudan) mağriba (batıya) kadar hakim iyet ka­
zanacakları na (egemenlik kuracakları na) ilişki n , eski kitaplar-

61
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da da kuwetli rivayetler vard ı r." U lema, kutsal kitaptaki sed­


din (manian ı n) s ı rrı n ı böylece kendi lerine göre çözmüştü ; an­
cak onları n uzantısı olan ve değişik kisveler ve unvanlar alt ı n­
da bugüne kadar ayn ı zihniyetin varl ı ğ ı n ı sürd ü ren, genellik­
le de her zaman toplumun yönlendirilmesinde etkil i olan (han­
gi dinden olursa olsun, bağnazl ı ğ ı kendine rehber yapmış ü l­
kelerdeki , İslam ülkelerinin tümündeki , keza 1 920- 1 950 y ı lla­
rı hariç Tü rkiye' deki) ulema, çağdaş l ı ğ ı ve gelişmişliği yakala­
yamam ıza neden olan gerçek seddin (manian ın) ne olduğunu
bir türlü görememişlerdir ya da çı karları gereği görmemezlik­
ten gelmişlerdir . . . Biz tekrar öykünün devam ı na döneli m .
Osmanl ı ayd ı nları ( ! ) aylarca uğraşarak bu kadar önemli bir
dini sorunu çözerken, Bay Nakamu ra adl ı Japon tüccarı , İs­
tanbul'da, İstiklal Caddesi'nde halkın ilgisini büyük ölçüde çe­
ken , ilk Japon mağazası n ı açm ı ştı bile . . . Japon malları ka­
p ı ş kap ış gidiyordu. Japonya zenginlik ve akı l yol unda iler­
liyordu . . . Bizimkiler de tersine . . . Kısa zamanda mağaza bü­
yüdü ve yeni leri açı ld ı . Japon tüccarlar İstanbul'da şemsiye­
den, oyuncağa ve parfüme kadar birçok pazarı ele geçirdiler.
Bizimkiler, dini, akl ı n önüne koyarak, dini yorumlarda öneml i
i lerlemelerine devam ederken v e kutsal buyruk ile devlet ida­
re etmenin yolları n ı ararken, Yamada ve Nakamu ra, bir yan­
dan Japon malları n ı pazarlarken, bir yandan da afyon , tütün ,
i ncir, üzüm g i b i Tü rk malları n ı Japonya'da tan ıtmaya gi rişmiş­
lerd i . Kutsal kitapları n bir anlamda aşağ ı lad ı ğ ı Yecüc ve Me­
cüc'ler, bu kutsal kitaplara göre yetişmiş u lema takı m ı n ı n yo­
rumuna göre Japonlar, sayg ı n yerlere ulaştı ; tanrı n ı n sevgili
kulları da(! ) onları n h i mmetine kaldı . . .
Bu tari hsel öyküyü okuyanlar, içleri yanarak geçmişi ana­
cak ve geldiğimiz bu noktada bu çağ d ı ş ı l ı kları n geçtiğini dü­
şünerek ferahlayacaklar. Ancak bi raz politikayla, doğal ola-

62
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

rak politikacı ları n zihniyetiyle, bi raz 1 980 y ı l ı ndan son raki ve


özellikle 2002 y ı l ı ndan son raki Türk Parlamentosundaki ko­
nuşmalarla ve al ı nan kararlarla, dini ku rumlara yapı lan yatı­
rı mlarla ve eğitime sokulan dini unsurlarla ilgilenenler geçen
bunca zamana, edinilen bunca deneyime karş ı , hala uslan ı l­
mad ı ğ ı n ı anlayacaklard ı r.
Hemen hemen hiçbir doğal kaynağ ı olmayan , tarım ve yer­
leşim arazisi olarak toprakları n ı n en fazla %20'si kul lan ı labi­
len, ticaret yol ları n ı n d ı ş ı nda kalan , en şiddetli deprem kuşa­
ğ ı nda yer alm ı ş ve daha birçok olumsuzluğu doğal yap ısı ola­
rak taş ı mak zorunda olan Japonya' n ı n y ı llarca önce ç ı kt ı ğ ı
yola, Türkiye, konumu çok uygun olmas ı na karş ı n , karşılaştı­
ğ ı zorluklar nedeniyle bugün çı kmaya zorlanmaktad ı r. En ba­
sitinden , 1 980 y ı l ı ndan son ra, gelecekte yaşam ı m ızı büyük
ölçüde etki leyecek olan , örneğ i n , Avrupa Gümrük Birliği'ne
ortak olma g i rişimimizin ç ı karları m ı z açısı ndan ayrı ntı l ı ola­
rak i ncelenmesi, milli eğitimimizin acilen elden geçmesi, sağ­
l ı k yasas ı n ı n hemen ç ı karı lmas ı , çevre sorunlarıyla ilgili dü­
zenlemelerin zaman geçiri lmeden işlerlik kazand ı rı l ması , se­
çim yasas ı n ı n ivedilikle değiştirilmesi (ve birçok sorunun ive­
dilikle çözülmesi) gereken bir dönemde, Yüce Meclisimiz, za­
man ı n ı n önemli bir kısm ı n ı "Ayasofya cami olsun mu olmas ı n
m ı ? C u m a günü tatil olsun mu olmas ı n m ı ? Cuma namazı için
özel bir izin ç ı karı lsın mı çıkarı lmas ı n m ı ? Meclis duayla açı l­
s ı n m ı açı l ması n m ı ? Tü rban takılsın m ı takı lmas ı n m ı ? Takı­
l ı rsa nas ı l takı lsın? Tekkeler, zaviyeler yeniden kurulsun m u
kuru l mas ı n m ı ? Son zamanlarda tü rban anaokulları nda takı l­
s ı n mı takı lmas ı n m ı ? Dini eğitim camide yap ı ls ı n mı yap ı l­
mas ı n m ı ? Eğitim m üfredatı bir u lema tarafı ndan gözden ge­
çirilsin mi geçi ril mesin mi?" tartışmaları n ı sürdürmekte. He­
lal ü rü n için yabancı ülkelere doktora için insanlar gönderil-

63
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

mekte. Darbeden ders al ı n madan cemaatler hala taltif edilip


m üritleri önemli devlet kurumlarına yerleştiril iyorsa; yaklaşı k
o n bakan l ı ğ ı n bütçesi Diyanet Başkanl ı ğ ı na tahsis edi l mekte.
Yüz elli bine yakın imama doçent maaşı ödenip, doksan bin
caminin giderleri hazinece karşı lanmas ı na karş ı n yeni cami­
lerin yap ı m ı ve imam al ı n ması teşvik ediliyorsa kara bulutlar
baş ı m ı zda dönüyor demektir.
Geçmişte, toplumun değişik kesimlerini birbirine düşman
ettiği biline biline, "Dini topluluklar yeniden gelişti rilsin m i ge­
l işti rilmesin mi? Din eğitimi anaokulunda verilsin mi verilme­
sin mi? Kur'an ku rsunu bitirenleri n , bir yasayla, fizik, kimya,
matematik, biyoloji gibi dersleri de öğrendiği varsayı larak, ay­
n ı haklar verilsin mi verilmesin mi?" gibi önü arkası bitmeyen
tartışmalarla günümüz geçmektedir. Acaba vatan hainliğinin
tan ı m ı sadece savaş s ı rası nda m ı işlerlik kazanmaktad ı r?
Dinin her şeyin çözümü (devası ) olduğunu savunma ya da
ona inanma, toplumları düştükleri çı kmazdan ku rtaracak tek
kurtuluş yol u olan akl ı n kullanmas ı na sürekli engel olacakt ı r.
Bu nedenle her kim ki , toplumun her sorununun, dini ku rallarla
çözüleceğini savun uyorsa (ki bunu tarihte başaran hiçbir ida­
re sistemi olmam ıştı r) , o kişi , bulunduğu topluma ihanet ediyor
demektir. Bununla da kalmıyor, bu zihniyette olanlar, keza, in­
sanları , en azı ndan i nsanları n bir kısm ı n ı , zor anları nda tevek­
külle teselli edebilecek dinin bizzat kendisi ni de tahrip ediyor
demektir. Bunlar sadece toplum düşmanları değil, din düş­
manları d ı r da . . . Çünkü her şeyi dinle çözeceğini savunan zih­
n iyet, i nsan l ı k tarihi boyunca, bunun böyle olmad ı ğ ı n ı savu­
nan bilim dünyas ı ile çatışmaya girmiş ve bilimin doğru mantı­
ğı sayesi nde, bilinmeyenler, bir bir açı klan ı rken , her defası n­
da, bu gelişmeler karşısı nda, bu zihniyet geri çekilmek zorun­
da kal m ı ş ve doğal olarak dört elle sarı ldığı dinin de eleşti rile-

64
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

re hedef olmas ı na, zayıflat ı l ması na neden olmuştu r ya da bu­


lunan ve i nsanl ı ğa büyük katkılar sağlayan her yen i gelişme­
ye (buluşa) , demin sözünü ettiğimiz, din kitapları ndaki kel ime­
leri n mecazi (nereye çekersen çek) anlam ıyla sahip ç ı km ı şt ı r.
Hemen hemen bilinen her dinde, " Yerleri ve gökleri ve de için­
deki ögeleri ben yarattım, " gibi, s ı n ı rları beli rsiz; kapsam ı , gel­
miş ve geçmiş, olmuş ve olacak her şeyi içine alacak bir şe­
kilde genişletil m iş bir ifadeyle, her çabaya, her buluşa sahip
ç ı k ı lmaya çal ı ş ı l m ışt ı r. Bu nedenle, bilmem hangi mil let uza­
ya ç ı ktı denildiğinde, bütün dinler, bunun zaten kendi kitapla­
rı nda daha önce yaz ı l ı olduğunu öne sürmüşlerdir . . . Bu ndan
böyle i nsanl ı ğa yapı lacak her katkıya da sahip çıkacakları na
emin olabi l i rsiniz . . . Ne yaz ı k ki geçm işteki (ve bugün hala bir­
çok ülkede ve keza ülkemizde de) acı deneyimlerden ve terör­
den dolayı , hiç kimse, bunca dinin, bunca y ı l , bunca güç ve et­
kinliğe karş ı n , i nsanları , doğan ı n mekaniğini anlamak için ne­
den yönlendirmediğini ve ayrıcal ı ksız tüm insanları n kullan­
mak zorunda olduğu herhangi bir buluşta (aksi için birçok ka­
n ıt tari h kitapları nda vard ı r) , bir dinin neden imzas ı olmad ı ğ ı ­
n ı açı kça söylememektedi rler . . . Hatta dini egemenliğin katı ol­
duğu yer ve zamanlarda, hoşgörünün ve bilimsel atı l ı m ı n ne­
den zayıflad ı ğ ı n ı ya da oluşmad ı ğ ı n ı , gerçek ve ortak nedene
dayayarak açı klamaktan kınanacak bir şekilde çekinmektedir­
ler. Örneğ i n , Kilise'nin elindeki maddi olanaklar, geçmişte, ör­
neğin araştı rmaya ya da eğitime, doğan ı n mekaniğini açı kla­
maya ve bilimin tarafsız bir şeki lde öğ retilmesine uygun olarak
yönlendirilmiş olsayd ı , bugün insan soyunun birçok derdinden
arı nd ı ğ ı na tan ı k olacaktınız . . . Halbuki bu zihniyetteki insanlar,
bu yaklaş ı m la, bu dünyan ı n olanaklarıyla, öbü r dünyada kar­
şı laşacakları söylenen sorunları çözme gibi bir mantıksızl ı ğ ı n
pençesine düşürülmüştür. B u dü nyada diğer insanlara ve an-

65
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

lam l ı düşünceye ulaşan tek varl ı k olduğumuz içi n , tarihsel bir


sorumluluk olarak da belki de diğer tüm can l ı varl ı klara h iz­
met veremeyenleri n , varsayı lan öbür dünyada ödül ve h izmet
beklemeye hakları yoktur . . . Gelişmeni n ve uygarl ığa ulaşma­
n ı n önündeki en öneml i set işte bu zihniyettir . . .
Ölümlü olan i nsanları n manevi değerlere de, çaresiz ka­
lacakları bazı dönemlerde gereksinim duyabileceklerinden ,
bu gereksinimin uygun dinsel eğitimle (inanç eğitimiyle de­
ğil) karş ı lanabileceği bilinerek, istendiği takdi rde, gerek du­
yan lara (ya da ailelerinin istekleri doğrultusunda) örgün eği­
timde yer veri lebi l i r. Evrensel olmad ı ğ ı içi n , kökü , şekli , kap­
sam ı ve uygulaması farkl ı olduğu içi n , bu görev, devletin de­
ğ i l , bu öğretiye inan m ı ş cemaatleri n sorumluluğu nda olma­
l ı d ı r. Devlet, geçmişteki yanlışlı klara bir daha düşülmemesi
için , dinsel öğ retin i n , özel ya da örgün eğitimde; ancak, ama­
cı doğrultusunda, yani ahiret işlerinde ve manevi değerlerin
yükseltilmesinde kullan ı l ı p kullan ı lmad ı ğ ı n ı denetleme yetki­
sine sahip olmal ı d ı r.

Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştmntz, zorlaştlfma­


ymız. . . Dinin en büyük düşman/an, dinden görünüp, koşulla­
n alabildiğince zorlaştlfarak insan/an İslam 'dan, Tann 'dan ve
Resül'den uzaklaştlfanlardlf. Bunlar ölüm ötesinde Resül'ün
yanma bile yaklaşamayacaklardlf.
Resül Muhammed

İslam'a göre Resul M uhammed aleyhisselam insanlara uyarı­


s ı n ı yapmış, Tanrı ' n ı n buyrukları n ı da Kur'an'la doğrudan doğ­
ruya tebliğ etmiştir; kendisinin herhangi bir veki l b ı rakmad ı ğ ı
v e Kur'an'da d a bu yönde bir telkin olmad ı ğ ı bilindiğine göre,
Tan rı ad ı na kon uşma hakkı , kimseye verilmiş olamaz; o hal-

66
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

de bu şeki lde davrananlar ve bu yetkiyi kullanmaya kalkışan­


lar, din ve Tanrı ad ı na günah işliyor demekti r. İ nsanlar, Tan­
rı ve din ad ı na, en fazla, sadece kendilerini bağlamak kayd ıy­
la, ilimleri kadar konuşabilirler. Bu son uncu yaklaş ı m ı n nedeni
de, İslam dinindeki önerilerin bozulmaz ve eksiksiz bir paket
olmaması ndan, yani "ya hepsini yap ya da h içbi rini yapma"
gibi bir anlayışa sahip olmaması ndan ileriye gelmektedir; bu
da kişiye, dininin, belirli ölçülerde, kendi konumuna göre yoru­
munu yapma hakkı n ı doğurmaktad ı r. Herkes bu önerilerden
yapabildiği kadarı n ı uygular; yapamad ı kları n ı da b ı rakı r. Kişi
ile Tan rı , hatta Tan rı ' n ı n buyrukları n ı tebliğ eden Peygamber
aras ı na, dinsel bilgisi, devlet tarafı ndan verilmiş yetkisi ve bu
yolda uğraş ı s ı ne olursa olsun hiç kimse giremez; çünkü dini­
mizde ruhban s ı n ıf yoktur. Bu nedenle Resul d ı ş ı nda, herhan­
gi bir kimseye, bir s ı n ıfa, bir partiye, siyasi bir yönlendirmeye
ya da bir kuruluşa bağlanmak ya da onun emrine girmek, bi­
at etmek, İslam dininin temel ilkelerine ters düşmek demektir.
Kur'an' ı n özgün hali elimizde olduğuna göre, isteyen herkes,
sorumluluğunu da kendi baş ı na yüklenmek kayd ıyla, kendini
bu kaynağa göre yönlendirebilir. Eğer Kur'an yeterince anla­
şı lam ıyor diye, önderlere olan gereksinim savunuluyorsa, bu
durumda, öncelikle yap ı l ması gereken şeyin, Kur'an' ı da an­
layacak şekilde, kişinin yetiştirilmesin i n , eğitilmesinin farz ol­
duğunun hat ı rlanmasıd ı r. Bun lar yap ı l d ı ğ ı halde birileri yine
anlayamıyorsa, dini vecibeler (yap ı l ması gerekenler) , bu kişi­
ye farz (yap ı l mas ı gereken) olamaz; çünkü zi hinsel yetenek­
leri s ı n ı rl ı olan ların dini zorunlulukları da olamaz!

2.1 . Evrensel toplum ki mliği


Dünyada birçok toplum şu ya da bu şekilde bir arada ya­
şad ı ğ ı na göre, hepsinin, üzerinde hemfikir olduğu bazı ortak

67
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

değerler olmal ı d ı r. Bun lar, başl ıca, İnsan Haklan Evrensel Bil­
dirgesinde değinilen hususları kapsar; yani , her i nsan , ı rk ı ,
rengi, d i l i , d i n i , i nancı n e olursa olsun , dünya üzerinde öz­
g ü rce yaşamaya ve sayg ı görmeye lay ı kt ı r. O halde her dev­
let, sahip olduğu topluma, dünya barış ı için bu evrensel top­
l u m kimliğini vermek zorundad ı r. Bu da zorunlu öğretinin bir
kısm ı n ı oluştu rmal ı d ı r. Evrensel kişisel kimliğin ve evrensel
toplum kimliğinin öğretil mesinin devletlere zorunlu görev ola­
rak yüklenmesiyle, tüm dünya devletlerinin ayn ı dilden , amaç­
tan , mantı ktan hareketi sağlanarak, bir zaman son ra toplum­
lar arası ndaki farkl ı l ı kları n en aza indiri lmesi ve dünya devlet­
lerinin bir bütün halinde bir araya gelmesi gerçekleştirebi le­
cektir. Özel kişisel kimlik ve özel toplumsal kimliğin geliştiril­
mesinin sorumluluğunun toplumlara b ı rakı lması ise, tarih içe­
risi nde farkl ı laşm ı ş ve i nsan kültü rünün zenginliği sayı lan böl­
gesel kimliğin korunmas ı na yöneliktir. Fakat bölgesel kimli­
ğin, evrensel kimliğe egemen olmas ı n ı n önlenmesi de uygar­
l ı ğ ı n bir gereğidir.

2.2. Özgü n toplumsal kim l i k


H e r toplum, tarihten gelen bir köke, ait olduğu b i r ı rka, ge­
l iştirdiği bir dile, i nand ı ğ ı bir dine sahiptir. Bi rey istese de is­
temese de, sanki kal ıtsal bir miras gibi, bu özellikleri , bir an­
lamda taşı mak ve hatta yerine göre gel iştirmek zorundad ı r.
Bir toplumu, diğer toplumlardan ayı ran en bel i rgin özellikler,
bu değerlerdeki farkl ı l ı klard ı r. Geçmişin korunmas ı , bir insan­
l ı k borcu olduğuna göre, bu değerlere sahip çı kmak (ait oldu­
ğu toplumlarca) ve sayg ı göstermek (keza diğer toplumlar­
ca) uygarl ı ğ ı n bir gereğidir. İ nsan soyu , belki sadece bir böl­
gede, büyük bir olas ı l ı kla Doğu Afrika'da, i nsani özelliklerini
kazan m ı ş ise de, zaman içerisinde değişik bölgelere yayı la-

68
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

rak coğ rafik ve çevresel etkilere göre, yap ısal ve hatta "bel ki"
ruhsal olarak farkl ı laşmaya uğram ı ş ve bunun sonucu olarak
ı rk ve alt ı rk g rupları n ı oluşturmuştur. Bu oluşu m , daha doğ­
rusu farkl ı laşma, evrimleşmenin bir ü rünüdür. Böylece ortaya
çıkan biyolojik çeşitlilik, insan soyunun zenginleşmesin i sağ­
lam ıştı r.
İ nsan ı rkları n ı n korunmas ı ve en azı ndan oluştuğu bölge­
lerde yaşamları n ı sürdürmesi, evrensel bir hak olarak bilinme­
li ve sayg ı gösterilmelidir. ı rkları n yapı sal olarak sahip olduk­
ları özellikleri iyi ya da kötü olarak n iteleyip karşı laşt ı r ı l maları ,
can l ı lar tarih i açısı ndan anlams ızd ı r.
Her i nsan ı rkı n ı n korunmas ı , en az oluştuğu yerde yaşam­
ları n ı n sürd ü rülmesinin güvenceye al ı n ması ve biyolojik çeşit­
liliğin bir unsuru olarak özelliklerine (farkl ı l ı kları na) sayg ı gös­
teri l mesi , i nsan l ı k ve uygarl ı k borcudur.

Özellikle coğrafik koşulları ndan ya da dünya üzerindeki ko­


numları n ı n uygunluğundan dolayı , ekonomik ve bilimsel atı ­
l ı m yapan topluluklar (çok defa ı rk g rupları ) , özellikle geçmiş­
te, diğer ı rk toplulukları n ı ortadan kald ı rma, kendi egemenlik
s ı n ı rları n ı diğer ı rkları n ya da toplulukları n zararı na genişlet­
me eylemi göstermiş ve insan l ı k ad ı na utanç verici kanl ı sa­
vaşları n ortaya çı kmas ı na neden olmuşlard ı r. Bu sald ı rgan­
l ı ğa (mağdu r durumda ise, sald ı rı lara) karşı koyabilmek için
toplu hareket etme, al ı nacak kararlara sorgulamasız uyma
ve gerektiğinde kendi can ı n ı feda edecek şekilde kahraman­
l ı k gösterebilme özelliklerini gelişti rebilmek için ı rkç ı l ı kla ilgi­
li tarih bilincinin yerleşti ri lmesi gerekmişti r. Yirmi birinci yüz­
yı lda dah i , dünyan ı n birçok ülkesinde, geleceğe haz ı r sald ı r­
gan kuwetler yetiştirmek içi n , örg ü n eğitim yoluyla, bu evre­
nin, bu d ünyan ı n çocukları olan , sadece, yapısı , inancı ve di-

69
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

li bakı m ı ndan birbirlerinden farkl ı , özünde bir anan ı n evlatla­


rı gibi olan bu genç beyinler, ı rkçı eğitimlerle yönlendirilmekte
ve beyin leri bu yönde yıkanmaktad ı r.
Değişik nedenlerle, ülkemiz toprakları ndaki i nsanları n bir­
çok iç ve dış düşman ı olmuştur. Bu ülkenin toprakları nda ya­
şayan , Tü rkiye Cumhuriyeti ad ı altı nda toplanan i nsanları n
kimliklerinin, geçmişte olduğu gibi bugün de, başka topluluk­
ları n istilas ı na karş ı korunması kaç ı n ı lmazd ı r. Bunun içi n , bi­
limsel mantı kla çatışmayan ve bilimsel düşüncenin gelişmesi­
ni engellemeyen gelenek ve göreneklerine sayg ı l ı ve gerekti­
ğinde onları gelişti rmek ve korumak için özveride bulunan ku­
şakları n yetiştiri lmesi gereklidir. Bunun zor olduğu bilinmekte­
dir. Ancak en azı ndan , Tü rkiye, insan l ı k tarihinde bir evrim ya
da bir devrim yaparak, örgün eğitiminde, i nsan l ı k tarihinde ilk
defa, ı rkç ı l ığa yönelik eğitimi tümüyle ortadan kald ı rabi lir. ı r­
kıyla ilgili daha ayrı ntı l ı eğitim görmek isteyen varsa, kendisi
finanse etmek kayd ıyla, gelişti rme olanağ ı tan ı n ı r. Tüm dünya
devletleri n i n , ı rkç ı l ı ğ ı teşvik eden eğitim sistemlerini destekle­
mekten vazgeçmesi, insan l ı ğ ı n gelecekte barış içinde yaşa­
ması için gerekli olan biri nci koşuldur. Bu neden le, ı rkımıza
ait özellikleri kıvançla ve onurla taş ı maya devam etsek dah i ,
yirminci yüzyı lda, ı rkla ilgili özel kimlik kazanmaya yönelik ey­
lemlere mutlaka son vermeliyiz.
Yine kişi eli nde olmadan , özgür seçiminin d ı ş ı nda, bir çe­
şit kal ıtsal bir faktör gibi, dini yap ı lanmayı da doğarken aile­
sinden ve çevresinden almaktad ı r. Bir insan ı n ki mliğinin en
geç on sekiz yaş ı na kadar tamamland ı ğ ı düşü n ü l ü rse, kişi ba­
ğ ı msız yarg ıya ulaşt ı ğ ı yaşa geldiğinde, dini yapı lanma, onun
ki mliğine yerleşmiş ve ayrı lmaz bir parças ı olmuştur. Dolayı­
sıyla bu yap ı lanman ı n da şu ya da bu şekilde değişti ri lmesi,
bazı istisnai durumları n haricinde, olanaksızd ı r. Ayrıcas ız he-

70
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

men her d i n , siyasete alet edildiği için , ruhsal ya da duyusal


yap ı n ı n doyumunun ya da geliştiril mesinin d ı ş ı nda, g ü n l ü k ya­
şam tarz ı n ı ve en önemlisi ve en tehlikelisi "düşünce tarz ı n ı"
etki leyecek bir araç olarak kullan ı lmaya başlanm ı şt ı r. Bu, in­
san toplulukları n ı n yan yana gelmesin i önleyecek en önem­
l i yapay etmeni oluşturur. Bugün dünyada değişik ı rklar ara­
sı nda evlenme görülmesine karş ı n ; farkl ı dinler arası nda, hat­
ta bir dinin alt g rupları , ya da mezhepleri arası nda (Şii-S ü n n i ,
Alevi-Sünni, Ortodoks-Katolik vs. g i b i ) böyle bir uyuşma çok
daha az olmaktad ı r. En kötü tarafı ise, her din kendi öğretisi­
nin Tan rı tarafı ndan veri lmiş bir buyruk olduğunu ve değişti ri­
lemez olduğunu savunarak tüm uzlaşma kap ı ları n ı ve yolları ­
n ı kapatmaktad ı r. Duayla doğup duayla ölecek derecede ya­
şam ı n ı n her dönemini yasal ya da geleneksel olarak dini buy­
ru klar altına sokmuş olan insan soyu, uzlaşma köprülerini ku­
ramayacak duruma gelmiştir. Bu farkl ı laşmayı , ç ı karları n ı n ve
güç gösteri lerinin en önemli kaynağ ı olarak kul lanmaya baş­
layan yönetici ya da ruhban kesim, dini eğitimle, bu farkl ı laş­
may ı , kel imenin tam anlam ıyla -mantı ksız bir azg ı nlaşmayı­
güçlendiri rken , bu güçlenme de dini eğitim i , temel evrensel
eğitimin yerine geçmeye yön lendi rm işti r. Bu makastan ku r­
tulamayan i nsan soyu , nedeni ne olursa olsun , bug ü n , ço­
ğu h içbir anlam taş ı mayan sürtüşmeler sonucu, birçok evla­
d ı n ı yok etm işti r . . . Yok etmektedi r . . . Bu öğretiye devam edil i r­
se çok daha g üçlü bir şeki lde yok etmeye devam edecektir. . .
Evrimsel öğretinin ve biyoloji biliminin öngördüğünün tersi­
ne ölümden son raki yaşam ı n akılcı bir yolla herkesi memnun
edecek ve i nand ı racak bir biçimde açı klanamaması ndan do­
ğan yok ol man ı n verdiği ü rküntüyü bir nebze hafifleten ahiret
işleri öğ retisi n i , din zaman geçi rmeden tekeline al m ı şt ı r. Bu­
güne kadar dinlerin ayakta durmas ı n ı n nedeni de insanoğlu-

71
PROF. DR. ALİ D EM İ RSOY

na bir ahiret hayatı vaat etmesidir. Dinin ahiret işleriyle ilgi len­
mesi kendi geleceği açısı ndan ve mant ı k açısı ndan doğru­
dur. Çünkü ahiret işleri kan ıta dayanmayan dini öğreti ile an­
latı labilir.
Dolayısıyla hangi bilimsel yöntem gelişti ril i rse gelişti rilsin ,
canl ı larda ve i nsan soyunda ölüm dediğimiz mekanizma sür­
düğü sürece, bir toplumdan dinin tüm ögelerini kald ı ramazsı­
n ız. Çünkü bu duru m larda, insan soyun u n , mant ı k ötesi de ol­
sa, bilimsel herhangi bir açı klamaya dayanmasa da, yine de
bir çeşit tesell iye gereksinimi vard ı r. Bu gereksinmeyi dini öğ­
reti karş ı lar. O halde dini yönlendi rmeyi bu s ı n ı rlar içine çek­
mek için gerekli düzenlemelerin tüm ülkelerce "bi limsel atı l ı m
yeterince gelişinceye kadar'' yap ı lmas ı ; ancak dinin topl umsal
özel kimliklerin farkl ı laşmas ı n ı keskinleştirici değil, hedef ve
yöntem açısı ndan bi rleştirici rol oynamas ı n ı sağlayacak şekil­
de gel iştirmelidir. Bu durumda dini öğreti de (herkesi Tan rısı
ve ahireti farkl ı olduğu için), örgün eğiti mde, devletin sorum­
lu olduğu konular aras ı ndan çıkarı lmal ı ; gelişti rilmesine gerek
duyan lar içi n , finansmanları kendileri tarafı ndan karşı lanmak
üzere uygun ortam hazı rlanmal ı d ı r.
Bugüne kadar tüm dünya ülkelerinde ve ülkem izde yürü­
tülen , böylece de, toplumları n uzlaşmas ı ndan çok farkl ı laş­
mas ı na neden olan dini öğretinin bu haliyle, yayg ı n öğretimin
içinde yer alması ve özel kimliğin oluşması nda kullan ı lmas ı ,
insan l ı k için sakı ncal ı olacakt ı r.

2.3. Uygar ve uzlaşmacı bir topl umda, özgün


kim l i k kapsamı içine neler girmel idir?
Eğitimin ve öğ retimin kapsam ı n ı saptamada ve s ı n ı rları n ı
çizmede karşı laş ı lacak e n zor konu , bence, özel ki mliğin ka­
zand ı rı l mas ıyla ilgilidir. Çünkü yetersizl iği, silikleşmeye ve bu-

72
BİLİM TOPLUM U N DA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

na bağ l ı olarak toplumun, başka topl umları n kimlik isti las ı na


açı k hale gelmesine, aşı rı verilmesi ise sald ı rgan ve uyuşmaz
bir toplum yapısı kazan ı l ması na, hatta kendi içinde dahi bö­
lünmelere zemin hazı rlanmas ı na neden olur. Bunun için top­
lumdan ne anlaş ı l ıyor? Bunun tan ı m ı n ı n yap ı l ması gereki r.

2.4. Toplu m u n tanı m ı


Biyolojide, toplum kel imesiyle eşdeğer "popülasyon" de­
nen evrensel bir kavram vard ı r. Popülasyon, ayn ı atadan
meydana gelmiş, kendi içerisinde eşleşebilen, veri m l i döller
meydana getirebilen , ayn ı fiziksel ve kimyasal etkenlere, ben­
zer ya da ayn ı tepkileri gösteren , belirli bir alana yay ı l m ı ş , her
biri popülasyonun farkl ı bir özelliğini temsil eden g ruplardan
ya da bireylerden oluşmuş birliktir. Bu tan ı m uygar ve çağdaş
toplum kavram ı n ı n açı klanmas ı açısı ndan çok önemlidir. Bu
neden le bu kavramı biraz daha açmak yararl ı olacakt ı r. Ör­
neğin bir popülasyon, i nsani değerler bakı m ı ndan bir toplu m ,
yap ı sal olarak, mavi , yeşil , ela, siyah , kahverengi gözlü ; sa­
rı , siyah saçl ı ; kısa ya da uzun boylu ; şişman ya da zayıf bi­
reylerden oluşur. Bazı gruplarda bu özelliklerin yer yer, kü­
me küme daha yayg ı n olarak görü lmesine karş ı n , bu farkl ı l ı k­
lar popülasyonu (toplumu) oluştu ran bireylerin kendi araları n­
da eş seçi mine ve uyuşmaları na engel değildir. Bu farkl ı l ı klar
sosyal bakı m lardan da olsa, normal diye nitelendi ri len bir po­
pülasyonda, bu durumun değişmemesi gerekir. Özellikle, bi­
yolojik popülasyon tan ı m ı ndan farkl ı olarak, toplum tan ı m ı n ı ,
ı rk ve d i n gibi değerlere dayand ı rmadan yapmak, i nsan ı i n­
san yapan değerlerden en önemlisidir. Yani farkl ı ı rktan ya da
dinden olsa da, bir eş seçiminde, bir amaçta, bir ülküde, ben­
zer gelenek ve görenekte ayn ı kal ı plar kul lan ı l ıyorsa, bu g rup­
lar, ayn ı toplumun üyesi olarak kabul edilmelidir. Küçük küçük

73
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

farkl ı l ı kları n olmas ı da, bir toplumun zayıfl ı ğ ı ndan değ i l , aksi­
ne, biyolojide, "varyasyon çeşitliliği bir popülasyona direnç ve
çeşitlenme olanağ ı sağlar'' ilkesinden dolay ı , zenginliğinden
gelir. Çünkü çeşitl iliği içinde barı nd ı ran her toplum, yen i ko­
şul lara en az bir tarafıyla uyum yapma olanağ ı n ı bulur. Biyo­
lojide bununla ilgili kaba bir örnek verilir: Tamamen saflaştı­
rı l m ı ş Hollanda (Holstein) i nekleri yal n ı z bir koşu lda, iyi bes­
lenme ortam ı nda yaşamları n ı sürdürü rken , örneğin engebeli
bir arazide yaşam savaş ı n ı yiti rerek ortadan kalkarlar. Halbu­
ki yabani i nekler, varyasyonları içinde taş ı d ı ğ ı için , her koşula
şu ya da bu şekilde uyum yapabilirler.
Yeterince biyolojik ve sosyal bilgiye sah ip olmayan toplum­
lar, özellikle bu toplumları n yönetici kesim i , bu çeşitliliği po­
tansiyel tehlike olarak görerek yok etmeye çal ışmışlard ı r. Ta­
rih , bu şekilde ortadan kal kan küçük; fakat ilginç toplul ukları n
acı kl ı öyküleriyle doludur. Buradaki zor ayrı m , neyin toplumu
parçalamaya, neyi n bi rleşti rmeye yönelik olduğunun saptan­
mas ı ve eğitim ve öğ reti min ona göre d üzenlenmesidir. l rkla
ve dinle ilgili öğreti nin bu ayı r ı m ı keskin leştirdiğini daha önce
yorumlad ı k. O halde bu iki öğretinin, en azı ndan , bugüne ka­
dar olduğu gibi veri lmesi , toplumun esen liği ve dirliği açı s ı n­
dan sakı ncal ı d ı r. O halde özgün kimlik kavram ı içinde neleri n
verilmesi v e geliştiri lmesi gereki r:
Özgün kimlik kazan ı m ı için verilecek uygun öğreti , toplu­
mu ol uşturan bireyleri n ya da grupları n birbirine kenetlenme­
sini, aksi ise, bölünmesini ve çatışmas ı n ı sağlayacakt ı r. Uy­
gar, çağdaş ve başarı l ı eğitimin hedefi ise, bunun içeriğini ve
s ı n ı rı n ı çizmek olmal ı d ı r.

74
5. B Ö LÜM

Çağdaş Kimliğin Öğeleri

Bir topl umun güçlü, başarı l ı ve barışçı olabilmesi için , kim liği­
n i oluştu ran ögelerin çok iyi seçil mesi gereki r. Çünkü uygun
ve yeterli değerlere sahip olmayan toplumlar, er ya da geç, bu
nitelikleri çok başarı l ı ya da yayg ı n olarak içeren topl umları n
maddi ve manevi istilası ndan kurtulamaz. O zaman , en sakın­
cal ı ve uygulaması en kolay iki yolla kendini savunmaya baş­
lar: Fanatik ı rkçı l ı k ve fanatik dincilikle. Her iki yol da, bilimi te­
mel öge olarak almad ı ğ ı içi n , er ya da geç, uygulanan toplu­
mu çı kmaza sokar. Sonuçta karşı durmaya çal ıştığı egemen
kültürlerin kimlik istilası ndan kurtulamaz. Eğer bu toplum, bi­
lim yolu nda herhangi bir atı l ı m da yapmam ışsa, tümüyle ça­
resiz ve tehlikeye açı kt ı r. ı rkçı l ı k ve d i n , sorgusuz ve yarg ı la­
masız, d ı ş etkileşimlere karşı bariyer oluşturduğu içi n , geçici
bir süre, kimlik korunur gibi görü n ü r. Fakat ayn ı zamanda kül­
tür ve uygarl ı ğ ı n temel ögeleri olan bilgilerin ve yaşam tarzı­
n ı n akı ş ı na da set ol uşturduğu için , son uçta, toplum çağ ı n ge­
risine düşerek perişan olur. Osman l ı ' n ı n matbaayı ülkeye iki
yüz yıl sokmamas ı n ı n , bisikleti yasaklamas ı n ı n , oksijenin var­
l ı ğ ı n ı işaret eden bir bilim adam ı n ı n konuşması nedeniyle yir­
mi y ı l üniversiteyi kapatması n ı n neden i ; bu ilkel kimlik savu n­
ması ndan dolay ı d ı r. Özellikle, 1 950 y ı l ı ndan beri dini öğreti­
nin ülkemizde yoğunlaştırılmas ı na karş ı n , ne yaz ı k ki , bu sü­
re içerisinde ülkemiz, batı kimliğinin etkisinden kurtulamam ış;
aksine, özellikle 1 980'den son ra, çok daha etkil i bir şeki lde, o
kimliğin etkisi altına girmişti r. Çünkü daha sonra göreceği m iz

75
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

gibi dil birliğinin büyük ölçüde tah rip edilmesi ; alternatif kim­
lik ad ı altı nda gittikçe yayg ı nlaşt ı rı larak sunulan dini öğretinin
de bilim dünyası karşısı ndaki yetersizliği ve çağ d ı şı l ı ğ ı , kim­
lik yitirilmesinde en önemli etken olmuştur. Bilimi temel al ma­
yan h içbir öğretin i n , bilimi temel alan öğretiler karşısı nda tu­
tunamayacağ ı gibi bu da hüsranla son lan m ı ştı r. Ne yaz ı k ki
ülkenin yönetimini elinde tutanlar ve eğitimden sorumlu M i l l i
Eğitim Bakan l ı ğ ı henüz b u n u n bilincine yeterince varamam ı ş­
t ı r. Zaten böyle bir bilince varı lması da m ucize olurdu. Çünkü
bu çağ d ı ş ı yönlendirmeler için ilgili kadrolar sanki özel olarak
seçilmektedi r. 1 994 yı l ı nda Talim Terbiye'de bir g rup üyen i n ,
"Artı k çağ d ı ş ı bilimlerin (matematik, fizi k, kimya v e biyoloji­
yi kastederek) orta eğitimden kald ı rı l ması gereki r,'' şekli ndeki
yaklaş ı m ı da gelinen noktan ı n izahı için yeterlidir . . .
Özellikle dine ve ı rkç ı l ı ğa dayal ı kimlik kazand ı rı lmas ı ise,
yakı n örneğini yirm i nci yüzy ı l ı n biri nci yarı sı nda gördüğümüz,
çi rkin İ kinci Dünya Savaş ı ' n ı ortaya ç ı karm ı şt ı r. Dinsel kimli­
ğin neler yaptığ ı n ı ise Avrupa Tarihi'ni inceleyen ve zam ı n ı ­
m ı zda Orta Doğu'da yaşayan herkes bilir.
O halde özel (her ülkenin kendine özgü) kimlik kazand ı rı l­
ması için nelerin seçilerek güçlendirilmesi gerekecektir?

1 . Ortak d i l i n geliştirilmesi
Bunun içi n , en azı ndan bizim toplulumuz açısı ndan çok bü­
yük değer taşıyan bir ögeni n , yani dil yetkinliğinin gelişti rilme­
si gerekl idir: Bu, Türk' ü , Tü rk yapan dil bilgisinin ve yeteneği­
nin gelişti rilmesidir. Özü nde, genel kanaatin aksine, dil, top­
lumları ayı ran değ i l , bi rleşti ren bir ögedir. Dilin, savaşları ve
çatışmaları teşvik ettiğine i lişkin elde bilgi yoktur. Aksine, ileti­
şimi sağlad ı ğ ı içi n , uyuşma için uygun zemini de hazı rlar. Yal­
n ız, tutucu , özellikle di nci kesim, dildeki atı l ı mlara karşı çıkar.

76
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERM E Lİ

Çünkü, bunlar, dildeki bu evrimleşmenin, dayand ı kları öğre­


tinin dilinin modas ı n ı ortadan kald ı rd ı ğ ı na i nan ı rlar. Özellikle
Kur'an' ı n kendine özgü bir dille yaz ı l m ı ş olması Müslüman ları
bu bakı mdan çok daha bağnaz yapmaktad ı r. Hatta 1 950'1i y ı l ­
lara kadar i nsanları ibadete çağ ı ran ezan ı n Tü rkçe okunmas ı ­
n a karşı oluşan tepkiler yine bu nedene dayan ı r.
Ana dildeki yeteneğin gelişti rilmesi , bireylerin düşünce ve
i letişim yeteneklerini geliştirdiği için de çok önemlidir. Kural
olarak dil yeteneği gelişmemiş bir i nsan ı n , öğrenme, düşün­
me, yaratma ve iletişim ku rma yeteneği de s ı n ı rl ı kal ı r. Dil, dü­
şüncen in ifade edilmesinin tek yol u olduğuna göre, dil bilgisi
ile düşüncenin düzenl i ve anlam l ı ifadesi arası nda doğ rudan
bir i lişki vard ı r. H ızlı düşünmeni n , kastedi len anlam ı n tam an­
laş ı lmas ı n ı n yolu , yine, dildeki ku ralları iyi kullanmayla ger­
çekleşir.
Dilin kelime olarak içeriğini iki kısma ayı rmak mümkün­
dür. Biri ncisi günlük i letişimi sağlayan ve edebi ya da sanat­
sal duyg uları anlatmada kullan ı lanlar; diğeri ise teknik tan ı m ­
larda kul lan ı lanlard ı r. Birincisi toplumun geçmişten gelen sos­
yal ve edebi yapı sıyla; ikincisi ise toplumun teknik olarak ya­
ratıcı l ı k g ücüyle ilgilidir. Biri ncisi , kullan ı ld ı ğ ı toplumun gerek­
sinmelerine göre şu ya da bu şekilde geliştirilmişti r. Öyleki , Kı­
zı lderilileri n ok için yirm i , Arapları n deve için iki yüz, Eskimo­
ları n ise buzun çeşidini beli rtebilmek için en az yirmi farkl ı ke­
l imesi olduğu söylen i r. Gereksinim duyulduğu için bu kelime­
ler tü retil miştir. Teknik dilin zenginliği ise, ülken i n , teknik yara­
tıcı l ı ğ ıyla ilgili olduğu için , birçok toplum bu çeşitlenmeye kat­
kıda bulunmam ı ştı r.
1 867 yı l ı nda İstanbul Ü n iversitesinde çeşitli disipli nleri kap­
sayacak şekilde dersler verilmeye başlan ı nca, yani gerçek bir
üniversite eğitimine geçil ince, teknik tan ı m ları karş ı layacak

77
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

hemen hemen hiçbi r kelime bulunamam ış; dolayıs ıyla en ko­


lay yoldan bu tan ı m ları n Fransızcaları al ı narak kullan ı lmaya
başlanm ı şt ı r. Bu nedenle dilimizde sonu "siyon"la biten an­
lam l ı ya da anlamsız birçok kelime bugüne kadar kullan ı la­
gelmiştir.
Birçok kon uda en doğru teşhisi koyan genç Tü rkiye Cum­
h u riyeti ve bu kon uda ağ ı rl ı ğ ı n ı ve etkisini u nutamayacağ ı m ı z
Gazi Mustafa Kemal Paşa, i k i nedenle Tü rk Dil Tarih Kurumu­
nu kurmuştur.
Bunlardan biri iletişimin daha etkil i ve h ı z l ı bir şekilde ola­
bil mesi içi n , dilde bir çeşit standartlaşmayı , dil yap ı m ıza uy­
gun Tü rkçe keli melerin olanaklar içinde yeniden kullan ı m ı n ı
v e yeni gelişmeleri , daha doğrusu , uygarl ı ğ ı n ayrı lmaz b i r so­
nucu olan teknik gereksinmeleri karş ı layacak kavram ve ke­
li meleri n türetilmesini ya da yarat ı l mas ı n ı sağlamakt ı r. Bu,
genç Tü rkiye Cumhuriyeti için uygarl ığa uzanan en önem­
l i köprülerden biri olmuştur. Cumhuriyet kuru l u rken , kad ı nlar
arası nda %0,3, erkekler arası nda % 1 3 olan (bunları n çoğu da
sadece Kur'an' ı okumayla yetinenlerdir) okuma oran ı , bugün,
%90' 1arı n üzeri ne ulaşm ışt ı r.
Herhangi bir si mgeyle (alfabeyle) dillerin hemen hemen tü­
münde anlaşmak ku ramsal olarak mümkündür. Fakat yakı n
zamana kadar kullanı lagelen alfabenin, yan i Arap harflerinin
b ı rakı l ı p , tekni k dilini geliştirmiş topl umları n yayg ı n olarak kul­
land ı ğ ı alfabenin alı nması n ı n altı nda da, bu uygarl ığa uza­
nan köprünün daha rahat kullan ı lmas ı n ı sağlama yatar. Nite­
kim , bug ü n , bilgisayar teknolojisinde, farkl ı si mgeler kullanan
Arapları n ve hatta Japonları n karşı laşt ı ğ ı sorun lar küçümsen­
meyecek boyutlardad ı r. Bu devrim , 1 980 yı l ı nda, Dil Kurumu­
nun "hangi akla hizmet olduğu bir türlü anlaşılamayan bir ka­
rarla' kapat ı lmasıyla noktalanm ı ş ve böylece, ne yaz ı k ki yeni

78
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

arayışları n ortaya çı kmas ı na ve toplumsal kimliğin yiti ril mesi­


ne zemi n hazı rlanmışt ı r.
1 867 yı l ı ndan 1 982 yı l ı na kadar geçen süre içerisinde,
özellikle Cumhuriyet Dönemi'ni kapsayan dönemde, özledi­
ğimiz kadar olmasa da, artı k birçoğumuzun ortak kul lanabi l­
diği bilim dili geliştirilmiş bulunmaktayd ı . Geçen yüz yirm i y ı l
boyunca binbir güçl ükle gelişti rdiği b i l i m d i l i n i yayg ı n olarak
kul lanmayı başaran Tü rkiye Cumhuriyeti , 1 980'1erin baş ı n ­
dan beri , iki anlamsız (ya d a sinsi) tehlikenin etkisi altına gir­
miş durumdad ı r. Biri ncisi , kendilerini ayd ı n zanneden, sosyal
olayları n girdab ı ndan kendilerini ku rtaramayanları n , uygarl ı ­
ğ ı n yönünü değiştirecek "fen bilim leri dediğimiz" kon ulardaki
değişim ve atı l ı mlardan haberi olmayanları n , hala insan hak­
ları vs. gibi kavramları n z ı rh ı altı nda, "her etnik gruba kendi di­
linden eğitim' slogan ıyla, yan ç ı ktı kları toplumları bile yüz yir­
mi yıl geriye iteleyecek bir eyleme girmiş olmalarıd ı r. Bu etnik
gruplar, bilim dilini gelişti rmek içi n , yen iden bir yüz yirmi y ı l da­
ha mı harcası nlar?
Fakat, bundan sonraki başl ı kta an latı lacak olan , Tü rk Dil
Kurumunun kuruluşundaki ikinci amac ı n yıkı m ı na yönelik ası l
büyük tehl i ke, n e yaz ı k ki , çok daha değişik ve sinsi b i r şekilde
toplumu kemi rmeye başlam ı ştı r. Bu tehlike, eğitim i n , gittikçe
daha yayg ı n olarak yabancı dillerden alı nan kel imelerle yük­
lenmesi ya da tümüyle yabancı dilden yapı lmaya başlama­
sı ve özellikle de 1 980 yı l ı ndan son ra yönetici olarak her gün
medyada boy gösterenleri n , entellektüel olman ı n yol u bun­
dan geçiyormuş gibi , her cümlenin içine, bir yabancı kelime,
tercihen İ ng i l izce sıkıştı rmaları olmuştur. Bütün tepkilere kar­
ş ı n , hiç kimseni n değişti remediği YÖK sistemi , ilk olarak, h iz­
met götürdüğü toplum Tü rk, içinde yaşad ı kları toplum Türk,
öğrencileri Türk, hocaları Tü rk olan Hacettepe Ü niversitesin-

79
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

de İ ngilizce eğitime geçerek, Tü rkiye'nin en iyi yetişmiş, bü­


yük bir olas ı l ı kla en zeki öğrencilerini bu raya çekmişti r. Bu
öğrencilerin Türk diliyle yaptı kları ve yapacakları yay ı n ları n
ve yine bu öğrencilerin kaç ı n ı n Tü rkiye'de h izmet gördüğü­
nünün i ncelenmesi son derece ibret verici sonuçlar sergileye­
cektir. Tü rk insan ı n ı n büyük harcamalar pahas ı na okutmaya
çal ışt ı ğ ı bu p ı r ı l p ı rı l i nsanları n , hangi milletlere h izmet verdiği
acı bir şekilde görülecektir. Ayn ı yol u izleyen , Orta Doğ u , Bil­
kent ve diğer ü niversitelerin yüksek puanla öğrenci alan bö­
lümlerinden mezun olanları n izlenmesi de çok çarpıcı sonuç­
lar verecektir . . . Örneğin Bilkent Ü niversitesinin Elektri k Elekt­
roni k bölümünden mezun olan öğrencilerden kaçı bu ülkede
hizmet etmektedir. Bir zamanları n çok gözde eğitim kurumu
olan Robert Kolejden , Anadolu'yu hemen hemen karış karış
gezmiş ve görmüş biri olmama karş ı n , tek bir mezunla karşı­
laşmad ı m . Ne h ikmetse, bu eğitimi alanlar, Anadolu'nun kı raç
kısm ı na uzanmaktan kaçınmış; en fazla bi rkaç büyük şehirde
çoğunluk yurtd ı ş ı nda ülkelerine hizmet vermeyi yeğlemişler­
dir! Anadolu ise, aşağ ı lad ı ğ ı m ı z Tü rkçe eğitim yapan oku lları n
mezunları ile uygarl ı ğa ulaşmaya çal ışmıştı r, çal ışmaktad ı r.
Burada bir h ususu karıştı rmamak gerekir. Dil öğrenmek
başka şeydir, bir dili kişinin öz kimliğinin yiti rilmesine neden
olacak şekilde öğ retilmesi başka şeydir. Uygar bir i nsana en
az bir yabancı dil gereklidir. Bu, eğitim süreci nde kazand ı rı l­
ması gereken genel bir kültü r olarak alg ı lanmal ı d ı r. Fakat, siz,
dili, bir kültürün aşı lanması şekli nde öğretmeye başlarsanız,
bir zaman sonra, o kişi, kendi toplumunun içinde yaşasa dah i ,
öğrendiği dilin ait olduğu toplumun davran ış şeklini gösterme­
ye başlar ve i l k olarak çevresindeki insan ları n , giyim kuşam ı n­
dan tutun , y ı l ların birikimi olan sanat anlayışları na varı ncaya
kadar içinde yaşad ı ğ ı toplumun değerlerini (örneği n m üziğini)

80
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

yad ı rgamaya başlar ve son uçta topluma, hatta geleneksel ya


da tutucu bir aileden gelmişse, ailesine yabancı laş ı r. Sonuç­
ta, kendini h uzurlu h issedemez, ya bunal ı ma iti l i r ya da biyo­
lojik yap ı n ı n gereği olarak, kendini daha rahat hissettiği top­
lumlara sürüklenmek zorunda kal ı r.

Türk Dil Kurumunun kurulmasmm ve Türk dilinin yay­


gmlaştmlmaya çalışılmasmm en büyük ikinci amacı, dil
birliğinin kurulmaswdı. Bu satlflarm yazan, biyologtur;
fakat özel bir şekilde evrim ve antropolojik sorunlarla da
ilgilenmektedir. Dolayıswıa lfk kavrammm hangi bilim­
sel temeller üzerine oturtulduğunu bilmektedir.

Bu bilgiler ı ş ı ğ ı nda ve geçen jeolojik zamanlardaki zoocoğra­


fik olayları n oluşum tarzı nedeniyle "Türk" diye nitelediğimiz
ı rkı n , morfolojik yap ı itibarıyla bir birl i k göstermediği, çok de­
ğişik ı rk ya da alt ı rk g rupları ndan oluştuğu söylenebi l i r. "Tü rk
l rkı" kavram ı , özünde, dünyada kendine özgü bir dil (gramer)
yapısı itibarıyla bir birl iğe verilen add ı r. Bir Özbek, bir Çerkez,
bir Kazak, bir Azeri , bir Tü rkmen, farkl ı iki ı rk g rubundan olan
insanları n benzerliğinden daha çok birbirine benzememekte­
dir. Bu i nsan lar birbirlerine vücutları n ı n yapısıyla değ i l , dilleri­
nin ortak yapısı nedeniyle yakı n l ı k ve sempati duyarlar. D i l , bu
i nsanları birleştiren çimentodur. Bu nedenle her kim ki bu birli­
ği yı kmak isterse, o zaman , dil birliğini yı kmayla işe başlama­
l ı d ı r. N itekim , 1 9 1 5 yı l ı na kadar İstanbul'daki n üfusun %40' ı n ­
dan daha fazlas ı n ı n Tü rk olmas ı n ı yasaklayan, Türkmen i l e
düşman ı ayn ı değerlendiren Osman l ı , Türk Dili'nin gelişme­
mesi için herşeyi yapm ışt ı r. Tü rk ı rkı bu çimentonun sağlam­
laşması içi n , çok değerli bir altı yüz y ı l ı yitirmiştir. Bugün kos­
koca bir i mparatorluktan , çocukları m ı za okutacağ ı m ı z tek bir

81
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

roman, tek bir öykü dahi kalmam ı ştı r. B ı rakı n teknik terimlerin
geliştirilmesin i , bugün Afrika yerlilerinin dahi çevresi ndeki bitki
ve hayvanlara taktı kları yöresel adlar, bu imparatorluğunkin­
den kat be kat çoktur. Bu topraklar üzeri nde yaşayan yaklaşı k
1 0.000 bitki türünden , ancak, yaklaşı k 350 kadarı na (bunları n
da en az 200' ü Arapça ve Farsça'dan devşirilmiş ya da türe­
ti lmişti r) , 80.000 hayvan türünden, ancak, yaklaşı k 400 türü­
ne (bunları n da en az 200 tanesi Arapça ve Farsça'dan dev­
şirilmiş ya da türetilm işti r) ad veri lebilmişti r. Bu adları n birçoğu
da, yine dil birliği tam oluşturulamad ı ğ ı için , her yörede, farkl ı
can l ı ları işaret ederek ku llan ı lmaktad ı r.
Birçok alanda olduğu gibi , insanları en çok ilgilendiren, en
eski uygulumal ı iki alanda, yani , tıp ve huku k alan ı nda, en
azı ndan temel eğitim ve k�vramlara yönelik uygun bir iletişim
dilinin gelişti rilememesi, sade vatandaşı n , bu kurumlarda ya
da bu meslek sahiplerinin yan ı nda, sanki farkl ı bir alemin ço­
cuğuymuş gibi yabancı kalmas ı na neden olmakta ve doğal
olarak da bilinçlenmekte, hakları n ı aramada ya da başkaları ­
n ı n haklarına sayg ı göstermede yetersiz kalmaktad ı r. Sadece
bu kavramlara aşina ya da hakim olmaları neden iyle, birçok
i nsan (açı kgöz) , diğerlerinin üzerinde çağ d ı ş ı bir ç ı kar haki­
miyeti ku rmaktad ı r.

Tü rkçenin temel 3.000 kelimesine, Tü rkçede mevcut yüz kü­


sur ekin ilavesiyle bi rçok kelime ü retme olanağ ı vard ı r. Bu
say ı n ı n 450.000 kadar olabileciği; ses uyumundan dolayı
1 50.000 kadarı n ı n kullan ı lamayacağ ı ve bu nedenle Tü rkçe
ses uyumuna uygun en az 300.000 kelimenin tü retilebilece­
ği göz önüne al ı n ı rsa, Tü rkçenin bilim dili ol maması için hiç­
bir neden yoktur. Yeter ki bu bilince ulaş ı l m ı ş olsun ve gerek­
li ku rumlar, politi k değ i l , yetenekli ve bu davaya i nanm ış in-

82
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

sanlarla desteklenmiş olsun . Halbuki bugün Türkçede, türe­


tilmiş tüm kel imelerle birlikte bu sayı n ı n 30.000 kadar oldu­
ğu varsay ı lmaktad ı r. Her alanda, kavramsal olarak bir patla­
ma döneminin yaşand ığı bu yüzyı lda, eğer yetişecek genç­
ler, bu kavramları başka dillerin kelimeleriyle kullanma al ı ş­
kan l ı ğ ı n ı kazan ı rlarsa, bir zaman son ra kendi dillerinin yeter­
sizliğine ve sonunda da gereksizl iliğine inanacaklard ı r. Tür­
kiye'de "aydm tavn ve tammı gösterdiği sam/an bir takım in­
sanlann, son zamanlarm moda deyimi ile bazı entellerin kö­
tü örnek oluşturması' ve "Milli Eğitim Politikası 'nm yeteneksiz
ve özellikle çağ dışı kişilerce yönlendirmesi sonuct..I' bu yarg ı ­
ya v e sonunda saplantıya sürü klenenlerin sayısı , hergün bi­
raz daha artmaktad ı r.

Osman l ı ' n ı n "dilimizin gelişmesine yönelik" bilinçli olarak yap­


t ı ğ ı bu engelleme, ne yaz ı k ki , özellikle 1 980 y ı l ı ndan son ra,
hem de Tü rk Milliyetçiliğine sahip ç ı ktı ğ ı n ı söyleyenler tara­
fı ndan yen iden uygulamaya sokul muştu r. Bu kesim tarafın­
dan yen i kelime ü reten ve kul lananlar komünist ve solcu ola­
rak damgalanm ı ştı r. Bir üniversitem izde 1 970'1 i yıllarda Ame­
rika'dan yen i dönen bir bilgisayarcı arkadaş ı m ı z ı n i htimaliyet
yerine o gün lerde kullan ı lmaya yen i başlanan olas ı l ı ğ ı kullan­
mas ı neden iyle darba uğram ış; kafatas ı kı rı l m ış; gözü n ü n bi­
rin i yiti rmiştir. Bir zamanlar Kı brıs içi n , hangi görüşten olursa
olsun , yol lara dökülen gençliğin, bugün, Türklerin Avrupa'da
ve Asya'da aşağ ı lanmas ı na, hakarete uğraması na tepki gös­
termemeleri , bu tip uygu lamaları n sonuçları ndan başka bir­
şey değildir. Dini eğitim tüm etkinliğiyle sürdürüldüğü için , bu
hakaretlere; ancak bir nebze, din dayan ışması içerisinde tep­
ki gösteril mektedi r.
Bütün bu anlatı lanlardan şu sonucun çıkarı lması da sakı n-

83
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

cal ı d ı r: Eğer bir bayrak altı nda toplanm ı ş bir toplum varsa, bu
toplumun tüm g rupları , ayrıcal ı ksız, ana dili olarak sadece ay­
nı dili, yani resmi dili kon uşmal ı d ı r yarg ı s ı . Bu hem olanaksız­
d ı r; hem de kültü rel çeşitliliği azaltt ı ğ ı için , i nsan l ı k ad ı na yan­
l ıştı r da. Her dil bir kökene dayand ı ğ ı için , i nsanl ı ğ ı n bir çeşit
m i ras ı d ı r; korunmal ı d ı r; hatta gelişti rilmesi için zemi n haz ı r­
lanmal ı d ı r. Ancak daha son ra anlatacağ ı m ı z diğer kimlik öge­
lerini ortak olarak paylaşan gruplar, dil farkl ı l ı kları ne olursa ol­
sun, toplum içinde daha yayg ı n ve bilimsel olarak daha geliş­
miş ve tarihsel gelişimi bakı m ı ndan ortakl ığa daha yatkı n olan
d i l i , ortak dil seçerek anlaşmal ı d ı rlar. Tü rkiye'deki durum da
bu ol mal ı d ı r. Cumhu riyet kurulu rken de bu durum esas al ı n ­
m ı ş olmal ı . Diğer diller bölgesel olarak kul lan ı labilmelidir.

Dilini çağdaş att/Jmlara ve yeniliklere pare/el olarak gelişti­


remeyen her millet, er ya da geç, toplumsal özel kimliğini yi­
tirir ve etkisi altmda kaldığı dilin ait olduğu kültürün egemen­
liği altma girer.

2. " İ yilik/Kötülük - Sevap/Günah" kavramlarını


öğretme
Felsefe kitapları n ı n hemen hepsinde, iyi lik ve kötülük, buna
bağ l ı olarak din kitapları nda da günah ve sevap kavramları ,
davran ı ş ve düşünce sisteminin temel taşları olarak incelen­
m işti r. Bütün felsefelerde, iyilik ve sevap övülmüş ve i nsan­
lara önerilmiş; tersinden kaç ı n ı lmas ı için ise öneriler geti ril­
miş, hatta yasaklar kon muştur. Y ı llarca tan ı mlanmas ı na ve iş­
lenmesine karş ı n , kötülüklerin ve günahları n kökü kazı nama­
m ı ş ; hatta toplumlardaki ortaya çıkış s ı kl ı kları , dinleri ne olur­
sa olsun , daha önce değindiğimiz gibi , hemen hemen hiç de­
ğişmemişti r. Acaba iyiliğin ve sevabı n/ kötülüğün ve g ünah ı n

84
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

tan ı m ı nda, yetersizlik ya da yanl ışl ı k yap ı l m ı ş olabilir mi? Zi­


ra, i nsan beyni , belki de doğası itibarıyla, yaklaşı k on i ki bin
yı ldan beri "anth roposentri k" düşünmeye al ıştı rı l m ı ştı r. Yani
her şeyin merkezinde kendisi vard ı r. Doğrular ve hatta nes­
neler bu merkeze göre tan ı mlanmal ı d ı r. Bu nedenle i nsanoğ­
l u , çağdaş ölçüm teknikleri bulununcaya kadar, evrenin ve gü­
neş sisteminin merkezinin kendi ayağ ı n ı bast ı ğ ı yer olarak ka­
bul etmiş; hatta bu düşünceye karşı ç ı kanları yakm ışt ı r. Bir
defa bu duygu yerleşti m i , bundan sonraki her eylem ve yar­
gı bu düşünce tarzı üzerinden yü rütülür. Bu nedenle, örneğ i n ,
Tü rkiye'de yaşayan bir insan , Çin bize 8.000, Ay 300.000 km
uzak der de, ben Çin'e 8.000 km uzağ ı m demez.
Çocuk büyürken, ona toplumun kuralları n ı öğretenlerden
kaçmaya, bu kuralları çiğnemeye göz yumanları , hatta teşvik
edenleri sevmeye başlar. Okula başlar, başarısızl ı ğ ı na göz
yuman öğretmen , ailesi tarafı ndan iyi olarak n itelendi ri l i r. Ü ni­
versitenin sonuna kadar geçer not almad ı ğ ı halde, d u ru m u
idare eden hocalar, iyi hocalar olarak b i l i n i r v e sevilir. Çok
daha yetenekli meslektaşları ve arkadaşları olmas ı na karş ı n ,
sevap işlediği, iyi bir insan olduğu söylenen biri tarafı ndan , yıl­
larca insanları n kaderine ve m utl uluğuna etki edecek önem­
li bir işe yerleştirilir ve herhangi bir gerçekçi seçilime uğrama­
dan ayn ı şekilde, yarı m bilgisi, yerleşmemiş toplum ilkeleriyle
yoğrulmuş yetkilerine dayanarak topluma hizmet (!) vermeye
başlar. Artı k iyilik yapma ve sevap işleme s ı ras ı ona gelmiş­
tir. İyilik ve sevap olsun diye, faki r fukara olarak n itelendirilen­
lere devletin arazilerini gecekondu olarak peşkeş çeker; park
yap ı l acak yerlere bina diktirir; imara ters yap ı laşmaya göz yu­
mar; altı ndaki resmi arabayı , arkadaşı na iyl ik olsun diye siga­
ra almak için şehre gönderi r; yan ı nda çal ışanları n , çocuğuna
bakacak, geçimsiz kocası na yemek yapacak, hatta güne gi-

85
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

decek diye işten kaçmaları na izin verir; polisse, ölümcül ka­


zaya neden olabilecek hataları görmemezlikten gel i r; politika­
cı ise vergisini vermeyenleri affeder; sağ l ı k hizmeti altı nda ye­
şil kart çıkarı r; zaman zaman af çı kararak başkaları n ı n bağrı­
n ı yakan insanları yen i suçlar işlesin diye piyasaya sürer; er­
ken emekliliği geti rir; sonunda ülkenin maliyesini bat ı rı r; ülke­
nin ormanları n ı ve diğer kaynakları n ı yağma etti ri r. Soruldu­
ğunda, faki r vatandaş edebiyatı yapar ve "benim muhtaç va­
tandaşım ne yapsıri' der. Çünkü yaşam ı n ı n h içbir döneminde
"nimetlerle külfetlerin aym adamda toplanması gerekir' felse­
fesin i yaşamam ışt ı r ve böyle bir adamla da karş ı laşmam ı şt ı r.
Akşam sabah din ve sevap edebiyatı yapanlara bakı n . Ne­
rede bir yolsuzluk nerede bir çarp ı k iş varsa altı ndan bu in­
sanlar çı kıyor. Y ı l larca boğazı ndan ve tati linden kesip çocuk
okutmaya çal ışan i nsanları n çocukları n geleceğ i , ÖSYM ku­
rumunda ağzı ndan sevap ve iyi lik sözü eksilmeyen , her hain­
ce işe dua ile başlayan insanlarca karartı ld ı .
B u kişiler çoğunlukla sevaba d a merakl ı d ı rlar. Cuma gün­
leri saat 1 O'da şeh ri n en büyük camisine (cumhurbaşkan ı ol­
salar dahi), çevresindeki tüm çal ışanlarıyla giderler ve nadi­
ren de iş yerlerine geri gelirler. Sevap işleme arzuları iyice ka­
barm ış olanlar, yapma zorunda oldukları işleri , ne kadar aci l
olursa olsun yapmayarak, keza ikindi v e akşam namazları için
de bu vecibeyi ifa ederler. Kan şekeri düşüklüğünün çal ışma
gücünü azalttığ ı n ı bile bile bir ay boyunca oruç tutar; bu ne­
denle çal ışma yerlerine geç gel ir erken gider, arada da sevap
olsun diye iş yaparlar. Bunlara göz yumanlar da hem sevap
kazan ı rlar hem de iyi i nsan sıfat ı n ı al ı rlar. Sözde iyi ve ahlak­
l ı bu i nsanlar, bu dünyada al ı n teri ile kazananları n ödedikle­
riyle, ahi rette m ümtaz yere sahip olman ı n , esas kötülük, ah­
laksızl ı k ve günahkarl ı k olacağ ı fikrine h içbi r zaman sahip ol-

86
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

mazlar. Herkesin bir dine i nanmaya ve bunun gereğini yeri ne


geti rmeye hakkı olduğuna her uygar i nsan olumlu bakar. Ye­
terki bunu bir başkas ı n ı n s ı rt ı ndan gerçekleşti rmesin. Mesai
saatinde namaz kı lan , o saate denk düşen ücretin i iade eder;
yı l l ı k iznini alarak orucunu tutar. Kimseni n buna iti razı olamaz.
Fakat bir kıs ı m insan cansiperane çal ışı rken, bir kısı m i nsan
da bu çal ı şan kesmin ödediği vergi ile ahiretliklerini yapma
peşine düşerse, bunun ad ı iyilik değil kötülük, sevap deği l gü­
nah olur. Hatta menfaat karş ı l ı ğ ı çal ışı rken, yani bir yerde üc­
retl i olarak çal ışı rken , zorunlu olmad ı ğ ı m ı z halde herhangi bi­
reysel (kendim ize ait ya da başka biri için) bir iş içi n , zama­
n ı m ızı harcıyor, yapmam ız gereken işi erteliyor ya da daha
çok insana hizmet vermeyi engelleyecek şekilde işimizi aksa­
tıyorsak, bunun ad ı da iyilik ya da sevap olamaz. İyi lik ve se­
vap kavramları , en fazla insana en iyi hizmet ve yard ı m ilke­
siyle çelişiyorsa, bu kavram ı n ad ı üstü kapal ı kötülük ve gü­
naht ı r. Bunun için bugüne kadar iyi lik ve sevap olarak n itele­
diğimiz kavramları ve eylemleri acilen gözden geçi rip, gerçek
yerine otu rtmal ıyız. Çünkü toplumsal düzeneği bozuk ve işle­
mez olan birçok ülkede, dikkat edi l i rse, bu çarp ı k iyilik ve se­
vap tan ı m ı na uyan birçok insan vard ı r. Bu nedenle düzen iş­
lemez ve insanlar da genelde mutsuzdur.

İyilik, bazı değerlerin toplumun bir bireyinden ya da toplumun


kendisi nden ya da bir kısmı ndan ya da toplumun geleceğin­
den haksız olarak al ı narak, bunu hak etmeyen birine ya da bir
kesimine bağ ışlanmas ı n ı n ad ı olmamal ı d ı r. İyilik kendi tasar­
rufunda olan ; fakat dolayl ı da olsa başkaları n ı n çıkar ve men­
faatlerine halel geti rmeyecek değerleri n , karş ı l ı ksız olarak ve­
rilmesi ya da kul lan ı l ması olmal ı d ı r. Bu, kişiye yönelik zaman
olabilir, maddi bir değer olabilir, manevi bir destek olabil i r.

87
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

Türkiye' de yaklaş ı k yirmi milyon kişinin camiye hiç gitmedi­


ğini söyleyebi l i riz. Bun ları n bir kısm ı Ateist, bir kısmı Alevi bir
kısmı başka i nançlara mensup insan lard ı r. Dini ibadete yatırı­
mın sevap olduğu her dinde bilinmektedi r. Ancak yirmi mi lyon
i nsan ı n vergisini al ı r, 90 bin camiye , 1 40 bin imama veri rsen
bunun karş ı l ı ğ ı sevap değil; tam tersine g ünaht ı r. Eğer alt­
m ı ş milyon i nsan camiyi kul lanmak ve i mamlardan h izmet al­
mak istiyorsa; beyan eder bu giderlerin karş ı lanmas ı n ı üstle­
n i r. Başka i nsanları n al ı n teriyle ahirtetliğini sağlama alma ol­
sa olsa ahlaksızl ı kt ı r. Örneğin Almanya'da bir kişi işe girerken
önüne bir form uzat ı l ı yor. Kilise'den h izmet almak istiyor mu­
sun istemiyor musun? İstiyorsan kilise masrafları n ı maaşın­
dan kesiyorlar; istemiyorsan kesmiyorlar; ancak sen de h iz­
met alam ıyorsun. Kul lanan ödüyor . . .
Bu nedenle, öğretim yaşı nda, al ışı lagelmiş iyilik ve günah
kavramları n ı n evrensel boyutları içinde öğreti lmesinde yarar
vard ı r. Bir bireyin ya da toplumun tümünün ya da bir kısm ı ­
n ı n doğrudan y a d a dolaylı olarak zararı na olabilecek bir ey­
lemin iyi lik ve sevap olmad ı ğ ı öğretilmel i ; iyi l i k ve sevab ı n tek
tan ı m ı n ı n , kişinin kendi değerlerinden fedakarl ı k yapması ile
ayn ı anlama geldiği ve bu duygunun da i nsan ı i nsan yapan
en yüce değer olduğu bilinci aşı lanmal ı d ı r. Toplumun bir ara­
da uyumlu ve başarı l ı olarak yaşamas ı n ı n temelinde, toplum­
sal ilke ve yasalara uyman ı n birinci koşul olduğu aş ı lan ı rken ,
mutlu b i r yaşam sürdürmenin temeli nde d e doğru ve hakkani­
yet esasları na dayal ı iyilik ve (gerektiği nde) sevap duygusu­
nun önemli bir yeri olduğu öğretilmelidir.

3. Folklorik değerleri öğretme


Her toplum, evrim leşme süreci içerisinde, hem çevresinin fizi­
ki etkisiyle hem hakim olan sosyal etkileşimler sonucu , bi rta-

88
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

kı m davranış şekilleri kazan ı r. Bunları n bir kısm ı n ı n neden ini


bilimsel olarak açı klamak mümkündür. Çünkü çevre-can l ı et­
kileşimi ve buna uygun uyumları n ortaya çıkışı , biyolojinin de­
ğişmez bir ilkesidir. Yapısal özellikler bunun tipik bir örneğidir.
Keza bu çevresel etmenler ruhsal yap ıyı da derinden etki le­
mektedi r. Bunları biyolojik kal ıtsal bir miras olarak kabu l ede­
biliriz. Örneği n yüksek yerlerde yaşayan insanları n tepkileri­
nin çok daha sert olmas ı ; fakat dostluk yönlerinin oransal ola­
rak ağ ı r basması gibi .
Bütün bu etkileşimlere eklenen dinsel ya da inançsal etki­
leşim ler, her toplumun farkl ı bir şeki lde gelişerek kimlik kazan­
mas ı na neden olm uştur. Tarihten gelen ve yakın zamanla­
ra kadar toplumlara ayı rıcı kimlik kazand ı ran bu ögeleri (eğer
varsa) , bir sü rtüşme nedeni ol maktan çı karman ı n yolunu bul­
mak ve bu değerleri korumak gereki r. Zaman ı m ı zda, bu de­
ğerlerin önemli bir kısm ı , çoğunlukla toplumları ayı rıcı değ i l ,
uzlaştı rıcı v e yaklaştı rıcı rol oynamaktad ı r.
Bu değerlerin başı nda, insanları bir araya geti ren , ayn ı ri­
timle eğiten ve belirli bir disipline alışt ı ran halk oyunları ge­
lir. Bu, bir toplumun tarihinden gelen en önemli köklerinden
biridir. Bu nedenle geldiğimiz toplumun bu değerlerini gele­
cek kuşaklara aynen ve ruhunu bozmadan (bazen gelişti re­
rek) aktarmak en önemli görevimizdir. Ayrıca diğer toplumla­
rın bu değerlerini öğ renmek ve öğretmek de toplumları n kay­
naşmas ı için en önemli harçlardan birini oluşturacaktır.
Ayrıca daha sonra göreceğimiz gibi , belirli dinlerde ve
inançlarda, keza topluluklarda, ad ı ne olursa olsun (genellik­
le ayin ve tören olarak adland ı rı l ı r) ritmik yap ı lan hareketler,
beyinden, doğal bir uyuştu rucu olan endorfinleri n salg ı lanma­
s ı na neden olduğu için , bu hareketleri yapan insan lara büyük
bir rahatl ı k ve huzur vermektedi r. Bu nedenle çoğunluk ritmik

89
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

hareketlerden oluşan folklor, korunarak ve geliştirilerek, çal­


g ı lar ile etkisi gelişti rilerek günümüze kadar ulaşm ışt ı r. Folk­
lor, bir anlamda, stres giderici , eş güdüm ve toplumsal uyum
sağlayıcı bir rol oynamaktad ı r.

3.1 . Endorfi n i le formatlanma


Can l ı ları n tüm ünde bir hareketin defalarca tekarlanmas ı ,
sinir hücrelerinden , endorfin denen , can l ıyı genel likle gerilim­
lere (strese) karşı koruyan, bir miktar uyuşturan, keza perife­
rik (yani vücudun d ı ş kısm ı na yakın) damarları büzen bir mad­
denin salg ı lanmas ı na neden olur. Sahile ç ı kan bazı yengeç­
lerin ( Uca denen kemancı yengeçler) ön bacakları n ı yüzlerce
defa ayn ı şekilde sallamaları ya da bazı kuşları n karşı karşı­
ya kafaları n ı bir o yana bir bu yana sallamaları , anlam ı n ı bir
türlü anlayamad ı ğ ı m ız, ritmik hareketlerden oluşan hayvan­
sal çiftleşme davran ışları , her dinde her i nançta, her toplum­
da, zikir, ibadet ya da tören ad ıyla bilinen davran ışlar, hatta
spor hareketleri , örneğin askerlerin uygun ad ı mla "kaz ayağ ı"
yü rüyüşleri vs. bu endorfin maddesinin salg ı lanmasıyla ilgili­
dir. Bu madde salgı lanmaya başlayı nca birey kendini huzur­
l u hisseder, varsa, acı ları ndan uzaklaşı r ve en önemlisi toplu
olarak yarg ı lamadan ve sorgu lamadan birl i kte hareket etme­
nin rahatl ı ğ ı n ı yaşar. Karış ı k ad ı mlarla harbe giren asker, yar­
g ı lad ı ğ ı ve sorgulad ı ğ ı içi n , kaçma eğilimi gösteri r; bu nedenle
özellikle geçm işte , bili nçsiz de olsa, harbe girmekte olan as­
kerler uygun ad ı m yü rütülürd ü . Dervişler, her nerede olursa
olsun , ayi nin sonunda, mutlu ve rahatlam ış görünürler. Peri­
feri k damarları büzüldüğü içi n , küçü k operasyonlarda kan ları
akmaz; vücutları bir çeşit doğal morfin salg ı lad ı ğ ı için acı da
duymazlar; bu nedenle çivilerin ve ateşlerin üzeri nde yü rüye­
bilirler. Fakat bu toplulukları n , bilinçsizce bir hedefe ve hatta

90
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

tasvip edilmeyen eylemlere yön lendiri lmesi de mümkün olur.


Diğer can l ı larda da buna benzer davran ışlar gözlen i r.

Toplu tören ler, özellikle ritmik hareketleri içeren folklor eylem­


leri ve keza bugüne kadar bu tip hareketlerin yoğun olarak ya­
p ı ld ı ğ ı , çok defa gericiliğin kaynakları olarak bilinen tekke ve
zaviyelerdeki ibadet şekil leri (zikir) , bu işlevlerin gerçekleştiği
yerlerdir. Bugüne kadar siyasi yap ı lanma üzeri nde de etkin bir
rol oynayarak, gerçek görevinin d ı ş ı na çıkmış olan bu öğre­
ti şekl i , sanayi devriminin bunaltıcı baskısı altı nda değerlerin­
den uzaklaşan ve ruhsal yap ısı bozulan bi reylere yönelik ola­
rak, zararsız ve başarı l ı birer eğitim ve eksersiz merkezleri ni­
teliğinde yen iden organize edi lebil i r. Bilim bu yap ı lanmaya ka­
t ı l ı rsa, insan l ı k açısı ndan olumlu sonuçlar çıkarı labil i r. Bu yol­
la birçok i nsan ı n , d ı şarı dan , ek bir kimyasal ve fiziksel destek­
lenmeye gerek göstermeden huzura kavuşması sağlanabilir.
Bu nedenle, bugüne kadar ahiret işleriyle ilgilenen ve çoğun­
luk siyasetin batakl ı ğ ı na gömülmüş olan bu tip yerler islah edi­
lerek, i nsanları n ruhsal terapisi için kullan ı labil i r.
Esası nda bu temel işlev içi n , yan i bir çeşit rehabilitasyon
için ortaya çı kan bu davran ış şeki llerine, yani halk oyun ları
(folklör) ve zikre, etkiyi artı rmak için , görsel ve işitsel etki de
eklenmiştir. Yani bu törenler için , çoğunluğu parlak ve göz alı­
cı , bir kısm ı korkutucu , bir kısm ı çekici, bir kısm ı cezbedici gi­
yim kuşam , takı vs. eşlik etmiş ve her toplumun kendine öz­
gü bir giyim-kuşam ve takı adeti, geleneği, göreneği oluşmuş­
tur. Bu gelenek ve göreneklerin de aynen koru nması ve öz­
gün yapısı n ı n bozul madan gel işti ril mesi gerekir. Bunun için
hiçbir yarg ı lama yapma hakkı na da sahip değiliz. Çünkü, na­
sıl ki , geçtiğimiz evrim yol unda, bazı toplumlar mavi gözü , ba­
zı ları siyah gözü yayg ı n olarak kazanm ı şt ı r; giyim-kuşam ve

91
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

takı gibi dış görü n üşü yansıtan özelliklerde de sosyal bir ev­
rim söz konusudur ve çeşitlenme, etkileşimin doğal bir sonu­
cudur. Birçok canl ı n ı n "gelinlik elbisesi" dediğimiz ü reme za­
man ı ndaki renklenme ve süslenmesi de bu biyolojik eğilimin
sonucudur.
Bu ritimlere, başlang ıçta, sadece bireyi n sesiyle ve hare­
ketiyle bir katkı yap ı l ı rken, sosyal organizasyonun gelişme­
siyle birlikte, aletlerle katkı başlam ış ve anlad ı ğ ı m ı z anlamda
m üzik kültürü doğmuştu r. Bu gelişmenin de sorgulanmas ı ve
yarg ı lanmas ı doğru değildir. Her topl umun, hem giyim-kuşa­
m ı na, hem müzik çeşitlenmesine, i nsan l ı ğ ı n bir kültü r mozayi­
ği olarak sayg ıyla bakmak gereki r. Bu nedenle, hoşlansak da
hoşlanmasak da, m üzikle ilgili her miras ı n özenle korunması
ve özgünlüğü bozu lmadan gelişti ril mesi gerekir. U nutmamak
gereki r ki , biz, hoşlansak da hoşlanmasak da, bugün ya da
geçmişte dünyan ı n herhangi bir yerinde, özgün herhangi bir
giyim-kuşamdan ya da m üzikten hoşlanan bir topluluk olmuş­
tur. Bunlara sayg ı göstermek de bizim insan l ı k borcumuzdur.
Bu nedenle müziğin de her çeşidinin koru n mas ı ve toplumun
bireylerinin, en azı ndan zaman zaman, bu m üzikleri tekrarla­
ması ve gelecek kuşaklara aktarması için uygun zeminin ha­
zı rlanmas ı gerekir.

4. Gelenekleri, görenekleri ve töreleri öğretme


Bu davran ış şeki l lerinin bir kısm ı tartışmaya açı k olabilir. Çün­
kü bu başl ı k altı nda verilenler, en azı ndan bu yazıda, kişinin
günlük sosyal yaşantısı n ı derinden etkileyen h ususlard ı r. Ay­
nen uygulanmas ı , çağ ı n ve uygar toplumları n gereklerine ters
düşebil i r. Bunların bir kısmı geçmişte, uyguland ı kları toplu­
ma yarar sağlam ış olabilir; fakat bugün bu yarar zarara dö­
nüşmüş de olabi l i r. Çağdaş yönlendirmeni n en öneml i zor-

92
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

lukları ndan biri , bu ayı klanman ı n nas ı l olacağı ve neleri kap­


sayacağ ı d ı r. Bunları , belki dört g rup altı nda toplamak m ü m ­
k ü n olabilir:

4.1 . Yararl ı olanlar


Hem geçmişte hem bug ü n , topluma şu ya da bu şekilde
yararl ı olanlar. Bunları n başı nda, örneğ i n , evlenme, doğ u m ,
ölü m , bayram törenleri ; misafi rperverlik, küçüğe sevgi , büyü­
ğe sayg ı gelmektedir. Bu davran ışları n gösterildiği dönemler,
kişinin başka birine gereksinme gösterdiği en öneml i dönem­
ler olduğu içi n , sosyal dayan ı şma olarak alg ı lanmal ı ve teş­
vik edilmelidir. Bu törenlerin içinde anlamsız olan ögeleri n de,
tekrarlanması ya da yaşatılması önemli bir zarar doğu rmaya­
bilir. Çünkü , zaten , bu şekildeki gelenek ve göreneklerde, ha­
reketlerin kökünde, her zaman anlam l ı bir neden aramak ge­
reksizdir. Bu nedenle bunları n aynen korunması ve üzerinde
herhangi bilimsel bir tartışma açı lmaması gereki r. M i ras de­
yip sayg ı gösterilerek, bireyin kendi seçimine b ı rakı lmas ı ya­
p ı lacak en doğru şeydir.

4.2. Yararl ı ya da zararlı olmayanlar


Eski inaçlara ve dinlere, nedeni bilinmeyen köklere dayal ı ,
geçmişte belki yarar sağlam ış; ama bugün anlam ı kalmam ı ş
bir takı m davran ış şeki llerinin d e , aynen korunması nda tarih i
açı dan yarar vard ı r. Bunları n yapı l maması kı nanacak bir h u ­
s u s olmamal ı d ı r. Fakat yap ı l mas ı d a tarihi bir inanc ı n yaşatıl­
mas ı na gösterilen sayg ı olduğu düşünülerek en azı ndan ba­
zı ları teşvik edilmelidir. Örneğin, evlenme töreninde gelinin ya
da damad ı n ellerine kına yakmas ı , ölünün yıkanmas ı , kefene
sarı lmas ı , mertek konmas ı , gelinlik giyilmesi , taç takı lmas ı ,
sünnette taç giyilmesi , yüznumarada tü rkü söylenmemesi vs.

93
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

4.3. Geçmişte yarar sağlamış ama bugün zararl ı


olan lar
Bunları n çoğ u , geçmişte de mantı ksal bir kökene dayan­
m ı ş ol mayabilir. Belki de inançlar nedeniyle atı lamam ışlard ı r.
Fakat bunları n , bugün yararl ı olmad ı kları kesin olarak kan ıt­
lan m ı şt ı r. Örneğin, bazı hayvanları n bugün hijyenik oldukları
bilindiği halde yen melerinin yasak olmas ı (örneğin domuzun
ve atı n ) , vücuda ve sosyal yap ıya zararl ı oldukları kan ıtland ı ğ ı
halde bazı d i n i vecibelerin (sünnetin vb) yeri ne geti ri lmesi . . .

4.4. Acıya ve mutlu luğa katılım


"Acı lar paylaş ı l d ı kça azal ı r" ve "Mutluluklar ve sevinçler ise
paylaşıldı kça artar, kökleşir'' sloganı kişilerin i lişkilerinde te­
mel ol uşturulmal ı d ı r. Her insan ı n er ya da geç "ister kendisi
neden olsun ister kendi i radesinin dışı nda olsun" acı larla kar­
sı laşması kaç ı n ı l mazd ı r. Sosyal yaşam ı n kurulması nda temel
ı . "e olan dayan ışma, acı ları n paylaş ı l ması nda güç bulur. Ki­

şileri birbirine bağlar, sosyal tansiyonu düşürü r; acı çekenin


ruhsal iyileşmesine önemli katkı larda bulunur. Acı ları paylaş­
man ı n bazen kişiye beli rli bir maddi ve manevi yük getirme­
si kaç ı n ı lmaz olmas ı na karş ı n , bunun göğüslenmesinin bir in­
san l ı k erdemi olduğunun aşı lanması gereki r. Bu davran ış, ya­
şanan toplumsal birlikte (ai le olsun belirli bir büyü kl ükte bir
topluluk olsun) ruhsal iyileştirmeyi sağlayacağ ı için , er ya da
geç, katkıyı yapana olumlu bir şekilde yansıyacakt ı r.
Ayn ı şeki lde, mutlu lukları n ya da sevinçlerin paylaş ı lma­
s ı , kişinin sevecenliğini artı rı r; uzlaşmacı ve barışcı yönleri­
ni güçlendirir; bir arada yaşaman ı n doyu msuz hazz ı n ı tatt ı rı r;
bencillikten uzaklaşmas ı n ı sağlar ve son uçta bir arada yaşa­
man ı n kaç ı n ı lmaz koşulu olan dayan ışma ve paylaşma duy­
gu ları n ı n güçlen mesi ni sağlar. Değinilen her iki davran ış şek-

94
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİM E NAS I L VERM ELİ

linin de gel işti ri lmesi, toplumsal barı ş ı n ku rulmas ı na doğru­


dan hizmet eder.

5. Doğanın gelecek kuşaklara aynen teslim


edi lmesi ve tahribine karşı duyarl ı l ığın artırı l ması
Bu husus, geçmişte belki önem taş ı m ıyordu; ancak son yarı m
yüzyı lda, yaşl ı dünyadaki gelişmeler, art ı k, can l ı ları n tümünü
tehdit edecek boyutlara gelmiş bulunmaktad ı r. Bu nedenle ye­
ni yetişecek kuşaklara, eskilerden farkl ı olarak yeni bir bilincin
aş ı lanması gerekmektedir: Yaşamak, karş ı l ı ksız değ i l , ödenti­
si olan bir süreç olm uştu r. Vermeden doğadan alma, artı k es­
kilerde kal m ı şt ı r. Geti risi ne olursa olsun , doğan ı n can l ı ve ve­
rimli kalması kadar hiçbir şey değerli olamaz. Temel özgü rlük­
leri n ve demokratik hakları n aşamayacağ ı ve taşamayacağ ı
en önemli s ı n ı r, doğan ı n korunmas ı na yönelik s ı n ı rlard ı r. Bu­
nun gerçekleşmesi için belki de dünyadaki anayasaları n tü­
m ünde birinci madde "doğa hakkı insan hakkmdan önce ge­
lir' olmal ı d ı r. Böylece bir gün doğa ile insan karşı karşıya gel i r­
se yasalar ve yarg ı tercih hakkı n ı doğan ı n yararı na kul lanma­
l ı d ı r. Çünkü doğa sadece bana ait değildir; yüz milyon çeşitli
can l ı n ı n da paydaş olduğu bir mirast ı r. Onun kullanma hakkı
bize verilmişse de; korunma yükümlülüğü de bize verilmişti r.
Üzerinde yaşad ı ğ ı m ı z yerkü renin, bilinçsizce kullan ı m ı na
ilişkin tehl i kelere karş ı duyarl ı l ı ğ ı ve sorumluluğu artı rma, ge­
lecek zaman ı n en değerli hususları n ı n doğal ortamla özdeş
olma anlam ı na geldiğini anlatma vs. eğitimin temel öğretile­
rinden biri olmal ı d ı r.
Bu öğretin i n , özel toplumsal kimlik içerisi nde verilmesi ge­
reğinin en öneml i nedeni, her ülkenin, özellikle ülkemizi n , ge­
rek topog rafik, gerekse coğrafik bakı mdan çok farkl ı ve çeşit­
li bir konu mda bulunmas ı ; ortaya ç ı km ı ş ve çı kacak sorunla-

95
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rı n her ne kadar genel sorunlardan soyutlanamayacak şeki l­


de olduğu varsayı lsa da, kendine özgü birçok özel çözüme
gereksinme göstermesidir. Hatta Tü rkiye'deki çevresel sorun­
lar, bölgeden bölgeye, örneğin, Akdeniz, Karadeniz, İç, Gü­
ney Doğu ve Doğu Anadolu'da farkl ı olması nedeniyle, top­
lumun bel i rli şeylere farkl ı duyarl ı l ı k göstermesin i sağlayacak
şekilde eğitilmesi sağlanmal ı d ı r. Bu neden le, tüm dünyada
çevre sorunları n ı n evrensel olmas ı na karş ı n , ülkemizde özel
eğitim sistemi içine al ı n ması önerilmektedir.

6. Girişimci l i k ve yaratıcılığın artırılması


"Bir lokma bir hırka" felsefesi , uzu n y ı l lar toplumun geniş bir
kesimine hakim olduğu için -zaten bilim toplumu olmad ı ğ ı için
başka bir seçeneği de yoktu- girişim ve girişimin gelişti receği
yaratıcı l ı k s ı n ı rl ı kalm ı ştı r. Bugün bir insana, d üzenl i gelir sağ­
layacak bir iş olanağ ı n ı n yaratı lmas ı , yüz binlerce l i raya bak­
maktad ı r. H ı z l ı çoğalan toplumlarda, devletin bu gereksinme­
yi kaşı laması olanaksız görünmektedir. O zaman , kişiye ken­
di ekmeğini sağlayacak ve kendi işini kurabilecek yetilerin ka­
zand ı rı l mas ı gereki r. Bu, uygar ve çağdaş; bel ki de özel bir
eğitimi gerektirir. Halbuki bugünkü eğitimimiz, içerik açısın­
dan tamamen ezbere , uygulama açısı ndan da kişiyi köreltme­
ye ve p ı s ı rı klaştı rmaya yöneliktir. Dolayıs ıyla herşeyi başka­
ları ndan , özel likle devletten bekleyen, bulamad ı ğ ı zaman sü­
rekli şikayet eden ya da şikayetini şiddete yönelik eylemlere
dönüştü ren bir toplum oluşmaktad ı r. Pek azı d ı ş ı nda, hiç kim­
se, şikayete neden olan olaylar üzerine yü rüyecek bilgi, be­
ceri ve cesarete sahip değildir. Olanları n da yol u , daha son­
ra anlatacağ ı m ız şeki lde tıkanm ı şt ı r; tı kanmaya çal ı ş ı lmakta­
d ı r. Yaratıcı ve girişimci bir kuşak yetiştirilmesi , bir toplumun
diğer toplumlar nezdinde sayg ı n laşmas ı n ı sağlayacağ ı içi n ,

96
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

özel toplumsal kimlik kazan ı lması bakı m ı ndan çok önemlidir.


Bu becerinin kazan ı l ması da, ailenin haricinde, hemen hemen
tümüyle eğitim sistemine bağ l ı d ı r. Tü rkiye'deki çı kmaz ı n bel­
ki de ana nedenleri nden biri budur . . .
Burada b i r şeyi an ı msatmakta yarar vard ı r. Günlük yaşa­
mı benimsemiş; önüne konu lanla yetinen; kurulu düzeni yar­
g ı lamaya yanaşmayan; yukarıdan verilen tal imatları düşün­
meden yerine geti rmeyi bir erdem bilen i nsanlar toplumu bir
ad ı m öteye götüremezler. Toplumun yen i koşullara uyumunu
sağlayacak düzen ve yenilikleri yapacak kişinin ku rulu düze­
ne en azı ndan zaman zaman ters d üşen i nsanlardan ç ı kt ı ğ ı ­
n ı unutmamak gerekir. Bu nedenle bir yönetim , kurulu düzeni
yarg ı layanları sustu racak şekilde düzen ku rmaya çal ı ş ı rsa, o
toplum bir çeşit kör ve sağ ı r edilmiş olacakt ı r. Ayn ı şeyi tekrar­
layan bir kimse ya da toplum h içbi r zaman bir ad ı mdan fazla
i leri gidemez. Dini eğilimlerin egemen olduğu toplumları n sü­
rekli patinaj yapmas ı n ı n nedeni de budur.

7." Kahramanlık" ve " Büyük Adamlık"


kavramlarmı evrensel şekliyle yeniden tan ıtma
Tan ı d ı ğ ı m ü l kelerin tarih kitapları nda ve benim ülkemin eğiti­
minde, kah ramanl ı k ve büyük adaml ı k olarak tan ı m lanan sı­
fatların gerçek evrensel değeri acaba nedir?
Bug ü n , d ünyada, kahraman olarak tan ı mlan m ı ş i nsanla­
rı n çok büyük bir kısm ı ya bir ı rkı n ya bir dinin yerleştiği ala­
n ı n (teritoryumun) savun ucusu olduğu için ya bu alan ı başka
ı rkları n ve dinlerin aleyhine genişlettiği için ya da bazı ilkeler
(evrensel olsun ya da olmasın) koyarak toplumun tümünü ya
da bir kısm ı n ı d üzene koyduğu ya da emi rlere sorgusuz uyum
gösterecek duruma soktuğu için kah raman ya da büyü k dev­
let adam ı u nvan ı n ı kazanm ışt ı r. Öyle bir kah ramanl ı k ki , çok

97
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

defa başka bir ı rkı n , inanc ı n , dinin ya da düşüncenin tah ribine


yönelik kazan ı l m ı ş bir kah ramanl ı k . . . En komiği de, bu kahra­
manları n başarısı n ı n , çok defa, sadece bir çizgiyle ayrı l m ı ş ,
s ı n ı r denen dokunulmaz bir hatt ı n ötesinde yaşayan v e ken­
disini insan olarak bilen bir gruba karş ı kazan ı l m ı ş olmas ı d ı r.
Yani s ı n ı rı n bir yan ı ndaki bir insan göklere yükseltilirken , öbür
yan ı nda acı ları n simgesi olarak an ı lmaktad ı r. Bu kah ramanl ı ­
ğ ı n ya d a devlet adam l ı ğ ı n ı n evrensel n iteliği nerededi r?
Tarih kitapları m ı zda (tepki çekeceğini bilmeme karş ı n , da­
ha iyi anlaşılsın diye bizim toplulumuzdan ya da bizle ilintisi
olanlardan örnek seçmeyi yeğledim; yoksa diğer toplumlarda­
ki kahramanları n durumları da farkl ı değildir) , Atilla, Cengiz ve
Timur birer kah raman olarak tan ıtı l ı r. Niçin? Onları n bulduk­
ları yasaları bugün de kulland ı ğ ı m ı z için m i , bir uygarl ı ğ ı bir
yerden başka bir yere taş ı d ı kları için mi, i nsan l ı ğ ı n kullan ı m ı ­
n a b i r bilgiyi ya d a yeni b i r buluşu soktukları için m i , insanla­
rı n üzerindeki baskı ları kald ı rı p özgü r düşünmelerini sağlad ı k­
ları için m i , daha önceki uygarl ı kları n korunmas ı n ı sağlad ı k­
ları için m i . . . ne içi n? Sorunun yan ıtı görü n ü rde: Sadece ayn ı
kandan geldiğimiz ve çok fazla insan öldürdükleri içi n . Geç­
tikleri güzergahlarda, tarihin klasik tan ı m ları ndan biri olan "taş
üzerinde taş, baş üzerinde baş blfakmadılat'' gibi , son dere­
ce uygarl ı k d ı ş ı ; ama kah raman l ı ğ ı n n iteliklerinden biri olan bir
tan ı mlama, eğitim kitaplarında hala guru rla okutulmaktad ı r.
Halbuki birçok uygarl ı k, bu kah ramanlar tarafı ndan ortadan
kald ı r ı ld ı ; daha son ra değineceğimiz gerçek evrensel kah ra­
manları n binbir emekle i nsan l ı ğa kazand ı rd ı kları yapıtlar, bu
kahramanlar tarafı ndan yerle bir edildi ve en önemlisi , buras ı
benim toprağ ı m d ı r diye yerleşik düzene geçmeye çal ışan uy­
garl ı ğ ı n öncüleri , bu kah ramanlarca yerlerinden soğutuldular
ve sürüldüler. Bu durumda meyvesinin al ı n ması uzun süren

98
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ K İ M E NASI L VERM ELİ

bir eğitim i n kurumsallaşması na ya da meyvesi 5-6 y ı l son ra


al ı nacak bir tarı m politikas ı na girmek m ümkün olamam ış; en
fazla hayvan otlatma ve çok zorunlu hallerde (eğer yağma et­
me olanağ ı ortadan kalkm ışsa) , ürünü 3-4 ay sonunda al ı na­
cak en ilkel yöntem olan tah ı l ü retimine yönelinmişti r. Bunun
son ucuda, geçilen her güzergahta, akı lalmaz bir doğa tah ri­
batı ortaya ç ı km ı ş ve en kötüsü, bu tip talanları n tekrarlanaca­
ğı korkusuyla, hiç kimse, uzun süreli plan yaparak, bulundu­
ğu mekan ı g üzelleşti rme ve gelecek kuşaklara verimli bir ze­
min b ı rakma cesaretini ve isteğini kendinde bu lamam ı şt ı r. Bu
ve buna benzer kahramanlar, örneğin, Tü rklerin yerleşik dü­
zene geçmelerini ve evrensel bir uygarl ı ğa katkıda bulunma­
ları n ı önlemişlerdir. Halbuki uygarl ı ğ ı n diğer bir tan ı m ı , "ürünü
uzun sürede alı nacak şeylerle uğraşmad ı r."
Dünyada kah raman olarak bili nen birçok insan ı n , bir ı rkı ,
bir inancı , bir dini, bir uygarl ı ğ ı , bir düşünceyi , bir yaşam ala­
n ı n ı ya da bir yapıyı ortadan kald ı rd ı ğ ı n ı unutmayın ız! Bi rço­
ğunun öz geçmişi kanla yaz ı l m ı şt ı r. Bu nedenle, eğer, barış­
cı ve uygar bir toplum yaratmak istiyorsak, bundan böyle, eği­
timde, gençl iğimize ve toplumumuza, akla dayanan milli bü­
tünlük ve heyacan ı söndürmeden , kah ramanları m ızı yen iden
tan ı mlayarak, anlatmam ız gerekiyor. Bu, tüm ülkelerin izle­
mesi gereken bir politika olmal ı d ı r. Böylece, i nsanlar, başka­
ları n ı n s ı rtı ndan değil, kendi emekleriyle kazanman ı n kutsal
olacağ ı n ı öğ reneceklerdir. Bu da evrensel barış ı geti recektir.
Atatürk'ün gerçek bir kahraman olarak an ı lmas ı n ı n teme­
linde, ülke alan ı n ı savunmas ı n ı n yan ı s ı ra, topluma uygarl ı ­
ğ ı geti recek v e daha sonra başka i nsanlarla d a barı ş içeri­
sinde geçinmeyi sağlayacak olan ilkeleri beli rlemesi ve bun­
ları devlet ilkeleri olarak yerleştirmesi yatar. Onu da sayg ıy­
la anıyoruz . . .

99
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Devlet Mezarl ı ğ ı

1 980'1i yıllarda kurulmuş olan Devlet Mezarl ı ğ ı 'nda, eğer,


bilime, hukuka, sanata vs.ye katkıda bulunmuş birkaç (hatta
bir tane) sivilin de adı yazı labilecek durumda olsayd ı , bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti'nin konumu ve etkin liği (buna bağ l ı ola­
rak sayg ı n l ı ğ ı ) daha farkl ı olacaktı . Bizim d ı ş ı m ızda, herhangi
bir ülkenin herhangi bir vatandaşı , hangi merakla, bu mezarl ı ­
ğ ı gezecek v e örneği n Perulu sade bir vatandaş bu mezarl ı k­
ta ne için minnet duyguları n ı dile geti recektir? Bu anlatı mdan
kesinlikle şu anlam ç ı karı l mamal ı d ı r: Burada yatan her i nsan ,
ülkemiz için büyük katkı larda bulunmuş, bizi, emperyalistlere
(onları n sözde kah ramanları na) karşı özveriyle korumuş de­
ğerli kişilerdir. Onları da sayg ıyla anıyoruz . . . Ama, bir devletin
büyükleri sadece askerlerden (komutanlardan) oluşuyorsa ve
devlet mezarl ı ğ ı nda, evrensel bilim ve sanat açısı ndan i nsan l ı ­
ğa h izmet ettiğine inan ı lan herhangi bir i nsan ı n adı na rastan ı l­
m ıyorsa, altı yüz yıl hükü m süren bir i mparatorluk dahi kurmuş
olan bu topluluğun uygarl ı ğ ı ndan (geçmişte ve şu anda) kuş­
ku duyulur. Bu eziklikten kurtulmak içi n , sorulduğunda, ilimle
bilimin farkı tam olarak ortaya konulmad ı ğ ı ndan , bilim adam ı
olarak, ilme katkıda bulunmuş olanları n adları say ı l ı r. Halbuki
ilim adamları , bölgesel bir düşünceye, d üzenlemeye, inanca,

1 00
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİM E NAS I L VERM ELİ

dine vs.ye katkıda bulunanlar; bilim adamları ise evrensel ola­


rak her insana h izmet götürecek konu larda katkı ları olanlard ı r.
Örneğin, Peru'daki bir insan ı n yaşam ı na, geçmişte, bugün ve
gelecekte katkı yapm ış, yapmakta ve yapacak herhangi bir in­
san ı m ız ı n ad ı n ı vermeye başlarsan ız, evrensel uygarl ı ğ ı n mi­
marı olman ı n hazz ı n ı da duymaya başlayacaksı n ız . . .
Toprağ ı n ı işleyenler, başka insanlar için bir şeyler ü reten­
ler, başkaları n ı n elde ettiklerinden geçinmeyenler, kafa kes­
meyenler ya da terör esti rmeyenler ise, sade (yayg ı n tan ı m ­
lama ile adi) vatandaşlar olarak, an ı l madan, kahramanları n
gittikleri yere gitti ler. Bu gerçek kah ramanları , yaşamam ı z ve
kullanmam ı z için bize b ı raktı kları nesnelerden dolayı şükranla
anıyoruz . . . Bu nedenle, Hamburg'daki , "sade vatandaş hey­
keli" d ünyan ı n en beğenilen an ıtları ndan biri olmuştur.

8. Aile yaşamının önemini kavratma


Beynin sağl ı kl ı gelişiminde ve kişinin ruhsal yaşam ı nda, aile
ilgisinin ve g üvencesinin önemi tartı ş ı l mazd ı r. Bebek, ilk ola­
rak uygun aile ortam ı nda güven içerisinde gelişimini sürdü­
rür. Olanakları , m utluluğu, acıyı paylaşmayı (özellikle kardeş­
leri varsa) ve özveriyi öğrenir. Toplum yaşam ı n ı ilk olarak ai­
lesinin içinde tan ı r. Yaşam ı n değişik evrelerinde gösterilebile­
cek davranış şekil lerini (küçük kardeşi nden dedesine kadar)
gözler ve kendini geleceğe hazı rlar. İyi yön lendirilirse, işbölü­
m ü konusunda olumlu deneyimler elde eder.
Batı topl umunda ve son zamanlarda bizde ortaya ç ı kan ko­
puk aile i l işkileri , bireyleri ruhsal olarak g üvensizliğe, benci l­
l iğe ve sevgisizliğe itmiştir. Bireyleri n bir kısmı kendilerini sü­
rekli m utsuz hissetmektedir.
Birçok hayvanda eş oluştu rma, aile oluşturma ve sürü
oluştu rma, i nsanlardaki bu davran ı şlar konusunda, ilkel de ol-

101
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

sa, önemli bilgiler verir. Bu birlikleri meydana geti renler, ken­


dilerini daha güvenli h issederler ve iş bölümü için özveriye da­
ha açı k olurlar.
Gelecekteki yaşam kavgası , aile i lişki lerini daha da zayıf­
latabi leceği içi n , bu yöndeki telkin ve öğretiler, bireyleri n ruh­
sal sağ l ı kları için yararl ı olacakt ı r.
Bu radaki tehlike, bireyi , bu birli klere (eşe, aileye ya da bu­
lunduğu topluma) gereğinden fazla bağlayarak, bireyin özgü r
hareketini v e b u n a bağ l ı olarak yaratıcı gücünü köreltmedir.
Bu bağl ı l ı ğ ı n , birçok bireyi kab ı na çekerek, sade bir yaşama
ittiği ve atı l ı m ları n ı önlediği bilinmektedir. Hatta birbirine çok
yakın yap ı l m ı ş evlerde yaşayan insanlardan, kaşif çı kma ola­
s ı l ı ğ ı n ı n az olmas ı , bu güdüye bağlanabilir. Karadenizlilerin
girişimci ruhları ise, bu bağlamda, evlerinin birbiri nden uzak
olmasıyla açı klanabilir.

9. Kültürle eğlencenin farkını öğretme


Özellikle son zamanlarda kültürel işlevler diye, eğlenceni n
s ı k s ı k gündeme geldiği n i , birçok politikacı n ı n , kü ltü rel işlev­
leri destekliyor görüntüsünde, eğlenceye kat ı ld ı ğ ı n ı görüyo­
ruz. Halbuki , kültü r eğlence değildir. Belki kültürün geliştiril­
mesinde eğlence bir araç olarak ku llan ı labil i r. Fakat birisinin
öbü rünün yerine geçi ril memesi gerekir. Eğer kültür görüntüsü
ad ı altı nda eğlence teşvik edilir duruma geli rse, bi reysel he­
donizm (zevk, eğlence düşkünlüğü) teşvik edilmiş olur ve so­
nuçta topl umun tüm değerleri al ı nan zevkin artı rı l ması na yö­
neli r. Bu da bi reyselliği ve hatta eğlenceni n eşl ik ettiği uyuştu­
rucu tutkunluğunu gündeme geti rir. Bugün Amerika toplumu
başta ol mak üzere, gelişmiş olarak nitelenen birçok toplumda
tek değerin al ı nan zevkin artı rı l m ı ş olmas ı , d ünyan ı n gelece­
ği açısı ndan ü rkütücüdü r.

1 02
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

1 O. Hoşgörüyü öğretme
Her insan yaşam ı süresince bilerek ya da bilmeyerek kusur
işlemiş, hata yapmışt ı r; yapacakt ı r da. Toplumsal uzlaşman ı n
temelinde kusurun bağ ışlanmas ı yatar. Ancak, burada, can
alıcı nokta, kusurun ya da hatan ı n işleniş n iyeti ile hatan ı n ba­
ğışlanmas ı n ı n bi reyde yaratacağ ı olumlu ya da olumsuz etki­
nin hesap edilmesidir. Planlan m ı ş ve başka birinin, özellikle
de toplumun zararına yönelik bir kusurun bağ ışlanmas ı , soy­
suzluğu ve toplumsal laçkal ı ğ ı arttı racağ ı için , bunun bağ ı ş­
lanmas ı n ı n hoşgörüyle i lgisi olamaz. Bir defa, toplumun tü­
müne yönelik, evrensel değerlere ters olan ve her koşulda,
kendisinden başka herkese zararl ı sonuç vereceği kesin olan
eylem lerin cezaland ı rı lmas ı , düzenl i bir yaşam ı n sağlanması
için gerekli l i ktir. Bu rada dikkat edilecek en önemli h usus, ki­
şinin, yaptığ ı n ı n bilincinde olacak kadar erginleşmiş olmas ı ­
d ı r. Doğal olarak beyin formatlanması tamamlanmam ış biri­
n i , elinde olmayan nedenlerle suçlamak ve cezalandı rmak,
evrensel mantığa ters düşer. Bu nedenle de, hemen tüm top­
lum larda, doğru bir yaklaş ı m la, çocukları n ve akli melekele­
ri yeterince gelişmeyenlerin suçlanması ve cezalandırılması
bel irli bir hoşgörü anlayışıyla yap ı l maktad ı r.
Tarih , rengi , i nancı , dini, gelenek-görenekleri , bir konudaki
düşünceleri farkl ı olduğu için horlanan ve yok edilen insanla­
rı n öyküleriyle doludu r. Bu eylemleri yapan ları n çoğu ya var­
l ı kları n ı sürd ü rememiş ya da sayg ı n l ı kları n ı yiti rmişlerdir.

Kişiyi, elinde olmayan nedenlerle suçlamak ve cezalandtr­


mak evrensel mantığa ters düşer.

Eyleme dönüşmeyen , fi kir ve inanç (inanç tüm dinlerde ortak


değer olduğuna göre, burada inaçtan kastedilen dini farkl ı l ı k-

1 03
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

t ı r) düzeyindeki farkl ı l ı klara da hoşgörüyle bakmak yine bir uy­


garl ı k ögesidir. Dünya toplumları i letişim ve ulaş ı m araclarıyla
birbirlerine yaklaşt ı ğ ı na ve insan ı n tan ı m ı nda, farkl ı ı rklar, din­
ler, adetler, gelenekler ve görenekler olduğuna göre, bu fark­
l ı l ı klara hoşgörüyle bakmak, uzlaşm ış bir bütün olarak yaşa­
man ı n ilk basamağ ı n ı oluşturacakt ı r. Bu hoşgörüyü sağlaya­
mayan eğitim sistemleri ve anlayışlar, eğitmekle yükümlü ol­
dukları insanları , evrensel uzlaşman ı n d ı ş ı na itecek ve bir za­
man sonra da onları n d ı şlanmas ı na neden olacakt ı r. Bunu ya­
pan h içbi r toplumun, kimliğini uzun süre koruyamad ı ğ ı n ı geç­
mişteki örnekleriyle tan ıyoruz.

Eski Yunan'da bir m itolojiye göre, bir kahi n , krala, bir zaman
son ra bir oğlu olacağ ı n ı , bu çocuğun onu öldürerek egemen­
liği ele geçi receğini ve ayrıca karısıyla da evleneceğini söyler.
Bir zaman son ra, kral, doğan oğlan çocuğunu, öldü rmesi için
bir avcıya vererek, onu ormana gönderi r. Avc ı , çocuğa acı r
ve ormanda serbest b ı rakı r. Çocuk ormanda büyür ve kahinin
dediği gibi , bir zaman son ra, babası olan kral ı "bi lmeden" öl­
d ü rerek, onun yerine geçer ve esası nda anası olan kraliçeyle
de evleni r ve ondan çocukları olur. Daha son ra, bu yen i Kral
Oidipus'un öyküsü, yönetmekte olduğu Isparta halkı tarafın­
dan öğrenilir ve binbir cefaya çarpt ı rı l ı r; hakarete uğrat ı l ı r ve
taş ve sopalarla, I sparta Devleti'nden kovulur. M itolojiye göre
tan rı lar bile onu lanetler. Gözleri kör, sefil Oidipus, neredey­
se sürünerek, komşu devlet Atina'ya ulaş ı r ve orada idareci
olarak bulunan bilim çevresine durumunu anlatır: "Ben bilme­
den babamı öldürdüm, anamla evlendim, ondan çocuklanm
oldu; bu nedenle tannlar ve Isparta halkı beni lanetledi, kov­
du; Sizden içecek bir yudum su, yiyecek bir lokma ekmek, ya­
tacak kadar bir yer istiyorum." Bilim adamları toplan ı p kapalı

1 04
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

kapı lar ard ı nda uzun uzun tartı ştıktan son ra, meydanda şöy­
le bir açı klama yaparlar: "Ey Kral Oidipus, babam bilmeden öl­
dürdün, ananla bilmeden evlendin, çocuklarm oldu, herkes ve
hatta tannlar seni lanetledi; seni aşağıladılar, kovdular; fakat
sen bir insansm, bizden birisin, elinde olmayan nedenlerden
dolayı hiç kimse seni suçlayamaz; bu ülkede içecek su, yiye­
cek ekmek, yatacak yer bulacaksm; bunun için tannlarla sa­
vaşmak gerekiyorsa, senin için onlarla da savaşacağız." Böy­
le bir anlayışa sahip olan Atina Devleti, Isparta Devleti'nden
yüz yıl daha fazla ayakta kald ı .

Eski bir tapı naktan bir yazıt


G ü rü ltü-pat ı rtı n ı n ortas ı nda sükunetle dolaş; sessizl iğin
içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davran­
mak açı kça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çal ış.
Sana bir kötülük yap ı ld ı ğ ı nda verebileceğin en iyi karş ı ­
l ı k unutmak olsu n . Bağ ışla v e unut. Ama kimseye tes­
l i m olma. İçten ol ; telaşs ız, kısa ve açı k seçik kon uş.
Başkaları na da kulak ver. Aptal ve cahi l oldukları za­
man bile dinle onları ; çünkü d ünyada herkesin bir öy­
küsü vard ı r.
Yaln ız planları n ı n değil başarı ları n ı n da tad ı n ı çı kar­
maya çal ış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen;
hayattaki dayanağ ı n odu r. Seveceğin bir iş seçersen
yaşam ı nda bir an bile çal ışmış ve yorulmuş olmazs ı n .
İşini öyle sev ki , başarı ları n bedenini v e yü reğini g üç­
lendi ri rken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlam ış
olsun .
Olduğun g i b i görün v e göründüğün g i b i o l . Sevme­
diğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bu­
l u n ; ama h ükmetme. İ nsan ları yarg ı larsan onları sev-

1 05
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

meye zaman ı n kalmaz. Ve unutma ki , i nsan l ı ğ ı n yüzyıl­


lard ı r öğrendikleri , sonsuz uzunluktaki bir kumsalda tek
bir kum taneciğinden daha fazla değildir.
Aşka burun kıvı rma sakı n ; o çöl ortası ndaki yem­
yeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak
için her bitkinin sürekli bakı ma ihtiyacı olduğunu unut­
ma. Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İ l kinin
acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.
Bazı idealler o kadar değerlidir ki , o yolda mağlup olman
bile zafer sayı l ı r. Bu dünyada b ı rakacağ ı n en büyük mi­
ras dürüstlüktür. Y ı l ları n geçmesine öfkelenme; gençli­
ğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Ya­
pamayacağ ı n şeylerin yapabileceklerin i engellemesine
izin verme. Rüzgarı n yönünü değişti remediğin zaman,
yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dü nya, karş ı ­
laşt ı ğ ı n fırtı nalarla değil, gemiyi limana getirip getireme­
diğinle ilgilenir. Ara s ı ra isyana yönelecek olsan da ha­
tı rla ki , evreni yarg ı lamak imkansızd ı r. Onun için kavga­
ları n ı sürdürü rken bile kendinle barış içinde ol.
Hatı rlar mısın doğduğun zamanları : Sen ağlarken
herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki ,
herkes ağlas ı n öldüğünde, sen mutlulukla g ü l ü mse. Sa­
b ı rl ı , sevecen , erdemli ol. Önünde sonunda bütün ser­
vetin sensin. Görmeye çal ı ş ki , bütün pisliğine ve kal­
leşliğine rağmen dünya yine de i nsanoğlunun biricik gü­
zel mekan ı d ı r.
XS ENTİ US
MÖ 9. YÜZYI L

1 06
6. B Ö LÜM

Bilgiyi Kime ve Ne Kadar


Vereceksiniz? (Gelecek Bu Kararla
Başlayacaktır)

Tüm toplumları n amacı , eğitim ad ı altı nda, şu ya da bu neden­


le, bireyleri uygar birer insan olarak yetişti rmek ya da amaçları
doğrultusunda örgütlemek ya da g ütmek için yönlendi rmektir.
Buna eğitim denirse, toplu bir eğitim amaçlanm ı ştır. Kural ola­
rak geçen yüzyı l ı n sonuna kadar hemen tüm ülkelerin uygu la­
d ı ğ ı eğitim politikası da bu yönde olmuştur ve görünürde de bu
yüzyı l ı n ortalarına kadar öyle olacakt ı r. Her insan kendi istediği
yönde ve düzeyde eğitilmelidir ve devletler de bunu karşı lama­
l ı d ı r. Başı ndan beri , Tü rkiye Cumhuriyeti'nin yaklaş ı m ı da, iyi
niyetlerle bu şekilde olmuştu r. Bu nedenle herkes liseye ve üni­
versiteye hücum etmişti r. Özel kurslardan geçenler ve yeterin­
ce bilgiyi bi riktirenler de bu amaçları na ulaşmaktad ı rlar. Dün­
yan ı n hemen her yerinde de durum benzerdir. Hatta Tü rkiye'de
uygulanan bu seçmenin (ÖSYM tarafı ndan) yakın zamana
(FETÖ darbesinde ortaya çıkan birçok olumsuzluğun anlaşıl­
mas ı na) kadar mükemmel olduğuna ilişkin birçok gözlem ve
kan ıt da vard ı r. Acaba ihanete uğramadan önceki haliyle bu
yöntem önümüzdeki yüzyı lda da başarı l ı ve geçerli olabilecek
midir?
Çağdaş eğitim , kapsam ı ve araçları itibarıyla, artık çok pa­
hal ı bir süreçtir. Herkesin en iyi şekilde eğitil mesi maddi ola­
rak m ü m kü n olmayabilecektir. Bu nedenle gündeme, temel

1 07
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

eğitim ve özel eğitim diye iki kavram çı kacakt ı r. Temel eği­


tim, herkesin günlük yaşam ı n ı sürdürebilmesi ve çağ ı n tek­
nolojisini kullanabil mesi için öğrenmesi gereken asgari bilgi­
leri verecektir. O günkü i l kokulda uygun bir şekilde bu günkü
liseye denk bilgiler verecektir. Bu, toplumsal uyumun ve as­
gari anlaşman ı n yerine geti rilmesi açısı ndan bir gerekli l i ktir.
Dolayısıyla, zihinsel özürlü olmayan herkesin yükümlü oldu­
ğu bir eğitim süreci olacakt ı r. Yen i teknikler kullan ı ld ı ğ ı için ,
öğrenme ve uygulama çok daha başarı l ı olabilecektir. Bura­
ya kadar, bugün de kullan ı lan bir yöntem olduğu için bir so­
run yoktur.
Önümüzdeki çağ , bilgi çağ ı olduğu içi n , sadece bilginin
kapsam ı değ i l , en az maliyetle en fazla kim i n öğreneceğinin
ve uygulayacağ ı n ı n da saptanması gerekecektir. Belki i l k bü­
yük yaygara bu yaklaş ı m la doğacakt ı r. Çünkü 1 980' 1i yılları n
ortası nda sessiz sedasız başlatı lan bir proje, esas ı nda, gele­
cek çağ ı n düzeninin ku rulması nda en temel ölçütleri ve yak­
laş ı mları içinde taş ı makta, tabiri caiz ise saklamaktad ı r. Ma­
sum bir şekilde, insan ı n gen haritas ı n ı yapmak üzere başla­
tı lan bu proje, gen haritas ı n ı n çı karmas ı n ı başarm ı şt ı r; ancak
daha son raki gelişmeler sonuçları itibarıyla çok şey doğu rma­
ya gebedir. Bundan son raki yorumları m ı z , özünde bu geliş­
meleri temel alacakt ı r.
1 980'1i yı l ları n ortası nda, yaklaşı k 40 kadar ü lkedeki bilim
i nsanları n ı n katı l ı m ıyla ( 1 995 yı l ı nda bu projedeki bilim i nsa­
nı sayıs ı n ı n 1 0.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir) , i nsan
soyunu oluştu ran kal ıtsal yap ı n ı n , daha bilimsel bir anlatı mla
genlerin ve ONA dizilimlerinin bulunması na yönelik bir çal ış­
ma başlat ı ld ı . " Tüm çağlarm en özel günü" ifadesi ile 26 Ha­
ziran 2000 tarihinde ABD Başkanı Bili Clinton , Birleşik Krall ı k
Başbakan ı Tony Blai r v e özel şi rketleri temsilen Celera Ge-

1 08
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

nomics yetkilileri , projenin ilk ayağ ı n ı tamamlad ı kları n ı dünya­


ya i lan ettiler. Proje sonuçları 200 1 yı l ı nda açı klan m ı ş olsa da
eksikler ancak 2003 y ı l ı nda biti rilebildi. 4 Eylü l 2007'de, Cra­
ig Venter kendi DNA dizisinin tümünü yayı nlam ı şt ı r. Bu, bir in­
san ı n 6 milyar harflik genomunun yayınland ı ğ ı ilk çal ışmad ı r.
Bilindiği gibi genler, bir ya da birkaç özelliği denetleyen ya
da ortaya ç ı kmas ı n ı sağlayan kal ıtsal birimlerdir. Örneği n gö­
zün açı k ya da koyu renkli ol ması bir gen tarafı ndan sağla­
n ı r. İ nsan soyunda yapısal ve hemen hemen ruhsal her özel­
lik bu genler tarafı ndan denetlenir. Her ı rk ı n ve her bireyin bu
genler bakı m ı ndan bileşimi farkl ı d ı r; dolayısıyla özellikleri de
farkl ı d ı r. Özellikler denince, yeteneklerden tutun da hastal ı k­
lara karşı yatk ı n l ığa kadar akla gelebilecek, tan ı m lanabil i r ya
da tan ı mlanamaz her türlü nitelik bu kapsama girer. Öyle ki Ti­
bet'teki bir i nsan ı n yapı sal ve ruhsal özellikleri ile, Avustural­
ya'daki bir yerlinin yapı sal ve ruhsal özellikleri farkl ı d ı r; çün­
kü gen bileşimleri farkl ı d ı r. Tibet'teki i nsanlar, diğer toplum­
lardaki lerle karşı laştırıldıklarında, kendi içinde bir tekdüzeli k
gösterseler d e , yine h e r bi rey birbi rinden bel i rli ölçülerde fark­
l ı d ı r (bireysel özel likler) . İşte bu proje, i nsan soyunda mevcut
olan tüm genlerin yap ı s ı n ı ve niteliğini saptamayı amaçlamak­
tad ı r. 1 995 y ı l ı na gelindiğinde, diğer kromozomlardaki birçok
genlerin yan ı s ı ra, anormalliği halinde Down Sendromu de­
nen mongol çocuk oluşumuna da neden olan 2 1 . kromozom
üzerindeki tüm genler bulunmuş ve haritası çizilmiştir. Bunun
için yaklaşı k 4 milyar, diğer bazı kromozomları n yapısı n ı ay­
d ı nlatmak içi n , 1 995 yı l ı na kadar yaklaşı k 1 O milyar dolar har­
can m ış; projenin tümüyle sonuçlanmas ı na kadar 1 00 m i lyar
dolar harcanması öngörülmektedir. İ nsan l ı k tarihinin en bü­
yük projesi olarak adland ı rı lmaktad ı r. Çoğu şeyi kader olmak­
tan çı karacak bir proje . . . Bu proje kapsam ı nda, şimdilik yak-

1 09
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

laş ı k 4.500 hastal ı ğ ı n gen düzeyinde (aksakl ı ğ ı n hangi kro­


mozomun hangi segmentinde) yeri bulunmuştur. Bir taraftan
bunlar araştı rı l ı rken , diğer taraftan , tespih taneleri gibi dizil­
miş, her biri , kural olarak bir ya da daha çok özelliği denetle­
yen , gen dediğimiz yapı ları n ameliyatı da, yan i kendi içerisin­
deki molekül lerin yap ı s ı n ı ya da s ı ras ı n ı ya da tümünü değişti­
recek yöntemler de geliştirilmeye başlanm ı ştı r. Bu değiştirme
işlemi , şimdilik ilkel düzeyde, en azı ndan başarı l ı bir şekilde
bakteriler düzeyinde yapı lmakta; fakat oldukça yakın bir za­
manda, yüksek organizasyonlu canl ı larda da yap ı l ması gün­
demdedir. N itekim geceleri ı ş ı k çı karan ateş böceklerinin ışık
ç ı karılması ndan sorumlu genleri , domates bitkisine aktarı l m ı ş
v e geceleri bunları n da ı ş ı k çı karması sağlan m ı ş ; Ant Dağla­
rı'nda çok düşük sıcakl ı klarda yaşayan bir bal ı ğ ı n gen i , patl ı ­
can bitkisine aktarılarak, bugüne kadar sıcak yerlerde yaşa­
yan patlıcan bitkisi n i n , artık soğu kta da yetişmesi sağlanm ı ş ;
Hollanda'da i nsan sütü genleri ineklere aktarı larak, ineklerin
i nsan sütü vermesi sağlan m ı ştır . . .
Bilimsel araşt ı rma b i r defa başlamaya görsün, çeşitlenme
ve sürprizler birbiri ard ı na gelir . . . Doğal seçilimle evrimleşme­
nin son uçları n ı bekleme devri , yakı n ilgimiz d ı ş ı ndaki canl ı lar
hariç, kapan ıyor görünmektedir. Artık, bir özelliğin ya da uyu­
mun ortaya çı kması içi n , milyonlarca yıl beklenmeyeceği gibi ,
herhangi bir canl ı daki kazan ı l m ı ş bir özelliğin, evrensel ola­
rak, yan i diğer herhangi bir canl ı tarafı ndan kullan ı lması da ar­
t ı k zor olmayacakt ı r. Tüm canl ı lardaki genleri n , i nsanları n ve
keza diğer can l ı ları n h izmetine sunulma aşaması na gelinmiş­
tir. Yakın zamanda C vitamini alman ıza gerek kalmayacak, C
vitaminini sentezleyen gen , örneğin karaciğer h ücrelerine ek­
lenecektir. Bugüne kadar kader olarak n itelendirilen binlerce
kal ıtsal hastal ı k, i nsan soyunun gen havuzundan ç ı karılacak-

1 10
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

t ı r. Günlük yaşam ı m ızı sekteye uğratan, yap ı m ızla ilgili birçok


olumsuz özellik düzeltilecektir.
Eskiden beri bazı yeteneklere ve rahatsızl ı klara yatkı n l ı k
biliniyordu. Örneğin g üzel sanatlara yatkı n l ı k, m üzik, resim, e l
becerisi vs. gibi özellikleri n , kal ıtsal yatkı n l ı ğ ı n yan ı s ı ra, da­
ha çok bu konularla ilgilenen aile yapısı ndan esinlendiği ya
da kaynakland ı ğ ı zannediliyordu. Birçok ruhsal bozukluğun,
çevre ve aile i lişkilerinden kaynakland ı ğ ı na inan ı lm ı ş , bunun
için birçok kuram da geliştirilmişti . 2000'1i yıl lara gel indiğinde,
depresyon , şizofreni ve birçok ruhsal hastal ı ğ ı n , sadece ka­
l ıtsal temele dayandığı bulunmakla yetinilmemiş, ayrıca han­
gi kromozomun hangi segmentindeki nu kleotit dizilimi (kal ıt­
sal bilgiyi sağlayan birim ler) ile ortaya ç ı ktığı da saptanm ı şt ı r.
Hastal ı kları n ortaya çı kmas ı n ı n ya da yatk ı n l ı ğ ı n , ruhsal
olaylardaki yetki nliğin ya da bozukluğun, akla gelebilecek bir­
çok yeteneğ i n , öğrenmenin, hafızan ı n , yaratıcı l ı ğ ı n vs. dere­
celerinin kal ıtsal olduğu anlaş ı ld ı ktan ve bunları n bir kısm ı ­
n ı n , hangi kromozomlarda, hangi segmentlerde hatta hangi
dizilimlerde olduğu bulunmaya başland ı ktan son ra, eğitilecek
kişilerin doğuştan gelen yetenekleriyle hangi alanlarda daha
başarı l ı olabileceklerinin saptanması gündeme gelecektir.
Dünya olanakları n ı n gün be gün azald ı ğ ı , doğal kaynakla­
rı n tah ribinin arttığ ı , emekle verim arası ndaki tavizsiz s ı n ı rla­
rı n çizildiği bir dünyada, doğal olarak, insana yapı lacak yatırı­
mın da doğru olarak yön lendi rilmesi konusu gündeme gelmiş­
tir. Nas ı l ki maraton koşacak sporcuları n , çocukken bacakla­
rı ndaki beyaz-kı rm ı z ı kas liflerinin sayısı na, ağ ı rl ı k kaldı racak
haltercilerin omurları na bakı larak yat ı r ı m yap ı l ıyorsa, bundan
böyle fikri konu lar dediğimiz alanlarda yetişeceklerin de yete­
neklerine bakı lacak ve ona göre üzerlerine yapı lacak yatırım­
ları n derecesi saptanacakt ı r.

111
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Gelişmiş ülkelerde, bugüne kadar, orta eğitimde, öğret­


menlerin ve dan ı şmanları n verdiği rapora göre bir yönlendir­
me yapı lagelmiştir. Ancak bu, her zaman tartı şmaya açı k ol­
muş ve sonucun yansı zl ı ğ ı konusunda kuşkuları n doğmas ı ­
na neden olmuştur.
Yirmi biri nci yüzyıla başlarken, artık, bütün bu yetenekle­
rin de kal ıtsal bir temele dayand ı ğ ı anlaş ı l ı nca, bundan böy­
le eğitilecek kişileri n , şimdilik, kal ıtsal yapı ları üzerinde oyna­
mak için gerekli teknoloji henüz gelişmediğinden, yaşamala­
rına ve ü remelerine izin veri lenleri n , kal ıtsal bileşimlerine gö­
re geleceklerinin yönlendiri lmesinin ve eğitil mesinin yasal ku­
ral lara bağlanması kaç ı n ı l maz görülmektedir.
Nas ı l ki , süt, yumu rta verimi için , boy uzunluğunun ve vü­
cut ağ ı rl ı ğ ı n ı n derecesini saptamak içi n , pol i merik genler di­
ye n itelendi rilen, bir dizi gen bulunmuşsa, zeka ve yaratıc ı l ı k
v e keza birçok beceri için yine b i r dizi geni n varl ı ğ ı n ı n farkı na
varı l m ı şt ı r. Hatta ömür uzunluğunu denetleyen genlerin var­
l ı ğ ı da artık araşt ı rmaları n konusu olmuştu r. Çünkü ayn ı vü­
cut yapı s ı na sahip kartal ile tavuktan, biri yüz y ı l , diğeri en faz­
la altı yıl yaşayabi l i r. Bitkilerin bir kısmı ne yaparsan ı z yap ı n ,
birinci senenin sonunda ölür; b i r kısmı d a binlerce y ı l yaşar.
Ayrıca her tür, kendi içinde ömür uzunluğu kal ıtsal olarak az
çok farkl ı olan bi reylerden meydana gel i r. Bu nedenle uzun
ve sağ l ı kl ı yaşayan ; belirli rahatsızl ı kları (örneğin en popüler
olanlardan, yüksek tansiyon , aşı rı kolesterol, genç yaşta do­
laş ı m bozuklukları vs.) ya da hastal ı kları (kanser, böbrek, sin­
diri m , duyu organ ı hastal ı kları) kuşaklar boyu gösteren aile­
ler bilinmektedir.
O halde, baş ı ndan beri yetiştirilme koşul ları eşit olsa da,
veri len bir bilginin alg ı lanma ve kavrama düzeyleri , bireyle­
rin kal ıtsal yapı ları na göre farkl ı olacakt ı r. Ayrıca her bi reyin ,

1 12
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

farkl ı alanlardaki bilgileri kavrama ve öğrenme yetileri de fark­


lı olacakt ı r. O halde olanakları n ı z s ı n ı rl ı ise, bilginin ve hangi
bilginin hangi bireylere, hatta hangi miktarlarda veri l mesi ge­
rektiğinin saptanmas ı ve bununla ilgili seçim, verimli bir eği­
tim ve ekonomik bir dünya yarat ı l ması bakı m ı ndan kaç ı n ı l­
maz olacakt ı r. Bu, ayrıca, ayn ı yetenekleri paylaşan bireyle­
rin bir araya gelmesini sağlayacağ ı içi n , kendi içlerinde yerine
göre bilgi artış ı n ı kolaylaştı racak ve yerine göre de yarışmayı
güçlendi recektir. Fakat tüm bu s ı n ıfland ı rmalar yap ı l ı rken , bi­
reyleri n önce bir i nsan olduğu göz ard ı edilmemeli ; her ne ka­
tegoride olurlarsa olsunlar, tüm bireyleri n kendi araları nda bir
toplum bilincini yaşatacak şekilde, asgari eğitim ve bilgi d üze­
yine u laşmaları sağlanmal ı d ı r. Yat ı r ı m yapı larak kazand ı rı la­
cak bilgi ve becerinin s ı n ı rı , anlatmaya çal ışt ı ğ ı m ı z ve çal ışa­
cağ ı m ı z insan ı n temel hak ve özg ü rlüklerinde tarif etmeye ça­
l ı ştı ğ ı m ı z eğitim ve yönlendi rilme hakkıyla s ı n ı rl ı olacak; fakat
en az bu s ı n ı ra ulaşması için her türlü olanağ ı n kullan ı lmas ı
güvenceye alı nacakt ı r.
Kal ıtsal yapıya göre bireylerin seçi limi ve yönlendirilmesi,
büyük bir olas ı l ı kla, önümüzdeki elli yıl içerisi nde, kaç ı n ı lmaz
olarak uygulanacakt ı r. Bu sürenin sonunda, gelişen teknolo­
j iyle birl i kte, diğer tüm canl ı larda olduğu gibi, i nsan ı n da da­
ha gamet evresinde iken ya da ona benzer bir evrede i ken,
gen bileşimlerinin nitelikleri , yapay olarak düzenlenebilecek
ve dolayıs ıyla, her ortamda olumsuzlukları defalarca kan ıtlan­
mış özellikleri n , i nsan gen havuzundan tamamen ayı klanması
sağlanm ı ş olacakt ı r. Zeka, yaratıcı l ı k, beceri ve ömür uzunlu­
ğunu denetleyen genlerin sayısı ve bileşimi en yüksek d üze­
ye ç ı karı lmaya çal ışı lacakt ı r.
Bu evredeki i nsanları n hak ve özgü rlükleri ile toplu msal
yönlendi rmedeki yetkilerinin ne olduğunu tartışmak, galiba,

1 13
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

gelecek yüzy ı l ı n düzenini tartışmayla ayn ı anlama gelecektir.


Böyle bir şeyin tartışı lmas ı , sadece, gelecek konusunda yo­
rum yap ı lmas ı n ı değ i l , bugünkü bozuklu kları n da temel n ite­
liğinin anlaş ı l mas ı demektir. Bundan son raki satı rları okuya­
cak olan insanları n bi rçoğu , bugüne kadar klasik bir eğitimden
geçti kleri , dünyadaki kaynakları Tanrı ' n ı n i nsanlara bahşetti­
ği s ı n ı rsız kaynak olarak n itelendirdikleri ve her doğan can l ı ­
n ı n d a Tanrı ' n ı n b i r ku l u olduğunu düşündükleri nden , h e r şe­
ye hakları olduğu d üşüncesinden kurtulamad ı kları için tepki
göstereceklerdir. Bu öğretinin geçmişinde, i nsanları n deliler
tarafı ndan idaresine bile göz yumulmas ı öğütlenmiş; bunun
bazı i nsanlara verilmiş müktesep (buradaki anlam ı ile baba­
dan oğu la geçen) bir hak olduğu inancı yerleştiri l meye çal ı ­
ş ı l m ışt ı r. Bu nedenle, i nsanoğlu, temelini seçme v e seçilme­
den alan bir düşünceni n ü rünü olan demokratik basamakla­
rı tı rmanmada geç kalm ı ş ve hatta bu seçme ve seçilme işle­
minin evrensel olmayan ve doğal yapıya dayanmayan ölçüt­
lerle yap ı l mas ı nedeniyle, bugün dahi gerçek demokrasiye ve
temel hak ve özg ü rlüklerin tan ı m ı na bir türlü u laşamam ışt ı r.
İşte "Genom Projesi" diye adland ı rı lan i nsan gen projesi, ilk
defa, kişilerin ellerinde suland ı rı lamayacak, kişi lerin beceri ve
yeteneklerini ölçmede objektif kıstasları , ta başı nda verecek
bir girişimdir. Bu, tüm çağlardaki gelenek ve görenekleri n , de­
ğerlendi rme yöntemlerinin değişti rilmesi ve bilimsel esaslara
bağlanması demekti r. Bu kıstaslar altı nda bakal ı m demokra­
sinin, temel hak ve özgü rlükleri n , seçme ve seçilme hakkı n ı n
v e keza yetki ve sorumlulukları n tan ı m ı nas ı l olacakt ı r? An­
cak demokrasinin ve temel hak ve özg ü rlüklerin yeni tan ı m ı ­
n a geçmeden önce, bilginin nas ı l veril mesi gerekeceği konu­
sunda da yeni bir yaklaşı ma gerek vard ı r.

1 14
7. B Ö LÜM

İnsan Yaşamında Etkili Yönlendirme


Nasıl ve Ne Zaman Yapılmalldır?

İ nsanlar arası nda yayg ı n bir kan ı vard ı r: N ice yetenekler keş­
fedilmeden yok olup gitmektedir. Belki fizi kte Nobel alacak
bir yetenek, şimdi, örneğin, ayakkabı tami ri ile uğraşmakta­
d ı r. Demek ki seçimdeki aksakl ı ğ ı n şu ya da bu şekilde farkı­
na varm ı ş durumdayız. Pekala, böyle bir adam ı , yan i kal ıtsal
yap ısı bakı m ı ndan yetenekl i olan ayakkabı tami rcisi n i , ömrü­
nün ortaları na ya da sonları na doğru keşfedip de, dünyan ı n
e n ü n l ü fizikçilerinin aras ı nda eğiti rsek, acaba, b u kişi kendin­
den beklenen veri mi verebilir mi? Elimizdeki tüm bilgiler ve
gözlemler, belirli bir yaşa kadar eğitilemeyen insan ları n , daha
son ra eğitilmelerinin hemen hemen olanaksız olduğunu gös­
termektedir. Demek ki bilginin verileceği zaman ı n da seçilme­
si çok büyük bir önem taşı maktad ı r. Veri lecek bilginin, orta­
ya çı karacağ ı sonuçları n değerlendi rilmesi de ilginç olacak­
t ı r. Daha önceki başl ı kta, bir i nsan ı n yeteneklerindeki s ı n ı rla­
rı n kal ıtsal yap ı ile denetlendiğini yazm ıştık. Acaba bu denet­
leme mekanizmas ı n ı n esnekliği biyolojik olarak nedi r?
Canl ı larda ve keza can l ı lar aleminin bir üyesi olan i nsan­
larda, biyolojik olarak, özelliklerin ortaya çı kmas ı n ı n üç yoldan
gerçekleştiğini bilmekteyiz. Bun lar:

1 . Sayılabil i r ve ölçülebil i r yapısal özeli kler


Bunlar, örneğin göz rengi, burun yapısı , kulak yap ı s ı , saç ya­
pısı , vs. gibi tan ı m lanabilir özeli klerdir. Kişi eğitilse de eğitil-

115
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

mese de, iyi beslense de beslenmese de, olumlu ya da olum­


suz bir çevrede yetişse de yetişmese de, hemen her koşul­
da ortaya ç ı kan özelliklerdir. Yani bir anlamda kal ıtsal yap ı ile
fenotipin hemen hemen bire bir özdeşleştiği özelliklerdir. Bu
özelliklerin değişimi sadece biyoteknolojik yöntemlerle ya da
gen bileşiminin değişmesine yönelik ıslah çal ı şmaları ile yap ı ­
labil i r. Kişinin değişmez kaderi olarak n itelendiri lebil i r.

2. Kendini gösterme derecesi diğer etmenlerin de


etkisine bağlı olan özellikler
Bunlar, örneğin, boy uzunluğu, ki lo, zekan ı n ve duygusall ı ğ ı n
gelişmesi vs. gibi özelliklerdir. Örneği n iyi beslenen b i r insan­
da, boyun uzunluğu, bireyin geniş anlamda bağ l ı olduğu ı rk
g rubunun, dar çerçevede ise kendi kal ıtsal yapısı içerisinde,
minimum ve maksimum boyutlara ulaşmas ı n ı sağlar. Örne­
ğin Pigmeler 80- 1 20 cm, Buşmanlar 1 70-200 cm boyundad ı r­
lar. Pigmeleri ne kadar iyi beslerseniz besleyin , h içbi r zaman
1 70 cm boyunda olmazlar; çünkü boy uzunluğu genlerle sı­
n ı rlan m ı şt ı r. Yaln ız, beli rl i bir gen bileşimine sahip bir Pigme,
kötü koşullarda örneğin 70 cm, ortalama koşullarda 80 cm,
en uygun koşullarda da 90 cm olabilir. Bu Pigmeyi ne kadar
iyi beslerseniz besleyin , kal ıtsal gen bileşimi uygun değilse,
kendi ı rk g rubunun en yüksek düzeyi olan 1 20 cm'ye ulaşa­
maz. Bu durum bütün can l ı lar için ve can l ı lardaki birçok özel­
l i k için geçerlidir.
Zekan ı n gelişmesi , i nsan soyunda, tiroksin hormonu dediği­
miz, tiroit bezinden salgı lanan bir hormonla yakı ndan ilişkilidir.
Tiroit hormonunun etkinliğini sağlayan kısm ı , iyot taşıyan bir
kısı md ı r; dolayısıyla yeterince iyot al ı nmayan bir ortamda yeti­
şen bireylerin zeka düzeyi ve keza vücut oranları bakımı ndan
yetersiz olduğu birçok gözlemle bilinmektedir. Çünkü bu hor­
mon birçok özel proteinin ü retimini başlat ı r ya da güçlendirir.

1 16
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

İyot sıvı hale geçmeden buharlaşabilen, yani süblime ola­


bilen, ayrıca yükseklere çıkıld ı kça, buharlaşma oranı çok ar­
tan nadir elementlerden biridir. Bu nedenle arazi bakı m ı ndan
dünya ortalamas ı n ı n çok üstünde bulunan Anadol u toprakla­
rı , ne yaz ı k ki , iyot bakı m ı ndan dünyan ı n en faki r toprakları n­
dan biridir. Dolayısıyla Anadolu insan ı yeterince iyot almadan
gelişi mini tamamlar. Bu nedenle örneğin bir iyot faktörün ü or­
tadan kald ı rmadan, Anadolu i nsan ı n ı n zeka düzeyi üzerinde
ortalama bir yorumda bulunmak ve bunu kal ıtsal yap ıya da­
yand ı rmak sakı ncal ı olabil i r. Belki de Tü rkiye'de iyotlu tuz kul­
lanmayı yasal bir zorunluluk haline geti rmeyle, bu koşulun ye­
rine geti rilmesi sağlanabilir. Buna bağ l ı olarak birçok elemen­
tin, örneğin florürün , çinkonu n , demi rin , bakı rı n ve keza birçok
bileşiği n , örneğin vitaminlerin tümünün ve temel molekülleri n ,
örneğ i n , yeterince aminoasit, yağ v e karbonhidratı n sağlan­
mas ı , kal ıtsal yap ıdaki farkl ı l ı ğ ı n objektif ve doğru bir şeki lde
s ı n ıfland ı rı l ması için öncelikli bir gerekliliktir.
Bu şekilde birçok hormonu n , bi leşiğin ve özellikle vitami n
denen özel bileşimli molekülleri n etkinliği bilinmektedi r.
Bütün bu koşullar yeterince yerine geti ri lse dah i , yetenek­
lerin geliştirilmesi , gelişim süreci içerisi nde uygun zamanda,
uygun impulsları n verilmesiyle mümkündür. Çünkü gelişim ,
bugünkü işleyişiyle, geriye dönüşü olmayan b i r değişim ve
sürekliliktir. Ancak zamanmda ve uygun impulslarm verilme­
siyle, istenen değişiklik/er sağ/anabilir. İşte bi raz önce verdi­
ğimiz, ayakkabı tami rcisi-Nobel ödülü alabilecek kişi aras ı n ­
daki il işki , bu impuls sü recinin gecikmesinin y a d a daha doğru
bir tan ı m lama ile uygun zamanda veri lmemesinin bir sonucu­
dur. Bu uyarı lar nas ı l verilmelidir sorusuna geçmeden önce,
zamanlaman ı n önemine bilimsel olarak bi raz daha değinel i m .

1 17
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

G
0 0-+
/.\

0 8 Akson
Sinaps

Apolar M ultipolar (çok kutu plu)


(kutupsuz) sinir hücresi sinir h ücresi

Şekil 1. Apolar---> m u ltipolar sinir hücresinin gelişmesi


(ana karn ı nda) .

İ nsan ı n sinir hücreleri , ana karn ı nda yaklaşı k 4. aya kadar


uzantı ları ndan hemen hemen yoksundur (apolard ı r) ve bu sü­
reç içerisinde çoğalmaları n ı sürdürü rler. Bu süreni n sonunda,
sentrozom denen yapı ları n ı hücre d ı ş ı na atarak bölünme ye­
teneklerin i yiti ri rler ve ancak yanlara doğ ru uzun (akson) ya
da kısa (dendi rit) kol lar meydana geti rerek dallan maya baş­
larlar. Bu aşamadan son ra sayıca değ i l , hacimce bir büyü­
me söz kon usudur. Özellikle bu evreye kadar protein ve vita­
m i n ler başta olmak üzere, zengin bir diyetle beslenen hami­
le kad ı nları n çocukları nda, her ne kadar alt ve üst s ı n ı rı kal ıt­
sal olarak saptanm ı şsa da, sinir hücrelerinin sayıs ı , bu s ı n ı r­
larda en yüksek düzeyine çıkabi lir. Yan i zeka ve becerilerin
esas ham materyali daha bu evrelerde kurul maya başlan ı r.
Bu evreden son raki gelişmeler ise, kişinin daha sonraki
yarg ı ve yorumlama yeteneğinin artmas ı n ı sağlayan gelişme­
lerdir. Bilim i nsanları sinir dokudaki bu örgütlenmenin ad ı n ı ,
sinapslaşma ve traktlaşma (yollaşma) olarak tan ı mlarlar. Si­
napslaşma, hücrelerin akson ve dendi rit denen uzantı ları n ı n
birbirleriyle yaptı kları özel bağlantı ları n özel ad ı d ı r. B u sinaps­
laşma, özellikle beyindeki hücrelerin örgütlen mesi için çok
önemlidir. Bunları n sayısı da kal ıtsal olmas ı na karş ı n , bes-

1 18
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

lenmeni n önemi yads ı namaz. Sinir hücreleri , ilettikleri impuls­


ları n (bir çeşit elektrik sinyallerinin) komşu hücrelere atlama­
mas ı (yani yandaki tel ile kontak yapmamas ı ) içi n , değişik ör­
tülerle (örneğin miyelinle) , özellikle gelişimin belirl i bir evresin­
den son ra yal ıtı l ı rlar. Bu durumda, bilginin, daha doğru bir ta­
n ı mla impu lsları n sadece sinaps ad ı veri len açı k kap ı lar ara­
c ı l ı ğ ıyla, hedefe doğru i letilmesi sağlan m ı ş olur. Çocuklarda
beyi ndeki miyelinleşme, yani , yal ıtı m , tam olarak gerçekleşe­
mediği içi n , anlam l ı sözcükleri n ve davran ışları n ortaya ç ı k­
mas ı ancak miyelin leşmeden son ra olur. Ancak bu arada, si­
napslaşma, ancak miyelinleşmen i n olmad ı ğ ı hücrelerde orta­
ya ç ı kt ı ğ ı için , beyin hücrelerinin organizasyon düzeyi nin yük­
selmesi n i n , miyelinleşme h ızıyla ters orant ı l ı olduğu söylene­
bilir. Bu nedenle biraz geç kon uşan bir çocuğun, yarg ı lama
ve yorum lama yeteneğinin, ileride, bi raz daha fazla olabile­
ceği söylenebilir. Çünkü sinaps sayısı şunu sağlar: Örneğ i n ,
beyn in herhangi bir çeki rdeğine gelen bir uyarı n ı n y a da sor­
gunun, kollar arac ı l ı ğ ıyla, yan i h ücrelerin bir çeşit kapı ları olan
sinapsları arac ı l ı ğ ıyla, diğer hücrelere dan ışı lmas ı n ı da sağ­
lar ve yan ıtı n ı , gelen bu bilgilere göre hazı rlar. Dolayısıyla, ne
kadar çok merkeze ya da hücreye dan ı ş ı l ı rsa, yan ıtı n , o denli
kusursuz olma olas ı l ı ğ ı artar. Yani düşünmede, yarg ı lamada
ve yorum lamadaki karmaş ı kl ı k ve kusursuzluk düzeyi , sinaps
sayıs ıyla doğru orant ı l ı d ı r.
Düşünme, yarg ı lama ve yorum lamadaki yetkinlik, beyinde­
ki h ücrelerin hem sayısı , hem sinaps miktarı ve hem de olu­
şan bilgi yol ları n ı n sayısı ve işlerliği ile saptan ı r. Bu saptama­
da en önemli etmenler, kal ıtsal faktörler ve özellikle ana kar­
n ı nda iken ve daha sonra gelişim süreci tamamlan ı ncaya ka­
dar (miyelinleşme oluncaya kadar) uygulanan beslenme reji­
midir. Bu süreç içerisinde uygulanan eğitim ve öğretim yön-

1 19
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Sinir h ücresi

Sinaps

Şekil 2: Sinir hücresindeki sinapslar.

temleri ise bilgi yol ları n ı n açı k kalmas ı n ı sağlayacağ ı içi n , yo­
rumlama ve yarg ı lama yeteneğinin sürdürü lmesin i ve gelişti­
rilmesini sağlayacakt ı r.
Beyindeki sinir l iflerinin, beyin yapısı içerisinde "Trakt =
Yol" denen karmaşı k bir örgülenme yapt ı ğ ı bilinmektedir. Bu
örgülenmenin temel yap ı s ı , insan soyunda hemen hemen
benzer olmakla birlikte, derecesinin ve karmaş ı kl ı ğ ı n ı n bi rey­
den bi reye değiştiği de bilinmektedir. Bu yol ları n mimarisinin
de kal ıtsal yapıyla saptanmas ı na karş ı n , sayıca artı rı lmas ı n ı n
v e en önemlisi işlerliğinin devam etti ril mesinin, d ı ştan verile­
cek uyarı larla sağlanmas ı , eğitim ve öğretim bilimi açısı ndan
son derece önemlidir. Bu yol ları n sayısı , m imarisi ve örgü­
lenme şekl i , kişinin bilgi ve becerisinin derecesini saptar. Öğ­
renme, yaratma, yarg ı lama, hatta belki dogmatik eğilimli ol­
ma, bu yolları n izlediği g üzergahlarla ilgili olabilir. Fakat bura­
da en dikkat çeken h usus şudur: Bu bilgi yol ları , gelişim evre­
sinin ancak beli rl i dönemlerinde, özell i kle ilk yaşlarda açı kt ı r;
daha son ra kullan ı l ı p-kullan ı lmad ı ğ ı na ya da hangilerinin kul­
lan ı l ı p-kul lan ı l mad ı ğ ı na bağlı olarak bu yollardan baz ı ları , dö­
n üşsüz olarak kapatı l ı r ve kişi o yöndeki becerisinin önemli bir

1 20
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

kısm ı n ı yitirir. İşte bu nedenle, potansiyel olarak Nobel Ödü l ü


alabilecek fizik yeteneğine sahip olan b i r ayakkabı tami rcisi ,
daha son ra eğitilmesi için bu olanaklara kavuşsa dah i , bece­
risin i gelişti recek organi k yapıyı geri geti remez. Bunun yerine
seçtiği ve geçtiği yaşam yolu , ancak el becerisini sağlayacak
bilgi yol ları n ı n gelişti rilmesini sağlar. Eğer bu el beceri yol ları ,
bu kişide kal ıtsal olarak mükemmel ise, el becerileri bakı m ı n­
dan da iyi bir usta ya da yaratıcı olur; eğer mükemmel değil­
se, yeteneksiz bir tami rci olarak yaşam ı n ı sürdürü r.
Bu kesi mdeki özelliklerin hemen hepsi , az ya da çok olarak
bir bireyde açığa ç ı kar; yaln ı z yetkinlik dereceleri farkl ı olur.
Beyni n gelişmesiyle ilgili olan bu evreler, beyin organizas­
yonun tamamlanma sürecinde gerçekleşir. Bu nedenle, bu
evreleri n , bugüne kadar gelen bir sezinlemeyle, 1 8 yaşta son-

Motorik alan
Ekstra piramidal yol

Korpus st riatum
(nasırlı cisi m)

Dorsal t al am ik
çekirdek

Ventral ta l a m i k ____..._
...,._ _____""

çekirdek
H ipotalamus

Medulla oblongata
Duyusal çekird e kten
Motorik çeki rdeklerden ,, . . - . • • gelen kra n iyal s i n i rler
gelen kra niyal sinirler ' içinde d uyusal nöro nl ar
içindeki motorik nöronlar

O m u ri l iğe giden
ve gelen nöronlar

Şekil 3: Bilgi yolları = trakt.

121
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

land ı ğ ı varsay ı l m ı ş ve bireyler bu evreden sonra ergin olarak


kabul edilmişti r. Kişiye, ancak bu evrenin sonunda yetki , so­
rumluluk ve eski bir tan ı mla ceza-i ehliyet yüklenebil i r. Fakat
hiç kimse bunun bir sü reç olduğunu düşünemez. Bir kişi, doğ­
duktan son ra 1 7 yıl 364 gün yaşam ışsa birçok konuda, özel­
likle toplumsal kon ularda, sorumluluğu ve yetkisi yoktur; 1 7
yıl 365 gün yaşam ı ş ise yetkil i ve sorumlu olm uştu r. Yasalara
göre, bi rey bir günde olgunlaşm ıştır. Biyoloj i biliminin yeterin­
ce gelişmediği dönemlerde böyle bir kabul, "uygu lanabilir so­
n uçlar" da geti rdiği için hoş görülebilir; ancak kabu llere yer b ı ­
rakmayacak şekilde bilimin gelişmesi, bu kavram ı n d a yeni­
den ele al ı nmas ı n ı gerektirir. Her ne kadar beyin organizas­
yonu , bir anlamda değişimi, daha önce kabu l edilmiş yaşla­
ra doğru tamamlan ıyorsa da, bir kişinin yetki n ya da sorumlu
olmas ı , onun gerçek beyin organizasyonuna ulaşıp ulaşma­
d ı ğ ı n ı n saptanmasıyla gerçek yerine oturtu labi lir. Kişi , 40 ya­
ş ı na da gelse, bazen bu organizasyon bakı m ı ndan , toplum­
sal yaşam ı etkileyebilecek yetkiyi kullanacak kadar yeterl i ola­
maz. Bu olgunluğa ulaşmayan ya da ulaşamayan bir kişinin
eline yetkilerin veril mesi de, en başta gelişmekte olan kuşak­
lar olmak üzere, olumsuz etkilere ya da yönlendi rmelere ne­
den olabi lir. Bu nedenle bir insan ı n olgunluk yaş ı , daha bilim­
sel bir yaklaşı mla derecesi, artı k senelerle değ i l , kazan m ı ş ol­
duğu beyin organizasyonunun derecesiyle ilgili olmal ı d ı r. Do­
layısıyla da kişiye, taş ı d ı ğ ı beyinsel organizasyon, diğer bir ta­
n ı mla beceri ve bilgi derecesinin oran ı nda yetki veri lebilmeli
ve belki bu derece oran ı nda sorumlu tutulmal ı d ı r. Daha son­
ra değineceğimiz temel hak ve özgürl ü kler de bu derecele­
re göre s ı n ı rland ı rı l mal ı d ı r. Yani bir adam ı n seçme (ve bel­
ki seçi lme) hakkı , daha açı k bir tan ı mla, toplumun yön lendi­
ril mesini sağlayacak i nsanları tayin etme hakkı , bu durumda

1 22
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

eşit olamayacak, herkesin beyin organizasyonu ve daha son­


ra demokrasinin yen iden tan ı m ı nda geniş olarak ele alacağ ı ­
m ı z gibi, bilgi birikiminin derecesiyle orant ı l ı olacakt ı r. Böyle
bir hak da, örneğin 1 - 1 00 arası nda değişecektir (vatandaşl ı k
hakkı ) . Bu hakkın nas ı l saptanacağ ı temel hakları n tan ı m ı s ı ­
ras ı nda verilecektir.
İşte eğitimde ve öğretimdeki en önemli başarı , objektif kıs­
tasları (yani h ücre sayısı n ı , sinapslaşmayı ve bilgi yol ları n ı )
önceden saptayarak, kişiye, kal ıtsal yapısı n ı n gel işti rebileceği
ve yetkinlikle kullanabileceği bilgiyi zaman ı nda verebi lmekti r.

3. Kal ıtsal yetkinl iğe sahip olmakla birlikte, her


bireyde ortaya çıkmayabilen özell i kler
Ancak özel uyarı larla bu genlerin işlek hale geçi rilmesi sağ­
lanabilir. Örneğin, boğalarda ve keza i nsanları n erkeklerin­
de süt vermeyi , yavruya bakma davran ışları n ı ve horozlarda
yum u rta oluştu rmayı sağlayan genler vard ı r. Fakat hiçbir za­
man etki lerini göstermezler. Ancak, östrojen hormonları dedi­
ğimiz dişil i k hormon ları , uygun gelişim evrelerinde verilince,
bu özellikler ortaya çı kmaya başlar.
İ nsanda 32.000 kadar genin olduğu varsayılmaktad ı r. Fa­
kat bunları n bir kısm ı bazı düzenlemeler içi n , bir kısm ı geç­
mişin bir tortusu olarak arta kalm ı şt ı r; bir kısmı da uygun uya­
rı bulunmad ı ğ ı için sadece bir ham bilgi olarak saklan ı r ve
6.000- 1 0.000 kadarı da insan ı i nsan yapan özelliklerin orta­
ya çı kmas ı için kullan ı l ı r. Bu sonu ncu pakette bulunan genle­
rin de bir kısm ı ancak uygun uyarı larla işler hale geti rilebil i r.
İşte bu sonuncu g ruptaki genlerin yapısı n ı n ve uyarı lma biçi­
minin bilinmesi , yeteneklerin geliştirilmesi açısı ndan son de­
rece önem lidir. Bunun için elimizde hayvanlara dayal ı birçok
deney ve gözlem vard ı r. Örneğin cennet kuşları n ı n erkekle-

1 23
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ri , bir ağac ı n baş ı na çıkıp iki ay süreyle ötmedikleri takdi rde,


çevredeki dişilerin yumurta yapma hormonları salg ı lanmaz.
Bir maymun kolonisinde, kuwetli (lider) erkek ortadan kalk­
mad ı ğ ı sürece, genç maymunları n testisleri k ı rm ızı laşmaz ve
erkeklik duyuları gelişmez; hatta eş cinsel ilişkilere eği l i mleri
artar. Yan i birçok genin işlerlik kazanmas ı , görsel, duyusal ya
da eğitsel yol lardan sağlanabilir.
İşte çağdaş eğitim i n en çarpıcı başarısı , bu suskun genle­
rin uygun olanları n ı n , uygun yöntemler kullanı larak işler hale
geti ril mesini sağlama olacakt ı r. Böylece, birey, görü nebi l i r ve
ölçülebilir beceri ve yeteneklerinin üzerine, sakl ı kalm ı ş özel­
l iklerini de ekleme zeminini bulabil i r.
İ nsanlardaki birçok özellik, normalde işlerliği olmayan ya
da görevi tam olarak saptanamayan "saklı genler' tarafı ndan
ortaya çıkarı l ı r. Örneğ i n , toplumda, yanl ı ş ya da doğru beli r­
lenmiş bir erkek ya da dişi imaj ı vard ı r. Bu görsel imaj , kişi­
nin ruhsal olarak bel i rl i bilgi yolları n ı n açı lmas ı n ı sağlar. Bu
nedenle, küçüklüğünden beri , al ışı lagelmiş erkekli k davran ış
ve uyarı larıyla yetişti rilen bir çocuk, kal ıtsal yapısı n ı n s ı n ı rları
içerisinde, uygun zamanda geleneksel erkeklik davran ışları­
nı göstermeye başlar ve hatta bu şekildeki etkileşimin deneti­
mindeki hormonları n etkisiyle, birçok erkekli k özelliklerini gös­
teri r (maymundaki testis kırm ızı laşması gibi) . Bununla birlik­
te tüm bu davran ışları n kökünde, şu ya da bu şekilde, kal ıt­
sal bir temeli n olduğunu akı ldan çı karmamak gerekir. Bu te­
mel olmadan "yani saklı genler olmadari' yapı lacak uyarılar
önemli bir sonuç doğu rmaz. Örneğin, doğal yapısı n ı n aksine
gelişimler olduğu varsayı lan iki davran ış şekli , i nsan soyunun
sağ l ı kl ı olarak sürmesini, derinden sarsmaktad ı r.
Can l ı ları n hemen hepsinde, özellikle memeli hayvanlarda,
ergenlik çağ ı na kadar ayn ı eşeyler arası nda eşcinsel davra-

1 24
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

n ı şları n bir anlamda prova edilmesi ya da en azı ndan karşı


cinse ait bazı davran ışları n "bi linçsiz bir şeki lde" gösteril me­
si, biyoloji kitapları nda memeli davran ı şı n ı n özellikleri arası n­
da sayı l ı r. Bu davran ışlar, normalde eşeysel ü retime başlan ı l­
mas ı , yan i ergenliğe ulaş ı l ması ile birlikte sonlan ı r. Sonlan­
maması sapma olarak tan ı m lan ı r.

4. Cinsiyet değiştirme özlemi gösterme ve eş


cinsell i k
Her ikisi d e özünde birbi riyle i ç içe girmiş iki farkl ı ; fakat ya­
kın nedenlere dayanan davran ı ş şeklidir. Bir kısmı başat ya
da egemen genleri n etkisiyle ortaya ç ı kabil i r. Bu bir kaderdir;
gen teknolojisi yeterince gelişmediği sürece, bu genin varl ı ğ ı ­
n a v e dolayısıyla ortaya çıkan davran ışlara hoşgörül ü olmak
zorundayız. Kişinin sosyal statüsü ne olursa olsun, bu davra­
n ı ş ı gösterir. Şu aşamada bunlar için yapı lacak fazla bir şey
olduğu söylenemez.
Bu sapmaları n denetim altına al ı nabi lecek, daha doğrusu
taş ı d ı ğ ı kromozomları n (genlerin) gereği sahip olduğu eşe­
yin davran ı ş ı n ı gösterecek şekilde yön lendiri lebilecek çeşitle­
ri vard ı r. Bunlar ya ikincil etkilerle, örneğin i ki ncil olarak hor­
monları denetleyen genlerdeki yetersizliklerle ortaya ç ı kabi­
lir (bu tip bireyler, uygun gelişim süreci nde uygun hormonlar­
la, özgü n davra n ı ş ı na dönüştü rülebil i r) ya da kendi eşemine
ait olmayan uyarı larla, sakl ı kal ması gereken karşı eşeye ait
genleri n işlek hale geçirilmesi ya da gelişim evrelerinde bey­
nin (bilgi ve davran ış yol ları n ı n) karşı eşeydeki lerine benzer
şekilde formatlanması ile ortaya ç ı kabil i r.
Birçok canl ı ve keza insan soyunda, erkekli k ve dişilik, X ve
Y denen kromozomları n (doğal olarak genlerin) kombinasyo­
nu ile saptan ı r. XX, dişiyi ; XY, erkeği meydana getirir. XX ta-

1 25
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

şıyan bireyler yumurtal ı kları , XY meydana getiren bireyler de


testisleri ol uştu rurlar. Her iki bez de ana karn ı nda 4. ayda bir
miktar işlev görerek, XY' li bireylerde vücut h ücrelerinin zarı n ı n
testisin çı karacağ ı testestronu, XX'l i bireyleri n d e yumurtal ı ğ ı n
çı karacağ ı östrojeni tan ıyacak şeki lde yapı lanmas ı n ı sağlar.
Böylece daha sonra, erkek hücrelerinin erkek hormonları n ı ,
dişi hücrelerinin d e dişilik hormonları n ı almaçlarıyla tan ıyarak
h ücre içine al ı nmas ı n ı sağlar. Böylece her h ücre kendi eşe­
mine uygun tarzda yap ı lan ı r. Fakat hücre zarı n ı n yap ı m ı ndan
sorumlu olan genlerden biri olan "Revers Gen''i , bu yap ı lan­
man ı n oluşması için gerekli zemini hazı rlayamaz ise bi rey XY
kromozomu taş ı mas ı na karş ı n , testosteron hormon unu hüc­
re içine alamaz ve böylece kal ıtsal bileşimi bakı m ı ndan er­
kek (XY) , vücut yapısı bakı m ı ndan dişi görünüşlü olur. Çünkü
canl ı lar, canl ı l ı ğ ı n ortaya çı kışı ndan yaklaş ı k bir milyar yıl son­
ras ı na kadar, sadece dişilerle (daha doğrusu analarla) tem­
s.ı edildikleri için (erkekler yaklaşı k bir milyar y ı l sonra ortaya

ç ı km ı şt ı r) , dişilik hormonları n ı doğal yap ı ları nda bir miktar bu­


lundururlar ve keza zarları da dişilik hormonları na bir miktar
duyarl ı d ı r (geçirgendir) . Hfı.lbuki erkekli k hormonları çok daha
beli rleyicidir. Bu nedenle bir erkek, yaşam ı n ı n bel i rli bir süre­
sinde, erkeklik hormonları n ı yiti rse dah i , erkeklik özelliklerini
sürdü rmeye devam eder; örneğin sakal ve bıyıkları aynen çı­
kar; sesi kal ı n kal ı r vs. Halbuki dişilik özelliklerinin saptanma­
sı biraz daha kararsızd ı r; bu nedenle, belirli bir yaş ı n üzerinde
büyük bir kısmı böbrek üstü bezinden kaynaklanan androje­
nik hormonları n etkisiyle, genetik olarak dişi olan bi rey erkek­
si yap ıya dönüşmeye başlayabilir ve yaşlı kad ı n larda sakal ve
bıyık çı karken, seslerinde bir miktar kal ı n laşma da görülebilir.
Bir önceki başl ı kta değinildiği gibi , genç bir erkek maymu­
na, güçlü ve lider konumundaki bir erkek tarafı ndan dişi mua-

1 26
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

melesi yap ı l d ı ğ ı nda, bu erkeğin eş cinsel davranışlar göster­


meye başlad ı ğ ı görülür. Birçok can l ı g rubunda, güçlü erkek
model i yan ı nda, zayıf (ya da gelişmekte olan genç) erkeklerin
dişi davran ışlarına kayd ı ğ ı birçok deneyle sabittir. Bu neden­
le çok güçlü baba modellerinin bulunduğu aile tiplerinde, kar­
şı cinsin davranışlarına eğilimli erkek çocukları n ortaya çı kma
olas ı l ı ğ ı artar. Bu tip gelişimler bir tür zorlamayla ortaya ç ı ktı­
ğ ı içi n , uygun bir gözlemci tarafı ndan zaman ı nda farkına varı ­
labil i r ve gerekli önlemler al ı nabilir.
Ancak bir dizi yönlendirme tarzı daha vard ı r ki , bunun sap­
tanmas ı , bazı durumlarda (kişinin kal ıtsal eği l i mleriyle de ya­
kı ndan ilgili olabilir) olanaksızd ı r. Bu da şu ya da bu şekil­
de gelişim evresinde, sakl ı kalması gereken genlerin işlerlik
kazanmas ı n ı sağlayabilecek; ama en önemlisi beyin format­
lanmas ı s ı ras ı nda (çoğunlukla 7 yaş ı na, en geç ergen lik ça­
ğ ı na kadar) erkek davran ışı n ı ortaya çı karması gereken be­
yin traktları n ı n (bilgi ve davran ış yolları n ı n) dişilere özgü ya­
pıda gelişmesine neden olabilecek uyarı ları n [buna davran ış
bilimi nde model (örüntü) deni r] kişi lik (burada beyin format­
lanması) ol uşmadan önce veri lmesidir. Bu modellerin ya da
simgelerin ne olduğunun saptanmas ı , işte, vermeye çal ı şt ı ğ ı ­
m ı z özel kişilik kazand ı rma yöntemleri n i n , bir anlamda eğiti­
min en öneml i konusu olmal ı d ı r. Bu uyarı ları n ya da simgele­
rin n iteliği kon usunda, biyoloji bilgimi de katarak, bugüne ka­
dar toplumda yapt ı ğ ı m gözlemlerin bir kısm ı n ı tartışmaya aç­
mak isterim :
B u uyarıcı simgelerin ya d a modellerin b i r kısm ı , bugünkü
bilgilerimizin ışığı altı nda anlamsı z gelmektedir. Örneği n ka­
d ı nları n saçları n ı uzatmaları , erkeklerin ise kısa kesmeleri , bi­
yolojik açıdan fazla bir önem taş ı mamaktad ı r. Hatta erkeklerin
daha çok d ı şarıda çal ıştı kları ve daha çok güneş altı nda kal-

1 27
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

d ı kları , yani başları n ı n üst kısımları n ı n güneş ışı nları ndan da­
ha çok korunması gerektiği; buna karş ı l ı k kad ı n ları n daha çok
besin maddelerinin hazı rlanması ile uğraştı kları ve daha çok
kapalı mekanlarda çal ı ştı kları göz önüne al ı n ı rsa, bu alışkan l ı k
(gelenek) pek d e pratik sayı lamaz. Şu ya d a bu nedenle uzun
saç şemas ı , bir kere dişiyi an ı msatacak şekilde toplum bel­
leğine geleneksel olarak yerleşmişse, görsel olarak alg ı lanan
bu şema, genç bir bireyin beyin formatlanmas ı nda etkili olabil­
mektedir. Bir defa beyin bu koşulland ı rı lm ı ş uyarı larla format­
lanmaya başlam ı şsa ya da formatlan m ı şsa, duruma · göre ya
da uygun uyarı ları n bulunduğu bir ortamda ya da daha son­
ra değineceğimiz ayn ı nitelikli yani eşeysel davran ış kayması ­
na neden olan diğer uyarı larla d a bu formatlanma desteklen­
miş ise, her koşulda, kendinden beklenilen , bu formatlanmaya
uygun davran ış şeklini ortaya çı karacakt ı r. Bu davran ış şekli­
ne, dişilere özgü giysiler (örneğin etek) giyme, makyaj yapma,
dişilere özgü oyuncaklarla oynama, hatta anlam l ı olmasa da­
hi, dişilerin bulunduğu bir evin içinde geleneksel olarak dişile­
re özgü işler olarak tan ı m lanm ı ş bazı işleri yapma (örneğin di­
kiş dikme, örg ü örme, çok defa aileler arası nda s ı kça tartışı­
lan bulaş ı k y ı kama, yemek pişirme vs.) girebilir. Bütün bunla­
rın kombinasyonu ya da sayıca uygulanma s ı kl ı ğ ı , özgün dav­
ran ıştan sapmayı artı rabilir.
Hemen hemen can l ı ları n tümünde, özell i kle sesi ve rengi
di kkat çekici olanlarda, erkek ve dişi şeması diye bir şekil len­
me meydana gelmişti r. Örneğin dişi bir kız böceğinin kana­
d ı nda bulunan ve morötesi ışı n ları yansıtan (tü rlere göre be­
yaz, sarı , kı rm ı z ı , siyah , kahverengi) bir benek erkeği n uyarı l­
mas ı n ı sağlar. Memeli lerin hemen hepsinde, özellikle ü reme
zamanları nda derişimleri artan kokuları , erkek ve dişide fark­
l ı farkl ı olur. Bildiğimiz can l ı ları n tümünde erkek ve dişi davra-

1 28
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

n ı şları farkl ı d ı r ve en önemlisi , erkek ve dişi ortak (bir arada)


yaşasalar dahi iş böl ümü bu eşeyler aras ı nda paylaş ı l m ı şt ı r.
Bu sonuncularda, çok zorunlu kal ı nmad ı ğ ı sürece, iş böl ümü­
ne ödü nsüz uyulur. Farkl ı bir davranış, birliğin bozulmas ı na
neden olur. Zaten bulunduğu eşemin özgün davran ı şları ndan
sapma gösteren bireylerin birlik ku rması ve karş ı bir eşemle
bir araya gelmesi ku ral olarak söz kon usu olamaz.
Demek ki , köklerini evrimsel gelişmeni n derinliklerinden
alan , sorgu lamasız ya da yarg ı lamasız kabul etmek zorunda
kald ı ğ ı m ı z (bir kısm ı n ı n biyolojik yarar sağlaması nedeniyle
doğal seçi limle korunduğunu söyleyebiliriz) erkek ve dişi dav­
ran ışları n ı , "emansipasyori' denen erkek-dişi eşitliği yaklaş ı ­
m ı i l e ortadan kald ı rmak ya d a göz ard ı etmek, evrimsel süre­
ce karşı bir eylem oluştu rduğu içi n , er ya da geç ruhsal tatmin­
sizlikleri n ortaya çı kmas ı na neden olacakt ı r. Nitekim eşeyle­
re göre evrimsel olarak oluşmuş görev taksimini göz ard ı ede­
rek, eşeyler arası nda görev eşitliğini benimseyen toplumlarda
s ı kça karş ı laşı lan aile birl iklerinin zayıflama sorununu büyük
ölçüde bu nedene bağlayabiliriz. Kendini erkek gibi hissetti­
ren uyarı ları alan kad ı n lar ya da kad ı n gibi hissettiren uyarı ları
alan erkekler, doğal davran ı şları n ı göstermede güçlük çeke­
ceklerdir. Bu bir üstünlük kıyaslaması değildir; doğan ı n can­
l ı lara biçtiğ i , çeşitlenmeyi ve yerine göre dayanışmayı sağla­
yan m ü kemmel bir sistemdi r. Bu nedenle insan dediğimizde
erkek ile kad ı n ı n bütünlüğünden ol uşan birliği kast ederiz. İ l ­
kel diye n itelendirdiğimiz kavimler b u n u n farkı ndayd ı v e b u
nedenle bu eşitl iğe sayg ı gösterdiler; hatta ü reten kad ı n ı baş
tacı yaptı lar. Semavi dinlerin devreye gi rmesiyle kad ı n lar ikin­
ci s ı n ıfa kayd ı rı ld ı lar. Semavi dinler bu coğrafyaya gelinceye
kadar bu coğrafyan ı n Tan rı ları kad ı nlard ı . Semavi dinler er­
kek dinidir . . .

1 29
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Memeli hayvanları n büyük bir kısm ı nda, keza primatlarda


(yani maymunlarda) , iş bölümüne bağ l ı olarak insanları n er­
keklerinde, dişiyi ve aileyi korumak için vücudu n ön kısm ı , ya­
ni omuz kısm ı gelişmiş (savunma ya da saldı rmayı güçlü kı­
labilmek için), bu nedenle ağ ı rl ı k noktaları göbeği n üst kısm ı ­
na kaym ı şt ı r. Buna karş ı n ailenin içerideki g ü n l ü k işleri n i , da­
ha çok zemine yakın işlerini görebilmek için , dişilerde özellik­
le vücudun alt kısm ı gelişmiş ve doğal olarak ağ ı rl ı k noktala­
rı göbeği n alt kısm ı na kaym ışt ı r. Bu nedenle erkekler, zemin­
de herhangi bir işi görü rken, dişilere göre çok daha fazla zor­
lan ı rlar. Ağ ı rl ı k noktası na göre düşünmeye alışmış insanoğ­
lunun, bu yapı sal farkl ı laşmayı göz ard ı etmesi birçok kompli­
kasyonun doğmas ı na neden olacakt ı r.
Aile yapısı n ı n , yavru bireylerin ruhsal sağ l ı ğ ı n ı kazanması
ile de yakın ilişkili olduğu, birçok hayvan gözleminde ve keza
günlük yaşamdaki insan toplulukları nda gözlenmiştir. Özellik­
le yavruları n eğitil mesi ve formatlanmas ı , doğada, büyük öl­
çüde dişiye veri len bir görev olmuştu r.
Asl ı nda bir topluluğun kültürünün gelecek kuşaklara akta­
rı lması da analar arac ı l ı ğ ıyla olmaktad ı r. Tarihte birçok kavi­
min erkeği biri leri tarafı ndan kılıçtan geçi rilerek ortadan kald ı ­
rı lması na karş ı n , bu kültürlerin b i r zaman son ra yeşerdiğine
tan ı k oluyoruz. Çünkü çocukları yetişti recek analar sağ b ı ra­
k ı l m ı şt ı r. Bu nedenle kültür aktarı m ı sağlan m ı ştı r.
Bütün bun lardan sonra yapacağ ı m ı z yoru m : Çağdaş bir
topluluğun yarat ı lmas ı nda, kad ı nları n eğitil mesi ve bilinçlendi­
rilmesi , gelecek kuşakları n esenliği açısı ndan kaç ı n ı lmazd ı r.
Bu nedenle "Atatürk İlkelerl nin önemi artmakta ve özell ikle
'

son zamanlarda kad ı n ları n uygarlaşmas ı n ı önleyecek çağd ı ­


şı eğilim leri n önlenmesinin gereği anlaş ı lmaktad ı r.

1 30
8. B Ö L ÜM

Bilgi Nasıl Verilmektedir, Gelecekte


Nasıl Verilmelidir?

Bilginin bugüne kadar veri lme tarzı


Eğer bilgi diye anlatı lanlar, gerçekte bilgi olarak doğru seçil­
mişlerse, şu ya da bu şekilde nas ı l anlatı l ı rsa anlatı lsı n , geç­
mişte ve bugün i nsan l ı ğ ı n olgunlaşmas ı na, beceri kazanma­
s ı na ve bilgili olmas ı na katkıda bulunmuştur. Birçok eğiticinin
aksini savun mas ı na karş ı n , bilginin öğretiminde içerik açı s ı n­
dan yan l ışl ı k olamaz; ancak seçi len bilgi, gerçekte bilgi değil­
se, yanl ı ş sonuca ulaş ı l ı r. Eğiti m yöntemlerinin geliştirilme ça­
bas ı (pedagoji), bilginin en kısa ve en kolay yoldan nas ı l öğ­
retileceğini bulmak için veri l i r. Bunun için bugüne kadar çe­
şitli yollar denenmişti r. Hatta dayağ ı n ya da manevi olarak
onore etmenin eğitim yöntemleri nden biri olduğu tartış ı l m ış­
t ı r. Ancak sahip olduğu beş duyu , i nsan beyninin d ı şarıya açı ­
lan pencereleri olduğu içi n , eğiti mde son yöntem, yap ı labil­
diğince, bu beş duyu kullan ı larak, bir bilginin kazand ı rı l mas ı
şekli ndedir. Doğal olarak, bir i nsan hem duyarak, hem göre­
rek ve hem de örneğin temas yol uyla alg ı larsa, imge, üç fark­
lı yoldan üç farkl ı n iteliğiyle beyne u laştı rı lacağ ı için, kal ıcı ol­
ması ve öğ renilmesi kolay olacaktı r. Bu nedenle, bu yol son
zamanlardaki çağdaş eğitimde sık sık ve yoğun olarak kul la­
n ı lmaktad ı r. Bilebildiğimiz kadarıyla, i nsan l ı k tarihi (en azın­
dan 8.000 yı ldan beri), pozitif bilimleri , deneysel eğitime da­
yal ı olarak öğretmeye çal ışm ıştı r. Manevi ilimler öğ renili rken

131
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

çok defa kullan ı lan yöntem, ne yaz ı k ki dinlerin istismarı na gir­


diği için ve bağnaz düşüncelerin zulmüyle ortaya ç ı km ı ş olan
tarihten gelen korkular nedeniyle, bilim i nsanları tarafı ndan
gelişti ri lme şansı na kavuşturulamam ışt ı r ve böylece bilimsel
öğretim yöntemi, sadece deneysel düşünceye bağ l ı kalm ış­
t ı r. Yani ne duyuyor, ne görüyor, ne işitiyorsak, sadece o var­
d ı r (gerçektir) ; onun d ı ş ı ndakiler "meta bilimlere, yani metabi­
yoloj i , metafizik, metakimya vs.ye" girer. Bugüne kadar me­
tabiyoloji olarak n itelendi ri len birçok h ususun , i l i m adamları ­
na, din adamlarına ve düşünme sistemlerini eski öğretilerden
alan akı mlara b ı rakm ış olmaları , sadece bir yan ı lg ıya götü r­
memiş, ayrıca gelecekte kullanacağ ı m ı z çok önemli bir eğitim
yönteminin de gelişmesini geciktirmiştir. Bu yöntemin ne oldu­
ğunu anlatmadan önce, bugüne kadar başarı l ı bir şekilde sür­
dürülmüş bugünkü eğitim yönteminin daha ne kadar sü rey­
le kullan ı labileceğini i rdelememiz gerekecektir. Bugün kulla­
n ı lan yöntemin, bilimsel , gerçekçi ve pozitif olduğu konusun­
da hiçbir kuşku taşıyamayız. Çünkü uygarl ı k (doğan ı n meka­
niğini anlama ve çözme başarısı açısı ndan bu terim kul lan ı l­
m ı şt ı r) , insan soyuna birçok bilgiyi , başarıyı ve buluşu bu yön­
temle kazand ı rabi lmiştir ve kazandı racakt ı r. Sürdürülmesi ka­
ç ı n ı l mazd ı r. Ancak, dünyadaki olanakları n gittikçe kısıtland ı ­
ğ ı , i nsan sayısı n ı n v e e n önemlisi öğretilecek bilginin gittikçe
arttığı düşünülürse, eğitimdeki sürenin ve kullan ı lacak araçla­
rı n sayıs ı n ı n gitti kçe artması kaç ı n ı lmazd ı r. Bugün orta geli r­
l i bir aile bir çocuğunu orta hall i bir özel okulda (çağdaş eği­
tim yap ı p yapmad ı ğ ı tartışmal ı da olsa) okutabilmek içi n , yı l l ı k
gelirinin yarı s ı n ı ödemek zorundad ı r. Bir çocuğun b i r meslek
için sadece temel bilgileri almas ı için okuması gereken süre
en azı ndan yirmi iki yıl olarak bilinmektedi r. Bu süre, gelecek­
te, birçok ailenin altı ndan kalkamayacağ ı kadar uzun bir sü-

1 32
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

re ve ödeyemeyeceği kadar ağ ı r bir yük oluşturmaktad ı r. Her


şeyin bilime dayand ı ğ ı , günlük yaşam ı n sürd ü rü lebilmesi için
dahi en azı ndan temel bir eğitimden geçmenin zorunlu oldu­
ğu bir d ünyada, artık çocukları m ızı yabani bir hayvan gibi or­
taya salamayacağ ı n ıza göre , bu i ki lem nas ı l çözümlenecek­
tir? Bugünkü eğitim-öğretim yöntemleri nden hangisini kulla­
n ı rsan ı z kullan ı n , artık, dünyan ı n olanakları , tüm i nsanları n ,
yirmi iki y ı l , özel binalarda, özel kişilerce, akı l almaz ödeme­
lerle eğitil mesine izin veremeyecek kadar kısıtl ı d ı r. Eğitilme­
miş olanlar da, b ı rakı n uygarl ı ğa birşeyler eklemeyi , uygar­
l ı k çarkı n ı n dönmesi için gerekli olan en temel bilgi ve bece­
riyi alamad ı kları için , itici bir güç olmaktan çı kacak, uygarl ı ­
ğ ı n ayağ ı nda, tüketimi dahi beceremeyen b i r pranga olacak­
lard ı r. Bunun için bir taraftan insan soyunun ü remesi (kal ıtsal
yap ı s ı na göre) denetim altına al ı n ı rken , diğer taraftan da, bi­
lim i nsanları n ı n bugüne kadar bir türlü yanaşmad ı kları ve sa­
dece ruhban s ı n ıfı na b ı rakm ı ş oldukları bir yöntemi zorunlu
olarak yen iden g ündeme al ı nacakt ı r. Bu yöntemin ad ı , "kaza­
mlmış bilgilerin duyu organlarmm dışmdaki kanallarla iletilme­
sl'di r. Burada kastedilen, insanları n , binlerce yı ldan beri kul­
lan m ı ş oldukları , çok defa onu , manevi çı kmazları için bir çö­
züm yol u olarak kul land ı kları ve en önemlisi , öbür dünyaya ya
da manevi d ünyaya açı lan bir kap ı olarak düşündükleri , "içine
doğma, sezin leme, medyumluk ve reenkarnasyon" gibi yaşa­
nan ; ancak açı klanamayan , daha doğrusu, biyoloji biliminde­
ki gelişmelerin gecikmesi neden iyle, bir türlü bilimsel bir teme­
le otu rtulamayan ve bugüne kadar "ruhsal olarak ilişki ku rma
yöntemi" olarak bilinen, şimdilik "telepati" olarak tan ı mlamak­
la yetineceğimiz yöntemdi r. Bu tip iletişimleri n , ruh denen giz­
l i g üçlerle yap ı l d ı ğ ı inancı yayg ı n d ı (d ı r) . Yakın zamanlara ka­
dar bunun neden i n i , ruhban s ı n ıfı n baskısı ndan dolay ı , kim-

1 33
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

se araştı rmaya kalkışmad ı ; kalkışsalard ı da, yeterli teknik bil­


gi olmad ı ğ ı için bir sonuca ulaşamazlard ı . Geçen yüzyı l ı n ba­
ş ı ndan beri yapı lagelen araştı rmalar, girdiğimiz yeni yüzyıl­
da önemli bir bakış açı sı n ı n kap ı ları n ı açmal ı d ı r. Bu da ruhsal
olaylar dediğimiz birçok şeyin , san ı l d ı ğ ı gibi m istik bir yapı ol­
mad ı ğ ı ; açı klanabilir bir moleküler temelinin olduğudur. Eğer
özetlersek, san ı ld ı ğ ı gibi vücudu oluşturan yapı ile ona duy­
gu oluuştu ran yap ı birbirinden bağ ı msız yapı lar değildir. Bi­
ri öbürünün fonksiyonudur. Yani bir araba ile sü rücüsünü dü­
şünün. Ruhsal yapı ile vücut yapısı sürücü ile araba arasın­
daki ilişki gibi düşünülmüştü r. Araba sü rücüyü taşı makla gö­
revlendirilmiş bir yap ı d ı r. Ruh ise onu yönlendiren yap ı . An­
cak molekü ler biyoloji i lerledikçe bunun böyle olmad ı ğ ı sürü­
cüyü ol uşturan yap ı n ı n arac ı n yapısı ile bir bütünlük ve iç içe
işlevsel bir ilişki ol uşturduğu anlaş ı l m ışt ı r. Çünkü araban ı n bir
yerleri nde meydana gelen yap ı , sürücünün davran ı ş ı n ı derin­
den etkilemektedir.

Düşüncelerin farklı laşması ve senkronizasyonu


Daha önce de değindiğimiz g i b i , h e r i nsan ı n kal ıtsal yapısı
farkl ı d ı r (hatta ayn ı anadan ve babadan , hakiki ikiz olmadan
meydana gelen çocukları n , mutasyon ve krossing-over dedi­
ğimiz parça değişimi olmadan , birbirine tıpa tıp benzeme şan­
sı yine de yüzlerce mi lyarda birdir) . Dolayısıyla beyin hücrele­
rinin konumlanmas ı , sinapslaşmas ı , bilgi yol ları n ı n oluşması
ve bir çeşit beyin süzgecini oluşturan hipotalamusun format­
lanması her bi reyde farkl ı d ı r. Belki başlangıçta ilkel canl ı lar­
da (örneğin yassı solucanlarda) bu farkl ı l ı k çok az olduğu içi n ,
ayn ı mekanı paylaşan v e en önemlisi ayn ı atadan meydana
gelen yavruları n ayn ı duyguları (uyarı ları) paylaşmaları ve bir­
birlerine iletmeleri beklenebilir.

1 34
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

Can l ı lar evrimleşirken , bu senkronizasyon (eş güdüm­


leme) zararl ı sonuçlara neden olacağ ı içi n , örneğ i n , bir av­
cı tü rü n , bir avı n ne düşündüğünü sezinlemesi nin yarataca­
ğı olumsuz sonuçlar nedeniyle, bağ ı msız, özgün ya da yal ı ­
tı l m ı ş düşünce teşvi k edilmiş v e böylece h e r canl ı n ı n düşün­
cesini saklayabilme durumu ortaya ç ı km ı şt ı r. Bunu başara­
mayanlar elenerek ortadan kald ı rı l m ıştı r. Ancak ayn ı bölgede
yaşayı p da, ayn ı imkanlar üzerinde m ücadele etmeyen türler
aras ı nda, ortak tehlikeyi birbirine haber veren mekan izmalar
korunmuştur. Örneğin, bir çay ı rl ı ktaki her biri farkl ı öten birçok
böcek türü n ü n hepsinin birden bir uyarıyla seslerin i kesmele­
ri ; hatta birçok farkl ı hayvan grubunda (kuş, sürüngen , meme­
li, böcek vs. olabilir) benzer dayan ı şman ı n görülmesi bu ileti­
şimin bir sonucudur.
Böyle bir iletişi min, tür içinde, örneğin bir memeli soyunda
ya da insan soyunda, özellikle laktojenik hormonları n (süt ve­
rilmesin i sağlayan bir hormon) salg ı land ı ğ ı dönemlerde, ana
ile yavru arası ndaki i letişimi (bugüne kadar ruhsal iletişim ola­
rak bil inen) g üçlendirdiği ya da sağlad ı ğ ı birçok deneyle bi­
linmektedir. Örneğin, süt emzi rme döneminde, bir fokun yav­
rusu anas ı ndan ayı rı l ı p, onlarca kilometre uzağa götü rülüp,
elektrik akı m ı vermek suretiyle işkence edi ldiğinde, anan ı n
an ı nda tepki gösterdiği gözlenmişti r.
Yavrusunu emzirmek sürecinde olan kad ı n ları n , yavruları­
n ı n duyguları n ı okumaktaki gizemi de değişik öykülerle anla­
tı l ı r; bu durumda olan anaları n , çocukları n ı n sesini almak için ,
uyku s ı ras ı nda alarm bantı dediğimiz b i r yolu sürekli açı k tut­
tuğunu da değişik gözlemlerle bil mekteyiz. İ lginç olan ı , bu, sa­
dece anaya verilmiş ayrıcal ı bir özellik değildir. Birçok memeli
ve kuşun erkek yavruları na, gelişim evrelerinden itibaren lak­
tojenik hormon veri l i rse, ayn ı davran ışı gösterdikleri gözlenir.

1 35
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

Bu konudaki en değerli gözlemler, hakiki ikizlerden gel­


mektedir. Bunları n , birbirlerinin duyguları n ı tam olarak oku­
dukları , çok değişik gözlemlerle ders kitapları na dahi geç­
m işti r. Bu kitab ı n yazarı n ı n , tan ı d ı ğ ı iki hakiki ikiz üzerindeki
bir gözlemi , konunun anlaşı lması bakı m ı ndan önemli ipuçları
vermektedi r. Lisede ayn ı s ı n ıfta okuyan bu i kizlerden biri sos­
yal bilim lere, diğeri de fen bili mlerine ilgi duymaktad ı r. Fen bi­
limlerine yoğunlaşm ış olan , örneğin, tarih sözlüsü için tahtaya
kalktığı zaman , diğer ikiz, s ı rada tarih kitab ı n ı açarak okuma­
ya ya da söylenecekleri akl ı ndan geçi rmeye başlayı nca, tah­
tadaki kardeşi bir hoperlör gibi , ayn ı şeyleri söylemeye başl ı ­
yor; durduğu zaman d a ayn ı yerde durakl ıyor; diğer ikiz ma­
tematik sözlüsü için tahtaya kalktığı zaman da, sı radaki soru­
yu çözmeye başlıyor; tahtadaki de bir teleks gibi, yazma işle­
mine aynen devam ediyor. Bugün bu ikizlerden biri uzun za­
mandan beri Kanada'da yaşamaktad ı r. Bu kitap yaz ı l ı rken ,
Türkiye'de yaşayan i kiz, b i r gece karı n ağrılarıyla uyan ı p , sa­
ğa sola kusuyor ve adete ç ı rp ı n ıyor. Sabahleyin , Kanada'ya
telefon edince, ikizinin karı n ağrı larıyla ve kusmayla hastane­
ye kald ı rı ld ı ğ ı n ı öğreniyor. Ayn ı beyinsel işletim ve okuma sis­
temi ; ancak ayrı i ki bellek, yani iki ayrı bi rey . . .

Bellek oluşumunun mekanizması


Bilginin biriki m i , yani bellek nas ı l oluyor sorusuna, en basit ya­
n ıtı , Planaria denen yassı sol ucanlar üzerinde yap ı lan araşt ı r­
malar açı kl ı k geti rmektedir. Bu solucanlar, ı ş ı k ve elektrik akı ­
m ı verilerek koşul land ı rı labil i rler. Örneği n kı rm ızı ı ş ı k besin
veri leceğini, mavi ışık ise ceryana tutulacağ ı n ı işaret etmiş ol­
sun. Koşulland ı rı lmam ı ş solucan , bu ışı klara anlam l ı bir tep­
ki göstermez. Koşulland ı r ı l m ı ş sol ucan ı n vücudu , ezi lip bir sı­
vı halinde koşul land ı rı lmam ış bir solucan ı n vücuduna enjek-

1 36
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

te edilince ya da küçük parçalar halinde yedi rilirse (bun larda


proteinler amino asitlere parçalanmadan da sindirim sistemin­
den parka parka vücut içine geçer) , koşulland ı rı lmam ış solu­
can ı n , bu muameleden geçmemiş olanlara kıyasla, çok daha
kısa bir sürede mavi ve kırm ızı ı ş ı ğ ı n anlam ı n ı çözmeye baş­
lad ı ğ ı görü l ü r. Yan i bellek bir madde halinde bir bi reyden baş­
ka bir bi reye nakledilmektedi r. Eğer, bu taşıyıcı madde (bura­
da sinir doku anlam ı nda kullan ı l m ı şt ı r) proteinleri parçalayan
bir dizi enzim (proteazlar) ile muamele edilirse, belleğin silin­
diği ve nakledilmediği görü l ü r. Buradan çıkan sonuç şudur:
Bellek, yan i bilgi birikimi, protein şekli nde bağlan m ı ş bir dizi
molekülden oluşur. Eğer koşullanma çok uzun sürerse, yerle­
şik bilgi oluşmaya başlar ve belleği n artı k sadece protei n şek­
linde değ i l , keza RNA şeklinde de kodland ı ğ ı görü l ü r. Çünkü
bu tip belleklerin silinmesi , sadece proteazlar ile değ i l , keza
RNaz'lar ( RNA'yı parçalayan enzimler) ile muamele edildiğin­
de gerçekleşebilir.
Hangi canl ı g rubunda olursa olsu n , duyu organları ndan ge­
len , impuls dediğimiz, nitelikleri ayn ı ; ancak beyinde ulaştı kla­
rı yerler farkl ı olan uyarı larla, beyinde bazı molekü llerin h ız­
la sentezlenerek büyük bir olas ı l ı kla hücre zarı na yerleştikle­
ri ve bu yerleşimin tümünün belleği meydana getirdiği varsa­
yı lmaktad ı r. Yeniden hatı rlaman ı n , bu molekülleri n , bir teybi n
manyetik bantı ndaki dizilimin elektrik sinyallerine kodlanma­
sına dönüşmesi gibi, okunarak oluştuğu varsayı l ı r. Doğal ola­
rak, bir bilgi ne kadar çok molekülle ve ne kadar çok merkeze
yerleştirilmiş ise, hatı rlanması da o denl i güçlü olacakt ı r. Bu
nedenle, bugüne kadar öğretim yöntemlerinde, olabildiğince
fazla duyu organ ı n ı n devreye soku lması amaçlanm ı şt ı r. G üçlü
uyarı ları n , örneğin yaşad ı ğ ı m ız acı ya da çok mutlu bir olay ı n ,
belleklerden silinememesinin nedeni, alg ı laman ı n , yani prote-

1 37
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

in sentezinin çok güçlü olması ndand ı r. Bu nedenle eğitimde


bir konu anlatı l ı rken , akı lda kalsı n diye, hep çarpıcı örneklerin
verilmesine çal ı ş ı l ı r. Yaş ı n ilerlemesiyle birlikte öğrenme ye­
teneğinin azalmas ı , protein sentez hızı ndaki azalma; belleğin
zayıflaması ise proteinlerin zamanla (özellikle dolaş ı m ve bo­
şaltım sistemlerindeki yetersizlikler ve vücut için zararl ı mad­
deleri n , örneğin sigara, içki vs. kullan ı lmas ı ile) bozulmas ı d ı r.
Protein sentez h ı zı n ı n güçlü olduğu, çocu kl uk ve gençlik dö­
nemlerindeki anı lar, bu nedenle çok daha net olarak anı msa­
nabilir. Burada öğrenmeyi s ı n ı rlayan temel faktörler, bireyin
kal ıtsal yapısı ve belki bazı dönemlerdeki beslenme yetersizli­
ğidir. Bunlar göz önüne al ı nd ı ğ ı nda herkesin yetenekleri ölçü­
sünde olmak kayd ıyla, en fazla bilgi birikiminin yerleşti rilmesi
eğitim yöntemlerinin başarısı olarak tan ı m lanmal ı d ı r.

Beyin dalgaları
Beyne yerleşti rilmiş bu bilgilerin, tekrar okunması s ı rası nda
oluşan dalgalara beyin dalgaları denir. Bugün, beyin rahatsız­
l ı kları nda başarıyla kullan ı lan ayg ıtlar, bu beyin dalgaları n ı n
okunması v e yorum uyla ilgilidir. B i r uzman ı n , herhangi b i r ki­
şinin baş ı na bağlayacağ ı elektrotlarla, o kişiyi hiç görmeksizin ,
uyku halinde mi, pan ik içerisinde mi, korku içerisinde mi vs.
de mi olduğunu anlamas ı hemen hemen mümkündür. Çün­
kü oluşabilecek tüm ruhsal davran ışları m ı z ı n , beyinde orta­
ya çıkard ı ğ ı bir dalga menzumesi vard ı r. Hatta dünyan ı n öbür
ucundaki bir insan ı n beyin dalgaları n ı on-line okuyan bir nöro­
loji' uzman ı o kişinin durumu hakkı nda epeyi bir bilgi edinebilir.

Bilgi nakli
Bu dalgalar ç ı karı l d ı ğ ı na göre, acaba başka bir bi reye i letile­
bilirler mi? Bunun yan ıtı n ı vermeden önce, tepkiyi oluştura-

1 38
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

cak beyin dalgaları n ı n d ı şarıya sal ı nması ndan önce bir seçi­
l imden geçip geçmediğini öğrenmek gerekebilir. İ nsan bey­
ninin, seçici olmadan , tüm d ı ş algı ları (duyu organları n ı n du­
yarl ı l ı ğ ı oran ı nda) yorum yapmadan alarak bellek olarak yer­
leştirme özelliği vard ı r. Yerleştirilen tüm bu bilgiler, şuur altı­
nı, yani ham belleği ol uştu rur. Bir uyarıya karşı verilecek an­
lam l ı tepki n i n , daha önce al ı nm ı ş algı ları bir süzgeçten ge­
çirmeden onları kullanarak tekrar yansıtı lması şekli nde olma­
ması için , alt bilincin bilgisini süzgeçten geçi ren ve birey için
o koşullarda en iyi olduğu varsayı lan tepkiyi oluşturan bir ana
merkez oluşmuştu r; biyoloji bilimi nde bunun ad ı hipotalamus­
tur. Hipotalamus, çok ilginç bir yap ı d ı r. Büyük bir olas ı l ı kla,
yapı ve işleyiş bakı m ı ndan iki ana ögesi vard ı r. Biri ncisi , yol­
ları n ve bağlantı ları n ilişkisini oluşturan işletim sistemidir. Bu
sistem bireyin kal ıtsal yap ısıyla örg ütlenmişti r (sı n ı rlan m ı şt ı r) .
Kural olarak d ı ş etkilerden vs.den etkilenmez; değiştirilemez
de . . . Bilginin akış yolları n ı ve biçimini denetler. Kaba bir ben­
zetme ile bir şehi rdeki yolları n güzergah ı olarak kabu l edile­
bilir. İ ki nci ögesi formatlanmas ı d ı r: Bu formatlanma, temelde
işleti m sistemine bağlı olmas ı na karş ı n , bilginin nas ı l süzüle­
ceğini ve kodlanacağ ı n ı saptar. Bir an lamda şeh i r trafiğinin
akış yönü n ü ve yoğunluğunu d üzenleyen sinyalizasyon siste­
mi gibidir. Büyük bir olas ı l ı kla sinir h ücre zarı n ı n ol uşturulma­
s ı ile ilgilid i r. En önemlisi, bu formatlanma, dış etmenlerle, eği­
tim ve koşulland ı rmalarla, beli rl i bir yaşa kadar düzenlenebi­
lir, değiştiri lebil i r. Dolayısıyla şuur altı ndan gelen birçok bilgi,
h ipotalamusta, bireyin eğitim sürecinde ve koşul land ı rı l mala­
rı nda kazanm ı ş olduğu formatlanman ı n denetiminden geçe­
rek, tepki olarak d ı şarıya yansıtı l ı r. Böylece, bireye, o ortam­
da, zarar sağlayacağ ı varsayı lan birçok bilgi ya da davran ış,
bast ı r ı l m ı ş , daha doğrusu süzgeçten geçi rilmiş olur. Alkol ya

1 39
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da uyuşturucu al ı n d ı ğ ı nda, bu formatlanman ı n süzücü etkisi


büyük ölçüde ortadan kald ı rı ld ı ğ ı içi n , birey kendisinden bek­
lenilmeyen davran ışlar göstermeye başlar. Günlük yaşam ı n ­
da kaba olan biri , kibar; kibar olan biri de pekala, bu şekilde
kaba davran ışlar gösterebilir. Bu nedenle bu tip uyuştu rma­
larda, kişinin bilinçaltı n ı okumak kolaylaşı r. H ipotalamusa, bi­
reyin gerçek ben liğinin tümünün yansı mas ı n ı önleyen ve bi­
reyin ç ı karına uygun davranışları tezgahlayan bir yer olarak
da bakı labi lir.
Bu yap ı n ı n eğitim dünyası nda yan l ı ş formatlanması , kişi­
nin içine kapan ık, uzlaşmacı , çekinik, kimliksiz olmas ı na ya
da sald ı rgan vs. olmas ı na neden olabil i r. Eğitim yöntemleri­
nin farkl ı kişilerde farkl ı sonuçlar doğurmas ı n ı n en önem l i ne­
denlerinden biri de h ipotalamusları n ı n formatlanmasıyla fark­
lı tepkiler göstermeleridir. Bu nedenle, eğitimde, cezan ı n bazı
kişileri uysal ve çekingen , bazı ları n ı da sald ı rgan yaptığı gö­
rülür. Bu, kişinin h ipotalamusunun formatlanması (formatı) ve
belki de işletim sistemiyle ilgilidir . . .
Birçoğumuz, eğitimde, her durumda sab ı rl ı ve hoşgörül ü
davran ı lmas ı n ı n gerekli olduğuna, bazı ları m ı z da yerine göre
ceza uygulamas ı n ı n doğru olacağ ı na inan ı r. Mensup olduğu­
muz primat ailesinde, yavru ları n eğitiminde ve terbiye edilme­
sinde ceza uyguland ı ğ ı n ı görmekteyiz. Yan i , böyle bir eğitim
yöntemi , biyolojik olarak mensup olduğumuz g rupta ve dola­
yısıyla bizde de mevcut görünmektedi r.
Burada önemli olan ve dikkat edilmesi gereken husus, ce­
zayı uygulayacak kişin i n , ceza eylem i n i , kendi ruhsal bozuk­
lukları n ı n ya da komplekslerinin bir ürünü olarak değ i l , uy­
gulanacak kişinin bir davran ış şeklini öğ renmesini sağlamak
amacıyla kullanmas ı d ı r.
Böyle bir bilgi yol u işletim sistemi nde mevcut olduğuna gö-

1 40
BİLİM TOPLUM U N DA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

re, eğitimde ve belki de yasaları n uygulanması nda neden kul­


lan ı lmas ı n ?
Bir bi reye bilginin yerleşti rilmesi v e tekrar geri al ı nmas ı , hi­
potalamusun işletim sisteminin ve formatlanması n ı n birbirini
tan ıyan uyumlu sistemler olarak çal ı şmasıyla başarı l ı r. Bi rey­
ler arası nda, işletim ve formatlanma sistemi farkl ı (ancak bil­
ginin, yan i belleğin ayn ı ilkelere göre yerleştiği varsay ı lmak­
tad ı r) olduğu içi n , bireyler beyin dalgaları n ı okuyarak birbirle­
rinin ne düşündüklerini normal olarak anlayamazlar. Böyle­
ce bağ ı msız kimlikler ve bilgiler oluşur. Daha önce değindi­
ğimiz gibi bu farkl ı l ı k av-avcı ayı rı m ı n ı güçlendi rmek için ev­
rimleşmiştir.
Bazı i nsanlarda, h ipotalamusun formatlanmas ı n ı değişti re­
bilme yeteneği vard ı r ya da geniş bir spektrumunda iş görebil­
me yeteneği vard ı r. Büyük bir olas ı l ı kla, bu, ya bir kal ıtsal ye­
tenekti r ya da eğitimle kazan ı l m ı ş bir esnekliktir. Böylece, bi­
rey, sadece kendi bilinçaltıyla değ i l , esnek formatlı ya da ge­
niş spektrumlu hipotalamusuyla, başka bir bireyin (tercihen
formatlanma ya da işletim sistemi benzer) hipotalamusuyla
da bağlantı kurabilir. Bu yeteneğe sahip kişilere, bugüne ka­
dar medyum denmiştir. Medyum , ku ral olarak, başka birinin
şuur altı n ı okuyabi len kişidir. Bilgisayarları n birbirine seri bağ­
lanması gibi, her bilgisayarda farkl ı bilgi depolanm ı ş olmas ı na
karş ı n , bir bireydeki bilgi diğeri tarafı ndan okunabilir. Hatta bu
yolla bir birey etki altı na al ı narak, şuur altına yeni bilgiler soku­
labilir ya da şuur altı ndaki bilgilerin n iteliği değiştirilebilir. N ite­
kim h ipnozla, birçok insan ı n geçmişindeki bazı an ı ları n ya da
tutkuları n silinmesi ya da değişti rilmesi , bu yöntemin, bilinç­
li ya da bilinçsiz kul lan ı m ıyla ilgilidir. H ipnoz altına alı nan bi­
rey (kimliğini korumak için gösterdiği çabayı kı rmak amacıyla,
hipotalamusun uyuşturulması h ipnoz olarak adland ı rı l ı r) yeni

141
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

gelen bilginin kendi öz mal ı mı yoksa yabancı kökenli mi oldu­


ğunu anlayamaz. Çünkü bilginin bellek olarak yerleştirilmesi ,
herhalde evrensel bir mekanizma ile gerçekleştiği içi n , her bi­
rey, belki de benzer (ayn ı değil!) beyin işletim sistemine sahip
her canl ı grubu (örneğin maymun ve i nsan arası nda da olabi­
l i r) birbirlerinin şuur altı n ı okuyabilecek d üzeneğe sahiptir; an­
cak son değenlendirmeyi yapacak merkezler aras ı ndaki ileti­
şimi sağlayacak h ipotalamus buna izin vermez ya da bu ileti­
şim için evrimsel örg ülenme tam olarak gerçekleşememiştir.

Reenkarnasyon
Bu yaklaşıma kan ıt sağlayacak çok önemli diğer bir gözlem
ise, bugüne kadar, hep gizemli bir mekanizma olarak bakı lan
reenkarnasyondur. Reenkarnasyon , ölümden son ra ruhun bir
bedene girerek kendini ifade etmesi olarak bilinir. Bunun böy­
le san ı l ması na i lişkin sayısız gözlem de yap ı l m ı şt ı r. Bu du­
rumdaki bireyler, çoğunlukla, ayn ı ya da farkl ı bir yerde, hat­
ta farkl ı bir ü l kede, ayn ı ya da farkl ı bir zaman diliminde yaşa­
m ı ş bir bireyin yaşam ı ndaki belirli bir kesiti o gün konuşulan
dille anlatabilmekte; özellikle de okunan kişinin şok etkisi ya­
pan bir olayın tan ı ğ ı ya da ku rban ı olarak ortaya çı kmaktad ı r­
lar. Anlatı lan öykülerin birçoğu , zaman olarak geriye gidildi­
ğinde doğru çı kmakta; bi rey hiç gitmediği yerlerin tarifin i yap­
makta ve en önemlisi bilmediği bir yabancı dilde dahi konuşa­
bilmektedir. Bütün bunlar, biyoloji bilimi yeterince bilinemedi­
ği içi n , en kolay yoldan , yani ruhlarla açı klanma yoluna gidil­
miştir. Halbuki bütün bunları n bilimsel olarak açı klanabil i r bir
tarafı bulunmaktad ı r. Öyleki :
Geçmişte, örneğin, 1 7 Şubat 1 600 y ı l ı nda, "evren sonsuz­
dur'' dediği için kil ise tarafı ndan Roma'daki bir meydanda ya­
kı lan Bruno'nun, çektiği acı n ı n ve korkunun sonucunda, hi-

1 42
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

potalamusundan ç ı kard ı ğ ı beyin dalgaları n ı n arttığ ı n ı ve g üç­


lendiğini söyleyebiliriz. Yakı lma törenini izleyen kalabal ı k içe­
risinde, Bruno'nun hipotalamus işletim sistemine yak ı n ya da
benzer işletim sistemine sahip olan biri , bu dalgaları alg ı lar ve
bir parazit gibi ya da zararsız bir konukçu gibi bu dalgaları ge­
rekli dönüşümü yaparak bellek altına yerleştirebilir. Hipotala­
musun formatlanması uygun olmad ı ğ ı içi n , bu bilgi, bu birey
tarafı ndan okunamaz; ancak ayn ı işletim sistemine sah ip di­
ğer bir bireyin belleğinin alt ı na (da) yen iden yerleşebi l i r (sıç­
rayabi l i r) . Böylece, Roma'da bu infazı seyreden bu adamdan ,
daha sonra, örneğin limandaki bir gemiciye, ondan da Çin' de­
ki bir işciye, ondan da bir başkas ı na geçerek, yı llar boyunca
uygun işletim sistemi gösterenler boyunca, bir anlamda ka­
l ıtı l ı r da kal ıtı l ı r . . . Ta ki birgün, hem okuma sistemi hem işle­
tim sistemi uygun olan bir bi reye rast gelinceye kadar . . . O za­
man bilinçteki suskun konukçu bilgi okunmaya başlar ve bi­
rey, hiç tan ı d ı k olmad ı ğ ı bir dilden , y ı llarca önce yaşanm ı ş bir
olay ı , farkl ı bir kimlikle anlatmaya başlar. Aynen yaşayarak
(duyarak) . . . Ancak formatlar arası nda bire bir tam bir benzer­
lik olmad ı ğ ı için (hakiki ikizler hariç) , bireyler arası nda, büyük
bir olas ı l ı kla bilginin tümü değil; ancak bir kısmı nakledilebi lir;
özellikle de yaşanan çok etkileyici bir olay ı n öyküsü nakledi­
lir. Bu bir ası l ma, kurşuna dizilme, yakı lma ya da herhangi bir
şekilde öld ü rme ya da öldürülme olabil i r. Çünkü bu olaylar­
da, beyin dalgaları n ı n etkileme ya da işleme (penetranz) gücü
artm ı ştı r. Bu tip olaylarda ilginç bir gözlem de kişinin yabancı
bir dilden kon uşabilmesi ; ancak bu dili, ancak, çok defa, geç­
mişte yaşad ı ğ ı olayları n anlatı m ı nda kul lanabilmesidir. Yaşa­
d ı ğ ı d ünyadaki olayları , yabancısı olduğu dille anlatamaması ,
bilginin bir sistem olarak değ i l , sadece bir paket program ola­
rak taş ı nd ı ğ ı n ı ve yerleştiğini gösteri r. Bir i nsan ı n yaşam ıyla

1 43
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ilgili tüm bilginin nakledilmesinin çok zor olduğu varsay ı lmak­


tad ı r. Bir kısm ı n ı n nakledilmesi ya da en güçlü olan ı n ı n nak­
ledilmesi ve ayrıca beli rli bilgilerin farkl ı farkl ı i nsanlara farkl ı
şekillerde nakledilmesi sözkonusu olabil i r.
Bu yolla binlerce seneden beri bazı bilgi lerin kal ıtı ld ı ğ ı n ı
d üşünebil i riz. Örneğin son bi rkaç b i n yı ldan beri h i ç kimse­
nin Asur dilini kon uşmamasına karş ı n , Asu r dilini konuştuğu
uzmanlarca saptanmış çocuklar bilinmektedir. Böyle bir ko­
nukçu (eğer geçmişte de uygun kimseler bulmam ı şsa) , an­
cak 3.000-4.000 yıl sonra kendini ifade edecek birini bulmuş
olmaktad ı r. Gecmişte kendini ifade edecek yetenekte bireyler
bulabilmiş; ancak yine de konukçu olarak kuşaklar boyunca
varl ı ğ ı n ı sürdürmüş (kal ıtı lm ış) olanlar da olabil i r.
Bütün bu konu lar üzerinde binbir çeşit senaryolar yaz ı l m ı ş
v e gizemli yap ısı herkesin dikkati ni çekmişti r. Ancak böyle b i r
sistemin, gelecekte, eğitimin e n öneml i aracı olabileceği bel­
ki de bu kitabı n haricinde hiç kimse tarafı ndan dile geti rilme­
mişti r.
Bilg i , tan ı m lanabilir bir bileşik ya da yap ı halinde depolan ı ­
yorsa v e ayn ı kişi tarafı ndan tekrar tekrar okunabiliyorsa; ay­
rıca, geçmişte ve farkl ı bir kişinin kazanm ı ş olduğu bir bilginin
okunma şansı da kan ıtlan m ı şsa, niçin bu yolla, geçmişteki ve
şu andaki kazan ı l m ı ş bilgileri n , bir bireyi n belleğine yerleşti ril­
mesi m ümkün olmas ı n ? Bunun için duyu organları n ı n kulla­
n ı lmas ı na gerek olmad ı ğ ı ndan dolayı , en azı ndan , bilinen (o
güne kadar kazan ı l m ı ş olan) bilgileri n yerleşti rilmesi içi n , de­
neysel eğitime gerek de olmayacaktı r. Geçmişte ve anda, tek
bir bireyi n deneysel olarak kazand ı ğ ı bir bilg i n i n , diğer insan­
ları n aynen h izmetine sunulmaması için h içbir neden yoktur.
Daha önce verdiğimiz ikizler örneğinde olduğu gibi, bu uy­
gulaman ı n en çarpıcı yan ı , bilgi aktarı m ı için , zaman ı n ve

1 44
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

uzakl ı ğ ı n sorun olarak ortadan kald ı rı lmas ı d ı r. Geçmişteki bir


bilginin (beş duyuyla alg ı lanm ı ş gibi) okunma şans ı doğdu­
ğu gibi, çok uzaktaki bir bireyin mesaj ı ya da gözlemleri , uy­
gun bir adaptör kullan ı lmak suretiyle aynen (yani o mekanda
görüyormuş, işitiyormuş ve duyuyormuş gibi) al ı nabilecekti r.
Böylece, uzaktaki bir bireyin duyu organları n ı , kendi duyu or­
ganları m ı z gibi kullanma olanağ ı na kavuşmuş olacağ ız. Belki
bir ütopya olarak, birçok can l ı n ı n da sinir sistemine, varsa dü­
şünce sistemine, bu yolla girmek de olanakl ı olacak ve böyle­
ce, evrendeki tüm can l ı lar bir düşünce sisteminin, yan i bir tü­
mün tek tek parçaları (ögeleri) olacaklard ı r. Belki de evrensel
barış, uzlaşma, uyuşma ve anlaşma ilk defa bu aşamada or­
taya çı kacakt ı r.
Tek sorun , beyin yapısı n ı n ayrı ntılarına yeterince giri leme­
miş olması ve beyin dalgaları n ı n yakalanmas ı n ı , kodlanmas ı ­
n ı v e çözül mesini sağlayacak ayg ıtları n henüz yap ı lamam ış
olmas ı d ı r. Bireyler arası nda uyumu (adaptasyonu) ve dön ü­
şümü (konvert) sağlayan böyle bir sistemin gelişti ril mesi , ev­
rendeki tüm i nsanları n , kazan ı l m ı ş bilgileri ortak olarak kul­
lanmas ı na olanak sağlayacakt ı r. İşte, bu aşamada, bu kita­
b ı n açı klamaya çal ıştığı iki büyük (ana) güçlük ortaya ç ı ka­
cakt ı r. Biri ncisi , bu bilgileri alacak s ığaya (kapasiteye) kal ıt­
sal olarak sahip olamayan bireylerin durumunun, ikincisi de
ortak temel bilgi olarak seçi lmesi gereken bilgilerin n iteliğinin
ne olacağ ı d ı r.
Doğal olarak, i nsanlar, bir bilgisayarı n seri bağlanm ı ş par­
çaları olmamal ı d ı r. Bu nedenle temel bilgiler dediğimiz bilgile­
rin haricinde, her bireyin kendi kimliğini gelişti recek eğiti m sü­
reçlerinin sürd ü rü lmesi kaç ı n ı l mazd ı r. İşte bu aşamada, sos­
yal bilimleri n , daha doğrusu , ilmi bilgileri n önemi ve değeri or­
taya çı kacakt ı r. Temel bilimleri düşünce sisteminin zeminine

1 45
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

otu rtmadan al ı nacak ilmi bilgiler, çözümü mant ı kla sağlana­


mayacak ayrı l ı klara ve farkl ı l ı klara ve sonuçta toplumsal hu­
zursuzluklara neden olacakt ı r. Temel bilimlerin en iyi tarafı , el­
de edilen bilgilerin önemli bir kısm ı n ı n tartışmaya gerek kal­
mayacak kadar açı k olması ve her koşulda, her yerde ve her­
kesçe kullan ı labilmesidir.
Bütün bu gelişmeleri n sonucunda, düşünce olarak insan ı n
ölümsüzleşmesi gerçekleşebilecekti r. Çünkü bir defa, bilginin
nas ı l depoland ı ğ ı n ı , nas ı l nakledildiğini ve tekrar nas ı l okun­
duğunu çözdünüz mü, o zaman , bunu bir vücuda gerek kal­
madan mekanik olarak saklama olanağ ı n ı da bulabileceksiniz
ve belki daha i leri bir aşamada, beyin organizasyon unu tak­
l it ederek ve en önemlisi kimlik duygusu kazand ı rarak, son­
suz yaşama olanağ ı na kavuşabileceksiniz. Böyle bir dünya­
da, demokrasinin, temel hak ve özgürlükleri n , inançları n , öbür
dünya ile ilgili varsayı mları n nas ı l bir temele otu rtulacağ ı n ı ,
bugünden tahmin etmek zor olsa dah i , yorumlarda bulunmak
ilginç ve eğlenceli olacakt ı r.
Bu kitab ı n yazarı da, okuyanlar da beş duyusu ile alg ı la­
maya ve düşünmeye al ıştı rı ld ı kları içi n , olmas ı gerekenleri
anlatabi lmeleri ve anlayabi lmeleri zor olmaktad ı r. Ancak 2000
yı l ı , sadece deneysel olarak öğrenmenin yetersiz bulunabile­
ceği bir yüzyıl olabil i r. Bundan kasıt, deneysel gözlemlerimi­
zin yan l ı ş olduğu değildir; böyle bir sonuç ç ı karı lmamal ı d ı r;
terkedilme gereğinin nedeni , bunun pahal ı bir yöntem olma­
sı ve uzun zaman almas ı d ı r. Eğitimde, yen i gelen her birey
(okula başlayan çocuklar) ya da belirl i birey toplulukları (mes­
lek içi eğitimler) içi n , bir bilginin öğretil mesi amacıyla, gözlem
ve deneylerin sürekli olarak ayn ı şekilde tekrar edilmesi , gele­
cek çağ ı n kısıtl ı olanaklarına ve düşünce tarzına uygun düş­
meyebi l i r. Bir defa kazan ı l m ı ş bir bilg i n i n , her bi reye aynen

1 46
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

aktarı lmas ı n ı n ya da i letilmesinin yolunun bulunması gerekli­


dir. Bu da, yazara göre bi raz önce anlatı lan yöntemle gerçek­
leşecektir. Zaman geçirmeden , bu yöntemi n , temel bilimlerle
uğraşanlar tarafı ndan gündeme al ı n ması ve h ızla geliştiril me­
si gerekecektir.
Gelecek çağ, bilgi aktarmanm klasik yöntemlerden farklı
bir şekilde gerçekleşeceği çağ olacakttr.

1 47
9. B Ö LÜM

Bilgili ve Becerili İnsan Seçimi Nasıl


ve Hangi Aşamalarda Olmahdır?

Bilginin ve becerinin tan ı m ı yap ı l d ı ktan ve bunları n kazand ı ­


rı lmas ı na il işkin önerilerden sonra, bu yetenekleri kazananla­
rı n doğ ru seçimi nas ı l yap ı l mal ı d ı r sorusu gü ndeme gelecek­
tir. İ nsan l ı k tari h i , doğru bilgi ve beceriyle donatı lmam ış insan­
lara veri len yetkilerden dolayı çekilen acı larla dol udur. Tari h
kitapları m ız, özellikle Osmanl ı Dönemi'nde, yeteneksiz ve bil­
gisiz yöneticileri n neden olduğu toplumsal felaketlerin öyküle­
riyle motiflenmiştir.
Çok yakın zamanlara kadar ve bugün yetki li bir yere gel­
menin yol u , çoğunlukla bir siyasiye ya da bir parti yetkil isine,
ç ı kar birliği için kurulmuş bir derneğe ya benzer bir kuruluşun
etkisine, bazen kişisel i lişkilere, hatta rüşvet ve karş ı l ı kl ı çıkar
il işkisine dayal ı d ı r. Bunun içi n , bir i nsan ı n ü niversite diploma­
s ı alması yeterli bir koşu ldu.
Padişah 1 1 1 . Sel i m , ülkenin bozuklukları n ı n farkı nda olan ve
reform yap ı lmas ı n ı n gereğine inanan ayd ı n bir l iderd i . Tahta
ç ı kt ı ğ ı nda ( 1 789), insan l ı ğ ı n düşünce tarz ı n ı etkileyen Fran­
sız Devri mi konusunda, devrin d ışişleri bakan ı Atıf Efendi'den
bir rapor istedi . Yenilikleri izlemek ve ülkeyi çağdaşlığa yak­
laştı rmak gibi ulu bir görevi yüklenmiş olan d ışişleri ve onun
bakan ı Atıf Efendi , bakı n raporunda neler yazm ıştı :

1 48
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

Burada, Voltaire, Rousseau adlı dinsizler (zmdıklar) ve on­


lardan daha beter ukalalar peygamberlere sövmek, büyükleri
yermek (zemmetmek), dinlerin tümünü kaldtrmak, cumhuriyet
ve eşitliği savunmak gibi birtakım kışkırtıcı düşünceleri yay­
maktadtrlar. Aslmda fitne ve fesattan (kanştmcılıktan) baş­
ka bir şey olmayan bu düşünceler, frengi hastalığı gibi, ha/­
km beynine işlemiştir. İşin garip yam, halk da bu düşüncele­
re rağbet etmektedir. İşte, bunlann etkisinde kalanlar, birkaç
yıl önce, bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar;
Allah korkusunu kaldmp, ar ve namusu mahvetmişler, Fran­
sa halkmı yabani hayvan ktyafetine sokmaya çaftşmışlar; bu­
nunla da yetinmeyip, her yerde yandaşlar (kafadarlar) sağla­
yarak, "İnsan Haklan" dedikleri isyan bildirilerini yabancı dil­
lere de çevirerek, milletleri, hükümdar/an aleyhine kışkırtmış­
lardtr. Burada olup bitenler budur aslmda . . . (Cevdet Paşa Ta­
rihinden Seçmeler (1973, 464-466 s.).
O gün i nsan hakları n ı n ne olduğunu sezinleyemeyenler
ve bat ı l düşüncelerine sald ı rı olduğunu zannedenler, bugün­
kü i nsan hakları n ı n ihlalinin zeminini haz ı rlıyorlard ı asl ı nda . . .

Çahşanın standardı
Toplumlarda bireylerin iyi yetişti rilmesi tartışmasız özlenecek
bir durumdur. Ancak bundan daha öneml isi , bilgili ve yaratı ­
cı i nsanları n seçilerek, olması gereken yerlere ulaşmaları için
uygun sistemin kurulmas ı d ı r. Toplumdaki bireyler, kal ıtsal ye­
tenekleri ya da eğitildikten sonra kazanm ı ş oldukları yetenek
ve becerileri bakı m ı ndan istatistik açıdan değerlendirildikle­
ri zaman , i l ke olarak bir çan eğrisi ortaya ç ı kar. Bu şu demek­
tir, topl umdaki i nsanları n çok az bir kısm ı üst düzeyde (kal ıt­
sal ve eğitsel) yetenekli ve becerikli , çok az bir kısm ı çok ye­
teneksiz ve beceriksiz, sayıca en fazla olan g rup ise yetenek

1 49
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ve beceri bakı m ı ndan orta değerlerdedi r. Kazan ı l m ı ş bilgi ba­


k ı m ı ndan da bu dağ ı l ı m görülür. İşte çağdaş ve gelişmiş ül­
kelerde, toplumu yönlendirecek ve lokomotif görevi yapacak
yerlere, örneğin ilk, yan i yetenek ve beceri ve keza bilgi biri ki­
mi bakı m ı ndan % 1 'lik g rubun içerisine giren i nsanlar, az ge­
l işmiş ülkelerde ise rastlantıyla seçilmişler (çok defa da bilgiyi
değ i l , kurnazl ı ğ ı ön plana çı karanlar) gel i r. Böylece, bilgi göz
önüne al ı nmad ı ğ ı için bir yandan doğru seçim yapı lamaz, ye­
tenek göz önüne alı nmad ı ğ ı için de diğer taraftan yaratıcı tip
oluşturulamaz ve son uçta toplum, sorun ları n ı çözemez, hatta
bilgisizliğin ve ku rnazl ı ğ ı n doğurduğu yen i sorun larla boğuş­
maya başlar. Bu sakı ncan ı n ortadan kald ı rı l ması ve toplumun
doğru yönlendiri lmesi için bilgili ve yetenekli i nsanları n seçi­
mi konusunda yeni bir sistemin kurulmas ı (hatta gelişmiş ül­
kelerde dahi) gereklidir.
Bu sistem, örneğin Tü rkiye'de nas ı l kurulabi l i r? Bunun için
elimizde, son y ı llarda siyasetçilerin göz yumması ve desteği
ile FETÖ'nün ele geçirerek manipüle etmesini bir tarafa b ı ra­
kı rsak, yıllarca başarıyla uygulad ı ğ ı m ı z ve her defas ı nda bel­
ki en doğru değ i l ; ancak doğruya yakın sonuçlar ald ı ğ ı m ı z bir
sistem var. Bu sistem, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merke­
zi'nin (ÖSYM) bazı kuruluşlar için uygulad ı ğ ı seçme s ı navla­
rıd ı r. Bu sistem gel işti rilerek uygulanabilir. Bunun için şu yo­
lun izlenmesi kaç ı n ı lmaz görünmektedir:

1 . Tan ı mlan m ı ş bir mesleğin (örneğ i n , ormancı , zi raatçı ,


diş heki m i , doktor, m ühendis, avukat, öğretmen , kimyacı , fi­
zikçi , biyolog , tarihçi , arkeolog vs. ) , mesleğini icra edilebilme­
si, mesleğine ait yasal hakları n ı kullan ı labilmesi ve buna bağ­
lı olarak sorumluluğunu taşıyabilmesi içi n , mesleğinde belirli
bir bilgi birikimine sahip ol mas ı kaç ı n ı l mazd ı r.

1 50
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

Örneği n bir inşaat mühendisi olabilmek için , belirli bir bilgiye


sahip olman ız gerekir. Diyelim ki , evrensel bir tan ı mlama ile in­
şaat konusunda, dünyada mevcut bilgi toplam ı 500.000 birim­
dir (bilginin birimi byt = baytt ı r) . Bir insan ı n , inşaat mühendisi
olarak, en düşük düzeyde yetkiye ve sorumluluğa sahip olma­
sı için , bu bilginin en azı ndan 1 00.000 birimini bilmesi gerekir.
Nereden mezun olursa olsun, siyasi iradeden bağ ı msız, özerk
ve teknik bilgiyle donatılmış bir merkezce (ÖSYM benzeri), bil­
gisinin denetlenip, yeterli olup olmad ı ğ ı konusunda yetki bel­
gesi verilmesi gerekir. Herhangi bir üniversiteden mezun ol­
mak, bir i nsana doğal yetki ve birçok şey için hak kazand ı r­
mamal ı d ı r. Hatta üniversitelerden diplomayı da kald ı rabilirsi­
niz. Eğer üniversiteler istiyorlarsa, diploma verebilirler. Bu, sa­
dece sembolik bir değer ve kişinin o üniversitede bulunduğu­
nun kan ıtı olarak kullan ı labilir. Bir mesleğin verdiği hak ve yet­
kinin kullan ı lmas ı isteniyorsa, o zaman, kökeni (bitirdiği okul)
ne olursa olsun , kişinin o gün o meslek grubu için geçerl i olan
bel i rl i bir bilgi birikimine ve beceriye sahip olmas ı n ı kan ıtlama­
sı gereki r. Buna "Devlet ya da Meslek Standardı" diyebiliriz.
Ası l ilginç olan ı , günümüzde bir çekicin , bir borunun ya da
bir ambalaj kutusunun standard ı n ı n saptanm ı ş olmas ı na kar­
ş ı n , toplumun şu andaki ve geleceğini etki leyecek kararlara
imza atan ve yönlendiren kesimin (teknik ya da yönetici) stan­
dard ı özellikle geri kalm ı ş ülkelerde beli rl i ku rallarla saptan­
mam ı ş olmas ı d ı r. Dolayıs ıyla, toplumun her kesimi, yöneti­
cilerin ve daha son ra özelliklerine geniş olarak değineceği­
miz politi kacı ları n bilgisizliklerinden, yeteneksizliklerinden ve
basi retsizli klerinden yakı n ı r. Ortaya ç ı kan olumsuzl ukları n , bu
bilgi ve beceri eksikliğinden i leri geldiğini bile bile, düzeni de­
vam ettiri rler. Tarihimiz ve günümüz, bunun sayısız örnekle­
riyle dol udur. Çünkü bugün çarp ı k kısımlarına s ı kı sıkıya sa-

151
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rı ld ı ğ ı m ı z demokrasi uygulamas ı ve söylemleri nitelikli insan­


ları n seçilmesine izin vermiyor.
Değindiğimiz bu 1 00.000 birimlik bilgi, gerçekte, bir mes­
leğin verdiği en düşük düzeydeki hakkın ve yetkinin kul lan ı l­
ması için gerekli olan bilgidir. Örneğin inşaat mühendisi için ,
bu yetki , plan ı yap ı l m ı ş b i r inşaatın sürdürü lmesi içi n , dene­
tim ve yü rütme yetkisi olabil i r. Eğer, kişi , küçük çaplı bir plan
yapma hakkı n ı da elde etmek istiyorsa, 1 50.000 birimlik bilgi­
ye, orta çaplı bir plan yapma hakk ı n ı elde etmek istiyorsa, ör­
neğin 200.000 birimlik bilgiye, eğer dev bir çal ı şman ı n , örne­
ğin AVM'nin plan ı na i mza atma hakkı n ı elde etmek istiyorsa,
o zaman, örneği n 300.000 birimlik bilgiye sahip olmas ı gere­
kir. Tüm bu bilgilerin ölçülmesi de, yukarıda değindiğimiz, ba­
ğ ı msız, özerk ve tekni k bir merkezin , bilinebilen en uygun ve
karmaşı k ölçme teknikleriyle, insan etkileşimine kapalı olarak
bilgisayar ortam ı nda gerçekleşmelidir.
Okuldan mezun olup da, devletin herhangi bir çarkı na tu­
tunmuş olan herhangi biri n i , ömür boyu denetleyecek herhan­
gi bir ciddi kuruluş ya da sistem yoktur. Bu boşluğu, çok defa,
bilimden ve izandan yoksun siyasi istismar doldurarak, sorun­
ları çok daha ağ ı r hale geti rir. Kendisini gelişti remeyen dolayı­
s ıyla bilgisine artık güvenemeyenler böylece politik istismara
boyun eğmek zorunda kal ı r. Bu nedenle, bir kişi, devlet çar­
kı nda ya da özel teşebbüste, ömrü boyunca, ayn ı yetkiyle ça­
l ı şma hakkı na sahip olamamal ı ; zaman zaman bilgisi denet­
lenerek olması gereken çizgiye taş ı n mal ı d ı r (daha geniş bilgi
için 1 O. Bölüme bakın ız).

Bir üniversiteden al ı nan diploma, o meslek g rubunun hak


ve yetki lerinden yararlanmak anlam ı na gelmemelidir. Bir ki­
şi, ister devlet sisteminde, ister özel ku rul uşlarda çal ı şs ı n , bu

1 52
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

yetkileri ve mesleğinin unvan ı n ı kullanabilmesi içi n , meslek


standard ı dediğimiz, bilgi birikimine ve becerisine u laştığ ı n ı
sı navlarla kan ıtlamal ı d ı r ve b u denetim , mesleğini icra ettiği
sürece, bel i rl i aral ı klarla tekrarlanmal ı d ı r.

Yöneticinin standardı
Toplumu yönetmek, uygar ve çağdaş anlamda bir bilim oldu­
ğuna göre, yönetenin de gerekli bilgiyle donatılması , toplumun
selameti ve başarısı açısı ndan kaç ı n ı lmazd ı r. Burada karş ı m ı ­
za b i r daha "gerekli bilgi nedir?" sorusu çı kmaktad ı r. A z önce
verdiğimiz örnekte, bir insana, mesleğini icra ederken , sade­
ce teknik bilgi birikimi yeterli olabilir. Ancak bu mühendisin , ör­
neğ i n , genel müdür olma isteği varsa, 300.000 birimlik mesleki
bilgi dağarc ı ğ ı n ı 400.000 bine çı karman ı n ötesinde, belki (ör­
neğin 50.000 birimlik) bir yabancı dil bilgisine, muhakkak (ör­
neğin 50.000 birimlik) iş planlaması ve sevk ve yönetim bilgisi­
ne ve çevre bilimine ayrıca gereksinmesi olacakt ı r. Eğer bu ki­
şi müsteşar olmak istiyorsa, 500.000 birimlik meslek bilgisinin
ve deneyiminin haricinde, belki i ki nci bir yabancı dili (30.000
birimlik), sevk ve yönetim bilimini (örneği n 1 00.000 birimlik) ,
yöneylem i , idare h ukukunu, halkla i lişkileri v e siyaset bilimini
belirli oranlarda bildiğini kan ıtlamak zorundad ı r.
U n utmamak gerekiyor ki , her makam yükselişinde, etki
edeceği toplum kesiminin kapsam ı biraz daha artmaktad ı r.
Bu neden le, bu kapsama uygun bilgi ve beceriye sahip olması
gerekir. Halbuki görebildiğimiz kadarıyla, bu makam lar, politi­
kacı ları n elinde tam anlam ıyla bir arpal ı k ve oyuncak olmuş­
tur. Dolayısıyla, sorunları m ızı çözmek kural olarak olanaksız
duruma gelmiştir. Bu, hastane başhekimi olmak isteyen bir
doktor için de, genelku rmay başkan ı olmak isteyen bir subay
için de geçerlidir.

1 53
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Sürekli eğitim, meslek içi eğitim


Birçok meslekte , al ı nabi lecek her kıdem (ücret baremi) böy­
le bir sı navın sonucunda verilmelidir. Bunun içi n , karş ı l ı ğ ı bil­
giyi alan tarafı ndan ödenmek kayd ıyla, meslekteki yeni bilim­
sel gelişmeleri öğreten föyler, meslek dergileri sürekli olarak
(örneğin haftal ı k ya da ayl ı k) ülke çap ı nda dağıtı lmal ı ve bu
bilgilerin ı ş ı ğ ı altı nda, kişinin bilgisini yeni leyip yeni lemediği
zaman zaman yap ı lacak s ı navlarla saptanmal ı d ı r. Bu sı nav­
ları kazanamayan ya da bilgisinin sürekliliğini, verilen makul
bir süre içerisinde kan ıtlayamayan h iç kimse, özel teşebbüs­
te dah i , o mesleğin yetkisini kullanamamal ı ve o mesleğin al­
ması gereken statüden ücret ya da maaş alamamal ı d ı r. Be­
l i rl i bir bilgi birikimine, belirli bir süre (örneği n üç sı nav sonu­
cu) ulaşamayanlar ya bir alt kademeye indirilmeli ya da yetki­
leri elinden al ı nmal ı d ı r.
Ülkede yap ı lan birçok yatı rı m , özel likle plan aşamas ı nda,
teknik kadronun yan bilgiye sah ip olmaması ndan dolay ı , bek­
lenil meyen ya da gözden kaçan birçok olumsuz sonuçlara
u laşm ışt ı r. Bunun en tipik örneği, Gökova Santral ı ' nda yaşan­
m ı şt ı r. Santral bel i rl i hastal ı kları bu bölgede katlarcas ı na art­
tı rm ışt ı r. Bu santralı yapan, onaylayan merciler, kendi konu­
larında yeterl i tekni k bilgiye sahip ol maları na karş ı n , yeterince
çevre bilincine sahip olmadan bu yetki li makamlara tı rmand ı k­
ları içi n , doğada büyü k tah ribatlara yol açm ışlard ı r. Bu radaki
eksikl ik, sadece kişinin (ya da kişilerin) bilgi eksikliği değil, ne­
yi kime soracakları n ı n dahi bilincinde olmamaları d ı r.
Bu yöntem, meslek olarak tan ı m lanm ı ş her yerde (ister il­
kokul mezunu, ister orta eğiti m , ister yüksekokul mezu nu ol­
sun) beli rli ölçüde yapı lmal ı d ı r. Yani bir duvarcı ya da motor
ustas ı n ı n da eğitimi ve yeterliliği, belirli bir standarda ve de­
recelenmeye bağlanmal ı d ı r. Bu anlattı kları m sadece yü ksek

1 54
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

tahsi l yapanlar için değ i l ; her kademede iş yapan ara işçiler


için de geçerlidir.
Bu dünyada, başarı n ı n , kazanman ı n ve etki n duruma geç­
meni n temel koşulunun bilgi ve beceri olduğu düşüncesi ege­
men olmad ı ğ ı ve bu kural uygulanmad ı ğ ı sürece, toplumun
öneml i bir kısm ı n ı n , çocukları n ı n eğitimi yerine, araba, ev ve
ziynete yat ı rı m yapmas ı n ı önleyemezsiniz ve toplu m u n , çağ ı n
d ı ş ı nda kalmas ı na neden olursunuz.

2. Böyle bir denetim sisteminin, en önemli sonuçları ndan


biri de, eğitim-öğretim kurumları n ı n , özellikle üniversiteleri n ,
siyasi istismardan kurtarı larak, daha ciddi ku rumlara dönüş­
melerinin sağlanmas ı olacaktı r. Bu sistem, ayrıca, bir oda ve
bir hoca ile bir ü niversite ku rma modas ı n ı n ya da anlayışı n ı n
sonunu haz ı rlayacakt ı r. Çünkü :
B i r meslek g rubunda temel olarak neler öğrenil mesi gere­
keceği , hemen hemen bilinir. Bunların haricindeki öğretiler, o
ku rumun özel yönlenmesi ve tercihi i le ilgilidir. Dolayıs ıyla bir
insan ı n bir mesleği icra edebi lmesi içi n , nereden mezun olur­
sa olsun , en azı ndan , belirli bir temel bilgiye sahip olması ge­
rekecektir. Buna, eğitimde kon uları n ağ ı rl ı kları denir. Örne­
ğin, i nşaatta, zemin mekaniği, okutulan dersleri n , saat ola­
rak % 1 O'u ise; örneğin diş heki mliğinde, protez, % 20'si ise;
edebiyatta, yak ı n Tü rk edebiyatı % 40' ı ise, bu merkezi sı nav­
da sorulacak soruları n ağ ı rl ı kları da buna göre saptanacaktı r.
Diyelim ki , Atatürk Ü niversitesi Tıp Fakü ltesinden sı nava
giren ler, üç y ı l boyunca, gözle ilgili soruları yan ıtlayamıyorlar­
sa ya da Hacettepe Ü niversitesi Biyoloji Bölümü nden gelen­
ler, örneğin fizyoloji soruları n ı yan ıtlayamıyorlarsa ya da Gazi
Ü niversitesi M ü hendisl ik Fakü ltesi nden gelenler zemin meka­
niğini yan ıtlayamıyorlarsa, merkezi sistem, üniversitenin dik-

1 55
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

katinin çekilmesi ya o dersi yürüten hocan ı n dikkatinin çekil­


mesi sağlan ı r ya da o hocan ı n görevine son verilmesi şeklin­
de bir zorlama ile "kalitenin yükselmesi için" bir çeşit oto kont­
rol sistemi geti rilmiş olur.
Diploma almakla h içbir hakka sahip olamayacağ ı n ı n bilin­
cinde olan ve devlet s ı navı n ı n kazan ı lmas ı n ı n gerekli olduğu­
nu bilen bir öğrenci , kendi müfredat ı n ı n d ı ş ı ndaki bilgileri de
öğrenme zorunluluğunu duyacağ ı gibi, ders ald ı ğ ı hocaları­
n ı , çağdaş bilgiye u laşmaları , kendilerini yeni lemeleri ve en
önemlisi, dersleri çok daha ciddi (bir çeşit yarışma duygusu
içerisi nde) yapmaları için zorlayacakt ı r. Sonuçta her kesim bu
oto kontrolden karl ı çı kacakt ı r.

1 56
1 0. B Ö LÜM

Geçmişte ve Şimdi, Demokrasinin,


Temel Hak ve Özgürlüklerin Evrimi ve
Tartışılması

Dünyan ı n her döneminde demokrasinin, temel hak ve özgü r­


lüklerin tan ı m ı farkl ı olmuştu r. İ nsanlar bir arada yaşamaya
başlad ı ktan , araları nda i letişim kurulduktan ve en önemlisi
mal sahibi olma dürtüsü ortaya ç ı kt ı ktan sonra haklar soru­
nu da g ündeme gelmişti r. Can l ı lar aleminde, merak, mal sa­
hibi olma ve keza karaborsa yapma, sadece i nsanlarda gö­
rül ü r. Bütün canl ı larda, bireysel olarak ya da toplu olarak ya­
şad ı kları (sahip oldukları) yeri , yan i teritoryumları n ı , savunma
eğil i m i vard ı r. Bunun için bel i rl i biyolojik ku rallar kendiliğinden
oluşmuştur. Örneğ i n , sesin ya da kokunun ulaşabildiğ i , besi­
nin sağlanabildiği s ı n ı r, diğer bir bireyle ya da toplumla olan
hak (egemenlik) s ı n ı rı n ı çizer. Bu s ı n ı rı n içerisinde, birey ya
da topl u m kendini g üvencede hisseder ve d ı şarıdakilere kar­
şı da sald ı rgan bir tutum izler.
Bir toplum içerisinde, görev paylaş ı m ı başlayı nca, haklar
ve sorumluluklar, dolayısıyla da d üzeni n ilk ögeleri ortaya ç ı k­
maya başlad ı . Çünkü serbest doğada bağ ı msız yaşayan bir
bireyi biyolojik gereksinmelerin d ı ş ı nda s ı n ı rlayacak herhangi
bir şey olmayacağ ı için , haklar ya da sorumlul ukları n tan ı m­
lanmas ı na da gerek olmayacakt ı . Böylece, toplu yaşaman ı n
i l k i l keleri ortaya çıktı . Bunları n kargaşalığa yol açmadan uy­
gulanmas ı için de bir şef kavramı gelişti . Toplumun kendi için-

1 57
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

de, kad ı n ı n zayıf dönemlerinde (örneği n adet görme s ı rası n ­


da) korunmas ı v e çocuğun beli rli b i r süre g üvenl i bir ortamda
büyütülmesi içi n , bir aile yapısı n ı n oluşması g ündeme geldi
ve buna ilişkin ilkeler zaman içerisinde bel i rlendi. Ailedeki yö­
netim kargaşal ı ğ ı n ı ortadan kald ı rmak için de yine bir yönlen­
diricinin seçilmesi gerekirdi. Bu da şef seçim i nde uyguland ı ğ ı
g i b i , o dönemin tek değeri olarak bilinen kuwet v e gücün ege­
menliği ön plana al ı n d ı ve erkek, aileni n şefi olarak toplum ya­
p ı s ı na girdi. Biyoloj ide bir kural vard ı r: Eğer bir yapı ya da dü­
zen lenme bir defa işlenmeye (evrimleşmeye) al ı n m ışsa, so­
n uçta çı kmaz sokağa giri lse dahi, bunun gelişim i ve çeşitlen­
mesi sadece zamana bağ l ı d ı r. Böylece , seçilmenin ana ilke­
si, hayvansal yaşam ı n bir devam ı olarak gücü esas al m ı şt ı r.
Haklar da buna göre d üzenlenmiştir. Güçlü olan ayn ı zaman­
da hakl ı oland ı r. Bi rçok öyküde, hakl ı n ı n saptanması için ya­
rı smaları n ya da dövüşlerin düzenlenmesi bir gelenek olmuş­
t..ı(. G üzel kızı almak, yönetim hakkı n ı ele geçirmek, hatta ye­

meğin iyisini yemek güçlünün hakkıd ı r. Kim ki güçlüdür, hakl ı


olan da odur. . . Seçilimin bu ilkesi şu ya da bu şekilde, şekil de­
ğişti rse dah i , günümüze kadar etkinliğini sürd ü rm üştü r. Gün­
lük yaşam ı m ızda, bugün dah i , en uygar ülkelerde, yasalar izin
vermese dah i , güçlü olan ı n (buradaki güç, kuwet kullan ı m ı ­
n ı n yan ı s ı ra, mali v e siyasi güç olarak d a alı nabilir) hakl ı ç ı ­
karı ldığı birçok olaya tan ı k olmaktayız. Bu ilkel seçilim tarz ı ,
i nsan soyuna hayvansal ataları ndan kal ıtı l m ı ştı ; i nsan evrim­
sel süreci içerisinde, onu etkisiz ve anlams ız kılacak değerle­
ri ne yaz ı k ki yeterince geliştiremedi. . .
Temel hak/ann ve özgürlük/erin ilk evresi ve ilkesi: Güçlü
olan haklidlf.

Montaigne'in "Yamyamlar Üstüne" adl ı denemesinde anlatı­


lan bir gözlem, özü nde, insan soyunun l ider seçimindeki ilkel

1 58
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

ve i l ki n ölçütünün ne olduğu kon usunda ayd ı n latıcı filogenetik


(eskiye ait) bilgiler vermektedi r: Fransa'daki şehi rler, zengin­
likler, övünülecek nesneler gösterildikten son ra, Rouen şeh­
rinde Kral Charles'in huzuruna ç ı karı lan üç yamyam ile kral
uzun uzun konuşur. Kral , onlara neyi beğendiklerini ve ne­
ye şaştı kları n ı sorar ve onlardan şu yan ıtı al ı r: "Sakall ı , güçl ü ,
kuwetli ve silah l ı b i r sürü insan ı n , çocuk yaş ı ndaki bir i nsana
neden bekçi lik ve uşakl ı k yaptı kları n ı ve bunlardan birinin ne­
den kral seçilmediğini bir türlü anlayamad ı k," şekli nde bir ya­
n ıt al ı r. Yan ıt, l ider seçimindeki ilkel ve ilkin ölçütü tam olarak
yans ıtmaktad ı r.
Gerek bu yapı lanma ile gerekse bundan son raki birçok ya­
pı lanmalar ile sadece bir liderlik ve yönlendirmeni n verdiği
mutluluk yaşanmam ış, güçle birlikte toplumlardaki artı k değe­
rin (mal ı n ) , bu yönlendiricilerin ya etkileri altı ndaki bir çevre­
de ya da bizzat kendilerinin doğrudan kullanabilecekleri şeki l­
de ellerinin altı nda toplanmas ı n ı sağlam ışt ı r. Böylece, bu ma­
l ı n (bir anlamda gücün) daha da geliştirilmesi ve en önem l isi ,
hem kendi toplulukları ndaki bireylere karş ı , hem de diğer top­
luluklara karş ı korunması içi n , birçok düzenlemeler (yasalar)
yapı lmaya başlanm ıştır.
İ l k yasalar, l iderlerin daha sonraki düzenlemelerde ise zen­
ginlerin mal ı n ı korumaya yönel ik olduğu içi n , halk dediğimiz
tabakan ı n , yasaları n hazı rlan ışı nda ve uygulan ışı nda söz
hakkı (yani bir anlamda demokrasi) olmam ıştı r.
Daha sonraki dönemlerde demokrasi (bir anlamda özgü r­
lük) hareketleri , bu ilkin duygu neden iyle, mal (güç) sahiple­
rince hep engellenmişti r. Bu hareketlerin hemen hepsi, düzen
bozucu hareketler olarak nitelendirilmiştir. İ l kel devlet kavra­
m ı nda da, din devleti kavramı nda da, kapitalizmde de, sosya­
lizmde de, vs.de de özgürlüğün ve hakları n s ı n ı rı mal ile sap-

1 59
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

tanm ı şt ı r. Bu nedenle, özellikle kapitalist düzenlerde, bir i nsa­


n ı n gözünün ç ı karı lmas ı , örneğin 4 sene hapisliği gerektiri r­
ken , bir gözlüğün zorla gasp ı , örneğin 20 y ı l hapisl ikten baş­
lamaktad ı r. İ l k olarak önemli olan ı n , yan i mal ı n korunması ge­
rekir; daha son ra can ı n ve düşünceni n . . .
Dini devletlerde, dine karşı çı kman ı n cezaland ı rı lmas ı nda
da yine ayn ı mant ı k yatar; çünkü dini egemenlik, bu tip devlet­
lerde mala dönüştü rü lmüştür. Kilise'nin Orta Çağ' da etkinliğini
mala döndü rdüğü ve bugün dahi dünyan ı n en zengin toprak
ağas ı n ı n Vatikan Kilisesi olduğu bilinmektedir. Halbuki H risti­
yan l ı k, mali güç üzerinde egemen olmak amacıyla ortaya çık­
mam ışt ı . İsa' n ı n öğretilerinin amacı , sadece, i nsan ı öbü r dün­
yaya hazı rlamak ve öbür dünyada kurtuluşunu sağlamaktı .
Hatta Roma İ m paratoru'na vergi verilip verilmemesi konusun­
da kendisine dan ı ş ı l d ı ğ ı nda, "Sezar' ı nkini Sezar'a, Tanrı'nın­
kin i Tanrı 'ya" diyerek dininin amac ı n ı beli rlemiş; öbür dünya
ile bu dünyan ı n işlerini birbiri nden ayı rm ı ştı r. M üslüman l ı ktan
önceki dinlere bakt ı ğ ı m ızda, hemen hepsinde, ilk ç ı ktı kları za­
manlarda dünya işleri ile ahi ret işlerinin birbiri nden ayrı tutul­
mas ı n ı n önerildiğini görmekteyiz . . .
H ristiyanl ı ktaki b u egemenlik h ı rs ı , Orta Çağ'da, insan l ı k
tarihinin en karanl ı k dönemi sayı lan "İ nquisition = Engizisyon
Mahkemeleri" dönemini başlatm ış, ''tek bir suçlu cezası z kal­
mas ı n da, vars ı n yüzlerce suçsuz acı çeksin" anlayışı ile bin­
lerce i nsan işkenceye tabi tutulmuş; aleyhte olan her tan ı kl ı k,
ifti ra bile olsa kabu l edilmiş; mahkemeye düşen herkes oto­
matikman suçlu say ı l m ı şt ı r. Bu insan l ı k d ı ş ı anlayışa, bir de
cahillik eklenince, işkencenin boyutu, gelecek kuşakları n an­
layamayacağ ı kadar büyümüştür. Bir örnek, bu insan l ı k dra­
m ı için yeterli olacakt ı r zannediyorum . . . Almanya'da bu dö­
nemde (Orta Çağ'da) büyük tah ribatlara neden olan bir sel

1 60
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

baskı n ı ol uyor ve ki lise bunun nedenini kad ı nları n içine ca­


d ı ların girmesine bağlıyor. Belan ı n gideri lmesi (ya da bir da­
ha tekrarlanmamas ı ) için 1 00.000'den fazla kad ı n diri diri ya­
kıl ıyor. Başlangıçta, olaylara, onaylayarak doğrudan katı lan
ve bir süre son ra kuşkulanarak, bunun başka bir nedeninin
de olabileceğini beyan eden bir rektör de yakılmaktan kurtu­
lam ıyor . . .
Mal ı n üzeri ndeki egemenliğin i l kelerini ve devlet d üzenini
dini buyruk olarak doğrudan beli rleyen ilk din Müslüman l ı k ol­
muştu r. M i ras h ukukunun, mal ı n zekat ı n ı n (şimdiki anlamda
faizinin), beytü lmal ı n (devlet mal ı n ı n) kullan ı m ı n ı n ve malla il­
gili diğer kullan ı m ları n ve keza sosyal i lişkilerin (örneği n bo­
şanma, vs. ) ayrı ntı l ı olarak ilke ve yasalara bağlanmas ı , du­
ruma göre cezaları n ı n takdir edi lmesi ilk defa Müslüman l ı kta
görülmektedir. Bu nedenle dünyada ilk defa bir din, ahiret işle­
rinin yan ı s ı ra devlet idaresine de talip olmuştur. Böylece, laik
olmayan h içbir İslam ülkesinde (Tü rkiye haricindeki İslam ül­
keleri nde) , devlet işleri ile din işleri birbiri nden ayrı lamam ışt ı r.
Dini buyrukları n desteği altı ndaki petrol zengini ülkelerin
de, i nsanoğlunun bugün ulaştığı belirli bir demokrasi örneği
olmas ı na karş ı n , H ristiyanlar için de geçerl i olan biraz önce
değindiğimiz nedenlerden dolay ı , yoğun bir dini baskıyı , ida­
re etmekte oldukları toplumlara uygu lamaları , hatta komşu ül­
kelerdeki özgü rlükçü ve laik eği l i mleri ve hareketleri önlemek
için doğrudan ve el altı ndan destek sağlamaları , insan l ı ğ ı n bir
çeşit ortak mal ı , en azı ndan kendi toplumunun ortak mal ı sa­
yı lan bu petrolün, l iderler elinde tutulmas ı n ı sağlamakt ı r. İ l kel
duyg u , şekil değişti rerek sürmektedir . . .
D i n faktörü i nsan toplumuna g i rinceye kadar, gücün üs­
tünlüğü ve seçti rici özelliği, tartı şmasız bir şeki lde toplumları n
tümüne egemen olm uştu. Belki bu kaba g üce bir tepki olarak,

161
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

u laş ı lamaz, i nsan tarafı ndan alt edi lemez yeni bir güç tan ı m­
lanması gerekti ve böylece yaratıcı (tanrı ya da tan rı lar) kav­
ram ı doğdu . Artı k i nsanlar, güçl ü n ü n karşısı na, gerçekte var
olmasa dah i , en azı ndan gücünü hayal lerinde yarattı kları adi l
bir kuvvetle ç ı kabi lmekteydi ler. Böylece, hayvani g ü ç , haya­
li g üçle denetim alt ı na al ı n m ışt ı . İ ki başl ı l ı ğ ı n ortaya ç ı kard ı ­
ğ ı kargaşal ı kları n yen i düzenlemeler i l e ortadan kald ı rı l mas ı
gerekecekti . Böylece , hak ve özgü rl ü kler yen iden tan ı m lan­
d ı . Ancak kaba gücün etkisi alt ı na koşulsuz olarak bir daha
girmek istemeyen i nsanlar, tanrı n ı n (tan rı ları n) gücü n ü tartış­
masız tarif etmek ve beni msetmek gereği n i duydular ve sos­
yal evri mleşmede yeni bir çı kmaz sokağa g i rdi ler. Ancak bi­
yolojik kaba güç, meydan ı b ı rakmak n iyetinde değildi. Bu ne­
denle birçok m itolojide (m itte) , i nsanları n tanrı larla kavgaları
anlat ı l ı r ve çoğu nda da insanları n başarıs ı övgüyle sunul ur.
Ancak diğer taraf ı n , yani dincileri n eline bir defa güçlü bir si­
lah veril mişti : Görünmez, tutulmaz, öldürülmez ve en önem­
l isi tartışı lmaz g ücü ve yetki leri eli nde tutan bir tan rı kavram ı .
Böylece hak ve yetki , i l k defa ikiye böl ü n müştü . Biri görü n ü r,
tutulabilir, h issedilebi l i r, insanca tutkuları olan , ölebi l i r bir şe­
fe, diğeri ise görü nmez, tutulmaz, öl mez, ancak h issedilebi l i r
v e i nan ı lan bir tan rıya aitti. Başlang ıçta tan ı m lanabi l i r sıfat­
larla sunu lan tan rı figü rleri , bu fig ü rler ad ı na g ücü kullan ma­
n ı n zevki n i yavaş yavaş tatmaya başlayan ru hban s ı n ıfı ta­
rafı ndan , daha etki l i olabilmek içi n , soyut bir varl ığa dönüş­
türüldü ve topl u m u n üzerinde tartışmasız bir egemen l i k ku­
ru ldu. Bu evrede de biyolojik ya da sosyoloj i k kaba g ücün et­
kisi , dini baskıyla zaman zaman çatışmas ı na, zaman zaman
iş birliği içerisine girmesine karş ı n , sürd ü . İ nsan l ı k tarihinin
en acı ve acı mas ız, en iğrenç zu l m ü , bu iki gücün ayn ı eller­
de ya da elde toplanmasıyla ortaya ç ı kt ı . Hiçbir toplum yok-

1 62
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

tur ki , geçmişte, bu iki gücün iş birliğinden nasibini acı bir şe­


kilde almam ı ş olsun .
Bu dönemde haklar ve özgürlükler artı k tartışı lam ıyordu.
Çünkü özgürlükler ve haklar tanrısal buyruklarla s ı n ı rlan m ı ştı .
Böylece, serbest düşünmenin tüm yolları tıkanmış ve insan l ı k
Orta Çağ' ı n karanl ı ğ ı na yuvarlanm ı ştı . Ne yaz ı k k i insan l ı k, so­
runları n ı çözmek, dini buyruklardan kurtulup, doğal çözüm yol­
ları n ı bulmak için , çok zaman yiti rdi. En kanl ı sürtüşmeleri n ve
bugün dahi etkisini derinden hissettiğimiz, farkl ı laşmaları n ve
ayrı l ı kları n tohumu bu dönemde atı ld ı . Mantığın (bu bağlamda
serbest düşünmenin ve tartışman ı n) işletilmesinin önlendiği ya
da s ı n ı rland ı rı ld ı ğ ı her yerde, kinlerin ve duygusall ı kları n ege­
men olması kaç ı n ı lmazd ı . Tarihimizi okuyan herkes, her say­
fada bunun tipik örneklerini görebilir. Bu sadece bize özgü de
değildir. Bu davran ış şekli , dini öğretileri , akı lları n ı n önüne koy­
muş ve günlük yaşamlarına rehber yapm ış her toplumda gö­
rülen aksakl ı kt ı r. Bu, herhangi bir dine özgü bir sonuç da de­
ğildir. Dini öğretilerini bağnazl ı kla uygulayan her toplumda gö­
rülen bir sonuçtur. Meksika'da da, Cezayir'de de, i ran'da da,
Tibet'te, Orta Çağ'daki Avrupa ülkelerinin çoğunda, hatta bu­
günkü uygar ülke olarak nitelendi ri len birçok ülkede ve zaman
zaman (çoğu zaman) Avrupa ülkelerinde de durum ayn ı d ı r.
Bu süreç, i nsan hakları n ı n ve özgü rlüklerinin, dini ilkeler­
le tan ı m lanamayacağ ı ve s ı n ı rlanamayacağ ı yönündeki baş­
kald ı rı ları n yoğunlaşmas ı na ve bu anlayışın topl umun genel
yönetimine egemen olmas ı na kadar sürdü ve insan soyunun
en azı ndan bir kısm ı , bu atı l ı mla, dini kisve denen ikinci bir
boyunduruktan ku rtularak özgü rlüğe doğru koşmaya başlad ı .
Temel haklarm ve özgürlük/erin ikinci evresi ve ilkesi: Ka­
ba güce boyun eğmenin yam sıra; dini egemenlik ve yargıla­
masız, sorgusuz itaat.

1 63
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

Artı k i nsan soyu, güçlü şeflerin ve dini bağnazl ı kları n katı yön­
lendirmesinden ve baskısı ndan kısmen kurtulmuştu . Bundan
böyle, serbest düşünebil i r ve akl ı n ı istediği gibi kullanabi lir­
d i . Ancak bu sevinç uzun sürmedi, kaba g üce ve dini baskıya
alışmış i nsan soyu , yeni bir güç ve zorbal ı k akı m ı yaratmakta
gecikmemişti . Bunun ad ı , çok defa milliyetçi lik kisvesi altı nda
ı rkç ı l ı ktı . Dünyan ı n birçok ülkesinde, bugün dahi gündemden
tam düşmemiş olan ı rkçı l ı k akı mları , bu yüzyı l ı n başları ndan
itibaren, yine mant ı ksız ve akı lsız bir şekilde, kendi gibi görün­
meyen leri yakı p yı kmaya başlam ıştı . Halbuki her birimiz, ı rk
olarak (artık insanlar arası ndaki farkl ı l ı k ı rk olarak nitelendiril­
miyor) , dünyan ı n belirli bir yöresinin fiziki ve coğrafik etmen­
lerini yansıtacak şekilde oluşm uştuk. Her birimiz bir yerin ü rü­
n ü , dünya (doğa) anan ı n yavrularıyd ı k. istense de, bir insa­
n ı n ı rk özellikleri değişti rilemezd i . Zaten görü n ü rde birbirlerin­
den beli rgin bir farkl ı l ı kları da yoktu. İ nsanlar arası ndaki kal ıt­
sal farkl ı l ı k ancak %0, 1 kadard ı . Çiftleştiklerinde verimli yav­
rular da meydana geti rebi liyorlard ı . Pekala, bu kardeş kavga­
sı n iyeydi (niye)? Bütün dünya, sadece sarış ı n mavi gözlüle­
rin ya da çekik gözlü lerin ya da siyah derililerin mi olsun? İn­
sansı özelliklerin kazan ı ld ı ğ ı 4,5 milyon yı ldan ve kültü r evri­
mine başlan ı lan on bin yı ldan beri , insanları n geldiği nokta bu
mu olmal ıyd ı ?
Tam b i r özg ü rlük umulurken , tam tersi hak v e özgü rlükler,
bir kişinin kendi elinde olmadan ve isteyerek seçmeden men­
subu olduğu bir yörenin ve ataları n ı n taş ı d ı kları bazı yapısal
farkl ı l ı klardan dolayı , s ı n ı rlanmaya başlam ı ş ve yine i nsan so­
yu acı lar içine yuvarlanm ıştı . İ ki nci Dünya Savaş' ı , Balkan Sa­
vaşları , Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki olaylar, hatta Ame­
rika Birleşik Devletleri'nin tari h i , bugünkü Avrupa ülkelerinin
çifte standartl ı davran ı ş ı , bu yönlendirmenin bir sonucundan

1 64
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

başka bir şey değildir. Böylece, kaba güç kul lan ı m ı na ve dini
ayrı l ı klara bir de ı rkç ı l ı k akı m ı eklenmiş oldu.
Temel haklarm ve özgürlüklerin üçüncü evresi ve ilkesi:
Kaba gücün, dini egemenliğe bağlı yargılamasız, sorgusuz
itaatin ve trkçılığm sımrladığı hak ve özgürlük/er.

Dünyan ı n birçok yöresinde, bu ilkel duyguları n sürdürülmesi­


ne karş ı n , özellikle İ ki nci Dünya Savaşı ' ndan son ra, ı rkç ı l ığa
karşı bir tepki doğdu ve en az görü n ü rde uygar ülkeler diye ta­
n ı m lanan ülkelerde, ı rkç ı l ı k arka planlara itilmeye çal ı ş ı ld ı . Bu
gelişimde komünizmin ve sosyalizm i n , ı rklara yumuşak bak­
mas ı n ı n etkisini ve iyileşti rici rolünü u nutmamak gereki r. Ni­
tekim Sovyet Sosyalist Cumhu riyetleri dağ ı ld ı ktan son ra, bu
eski i llet, yan i ı rkçı l ı k, yen iden yer yer hortlamaya ve kan akıt­
maya başlad ı .
Komünizm i n , ı rkç ı l ı ğ ı arka plana itmesinin kökünde sade­
ce i nsancı l duygular yatm ıyordu; tüm bu g üçlerin (özellikle ı rk­
ç ı l ı ğ ı n ve dini baskı n ı n) yerine, toplumu s ı n ı rlayıcı yen i bir slo­
gan ya da yeni bir güç bulunmuştu . Bunun ad ı işçi s ı n ıfı n ı n
(emekçi lerin) egemenliğiydi. B u defa d a toplumun b i r s ı n ıfı n ı n
"güya" yararı na insanları n hak ve özgü rlükleri s ı n ı rlanmaya
başlanm ı şt ı . Sosyalizm , özünde, çal ı şan ve ü reten tüm i nsan­
ları eşit ve sayg ıdeğer buluyor; hakları n çal ışanlara ve ü reten­
lere ait olmas ı n ı savunuyordu. Bu savunma ve yaklaş ı m , gö­
rün ü rde, i nsan onuruna ve evrensel i nsan haklarına da uygun
düşüyord u . Ancak yürümedi; çünkü temelini bir zümreden, bir
i nançtan, bir ı rktan ve özellikle güçten alan, bilimi yayg ı nlaş­
t ı ramam ı ş ve toplumun dokusu içerisine enjekte edememiş
her toplum gibi, bu slogana ve yönetim biçimine sahi p ç ı km ı ş
Sovyet Sosyalist Cumhu riyeti v e yandaşları d a çöktü.

1 65
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

Temel hak/arm ve özgürlük/erin dördüncü evresi ve ilke­


si: Toplumun sadece bir kesimine (kastma) sağlanmış hak ve
özgürlükler- "komünizm. "

Dünyan ı n bir tarafı nda bu gelişmeler sonuca bağlan ı rken ,


1 BOO' lü y ı l ları n ortası nda başlayan ve gittikçe devleşen kapi­
talizm akı m ı , hak ve özgü rlüklerin bir başka şekilde tan ı m lan­
mas ı na neden ol uyordu. Bu akı m ı n hak ve özgürlük anlayışı ,
en son aşamaları nda (çünkü başlangıçta köle çal ıştı rmak gi­
bi bir insan l ı k suçu işlediği için demokrasinin "d" sinden dahi
bahsetmek mümkün değildi) , görü n ü rde s ı n ı rlayıcı gibi değil­
se de, perde arkası nda insanlara "paran kadar konuŞ' şeklin­
dedir. Son 70 yı lda d ünyada al ı nan kararlara bakarsak, tek bir
gücün egemen olduğunu görürüz: Sadece paran ı n .
Bugün demokrasinin e n iyi uyguland ı ğ ı ü l ke olarak tan ı m ­
lanan Amerika'da, yasalara v e demokrasiye aykı rı d a h i ol­
sa parayla yapamayacağ ı n ı z herhangi bir iş, düşünebiliyor
musunuz? Amerika ve Bat ı , kararları hatta demokrasiyi sa­
dece ç ı kar i lişkisi ne otu rtmuştur. Paranız varsa hakkı n ı z ve
egemen liğiniz vard ı r; yoksa kon uşma hakkı n ı z dahi yoktur.
G üven lik Konseyi' nde sadece paras ı en çok olanları n veto
hakkı vard ı r. Bu nedenle, petrolü (bir anlamda paras ı ) olan
Kuveyt' i n , Katar, Suudi Arabistan gibi ü l kelerin egemenl iği­
ne, dü nyan ı n hemen hemen tüm ülkeleri sah ip ç ı km ı ş ; an­
cak Vietnam , Bosna Hersek, Çeçenistan, Azerbaycan'a, bir­
kaç ülke d ı ş ı nda, kendi ı rkı ndan ve din i nden olanlar bile sa­
hip çı kmamaktad ı r.
Paran ı n g ücü , diğer hiçbi r husus ciddiyetle göz önüne
al ı n madan , bir ü l kede ve dünyada, seçme, seçi lme, yönet­
me hakkı n ı n ya da en azı ndan bunları n elde edilme kolayl ı ğ ı ­
n ı n gerçekleşmesi n i sağlar. Bu son uncu cümleye di kkat edi-

1 66
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

niz! Daha son raki bölümde bu cümlenin ne anlama geldiğinin


açı klamas ı n ı yapacağ ız.

Batı tipi demokrasi gerçek demokrasi mi?


Özünde gerçek demokratik hak ve özgürlüklerin sağland ı ğ ı bir
toplum, sağ l ı kl ı sosyal ilişkiler gösteren bir toplumu yansıtma­
l ı d ı r. Oranlar biraz farkl ı olmak kayd ıyla, bugün Amerika'da,
Fransa'da ya da Almanya'daki bireylerin davran ışları n ı kısaca
analiz edeli m . Rakamlara göre, Amerika'da 70 milyon düzenli
uyuştu rucu kul lanan insan vard ı r; 1 8 yaş ı n üzerindeki gençle­
rin yarıdan fazlas ı , bayram ya da önemli günler de dah il ailesi­
ne bir defa bile telefon etme duyarl ı l ı ğ ı n ı gösteremeyecek ka­
dar yabancı laşm ıştı r; 25-30 milyon insan hiçbir zaman çal ı ş­
mayacağ ı n ı beyan etmişti r; 2,5 milyon insan ı n evi yoktur; her
üç aileden biri boşanm ış; biri de boşanacak düzeyde geçi m­
sizliğe düşmüştür.
Çok gelişti rilmiş propaganda teknikleri , parasal güçle des­
teklenince, toplumun yönlendiril mesi çok kolay olmaktad ı r. İ n­
sanlarda, değerli ve yetenekli insan ları seçiyorlarm ı ş izlenimi
uyand ı rı larak, arka planda paran ı n g ücü egemen hale geti ri l­
mektedi r. Kapitalizm doymayan bir dev olduğu içi n , gücü art­
t ı kça, ihtiras ı , i htiras ı arttı kça da gücü artmaktad ı r. Bu ihtiras
h içbi r i nsani değeri göremeyecek boyutlara ulaşmaktad ı r. De­
mokratik haklara bir nebze bile sayg ı göstermeyen petrol ül­
keleriyle işbirliğine; daha fazla kazanmak için ı rkç ı l ığa ve dine
bağlı savaşlara silah sevkiyatı na; i nsan l ı ğ ı yok edeceğini bile
bile i htiras ı na kaynak ol uşturacak doğal kaynakları n talan ı na
gözünü kapatmaktan çeki nmemektedir. Tek bir amacı vard ı r:
Güce , parayla u laşmak.
Bu akı m ı da önleyecek iki öneml i gelişme görülmekte­
dir. Bunlardan biri , gerçek demokrasiye, hak ve özgürlüklere

1 67
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

inan m ı ş insanları n , bilimsel gelişmeleri , özellikle biyolojideki


atı l ı mları görerek sab ı rları n ı n taşmas ı , ikincisi ise doğal kay­
nakları n gün be gün s ı n ı rlanması ya da bozu lumudur. Kü resel
ı s ı n ma en yakın zamanda bu gidişatı h ı zland ı racak en önem­
li faktör olarak görünmektedi r.
Birincisinin etki li olması zor görünmektedi r. Çünkü binlerce
yı ldan beri itaat etmeye alıştı rı lmış insan soyu, tehlikeyi sezin­
lese dah i , tarihten gelen ataleti ya da korkusundan dolayı ye­
terince tepkisi ni gösterememektedir. Ancak felaketi yaşad ı k­
tan son ra, bir daha tekrarlanmaması için önlemlerini almaya
al ıştırılm ışt ı r . . . Ancak bilim toplumunda bir bela yaşanmadan
önlemi al ı nabilir. Bu nedenle geleceğini dine bağlam ış ülkele­
rin tümünde bela yaşan ı nca harekete geçi lir.
Ancak ikincisi , koşulland ı r ı lmalara, yönlendirilmelere, ı rk­
ç ı l ı ğa, dinciliğe, ruhsall ı ğa, güdülenmelere göre tavır almad ı ­
ğ ı v e doğan ı n mekaniğine v e temel ilkelerine göre işleyişine
devam ettiği için tepkisini zaman ı nda göstermekte gecikme­
yecektir. Bu güç, i nsan soyunun, plansız programsız, aşı r ı sö­
m ü rüsüne uğram ı ş ve kendini yenileyemeyecek kadar bozul­
maya yüz tutmuş doğal dengeni n ve buna bağ l ı olarak doğal
kaynakları n gittikçe yetersiz hale geçmesidir. Deniz bitip ge­
mi karaya bindirince, artık, yeni bir anlayışın egemen olmas ı ,
yen i b i r yönetimin uygulanması ve buna bağ l ı olarak demok­
rasinin ve temel hak ve özgürlüklerin yeniden tan ı m lanması
gündeme gelecekti r. Bunun için çok beklemeniz de gerekme­
yecektir. Özellikle küresel ısı nma ile ortaya ç ı kan yı kıcı etkiler
bu yüzyı l ı n sonuna varmadan acı reçeteyi bize yazd ı racakt ı r.
Bundan son raki bölümde ömrünün son elli beş yı l ı n ı bir
akademisyen olarak temel bilim lerdeki ve özellikle biyoloji
alan ı ndaki gelişmeleri dikkatle izlemeye adam ış bir bilim in­
san ı n ı n , önümüzdeki y ı llarda temel hak ve özgürlüklerin sı-

1 68
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

n ı rları n ı n nas ı l olabileceğine, bugün hayal dahi edemediği­


miz ölçütlerin ve s ı n ı rland ı rmaları n i nsan soyunun yönlendi­
rilmesi için nas ı l kullan ı lacağ ı na ilişkin tahmin ve yoru m ları­
n ı bulacaks ı n ız.
Doğal sü reçten kaçmak ve evrimsel olarak girdiğimiz yol­
dan geri dönmek mümkün olamayacağ ı na göre, en azı ndan
geçmişe bakarak, geleceği yorum lamak ya da tahmin etmek,
tüm canl ı lara olduğu gibi insan soyuna da yol gösterecek,
düşebilecekleri tehlikelerden, girebilecekleri çı kmaz sokak­
lardan ku rtarı lmas ı n ı sağlayabilecektir. Dileri m , okuyucular,
bundan sonra anlatı lanları , bugüne kadar beyinlerine yerleş­
miş, dogmatik düşüncelerinden ve yönlendirilmelerden arı na­
rak anlamaya çal ışı rlar . . . Çünkü eylem günü geldiğinde, artık
geriye dönüşleri ku ral olarak mümkün olmayacağ ı gibi, önlem
almaları için yeterince zamanları da olmayacakt ı r.
Temel haklarm ve özgürlüklerin beşinci evresi ve ilkesi:
Mali gücün kadar hak sahibi olma-paran kadar konuş (özgür­
sün)- "kapitalizm. "

1 69
11. BÖLÜM

Demokrasinin, Temel Hak ve


Özgürlüklerin Yeniden Tanımı

Temel hakların ve özgürlüklerin altmcı ve belki son evresi ve


ilkesi: Kalıtsal yapı ve kazantlmış bilgi kadar hakka sahip ol­
ma, "Vatandaşltk Hakkı ve Derecesi" ve doğadan karşıltksız
yararlanma devrinin son bulması.

Dü nyadaki koşu llar, eski bir söylemle "nimetler," 1 900' 1 ü yıl­


ları n baş ı na kadar, doğada, karş ı l ı ğ ı verilmese dah i , kendini
yenileyecek şekilde yeterliydi. İ nsan soyu n u n , düşünmeden
yararlanabi leceği , yenilenmesi için herhangi bir çaba sarf et­
mesine gerek olmayan bir sistem ku rulmuştu ; bunun ad ı bi­
lim dünyası nda "biyolojik döngüdür." Bunun daha açı k bir ta­
n ı m ı : "Doğadan sürekli bir şeyler alabilir; onu işleyebilir (kul/a­
nabilir) ve meydana gelen atıkları ya da artıkları da tekrar al­
dığmız yere dökebilirsini:t'dir. Sistem, bu atı kları ya da artı kla­
rı tekrar işleyerek, bir anlamda temizleyerek, hem yeni besin
maddelerini hem can l ı ları n sol unumları için gerekli olan oksi­
jeni oluşturur. Bu döngünün yakıtı n ı n önemli bir kısm ı , güneş
ışı nları ve ilginç bir şeki lde, atı klar ve a rtı klard ı r. Yani birbiri­
nin içine girmiş bir yararlanma söz kon usudur. Bu iş birliğini
oluşturan iki ortaktan biri genel bir adland ı rma ile parçalayıcı­
lar (bakteri ler, mantarlar) ve üreticiler (fotosentetik bakteriler,
bitkiler) , diğeri ise bu ü rünleri al ı p , işleyip temel bileşikler ola­
rak tekrar geriye veren hayvanlard ı r.

1 70
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

Yaklaş ı k 3 m ilyar y ı l bu iş birliği ya da ortakl ı k sürd ü rüldü.


Bu arada, değişen dünya koşul ları na uyum yapabilmek içi n ,
ortakları n h e r ikisi d e , birbirine uyumlu v e bağ ı m l ı bir şekil­
de değişikliğe uğrayarak, çok sayıda bitki ve hayvan türünün
oluşmas ı na neden oldu.
Bu uyu m , elini bir alet gibi, beynini ise çevresini denetim al­
tına alabilecek şekilde kullanabilen insan türünün sahneye çı­
kışına kadar sürdü. Yaşam sahnesine, biyolojik gereksinme­
lerinin ötesinde, zevki , sanatı , kaprisleri , kavgaları , güç kul­
lanma güdüsü ve en önemlisi mal biriktirme ihtiras ı olan bir
canl ı ç ı km ı ştı . O güne kadar, h içbir can l ı , örneğin, karaborsa­
yı tan ı mam ı ştı . İ l k defa insan soyu ile karaborsa can l ı lar dün­
yas ı na gird i . Mal , fiziki gücün desteği oldu. Ancak doğada ü re­
tilenler, ku ral olarak, tüketilenlerden bir miktar ya da epeyi bir
miktar fazla olduğu içi n , aradaki açı kl ı ğ ı n kapatılmas ı , doğ­
ru bir tan ı m lama ile sübvansiyonu da sorun olmad ı . Bel ki yer
yer dengesizl ikler ortaya çıkarı p, bir ortağ ı n , çoğunl ukla ü re­
tici lerin zararı na bozulmalar oldu ise de, bunları n en azı ndan
bir kısm ı n ı n yeni lenmesi sorun olmad ı ya da dünyan ı n gene­
linde bir denge bozukluğu ortaya çı kmad ı . Ta ki 1 900' 1 ü y ı l la­
rı n baş ı na kadar . . .
B u ü retim ve tüketim ilişkisi içerisinde, daha eskiye dön­
düğümüzde, elini ve beyn ini kullanan bir hayvansal can l ı n ı n ,
yani insan ı n , biyolojik yasaları n d ı ş ı nda, kendi toplumu içeri­
sindeki ve diğer can l ı larla ilgili ilişkilerini düzenleyen bir ku ral­
lar dizini gel iştirdiğini ve böylece ilk defa toplumsal yasaları n ,
temel hak v e özg ü rlüklerin tan ı mland ı ğ ı n ı görüyoruz. Böyle
bir toplu m , sosyal gelişim merdiveninin birinci basamağ ı olan
toplayıcı toplum olduğu içi n , s ı n ı rlayıcı tek unsur, paylaş ı m ı
ve ilkel d üzeyde b i r işbirliğini düzenleyen s ı n ı rlamalard ı . Do­
ğan ı n paylaş ı m ı ile ilgili tek bir kural yoktu. Buradaki en önem-

171
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

li h usus, can l ı n ı n kendinden son raki kuşağa mal b ı rakmak gi­


bi bir eğiliminin ve bununla ilgili ilkelerin henüz ortaya çı kma­
m ı ş olmasıyd ı .
İ nsan soyu , yerleşik düzene geçince, i l k defa alan payla­
ş ı m ı ile ilgili kurallar ve s ı n ı rlamalar yapma zorunluluğu or­
taya ç ı kt ı . Keza ilk defa, ortada, sabit ve sürekli kalabilen bir
mal olunca, onun gelecek kuşaklara aktarı m ı , korunması ve
en önemlisi ku llan ı m ı ile ilgili düzenlemeleri n yap ı l ması gereği
ortaya ç ı kt ı . Artı k i nsan soyu , gereksinmesi olandan daha faz­
la mal ı kullanabilme ve kendinden sonrakilere aktarabilmenin
zevkine varm ış, daha doğrusu histerisine kap ı l m ıştı . Bu h is­
terinin s ı n ı rı yoktu. Ataları n ı n ve kendisinin evrimsel sürecin­
de, gücün seçi lmek için en öneml i ölçüt olduğu bir dünyadan
gelen insanoğ l u , ilerleyen yüzyıllarda, mal ı bir güç gibi kullan­
maya başlayı nca, doğas ı na pek de ters olmayan yen i bir öl­
çütü yaşam dünyas ı na sokmuş oldu. Bu histerinin beslenme­
si, zaman içinde, dünyan ı n tüm mal ı verilse dah i , artı k, do­
yum noktası na ulaşmayan bir topluluk yaratt ı . Bu doyumsuz­
luğu körükleyen en önemli akı m ya da ekonomik model kapi­
tal izm oldu. Kapitalizmin ilerleyen evrelerinde, mal ı ve buna
bağ l ı olarak gücü a rtı rmak için her yol mubah say ı l maya baş­
land ı ve sonuçta vahşi kapital izm doğdu . Tek bir amaç vard ı ,
ü retimi artı rma ve bunu tü ketecek topl umu yaratma. B u yüz­
yı l ı n başı ndan beri süregelen ilişki ve anlayış budur.
Öyle ki 2000 yı l ı na geldiğimizde dünyadaki y ı l l ı k gelirin
%80'nin 84 aileye ve bu mal bölüşümünün ya da yönetimi­
nin karar verme yetkisi 28 aileye indirgenmiş bulunmaktad ı r.
Böyle bir toplumda, temel ölçüt mal olunca, temel hak ve
özgürlükler de buna göre tan ı mlanm ıştı . Bireyler, bir diğerin­
den karş ı l ı ksız mal alma ya da yararlanma hakkına sahip de­
ğildi ; ama milyarlarca y ı l d ı r birlikte yaşad ı ğ ı ortağ ı ndan (bitki-

1 72
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

lerden) ya da kendi gibi bu ortakl ığa katı lanlardan (diğer hay­


vansal can l ı lardan) yararlanma, diğer bir söyleyişle sömü rme,
bireylerin temel hak ve özg ü rlüğü olarak görülmüştü (görü l­
mektedi r) . Doğan ı n yenilenme gücü , en azı ndan başlang ı çta,
bu talan ı karş ı layabilecek durumdayd ı ve i nsan soyu zaman
içinde meydana gelen değişikliği fark edecek kadar, en az bu
kon uda, duyarl ı ve özenli değild i . Ya da kap ı l m ı ş olduğu histe­
rinin gereği , böyle bir vurdumduymazl ı k işine geldiği içi n , göz­
lerini doğan ı n acı kl ı durumuna, kulakları n ı ise acı çığl ı kları ­
na kapatm ı ştı (kapatm ışt ı r) . Neredeyse bu yüzyı l ı n başlarına
kadar ku ralsız, bu yüzyı l ı n başları ndan itibaren ise, yağmac ı ­
l a r kendi içinde düzen gereksinmesi duydukları için ku ral l ı bir
talan vard ı (vard ı r) . Doğada, onun dinamiğini göz önüne al­
madan , istediğiniz kadar kültü r hayvan ı atlatabilir, istediğiniz
kadar ağaç kesebilir, istediğiniz yeri tarı m arazisine çevirebi­
lir, istediğiniz yeri ku rutarak tarı m arazisi yapabilir, istediğiniz
yerden yol geçi rebilir, hava alan ı yapabi l i r, baraj i nşa edebi­
lir, şehi r kurabilir ve meydana geti rdiğiniz atı kları (pislikleri) is­
tediğiniz yere akıtabilir ve dökebilirsiniz. Bi rkaç ülkede kısmi
bir kıs ıtlama geti rilmiş olmas ı na karş ı n , dünyan ı n çoğu ülke­
sinde bu uygulama, göstermelik yasalara karş ı n , ayn ı u m u r­
samazl ı kla sürdürülmektedi r. Örneğin Tü rkiye'de, orman ya­
sas ı na karş ı n , ormanlar; mera yasası na karş ı n , meralar; kı­
yı yasası na karş ı n , kıyı lar; tarı m arazi lerini koruma yasas ı na
karş ı n , verimli topraklar vs. tah rip edilmiş; birçok sözleşmeye
karş ı n sulak alanları n ve biyolojik çeşitliliğin korunmas ı na iliş­
kin ve erozyona karşı önlemleri n uygulanması vs. ku ral ola­
rak yaşama geçi rilememiştir. Tü rkiye'nin biyolojik zenginlikle­
ri , özellikle bu yüzyı l ı n ortaları ndan son ra h ı zla tüketilmekte­
dir. Tü rkiye çölleşmektedi r . . . Tü rkiye çoraklaşmaktad ı r . . . Tür­
kiye biyolojik çeşitli l i k bakı m ı ndan faki rleşmektedir. . . Türkiye

1 73
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

yok olmaktad ı r; toprak ayağ ı m ız ı n altı ndan kaymaktad ı r; yet­


kililer uyanmamaktad ı r . . .
B u yok edilmenin kökünde, siyasi söm ü rü ve özgürlükle­
rin , özellikle de temel hak ve özgürlükleri n , hem dünyada hem
Tü rkiye'de yanl ı ş tan ı m lanması ya da zaman ı m ıza göre yeni­
den düzenlenememesi yatmaktad ı r. Bunun için tipik bir örne­
ğimiz var: 1 980 i htilalinde, en az görü n ü rde tavizlerin azald ı ğ ı
bir dönemde, ilk ü ç y ı l içerisinde yanan (yakı lan) orman alan ı
3.000 hektar i ken, bu dönemden son raki , sözde özg ü rlükçü
demokrasinin başlad ı ğ ı zamanlarda y ı l l ı k yakı lan orman ala­
nı 20.000 hektardan aşağ ı düşmemiştir. Çünkü geleneği ve
göreneği gereği , kendisi de kolay yoldan kazanmaya yatkı n
olan toplum, çocukları n ı n oksijenini, torunları n ı n besinini oluş­
tu racak bu varl ı kları n , bi rkaç oy uğruna, küçük çı karlar uğru­
na, siyasi irade tarafı ndan kendine peşkeş çekileceğini bil­
mektedir. Uygar ülkeler diye geçinen ülkelerin zehi rli atı kları ­
n ı , dünyan ı n en g üzel denizlerinden biri olan ve yenilenme ye­
tenekleri s ı n ı rl ı olan Akdeniz ve Karadeniz'e b ı rakmakta h iç­
bir sakı nca görmedikleri defalarca kan ıtlan m ı ştı r. Vahşi kapi­
talizmin manyakl ı ğ ı , tüketim ve ü retim histerisi , bu toplumla­
ra o denli yerleşmişti r ki , zehirlerini döktükleri ve dibini deldik­
leri yeri n , kendi bindikleri geminin zemini olduğunu dahi akı l ­
larına geti rmek istemezler. Son çeyrek yüzyı lda, geminin s u
ald ı ğ ı n ı gören bu modern vahşiler, insan ı n kulağ ı na hoş ge­
len ve ilk bakışta i nsanc ı l ve bilimsel gibi görü nen yeni bir slo­
ganla sömü rü düzenini sürdürme yolunu denemeye başlad ı ­
lar. Bu son gizli talan ı n ya d a sömürünün ad ı : "Sürdürülebi­
lir Kalkmma"yd ı . Bilimden nasibini yeterince almayan ve özel­
likle biyoloji bilimine yabancı olan büyük bir kesim ve özellik­
le politikacı lar, bu slogana s ı kı sı kıya sarı ld ı lar. Sömü rü düze­
ni biraz daha sürecekti. . . Duyarl ı ; ancak yeterince bilgili olma-

1 74
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

yan kesimler bir süre daha uyutulacaktı . .. Tezgah kurulmuş­


tu . . . ve ne yaz ı k ki işlemeye devam ediyor.
Doğan ı n mekaniğini içine sindirmiş, bilimi rehber yap m ı ş
bir i nsan ı n y a d a bir toplumun, sorun ları n ı n çözü münde muci­
zeyi beklemesi söz konusu değildir. Eğer, bir anlayış ya da bir
politika, ben hem çoğalacağ ı m hem ü retimimi hem tüketimi­
mi artı racağ ı m hem de çevreyi bozulmaktan koruyacağ ı m di­
yorsa, bu anlayış, özünde bir mucizeyi peşin olarak benimsi­
yor demektir. Kuramsal olarak, böyle bir yaklaş ı m , insani de­
ğerlere uygun gibi görünse de ve kendini hümanist göstermek
isteyenler için uygun bir davran ış şekl i ol uştursa da, madde
çevi riminin yasaları n ı bilenler tarafı ndan , böyle bir yaklaş ı m ı n
gerçekçi olmad ı ğ ı bilinir. Hem ü reteceksiniz hem tüketecek­
siniz (bazı topl uluklarda bu öngörüye ek olarak hem de çoğa­
lacaks ı n ız) hem de çevreyi uygun teknolojiyi kullanarak koru­
yacaks ı n ı z . . . Ancak bugün ü retilen malları n niteliğine ve ü re­
tilme yöntemine bakt ı ğ ı n ızda, özünde, birkaç yasal ya da tek­
nik önlem i n , bu dünyayı ku rtaramayacağ ı n ı hemen görecek­
siniz. Sonuçta nereye gittiğimizi an lamak içi n , bu sloganı bi­
raz daha açmak gerekiyor.
Örneğ i n , siz, her insan için bir araba ü retmeyi amaçlam ış­
san ı z ve bunu her insan ı n demokratik bir hakkı olarak kabul
etm işseniz, diğer aksamları n ı bir tarafa b ı rakal ı m , bir araba­
n ı n ü reti mi s ı rası nda ortaya ç ı kan sadece boya atı kları n ı n er
ya da geç bir durgun su sistemine ulaşması ve görü n ü rde
ç ı kan atı klarda çok az miktarlarda bulunsa dah i , içerisi nde­
ki biyolojik olarak parçalanamayan maddeleri n , örneğin, ku r­
şun, cıva ya da benzeri maddeleri n , zamanla bi rikmesi kaçı ­
n ı lmazd ı r. Sürdürülebil i r kalkınma modeline v e bugünkü stan­
dartlara göre , atı k sulardaki örneği n 5 ppm . ( 1 /1 .000.000 mg/
cm3} cıva zararsızd ı r. Dolayısıyla siz, bu miktarı n altı ndaki bir

1 75
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

atı k suyu , durgun su havzaları na yasal olarak boşaltabi l i rsi­


niz. Cıvan ı n biyolojik olarak parçalanmad ı ğ ı n ı , başka bir ele­
mente dönüştürülemediğini ve ne olursa olsun , sistemi n d ı ­
ş ı na atı lamad ı ğ ı n ı v e zamanla biriktiğini bildiğimize göre, bu­
nun anlam ı şudur: Dünyadaki yaşam ortam ları , 50 yı lda deği l
de, bu yaklaş ı m la, örneğin 1 00 ya da 300 yı lda ortadan kalk­
s ı n . Bu çoğalma ve ü retim-tüketim h ız ı na göre ne yaparsa­
n ı z yap ı n , yaşam ortamları n ı er ya da geç ortadan kald ı rı rs ı ­
n ı z ; b u n u n süresinin geci ktirilmesi ne bir başarı d ı r ne de soru­
nun çözümüdür. Yaşam ögelerinin çoğu ya da tümü ortadan
kal km ış bir dünyan ı n geçmişi ise h içbir şey ifade etmeyecek­
tir. Bu nedenle "Sürdürül9bilir Kalkmma" değ i l , "Sürdürülebi­
lir Yaşam' slogan ı n ı n çağdaş toplumlara rehber olması gere­
kecektir. Dünya ü retse de ü retmese de, tüketse de tüketme­
se de, insanlar çoğalsa da çoğalmasa da, ilk olarak göz önü­
ne al ı nacak husus, milyarlarca yı ldan beri canl ı lara yuva oluş­
turmuş yaşam ortamları n ı n , bundan son raki milyarlarca y ı l da
yuva oluşturması için gerekli koşu lları n ı sürdürmesidir. Bu il­
keyi , h içbir politika ya da politikacı , h içbir demokratik kavram
hatta hiçbir özgürlük kavramı değişti remez.
Bu nedenle bu kitabı n bi rkaç yerinde tekrarlanan bir slo­
gan tüm dünya anayasaları n ı n birinci maddesi olmal ı d ı r: Do­
ğa hakkı insan haklarmdan önde gelir.
1 945 y ı l ı nda dünya denizlerine dökülen kimyasal madde
miktarı 1 milyon ton iken 2020 y ı l ı nda bu rakam 650 milyon
tona ç ı km ı ş duru mda. Dökü len maddeler doğan ı n ürünü de­
ğ i l ; sentetik kimyan ı n ortaya çı kmas ı ndan bu yana parçala­
yıcı ları n tan ı mad ı ğ ı yaklaş ı k 300 bin çeşit kimyasal madde.
Denizlerdeki can l ı ları öldürdüğü gibi; d ünyan ı n sıcakl ı ğ ı n ı dü­
zenleyen resiflerde de ağarma dediğimiz korkunç bir yı kı ma
neden olmaktad ı r.

1 76
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

Diğer bütün kavramları n bu temel üzerinde yen iden tarif


edi lmesi gereki r. Bugünkü demokrasi ve insan hakları kav­
ramları n ı n da bu esas üzerine otu rtulmas ı , daha doğrusu de­
ğişti ri lmesi gerekir. Bunun için küçük bi rkaç örnek vererek,
Tü rkiye'nin sorunları na eğilmek istiyorum. Örneğin, bir i nsa­
n ı n , doğada, karş ı l ı ksız (herhangi bir ödeme yapmadan) av­
lanmas ı , hayvan otlatması , bal ı k tutması , soğan l ı bitkileri sö­
kerek i h raç etmesi , şu ya da bu kurumun ormanları kesme­
si , hiç kimseye ya da h içbir kuruma verilmiş evrensel bir hak
olamaz. Çünkü bu eylemi yapan sadece bir kişidi r ya da ku­
rumdur; bunları n varl ı ğ ı ndan maddi ve estetik açıdan yararla­
nacaklar ise bugünkü ve gelecekteki sayısız insan olacakt ı r.
Demokrasi, halkları n ç ı karı n ı koruma olduğuna göre, bu tala­
nı açı klamak m ümkün değildir.

Demografik dağılım sağlanmalidlf: Bir insan ı n istediği her­


hangi bir yerde yaşamas ı , bugünkü demokrasi tan ı m ı içerisin­
de, temel hak ve özgürlükler olarak tan ı m lanm ışt ı r; bir i nsan ı n
sağ l ı kl ı olarak yaşaması da yine temel hak ve özgürlükler kav­
ram ı içerisinde güya yine güvenceye al ı n m ışt ı r. Bug ü n , bir in­
san ı n ana karn ı nda embriyo halinde, bebekliğinde ve çocuk­
luğunda en sağ l ı kl ı gelişmeyi ve keza ergenliğinden ölümü­
ne kadar en sağ l ı kl ı yaşam ı ve iş gücü bakı m ı ndan en verim­
l i çal ışmay ı , %2 1 'lik oksijen içeren bir ortamda gerçekleştirdi­
ği ve belirli bir çevredeki oksijen ü reti minin de s ı n ı rl ı olduğu
bilinmektedi r. Bu durumda, i nsanları n , örneğin, istanbul'a eli­
n i kol unu sallayarak yerleşmesi hangi hak ve özgürlükle açı k­
lanabil i r? Her gelen insan ı n , çevredeki orman ve meraları , su
kaynakları n ı tah rip ederek kendine yer açmas ı n ı bir yana b ı ­
rakı n , sol unumla, kulland ı ğ ı yakıt v e araçlarla daha öncekile­
rin oksijenini % 1 6' 1ara kadar düşürerek ve suyuna ortak ç ı ka-

1 77
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rak, onları n en temel hak ve özgürlüğüne kısıtlama geti rdiği


de açı kt ı r. Bu nedenle, bir insan , örneği n istanbul'da otu rmak
istiyorsa, bunun bedel ini ödemelidir. Yan i , bir araban ı n bir şe­
h i rde sadece kaplad ı ğ ı yer için ödenmesi gereken ödenti, ör­
neğin Erzi ncan' da, diyel im ki yı lda 1 000 TL ise, İstanbul' da
bu oran 1 0.000 TL olmal ı d ı r. Artık herkesin i ki şeyi öğrenme­
si gerekecekti r:
1. "Yaşamanın ödenmesi gereken bir bedeli vard1r. "
2. "Hiç kimse ve hiçbir kuruluş doğadan karşılıksız yarar­
lanma hakkına sahip değildir. "

Birçok ülkede, bugün, eğitim ve birçok durumda sağ l ı k da top­


lumun ortak tasarrufundan karş ı l ı ksız olarak desteklenen iki
önemli sektördür. Böyle toplumlarda, bir i nsan ne kadar ço­
cuk sah ibi olursa olsun , devlet, daha açı k bir tan ı mla, vergi­
leriyle devleti ayakta tutan bireyler, bu çocukları n eğitimini ve
bireylerin sağ l ı k sorun ları n ı finanse etmek zoru ndad ı rlar. Bir
tarafta, çocukları n ı n en büyük iki harcaması n ı , yani eğitimle­
rini ve sağ l ı kları n ı tüm üyle başkaları n ı n sı rtına y ı kan, bilinç­
siz bir g rup, bu rahatl ı k içerisinde sürekli çocuk yaparak, so­
runları kroni kleşti rirken, diğer tarafta, sürekl i yükün altına gir­
mekten b ı kan, bilinçsiz ü remen in geti rdiği baskıya ve bozu lu­
ma dayanamayan ve zaman içi nde i nsani değerlerden uzak­
laşmaya başlayan, bencil bir grubun oluşması sağlan m ı ştı r.
Kapitalist düzen in kökünde yatan acı mas ızl ı ğ ı n ve bi reysel­
liğin nedenleri nden biri de bu ilişkidi r. Hatta ülkeler aras ı nda
yaşanan birçok deneyim , b ı rakı n bireyleri , devletleri dahi du­
yarsızl ı ğa itmiştir. Örneğin Sudan bir zamanlar oldukça yeşil
ve verimli bir ülke iken, hem yan l ı ş dini telkinler hem yine dini
telkinler sonucu nüfus planlamas ı n ı önleyen önlemlerin al ı na­
maması hem de çocukları n ilk senelerde ölümüne neden olan

1 78
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERMELİ

enfeksiyon hastal ı kları n ı n büyük ölçüde önlenmesi neden le­


riyle, n üfus patlarcası na artm ış ve çevre kısa zamanda ken­
dini yen i leyemeyecek şekilde tahri p edilmiştir.
Birçok kuruluş ve devletin , insani duygularla, yard ı ma baş­
lamas ı na ve açları kurtarma yol una gitmesine karş ı n , sonuç­
ta sorunları n artık çözülemeyecek şekilde kötüleştiği görüldü.
Çünkü karn ı doyan bu bireyleri n i l k yapmaya çal ıştı kları şey,
yen iden bir çocuk yapmak oluyord u . Böyle bir anlay ı ş ı n insani
duygularla da olsa sürdürülüp sürdürü lmemesi gündeme gel­
diğinde birçok bilim insan ı n ı n , artı k bu insanları n , doğal seçi­
limin duygusal olmayan, affetmeyen ve taraf tutmayan yönte­
mine b ı rakı lması için ciddi öneriler geti rmeye başlad ı ğ ı n ı gö­
rüyoruz.
Bugüne kadar birçok ülke (keza ülkemiz) bilim toplumu ha­
line dönüşemediği içi n , bilimin, daha doğrusu yeterli bilgi bi­
rikimine sahip bireyleri n , toplumda etki li bir yere sahip olma­
sı için zemin oluşamam ışt ı r. Yükselmelerde ve bazı makam­
ları n , özellikle parasal kaynakları denetim altı nda tutan ve ge­
niş halk kitlelerinin çı karları n ı etki leyen siyasi mevki lerin pay­
laş ı m ı nda, bilimsel yeterlilik hiç göz önüne al ı nmad ı . Bug ü n ,
Tü rkiye'de parasal olanakları denetleyen v e ç ı karları n pay­
laş ı m ı nda etkil i olan kaç makam ı n bilimsel yeterliliğe ve kişi­
sel yeterliliğe göre verildiğini düşün ü rsünüz? Birçoğuna göre
hiçbirinin . . . Bu tip makamlar, çoğunlukla, insanları birbiri nden
ayı ran öğretilere bağlam ış olan m üfritler ya da siyasi iradenin
peşkeşlerine maşal ı k görevi yapanlar tarafı ndan paylaş ı l m ış­
t ı r. Dolayıs ıyla yükselmenin temel koşul u , bilgi ve yetenek ol­
maktan ç ı km ı şt ı r. Bu nedenle halk arası nda "Okuyup da ne
olacak; iş bulabilecek mi?" sözü , son zamanlarda, ulusal bir
slogan haline gelmiştir.
Buna karş ı n i nsanları n çoğu çocukları n ı n okumas ı n ı iste-

1 79
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

mektedir. Acaba bu istek, gerçekte, çocukları n ı n bilgi ve yete­


neklerini artı rmak için midir? Bu konuda bilinçli ailelerin çok az
olduğu izlenimindeyim . Çünkü bugüne kadar herhangi bir ai­
lenin, yetersizl iği nedeniyle, çocukları n ı n derslerini ya da oku­
makta olduğu s ı n ıfları n ı tekrarlaması için bir başvu rusu olma­
m ı şt ı r; hatta Milli Eğitim Bakan l ı ğ ı ' n ı n son zamanlarda yayın­
lam ı ş olduğu bir genelgede, çocukları n ne kadar zayıfı olur­
sa olsun , aile ile anlaşmak kayd ıyla s ı n ıf geçirilebileceği irat
( ! ) edilmektedi r. Edindiğim bilgiye göre de h içbir aile, tekrarla­
tı larak, çocuğunun daha iyi yetişmesini talep etmemiştir. Za­
yıf öğrencinin terfii (sı n ıf geçmesi) , bili msel d üşünceye ve be­
ceriye sahip, yetişti rilmeyi bekleyen beli rl i sayıda çocuğun ve
keza eğitmek amacıyla yanan öğretmenleri n ayağ ı na pran­
ga gibi vurularak eğitimi tam bir batakl ığa dönüştürmektedir.
Yükselmek için (teknik bazı işleri yapmak için değil), geniş
olanakları denetlemek için (gerektiğinde yararlanmak için) ve
sayg ı n l ı k kazanmak için bu ülkelerde bilginin gerekli olmad ı ­
ğ ı n ı gören aile, eli ndeki olanakları n için eğiti m için kullansı n ?
B u n u n yerine, al ı nacak bir arsan ı n ilerideki ederi , bir mate­
matik profesörünün 35 y ı l l ı k kazancı ndan daha fazla olabil i r.
Çünkü arsan ı n geti risini ya da bilgi yeri ne geti rinin geçmesi­
n i önleyecek, ciddi bir devlet politikas ı da bilinçli olarak ol uş­
tu rulmam ı şt ı r . . . Çünkü böyle bir önlem , bilgiyi ve beceriyi ön
plana geçi receği içi n , er ya da geç yeteneksizleri n ayağ ı n ı n
kaymas ı na neden o l u r . . . B u kör döngü sürüyor. . . Bakal ı m ne­
reye kadar. .. Bu haramiler, soygunu ya da etki nliklerini biraz
daha sürdürebilmek içi n , eğitim süreci içerisinde, bilgi yerine,
birçok safsatayı bilimmiş gibi yuttu rma ve eğiti m programla­
rı nda bu safsataları n ağ ı rl ı kları n ı n artı rı l ması konusunda özel
bir çaba göstermektedi rler. Milli Eğitim Bakan l ı ğ ı m ızın her yıl
eğitim prog ramları nda bu yönde yapt ı ğ ı değişiklikleri , fen bi-

1 80
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

limleri yerine din dersinin zorunlu okutulmas ı n ı başka nas ı l


açı klayabilirsiniz?
Böyle bir duyguya kap ı lan toplu m , çocukları n ı n eğitim i ve
öğreti mi için katkıda bulunmayı bir angarya ya da cereme ola­
rak alg ı lamaya başlayı nca, onu bu yanl ı ş yönlenmeden dön­
dürmenin tek yol u , i nsanları n (burada çocukları n ı n) artı k te­
mel hak ve özgü rlüklerinin d ı ş ı ndaki tüm hakları n ı n , ancak,
bilgi birikimleriyle ve kazand ı kları beceri lerle ölçülebileceği­
ni kavratmak; hatta zorlatmak gerekecekti r. Çocukları n ı n eği­
tim masrafları n ı n , hatta bugüne kadar temel eğitim olarak ni­
telendiri len sü reçteki harcamaları n , bundan böyle aile tara­
fı ndan karş ı lanmas ı n ı n kaç ı n ı lmaz olduğunun benimsetil me­
si gerekecektir.
Bugüne kadar, basit yöntem ve harcamalarla (çoğunluk­
la devlet tarafı ndan) yap ı lan eğitim , bundan böyle, yaşam ı n
çok masrafl ı b i r teknolojiye dayanması ve eğitimin, yaratıcı l ı ­
ğ ı güçlendi rmeyi amaçlaması nedeniyle, artı k pahal ı b i r sü reç
olmuştur. Bu nedenle, bi reyleri n , çocukları n ı n kazanmas ı , etki
sahibi olması ve sayg ı n l ı k kazanmas ı için bir diğeriyle gireceği
yarışmada, diğer insanları n çocukları için özveride bulunmas ı ­
n ı (yani onları n eğitimi için parasal destek sağlamaları n ı ) bek­
lemek haksızl ı k olur. Buradaki temel hak ve eşitliği sağlaya­
cak, yan i her i nsan ı insani değere u laştı racak yat ı rı m lar, diğer
bir deyimle bireylerin yarışma çizgisine ayn ı koşullarla gelme­
sini sağlayacak sorumlu ya da güç, kuşkusuz devlet tarafın­
dan sağlanan temel olanaklard ı r. Yani herkese ayn ı etkinlik­
le temel eğitimin verilmesi devletin sorumluluğunda olmal ı d ı r.
Bu çizgiden son raki yat ı rı mlar ve yönlendirmeler, bi reyi
meydana getiren ailenin sorumluluğunda olmal ı d ı r ve doğal
olarak da sonucuna aile katlanmal ı d ı r. Temel eğitimin d ı ş ı n ­
daki t ü m sosyal yatırımlar, h e r ne kadar toplumlara n itelikli i n -

181
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

san kazand ı rıyorsa da, bi rçok yönüyle kişiye üstün olanaklar


sağlad ı ğ ı içi n , kişisel bir sorun olarak görülüp, ona göre karş ı ­
l ı ğ ı n ı n talep edi lmesi gerekecektir.

Herkesin zirveye gelmesini amaçlayan bir eğitim sistemi­


nin uygulanması hem bireylerin biyolojik yapılarmm farklt ol­
ması hem de ekonomik nedenlerle olanaksızdtr.
Birçok ülkede, ayn ı şeki lde, sağ l ı k h izmetleri de bireyin te­
mel hakkı olarak tan ı m lanm ı ş ve değişik şeki llerde uygulan­
m ı şt ı r. Toplumun tüm bireylerine hizmet götü recek uygulama­
lar, örneğin halk sağ l ı ğ ı , spor tesisleri , h ijyen vs. devletin yü­
kümlülüğünde ve sorumlu luğu nda olmal ı d ı r.
Burada, bir bireyi n biyolojik olarak (bilgi ve beceri kazan­
ması kastedi lmeden) sağ l ı kl ı gel işmesi için (örneğin 1 8 yaş ı ­
na kadar) yap ı labi lecek harcamaları n (besin takviyesi d e dahil
olabilir) devlet tarafı ndan karşı lanması mümkün olabilir. An­
cak bu ndan son raki harcamaları n bireyin sorumluluğuna ve­
ri lmesi kaç ı n ı lmaz görünmektedir. Ancak, devlet, bireyin sağ­
l ı k gereksinmeleri n i , parasal olarak değ i l , sadece organ izas­
yon bakı m ı ndan kolaylaştı racak önlemleri almakla (örneğin
uygun sigortalama sistemlerini ku rmakla) yükümlü tutulabilir.
Daha son ra açı klayacağ ı m ı z gibi, hiç kimse, bile bile başka bi­
rinin kal ıtsal bozu klukları n ı n ya da yanl ı ş al ışkan l ı kları n ı n so­
nuçları n ı ödemek zorunda b ı rakı lmamal ı d ı r.

Demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin


biyoloj i k temele ve veri lere göre yen iden
tanımlanması

"Şansa bağ l ı seçilimlerden kurtul m uş toplum"


Ana karn ı na düşmüş bir embriyon u n , sinir dokusundaki si­
napslar tam ol uşmad ı ğ ı için duyu organları dördüncü aydan

1 82
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

önce anlad ı ğ ı m ı z anlamda işlev görmez, yan i acı duymaz,


herhangi bir dış uyarıya tepki gösteremez. Bu evredeki bir
embriyonun hakları tartışmaya açı kt ı r; yaşama hakkı olduğu
söylenebi lir; hatta duruma göre toplumun bu embriyo üzerin­
de operasyon yapma hakkı (kü rtaj) da tartışı labilir. Ancak dör­
düncü aydan son ra, sinapslaşma ve dolayısıyla alg ı lama baş­
lad ı ğ ı içi n , yani acıyı , belki zevkleri tatmaya başlad ı ğ ı içi n , ar­
tık, onun temel hak ve özgü rlükleri oluşm uştur. Dolayıs ıyla,
bu evreden sonra toplumun kararı olsa da, bazı hakları elin­
den alı namaz. Bu hakları n başı nda yaşama hakkı gel i r. Do­
layıs ıyla, istense de, eğer çok büyük bir özü r tespit edilme­
mişse (doğumdan sonra kendi baş ı na kişisel gereksinmele­
rini karş ı layamayacaksa) , bu yaşama son verilmemelidir. Bu
hak her can l ıya doğuştan veri len temel hakt ı r; üzerinde tartı­
ş ı l ması dahi anlamsızd ı r.
Anası ndan canl ı doğan herkesin, birlikte geti rdiği temel
hak ve özg ü rlükler vard ı r. Bun ları n bi rçoğu , bugüne kadar bili­
nen ve uygu lanan, hatta bazı anayasalarda ku rallara bile bağ­
lan m ı ş haklard ı r. Sağ l ı kl ı yaşama, beslenme, barınma, temel
eğitim , fikrini açı klama, belki yetenekleri ölçüsünde ek eğitim
vs. Bugün demokrasinin temel unsurları ndan sayı lan seçme
ve seçi lme hakk ı n ı önemli bir nedenle bunun d ı ş ı nda tutmak
gerekiyor. Bu neden daha sonra anlatılacakt ı r.
Bu kitab ı n yaz ı l ı ş ı na kadar, demokrati k ülkeler denen top­
luluklarda, bu haklar, kural olarak, herkes tarafı ndan , bir seçi­
lim uygulanmadan eşit bir şeki lde kullan ı ld ı . Bir çocuğu okut­
mak ve durumu ne olursa olsun bir hastayı ku rtarmak için uy­
gar toplum ları n çoğu, tüm olanakları n ı seferber etti. Hatta bu
i nsanc ı l davran ı ş öyle bir dereceye vard ı ki , bi rkaç ay ömrü
kald ı ğ ı biline biline bir hastaya, d ünyan ı n başka bir tarafı nda
yüzlerce çocuğu açl ı ktan , onlarca i nsan ı sefaletten kurtara-

1 83
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

cak miktarlarda harcamalar yapı lmaya başland ı . Keşke Lavo­


isier " Yoktan hiçbir şey var olmaz; hiçbir şey de var iken yok
olmaz," ilkesini bulmasayd ı . Çünkü günümüzde, artı k, insan­
lar tercihini koymak zorunda kalacak duruma gelmişlerdir. Ya
geleneksel olarak i nsancıl anlayış dedikleri uygulamaları sür­
dü rürken, öbür taraftan daha öneml i iyileşti rmeleri gözden ka­
çı rmaya devam edecekler ya da tercih lerini koyarak küresel
bir fizibiliteyi , bir anlamda önceliği benimseyeceklerdir.

Lavoisier, Antoine Laurent (1 743-1 794)


Zengin bir tüccarı n oğlu olan Lavoisier, Mazarin Kolejinde
okud u , astronomi dersleri ald ı , 23 yaşı nda "Paris İçin En İyi
Aydınlatma Sistemi' adl ı inceleme yazıs ıyla, Fen Akademi­
sinden ödül ald ı , daha son ra, "Dağ Tabaka/art Üzerine İnce­
leme ve Paris Civarındaki Alçı Taşlarının Analizi' adl ı iki ça­
l ışma daha yayınlad ı ; General Baudon'un yard ı mcısı oldu ve
sonunda fermier generali oldu; barut ve güherçile fabrikas ı ­
n ı n müdürlüğünü ( b u sı rada kara barutun kalitesini gelişti rdi),
ölçü ve tartı aletlerini gelişti rmekle yükü m l ü komisyonun üye­
liğini yapt ı ; Maliye Bakanl ı ğ ı nda vergi reformu yapmak için
görevlendirildi ve bu konuda bir eser yazd ı . 1 793 y ı l ı nda fer­
m ier, generallerin tümünün tutuklanmas ı emredildi; 1 794 yı­
l ı nda ölüm cezas ı na çarpt ı rı l d ı ve ayn ı gün (8 Mayıs) giyotin­
le idam edildi.
Modern kimyan ı n kurucusu olarak bilinir. Maddenin ağ ı rl ı ­
ğ ı olduğunu v e bu n iteliğiyle tan ı m lanmas ı gerektiğini ileri sür­
d ü ; kütlenin ve elementlerin korunumu ile ilgili yasaları buldu;
ilk defa oksitlenmeyi açı klad ı ; Laplace ile birl i kte i l k defa hava­
da oksijen ve azotun olduğunu tan ı mlad ı ve bunları karıştı ra­
rak havayı yeniden yaptı ; ilk defa hidrojeni oksijenle yakarak
su elde edi lebi leceğini ispatlad ı ; 1 780 y ı l ı nda karbonu oksi-

1 84
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

jenle yakarak karbondioksitin bileşimini açı klad ı ; ilk defa Lap­


lace'la birlikte kalorimetrik ölçümleri gerçekleşti rdi ; asitlerde
ve bazlarda oksijenin varl ı ğ ı n ı saptayı nca, kimyasal madde­
leri yeniden adland ı rma girişimlerine başlad ı ( 1 789 da bu sis­
temi n kullan ı ld ı ğ ı " Temel Kimya" adl ı bir kitap yazd ı ) ; can l ı lar­
da vücut ısısı n ı n karbon ve hidrojenli organik maddelerin y ı ­
kılmas ıyla ortaya ç ı ktı ğ ı n ı ileri sürd ü ; teraziyi gelişti rerek yay­
g ı n olarak kullan ı lmas ı n ı sağlad ı .
Lavoisier hakkı nda anlatı lan ilginç bir öykü , gerçek bir bi­
lim i nsan ı n n iteliği ve bilimin bir insan ı nas ı l gel iştirdiği konu­
sunda öneml i ipuçları verebilecek n iteliktedir.
Lavoisier, ölüm cezas ı n ı al ı r almaz, ilk olarak kendisi gibi
bilimle uğraşan en yakın arkadaş ı n ı arat ı r ve şöyle der: "Ben
nasıl olsa başımı verdim; bari bu başı verirken bilimsel bir de­
nemeyi de gerçekleştirelim. Acaba bir insan kafası, kesildik­
ten sonra da belirli bir süre düşünebilir mi? der ve ilave eder
-benim başım kesilip sepete düşer düşmez, eğer ben düşü­
nebiliyorsam, gözkapaklanmı üç defa açar kapatmm ve sen
de anlarsm ki ben kafam kesildikten sonra düşünebiliyorum."
Gerekl i izinler al ı n ı r ve arkadaş ı kesilen kafada, gözkapakla­
rı n ı n üç defa açı l ı p kapand ı ğ ı n ı gözler. . .

B u bir düşünce ve dünya görüşü meselesidir. İ nsanc ı l olma


ya da gaddar insan olmayla ilgisi yoktu r. Bu satı rları okuya­
cak insanlar birden tepki gösterecek ve yazarı n yarg ı s ı ndan
kuşku d uymaya başlayacaklard ı r. Diyelim ki , bir defal ı k yap ı ­
lacak harcamalarla bireyleri sağ l ı k l ı yaşantı larına döndürecek
harcamaları n d ı ş ı ndaki harcamaları , diğer insanları n daha ra­
hat ve sağ l ı kl ı bir ortamda yaşamas ı için kullan maya başla­
yal ı m . Örneğin ana yol ları gidiş gelişli yaparak kazaları önle­
meye çal ı şal ı m ; yerleşim yerlerine büyü k park ve gezi alan-

1 85
PROF. D R . ALİ D E M İ RSOY

ları yaparak, temiz su bularak, vs. ile i nsan ları n daha sağ l ı k­
l ı ve ü retken olmas ı n ı sağlayal ı m . Sonuçta şu görü lebi l i r: Bi­
rinci durumda toplumun ortalama yaşı 60 sene i ken , ikinci du­
rumda bu ortalama 70 y ı l olacakt ı r. Pekala, bu durumda, top­
lumun genel yararı na ters düşen bir uygulaman ı n mant ı ğ ı ne­
dir? Eğer insancı l görünmekse, tüm topl umun genelde zara­
rına olacak bu tip uygulamaları n insanc ı l duygularla açı klan­
mas ı olanaksız görülmektedir.
Ötanazi: İşte bu nedenle birçok ülkede "şimdilik" başka ge­
rekçelerle ötanazi (kişinin kendi ölümüne karar verme yetki­
si) tartışmaya açı lm ı ş ve bazı ülkelerde yasal olarak uygulan­
maya başlam ı şt ı r. Önümüzdeki bi rkaç on yıl içerisinde, bü­
yük bir olas ı l ı kla, kişinin değil, toplumları n yetkil i kıld ı kları ya­
sal kurumlar, geleneksel yarg ı n ı n d ı ş ı nda bir çeşit sağ l ı k yar­
g ı sistemi içerisinde "kişi istese de istemese de" ölümüne ka­
rar verme hakkı g ündeme gelebilecektir. Biliyoru m , bu satı rla­
rı okuyanlar yazarı n akı l sağ l ı ğ ı ndan ya da i nsanc ı l yön lerin­
den kuşku duyacaklard ı r. Hiç kimse kendine yapı lmas ı n ı iste­
mediği bir şeyi doğal olarak bir başkası için öngörmemelidir.
Şi mdiden sesli düşünmeye başlarsak, o gün geldiğinde,
daha sağ l ı kl ı karar verme aşamas ı na ulaşabiliriz. Çünkü "kor­
kunun ölüme yaran yoktur." Eğer dünya kaynakları bu hızla
tah rip edi l i rse, dünya n üfusu bu h ızla artarsa, biyolojik olarak
bilimsel önlemler al ı n maz ve gelişmeler yeterince gerçekleş­
tirilmezse, bugün düşünmekten dahi çekindiğimiz ve bu kita­
b ı n içerisinde yüzeysel de olsa değinilen birçok eylemi, aynen
yaşamak zorunda kalacağ ız. Bunun önlenmesi için geti rilen
öneri , bu konulara yabancı birçok insan tarafı ndan ilk defa du­
yulduğunda, belki biyolojik faşistlik olarak nitelendirilecek; an­
cak, kal ıtsal olarak sağ l ı kl ı insanları n yaşamas ı n ı mümkün kı­
lacak yasal ve tekn ik gel işmelerin zaman ı nda al ı nmas ı na ola-

1 86
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

nak sağlayacakt ı r. İşte bu nedenle yaşad ı ğ ı m ı z yüzyıla "Biyo­


loji Çağl' damgas ı n ı vurmaktayız. Çünkü i nsan ı n temel hak­
larıyla ilgili yarg ı sistemi, artı k biyolojik verilere göre tan ı m lan­
ma sürecine gi rmektedir.

Demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin, bilgi


birikimine göre yeniden tanı mlanması

" B i l i m toplumu"
İ nsan soyu , i lişkilerini objektif bir temele dayand ı rabilmek
amacıyla, maddi nesnelerin nicel iksel özelliklerini (sayı ları n ı )
beli rtebilmek için sayısal sisteme geçme zorunluluğunu duy­
muş ve bunun için ilk ad ı m ı atm ışt ı r. Ancak bu oldukça zor ol­
muştur; çünkü 1 rakam ı ndan son ra 2 rakam ı n ı kavrayabi lme­
si için 25. 000 y ı l l ı k bir sürenin geçmesi gerektiği rivayet edi­
lir. İ kiden son raki rakamlar artık bir dizi hali nde h ızla gelmiş­
tir. Çünkü bir defa bir kavram yerleşirse, onun gelişti ril mesi
zaman içinde h ızlan ı r. Bu gelişim , nesnelerin n iceliksel özel­
liklerinin ölçülmesi ni ve bireyler aras ı ndaki maddesel ilişkinin
yasaları n ı beli rleyen ilk ad ı m ı oluştu rmuştur. Bu dönemde, bir
insan ı n çevresi ndeki insan gücünü anlatması için "İki adamım
var," demesi yeterliydi.
Uygarl ı k, kü ltü r ve teknoloj i ilerledikçe, sayı ları n yetmedi­
ğini, bunun yan ı s ı ra nesnelerin niteliğini beli rleyebilmek içi n ,
güzel, çi rkin , zarif, kaba vs. g i b i soyut kavramları n yan ı s ı ra,
kesin bir dil oluştu ran ölçü birimlerinin geliştiğini ve duyarl ı l ı ­
ğ ı n arttı ğ ı n ı görüyoruz. Geçmişte, toplum ları n , kendi i ç ilişki­
leri içi n , özellikle maddi ilişkileri için farkl ı ölçü birimlerini ge­
lişti rdiğini görmekteyiz. Örneğin, uzunluk için inç, metre ve ar­
ş ı n ( . . . ) , ağ ı rl ı k için pound , kilo ve dirhem ( . . . ) , bu ölçüleri n en
iyi bilinen lerinden bi rkaçıd ı r. İ nsan lar evrensel değerlere ulaş-

1 87
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

tı kça, ölçü birimlerinde ortakl ı k gündeme geldi ve kural olarak


bazı niteliklerin belirtilmesi için bu birimler d ünyadaki insanla­
rı n hemen hepsi tarafı ndan ortak olarak kullan ı lmaya başlan­
d ı . Amaç, herkesin ortak kullanabileceği bir standart oluştur­
maktı . Dolayısıyla, bu aşamada, bir insan ı n " 1 . 80 cm boyun­
da, 80 kilo ağlfliğmda iki adamım var," sözü, g ücün tan ı m ı için
yeterl iydi. Bu aşamalarda, bilginin ölçütü oluşturu lamam ıştı .
Çünkü bilim toplu m u oluşmam ıştı .
Kendi kendine bilgi ü retemeyen ya da bilgi depolayama­
yan nesneleri n tan ı m ı için bu nitel ikler ve ölçü birimleri yeter­
liydi. İ l k defa, bilgisayar ü retimi gerçekleşince, anlam l ı bir bil­
ginin birimi olan "byt = bit = bayt bilgi birimi" de uygarl ı ğ ı n ölçü
kavramları n ı n aras ı na kat ı ld ı . Bugün, sadece, bir bilgisayarı n
bir hard diskindeki ya da disketteki depo edilmiş bilginin mik­
tarı n ı göstermeye yarayan bit = bilgi biri m i , bakal ı m gelecekte
insan soyunun nelerini ölçmek için kul lan ı lacak?
Şu ana kadar, bir insan ı n maddi yap ı sı n ı n (uzunluk, ağ ı r­
l ı k, renk vd .) niteliğini ölçen ölçütlerin d ı ş ı nda, insan ı insan ya­
pan değerlerini ölçen herhangi bir sistemin kurulmas ı na ya­
naşı lmam ı ş ya da objektif ölçüler gelişti ri lememiştir. Durum
böyle olunca, bir insan ı n toplumsal açıdan değeri , sahip oldu­
ğu maddi olanaklar ve mezun olduğu okulun diplomasıyla öl­
çülmeye başlanm ı şt ı r. Özellikle ikincisinin benimseni r ve ka­
bul edi lebil i r bir tarafı olmas ı na karş ı n , yine de bir insan ı n ye­
tenekleri konusunda yeterli bilgi veremeyeceği içi n , soyut öl­
çütler olarak değerlendi rilir. Örneği n , en azı ndan bizim ülke­
mizde ve keza dünyan ı n hemen her yerinde, ister tek bir ho­
cası olan okulu bitirsin ister yetkin bir kadroya sahip bir okulu
bitirmiş olsun , m ühendislik okulunu bitirmiş herhangi biri , öm­
rü boyunca m ühendis olarak çal ışma hakk ı n ı kazan ı r. Okul lar
aras ı ndaki görünen tek fark, tercih edilme derecesidir. Eğer

1 88
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

bir ülkenin kaderi , daha sonra değineceğimiz nitelikteki politi­


kacı lara b ı rakı l m ı şsa, bu tercihin de ne ölçüde yansız olacağ ı
açı kt ı r. Buradaki esas sorun, bu nitelikteki insanları n yaptı kla­
rı işlerle ve eylemlerle, toplumun geleceğini etkileyecek yetki­
lerle donat ı l m ı ş olmas ı d ı r.
Günlük işlerinde kulland ı ğ ı maddesel nesneleri n , örneğ i n ,
çekiç ağ ı rl ı ğ ı n ı n , boru çap ı n ı n , ambalaj büyüklüğünün vs. n i n
standard ı n ı saptayan i nsan soyu , kendi kaderin i etkileyecek
ve yönlendirecek i nsanları n niteliklerini ya hiç saptamam ış ya
da sadece diploma gibi ölçme değeri tartışı labilen, ölçme de­
ğeri tam beli rlenememiş "diploma" denen bir belgeye bağla­
m ı şt ı r. Diploman ı n bizatihi kendisinin standard ı bel i rlenme­
mişti r. Örneğ i n , bir tek hocal ı A üniversitesinden mezun olan
kişi ile yetkin bir kadroya sahip B üniversitesi nden diploma al­
mış bir i nsan , yasal olarak, ayn ı yetkiye ve haklara sah iptir.
Bu, bilime sayg ı s ı zl ı k ve haksızl ı ktı r. . .
Bunun yan ı s ı ra, kural olarak, her işin ya d a her makam ı n
tan ı mlanması gereken bir yetkisi ve sorumlu luğu vard ı r. Do­
layıs ıyla bu işi ya da makam ı işgal eden kişinin beli rlenmiş
bir n itel iğinin olması gerekir. Aksi takdirde, bu niteliksizlikten
doğacak aksakl ı klar, dalga dalga hem topl umun her kesimi­
ne hem de gelecek kuşaklara yayılacakt ı r. Bugün, demokra­
tik hak ve özgürlük vaveylası aras ı nda, kişileri n kul land ı kları ,
güya bu temel özg ü rlük ve haktan , yaşayanlar ve gelecek ku­
şaklar payları n ı olumsuz şekilde alm ı şlard ı r ve almaktad ı rlar.
Her i nsan ı n yeteneklerini düzenleyen kal ıtsal yap ısı ve bil­
gi birikimi farkl ı olduğuna göre, bu insanlara s ı n ı rsız hak ya da
diğer bir tan ı m lama ile s ı n ı rsız yetki kullanma hakkı veri lmesi­
nin açı klanabilir mantığı nedir?
Dünyan ı n mi lyonlarca yı ldan beri bi riktirmiş olduğu değer­
ler (petrol, köm ü r, orman , su ü rü n leri , toprak, vs. ) , hiçbi r sor-

1 89
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

gulanmaya tutulmadan hoyratça kullan ı lm ı ş ve kullan ı lmakta­


d ı r. Dünyan ı n jeolojik dönemlerinden gelen bu tip birikimi faz­
la olduğu içi n , en azı ndan çok yakın zamanlara kadar, bu mi­
ras, çok savu rganca kullan ı lsa dah i , tehlike boyutları na u laş­
mam ışt ı r. Dolayısıyla, yeteneksiz ve bilgisiz yetkilileri n ne­
den oldukları aksakl ı klar, doğan ı n bu cömert yorganıyla ka­
pat ı l m ışt ı r ve bugüne kadar kal ıtsal olarak yeteneksiz, eğitim
olarak yetersiz olanlar, bu özellikleri yeterince taşıyanlar ka­
dar temel hak ve özgürlükleri kullanagelmişlerdir. Dolayıs ıyla
canl ı doğan her i nsan , temel hak ve özgürlüğü gereği ( ! ) , fı r­
sat ı n ı bulursa, -buradaki fı rsat, bir yolunu bulursa, şansı ya­
ver giderse anlam ı na ku llan ı lm ı şt ı r- her türl ü yetkiyi kullana­
bilme hakkı na sahiptir. Topluma ve dünyaya verdiği zarar ne
olursa olsun . . .
Yirminci yüzyı l ı n sonuna kadar, b u yorgan , b u donan ı msız
c ı olak vücutları örttü ; ancak deniz bitince, bir yerlerin bir yer­
ı 1..1 n açı kta kalmaya başlad ı . Dünya, artı k, yeteneksiz ve yeter­

siz insanları , baş tacı olarak taşıyamayacak duruma geldi. Bi­


yolojide bir kural vard ı r: Olanakları n s ı n ı rl ı olduğu bir alanda,
birey sayısı artmaya devam ederse, doğal seçilim harekete
geçer. İşte, dünyada, ilk defa, insan popülasyonunda, kü resel
olarak (tü m dünyayı kapsayacak şekilde) , fiziki yap ı ları n ı n d ı ­
ş ı nda, insan ı i nsan yapan değerler (bunları n baş ı nda bilgi bi­
rikimi ve yetenek gelmektedi r) bak ı m ı ndan gerçek anlamda
doğal seçilim sü reci başlamaktad ı r. Bunun ilk ad ı m ı , bi raz ön­
ce ana hatlarıyla anlatmaya çal ı şt ı ğ ı m ız, kişinin temel hak ve
özgürlüklerinin d ı ş ı ndaki hakları n ve özgü rlükleri n , artık bun­
dan böyle, taş ı d ı ğ ı yetenekler (kal ıtsal olabilir) ve yeterlilikler
(bilgi birikimi) oran ı nda ku llanabilmesi olacaktı r. Birçok insa­
n ı n bugünkü hak ve özgü rlüklerinin bir kısm ı n ı , artı k, gelecek­
te kullanamayacağ ı n ı anlamaya başlamas ı iyi olur . . . Bu züm-

1 90
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

renin ilk akla gelen kesimi politikacı lar ve siyasi tercih ile ata­
nan bü rokratlard ı r.
Bu kısm ı n baş ı na yeniden dönersek, daha önce anlatt ı ğ ı ­
m ı z g i b i , a rt ı k h e r şeyin tekniğe v e bir programlanmaya da­
yandığı bir d ünyada, bir işin yapı labilmesi içi n , belirli bir bilgi
birikiminin koşul olduğunu söyleyebi liriz. Örneğin, temel mü­
hendislik hizmeti içi n , evrensel olarak 1 00.000 bilgi birimlik
(bir çeşit bitl ik) bir bilginin verildiği bir okulda okumak ve me­
zun olurken bunun en az 75.000 bilgi birimini kazanmak bir
koşul olmal ı d ı r. Bu bilgiyi alamayan herhangi biri n i n , bu diplo­
man ı n verdiği haklardan yararlanamayacağ ı açı kt ı r. Eğer ya­
sal yetersizliklerden dolayı bu hak ona verilmişse ya da tan ı n ­
m ı şsa, bu şu anlama gelir: Bilgi eksikliğinden dolayı başka b i r
kişiye y a d a topluma verebileceği zarar, bu kişinin lehine göz
ard ı edilmişti r. Yan i kişi , bu diplomayla, hakkı olmayan bir ge­
ti ri elde etm iştir.

Bilgisi ve yeteneği kısıtlı olanlarm, temel hak ve özgürlük/eri­


nin üstündeki haklan ve özgürlükleri de sımrlı o/malıdtr.

Konunun daha iyi anlaşı lması bakı m ı ndan , daha önce (8. Bö­
lümde) verilen örneğ i , bir başka anlat ı m şekliyle bir daha yi­
neleyelim. Yukarıda değindiğimiz bilgiyi , yasayla saptanm ı ş
e n a z düzeyde kazanan kişi, e n basit düzeyde m ühendis ola­
rak çal ışabil i r ve bu unvan ı n kazand ı rd ı ğ ı hak ve yetkilerin
ancak minimumu ndan yararlanabi lir. Ancak kişi kendi baş ı ­
na küçük ölçekl i bir proje yapmak istiyorsa, kazan m ı ş oldu­
ğu 1 00.000 bilgi birimlik meslek bilgisinin üzerine, örneği n
25 .000 b i l g i birimlik, orta ölçekli bir proje yapmak istiyorsa ör­
neğin bir 25.000'lik, büyük boy bir proje yapmak istiyorsa, ör­
neğin yen i 25.000 bilgi birimlik mesleki bir bilgiyi eklediğini ka-

191
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

n ı tlamal ı d ı r. Bunları n üzerinde yasal olarak bir deneti m yetki­


sini kullanmak istiyorsa, ek olarak örneğin 25 .000 birimlik bil­
giyi daha eklediğini kan ıtlamal ı d ı r. Böylece, örneğin, ancak
1 75.000 bilgi birimlik mesleki bilgiyi sahip bir i nsan , denetle­
me yetkisini kullanabilir. Böyle bir insan şube müdürü olmak
istiyorsa, mesleki yetki kapsam ı büyüyeceği içi n , örneğin ek
50.000 mesleki bilgi birimine sahip olması gerekir. Bu kişi ge­
nel müdür olmak istiyorsa, örneğin, ek bir 50.000 mesleki bil­
gi biriminin yan ı s ı ra, altı ndaki kişileri n özlü k haklarıyla ilgi­
l i kararlar vereceği içi n , örneğin 20.000 bilgi birimlik sevk ve
yönetim ve 20.000 bilgi birimlik idare hukuku ve bel ki bir ya­
bancı dil bilmek zorundad ı r. Bu kişi müsteşar olmak istiyorsa,
50.000 birimlik ek meslek bilgisinin yan ı s ı ra, örneğin 50.000
birimlik sevk ve yönetim , 30.000 birimlik idari hukuk, 30.000
birimlik halkla ilişkiler vs. bilmek zorundad ı r. Eğer bu kişi ba­
kan olmak istiyorsa, ek mesleki , idari , hukuki bilgilerin d ı ş ı n ­
d a , politika b i l i m i n e v e halkla i lişkiler b i l i m i n e yeterince ege­
men olması ve belki i ki nci bir yabancı dili bilmesi talep edilme­
lidir. Bu kademelere gelecek insanları n seçi m i , yaln ı z ve yal­
nız bu niteliklerini kan ıtlam ış olanlar aras ı ndan yapı labilmeli­
dir. Diğer yol lar yasal olarak kapat ı l mal ı d ı r. Bu, hekim için de,
ziraatçı için de, öğretmen için de, yetkisi ve sorumluluğu olan
her alan için de geçerlidir.
U laşacağ ı m ı z bu düzende, daha önce, sayısı ve ard ı ndan
yapısal n iteliği belirtilmekle yetinilen tarife ek olarak, artık,
". . . birimlik bilgiye sahip iki adamım var," demek zorunluluk
olacakt ı r.
Bir kişi nin bu bilgiyi bir defa kazanm ı ş olması da yeterli ola­
maz. Çünkü hemen her konuda bilgi sürekli artmaktad ı r. Yet­
kiyi ve hakkı kul lanmak isteyen , yeni bilgileri de izlemek zo­
rundad ı r. Bu nedenle, bir hekimin, bir mühendisin , bir zi raat-

1 92
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİM E NAS I L VERMELİ

çı n ı n ya da bir öğretmen in vs. n i n bilgisini sürekli yen i leme­


den ayn ı yetkiyi kul lanması söz kon usu olmamal ı d ı r. Çünkü
özellikle kul lan ı lmayan bir bilginin kısa zamanda yiti ri ldiği bi­
linmektedi r. Örneğin ün iversiteden mezun birinin, bilgisini kul­
lanmad ı ğ ı takdi rde birinci yı lda %40' ı n ı , ikinci yı lda %60'n ı ,
beşinci yı l ı n sonunda % 80-90'n ı n ı yiti rdiği bilinmektedi r. Bu
sı rada gelişme gösteren yen i alan bilgilerine ulaşmad ı ğ ı da
göz önüne al ı n ı nca, kişinin iş yapabilir bilgisinin hemen he­
men sıfı rland ı ğ ı görü l ü r. Halbuki birçok ülkede, keza bizim ül­
kemizde, 50 y ı l l ı k hekimleri n , m ühendisleri n , öğretmenleri n
vs . n i n meslek i ç i bir eğitimden dahi geçmeden, b i l g i dağarc ı ­
ğ ı n ı n kapsam ı n ı kan ıtlamadan "hak v e yetkisini" sürd ü rdüğü
bilinmektedir. Bu nedenle, herhangi bir işin aksamadan , çağ­
daş ölçülerde yü rütülmesi nadiren olmaktad ı r.

Önümüzdeki yüzyılda insanlar, ancak bilgileri ve kalıtsal yete­


nek/eri oranmda yetki kullanabilmelidirler.

Seçme ve seçilme hakkın ı n yen iden düzenlenmesi


Bir komik sistem düşünün ki , sistemde, anlamayanlar (ye­
teneksizler ve bi lgisizler) anlayanları (yetenekli ve bilgili leri)
seçmeye yetkil i olsun ve doğrulukla seçtiklerine inan ı ls ı n . Bu
yüzy ı l ı n sonuna kadar geçerli olacağ ı varsayı lan ve halen uy­
gulad ı ğ ı m ı z özgü rlükçü demokrasi dediğimiz sistemin özü , iş­
te, bu anlayışa dayan ı r. Böyle bir sistemde, herkes "parmak
hesabı seçildiği sürece' her hakkı ve yetkiyi kullanabilir ve
geldiği makam ı n kapsam ı oran ı nda toplumları n kaderi ni et­
kileyebilir. Bu yetki nin al ı nması için sah ip olunmas ı gereken
bilgi ve yeteneğin kan ıtlamas ı na gerek yoktur. Yalanla, şan­
tajla, maddi güçle, duygusal , di nsel , ı rksal ve toplumun diğer
maddi ve manevi tüm değerlerini sömü rme ya da peşkeş çek-

1 93
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

me ile bu yetkiyi alabil i r ve daha son ra özgü r irade diye tan ı m ­


lad ı ğ ı n ı z o insanları yönlendirebilirsiniz; sömü rebilirsiniz. Bu
durumda bilgisizlerin ve yeteneksizlerin oylarıyla kazan ı l m ı ş
yetkiden ne beklen iyorsa, ancak, o kadar verim elde edilebi­
l i r. Nitekim bugünkü dünyada, özgü rlükçü demokrasinin uy­
guland ığı ülkelerde h uzursuzluğun bir türlü bitmemesinin kay­
nağ ı nda bu komedi yatmaktad ı r. Diğer idari sistemlerde çeşit
değiştirme şansı hemen hemen hiç olmad ı ğ ı içi n , o sistemler,
zaten, başı ndan yarışma dışı kalm ı şt ı r ve konuşulmaya değ­
mezler. Bugünkü özgü rlükçü demokrasi diye tan ı mlanan sis­
temlerde, en azı ndan olası yeteneksizleri ve bilgisizleri değiş­
ti rme şansı vard ı r. Ancak süzgeç duyarl ı yapı lmam ışsa, sü­
züntünün de berrak olması beklenemez. İşte bu nedenle, bu­
günkü özgürlükçü demokrasi olarak tan ı m lanan sistemleri n
başarısı dah i , halkı n bilinç derecesiyle doğ ru orant ı l ı d ı r. Aşa­
ğı yukarı ayn ı özg ü rlükçü demokrasi yasaları n ı kul lanmaları ­
na karş ı n , farkl ı toplumlarda farkl ı sonuçları n al ı nmas ı , top­
lumu oluşturan bireylerin , yöneticilerini seçebilecek bilimsel
doygunluğa ve eğitime farkl ı derecelerde ulaşmaları ndand ı r.
Dünyan ı n birçok ülkesinde bu örnekleri görebilirsiniz. Bilgi­
si ve yeteneği olmayan insan ı n seçme değeri de olamaz. Ya­
ni bilgisi ve yeteneği s ı n ı rl ı olan bir insan ı n , yöneticisini seçme
katkıs ı n ı n , bilgisi oran ı nda olması kaç ı n ı lmazd ı r. Bu durumda
bugüne kadar demokrasinin en temel kural ı olduğu varsayı ­
larak, her insana seçime eşit değerde kat ı l ma hakkı , bundan
böyle, gerçek demokrasinin oluşturulabil mesi için , ancak bil­
gisi oran ı nda verilmelidir. Çünkü kişi bu oyu ile sadece ken­
disinin geleceğini değil, toplumun geleceğini yönlendi rmeye
hak kazanm ı ş olmaktad ı r. Yönetimin tamamen teknik bilgi­
ye dayal ı bir eğiti m gerektirdiği bir dünyada, cahi l ve yetenek­
sizlerin bu seçme hakk ı n ı kullanmas ı bilim d ı ş ı l ı ğ ı n ta kendi-

1 94
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

sidir . . . Dünya, bu cahilliği artık kaldı racak duru mda değildir.


Doğruyu bulma, eğer bilimsel bir yarg ı lamayı gerektirmi­
yorsa, sağduyuyla olur. Tamamen rastlantıya dayanan kaza­
ları n önlenmesi gibi. . . Her ne kadar politikacı lar kürsülerden
sık sık "ha/km sağduyusuna güveniri' diye bağ ı rsalar da, bir
toplumun sağduyu ile yönlendirilemeyeceği açı ktı r. Bu neden­
le de bu toplumlarda her türlü aksakl ığa ve kazalara rastlan­
ması kaç ı n ı l mazd ı r. Bu kadar tekni k bilgi isteyen bir yöneti­
min doğrulukla seçilmesi ; ancak, bu bilgileri kazanm ı ş olan­
ları n katkı larıyla olabilir. Bu nedenle temel hak ve özg ü rlük­
ler olarak bilinen seçme hakkı n ı n değişmesi ve herkesin bil­
gisi kadar yönlendi rmeye, yan i yöneticilerin ya da politikac ı ­
ları n seçi mine katı labilmesi gereki r. B u n u n için d e mesleği ya
da yapt ı ğ ı iş ne olursa olsun , özel bir s ı nav sistemiyle herke­
sin yarg ı ve bilgi dağarcığı ölçülüp, kişiye o bilgi oran ı nda se­
çime kat ı l ma hakkı verilmelidir. Can l ı doğan herkesin , toplu­
mun bir üyesi olma hesabıyla, seçime en az bir oyla kat ı l ma
hakkı olacağ ı na göre, diğerlerinin de buna göre saptanmas ı
gerekir. Örneği n bu hakkın derecesi 1 - 1 00 arası nda değişen
rakamlar olabil i r.
Bu d u ru mda, kişinin bilgi ve yarg ı sistemini ölçen birim ya
da ölçüt ne olmal ı d ı r sorusu , sistemin en can alıcı ve beli rle­
yici noktas ı n ı oluşturmaktad ı r. İşte bu nedenle bu kitaba, "bi l­
gi ve yetenek nedir?"in tan ı mlanması ile başlanm ı şt ı r. Yine
bu nedenle bu kitaba, bir çerçeve içerisinde "Yan l ı ş tan ı mlar­
dan ve seçimlerden yanl ı ş sonuçlar ç ı kar," cümlesi ile başlan­
m ı ştı r. Eğer yarg ı ve bilgiyi ölçen ölçütleri iyi tan ı mlayamaz
ve ölçme işlem ini bu yan lış tan ı mlamalarla gerçekleştirmeye
kalkarsan ız, o zaman , toplumu çok daha büyük bir çı kmaza
sokabilirsiniz. İşte, bu nedenle, gerçek demokrasinin kurul­
ması için temel veriyi (ölçütü) evrensel bilgi sağlayacağ ı içi n ,

1 95
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

önemle üzerinde durulmuştu r; duru lmal ı d ı r. Bugün, seçmen­


lerin önemli bir kısm ı n ı n yarg ı s ı , din, ı rk ve avanta istismarıyla
çelinmiştir; çelinebilmektedir. Olanakları n yeterli olduğu devi r­
lerde ve ortamlarda, bu bilim dış ı l ı k, doğan ı n zengin nimetleri
ile kapat ı l m ı şt ı r; ancak en temel olanakları n dahi (oksijen ve
su) kısıtlanmaya ve s ı n ı rlanmaya başlayacağ ı gelecek yüz­
yı lda, hakları n s ı n ı rlanmas ı , her şeyi silip süpürecek bir ça­
tışmayı başlatabi l i r. İşte bu çatı şmayı önleyecek, zaman ı nda
gerekli önlemleri alabilecek, en akı ll ı , en bilgili ve en yetenekli
kişilerden oluşmuş bir yöneti min işbaş ı na gelebilmesinin ça­
resi, bu yol u izlemekten geçtiği söylenebilir.
Seçenler için koşullar böyle ortaya konduktan sonra, "se­
çilenler için durum ne olmal ı d ı r?" sorusunun yan ıtı , bu man­
tık içerisinde basit görünmektedir: Ancak gerçek bilgilerle do­
nat ı l m ı ş , kal ıtsal yeteneklerini ve akl ı n ı doğru bir eğitimle ge­
liştirmiş olanlar seçilebilme hakkı na sahi p olabi lecektir. Bil­
gi ve yeteneğin temel al ı nd ı ğ ı bir seçilimle gelinebilecek ma­
kamları n derecesi de daha önce anlatt ı ğ ı m ı z bilgi ölçümleriy­
le saptanmal ı d ı r. Örneğin parlamenter olma, bakan olma hak­
kı n ı otomati kman doğu rmayacak; bakan olabilecekleri n , par­
lamenterlerden daha üstün bilgi birikimi ve yeteneklere sahip
olmas ı istenecekti r. Seçil i m , ancak belirli aral ı klardaki yete­
nek ve bilgi birikimine sahip olanlar arası nda yap ı labilecektir.
İşte bu sistem yerleştiği zaman , gerçek (doğal) demokra­
sinin hak ve özgü rlükleri , doğru mecras ı na oturmuş olacak­
t ı r. Böylece emek vermeden sömü rü d üzeni ku ranları n , top­
lumu yönetmek için yeterli bilgi ve becerisi olmayanları n yolu
otomatikman kesilecektir. Toplu m , doğruyu bulmak içi n , da­
ha yetenekli ve bilgili önderlere kavuşmuş olacakt ı r. Böylece,
neye dayandığı bir türlü tan ı mlanamayan, toplum larda sürek­
li tartışmaya neden olan , herkesi n doğrusu budur diye dayat-

1 96
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

tığ ı , "hak ve özgü rlükler'' tartı şmas ı da sonlan m ı ş olacakt ı r.


Bu satı rları okuyan birçok i nsan , bilim toplumunun gerçek
bir üyesi olmad ı ğ ı için, sudan neden lerle, bazen insancı l gö­
rünmek için , bazen nitelikli insan ı n tan ı m ı nda bunların olma­
d ı ğ ı na i nand ı ğ ı ve çok defa da bu yaklaş ı m la ne amaçlad ı ğ ı ­
n ı anlayamayacağ ı için bu önerileri kabul etmeyecektir. Bu öl­
çütlerin yerine konabilecek yen i değerlendirme yöntemleri için
de klasik bi rkaç beyl ik laftan öte herhangi bir şey söyleyeme­
yecektir. Halinden şikayet etmeye de devam edecekti r . . .
Yetkinin kullan ı l ması nda bilgi birikimi ölçüt al ı n ı nca, top­
lumdaki alışkan l ı klarda da temel değişiklikler olacaktı r. Çün­
kü insanlar, artık bir şeyi bileceklerdir: Mal, mülk, şan , şöh­
ret, hatta güç, yal n ı z bilgiyle ve yetenekle elde edilebilecektir.
O zaman aileler, çocukları n ı n ve kendilerinin bu yönde yetiş­
mesi için tüm olanakları n ı seferber edeceklerdir. Gerçek bil­
giyi kazand ı ranlara sayg ı göstereceklerdir. Evrensel olmayan
bilgi leri kul lanarak sömü renleri toplumun d ı ş ı na iteceklerdir.
Doğru yönetilmenin hazz ı n ı tadacaklard ı r. Gelecek tehlikeleri
önceden sezinleyebilecek önderlere sahip olacaklard ı r. Bilgi
bilgiyi doğ u racağ ı içi n , yaşamları n ı kolaylaştı racak yeni ufuk­
ları n açı ldığ ı n ı göreceklerdir. Cahilliğin ve bağnazl ı ğ ı n tarih i
cenderesi nden kurtulacaklard ı r. İyiliklerin hepsini b i l g i yoluyla
kazanacak, görecek, yaşayacak ve tadacaklard ı r . . .

Bilgisi ve yeteneği olmayanlarm seçilme ve yönetme hakkı kı­


sıtlanmalidlf.

1 97
12. BÖLÜM

Bilgi Göçü ve Nedenleri

İ nsanlar yerleşik düzene geçmeye başlayı nca, ilk olarak kar­


ş ı l ı ğ ı ödenmeden kul lan ı labilecek kas gücüne gereksinme
duyuldu ve sonuçta kölelik ku rumu doğdu. M i lyonlarca i nsan
bu kurumdan binlerce y ı l acı bir şeki lde nasibini ald ı .
Kas gücü sömü rüsü sanayi devriminin baş ı na kadar sürd ü .
Sanayi devrimi ile birlikte, bir anlamda b i l g i çağ ı başlad ı v e b i l ­
gili insanlara gereksinim duyuldu. Sanayileşmiş ülkeler gerek
duydu kları bilgili insanları bir taraftan kendi ülkelerinde yetiş­
tiri rken , diğer taraftan faki r ülkelerin sanayi ülkelerinin zengin­
liğine ulaşmak içi n , halkları n ı n kan ı ndan ve kemiği nden birik­
tirdikleri belirli bir finansman kaynağ ı ile yetişti rmeye çal ışt ı k­
ları bilgili ve becerikli i nsanları avlama yol ları n ı arad ı lar. Git­
tikçe artan sayıda da olsa, bin bir emekle yetişen bu insan­
lar, bir zamanları n kölelik sistemini ve şimdilerde de sanayi­
leşmeyi başarı l ı bir şekilde kullanan ülkelerin söm ü rüsünden
kurtu lamad ı ve en bilgili ve yetenekli i nsanlar, kendi lerine ve­
rilen daha iyi olanaklar nedeniyle, om uzları nda yükseldikleri
hal kları silkeleyerek bu Yeni Dünya'ya koştular. Faki r ülkeler­
de bin bir emekle yetiştirilen bu nadide i nsanları n , çoğunluğu
bat ı l ı olan ve sanayileşmiş ülkeler olarak adland ı rı lan ülkeler
tarafı ndan modern tarzda sömü rüsü, bilim ve siyaset tarihine,
"Beyin Göçıl' olarak geçti . Böylece geri kalm ı ş ve gelişmek­
te olan ülkeler, bir türlü bilim toplumu haline geçmeyi becere­
mediler ve gelişmiş ülkelerin uydusu olmaktan ku rtu lamad ı ­
lar. Bu arada kas gücünün söm ü rüsü de belirli oranlarda de-

1 98
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

vam etti . Örneğin, 20 yaş ı na kadar bu ülkenin kıt kaynakları


ile yetiştirilen (beslenen) 2-3 milyon insan , haz ı r işgücü olarak
Türkiye'den Avrupa'ya gönderi ldi ve o ülkelerin kalkınmas ı na
katkıda bulundu. Her iki durumda da gidenler o ülkenin para­
sal kaynaklarından belirli bir pay ayrı l ı yordu. Sömürü ve köle­
lik kurumu şekil değişti rmişti .
2000 yı l ı na girildiğinde, i nsan ları n hem yetişti ril mesi hem
bir işte i kame edilmesi pahal ı bir politika olarak görü lmeye
başland ı . Çünkü artık insan ı n kas gücüne de, bilgi ü reten in­
san ı n vücuduna da gerek yoktu. Daha ku rnazca yol lar bulun­
mal ıyd ı . Dünyan ı n neresinde olursa olsun , ü retilmiş yeni bir
bilginin sağ ı lmas ı n ı n yolu bulunmalıyd ı . Bu yolun bulunmas ı
da gecikmed i , hem de bilimsel değerlendirme ad ına . . . Ad ı na
"Bilimsel Dergiler ve Bilimsel Attflar" dend i . Konuya yabancı
olanları n anlaması için bu sözcükleri n ne anlama geldiğini bi­
raz daha açmak gerekiyor:
Bir araştı rıcı bir çal ışmas ı n ı dünyaya duyu rmak için , çok
defa sanayi leşm iş ülkelerin tekelinde olan , periyodikler de­
nen, belirli zaman aral ı klarında, çok defa belirli bir konuda
özelleşmiş dergilerde, usullerine uygun olarak "makale' ad ı
altı nda yay ı n lar. Bu dergileri n , genel likle uzman kişilerden
oluşmuş bir hakem ya da dan ışma kurulu vard ı r. Yay ı n lan­
maya değer görülenler bu dergilerde yay ı n lan ı r. Böylece se­
çilim de sağlan m ı ş olur. Böyle bir dergide yayınlan m ı ş bir ma­
kalen i n , başka araşt ı rıcı lar tarafı ndan olumlu beyanlar yap ı ­
larak başka makalelerde kul lan ı lması yani "atıf" yine sanayi­
leşmiş ülkelerin denetiminde ç ı karılan ve ad ı na "Scientific ln­
dex' denen , bel irli zamanlarda ç ı karı lan bir seri kitapta topla­
narak tüm d ünyaya duyurulur. Birçok ülkede bilim insan ları n ı n
değeri , bili msel ciddiyetine göre g rupland ı rı l m ı ş b u dergilerde
yay ı n lanan makalelerinin sayısına ve özel likle makalelerinin

1 99
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

ald ı kları atıfa göre yap ı l ı r. Bu raya kadar anlatı lanlar, bilimsel
bir değerlendirme için gerçek tüm ölçütleri ve ögeleri kapsa­
maktad ı r. Bunları yapan bir insan ı n bilimsel erkinden kuşku
duyul maz. Doğru bir değerlendi rmeyi içeri r. Hatta bilim insan­
ları hakl ı olarak, üstünlüklerini ve yeteneklerini beli rtmek içi n ,
s ı k sık, "Benim yabancı ülkelerdeki dergilerde ş u kadar maka­
lem, bu kadar attfım var," demeyi bir adet haline geti rmişler­
dir. Bir bilim insan ı n ı n n iteliğinin saptanması içi n , bugün kabul
edilen en doğ ru değerlendi rme yöntemi olduğu kuşkusuzdur.
Ancak geti rdiği sonuçlar bakı mdan çok di kkatli bir gözlem ya­
p ı lmazsa, geri kal m ı ş olan ya da gelişmekte olan ülkeler açı ­
s ı ndan yine yen i bir hayal kırıkl ı ğ ı na neden olur. Özellikle ü l ­
kemiz bu girdabı n içine girmiş görünmektedir. Bu anlatı lanla­
rı anlayabilmek için ilk olarak bilim ile ticaretin ve hükümranl ı ­
ğ ı n yakı n ilişkisini göz önüne sermek gerekiyor:
Dünyada "High Technology = Yüksek Teknoloji" olarak bili­
nen , esas para kazand ı ran ve üstünlük kuran alanlarda aran­
sa da yaz ı l m ı ş tek bir makale bulunamaz. Örneğ i n , radar dal­
gaları n ı absorblayan bir uçağ ı n , süper h ızla çal ışan bir bilgi­
sayarı n yap ı m ı n ı ; bir ilac ı n , hatta Coca Cola' n ı n içindeki esan­
s ı n yap ı s ı n ı , bu şekildeki yüzlerce ve binlerce teknik bir aksa­
m ı n özelliğini ya da yap ı s ı n ı herhangi bir dergide ya da bir ma­
kalede bulamazs ı n ız. Bunları n hepsi "Patent' ad ı altı nda ya
korumal ı d ı r ya da gelişmiş ülkelerin emri altı ndaki kurumlar
tarafı ndan diğer insanlarla paylaşı lmaması için açı klanmaz.
Bunu da doğal karş ı lamak gerekir. Çünkü böyle bir başarı­
ya ulaşmak için insanlar yatırım yap ı p , rizikolara atı lmaktad ı r­
lar. Ancak, ticarete yönelik tüm bu çal ışmaları n gerçekleşebil­
mesi içi n , görü n ü rde hemen paraya dönüştü rülemeyen ; ama
çok pahalıya mal olan temel araştı rmaları n da yapı lması ge­
rekir. Bu pahal ı araştı rmaları kim yapacak? Gel i r fazlas ı n ı kul-

200
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NASI L VE RMELİ

lanmak su retiyle bizzat kendileri (ülkeleri ndeki bilim i nsan ları)


ve faki r ülkelerin bil imsel olarak akı l l ı ; ancak ülkelerinin çı kar­
ları açı s ı ndan saf olan insanlar tarafı ndan . İşte bu tezgah bu
amaç için kurulmuştur.
Ü lkesinin o andaki gereksinmesin i göz önüne almadan ,
çok yakın bir tarihte yatırım yap ı l ması olanaksız olan ve plan­
lanmayan alanlarda, ülkesinin kaynakları n ı kullanarak araş­
tı rma yapan , hatta yine ülkesinin kaynakları n ı kul lanarak sa­
dece bi rkaç bilimsel makale yazmak için d ı ş ülkelere g itme­
ye çal ı şan i nsanlar, bu yen i söm ü rü düzeninin ku rbanları d ı r.
Elde etti kleri sonuçlar, çok defa, ülkelerinin herhangi bir kuru­
munda kullan ı lamaz. Sadece akademik derece almak ve be­
l i rl i kadrolara yap ı lacak atamalarda kullan ı l ı rlar. Diğer taraf­
tan ü l kenin ve bölgenin sorun ları için yapı lanlar nas ı l değer­
lendiri l i r?
Bölgesel sorunlarla ve bir ülkenin sorunuyla ilgilenen der­
giler, ku ral olarak, Scientific lndex'i n tarama l istesine girmez.
Örneği n yüksek enerji fiziğinde (dünyadaki ülkeleri n % 90' ı n ı n ,
önümüzdeki i l k 30 yı lda, çok pahal ıya mal olması ndan dola­
yı , yat ı rı m yapması hayal gibi gözükmesine karşın) yay ı n la­
nacak her makale, ku ral olarak Scientific lndex'e girer; dün­
yan ı n %90' ı n ı n pençesine düştüğü erozyon ve çevre sorunu
konusundaki makalelerin hemen tümü bu değerlendirmenin
d ı ş ı nda kal ı r. Dolayısıyla burada makale yay ı nlayanlar, ger­
çek bilim i nsan ı s ı n ıfına girmez; akademik derece almada bu
çal ı şmalar i kinci hatta üçüncü s ı n ıf muamelesi görür; kadroya
atanmalarda kişiye üstünlük sağlamaz. Kendi ülkesi nde, ken­
di ülkesinin sorunları na bir anlamda yabancı laşt ı rı l ı r. Araştı r­
maya ayrı l m ı ş ülke kaynakları n ı n yüksek teknoloj i yapan ül­
kelerin temel araştı rmaları na kaymas ı na neden olur. Sonuç­
ta bilgisayar teknolojisinde Tü rkiye ilk 1 O yı lda ilk i ki sı raya ya

20 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da biyoteknoloji kon usunda ilk üç sı raya girecek gibi kurum­


sallaşmış bir bilimsel amaç da ortaya konmad ı ğ ı içi n , zaman­
la bu birikmiş bilimsel potansiyel de şu ya da bu şekilde su­
land ı rı l ı r ve emekler havaya gider.
Son 70 yı lda ülkemiz olanaklarıyla yabancı ülkelere dok­
tora yapmak için gönderilmiş kaç kişinin geriye döndüğü ve
hangilerinin doktoras ı ile ilgili bir konuda çal ışma yaptı ğ ı , ka­
ç ı n ı n bilimsel bir amaç için organize edildiğini araştı rmak il­
ginç olacakt ı r ve öğrenilenler bir bir hayal kırıkl ı ğ ı na neden
olacakt ı r . . .
B u tezgah kurulduktan son ra, artık, kişilerin yabancı ül­
kelere gitmesine (göç etmesine) , yan i beyin göçüne gerek
kalmamıştı r. Çünkü beslenip, yetişti ri lip, olanaklar sağlan ı p ,
araşt ı rma yapt ı rı lan; ancak çal ışmaları n ı sanayi leşmiş ülke­
lerin gereksinmelerine göre ku ran yeni bir hizmetkar g rubu
ol uşturulmuştu r. Bu yen i sömürünün ad ı "Bilgi Göçil'dü r. H iç­
bir ödentisi ve rizikosu ol mayan yeni bir kazanç yol u bulun­
muştur. Bu yolla, günde, sadece Tü rkiye'den yabancı ülkele­
re (özellikle Amerika'ya) bir gigabaytl ı k bilginin aktarı ldığı (he­
diye edi ldiği) tahm i n edilmektedir. Bu, iyi yetişmiş 1 O mühen­
disin bilgisine denktir.
Sanayileşmiş ülkelerde, ç ı kan makale sayısı özünde çok
daha fazlad ı r. Bu durumda, geri kalm ı ş ülkelerden gelişmiş ül­
kelere değ i l , gelişmiş ülkelerden geri kal m ı ş ülkelere bilgi akı­
yormuş gibi görü n ü r. Ancak bu makaleleri n çok büyük bir kıs­
m ı , özellikle teknolojik üstünlük sağlayacak konularda değil­
dir. Sağlayacakları n hepsi gizli tutulur. Ancak eskiyen ya da
rekabet gücünü yiti rmiş olanlara ait bilgiler sızd ı rı l ı r. Temel
araştı rmaların bir kısm ı n ı n sunulması nda ise, en yeni bilgile­
ri içerse dahi , hiçbir sakı nca yoktur. Çünkü birçok ülkeni n , bu
bilgiyi işleyecek altyap ısı haz ı r değildir. Hatta bu teorik bilgiyi

202
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM E Lİ

al ı p , bir miktar daha katkı yapacak saf ülke sayısı da az de­


ğildir . . .
Ü l kemizde b u eğilimi güçlendiren yaklaş ı m lar d a vard ı r.
Örneğin TÜ B İTAK bilim ödüllerinin bir kısm ı , sadece ad ı Tü rk­
çe olan ; ancak ömrünü yabancı ülkelerde geçi rmiş ve çal ı ş­
maları n ı orada yapm ış olanlara; bir kısm ı da çal ışmaları n ı n
hemen hepsini Tü rkiye'nin olanakları ile ya d a kendi olanak­
larıyla yabancı ülkelerde gerçekleştirmiş olanlara veri lmişti r.
Bunları n hepsi kuşkusuz değerli insanlard ı r ve bilimsel yetkin­
likleri kon usunda tartı şma açmak dahi yersizdir. Ancak, yan­
l ı ş tan ı m ve yan l ı ş seçimlerden yan l ı ş sonuçlar çı kacağ ı içi n ,
böyle bir kıstas, ülkedeki yetişmekte olan genç b i l i m i nsanla­
rı n ı n hedefinde önemli yönlendirmelere neden olacakt ı r. Yeni
yetişen lerde şu izlenim yarat ı l m ı şt ı r: Değerl i bilimsel çal ı şma­
lar, büyük ölçüde yabancı ülkelerde gerçekleşti rilebilir ve ül­
kesel ve bölgesel sorunlarla ilgili çal ı şmalar değerlendirilme­
ye yeti rince al ı n maz. Buna göre tercihinizi koyun !
Örneğin, önümüzdeki yüzy ı l ı n biyoloji çağ ı olacağ ı ve Tü rki­
ye' de yaşanan sorunları n %50'sinden fazlas ı n ı n biyoloji bilimi­
nin eksikliğinden kaynakland ı ğ ı bilinmesine karş ı n , TÜ BA' n ı n
(Tü rkiye Bilimler Akademisi) ilk 3 5 asl i , 2 4 yedek (asosye)
üyesinden bir tanesinin biyoloji kökenli olmaması da, yön gös­
tereceği varsayı lan böyle bir akademinin ilginç bir yaklaş ı m ı ­
n ı gündeme geti rmektedir! Acaba bu ülkenin sorunları n ı kim
çözecek? Biyolojik zenginliği tü keti len , doğası elden ç ı kan,
ü retim yeteneği h ı zla yitirilmekte olan bir ülkede, acaba "han­
gi araşt ı rma alan ı" öncelikli olacakt ı r? Bu kitab ı n başı nda yer
alan , "Kısıtl ı olanaklarda, öğretilmesi ve uygulanması gereken
öncelikli bilginin seçilmesi , bilimsel düşüncenin bizzat kendisi­
dir," cümlesinden acaba ne kastedilmiştir? Okuyanları n takdi­
rine b ı rakıyorum . . .

203
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

Bilgili insanlar yetiştirmek, bir ülkenin esenliği için tek başı­


na yeterli olmaz; on/an, zamanmda gerektiği yerlerde kullan­
mak gerekir.
Bütün bunlardan şu anlam ç ı karı lmamal ı d ı r: Kul lanamad ı ğ ı ­
m ı z evrensel bilgiyi yayg ı nlaştı rman ı n v e üzerinde çal ı şma­
n ı n yararı yoktur. Aksine, bu bilgilere yakın olmak er ya da
geç bize üstünlük sağlayacaktır. Ancak, hedeflerin iyi seçil­
mesi ve eldeki olanakları n optimum etkinlikle kul lan ı l ması ge­
rekir. Planlama, zamanlama ve uygulama, bilimsel düşünce­
n i n temel koşulu ve sömü rülmekten ku rtulman ı n en kesti rme
yol udur.

204
1 3. BÖLÜM

"Ayd ın İnsan" Kime Denir?

Tarihte ve bug ü n , hakarete ve soruştu rmaya uğrayan , ceza


ve işkence gören, idam edilen ya da eller üstünde taş ı nan
ve baş tacı edilen birçok insan "ayd ı n" s ı n ıfı içerisinde değer­
lendirildi. Toplumun bir kısmı bunları n ayd ı n olduğunu savun­
du; diğer bir kısm ı ise onları toplum ve sistem düşman ı ola­
rak görd ü . Tartışman ı n ard ı arkası kesilmedi. Bugün birçok ül­
kede ayd ı n , uluslararası adland ı rı l ması ile "entelektüel" teri m i
hala tartışmal ı d ı r. Hatta bir ülkedeki bir ayd ı n , diğer bir ülke­
deki i nsanları n önemli bir kısm ı için bozguncudur.
Bu kitabı yazarken, bilim i nsan ı statüsünden maaş alan ,
önemli bir kısmı yabancı ülkelerde eğitim ve doktora yap m ı ş
onlarca, hatta yüzlerce dosta, arkadaşa, meslektaşa "Aydm
kelimesinden ne anltyorsunuz?' sorusunu yönelttim . Ald ı ğ ı m
yan ıtlardan , doğrusu, ortak b i r ö z ya d a fiki r çı karamad ı m . Ku­
ral olarak heps i , bilgili olmayla ayd ı n olmayı özdeşleştiriyord u .
Bilgili olman ı n ayd ı n olman ı n temel koşulu olduğuna i nan ıyor­
lard ı . Daha son ra, halk aras ı nda zaman zaman duyduğumuz,
"çoban; ama aydm bir kişi, tahsili yok; ama aydm bir kişi' gibi
tan ı m lamaları n ne anlama geldiğini sorunca, ayrıcasız hepsi­
nin afallad ı ğ ı n ı gözledim . . . Bu soruları kendime sorduğumda,
bu sefer afallama s ı rası bana gelmişti . Çünkü ayd ı n kelimesi­
n i ağzı ndan b ı rakmayan ben ve beni m gibi insanlar, gerçekte
ayd ı n konusunda ortak bir fikre sahip değildik. Ayaküstü he­
men açı klamaya çal ı şanlar da ciddi değildi . . .
Ayd ı n nedir? diye tartışmayı çok severiz. Ama fikrini söy-

205
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

leyene de hemen iti raz ederiz. Ayd ı n ı n bir özelliğinin, belki de


ilk olması gereken özel liğinin, düşünceyi ciddiye almak oldu­
ğunu düşünmeyiz. İ ki nci özelliğinin ise, düşüncesi ve varsa­
y ı m ları ile tutarl ı olmas ı , düşüncesinin kendini götü rdüğü yere
korkmadan gidebilmesi , çelişkilerden sakı nabilmesi, yan ı l g ı ­
ları n ı çekinmeden açı klayabilmesi olmal ı d ı r. Bir anlamda "dü­
şünce namusu ve dürüstlüğil' ayd ı n olma n itel iğinin ilk bel i r­
leyici unsurudur.
"Şu anda ülkenizde aydm olarak gördüğünüz ilk 1 O insa­
nm adım verebilir misiniz?" şeklindeki bir sorunun yan ıtları n­
da, ortak bir isim ç ı kmad ı ğ ı gibi , 1 O rakam ı na da h içbir zaman
ulaşı lamad ı . En ilginci de, son 40 y ı ld ı r bizi yöneten politikacı­
ları n hiçbirinin bu s ı ralamaya sokulmamasıyd ı . . . Ailenizde ay­
d ı n var m ı ? sorusunu ise çoğunluk "hayı r'' diye yan ıtlad ı . Aca­
ba gerçekten bu toplum ayd ı n ı n ne olup olmad ı ğ ı n ı mı bilmi­
yor; yoksa toplumda özlenen ya da hayal edilen ayd ı n sayısı
sayı lamayacak kadar m ı az? Lütfen bu soruları bir de kendi­
n ize soru n ! Bu arada ülkemizde yaşayan 3 ayd ı n ı n ad ı n ı bul­
maya çal ı ş ı n . . .
Pekala, tan ı mlayamad ı ğ ı m ız; ancak baş tacı ettiğimiz ya
da eziyet ettiğimiz "ayd ı n" ı n gerçekte n iteliği nedir? Bir kısm ı
için bilgili olma, bir kısm ı için uyu mlu olma, bir kısmı için yara­
tıcı olma, bir kısm ı için akı l l ı olma, bir kısm ı için paylaş ı mcı ol­
ma, bir kısmı için dünyadaki gelişmelerden haberdar olma; bir
kısm ı için aksayan düzene korkusuzca karş ı ç ı kma, bir kısmı
için düzen i değişti rme, birçoğu için de bu n iteliklerin değişik
şekillerdeki kombinasyonuna sahip olmad ı r. Bu say ı na n ite­
l i klerin hepsi bir i nsanda bulunmas ı n ı istediğimiz özel liklerdi.
Ancak bilgi biriki m i olmayan dağdaki çoban ı n , sadece mo­
tordan anlayan bir ustan ı n , ticaretle uğraşan bir tüccarı n , vs.
nin de ayd ı n olarak tan ı m land ı ğ ı bilinmektedi r. Buna karş ı l ı k,

206
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

kendi kon usunda becerikli ve ilgili bir cerrah ı n , iyi bir m ü hen­
disi n , çok iyi şarkı söyleyen bir ses sanatkarı n ı n ya da çok iyi
yüzen bir sporcunun, kendi konusunda bilgi sahibi bir öğ re­
tim üyesin i n , her zaman ayd ı n olamayacağ ı da bilinmektedi r.
Demek ki bilgi sahibi olma ya da yetenekl i olma, ayd ı n olmak
için zorunlu bir koşul değildir. Eğer öyle olmuş olsayd ı , atomu
parçalayan Openheimer, Rusya'yı Rusya yapan Petro, m ü­
zik dünyas ı n ı n ilahı Mozart, peygamberlerin tüm ü , matema­
tikte ünlü eşitlikleri bu lanlar, DNA' n ı n yapısı n ı açı klayan Wat­
son ve Crick, isti klal marş ı m ızı yazan eşsiz şiir dehası Meh­
met Akif, tartı şmasız ayd ı n olarak kabu l edilecekti . Oysa edil­
miyorlar. .. Edilseler de bu fikir; ancak bazı ları tarafı ndan be­
nimseniyor . . .
O zaman ayd ı n kavram ı n ı n , ait olduğu toplumun yap ı s ı ­
na b ı rakı lmaks ı z ı n , ayrı bir n itelik olarak i ncelenmesi gerekir.
Belki de bunları , bir ormanda yücelmiş dev bir ağaç ya da ç ı p­
lak bir dağ ı n başı nda tutunmuş bir ardıç, bir çölde vaha ola­
rak görmek gerekir. Ayd ı ndaki meziyetler sayı labi lir; ancak öl­
çülemez. Bu nedenle de bilim insan ı ndan ve bilgili insandan
farkl ı olarak ele almak gereki r. Bilgi az olabi lir; ancak n itelik­
lerin kombinasyonu onu ayd ı n yapar. Bu bir alan bilgisiyle ya
da meslek g rubuyla s ı n ı rl ı olmad ı ğ ı için tan ı m ı zordur. Bir or­
manda göze çarpan bazı ağaçlar vard ı r; bir stepte göze çar­
pan g üzel bitkiler vard ı r, bir çölde farkl ı bir geven vard ı r. Her
biri kendi ortam ı nda diğerlerinden farkl ı ve g üzel bir görünü­
me sahiptir. İşte ayd ı n da farkl ı kategorilerde yer alm ı ş değerli
i nsanları n görünümüdür. Eğer bu n itel ikler bilgiyle de destek­
lenirse, ayd ı n ı n etkinliği ve dolayısıyla göreceli olarak değe­
ri artar. Ayd ı n ı , bu kitab ı n kapsam ı içerisinde yeniden tan ı m ­
lamaya kalkış ı rsak:
Dogmati k (koşullan m ı ş) duygulardan ku rtulmuş ya da ka-

207
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

l ıtsal olarak bu yap ıda olmayan , kendisi uygulasa da uygu­


lamasa da yeniliklere açı k olan , bir sorunun nedenini araştı ­
ran , bilgi toplayan, öğrendiklerini çevresi ndekilere yaymaya
çal ı şan ve onlarla paylaşan, düşüncelerini özgü rce savunan ,
baskıcı ve çı karcı idari sistemlere karşı uygarca ve cesurca
karş ı koyabilen, toplumun çıkarı için kendi çı karları ndan ödün
verebilen , edindiği bilgiler ile doğru varsayı mlar kurabilen ve
yarg ıya ulaşan , yen i bilgilerin ışığı altı nda kazanm ı ş olduğu
eski ya da yanl ı ş düşünce ve tavrı n ı değişti rebi len , başka in­
sanları n yan ı l g ı ları na da hoşgörül ü olabilen , . . . kişi ayd ı n ola­
rak nitelendirilebilir.
Bilgisini sadece kendisine saklayan bir heki m i n , bilgisini
üstünlük kurmak için kullanan bir politi kac ı n ı n , ç ı kar sağlamak
için çağ d ı ş ı öğretileri devam etti renleri n , kendini doğrudan il­
gilendirmeyen konu larda fikir ve bilgi edi nmeye çaba göster­
meyenlerin ve i nsan soyunun geleceğini ve çeşitliliğini tehli­
keye düşürecek her türlü eyleme destek verenlerin ayd ı n ola­
rak nitelenmesi düşünülemez.
Önüm üzdeki yüzy ı l , kal ıtsal yap ısı d üzeltilmiş, bilgi biriki­
m i sağlanmış, yeterince beceri kazand ı r ı l m ı ş "ayd ı n" insan­
ları n dünyası ve egemenliği olacakt ı r. Bunun d ı ş ı nda kalan­
ları n ise yaşama şansı olmayacakt ı r. Dünya olanak bakı m ı n­
dan , sayısız i nsana değ i l , nitelikli i nsanlara yuva olacak kadar
küçülmüştür. Bunu, bugüne kadar doğal seçil i m yü rütm üştü r;
bu yüzyı l ı n ilerleyen y ı l ları nda ise yapay seçilim yü rütecektir.
Hazı rl ı kl ı olmayan toplumları n ve bireyleri n alacakları yaraları
bir uyarı olarak bildirmek, benim bilim ahlakı olarak görevim­
dir. Dileri m , bu uyarı ları biri leri yeterince alg ı lar ve bu toplu­
mun gerçek bilim toplumuna dönüşmesi için gerekli ilk ad ım­
ları att ı rı r . . .

208
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

Mitolojiye göre, bir gün, Tan rı , yakı n zamanlarda bulunan Sü­


mer yazıtlarına göre Mezopotamya'da yaşad ı ğ ı varsayı lan
topluluğa, tufan olacağ ı n ı bildirmiş. Bu uyarıyı ciddiye alan
tek i nsan Nuh Peygamber olmuş ve yaptığı büyük bir gemi­
ye, her hayvandan birer çift alarak, tufanda kendi ailesinin ve
bu hayvanları n dölünün korunmas ı n ı sağlam ış. Uyarıyı ciddi­
ye almayanlar da sulara gark olmuş . . .

209
1 4. BÖLÜM

Eflatun' un (MÖ 427-347) Devleti1

" Uygu lanamayan kuramsal devlet düzeni "


Sokrates'in öğrencisi Eflatun , M Ö 427 yı l ı nda Ati na'da doğ­
d u . Ası l ad ı Ariston Aristacles'ti r. Ona Platon ad ı , aln ı n ı n ve
göğsünün geniş olmas ı ndan dolayı sonradan veri lmişti r. Efla­
tun, Atina' n ı n en eski ve en asil ailelerinden birine mensuptu .
Eflatun'un babas ı , Ariston Perikales'in yakı n dostudur. Genç
Aristokrata, daha çok genç yaşta iken, eski Yunan şairi (Ho­
mer, Pindal) tan ıtı l m ı ş ve o devi rde geçerl i olan h itabet sa­
natı ve m üzik öğretilmişti . Eflatun , kendisinin ilk felsefe ho­
cası olan Herakleitos'cu Kratylos'dan, Herakleitos felsefesi­
n i ve Heraklaitos'cu dünya görüşünü öğrenm işti . G üzel sa­
nat, resim, müzik, şiir ve tiyatro alanları nda uğraş ı lardan son­
ra Sokrates' le tan ışm ı şt ı r. Eflatun'un düşünce hayatı nda dö­
n ü m noktası olan ve onun manevi gelişmesine temel dayana­
ğ ı n ı veren olay, Sokrates'le karşı laşmas ı d ı r. MÖ 407 yı l ı nda
yirmi yaşı nda iken, Sokrates'e bağlanan ve Sokrates'i n dinle­
yicileri arası na katı lan Eflatun , Sokrates'i tam sekiz y ı l dinle­
m işti r; 80 yaş ı na kadar ona olan manevi bağl ı l ı ğ ı n ı korumuş­
tur. Sokrates'in gerek ahlak görüşü, gerek ku lland ı ğ ı diyalek­
tik yöntem, Eflatun'un yaşam ı ve kişiliği üzerinde çok etki li ol­
m uştur.
MÖ 395-394 y ı l ları nda, Atina ordusuna kat ı l ı p atl ı olarak

1 Prof. Dr. Ali Koçer'in Eğitim Tarihi ( 1 980) adl ı kitabı ndan belirli kı s ı mlar değişti­
ri lerek a l ı n m ı şt ı r.

210
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

askerlik ödevi görmüş, daha bu sı ralarda, küçü k ölçüde de ol­


sa etraf ı na bir öğrenci grubu toplanm ı şt ı r. Ancak, bir yandan
Atina'ya o vakit egemen olan siyasi havan ı n verdiği huzursuz­
luk, diğer yandan felsefeye karşı duyduğu derin ilgi, kendisini
yen i baştan Ati na'dan uzaklaşmaya götürmüştü r. Böylece Ef­
latun , o zaman bilinen ülkelerde bir i nceleme gezisine ç ı km ış­
t ı r. Söylendiğine göre, ilkin G i rit'e ve daha sonra da M ı s ı r'a
gitmiştir. M ı s ı r, çok eski kültü rü , yüzyı llardan beri hiç değiş­
meyen, ayn ı şekilde sürüp giden gelenekleri ile onun üzerin­
de çok deri n izler b ı rakm ıştı . Eflatun , M ı s ı r'da sanki , sonsuz
değişmezliğin kendisini bulmuştu . M ı s ı r'dan son ra Kyrene'ye
giden genç filozof, orada matematikçi Thodoras'la tan ışmış
ve onun etkisi ile geometri ile uğraşmışt ı r. Daha son ra Güney
İtalya'ya varan Eflatun, orada Pythorgoiascı ları n son temsil­
cilerinin yan ı nda eğitim görmüştü r. Pythorgoiascı matematik­
le ve sayı lar doktri ni ile yakı ndan ilgilenmiş, ayrıca astronomi
ile de uğraşmışt ı r. Pythogorascı ları n tenasüh nazariyesinde
(ruh göçü görüşü), daha önce Sokrates'den öğrenmiş olduğu
ruhun özelliği düşüncesinin ayrı bir yorumunu bulmuştur. Ef­
latun , bundan son ra, Sicilya'da Si karusa'ya gitmiş ve Kral 1 .
Dionysios' un sarayına kabul edilmiştir. Başlangıçta Eflatu n'u
dostça karş ı layan Ti ran Kral ı , bir zaman sonra, filozofun dü­
şünceleri n i kendi despotizmi için tehlikeli gördüğünden , onu
bir savaş gemisine bindirerek Sicilya'dan uzaklaşt ı rm ı ş ve Ai­
gina'da esi r diye satt ı rm ı şt ı r. Eflatun, bu s ı k ı ntı l ı duru mdan ,
Annikeris adl ı Kyeneli bir filozofun arac ı l ı ğ ı ile ku rtulm uştur.
İ l kin kendisini sat ı n alan bu filozof, daha son ra, Atina'ya gön­
derilmesin i de sağlam ışt ı r. Aşağ ı yukarı üç yıl süren bu i nce­
leme gezisi nden sonra, Eflatun , Ati na'daki Heros Akademos
koruluğunda, 40 yaşı nda iken, ünlü akademisini "Akademia"
ad ı altında şeh ri n kap ı ları önünde ku rmuştur. Bu akadem i , bir

21 1
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

düşünce etrafı nda ortaklaşa çal ışan kişilerin meydana geti r­


diği kapal ı bir bilim toplumuydu . Kurduğu akademinin kap ı s ı ­
na "Geometri bilmeyen buraya giremez" cümlesini yazm ıştı r.
Eflatun , ölümüne kadar 40 yıl akademinin başı nda kalm ış,
öğretmenlik yapmış, ard ı nda siyaset de dahi l olmak üzere her
konuyu kapsayan büyük bir felsefe sistemi b ı rakarak ölmüştür.
Bununla birlikte Eflatun , akademideki öğretim çal ı şmaları ­
na Syrakusa'ya ettiği i ki yolculuk nedeniyle i ki kere ara ver­
miştir. Syrakusa'da, 1 . Dionysios ölmüş, yerine yeğeni, i l . Di­
onysios geçmişti r. Eflatun , ilk kral ı n kayn ı ve Syrakkusa'ya
yapt ı ğ ı ilk yolculuğundan beri kendisinin yakı n dostu olan Di­
on'un arac ı l ı ğ ı ile ikinci ve üçüncü defa, yeniden Syrakusa'ya
gitmiştir. Filozof, siyasi düşüncesinin Syrakusa'da yürürlüğe
konulabi lmesi ümidiyle bu son iki yolculuğa girmiş; ancak, her
ikisinde de bu amac ı n ı gerçekleştirmek olanağ ı n ı bulamam ış­
tı r. Çünkü bu sefer de yeni kral, Eflatun'un Dion'la olan yakın
dostluğundan ve siyasi planları ndan kuşkulan m ı ştı r. Eflatun ,
yeni baştan Syrakusa'dan uzaklaşmak zorunda kalm ı şt ı r. Ni­
hayet, dostu Dion , iktidarı ele al ı nca, bu defa siyasi düşünce­
lerini gerçekleşebileceğini sanmış; ancak çok geçmeden, Di­
on, bir akademi öğrencisi tarafı ndan öldürü l müştü r. Bu olay,
Eflatun'u deri n bir hayal kırıkl ı ğ ı na uğratm ış, bundan son ra si­
yasetten tamamen vazgeçerek kendisini yal n ı z akademi ça­
l ışmaları na vermişti r.
Eflatun , sofistleri n tek tarafl ı görüşlerinden farkl ı olarak,
derin ve geniş bir felsefe sistemiyle ortaya ç ı km ı şt ı r. Bu sis­
tem içerisinde, pedagojiye ait fikirlerini özellikle " Cumhuriyet
(Devlet!' ve " Yasalaf'2 adl ı iki ayrı kitapta toplamıştı r. Özellik-

2 Bu kitabı yazarken d ünyaya yeni bir düzen getirdiğimi sanarak çok g u ru rlanmış­
t ı m . Hatta zaman zaman çevremdekilere bu kitap üzerinde gelecekte doktora
yap ı lacak demiştim . Ancak daha son ra Eflatun'un Devlet ve Yasalar kitapları n ı
okuyunca, Eflatun'un benden 2500 y ı l önce bu fi kre vard ı ğ ı n ı öğrenerek bi raz
da kendimden utand ı m .

212
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

le sosyal pedagoji bakı m ı ndan değerli olan bu iki eseri , haya­


linde kurduğu ideal devletin vatandaşları n ı n nas ı l yetişti ril me­
si gerekeceği konusunda teorik ve pratik terbiyenin (eğitimin)
verilme esasları n ı ve görüşlerin i içerir. İlk olarak yazmış oldu­
ğu "Devlet" adli eserinde, kuramsal devletteki bireylerin öz­
gürlük haklanm çok kısıtlamış, daha sonra, yaşliliğmda yaz­
mış olduğu "Yasalar'' adlı eserlerinde ise, kuramsal devlette­
ki bireylerin özgürlük haklanm genişletmiş ve bir çeşit haya­
li devletten gerçek devlet yapısma dönmek zorunda kalmışt1r.
Eflatun'un düşündüğü site devletinde, bireyler ve aile, hü­
kümetin tümüyle emrine verilmişti3. Kad ı n da erkek gibi bir
asker olmal ıyd ı . Devlet içinde, herkesin, her şeye katı lmas ı ­
n ı , sosyal sorunlara eğilmesin i ; topl umsal eğlencelerin (başa­
rı ları n) ve matemlerin (üzüntülerin) ortak olarak yüklenilmesi­
ni öngörüyor ve bunun sağlanması için de, eğitimin, meslek
edinmenin ve aile gibi her türlü ku rumun devletin denetimin­
de bulunması n ı savunuyordu. Bunun içi n , örneğin, devletin
h iç kimsenin kendi evinde özel bir ayin yapmas ı na izin verme­
mesi gerektiğini savunuyordu. Herkes, dini vecibelerini tapı ­
naklarda yerine geti rmeli ve ayinler devlet tarafı ndan düzen­
lenmeliyd i . İ lahlara karşı gelenler şiddetle cezaland ı rı lmal ıyd ı .
Devlet, jimnastik ve musikide ayn ı titizliği göstermeli ve yasa­
lara aykı rı hareket edenleri cezaland ı rmal ıyd ı .
Eflatun 'un eserlerinde, özellikle Cumhuriyet (Devlet) adlı
eserinde sık sık tekrarladığı ilkelerden birincisi, eğitimin, dev­
letin birinci ve en önemli görevi olması gerektiğidir. Cumhuri­
yet (Devlet) adli eserinde, bütün çocuklann üç yaşmdan son­
ra resmi görevli eğitimciler tarafmdan yetiştirilmesini, bu yaş­
tan itibaren, bugünün anaokullarma benzeyen kurumlara veri-

3 Eflatun'un bu eserleri n i n daha sonra Komünizm sisteminin öncüsü olduğu ve


Komü n izmi kuranların bu düşü nceden esinlendikleri söylenir.

213
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

/erek, orada, hep birlikte büyütülmeleri gerektiğini savunmuş­


tur. Böylece ortak bir yaşam , ruhlarda ve kalplerde birlik orta­
ya çı kacakt ı r. Bu devrede görev alan eğitimci/er kadmlar ol­
ma/Jdtr; çocuklar 3 yaşmdan 6 yaşma kadar oyuna teşvik edil­
melidir. Bu devre, çocuğun oyuna en çok gereksinmesi olan
devredir. Oyun, çocuğun ilgisini çekmek bakımmdan önemli­
dir. Çocuklar naz/J büyütülmemeli ve kurallara aykm hareket­
leri cezasız bırakılmamalıdtr; ama fazla sert de olunmamalı­
dır. Çünkü fazla sertlik, on/an ürkek ve korkak yapacaktır. Al­
tı yaşı ndan son ra, kız ve erkek çocukları ayrı l mal ı d ı r. Ancak,
kızlar da, erkekler gibi Isparta yasaları n ı n öngördüğü şeki l­
de, koşu, atlama, kas ve beden hareketleri n i n hepsini yap­
mal ı d ı rlar.
Eflatu n , kad ı n eğitimini de ihmal etmemiş; her ne kadar
"Erkeğin işi devleti, kadmm işi evi idare etmek olma/Jdır," de­
miş ise de, toplumun ilerleyebilmesi içi n , kad ı n ları n , topl umun
sorun larıyla ilgilerinin geliştirilmesinin gerekli olduğunu, bu­
nun için onları n bilgi sahibi olmaları n ı ve bu yüzden onlara
jimnasti k, müzik eğitimi yapı lmas ı n ı savu nm uştur. Hatta on­
ları n silah kullanmayı öğrenmeleri n i , kı l ı ç-koşu al ıştı rmaları
yapmaları n ı önermiştir. Eflatun'a göre bu devlette: Çocukla­
rı n eğiti mi için devlet memurları ndan görevl iler bulunmal ı d ı r.
Bunlara, şehirlerin yan ı nda kurulacak okullarda eğitim veril­
meli ve yine, okul larda, jimnastik derslerinin yan ı nda, ayn ı de­
recede müzik de öğ reti lmelidir. Her ikisi de birlikte verilmeli­
dir. Çünkü yaln ı z müzik gören çocuk korkak, yumuşak; yal n ı z
beden eğitimi gören cesu r-sert olur. Bu sonuncusu onu duy­
gusuzl uğa sürükleyebilir. İ kisinin birlikte veril mesi , hem ira­
deyi hem estetiği birlikte geliştirecektir. Bu dersler 1 O yaşı na
kadar devam ettikten son ra, bilimler veri lmeye başlanmal ı d ı r.
On dört yaşına kadar devam edecek bu devreye, dil eğitim iyle

214
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

başlanmal ı d ı r. On dört yaşı ndan son ra, m üzik, aritmetik, geo­


metri , astronomi dersleri başlamal ı d ı r (bu dersler Orta Çağ' da
Guadrivium ad ı n ı alacakt ı r) . Eflatun , özel likle aritmeti k ve ge­
ometri eğitiminin veri lmesi için çok ısrar eder. Çünkü ona göre
bu dersler, gelecekte felsefe eğitimi verebilmek için gereklidir.
İyi terbiye, ruha ve bedene gerekl i olan özellikleri kazand ı ra­
bilen terbiyedir. Eflatu n , eğitimde, fizik ve doğayla ilgili dersle­
rin verilme gerekliliğinden söz etmez. Çünkü ona göre, bunca
nesnenin d ı ş görünüşleri , özünde aldatıcı d ı r. Bunlarla uğraş­
mak gereksizdir. Eflatun tarihten de vazgeçmiştir. Çünkü ona
göre tarih geçmişti r. Ancak yaşam ı n ı n son una doğ ru yazd ı ­
ğ ı " Yasalar' adl ı eserinde, bu görüşünden vazgeçmişti r. Efla­
tun'u n , başlangıçta, sert, disiplinli bir eğitim sistemi önermesi­
nin nedeni, devrinde, lüks, eğlence ve her türlü ahlaksızl ı ğ ı n
Atina'yı bozmuş olmas ı d ı r. Perişan bir şekilde bulunan Atina­
l ı ları , devletin sert ve disiplinli önlemleri ile düzeltmeye kal kış­
mas ı , soysuzlaşmış ve temeli nden sars ı l m ış bir topl umu kur­
tarma arzusundad ı r. Bu nedenle, bir çeşit Isparta ve Atina ka­
rı ş ı m ı bir eğitim plan ı haz ı rlam ışt ı r.
Eflatun , " Öğrenciler, siteye yararlı o/malan amacıyla ye­
tiştirilmeli ve onlar, devletin en değerli kişileri o/malıdlf," der.

Eflatu n'un eğitimle ilgili fi kirlerinden bazıları


Terbiye (eğitim ) , devletin ana sorunudur. Onu nas ı l hal lede­
ceğiz? Atalar gibi, ten için jimnastik; ruh için m üzik yapı lma­
l ı d ı r. Biri ncisi bütün bir bedenin terbiyesi ve sağ l ı k içi n ; ikinci­
si ruh terbiyesi , şiir yeteneği kazanmak içindir. Birincisi oku­
ma çağ ı nda okulda (gimnazda) ; i ki ncisi , ana kucağ ı nda baş­
lar. Onun için i ki ncisi , birincisinden daha çok ve daha uzun bir
emek ister. O halde anaoku l u , eğitim i n temelidir. Bu eğitimin
özü n ü , anlatı lan masal lar oluşturur. Ancak, masallar yalanlar-

215
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

d ı r. Ne tan rı lar ne de kahramanlar üzerine, doğru ve çok de­


fa iyi şeyler anlatı rlar. Aldanmaya en elverişli bir yaşta yalanla
yoğrulmak, işe, cehaletle başlamakt ı r. Zira "Hakiki yalan ce­
halettir." Böylece Eflatun, "Bu tip şairleri, başma çelengini ta­
kıp kokular serptikten sonra, devletimizden çıkarmaliyız," der.
"Bize, doğruluk, cesaret, sağduyu, itidal gibi faziletleri aşıla­
yacak şairler ve yazarlar gereklidir," der. "Çünkü devletimizde
yararlı bir işi olmayanm yeri yoktur," der. Çocuk/ann, gelenek
ve göreneklerin masal/an ile değil, iyiyi amaçlayan yurt ve ah­
lak bilgisi ile eğitilmesi gerekeceğini savunur.
Eflatun'un kendisi de bir sanatç ı d ı r. Bununla birlikte, eği­
tim sistemi içinde yer alacak sanat ı n s ı n ı rland ı rı l ması düşün­
cesini savun u r.
M üzik eğitiminde de ayn ı yol u önerdiğini görü rüz. Kad ı n la­
ra bile yaraşmayan ahla vahla dolu çığı rtkan şarkı lar gibi , sar­
hoşluk, gevşekl ik ve tembellik havaları da, yetiştirmekle yü­
küm l ü olduğumuz kuşakları n kulakları ndan uzak olmal ı d ı r. Bi­
zim m üzik eğitimimiz, çocukları m ı z ı n ruh u n u , g üzelin özünü
ol uşturan ahenk ve ölçüye al ıştı rmak olacakt ı r. Ancak güzel­
lik eğitimini, yal n ı z g üzel sanatlardan değil, bütün sanatlardan
beklemek gereki r. Çünkü " Gelecek kuşaklanmızm kötü bir ça­
ylflıktan beslenen sürüler gibi, çirkin tablolar ortasmda büyü­
yerek, her gün atladık/an zehirlerle ruhlarınm bozulmasmdan
korkmaliyız," der. Böylece, ressamlar, heykeltı raşlar, mimar­
lar kadar, dokumacı ları , örücüleri ve mobilyacı ları da güzel
eserler vermeye davet edeceğiz. Çünkü yu rttaşı n ruhunu an­
cak diğer yu rttaşlar güzelleşti rebilir. Memleketin gelecekteki
savaşçı ve bekçileri n i n , tanrı konusunda da doğ ru bilgilere sa­
hip olmaları gerekir. Bundan dolayı , öğrencileri n , tan rıyı doğ­
ru tan ı maları içi n , yal n ı z tanrıl ı ğa ve tan rıya yakışacak şeyler
okumaları gerekir. Bunlar, tan rı n ı n iyi ve adi l olduğuna i nan-

216
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

mal ı ; bu en üstün varl ı ğ ı , adaletin , iyiliğin, doğruluğun ve ku­


sursuzluğun kaynağ ı olarak bilmelidirler. Bu şeki lde, memle­
ketin gelecekteki savaşçı ve bekçileri n i , yu rdun savunulmas ı ­
na yönlendirmeye çal ışılmal ı d ı r. Bu amaçla, gençlerin okuya­
cakları metinler, dikkatle gözden geçirilmeli ve amaca uygun
olmayanlar, yasak edi lmel idir. Eflatun, ayn ı şekilde, dar an­
lamdaki musikinin de s ı n ı rland ı rı lmas ı n ı ister. Ruhta gevşek­
lik yaratacak ve huzursuz duygular uyandı racak müzik par­
çaları da, ayn ı şekilde yasak edilmelidir. Eğitim sistemi için­
de yer alacak m üzik eğitim i , yalnız nefse hakimiyet ve cesaret
duyguları uyand ı rmaya yarayacak parçalar olmal ı d ı r.
Gençliği, müzikten sonra, jimnastikle terbiye edeceğiz. En
iyi jimnastik, m üziğin kardeşi oland ı r, yani "Sade, ölçülü, her
şeyden çok savaşa haztrlayan bir jimnastik."
M üzikte sadelik, ruhu itidale; jimnastik de sadelik de vücu­
du sağ l ı kl ı olmaya yönlendiri r. Böylece eğitimimizin ası l ama­
cı , çocukları m ızı , mahkemelerden olduğu kadar, hastaneler­
den de ku rtarmak olmal ı d ı r. Bunun için "Ruh ve beden yapısı
iyi yurltaşlarla uğraşmak üzere (seçmek üzere), devlette, bir
kurum ve yasalar dizini (bizim anladığımız anlamda, bir adli
tıp; hatta daha ileri bir anlamda genetik damşma merkezi) ku­
racağız; ötekileri, yani vücudu kötü yapılı/art (sağlıksız olan­
/art) ölmeye btrakacağız; ruhu yaratıltştan bozuk ve ıslah edil­
mez olan/art da, yurtta şlar kendileri yok edecektir. Devlet için
olduğu kadar, bu zavallılar için de yapılacak en iyi şey budur."
Son ra eğitimimizin özünün ruh eğitimi olduğunu da unutma­
yal ı m ; müzik gibi, jim nastik de, ruhun eğitimi için tanrı n ı n ver­
diği bir sanatt ı r. Çünkü yaln ı z müzik ile yoğrulanlar, gevşek
ve uyuşuk olacağ ı gibi, yalnız jimnasti kle işleneler de kaba ve
sert olur. Bu iki sanat, karş ı l ı kl ı olarak çocukları mızı bu iki aş ı ­
rı l ı ktan kurtararak, ikisi aras ı nda ölçü lü bir uyum kuracakt ı r;

217
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

böylece, çok sert ve çok yumuşak olmadan, yürekli ve bilgi­


l i olacaklard ı r. Öğretim ve eğitimimizin genel plan ı işte budur.
Böylece, Eflatun , "Devlet'' adl ı kitabı nda, sanatı , yalnız eği­
tim ve öğretim açısı ndan bir araç olarak göz önünde bulun­
durur. İ radenin kuwetlendirilmesine yarayacak eğitim araçları
arası nda, av, vücut eğitimi ve yarışmalar büyük bir yer al ı r. Efla­
tun'un, savaşçı lar s ı n ıfı n ı n yetişme ve gelişmesinde göz önün­
de tuttuğu tek amaç, bu s ı n ıfın, devlet ya da "Polis' denilen sis­
temin, dirlik ve düzenini yürütecek ve sağlayacak yetkinliği ka­
zanmas ı d ı r. Savaş esaslarına göre yetiştirilecek olan bu s ı n ı -

Resim 1 . Eflatun (Platon) (MÖ 427-347)


https://www.insanoku r.org/platonun-felsefeye-en­
onemli-katkisi-idealar-ku rami/

218
BİLİM TOPLU M U N DA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

fı n , ellerinde toplad ı kları kuweti , kötü bir şekilde kullanmama­


ları n ı da sağlamak gereklidir. Bunun için, bunları n, hak ve ada­
let kavramları gibi yüksek erdemlere sahip olmaları , ruhları n ı n ,
zalimliğe, kabal ığa ve canavarl ığa sapmayacak kadar incelmiş
olması gerekir.
Eflatun , kad ı n ları n da, tı pkı erkekler gibi, ayn ı vücut ve ruh
eğitimi sisteminden geçmek suretiyle, bekçi lik s ı n ıfı için elve­
rişli olabileceklerin i ve bekçilik ödevin i yerine geti rebilecekle­
rini kabu l eder. Bu amaçla seçi lecek kız çocukları n ı n da, tıp­
kı erkek çocukları gibi yetişti rilmesi gerekir. Kad ı nlar da, tip
(ideal) erkekler gibi, yarışmalara katı labilmeli, kılıç kullanma­
lı ve gerektiği zaman erkeklerle birl i kte savaşlara da katı lma­
l ı d ı rlar.
Eflatun, kad ı nla erkek arası nda herhangi önemli bir ayrı l ı k
olmad ı ğ ı n ı kabul eder. Bundan dolayı , kad ı n lar da, tıpkı er­
kekler gibi savaşlarda yararl ı olabil i rler. Bekçilik (devletin tes­
lim edileceği gençler) s ı n ıfı n ı meydana geti recek yurttaşları n ,
b u ödevi hakkıyla yerine getirebilmeleri için , başlang ı çta dik­
katle seçilmiş olmaları da gereki r. Bu suretle, Eflatun'un Dev­
let adl ı kitab ı nda ortaya attığı önem li bir görüşe ve evlenme
üzerine ileri sürdüğü düşüncelere gelmiş oluyoruz.
Tarı mla uğraşanlar, sanatkarlar, köyl üler, kendi araların­
da istedikleri gibi evlenip çocuk yetiştirebilirler. Buna karş ı ­
l ı k savaşçı lar (bekçiler, bugünkü uyarlama ile muvazzaf as­
kerler ve bü rokratlar) , ancak, devletin kendi leri için seçtiği ve
kendi lerine den k gördüğü kad ı nlarla evlenip çocuk meydana
geti rebi lirler. Savaşçı ları n evleneceği kad ı nları n , her bakım­
dan kendilerine uygun ve kendi den kleri olmas ı gereki r. Efla­
tun'a göre, vücutça kuwetli ve sağlam, ruhça değerli ve yete­
nekli çocu klar, ancak bu suretle yetişti rilebilir. Eflatun, bu ço­
cukları n ailelerine b ı rakı lmayıp, devlet eliyle yetişti ri lmesin i is-

219
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

ter. Devletin ç ı karı , savaşçı lar s ı n ıfı na, ne kişisel mal ve mül­
kü ne de aile hayatı tan ı nmaması nda yatar. Bunlar, hem ai­
le ve çoluk çocuk kayg ı ları ndan , hem de kişisel çı kar düşün­
celerinden uzak, tasası z bir askeri yaşam sürecekler ve ken­
dilerini tamam ıyla devlet hizmeti ne vereceklerdir. Vücut yap ı ­
ları bakı m ı ndan kuwetli ve savaşçı bir kuşağ ı n yaratı lmas ı n ­
d a , kad ı n ı n d a katkı s ı esast ı r. Yukarıda söz konusu olan er­
demlerin bir araya toplanması içi n , manevi yetenekleri ve vü­
cut yapı ları bakı m ı ndan en seçkin kad ı n larla, en seçkin erkek­
leri n , devlet eliyle bir araya geti rilmeleri ve birlikte yaşamaları­
nın sağlanması gerekl idir. Bu "kutsal evlenme"lerden meyda­
na gelecek çocuklar, doğumdan son ra hemen annelerinden
al ı narak, devlet ocağ ı na verilecektir. Bu çocuklar, devlet me­
muru olan kad ı n ve erkek öğretmenlerin bak ı m ve kayı rma­
ları altı nda yetişti rileceklerdir. Devlet ocağ ı nda yetişti rilen ço­
cukları n , ana ve babaları tarafı ndan tan ı n maları na h içbir şe­
kilde imkan veri lmeyecektir. Yaşama yetenekleri olmayanlar
ve sakat doğan çocuklar ortadan kald ı rı lacakt ı r. Ayn ı ocakta
bir arada büyüyen bütün çocuklar, birbirlerini kardeş olarak ta­
n ı yacak ve seveceklerdir. Ayn ı kuşaktaki çocuklar, birbirleri­
n i kardeş olarak tan ıyacaklar, bir önceki kuşağa ise ana-baba
gözüyle bakacaklard ı r.
Eflatun , bütün bu düşünceleri ile "pol is" ya da "devlet" için­
de yaşayan bireyleri n , kendileri n i , bir tek can l ı n ı n , bir orga­
n izman ı n değişik organları olarak duymaları n ı (hissetmeleri­
ni) öngörmüştür. Devlet denilen bütüne gelecek bir zararı n ,
o n u n bütün organları n ı ayn ı şekilde inciteceğini savunmuştur.
Bekçiler s ı n ıfı için ileri sürdüğü "Komünizm''i, yani , bu s ı n ı f
i ç i n ne a i l e hayatı n ı , ne de şahsi m a l v e m ü l kü kabu l etmeme­
sini, devletin iç birliğini koruma yol unda d üşünülmüş bir çare
olarak alg ı lamak gereki r. Memleketin ası l idarecileri de bu sa-

220
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

vaşçı lar s ı n ıfı içinden yetişir. Devleti idare edecek şah ı sları n ,
devlet içinde, s ı n ı rsız bağ ı msız, m utlak b i r otoriteye sahip ol­
maları gerekir. Ama onlar, bu gücü , yal n ı z devletin ve bütün ü n
birliği için kullanmak zorundad ı rlar. İdarecilerin görevi , bütü­
nün her bakı mdan iyiliğini ve m utluluğunu sağlamakt ı r. Bütü­
nün acı kl ı ve kötü durumundan soru m l u olacaklar yal n ı z bun­
lard ı r. Bundan dolayı , idarecilerin seçilme ve yetiştirilmeleri
işi , büyük bir dikkat ve titizliği gerektiren önemli bir devlet gö­
revidi r. İdareci ler s ı n ıfı na ait olacak kimseleri n , savaşçı lar s ı ­
n ıfı n ı n eğitim v e öğretim sisteminden geçtikten v e bir bekçin i n
sahip olmak zorunda olduğu bütün niteli klere en yüksek d ü ­
zeyde sah ip olduktan son ra, ayrıca, tam bir filozof d a olmala­
rı , · bir filozofun n iteliklerine de gerçekten sahip olmaları gere­
kir. Bundan dolayı , idareciler s ı n ıfı n ı , hem vücut yapı ları ba­
kı m ı ndan kuwetli ve son derece cesur olan , hem de, bir filo­
zofun sahip olacağ ı gerçek bilgi gücü ile yüklü bulunan seç­
kin kimseler meydana geti recektir. Böylece, idareciler s ı n ıfı­
nın savaşçı l ı k ve bekçilik sanatı ndan başka, uzun y ı l lar süren
felsefe ve diyalektik dersleri de görmeleri gereklidir. Bun lar,
ideler nazariyesini öğren mel i , iyi n i n kendisini tan ı d ı ktan , iyi n i n
kendisin i bizzat yaşayıp, ruhları nda duyduktan son ra, devlet
idaresini üzerine almal ı d ı rlar. Yürekleri , başı nda bulundukla­
rı bütüne (devlet sistemine) karş ı besledi kleri sevgi ile dolmuş
olan bu bilgin kişiler, yaln ı z bütünün (devletin , dolayısıyla hal­
kın) iyiliğini düşünecekler, yal n ı z bütü n ü n m utluluk ve iyiliği
için çal ışacaklard ı r. Bunlar da tıpkı savaşçı lar gibi , ne bir aile­
ye, ne de kendi lerine öz bir para ve mala sahip olabilecekler­
dir. Eflatun'a göre , ideal devlet, ancak, bu n itelikteki bilginler
başa geldiği zaman gerçekleşmiş olacaktı r.
Çocukları n yetenekleri n i n , hangi s ı n ıf için daha elverişli,
hangi s ı n ıf için daha verimli olduğu n u göz önünde bulundu-

22 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rarak, onları aşağ ı s ı n ıflara indirmek yetkisi, bu bekçiler kesi­


mine veri len bir hak olmal ı d ı r. İ ktidarı meydana geti ren bilgin­
ler s ı n ıf ı n ı n önemle üzerinde du racağ ı esaslardan biri , yetişen
kuşağ ı n (neslin) eğiti m ve öğretimi olmal ı d ı r. Bununla birlikte,
bunları n , göz önünde tutacağ ı en yüksek hedef, devlet deni­
len bütünün sağlam ve dinç bir şekilde varl ı ğ ı n ı sürdürüp, bü­
tün organları ile birlikte gelişmesini sağlamakt ı r.
"Şimdi bize, bu şekilde eğitim gören yurttaşlar içinden, em­
redecek/erle itaat edecekleri seçmek kaltyor. İdareci kesim­
deki insanlar (dolayıstyla başkanlar) gittikçe yaşlanacak; ye­
ni gelen gençler kuşkusuz on/an dinleyecektir. Ancak bizim
yaşflmız (keza başkammız) mevcut devletlerdeki başkanlar­
dan farkfl olacaktlf. Başkammız, ne zor kullanarak ne gele­
nek ve görenek gibi ilkel kurallarla ne de kura ile başa geçe­
cektir. Biz, başkammızı, bir başkanlığm gerektirdiği belirli ni­
telik/eri (meziyetleri) ve bilgileri kendinde toplayan, ilkelerimi­
ze (bilgili, otoriter, devletin çıkar/an ile yakmdan ilgili. . . her ne
pahasma olursa olsun ha/km iyiliğine karşı o/anlan kabul et­
meyen) göre yetiştirdiğimiz, çocukluk, gençlik ve olgunluk ev­
relerindeki denemelerden kusursuz çıkanlar arasmdan seçe­
ceğiz; sağflğmda şereflere boğacak, ölümünden sonra da ha­
tlfasma en şanfl amtlar dikeceğiz; böyle o/mayam da devlet­
ten kovacağız."
Ancak seçtiğimiz başları n buyruğu altı nda yurdu koruma­
yı omuzları na yüklediğimiz diğer bekçi leri de, bin bir emek­
le yetişti rdikten sonra, baş ı boş b ı rakacak değiliz. Bu çoban
köpeklerine, sü rüyü kurtlara karşı koruyacak bir eğitim ver­
dik. Ancak, bir g ü n , kendilerinin de bu sü rüye kurt olmaları­
nı ön leyemezsek, emeğimiz boşa gidecekti r. O halde "Onla­
nn bu gibi arzulara sap/anmama/an için en güvenilir yol, on­
lara, gerçekten iyi bir eğitim vermek olacaktlf." Bu ana kadar

222
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

verdiğimiz eğitim , kişinin bizzat kendisine yönelik, kişisel bil­


gilerle ilgili olacakt ı r. Bu ana kadar verilen terbiye, kişisel ola­
caktı r; ruhlarına ve bedenlerine şekil verilecektir; ancak şim­
di onlara bir de devlet eğitimi vermek gereki r. Devletin bekçi­
lerine ve özel likle başları na, devletteki görevlerini öğretmek,
devlet gemisine yetkinlikle önderlik edebilmek için başka bil­
giler vermek, gerçek devlet adam ı olabilmeleri için filozof ola­
rak yetişti rmek laz ı md ı r. Bunun için de, birinci eğitim kademe­
sinin üstünde diğer bir eğitim plan ı na geçmek, bugünkü yak­
laş ı m la, bir anlamda - iyi bir yüksek tahsile iyi bir l isansüstü
eğitim eklemek gerekir. Mağaradan g üneşe giden yolun son
basamakları na kadar yükselmek laz ı md ı r. Ancak bu, güç ve
tehlikeli bir yükseliştir. Her an yoldan sapmak ya da güçten
düşmek tehl i kesi vard ı r. Bunun için , ilk önce maddi ve haya­
t ı n her türlü endişe ve ihtirasları ndan olduğu kadar, aile i hti­
ras ve endişelerinden de uzak olmak gerekir. Bi reyin , kendi­
sini tüm üyle toplum h izmetine ve ideallerine verebilmesi içi n ,
toplumun esenliğini düşünmekten başka b i r düşüncesi v e en­
dişesi olmaması gereki r.
Böylece bu makamlara ulaşm ı ş olanları n h içbirinin, kendi­
ne ait hiçbir şeyi olmayacak; sonra h içbirinin başkası na açı k
olmayan b i r evi ve ambarı (gizli b i r hesabı ) bulunmayacak­
t ı r. Yurttaşları n kendilerine ayı rd ı kları ve pişirdikleri yemek­
ler, onları n kiyle o rtak olacakt ı r. G üneş (tarı m ! ) ve altı nla h iç­
bir işleri olmayacaktı r. Devletin olduğu kadar kendilerinin de
selameti için biricik çare budur. Başkaları (halk) gibi, tarlaları ,
evleri , paraları olunca, bekçi likten sap ı p , tüccar ve çiftçi ola­
caklar; devletin koruyucu ları olmaktan çı karak, devleti sömü­
ren zorbalar ve düşmanlar olacaklard ı r; bütün ömürlerini ya
başkaları na kin besleyerek ya da başkaları n ı n kinini çekerek,
ya başkaları n ı n peşinde (aleyhinde) koşarak geçirecekler ya

223
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da başkaları n ı n kendi lerinin peşinde (aleyhi nde) koşmaları ­


na neden olacaklar; d ı ş düşmanlardan daha çok iç düşman­
lardan korkarak, kendileri ile birlikte devleti de uçuruma doğ­
ru sürükleyeceklerdir. Bunun için bu yen i düzeni de bir yasay­
la sorumluluk altına almak zorunlu olacaktı r.
Kuşkusuz böyle bir yasayla, bekçilerimizi (idarecilerimizi)
hiç de mutlu etmediğimiz söylenecektir. Başka devletleri ida­
re edenler, mal ve mülklere, güzel ve geniş evlere, zengin
mobi lyalara, alt ı n ve gümüşlere, talihin l ütfuna uğrayan kim­
selerin sahip olduğu her çeşit nimetlere sahip oldukları halde,
gerçekte devletin hakimleri olan bizim bekçi lerimiz, kendi ya­
saları yüzünden toplumun hiçbir nimetinden faydalanamaya­
caklard ı r. Ne zevkleri için seyahat edebilecek ne de keyifleri
için cariyeler edini lebi leceklerdir. Doğrusu, bunlara, haki mler­
den (idarecilerden) çok gündelikçiler demek daha yerinde ol­
maz mı? denecekti r.
Böyle bir söze verilecek karş ı l ı k güç değildir: "Biz, devle­
ti kurarken, sadece belirli bir sımf yurttaşı mutlu etmeyi değil,
devletin mümkün olduğu kadar tümünde mutluluk sağlamayı
amaç edinmiştik. Çünkü biz belirli bir zümrenin değil, herkesin
mutluluğunu istiyoruz." Doğru kurulmuş hükümet, idare eden­
lerin değ i l , idare edilenlerin çı karları n ı düşünen hükümettir.
H ükümet, bir istismar ve sömürü yeri değ i l ; bir h izmet yeridir.
Her zaman tekrar ettiğimiz gibi , devlette adalet ancak, herke­
sin görevin i yapmas ı , hakkı n ı almasıyla kurulacaktı r. Bundan ,
servete düşman olduğumuz anlaşı lmas ı n . Devlet için fakirlik,
zenginlikten daha az tehlikeli değildir. Çünkü bi rinden gevşek­
lik ve haylazl ı k doğacağ ı gibi, ötekinden de aşağ ı l ı k ve kötü­
lük h ı rs ı doğar. Bizim istediğimiz, herkesin kendi işinin baş ı n­
da kalmas ı n ı ve başkas ı n ı nkine göz dikmesi n i önleyecek bir
servet ve refah vermektir.

224
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİM E NASIL VERM ELİ

Baş ı m ıza gelecek filozof n itelikl i devlet adamları n ı yetiştir­


me yol unda ilk olumsuz etmeni , yani , onları her türlü maddi ba­
ğ ı m l ı l ı ğ ı böylece ortadan kald ı rm ı ş oluyoruz. Bundan son ra,
ikinci ve daha önemli olan başka bir etmenin daha ortadan kal­
d ı rı lması gerekiyor: O da, onları devletin esenliği dışı nda her
türl ü duygu ve düşünce bağları ndan ayı rmak ve bütün ruhla­
rı ile devlete bağlanmaları n ı sağlamakt ı r. Bunun için , Eflatun
sağ l ı ğ ı nda olduğu gibi, ölümünden sonra da birçok tenkitlere
yol açacağ ı n ı çok iyi bildiği bir fikri , sözünün eri bir filozof ola­
rak, istemeyerek de olsa, kurduğu sistemin başarı l ı olabilme­
si içi n , ortaya atmak zorunda kal ıyordu: Bu da, bireyle devlet
arası nda önemli bir yer alan aileye, yen i bir şekil vermek fik­
riydi. Çünkü bunca görenek ve gelenek bir tarafa b ı rakı larak,
yeni bir anlayışla kurulmaya çal ışı lan yen i bir devlet düzene­
ğinde, geleneğe dayanan bütün kurumları n da bu yaklaş ı mla
yeniden düzen lenmesi gerekiyordu. Aile de bunlardan biriyd i .
Gerçekte Yunan sitesi, en i leri evrelerde b i l e geleneksel ai­
le yap ı s ı n ı (gentilice) yiti rmemiştir. " Yunan sitesinin en göze
çarpan özelliği, kabile ve bireylere taksim edilmiş olmasıdtr.
Sitenin kökeninde (kuruluşlarında) rastladığımız aile özelli­
ği, demokrasilerinin ilerlemesine karşın bozulmadan, yapısım
büyük ölçüde korumuştur." N itekim "Roma sitesi ile aym tipte
olan Atina sitesi, biçim (organizasyonu) bakımdan daha ilkel­
dir. Çünkü aile-siyasi (politik-familia) organizasyon, son za­
manlara, sitenin ortadan kalkmasına kadar sürmüştür." Son­
ra pederşahi ailede kad ı n ı n h içbir siyasi rolü yoktu. O, hare­
minde, "gyneke"de kapal ı bir şekilde yaşamaya zorunluydu .
Böylece eski "genos"un küçülmüş b i r şekl i olarak devam eden
Yunan ailesinin yapısı , Eflatun'un gözüne batıyordu. M ü lkiyet
d üzeninde yapt ı ğ ı iyileşti rmeyi ( ıslahat ı ) , aile düzen inde de
yapmak gerekiyord u .

225
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Bunun için ilk olarak, kad ı nlara, erkeklerle eşit haklar veril­
meli ve kad ı nları n haremden (gynekeden) çı kması sağlanma­
l ı d ı r. O da, erkek gibi, devlet işlerine karışmal ı d ı r. Bir böl ü m
i ç i n değil (sadece kocası v e çocukları i ç i n değil), bütün (dev­
let) için çal ışmal ı d ı r. Tan rı , kad ı n la erkeğe cinsi münasebet
d ı ş ı nda başka bir ayrı l ı k vermemiştir. Erkeğin gördüğü her işi ,
kad ı n da görebilir; arada bir etkinlik (derece) farkı vard ı r, nite­
lik (mahiyet) farkı değ i l . O halde, kad ı n bekçilere de ayn ı eğiti­
mi vereceğiz. Çünkü "Bir devlet için kusursuz kadm ve erkek­
lere sahip olmaktan daha karlt bir şey olamaz. Bu kusursuz­
luk da ancak jimnastik ve müzik ile verilebilirdi. Böylece, bek­
çilerin hammları da, ruhları kadar vücutlarınm da olgunlaşma­
sı için, onlarla birlikte, çıplak vücutla her türlü egzersize katı­
lacaklardtr. Vücutlarmı güzelleştirmek için uğraşan çıplak ka­
dmları görüp de alay eden adamlara (adama) gelince, onlar
(o), gülüşlerinin meyvesini olgunlaşmadan toplayacaklardtr."
Çünkü ancak, zararl ı şeyleri yapmak ayı p ve çi rki n ; güzel şey­
leri yapmak ise gurur verici ve güzeldir. Eflatun'un kastettiği
adamlardan (adamdan) , sürekli yararl ı şeyler yapanlar güzel,
zararl ı şeyler yapanlar ise çi rki ndir.
Eflatun'un kastettiği bu çirkin adamlardan en önemlisi, ho­
cası Sokrates'i idam ettirdikten son ra komedyaları nda kendisi
ile de alay eden Aristokras'tı r. Ancak Eflatun , gülünç, budala,
gerici , yobaz sıfatları ile tan ı m lad ı ğ ı hasm ı n ı n ad ı n ı bile zikret­
meye tenezzül etmeyerek, "ancak ayı ptı r'' sözüyle yetinmişti r.
"Savaşçılarımızm kadmları ortak olacakttr; hiçbiri sürekli
olarak biriyle birlikte oturamayacakttr. Çocuklar da orada ola­
cakttr; baba oğlunu tammadığı gibi, oğlu da babasmı tamma­
yacakttr." Çünkü kad ı n bu durumda ne eve ne de çocuğa ba­
kabilir. Ancak kendilerine bir manast ı r hayatı yaşatt ı ğ ı insan­
ları n , keşiş olması nda (üremesi nin yasaklanmas ı nda) da dev-

226
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

letin hiçbir ç ı karı yoktur. Tersine, büyük emeklerle yetişti rilen


bu kadar g üzel bir neslin ü remesinde, devletin ve dolayısıyla
toplumun büyük çı karları vard ı . O halde devletin baş ı , "Erkek­
ler arasmda olduğu gibi, kadmlar arasmda da bir seçme ya­
pacak, benzer ve denk o/anlan bir arada toplayacakttr. Evle­
ri gibi sofra/an da ortak olan bekçiler (kadm ve erkekler), bir
arada yaşayacak, gimnazlarda ve başka bütün egzersizlerde
birbirine kanşacak; doğal içgüdü sonucu birbirleriyle birleş­
meyi (çiftleşmeyi) arzu edeceklerdir ve serbest btrakılirlarsa
bu eylemi de gerçekleştireceklerdir." Eflatun'a göre, her şey­
de olduğu gibi, bu rada da işi rastlantıya b ı rakmak olamaz. Bu­
na ne din, ne devlet izin verebil i r. O halde serbest birleşme­
yi yasak edip, eşleşmeye (ve çiftleşmeye) bir düzen vermek
gerekecektir. Devlet adam ı , burada da dokumacı l ı ğ ı n ı (seçi­
ciliğini) gösterecek, elindeki karış ı k u nsu rlardan (bekçilerden)
kusursuz bir kumaş dokumas ı n ı (eş oluştu rma ve dolayısıyla
kusursuz soylar yetişti rmesini) bilecektir. Erkekler ve kad ı nlar
için evlenme yaşları saptanacağ ı gibi, ü reme yaşları da s ı n ı r­
lanacakt ı r. Büyük şenl iklerle resm i düğünler tertiplenecek, şa­
irler evlenmeleri kutlayan şiirler okuyacakt ı r.
Çocuklar, çocuk yuvas ı na verilecek, analar yaln ı z süt ver­
meye gelecek, gerek bekçi lik işlerini aksatmamak, gerek­
se çocukları tan ı mamak için , mümkün olduğunca benim ya
da seni n çocuğun demeden süt verme işlemi yapı lacak (ya­
ni beslenme işi , bir an lamda sütanaları na b ı rakı lacak) ve da­
ha son ra da m ü rebbiyeler çocuğun eğiti mi ile meşgu l olacak­
lard ı r.
"Kız ve erkek çocuklar dünyaya gelince, düşünmemiz ge­
reken ilk şey, on/an gerektiği gibi büyütmek ve yetiştirmektir.
Bu meseleyi bir yana btrakmak imkansızdtr."
Burada üzerim ize düşen mutlak görev " Güzellik ve olgun-

227
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

tuğu, vücutlarmda olduğu kadar ruhlarmda da, mümkün oldu­


ğunca gerçekleştirmektir." O halde, bu ruh ve beden eğiti m i ,
yal n ı z çocuğun doğumundan son ra değ i l , doğmadan, hatta
ana baba ona hayat vermeden önce, göz önüne alı nmas ı ge­
reken bi rçok koşulun gerçekleşmesini gerektirir. Ana-baba­
n ı n sağl ı ğ ı , kal ıtsal özellikler, alkolizm ve gebelikte uygulanan
rej i m , çocuğun ruh ve beden yapısı ndaki ilk ve önemli etken­
lerdir. Yasa koyucu bunları göz önüne alacakt ı r. Yasalarla ol­
masa bile, hiç deği lse, bazı örgütlerle bunları n d üzenlenmesi­
n i ve ayd ı n latı lmas ı n ı sağlayacakt ı r. Çünkü birçok defa tekrar
ettiğimiz gibi, başlamak (doğru başlamak) , her zaman işin ya­
rısıd ı r. Dünyaya geldikten son ra da, yürüyünceye kadar, yü­
rüdükten son ra, evde, okulda, gücü yeter ve zekası elveri r­
se, orta ve yükseköğretiminde iyi bir yurttaş olmak için gere­
ken şekilde yetişti rilmesi gerekecekti r. Çünkü "Devlette özel
hayat doğru olarak kurulmadıkça, topluluğun kurduğu yasa­
larda bir istikrar aramak boşunadtr." Böylece, eğitim , doğru­
dan doğruya devleti ilgilendiren bir sorundur. Devlet bu işi bi­
reyleri n keyfine b ı rakmayacağ ı gibi , onu n , ne bazı s ı n ıfları n ,
ne d e yaln ı z bir cinsin imtiyazı altına alı nmas ı na d a izin vere­
mez. O halde, kız ve erkekleri n , yani bütün gençleri n , eğitim
ve öğretimden ayn ı şekilde yararlanmaları ve devletin de on­
lara bu hakkı sağlamas ı gereki r. Dolayısıyla, çocuğun eğiti m i ,
örneğin, sadece babas ı n ı n arzusuna b ı rakılmayacakt ı r. Çün­
kü "Çocuklar, on/an dünyaya getirenlerden çok devlete aittir."
Böylece, devlet, okuma yaş ı na, yani , yedi yaş ı na kadar aile­
ye b ı rakt ı ğ ı çocukları , bu yaştan son ra okullara gönderecek
ve orada, onlara (kız ve erkek) , bütün yu rttaşlara gerekli olan
genel bir eğitim verecektir. Böylece, çocuklar, kendilerini ye­
tişti recek yetkin öğretmenlerin eline verilecektir. Sü rüye ço­
ban , köleye efendi gerektiği gibi, çocuğa da öğretmen gerek-

228
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

tir. "Bütün vahşi hayvanlar içinde, en güç yola getirileni çocuk­


tur. Çünkü onda, başka hayvanlarda bulunmayan, çok güçlü
bir düşünce kaynağı vardtr. Ancak, henüz yatağmı bulmadı­
ğmdan, eşi görülmedik tuhaflıklarla ve taşkmlıklarla doludur.
Bundan dolayı, çocuğu birçok gemle dizginlemek gereklidir.
İlkin, ana ve dadmm bakımmdan sonra, okutacak ve bilgi ve­
recek öğretmenlerin eline vermek lazımdtr." Devletin , şehi rde
ve kı rsal kesimlerde yapt ı rd ı ğ ı okul larda, seçtiği öğ retmenle­
re verdirdiği bu eğitimin başl ıca i ki ana konusu, beden eğitim i
ile ruh eğitimidir. Beden eğiti m i , i k i cinsin birleştiği v e ayrı l d ı ­
ğ ı özellikleri göz ö n ü n e alarak, bazen ikisine birden , bazen d e
h e r birine ayrı olarak; ama daha çok birlikte verilmelidir. Da­
ha çok birlikte gösteri len jimnastik, dans, güreş, harp tali mle­
ri , ata binme ve daha başka birçok beden hareketi , vücut geli­
şimi ve sağ l ı ğ ı için gereklidir. Ruh eğitim i ise, okuyup yazma­
yı , sayıp ölçmeyi , türkü ve müziği öğreti r.
"Herkes, savaş sanatı, aile işleri, devlet idaresi için, önce
edebiyat, sonra musiki, en sonunda da hesap öğrenmek zo­
rundadtr." Bu da her birine üçer y ı l vermek suretiyle dokuz y ı l ,
yan i on altı yaş ı na kadar devam edecektir. "Hoşuna gitsin, git­
mesin, bu öğretim süresini azaltmak ya da artttrmak ne baba­
nm, ne de çocuğun elindedir." İ l köğretim genel ve zorunludur.
İ deal devlette, yal n ı z bekçilere değ i l , diğer bütün yurttaş­
lara verilen bu genel eğitim ve öğretimden son ra, ayrıca bi­
limler ile felsefe öğretimi gelecekti r. Bilimler (o zaman için ) ,
başlıca, "matematik ad ı altı nda toplanan aritmetik, geometri
ve astronomi"dir. Felsefe de, doğadaki çokluğu sayı l ı birl i kler
altı nda toplayan, eşyayı cinsleriyle çeşitlerine ayı ran, doğa­
da olup bitenin nedenleri n i , yani ideaları n ı kavrayan ; bu idea­
lardan da, ideaları n ideas ı na, yan i tan rıya kadar yükselen di­
yalektiktir. Bunlar, i nsanları tan rıya yaklaştı ran ve tan rı sal kı-

229
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

lan bilgi lerdir. Dolayısıyla da, bunlardan yoksun kimseleri n ,


i nsanları idare etmesi olanaksızd ı r. O halde, " Yurttaşlann ço­
ğunluğunun değil; ancak pek azmm bu bilimlerle uğraşması
gerekir." Bunlar da, ileride devletin baş ı na geçecek yetenek­
ler, özellikle yasa koyucu ve koruyucu ve keza bugünkü Da­
n ı ştay üyesi yetkilerine sahip kimselerdir. "Böylece, bu bilim­
lerin öğretimi zorunlu değildir." Ancak bunları elde etmeyen i
de devletin baş ı na geçi remeyiz.
Eflatun , Ati na'da işlerin iyi gitmemesinden şikayetçidir. Ati­
na, yenilgiye uğrad ı ğ ı harpten son ra perişand ı r. Eflatun , duru­
mun eğitim yoluyla d üzenlenebileceğine inanmaktad ı r. Genç­
lerin babaları gibi yetişmemelerinden dolayı yakı n ı r ve eğitim­
de reform yap ı l ması n ı öngörür. Ona göre lsparta' n ı n eğitim i
çok iyidi r. Eflatun , Isparta v e Atina eğitim lerini karıştı rarak b i r
bütünlük meydana getirmek ister.

Eflatun'un devletine i lişkin görüşlerin bu kitap


kapsamında tartışılması
Bu kitapta öngörülen devlet, temel hak ve özgü rlükler ve eği­
tim düzenlenmesi ndeki yeni yaklaşı ma en yakı n görüşler, ta­
rihte, Eflatun tarafı ndan özell ikle onun Devlet ve Yasalar ad­
l ı eserlerinde g ündeme geti rilmişti . Bu nedenle Eflatun'un bu
görüşüne yukarıda değinildiği gibi geniş olarak yer verilmiştir.
Özünde, Eflatun , birçok yön üyle, bir bilim topl umunun te­
mel ilkelerini ortaya koymuş, idare ve eğitim yönteminde iz­
lenmesi gereken yolun önemli bir kısm ı n ı çizmişti r. Bu düşün­
cenin uygu laması 1 9 1 8 y ı l ı na kadar hayali kalm ı ş ve hiçbir
yerde gerçekleşmem işti r. 1 9 1 B'de Komünizm Devrimi ad ı al­
tı nda, bu düşünceleri n bir kısmı uygulamaya girm işse de, bi­
linen nedenlerle, 1 992 yı l ı nda, bu düşünceye sahip çıktı ğ ı n ı
savunan devlet (Sovyetler) insan ları ü retim i lişkisine göre ka-

230
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

ba bir ayı rı ma tabi tutan düşünceleri nden , insanları n yetene­


ğinin gelişmesi için gerekli zemini hazı rlayamamas ı ndan ve
Eflatun'a göre devlet adamları nda bulunması gereken özellik­
lere göre bir seçim yapı lmaması ndan dolayı ayakta kalama­
m ı ş ; kazanç ve başarı için her türlü sömü rüyü ve yolu mubah
sayan kapitalizm karşısında yenik düşmüştür.
Eflatun'un düşünce tarz ı , bazı kaba ve doğal yap ıya aykı ­
r ı yaklaş ı m ları n ı bir yana bı rakı rsak, yeteneksiz v e soysuzları
bile en öneml i ve yetkili yerlere getiren, bu yolla i nsanları n do­
ğal gelişimini önleyen , demokrasi ad ı altı nda bir i nsan-bir oy
denen seçme ve seçilme sistemi olarak bilinen maskaralı ktan
daha akla yakı n ve gerçekçi gelmektedir.
Eğer Eflatun'un devlet düzeni, Eflatun zaman ı ndan bugü­
ne kadar, gereğince uygulan ı p , aksayan yönleri zamanla dü­
zeltilerek bugüne u laşabilseydi, kuşkusuz, bilime, yeteneğe,
sayg ıya, sağduyuya, hoşgörüye dayal ı adi l bir düzenin ku ru l­
muş olduğunu görebilecektik. İnsan soyu, böyle bir düzende,
doğayı ve birbirlerini sömü rmek ve talan etmekten uzaklaş­
m ı ş olabilecekti .
Yakı n bir gelecekte, Eflatun'un düşüncelerinin bir kısm ı n ı ,
bugünkü bilgi ölçme teknikleri ve eğitim tekniklerine uyarlan­
m ı ş olarak görebileceksiniz. Bu kitaptaki görüşleri n , Eflatun
Devleti ile olan benzerl ikleri ve farkl ı l ı kları şöyle s ı ralanabilir:

Benzeri i kler:
1 . Bir i nsan ı n değerlendirilmesinde (ve keza hak ve yetki­
ler kazanmas ı nda) vücut yap ısı (Eflatun' da jimnastikle
gelişti rilen vücut, bu kitapta ayrıca kal ıtsal özel likler) öl­
çütler esas al ı n m ı şt ı r.
2. Bir i nsan ı n değerlendirilmesinde (ve keza hak ve yetki­
ler kazanması nda) bilgi birikiminin esas olmas ı .

23 1
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

3 . Bir i nsan ı n değerlendirilmesinde (ve keza h a k v e yetki­


ler kazanması nda) ruhsal değerlerin yan ı s ı ra; özellikle
felsefe öğrenimin kazan ı lmas ı .
4 . B i r i nsan ı n değerlendiri lmesinde (ve keza hak v e yetki­
ler kazanması nda) ahlaki değerlerin kazan ı lmas ı , top­
lumun çı karları n ı kendi çıkarları ndan üstün tutma al ış­
kan l ı ğ ı n ı n kazan ı lmas ı .
5. Yukarıdaki değerleri kazanma derecesi nde kişiye hak,
özgürlük ve yetki verilmesi .
6. Bu değerleri yitirenlerin görevleri nden al ı nabilmesi ve
bir aşağ ı statüye indiri lebilmesi .
7. Devlette yetkil i yerlere gelebilecek kişileri n , beden , ruh
ve bilgi açısı ndan kendi lerini kan ıtlamaları ve kesinlik­
le özel eğitimden geçmeleri .
8. Çocukları n eğitim ve yönlendiri lmesinin devletin temel
görevi olmas ı .
9 . Kad ı n ve erkeğ i n , eşeysel dimorfizm (farkl ı laşma) öte­
sinde eŞit haklara ve yeteneklere sahi p olduğunun be­
nimsenmesi.
1 0. Çocukların oluşumu (çocuk yapma hakkı n ı n bi reye ta­
n ı n ı p-tan ı n mamas ı ) , yetiştirilmesi (ailedeki olumsuz
olası etkilerin kald ı rı lması için Eflatun'da aile yapısı­
nın değişti ril mesi ; burada ise ıslah ı ) ve eğitimi hakkın­
da devletin hak sahibi olmas ı .

Farkl ı l ı klar:
1 . Çocuğun bir aile ortam ı n ı tan ı madan büyümesi, ruhsal
gelişim ve beyin formatlanması açısı ndan bazı biyolo­
jik ve buna bağ l ı olarak bazı psikolojik sakı ncalar do­
ğuracağ ı için benimsenmemiştir. Çünkü ana sevgisi­
n i n , bir çocukta güven duygusunu geliştirdiği bilinmek-

232
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERME Lİ

tedi r. Topl umsal ilgi, bunun yerine konulamayacak ka­


dar zayıf kalacakt ı r.
2. Çocuğun ana ve babas ı n ı h içbir zaman tan ı madan bü­
yütül mesi fi kri de güven duygusunu zedeleyeceği ve
şefkat duygusunu azaltacağ ı gerekçesiyle benimsen­
mem iştir. Aile yaşam ı , birçok hayvanda sürekli , baz ı ­
ları nda geçici , insan soyunda ise son 20-30 bin y ı l ön­
ce ortaya çıkmış güçlü bir biyolojik gereksinmeden do­
layı (çocuğun yetiştirilme süresinin uzaması ndan dola­
yı) ortaya ç ı km ı şt ı r.
3. Bir insan ı n yetiştirilmesinin jimnastik ve m üzik gibi ge­
rekli ; ancak yeterli olmayan iki ana temaya bağlanma­
s ı ve değerlendi rilmenin esas olarak bu i ki kon u üzeri­
ne yoğu nlaştırı lmas ı , bilgi toplumunu amaca u laştı ra­
mayacaktı r.
4. Vücut bakı m ı ndan zayıf doğanları n öldürülmesi ; ruhsal
bakı mdan zayıf olanları n da toplumun infazına b ı rakı l­
mas ı i nsancı l bakı mdan uygun görülmemişti r.
5. H itlerin üstün insan yetişti rilmesi "İ nsan Harası" gibi
bir uygulamayla, kad ı nları n sadece bir erkekten çocuk
yapmamas ı ; bir anlamda çocuk yapanları n dam ızl ı k gi­
bi seçilmesi . Toplum yaşam ı n ı olumsuz olarak etkile­
yecektir.

Sofistler i le Eflatun arasındaki çelişki


Tarihçi Heradot'un düşüncesine göre, sofist kelimesi asl ı nda,
bilimde ve sanatta usta olanlara verilen nitelikti. Ancak, Efla­
tun , Sophistes adl ı diyaloğunda, bu kelimeyi , bilimini ya da ilmi­
ni yüksek kazançlarla satan , kendi ç ı karı n ı düşünen kişiler ola­
rak tan ı mlad ı ve bunlardan nefret ettiğini beyan etti. Bu neden­
le bu kelime, bugün olumsuz anlamda kullan ı lmaya devam etti.

233
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Sofistler, bozulmaya başlayan Yunan'da, çı karları içi n ,


açı kgöz b i r yaklaş ı mla, çevrenin hoşlanacağ ı tarzda, suntur­
lu n utuklar atarak, onları n çı karları n ı savun uyormuş gibi gö­
rünen ve çı karcı çevrelerin s ı rt ı n ı sıvazlayan , kon uşma sana­
tına önem veren ve bunu bir amaç ve erdem olarak ben im­
seyen; İ ranl ı ları püskürttükten son ra gel iştirmeye başlad ı kla­
rı demokratik düzen içinde kendilerine uygun yer bu labilen in­
san lard ı .
Bunlara göre, demokratik düzen içinde e n öneml i yetenek
ve değer, bir esasa dayanmasa dah i , güzel konuşmayd ı ve
halkı ikna etmeydi (günümüz politikacı larıyla karşı laşt ı rma ya­
p ı lmas ı n ı dilerim). Bunun için yüksek paralarla hitabet ders­
leri veri lmeye başlanm ı ştı . Kendi çı karları n ı daha da artı rmak
içi n , söz söyleminin demokrasinin temel koşulu olduğunu söy­
leyerek daha çok demokrasi istiyor ve dolayısıyla daha çok laf
edebiyatı n ı n yolu n u açıyorlard ı . Laf edebiyatı -demokrasi ya­
p ı ş ı k kardeşler olmuştu. Bu yaklaş ı m la bilimin özü değişmiş,
bu kitapta tan ıtmaya çal ıştı ğ ı m ı z ilime dönmüştü . Bilim (ger­
çekçi lik) yerine i l i m (hamasi edebiyat ve sadece günlük ya­
rar sağlayacak bilgilerin yerleşti ri lmesi) geçerli olmuştu . Bu
hamasi edebiyat hiç bitmed i , dünyadaki birçok toplumda ke­
za ülkemizde günümüze kadar etkinliğini sürd ü rdü . . . Hama­
si edebiyat yapanlar da en önemli görevlere ve yetkilere ka­
vuştu . . .
Böylece doğal gerçekleri anlama merakı ve çabası orta­
dan kalktı ; sofistlerin gayretiyle, i nsan düşüncesine ve i rade­
sinin analizine yöneldi . İ nsan ı her şeyin ölçüsü yap ıyor, bilimi
tenkit konusu yapmaktan çekinmiyorlard ı . Klasik mantık eğiti­
mi de bu evrede gelişti. Böylece, düşünce sistemi, i nsanları n
iç dünyas ı n ı ön plana alan sübjektif bir özellik kazand ı . Hep­
sinde ortak düşünce, i nsan ı n özg ü rce araştı rma yapması ve

234
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

özgü rce tartışması yön ündeyd i . H itabet sanatı n ı n gel işmesi­


nin bilinen tek yararı , dilin gelişmesi ne önemli katkı ları olma­
s ı d ı r. Eski Yunan' ı n en ünlü sofisti, hep para karş ı l ı ğ ı iş yapan
ve bir i nsan ı kusursuz bir adam yapmak için gerekli sanata ve
yeteneğe sahip olduğunu savunan Protogaras'tı .

235
1 5. BÖLÜM

Türklerin Yönlendirilmesine Bir Bakış

"Türk- İ slam sentezi"

"Siyahla-beyazı karıştırma çabası "


Eflatu n'un önerdiği devlet yönetim model i , h içbir zaman
uygulanamad ı . Bu kitapta da geleceği n gereksinmelerine ce­
vap verebileceğine inan ı lan, değişik, birçok bakı mdan yeni bir
devlet (ya da toplumu) yönetim model i öneriliyor. Ancak tüm
bunları n uygulanabilmesi ve geçmişteki hataları n nelerden
kaynakland ı ğ ı n ı anlayabilmek içi n , en azı ndan , Tü rklerin kur­
duğu devlet yönetim modelleri n i n , hangi esaslara dayandırıl­
d ı ğ ı n ı n ayrı ntı l ı olarak bilinmesi gerekiyor.
Kitabı n yazarı bir temel bilimcidir; tarih bilimiyle i lişkisi var­
d ı r; ama s ı n ı rl ı d ı r. Bu nedenle, burada verilen tarihsel-krono­
lojik bilgileri n birçoğu değişik kaynaklardan (özellikle Erdoğan
Ayd ı n ' ı n Nasıl Müslüman Olduk adl ı eserinden) al ı n m ış, kita­
b ı n kendi amacı doğrultusunda bu bilgiler yorumlan m ı şt ı r. Bu
böl ü m , gereği nden fazla tarihsel bilgiyle yüklü gibi görünse
de, toplum olarak geçtiğimiz yolun nas ı l bir yol olduğunu ve
bugünkü devlet ve toplum mantı ğ ı n ı anlamak için bu ayrı ntı ­
y a gerek duyulmuştu r.
Hangi düzenlemelerin bizi bir topl um olarak bir araya ge­
tirdiği n i , hangileri n i n bilimsel , sanatsal ya da girişim yapabil­
me ruhunu gelişti rdiğini ya da körelttiğ i n i , hangilerinin uygar­
l ığa geçişi önlediğini ya da h ı zland ı rd ı ğ ı n ı , ancak, kökü de-

236
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

rinlere u laşan öğretileri ya da yönetim sistemlerini ve keza


her evrede bu girişimlere eşli k eden zihniyetleri öğrenmekle
mümkün olabilecektir. Dogmatik d üşünceleri nden kurtulama­
m ı ş ve resm i yorumlardan farkl ı yorum ları hoşgörüyle karş ı ­
layamayacak kadar güdümlenmiş v e katı kal ı plar içine sokul­
muş olanlar, doğal olarak, bu böl ü mde dile geti rilen farkl ı ba­
kış açı s ı na tepki göstereceklerdir.
Beğensek de beğenmesek de bu tarih bizim tari h imizd i r . . .
Onu öğrenmek, ataları mızı , kökümüzü öğrenmekti r, onu öğ­
renmek bugünkü s ı k ı ntı ları m ı z ı n ya da m utlulukları m ı z ı n , ke­
za davranışları m ı z ı n neden ini öğrenmektir. Gözlerin i ve ku­
lakları n ı kapayarak, görebilen, duyabilen ve anlayabilen hiç
kimse olmam ışt ı r. Ruhu ve düşüncesi kör ve sağ ı r olanları n
da başarı l ı olduğu görülmemiştir. Tarih , geçmişini iyi değer­
lendirmeyen ve ondan gerekli dersleri almayanları n hazin öy­
küsüyle doludur. Tarih , toplumlar aras ı ndaki il işkilerin de bili­
mi olduğuna göre, farkl ı cephelerden farkl ı şekilde gözükme­
si (yorum lanmas ı ) doğald ı r. Ancak evrensel ahlak ve düşün­
ce yap ı s ı na sahip biri içi n , gerçek bir tane olacağ ı na göre,
tüm tarihsel olayları n farkl ı şekillerde anlat ı l mas ı na izin ver­
mek gerçeğin açığa ç ı karı lmas ı için ilk koşuldur. Bunu yap­
mayanlar ya da yapamayanlar, her defası nda çı kmaz sokak­
lara girmiş ve sonları h üsranla bitmişti r.
Geleceği n şimdiden tah m i n i , geçmişteki izlerden ç ı karı la­
bilir. Tarih bilincine yeterince sahip olamayan toplumları n yö­
netimleri , er ya da geç, hatalar işledi kleri ve yönettikleri top­
lumları çı kmazlara sürükledikleri bilinmektedi r. Doğru karar
verebilmek içi n , ilk koşul gerçeği öğrenmektir. Gerçeği öğren­
menin ilk koşulu da art n iyetsiz ve yansız olmad ı r. Ne yaz ı k ki
dünyada en yanl ı ele alı nan kon u tarih olmuştur. Bu nedenle
hem toplu m ları n hem de toplum içindeki g rupları n anlaşmala-

237
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rı ya da uyuşmaları zor olmuştur. Yansız (objektif) bilgi ortada


olmayı nca, elde edilme yol ları kapatı l ı nca, hak ve adalete da­
yal ı çözümler yerine, kaba kuwet egemen olmuştur. İşte, uy­
garl ı ğ ı n en uç noktas ı na ulaştığım ızı savunduğumuz bugün
dahi sorunları n silahla çözümlenmeye kalkış ı lmas ı n ı n teme­
linde bu zihniyet yatmaktad ı r.
Lütfen! Bu bölü m ü dogmatik düşüncelerinizden ve bugüne
kadar zihninizde birikmiş olan tortulardan arı narak okumaya
çal ı ş ı n . Katılmıyorsanız, öğrendiklerinizin aksini öğrenmekten
çekiniyorsan ız unutu n ! Tarihle hiç ilgilenmiyorsanız, bu bölü­
m ü tümüyle okumadan atlayın ız!

Türkiye'de yıllardtr sürdürülen dinci ve fanatik trkçı kad­


rolaşma engellenmemiş ya da bigane (duyarsız) bir biçimde
seyredilmiş ya da teşvik edilmiştir. Öyle ki, sonunda belki de
devletin İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlığı, ülke için PKK (kan­
lı ve cani Kürt terör örgütü) 'dan daha tehlikeli bir odak haline
gelmiştir.
Ali Sirmen Milliyet, 24.09. 1 995

İçinizden birçoğu , halkı n ı n %98'i Müslüman olan ülkemize,


1 980 darbesi eşliğinde Suudi Arabistan' ı n el altı ndan ya da şu
ya da bu nedenle İslami düşüncenin yayg ı nlaşması için ne­
den para akıttığ ı n ı belki merak etmişti r ve çok defa da bu yar­
d ı m ı İslamiyet'i n yayg ı nlaşması gibi saf bir amaca bağlam ış­
t ı r. Halbuki bu parayla, dünyan ı n birçok yerinde dinini değişti­
rebilecek çok daha fazla sayıda insan elde etmek olas ı d ı r. An­
cak hedef ülke Tü rkiye, daha doğrusu Tü rklerdir.
Birinci Dünya Savaş ı ' n ı n sonunda Arap çöl lerinde özellik­
le İ ngilizlerle savaşı rken ordumuzu arkadan vuranları ülke­
m izdeki dinci kesim u nuttu rmaya çal ı şsa da, unutu l u r gibi de-

238
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NASIL VERM ELİ

ğildir. Kuzey Kı brıs Tü rk Devleti'nin kuruluşunda Pakistan ve


Azerbaycan hariç hiçbir Müslüman ülke lehte onaylamam ı ştı r.
İçinizden birçoğu, yine, y ı l lard ı r Tü rk idari sistemine ve eği­
timine egemen olmaya çal ışan Tü rk-İslam sentezci lerinin bu
bitmez tükenmez çabası na Tü rk halkı n ı n büyük bir kısmı bir
anlam verememiştir. Veremez de . . . Çünkü Tü rk M i l l iyetçiliği
ile Arap M i l l iyetçiliğinin arası ndaki derin uyuşmazl ı ğ ı n ve ça­
tışman ı n neden ini ve tarihsel gelişimini kendi milli okulları nda
h içbir şekilde açı kl ı kla okuyamam ı şt ı r. Arapları tenkit, dinimizi
ten kit olarak algı lanm ışt ı r; alg ı lanmaya da devam etmektedi r.
Bu coğrafyan ı n ve Tü rkleri n kaderini saptayan tari h , bu
kesimlerce bu yüce milletin bireylerinden saklanm ı ştı r. Lozan
Antlaşmas ı ' n ı n ileride bir Kürt ve Ermeni Devleti'ni ku rmayı
amaçlamamas ı neden iyle Amerika Kong resi'nce onaylanma­
d ı ğ ı , nas ı l 65 yıl boyunca Tü rk halkı ndan saklanm ı ş ve so­
nunda terör belas ıyla, iş işten geçti kten sonra akl ı baş ı na gel­
miş halkın öğrenmesi gerçekleşmiş ise, İslam' ı n ilk öncüleri­
nin, Arap milliyetçiliğinin ve Arapları n Türklere bakış açı s ı n ı n
d a bu ülkenin insan ı ndan saklanmas ı , tarih boyunca baş ı m ı ­
z a önemli belalar açm ışt ı r; i leride çok daha büyük belalara yol
açacağ ı n ı , şimdiden söylemek kahinlik olmayacakt ı r. Bunun
için İslam tarihini ve özellikle Tü rk-Arap ilişkisini çarp ıtmadan ,
tüm yal ı n l ı ğ ıyla, ülkemiz insan ı na anlatmak gerçek bir Tü rk
Milliyetçisi için kaç ı n ı lmaz bir görev olacakt ı r. Bu, ayn ı zaman­
da milli duyguları (sözüm ona milliyetçilik) ile dini duyguları­
n ı bağdaşt ı rmaya çal ışanları n (şeriatç ı l ı k, dindarl ı k) çel işkisi­
ni ve er ya da geç ortaya çı kacak çatışmas ı n ı anlamak bakı­
m ı ndan gereklidir.
BOP başkan l ı ğ ı ile Orta Doğu'nun yeniden şekil lenmesi­
ne soyunan ve h itaplarında mümin sözcüğünü ağzı ndan hiç
bı rakmayan ve Tü rk milliyetçisiyim denen sözü ağzına alma-

239
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

yan yöneticilerimizin 2020 y ı l ı nda neredeyse selam vereceği


bir Arap ülkesi kalmam ışt ı r.
Böyle bir çel işkiye karş ı n , birbirinin zıttı olan bu iki öğreti
biçiminin birlikte (dincilik ve milliyetçilik) eğitimin temel ögesi
yapmaya çal ışanları n da, ait oldukları topluma bilerek ya da
bilmeyerek yaptı kları i hanetin ve zararı n ne olduğunun bilin­
mesini sağlayacakt ı r. Amerika yerli lerine uygu lanan mezali­
min, geçmişte, Araplarca Türklere de uygu land ı ğ ı , bizzat ken­
dini milliyetçi de zanneden Müslüman Türklerce ve halkı n ı ay­
d ı nlatmakla yükü m l ü olan kurumlarca (Milli Eğitim Bakan l ı ğ ı n­
ca) hal k ı m ı zdan y ı l lard ı r saklanmas ı , gelecekte karş ı laşaca­
ğ ı m ı z belaları n zeminini hazı rlamakta ve dini duyguları n g üç­
lendiri lmesi kisvesi altı nda bugün içimizde filizlenen Truva at­
ları n ı n kök salmas ı n ı sağlamaktad ı r. Her şey tarihte gizlidir . . .
Bakal ı m . . .

1 . İ slamiyetin gelişimi
İslamiyet' in gelişiminde öneml i basamaklar olduğu için bunu
ana başl ı klar altı nda incelemek, konunun anlaş ı l ması bakı ­
m ı ndan yararl ı olacaktı r.

1 .1 . İslam'dan önce Arabistan'a bir bakış


Tek (bir) tan rı l ı dinlerin birbi riyle ortak olan bir geçmişleri ve
ortak olan birçok öyküleri vard ı r (Tufan ve Adem'le ilgili olan­
lar en gözde öykülerdir) . Tek tanrı l ı din lerde tanrı kelam ı ol­
duğu savunulan bu öykülerin bir kısm ı n ı n , daha son raları , Sü­
mer ve Babil yazıtları nda kayıtl ı olduğu bulunmuştur. Özellik­
le M ıs ı r'da ilk defa çok tan rı l ı ktan tek tan rı l ı ğa geçişi sağlayan
Firavun Ammonfis-IV Akhenaton'un (tanrısı Aton) tapı nakla­
rı ndaki duvarlara yaz ı l m ı ş yazı ları n bir zamanlar burada ya­
şam ış İsrail oğulları n ı n kutsal kitab ı ndaki Tevrat ı nda aynen
yer alması ilginçtir.

240
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ K İ M E NAS I L VERM ELİ

Çok ilkel koşullarda yaşayan Arap Yarı madası 'ndaki Arap­


ları n kendileri nce bir dini inancı ve buna ilişkin gelenek ve gö­
renekleri vard ı .
Mekke şehri , İslamiyet'ten önce, çok tan rı l ı Arap kabileleri­
nin dinsel merkezi ve hac yeriydi . Kabe, tüm kabi lelerce tanrı­
ları n kutsal evi olarak kabul edi l i r ve sayg ı gösteril i rd i . Çünkü
Kabe'nin içinde Ay tanrısı Hubal , diğer önemli tanrı ları Menat,
Lat, Uzza başta olmak üzere birçok tanrı n ı n sembolü (put) bu­
rada bulunurdu. N itekim cami lerin aleminde bulunan ay sem­
bol ü , Ay Tan rıs ı ' n ı simgelemektedir.
Asl ı nda Hz. M uhammed zaman ı nda cami yoktur; mescit
vard ı r. Asl ı nda şaşal ı mescit de yoktur. Namaz kı l ı nan bir yer­
de yükseğe ç ı kı l ı p ezan okunan yerler mescit olarak bilinir.
Kubbeli cami ilk defa İslam mimarisinin bilinen ilk kubbeli ya­
pısı olan Kubbet-üs Sah ra, Kudüs'te bulunmaktad ı r. Emevi
halifesi Abdülmelik Mervan tarafı ndan 689-69 1 y ı l ları aras ı n ­
d a yapt ı rı l m ı şt ı r. Kudüs'ün fethi nden son ra H z . Ömer tarafın­
dan yapt ı rı lan mescidin yerine inşa edildiği için " Ömer Camii'
olarak da bilinmektedir. Cam i , insanları toplayıp siyasi propa­
ganda yapmak için , din kisvesine büründürülmüş tapı naklar
olarak tasarlanmış yapı lard ı r. Bu n iteliğini de bugüne kadar
yiti rmemiştir. Yapı lan camiye farkl ı bir kutsiyet kazand ı rı lması
için şu efsaneler de eklenmiştir: Hz. Nuh'un gemisi burada ka­
raya otu rmuş, Hz. Davud burada tövbe etm iş, Hz. Adem cen­
netten bu raya inmiş, Hz. İbrahi m oğl u İsmail'i burada ku rban
etmek istemiş, Hz. İsa buradaki kaya üzerinde çarm ı ha geril­
miş ve Hz. M uhammed buradan m i raca yükselmişti r.
Kabileler kendi putları n ı n harici nde diğer kabilelerin putla­
rına da sayg ı l ıyd ı lar. Ancak en büyük tanrı olarak kabu l edilen
ve bir put halinde si mgelenen "Allah" adl ı put, girişin tam kar­
şısı nda yer almıştı ve tüm kabilelerce sayg ı n bir yere sahipti .

24 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Kabe'de h içbi r kabile birbi riyle kavga etmez; hepsi eşit


sayg ı n l ı kta olurlard ı . Tan rı ları n evinin korunmas ı n ı ve bakı m ı ­
n ı , başlang ıçta, kabileleri n tümü birlikte yüklenmişti . Kabe'de
toplanan kabileler, dinsel , toplumsal ve siyasi sorunları n ı eşit
koşullarda kavgası z ve nizasız olarak burada çözerlerd i ; ant­
laşmalar burada yap ı l ı rd ı . Kabileler aras ı yap ı l m ış olan bir
antlaşmada "Hilfu'l-Fudül," "Allah'a yemi n ederiz ki, hepimiz
mazlum ile birlikte zalime karş ı , bu zali m mazlumun hakkı­
n ı verene kadar bir el gibi olacağ ız. Bu ittifakı m ız, denizde
bir tüyü ıslatabilecek kadar su kal ı ncaya dek ve Hira ve Se­
vir tepeleri yerinde durdukça ve mazlumun ekonomik duru­
m unda eşitliğe tamamen riayet edi lene kadar devam oluna­
cakt ı r," denmektedir. Hatta 5. yüzyı ldan son ra Mekke'ye Ku­
reyş kabi lesi egemen olmas ı na karş ı n , bu çoğulcu sistem de­
ğişmemiştir. Bu döneme, İslamiyet'ten son ra "Cahiliye Döne­
mi' denmesine karş ı n , çı karabildiğimiz kadarıyla, bu ilkel top­
luluklar arası nda kurulabilecek en uygun demokratik düzeni n
kurulduğu v e işlediği bir dönemdi . Hatta Yahudilerin v e H ris­
tiyanları n bu dönemde kendi dinlerini h içbir baskı altı nda kal­
madan yü rüttüklerini de bilmekteyiz. Hatta Hz. M uhammed'in
bizzat kendisinin manevi kayınpederi (Hatice'nin amcas ı ) Va­
raka bin Nefel arac ı l ı ğ ıyla bu dinlerle temasta olduğu ya da
doğrudan üyesi olduğu bilinmektedi r (Erdoğan Ayd ı n'dan).
Mekke'ye ve özellikle Medine'ye çok yakı n kabilelerin tü­
m üyle H ristiyan ya da Yah udi oldukları n ı , bunları n , İslami­
yet'ten son ra, dinlerini bin bir cefa ve eziyetle, k ı l ı ç zoruyla de­
ğişti rdiklerini bizzat İslam tarihinden çı karmaktayız. İslamiyet
çok tan rıcı l ığa geçit vermediği gibi, kendisiyle ayn ı kategori­
de mütalaa edilen Yahudiliğe ve H ristiyanl ı ğa da geçit verme­
m iştir. Çoğulculuk, artı k zorla tekilciliğe indirgenm iştir. "Eğer
yerle gökte Allah'tan başka tanrı lar olsayd ı , ikisi de bozulur-

242
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

du." (Enbiya-22). Bu sağlan ı rken , Allah ve din ad ı na büyük


katliamlar yap ı l m ı ştı r. Kendi düşüncesinin ve dininin d ı ş ı nda­
kiler "küfür'' ve ''fitne" i lan edilmişti r, ." .. fitne ortadan kalkıp din
yaln ı z Allah ' ı n oluncaya kadar onlarla savaş ı n ," (Bakara- 1 93)
"Allah yolunda savaşmak, ölmek ve öldürmek," (Tevbe- 1 1 1 )
şeklindeki buyruk yerine geti ril miştir. Kimsenin dinine doku­
nulmayan bir ortamdan bizzat H. Peygamber'in "Ben, insan­
lar kel ime-i şahadet geti rene kadar, yani Allah' ı n birliğine ina­
nana kadar onlarla harp etmeğe Allah tarafı ndan memu r edil­
dim," ( İ bn-i Mace'den) dediği bir ortama geçilmişti . İslamiyet,
önce, kendinin gelişmesine izin veren çoğulcu demokrasiyi ve
çok tan rıcı l ı ğ ı ezmeyle yükselmesine başlam ı şt ı r . . .

1 .2. İslamiyet'in doğuşu ve yayı l ışı


İslamiyet'i n ortaya çıkışıyla birl i kte, kabileler federasyonu
gitm iş, yerine merkezi devlet gelmiş; çok tan rı l ı ğ ı n yerine tek
tan rı l ı k egemen olmuş; çoğulcu karar mekanizması yerine to­
taliter bir sistem otu rmuştu. Bu gelişme ile en azı ndan bazı
göçebe topluluklar yerleşik düzene geçm iş, şehirlerde oturan
Araplar çok daha organize bir yaşam tarzına kavuşmuşlar­
d ı . Çünkü İslamiyet düşünce tarz ı itibarıyla, ticarete ve yerle­
şik düzene geçmişlere daha çok h itap ediyordu. Halbuki daha
özg ü r yaşamayı seven ve s ı n ı rlanmaktan hoşlanmayan, ayrı­
ca Medine'ye zekat göndermek istemeyen Bedeviler, Hz. Mu­
hammed'in ölümünden son ra başkald ı rd ı lar. O zamana ka­
dar Tanrı ile kul aras ı na h iç kimsenin giremeyeceği , yani yet­
kili ruhban s ı n ıfı n ı n olamayacağ ı söylenmiş ve keza Kur'an' da
Hz. M u hammed'in son peygamber olduğuna ilişkin kayıt da
bulunmad ı ğ ı için, Bedeviler, kendini Hz. Muhammed'in hale­
fi olduğunu i lan eden ve zekat talep eden Ebu Beki r'e baş­
kald ı rm ı şlard ı . Hatta onlardan bir kısm ı (Müseyleme, Esvadul

243
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Ansi , Tuleyha bin Huveylid, Secah vd .) kendilerini peygamber


olarak ilan etmişlerd i .
Bunun üzerine, ilk defa Ebu Bekir, H z . M uhammed'den
başka peygamber gelmeyeceğini i lan ederek ve Tevbe sure­
sinin 97. ve 98. ayetlerinde "Bedeviler inkar ve iki yüzlülük ba­
kı m ı ndan daha kötüdür ve Allah' ı n Peygamberine indirdiği di­
ni hükümlerin s ı n ı rları n ı bilmemeye ve tan ı mamaya yatkı nd ı r­
lar. ( . . ) . Bedevilerin bir kısmı da Allah yolunda yaptı kları n ı ziyan
edilmiş şeyler olarak san ı r ve Müslümanları n baş ı na felaket
gelmesini bekler. Şiddet ve felaket onları n baş ı na gelsin ," şek­
l inde bedevileri aşağ ı layan hükümlerin olduğunu da göz önü­
ne alarak, Halid bin Velit komutası ndaki kuwetlerle, onları yok
etmeye başlar. Ebu Bekir, onlar için şu emri verir "demirle dağ­
lan ı p , ateşle yakı la." Bu emir gereği , kad ı n ve çocuklar da da­
hil katledilir. İslamiyet bu katliam sonucu Arap Yarı madası'n ı n
tek dini haline gelir. Bundan böyle İslamiyet Bedevileri yan ı na
almıştı r. Artı k yayılma ve ekonomik olarak güçlenme zamanı
gelmiştir.
Böylece zengin ganimet vaadi ile savaş ve talan yeteneği
yüksek olan Bedeviler, halifenin bayrağ ı altı nda, kuzeyde be­
l i rl i kültürel ve mal birikimine kavuşmuş insanlar üzerine sal­
d ı rtı l ı r. Daha son ra halife olacak Ömer'in de teşvikiyle, Ha­
lid bin Velid'in komutası nda ilk olarak Su riye ve l rak'a hücum
edi l i r ve birçok ganimet ele geçirilir. Ancak Kur'an'daki açı k­
lamalara "İslamiyet'in bir Arap dini olduğu şeklindeki yorum­
lara" sayg ı gösterilerek, Arapları n d ı ş ı nda, diğer dinlerdeki in­
sanlar, dinleri n i değiştirmeleri için zorlanmaz. Ebu Bekir ölür
(MS 634) , yerine Ömer geçer.
Ömer döneminde (MS 644'e kadar) Suriye, Fil istin, I rak,
Azerbaycan, M ı s ı r ve İ ran ele geçi ri l i r. Bütün bu yerlerde mer­
kezi yönetimler ve yerli halklar direnir. Ancak ganimet elde et-

244
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

me arzusuyla azd ı rı lm ı ş organize kuwetler karşısı nda tutuna­


mazlar. Bütün bu bölgelerde akı llara durgunluk verecek kat­
l iamlar yaşan ı r; kad ı n lar ve çocuklar perişan edi l i r; erkekle­
rin öneml i bir kısm ı köle olarak satı l ı r ve kullan ı l ı r. Bunun için
Kur'an'da uygun ve teşvik edici açı klamalar da vard ı r: "Hoşu­
nuza gitmediği hallerde savaşmak size farz k ı l ı nd ı ," (Baka­
ra-2 1 6) ; "Ey iman edenler. . . Allah yolunda cihat edi n ki kurtu­
luşa eresiniz," (Maide-35) ; "Kuşkusuz ki Allah cihat eden mü­
minlerin malları n ı ve canları n ı cennet karş ı l ı ğ ı nda sat ı n alm ış­
t ı r. Çünkü onlar Allah yolunda savaş ı rlar. Öldürü rler ve öldü­
rürler. .. " (Tevbe- 1 1 1 ); "Fitne ortadan kalkıp din yal n ı zca Al­
lah' ı n oluncaya kadar onlarla savaş ı n ," (Bakara- 1 93) ; "Eğer
yüz çevi ri rlerse onları yakalay ı n , bulduğunuz yerde öld ü rü n
v e h içbi rin i dost v e yard ı mcı edinmeyin," (Nisa-89) ; "Hak d i ­
nini kendilerine din edinmeyen kimselerle (H ristiyan v e Ya­
hudilerle) , küçülerek (boyunları n ı büküp) elleriyle cizye (ha­
raç) verinceye kadar savaşı n ," (Tevbe-29) ; "Fethedilen yer­
lerden ele geçirilen ganimetlerin (arazileri n , malları n , cariye­
leri n , kölelerin vd .) 4/5'ni savaşa katı lanlar, 1 /5'ni ise devlet
al ı r," (Enfa-41 ) ; "Ben insanlarla kel ime-i şehadet getirene ka­
dar, yan i Tanrı ' n ı n birliğine i nanana kadar onlarla harp etme­
ğe Allah tarafından memur edildim," ( İ bni-Mace'e göre pey­
gamberin ağzı ndan). Kur'an'a göre bunları icra ederken ölen­
ler ise, doğrudan doğruya cennete giderek ebedi m utluluğa
ulaşıyord u .
Bu açı klamalar, cihatta ( d i n savaşları nda) büyük yararla­
rı görülen Bedevilere uygun düşmüştü . Çünkü İslam olma­
dan önce, yerleşik düzene geçmişlerin ve kendi kabilesinden
olmayan diğer Bedevilerin mal ı n ı ve mülkünün gasp edilme­
si, yani gazveler (soygun için yap ı lan baskı nlar) Bedevi gele­
neğinde bir şan ve şöhret vesilesiyd i . Bedevilerin sadece ge-

245
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

çimine yönelik bu ilkel duygu ve yaklaş ı m , meşrulaştırı larak


ve dini kurallara bağlanarak, daha ideal daha yüce bir duygu
olarak Arap/İslam fetih lerinin lokomotifi hal ine getiri lmişti. Be­
devinin talancı/barbar yapısı Allah ' ı n emirleriyle Arapları n ya­
y ı l macı l ı ğ ı na alet edinilmişti (daha son ra Osman l ı 'da bunun
daha organize halini göreceğiz) . Böylece bir zamanları n ilkel
"gazve''si , İslam dininde "gaza"ya dönüştü rül m üştü . . . İ nsan l ı k
ad ı na gazan ız mübarek olsun . . .
Böylece İslam yasaları n ı n geçerli olduğu topraklar, özel­
likle Arapları n yaşad ı kları yerler Dar-ül İslam, geri kalan ı rk­
ları n ve dinlerin bulundukları yerler de Dar-ül Harp ilan edi­
lerek, bu sonuncuları n mülkleri ya da yönetimleri İslamlara/
Araplara din gereği helal hale geti ril iyord u . Artı k talan ı n adre­
si beli rlenmişti.
Ancak egemenlik alan ı genişleyince, bütü n bunları n sade­
ce bir talan felsefesiyle yönetimi olanaksız hale geldi. Sonuç­
ta, kendi dininden olmayan , dolayısıyla düşman olarak gördü­
ğü toplum lara, şu seçeneklerden birini seçmeleri için dayat­
ma başlad ı . Ya dinini değişti ri rsin, kabu l etmezsen cizye (ha­
raç) ödersin, bu i kisini de kabul etmez isen dinimin gereği kel­
leni veri rsin.
Halbuki Tanrı , sonsuz gücüyle, isteseydi tüm insan ları İs­
lam yapar, onları Arapları n talan ve kı l ıc ı ndan ku rtarı rd ı . Yü­
ce Tan rı ' n ı n Arapları n kıl ıcıyla insanları eğitmesi ve İslam yo­
luna sokmayı istemesi, bizzat Tan rı kavram ı na ters düşmek­
teydi . Son uçta, Arap talanc ı l ı ğ ı ve milliyetçi liği, din kisvesi al­
tı nda, meşru "kutsal" bir zemine otu rtulmuştu . Bu talan ı n çev­
resinde, o güne kadar bir araya gelemeyen birçok Arap ka­
bilesi bi rleşerek yekvücut da olmuştu . Çok kısa bir süre içeri­
sinde ( 1 5 yıl) tüm Arap Yarı madası bu kutsal amaç çevresin­
de bi rleşmiş, kendinden olmayan kavim lerin biri kmiş malları n ı

246
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ K İ M E NASI L VERM ELİ

ve zenginliklerini de yağma ederek zengin leşmişti . Artı k diğer


tüm kavimler üzerinde üstün bir yere gelme ( tagallup) ve ege­
men olma yolu açı l m ı ştı . Çimentosu İslamiyet olan Arap Mil­
l iyetçiliği artık kab ı na sığmıyor, bir çığ gibi çevreye taşmaya
başl ıyord u . Doğal olarak ilk taşacağ ı yerler, o güne kadar zen­
gin olarak bili nen ve ulaş ı m bakı m ı ndan da uygun olan Suri­
ye, I rak, daha sonra, Doğu Anadolu, İ ran, Azerbaycan , E rme­
nistan olmalıyd ı . N itekim öyle de old u . Ele geçirilen yerlere
Arap göçleri de kaç ı n ı lmaz old u . Artık talan seli kopmuştu . . .
Pers Devleti M S 627 yı l ı nda İ m parator Heraclius ile yapt ı ğ ı
savaştan sonra bir daha toparlanamam ış; bir ayaklanma so­
nucunda Pers kral ı bizzat kendi oğlu tarafı ndan öldürülmüş,
bi rkaç ay sonra da oğul ölmüş ve tahta bir çocuk ç ı karı l m ı şt ı .
O n y ı l l ı k b i r kargaşadan sonra, Araplar b u fı rsatı değerlendi­
rerek İ ran'a girerler.
Arapları n Sasanilerle girdikleri Kadisiye Savaşı ' ndan son­
ra (MS 637) , 900 mi lyon Frankl ı k bir ganimet elde edi l i r. B u ,
h e r m ücah ide (savaşa katı lana) 1 2 .000 fran kl ı k bir pay düş­
mesi demekti ki bu da, Mekke'nin en zengin tüccarı n ı n bir
y ı l l ı k gel i rinden fazlayd ı . Daha son ra Celula (MS 642), daha
son ra Nehavent ele geçirilerek, İ ran , kutsal topraklara kat ı l ı r.
Böylece Hicret'ten (MS 622) yirmi y ı l son ra, Tü rk Yurdu ha­
riç, İ ran , Suriye, Mezopotamya ve M ı s ı r istila edilmişti. Artı k
Tü rklerin kaderinin çizi lme zaman ı gelmişti , Arap istilası Tü rk
topraklarına dayanm ı ştı . Küçük küçük sald ı rı lar da başlam ı ş­
tı . . . Bu s ı ralarda Batı Tü rk İ mparatorluğu parçalanarak kabile­
lere ayrı lm ı şt ı . Hazar Devleti de bunlardan biriyd i . Dolayıs ıyla
dünyada görü n ü rde üç güç oluşm uştu. Güneyde İslam Halife­
liği, batıda H ristiyan Bizans, kuzeyde de çeşitli inançları bün­
yesinde bulunduran ve İslam' ı n yay ı l ması na uzun süre set
vu racak Hazar Devleti . Hazar Devleti bir taraftan Kafkas S ı -

247
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

radağları n ı n avantaj ı n ı kullanarak, bir taraftan Araplar kadar


gaddar savaşçı olmaları nedeniyle, geçit vermedi ler. Arapla­
rı n doğrudan Türklerle karşı laşması MS 642 y ı l ı nda başlam ış
olmas ı na ve en azı ndan MS 799'a kadar aral ı kl ı ya da sürek­
li olarak sürmesine karş ı n , başarı l ı bir M üslümanlaşt ı rma ger­
çekleşti rilememiştir. Hazarlar, yurtları n ı saldı rgana karşı uzun
zaman onurla korumuşlard ı r. Biz tekrar başa döneli m :
Sasanilerin yenik İ mparatoru Yezdücert'in d e talebiyle, yağ­
macı Araplara karş ı , Türk illerinde Türk Hakanı Soğdluları n ko­
mutası nda bir toparlanma başlar ve oluşturulan ordu Kufe as­
kerlerinin egemenliğindeki Belh'i ele geçirir. Ancak bu sı rada
Çin'in doğuda Türk toprakları na girmesiyle, bu karşı koyma za­
yıflar. Halife Ömer de zaten Türk toprakları na girilmesinden ya­
na değildi. Bunun şimdilik Arap gücünü zayıflatacağ ı na inan ı ­
yordu. Bunun için söylenmiş çok olumsuz sözler de hafızalar­
dayd ı :
Çünkü gerek Hz. M uhammed'in, gerek halifeleri n gerek­
se Arapları n Türkler hakkı ndaki duyguları hiç de iyimser de­
ğildi. Değişik kaynaklarda Halife Ömer'in, Türkleri kastederek
"Yüzleri deriden kalkanlar gibi yuvarlak ve geniş olan , gözle­
ri sanki kat ı r boncuğu gibi ü rkütücü olan kavimlerden çekini­
n iz. Onlar size i l işmedikçe siz de onlara i lişmeyin iz. Onları n
verecekleri ganimet çok az, alacakları ise pek çoktu r." M ua­
viye de yönetimindeki adamlara dikkatli olmaları n ı öğütler ve
onlara: "Ben Hz. Muhammet'ten bizzat 'Tü rkler yavşan otu
biten yerlere, yani , Arapları n bulunduğu aşağ ı yerlere kadar
ilerleyecekler, ' dediğini duydum," der. Ancak en önemlisi Hz.
M u hammed'i n bizzat Tü rkler konusunda açı klamaları vard ı .
Ama bunlar, resmi tarihimizde, milliyetçilik duygularına sahip
oldukları n ı her fı rsatta dile geti renlerce bile has ı raltı edi lmeye
çal ı ş ı l m ı şt ı r. Çünkü bunlar kimlik parçalanmas ı na uğram ışlar-

248
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

dı . . . Çok defa da Muhammed'in bu kon udaki açı klamaları n ı


farkl ı anlamlar vermek suretiyle hafifletme yolu na gitmişler­
dir; bir kısm ı da bile bile tümüyle reddetmiştir. Çünkü hem bu
açı klamaları hem de Türk m i l liyetçiliğini birlikte içe sindirmek
ve yan yana taş ı d ı ğ ı n ı savunmak kolay değildir. Bu nedenle
bu tezad ı gidermek için Türk-İslam sentezciliği gündemden
düşmemektedi r. Çünkü köken olarak bir Arap Milliyetçiliğini
yerleştirmeye çal ı şan İslami uygulama ile bir Türk M i l liyetçili­
ğini gelişti recek öğretiyi birlikte vermek m ümkün olamam ı şt ı r.
Bunu hala yürütmeye çal ışan tek kurum ise, tarihten ve dü­
şünce örgütlenmesinden haberi olmayan Milli Eğitim Bakan­
l ı ğ ı m ızd ı r.
Sahi h Hadisler (güvenilir hadisler) olarak bilinen hadisler­
de bakın neler söylenmişti r: "Kıyamet kopmadan önce siz kı l­
dan çarı klar giymiş bir milletle savaşacaksı n ız. Onları n yüzleri
sanki deri kı l ıfl ı kalkan gibidir. Yüzleri k ı rm ızı , gözleri çekiktir."
"Kuwetli bir kavimle (Türklerle) savaşmad ı kça kıyamet kop­
mayacakt ı r (Müslüm)." "Kıyamet kopmas ı n ı n koşulları ndan
biri de sizlerin kı ldan çarı klar giyen kavimle (Tü rklerle) harp
etmenizdir (Buhara) ." Türkler size dokunmad ı kça siz de onla­
ra dokunmayın ız." "Kantur Oğul ları soyundan gelenler (Türk­
ler) Allah ' ı n ümmetime verdiği mal ı , mülkü ve saltanatı onla­
rın elleri nden çekip alacaklard ı r." "Ü m metimin bir kısm ı Dicle
kıyısı nda Basra ad ı verilen ovada yerleşecek ve çoğalacak­
lard ı r. Ahir zaman olduğunda, geniş yüzlü , küçük gözlü Kan­
tura Oğul ları gelip nehrin diğer bir yerine konaklayacaklar ve
bunun üzerine şehi r halkı n ı n bir kısm ı öküzlerinin peşine ta­
kı l ı p kı rlara kaçacak ve mahvolacaklard ı r, bir kısm ı canları n ı n
derdine düşüp dinlerinden döneceklerdir, bir kısmı d a e h i ve
evlad ı n ı arkaları na al ı p onlarla savaşacaklard ı r. İşte bu so­
nuncular şehitlik mertebesine ulaşacaklard ı r (Ebu Bekir'e gö-

249
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

re Hz. M uhammet'ten)." "Sizler çekik gözlü bir kavim (Tü rk­


ler) ile çarpışacaks ı n ız. Onlar sizi üç defa sürüp kovalaya­
caklar ve sonunda sizlere Arabistan Yarı madas ı ' nda yetişe­
cekler. Biri nci istilada onları n önünden kaçanlar ku rtulacaklar.
İ kinci istilada ise bazı ları kurtulacakt ı r. Üçüncü istilada ise on­
ları n kökü kesilecektir (Abdullah bin Bü reyde'nin babası ndan
rivayet) ." "Kuşkusuz, ü mmetimi üç defa, yüzleri geniş, çeh re­
leri sanki deriyle kaplanm ı ş kalkanlar gibi olan bir kavim kova­
layacak ve sonunda Arap Yarı madası'nda yetişeceklerdir. İş­
te onlar Türklerdir. Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin
ediyorum ki , onlar mutlaka atları n ı Müslümanları n mescitleri­
nin direklerine bağlayacaklard ı r." "Düşman diye bir şey yoktur
diyorsunuz. Ancak sizler, yayg ı n su ratl ı , küçük gözlü ve kızıl
saçl ı bir millet olan Yecüc ve Mecuclerle karş ı laşmay ı ncaya
kadar gerçek düşmanla savaşmam ış olacaks ı n ız. Bunlar gi­
derek çoğalan ve yüzleri dövülü kalkana benzeyen kişilerdir."
Geçerliliği tartışı lan bir diğer hadiste de "Tü rkler size iliş­
medikçe siz Türklere ilişmeyin ; çünkü sizi severlerse yerler,
sevmezlerse öldü rü rler." Böylece bizzat Hz. M uhammed ta­
rafı ndan Türkler Araplar için potansiyel tehlike olarak bildiril­
miştir.
Hatta Türklere dokunmay ı n ız, i lişmeyi niz şekl indeki hadis,
bizim ilim adamları m ı zca da büyük alim ve hadis yorumcusu
olarak tan ıtı lan , Arap Aliyyü'I Kari'n tarafı ndan şöyle yorum­
lanmaktad ı r: "Tü rkler'de i nsan l ı ğa has yum uşakl ı k ve çelebi
insanlara mahsus merhamet yoktur. Bel ki onlar başka bir tür
insan cinsidir. Onlara insan değil de nesnas (uzun kuyruklu
bir maymun) dense daha uygundur. Tü rkler Yecüc ve Mecüc4

4 Kur'an' ı n Kehf Suresi 93-99. ayetlerine göre, Peygamber Z ül karneyn, bozgun­


culuk yapan Yecüc ve Mecuc'a karş ı , kendisinden yard ı m d ileyen bir kavime
yard ı m eder ve demirden b i r kapıyla onları iki dağ ı n arası n a kapat ı r. Allah in­
sanlara merhamet etmiş ve insanları bu kavmin şerri nden koru muştur. Ancak

250
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

(Kur'an'a göre aşağ ı l ı k bir kavim) artı kları , on ları n kardeşleri


ve temsilcileri oldukları n ı söyleme, onları n ne menem i nsan­
lar oldukları n ı beyan için kafidir. Bununla birlikte h içbi r şeki lde
kuşku duyulmas ı n ki , onlar, son derece zararl ı ve fesat ehlidir­
ler. İslam ülkelerine ve Müslümanlara verdikleri zararı n had­
di hesab ı yoktur. Allah on ları n yüzlerini kıyamete kadar bize
göstermesin (Mirkatü'I Mefatih)."
Tüm bu korkulara karş ı n , talan ve mal edinme histerisi ,
Arapları Tü rklere sald ı rmaktan cayd ı ramad ı . Halife Ömer za­
man ı nda, zaman zaman küçük çapta sald ı rı lar gerçekleşse
de, Ceyhu n Nehri aşı l ı p Tü rk topraklarına girilmesine resm i
olarak izin verilmedi . Daha sonra Al i , Ayşe v e Muaviye ara­
sı ndaki sü rtüşme de böyle büyük çaplı bir harekete izin ver­
miyord u . Zaten işgal edilmiş yerlerde de başkald ı rı lar oluyor­
du. Gözdağ ı vermek içi n , Muaviye zaman ı nda, Horasan bü­
yük bir zulümle yeniden işgal edildi, bütü n tap ı naklar y ı k ı l d ı ve
50.000 kadar Arap ailesi buraya yerleşti rildi. İ pek Yolu üzeri n­
de olmas ı nedeniyle nehrin ötesi ndeki zenginlik, Arap talancı­
ları n ı n ağz ı n ı sulandı rıyor; ancak hadislerden gelen korkula­
rı n ı da atamıyorlard ı .
Türk yurdu işgal edilmeye başlan ıyor: Tü rk yu rdunu iş­
gal için ilk denemeler yapı lmaya başlan ı r. M uaviye'nin Ho­
rasan valisi U beydullah bin Ziyad , Buhara'yı (MS 637) kuşa­
t ı r yağma eder; güvence olarak Buhara emiresi Kı rbaç Ha­
tun'dan ald ı ğ ı 50-80 Türk asilzadesini başkald ı rd ı gerekçe­
siyle Medine'de bir dağda aç ve susuz b ı raktı rarak ölüme iter.

kıyamet vakti geli nce Allah bu seddi ortadan kal d ı rarak, onların dalgalar halinde
yayı lmas ı n a izin verecektir. Böylece Arap hadis yorumcular ı n ı n ve düşü n ü rle­
rin i n hemen hemen tümü (Taberi, Bagdadi , Bel h i , Beyzavi, Marvaz i , Nesefi,
N üveyri , İ bni'I Esir) hatta Tü rk yazar ve yorumcular (As ı m Efendi, Ahteri Mus­
tafa Efendi ) , Tü rkleri Yecüc ve Mecuc olarak görü r ve onları n , yani Tü rklerin
Araplara sald ı rmas ı n ı da kıyamet ilan eder.

25 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

M uaviye'nin ikinci Horasan valisi Halife Osman ' ı n oğlu Said,


Semerkant'a sefer yapar; yağmalar ve 30.000 Tü rk gencin i
e s i r alarak, köle pazarları nda satar. Daha sonra M uaviye'nin
oğl u Yezid'in valisi Sel i m bin Ziyad yen i bir saldı rıyla yağma­
yı gerçekleştirir ve her Arap bu yağmadan 2400 dirhem ga­
n imet al ı r.
Abdulmelik'in halife olmasıyla Tü rk yurdunun işgali resm i
devlet politikası na dönüşür ( M S 685) . Kabe'yi b i l e yakıp yı ka­
cak kadar kanl ı bir katil olan Haccac' ı (Arapça kan dökücü de­
mek) kendine yard ı mcı yapar ve onun komutası nda ilk olarak
kendi halkı n ı n bir kısm ı n ı (hatta Sünni olmayan M üslümanla­
rı) kı l ıçtan geçi rtir; Rumca, Farsça, Kı pti'ce vd . dillerin konu­
şulmas ı n ı yasaklar; devlet memurları n ı n M üslüman olma zo­
runluluğunu geti ri r ve daha sonra da işgallere başlamak için
onu I rak genel valisi olarak atar. Artı k yen i bir kanl ı döneme
g i rilmiştir.
Yaklaş ı k 40.000 kişilik bir orduyu , Sicistan' ı n Türk H ü küm­
darı Rutbil'in üzerine gönderi rse de, sonuç alamaz; Türk Hü­
kümdarı 'na s ı ğ ı nan kendi ordusunun komutanı Eşas' ı bin bir
vaatle al ı r ve baş ı n ı keserek Halife'ye gönderi r. "Savaş Hi­
ledir,'' diyen hadisin gereğini yaparak, yeni bir ordu ku rar ve
baş ı na Ebi Süfyan' ı geti rerek (MS 699) Tü rk yurtları na tek­
rar sald ı rıyı başlat ı r. Tam bir başarı elde edemezlerse de bir­
çok yeri işgal edip yağmalar; ganimetlerle ve çok sayıda kö­
leyle geri dönmeye başlarlar. Ancak kış bast ı rd ı ğ ı için , kölele­
rin üzerindeki elbiseleri al ı rlar ve çok sayıda Tü rk köle, Merv'e
geri dönünceye kadar soğuktan yok olur. Bu tarihte, Erzincan
ve Erzu rum'u Rumları n elinden al ı rlar (MS 699) .
Abdülmelik'in ölümüyle yerine geçen oğlu Velid (MS 705),
kardeşi Mesleme bin Abdülmelik'i Hazar toprakları n ı işgale
memur eder (MS 708) ; MS 7 1 4'e kadar öneml i işgaller olur;

252
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

ancak bu s ı rada İstanbul Araplar tarafı ndan işgal edilmeye


başlan ı nca, buradaki direnç kı rı l ı r ve istila edi len yerler ge­
ri veri l i r.
Halife, Tü rk Tarihi açısı ndan çok önem l i olan Kuteybe bin
Müslim'i Horasan valisi atar. Bu valiyle birlikte Türk yurd u , sa­
dece talan edilmeyle kal ı nmaz, artık kan l ı bir vahşetin eşli k et­
tiği sü reçte (MS 705 y ı l ı ndan son ra) kal ıcı bir şekilde sömü r­
geleştiril i r.
Kuteybe bin Müsl i m , askerlerini Merv'de toplar ve onlara
"Allah kendi dininin aziz olması için bu topraklan (Türk Ana­
yurdu'nu) size helal kıldı," der. İ l k olarak Baykent'e sald ı rı r,
yap ı lan antlaşmalara hile ile uymayarak, şehirdeki eli silah tu­
tan tüm i nsanları k ı l ı çtan geçi rir; yağma eder; kad ı n ları ve ço­
cukları köle diye (bunları n bir kısm ı n ı bizzat d ı ş ülkelerde ti­
caret yapan kendi ailelerine geri) satar ve en önemlisi artı k iş­
gal edi len yerlerde İslamlaştı rma için ne gereki rse yap ı lmaya
başlan ı r. Bunun için ilk olarak geçmişin miras ı n ı n yok edi lme­
si gerekird i . İşte Kuteybe bin M üsl i m , Zerdüş ve Budist i nan­
cı n ı n sembolleri ve belgeleri olan her şeyi, ona inanları n ı n ı n
gözü önünde yakar, yı kar. Hak dini ad ı na insan l ı ğ ı n tarih hazi­
nesi yok edil i r . . . Sadece alt ı n sembolleri n eriti lmesi ile 50.000
miskal alt ı n elde edi l i r. 250.000 miskal ağ ı rl ı ğ ı nda bir heykel
ise bu talanda yok edi l i r. Daha son ra Buhara'ya (MS 707) sal­
d ı rı r; şehri cesaretle koruyan her Tü rk askerinin baş ı na 1 00
dirhem koyarak, askerlerin i kışkı rtı r. Kural olarak herkes kı­
l ı çtan geçi ri l i r; ı rza geçme, işkence ve akla gelebilecek tüm
eziyetler yap ı l ı r; 50.000 kişi de köle olarak satı l ı r; ağ ı r verg i­
ler geti ri l i r; tüm tap ı naklar yerle bir edi l i r. Yı l ları n mal ve bilgi
biriki m i bir kalemde kutsal din ad ı na yok edi l i r. İslamlaştı rma
bütün zorbalığ ıyla uygulan ı r; her Tü rk evine denetim amacıy­
la bir Arap' ı n al ı n ması yükümlülüğe geti rilir ve bunları n verdi-

253
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ği rapora göre ağ ı r cezalar uygulan ı r. Cuma namazı zorunlu


hale getirilir ve ceza uygulan ı r; hatta namaz baş ı na iki dirhem
vermek suretiyle rüşvet de uygulan ı r. Namaza gelmek iste­
meyen, Zerdüşt Kuşanlar, şehri boşaltarak, şeh i r d ı ş ı nda ken­
dilerine 700 kadar ev yapt ı rı rlar. Bir cuma namazı ndan son ra
Sivas'taki gibi yap ı lan bir tahrikle, cemaat bu evlere sald ı rt ı l ı r;
içindekilerle birlikte yakt ı rı l ı r ve yıktı rı l ı r . . . Tarih tekrarlan ıyor . . .
Zaman içinde değişmesine izin verilmeyen düşüncelerin ayn ı
sonuçları doğurması kaç ı n ı lmazd ı r.
Buharal ı lar ve Türk Yurdu'ndaki hiçbir topluluk o güne ka­
dar dini bir baskıya uğramam ıştı ve kendi leri de başka dinden
herhangi bir topluluğa h içbir zaman baskı uygulamam ıştı . Dini
ve inancı için insanlara baskı yap ı lmas ı , gelenek ve görenek­
lerine ters düşmekteyd i . Bu duygu, kan ı nda Tü rk kan ı taş ıyan
her insan için bugüne kadar da böyle olmuştur. Bu nedenle la­
ikliğe geçebilmeyi başarm ış tek İslam ülkesi Tü rkiye olmuştu r.
Bu nedenle ülke içerisinde, laikliği içine sindirebilmiş olanlar
ve Tü rkiye'nin laikliğe geçmesine en önemli desteği verenler,
genellikle Tü rk töre ve geleneklerini yaşatanlar, bu cümleden
Aleviler, Bektaşiler ve Tü rkmenler olmuştur.
Bütün bunlara karş ı n , geçmişin bağnaz düşüncelerinden,
Arapları n yay ı l macı milliyetçiliğinin etkisinden kurtulamayan­
lar, bu katliamları ve bu kültü r yağmac ı l ı ğ ı n ı yapanları örgün
eğitiminde birer kah raman , birer ku rtarı c ı , Tü rk kasabı Kutey­
be'yi de büyük Müslüman Fatihi olarak tan ıtmaktan vazgeç­
memişlerdir.
Kuteybe bin Müslim, Talkan şehrine sald ı r ı r; h içbi r direniş­
le karş ı laşmamalarına karş ı n , ibret olsun diye şeh i r halkı n ı n
b i r kısm ı n ı kı l ıçtan geçi ri r; b i r kısm ı n ı d a şehre gelen yol bo­
yunca (24 km boyunca) ceviz ağaçları na ast ı rı r. Tü rk katl iam ı
insan l ı k ad ı na utanç vericidir. Daha son ra Şuman, Keş ve Ne-

254
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

set yakı l ı r y ı kı l ı r, yağmalan ı r, ı rza geçil i r, halkı kı l ı çtan geçiri­


lir. Bu arada "Kafirlere verilen söz İslam 'ı bağlamaz," kural ıy­
la, h içbi r antlaşmaya sad ı k kal ı n maz. Her verilen sözün arka­
sı ndan katliam gerçekleştiri lir. Hatta direnişi kald ı rması kay­
d ıyla dokunulmazl ı k sözü veri len Türk Hükü mdarı Tarhan' ı n
gözü önünde, i l k olarak iki oğl u , sonra 700 askeri derileri so­
yularak ve işkence edilerek öldürü l ü r ve hükümdarı n bizzat
kendisi Kuteybe bin Müslim tarafı ndan katledi l i r.
S ı ra Harzem'e gelmiştir. İ l k olarak şehrin asilzadelerini kat­
leder; daha sonra esi r ald ı ğ ı 4.000 esi ri öldürü r. En önemlisi
Türklerin en eski belgelerinin sakland ı ğ ı tüm arşivleri tama­
men yok eder, Harzemlilerin yazı dilini bilenleri ve gelenek gö­
reneklerini yaşatanları , ayrıcasız katleder; böylece Türk tarih i
i l e ilgili e n öneml i bilgileri tarihe gömer.
S ı ra Semerkant'a gelmiştir. Antlaşma yap ı l ması na karş ı n ,
İslam ' ı n geleneği yeri ne geti rilir v e yakma, yı kma, yağmalama
işlemi yine tamamlan ı r; ayrıca şehi rde üzerinde demi r bir ak­
sam bulunan ı n hemen kafası kesi lecek diye ferman çı karı l ı r
ve d ı şarıdan şehre girenlerin eline balçı k sürülerek ve ancak
bu balçı k ku ruyuncaya kadar şehi rde kalmaları na izin verilir.
Türk kasabı Kuteybe bin Müsl i m , yen i halife Süleyman bin
Abdülmelik'e karşı isyan ettiği için , bizzat kendi komutanları
tarafı ndan başı kesilerek cezası n ı bulur. Şimdi yazı lan Türkçe
kitaplar da bunu büyük bir kayıp olarak n iteler ( ! ) .
Yay ı l mac ı l ı ğ ı v e talan ı bizzat temel kitabı nda meşru gören
bir düşüncenin (Bakara- 1 93) , burada durmas ı beklenemez­
d i . Kendi düşüncesini ve inanc ı n ı savunanlar kafir ve isyancı
olarak tan ı m lanıyor; bunlara karş ı yapı lacak her türlü yapt ı rı m
(haraç al ı n ması ve katliam) d a mubah oluyordu.
Süleyman bin Abdülmelik, Yezid bin M ü helleb'i Horasan
val isi olarak atar. Yeni val i Dağ ıstan'a girer ve yine verilen sö-

255
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

zü u nutarak şehri tümüyle yağma eder, 1 4.000 kişinin baş ı n ı


uçu rtu r; Cürcan ı 'da ayn ı yolla ele geçirir v e geleneksel katlia­
mı yapar; 40.000 adam ı ilk etapta katleder, kalan insanları 24
km'lik yol boyunca ağaçlara asar. Ancak Yezid, Türklerin ka­
n ıyla ekmek yoğu rmaya ant içtiği içi n , bu şehri al ı rken 1 2.000
kişiyi elini kolunu bağlayarak Enderhiz vadisine sürer ve as­
kerlerine hücum emri vererek hepsini katleder. Bunları n ka­
nı bir dere ile değirmene u laştığı içi n , kanl ı suyla deği rmende
u n öğüttürür ve bu undan yaptı rd ı ğ ı ekmeği yiyerek, içtiği an­
dı yerine geti ri r. Bu katil sürüsü tarihimizde kah ramanlar ola­
rak anlatılmaya devam etmekte; sayg ı n l ı kları özel yetişti rilen
kişilerle sürdürülmektedir. Yezid bin Mehleb'in kafası , başkal­
d ı rd ı ğ ı içi n , daha son ra halife Yezid bin Abdülmelik tarafı ndan
kesti ril i r; tüm tan ı d ı kları ve akrabaları katledi l i r.
Halife Ömer i l , Tü rkleri M üslümanlaştı rman ı n yolunun şid­
detten geçmediğini düşünerek, onlara, "Müslü man olursa­
n ız, haraçtan ku rtu l u rsunuz ve yeni işgallerden de pay al ı r­
s ı n ı z," şekli nde yanaşmayı denedi; oldukça da başarı l ı oldu.
Ancak, zehi rletilerek öld ü rüldüğü içi n , bu yumuşak girişimi is­
tenen sonuca ulaşamad ı . Yine de Nu'man el Sahi l kom utas ı n ­
da gönderdiği ord u , Hazar Devleti'nde işgaller yapar. Tü rkler
tekrar bu toprakları geri al ı rlar. Müslüman l ı ğ ı n ortaya çı kma­
sı ndan 70 y ı l geçmesine karş ı n , şeh i rde ticaretle uğraşan bir­
kaç işbirlikçi Tü rk'ten başka, içtenlikle ve inan m ı ş Müslüman
olan sayısı çok azd ı r.
Halife Ömer l l 'den son ra, halife olan Yezid bin Abdülme­
l i k, ordusunu tekrar Hazar Tü rklerine sald ı rt ı r; ancak yenilir.
Cerah komutası nda yen i bir ordu daha kurdurarak tekrar Ha­
zarlara sald ı rt ı r ve "Ne bulursamz yağma edin ve kim direnir­
se öldürün," emrini veri r. Yerine geçen halife H işam sald ı rı ­
yı sürdürür; ancak başarı elde edemez. Mesleme denen yen i

256
BİLİM TOPLUM U N DA B İ LGİYİ KİM E NASI L VERM ELİ

bir komutan atar. Mesleme, Dahderan kalesindeki 1 000 kişi­


den 999'nu öldü rü r. Çünkü sı kışan kale komutan ı birini öld ü r­
meme kayd ıyla kaleyi teslim edeceğini açı klayı nca, teslimden
son ra, Mesleme, ben sadece birini öldürme şeklinde anlam ış­
tım diye Arap ku rnazl ı ğ ı n ı katliama dönüştürü r. MS 733'de
Mesleme yerine Mervan bin M uhammed vali liğe atan ı r. Mer­
van 1 50.000 kişilik bir orduyla Hazarları n üzerine sald ı r ı r ve
onları darmadağ ı n ı k eder; başşeh i rleri İtil'e girer. Mervan , Ha­
zarları n Müslüman olmaları kayd ıyla antlaşma yapabi leceği­
ni bildirir; Hazar kral ı Hakan kabul eder ve Hazarlar istemeye
istemeye Müslüman olurlar (MS 737) . Mervan , bunu fı rsat bi­
lerek Merv'e kadar tüm bölgeyi baskı alt ı na ald ı rı r; Kaş, H ı sni
Ham ri n , Ham r, Sermez, Fuma, Senda kalelerini çok defa hile
ve desise ile ele geçi rip, verdiği sözlere rağmen insanları n ı n
tümünü kı l ı çtan geçi ri r; malları n ı talan etti ri r. Mukan ve Key­
lan halkı n ı tümüyle katlettiri r.

Hazarları n kı l ı ç zoruyla Müslüman l ı ğ ı kabu l etmeleri uzun sür­


memiş; Abbasi ayaklanması n ı bastı rmak için Mervan' ı n uzak­
laşmas ı n ı fı rsat bilen Hazarlar (MS 740) , Müslüman l ı ğ ı be­
nimseyemedikleri içi n , yeni din arayışları da sürdüğü içi n , ya­
p ı lan araştı rmalar sonucunda (her üç dinin bilginlerini çağ ı rı p ,
dinlemek v e tartıştı rmak suretiyle) Yah udiliği kendi rızalarıy­
la resmi din olarak kabul ederler. Bu arada halife bile olmas ı ­
na (MS 744) karş ı n Mervan d a geleneksel İslam katl iam ı ndan
kurtulamaz; Abbasiler onu feci bir şekilde öldürü rler. Bu iç ça­
tışmadan dolayı Hazarlar MS 762 yı l ı na kadar Hazar toprak­
larında sakin bir şekilde yaşarlar. Daha sonra (MS 764-799)
Müslümanlara sald ı rı lar düzenlerler, Azerbaycan ile Ermenis­
tan' ı Araplara karş ı korurlar; hatta bir ara M usul'a kadar i ner­
ler. Arapları n yay ı l ı ş ı doğuda Hazarlar tarafı ndan böylece ön-

257
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

lenmiş olur. Sonunda Harun Reşid'in kumandan ı Yezid , Ha­


zarları geri püskü rtü r ve bu ndan son ra Hazarları n sald ı rı s ı na
pek rastlanmaz.
Hazarları n toptan Yahudi olmas ı , Yahudi sayıs ı n ı dünya­
da birden bi rkaç katına ç ı karı r ve en önemlisi Yah udiliği o gü­
ne kadar ku ral olarak İsrail oğullarına özgü bir din olmaktan
ç ı karır. Bu da bugün kurulmuş olan İsrail devletinin zemini­
ni hazı rlamakta önem li bir rol oynam ıştı r. Yahudiliği kabul et­
melerinin temel inde, belki , güneyde Müslüman l ı ğ ı n (Bağdat
Halifeliği'nin), batıda H ristiyanl ı ğ ı n (Doğu Roma İ mparatorlu­
ğu'nun) etkisinden ve onları n içinde özümlenmekten kurtul­
mak için doğal bir tepkiyd i . Hazarları n geldikleri temel inanç
g rubu Şamanizm'd i . Ancak Şamanizm'de yasal ve ruhsal ön­
derlik olmad ı ğ ı için , gerek H ristiyanl ı ktaki gerek Müslüman­
l ı ktaki gibi tartışmasız bir l iderlik sultas ı ku rmak mümkün ola­
mıyordu. Ayrıca Şamanizm ilkel yapısı ndan dolayı artı k geliş­
miş toplul ukları n ve devletlerin gereksinmesi n i karşı layam ı ­
yordu. Yeni b i r d i n e gereksinme vard ı ; ama bunun H ristiyanl ı k
ya d a Müslüman l ı k olmas ı , Hazar Devleti'nin egemenlik hak­
ları n ı tehlikeye düşürebilirdi. Bu nedenle her iki dine de temel
ol uştu rmuş, anal ı k yapmış, Yahudilik bu iş için biçilmiş kaftan­
d ı . Yüz yı ldan beri Bizans' ı n dinsel baskısı ndan ve daha son­
ra Arapları n Ön Asya'daki baskısı ndan kaçan büyük ya da kü­
çük Yahudi grupları n ı n , hemen hemen laik bir yönetim sergi­
leyen Hazar Devleti'nin içine yerleşmeleri ve oradaki Hazarla­
rı n bu gelenlerle yakın i lişki içerisine girmeleri de bu ben imse­
meyi kolaylaştı rm ı şt ı r. MS 740 y ı l ı nda önce Hazar Devleti bir
göçmenler cennetiydi ve devlet her çeşit ı rka ve baskıcı olma­
mak kayd ıyla her çeşit i nanca ya da dine sayg ı l ıyd ı .
Arap sald ı rı larıyla sars ı lan Hazar Devleti , M S 965 yı l ı nda
Rusları n sald ı rı larıyla iyice zayıflayacak ve en sonunda Cen-

258
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

giz Han' ı n sald ı rısıyla çökecek; en kötüsü de Alt ı norda Devle­


ti'nin başkentinin Hazar toprakları üzerinde kurulmas ıyla, ar­
tık kendini toparlama şans ı n ı yiti recektir. Tüm bu sald ı rı lar­
la Tü rk kökenli Yahudiler batıya doğru göç ederek, Macaris­
tan , Polonya, Al manya ve diğer Avrupa ülkelerine sürü klene­
cek ve son unda 13. Irk adl ı kitapta anlatıldığı gibi, İ ki nci Dün­
ya Savaş ı s ı ras ı nda, Hitler tarafı ndan Yahudiler ortadan kal­
d ı rı l ı rken , özünde, Tü rk soyundan gelen ; ancak Yah udiliği be­
nimsemiş ı rktaşları m ız yok edilecektir.
Daha doğuda Çinlilerden destek arayan Soğd (MS 720)
ve daha sonra Sulu (MS 726, 736) Araplara karşı ayaklan ı r.
Önemli başarı lar elde edilir. Bu arada halifeler ve val iler de­
ğişir; karş ı l ı kl ı katl iamlar devam eder. Sulu, en yakın arka­
daşı tarafı ndan öldürülünce Tü rkler bir daha toparlanamaz­
lar ve Araplarla iş birliğinin yolları n ı aramaya başlarlar. Arap­
lar da artık bunun şiddetle gerçekleşemeyeceğini anladı kla­
rı ndan daha yumuşak davranarak, kendi düşünce tarzları n ı
hatta din kisvesi altı nda mill iyetçilik politikaları n ı yaymayı uy­
gun görürler. Türkler için kimlik yiti rilmesi ve aşı nmas ı , bu uy­
gulama ile h ızlan ı r. Arapları n barışçı yoldan Türkleri özü mle­
me şansı artar.
Vali Nas ı r bin Seyyar, bu durumu değerlendirerek büyük
başarılar elde eder. Ancak yine de fetihten vazgeçmemiştir.
Bin bir desise ile Tü rk komutan ı Kur-çul'u öldürerek Türklerin
direncin i iyice kı rar. Vergi ve hoşgörü politikaları uygulamak
suretiyle Müslümanlaştı rmayı h ızland ı r ı r. Böylece Ahnef bin
Kays (MS 644) ile başlayan Türk Yurdu işgali , son Emevi va­
lisi Nas ı r bin Seyyar' ı n da öldürül mesi (MS 749) ile noktala­
n ı p ; egemenlik Abbasilere geçer.
Abbasilere destek sağlayan Farslar nedeniyle, ister iste­
mez İslam artı k Arap dini olmaktan çıkar ve daha evrensel bir

259
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

yap ı kazan ı r. Böylece, Müslüman l ı k ilk defa, ı rka ve ulusla­


ra bağ ı m l ı olmayan bir dine dönüşme süreci ne girer. Halbu­
ki Emevi ler, İslamiyet'i Arap Milliyetçiliğinin bir harcı ve loko­
motifi olarak görm üşlerdi. Bundan dolayı Emevileri suçlamak
da mümkün değildi. Çünkü bizzat Hz. M uhammed , bunu şöy­
le dile geti rmişti :
"Arap/art sevmek üç nedenle zorunludur: Çünkü ben bir
Arap'ım, Kur'an Arapça inmiştir, cennettekiler Arapça ko­
nuşur. Arap/art sevmeyen beni sevmiyor demektir; kim ki
Arap'tan hoşlanmaz ya da nefret eder, o mutlaka benden nef­
ret ediyor sayı/Jr. Arap/art sevmek iman sahibi olmak demek­
tir; onlardan nefret etmek imansız/Jk demektir. İnsan/Jğm en
mükemmel ve yüce o/am Araplardlf; Araplarm en yücesi Ku­
reyişlilerdir; Kureyişlilerin en yücesi de Beni Haşim kabilesi­
dir. Arap/art küçük görenler müşrik sayılmalidlf. Arap'm varlı­
ğı demek, İslamiyet'in var olması, yaşaması demektir."
İslam devleti ü retici ve kat ı l ı mcı bir yapıda olmad ı ğ ı ndan ,
talana yönelik olduğundan , gücü elinde bulunduran , talandan
(ganimetten) aslan pay ı n ı alıyordu. Bu nedenle iktidara u laş­
mak için kesintisiz m ücadele vard ı . Yine bu nedenle, İslam
tari h i , kan , desise, kin ve uyuşmazl ı kla yaz ı l m ı ştı r; Osmanl ı
d a bundan pay ı n ı alm ı şt ı r. B u kargaşal ı ğ ı Ali-M uaviye (Haşi­
mi-Emevi) sü rtüşmesi de iyice körüklemişti r.

1 .3. Abbasi lerin kıyımı


Haşimi soyundan gelmiş İbrahim'in azat edilmiş kölesi
(mevalisi) olan Ebu Müsl i m , Haşimi direnişini yü rütmek üze­
re Horasan'a atan ı r, iyi bir örgütçü olması neden iyle de kısa
zamanda güçlen ir, Emevi karş ıtları n ı bi rleşti ri r ve son Eme­
vi halifesi Mervan'a siyah bayrak açar. Mervan ' ı ve tüm Eme­
vi soyunu katleder. Ancak kurtulan tek bir kişi, İspanya'da ha-

260
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

l ifeliğini sürd ü rü r. Bu katliam mevaliler (azat edilmiş köleler)


tarafı ndan değ i l , bizzat Araplar tarafı ndan yü rütülür. Bu katli­
amda 200. 000 kişi öldürüldüğü; i nsanları n sokaklarda sürü k­
lendiği , etlerinin köpeklere yedirildiği, cesetler üzerinde sof­
ra kurularak yemek yenildiği, geçmişlerin kemikleri mezardan
ç ı karı larak yakı ldığı bilinmektedir. Horasan'da da bir gecede
1 7.000 asker uykuda iken öldürü l ü r. Bu kavga burada bitme­
di, her ikisi de Haşimi sülalesinden olmas ı na karş ı n , Hz. Ali
soyu ile amcası Abbas soyu arası nda çatışma sürd ü ; her de­
fası nda on binlerce insan yaşam ı n ı yiti rd i ; günümüzde, İ ran+
rak savaş ı na, Sivas, Çorum, Kah ramanmaraş olayları na ka­
dar uzand ı . H içbi r değer ölçüsü gelişmemişti. Abdullah'a kar­
şı büyük m ücadele vererek kendini halife yapan Ebu M üslim'i
dah i , halife Mansur, pusuya düşürerek öldürtm üştü . Bu dü­
şünceye, bu tarihe, bu davran ışa baş ı ndan beri sahip olan bir
toplumu, gelecekte en önemli m üttefik olarak görmek için hal­
kımızı sürekli yan ı ltan politikacı lara ithaf olunur . . .
M S 749'da Ebu'I Abbas, b i r desiseyle kendini hal ife i lan
edince, bu sefer de Ali soyu ile m ücadele başlar. Durumun
Peygamber sülalesiyle de değişmediğini gören Buhara ve Se­
merkant halkı ayaklan ı r. Ebu Müslim tarafı ndan gönderilen
kuwetler, bu şehi rleri yakar yıkar; i nsanları n bir kısm ı n ı katle­
der, bir kısm ı n ı da şehrin kap ı s ı na asarlar.
Tü rklerin bir kısmı batıda Arapları n baskısı altı nda bunal­
mış ve on larla m ücadele ederken, doğuda kalanları da Çin­
lilerle çatışmaktad ı r. Sonuçta batıdaki Tü rkler (Taşkent Tu­
dunu'nun Çinli lerce öldürülmesi nedeniyle) Müslümanlardan,
doğudaki Tü rkler (Arap yandaş ı Tibetli lerin Hint-Çi n ticaret
yolunu tehdit ettiği için) Çinlilerden yard ı m talep ederek her
iki ordunun Talas yak ı n ı nda (MS 75 1 ) karşı karşıya gelmesi­
ne ve 5 gün süren çok kanl ı bir savaş yap ı l mas ı na neden olur-

26 1
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

lar. Karluk Tü rklerinin fikir değiştirerek Çin ordusunu yandan


ve arkadan vurmas ı ile Ziyad komutası ndaki M üslüman ordu­
sunun kesin bir zafer kazanması sağlan ı r. Bu, Tü rkler için bir
dönü m noktas ı oluşu r ve Çin'in Tü rkler üzerindeki etkisi aza­
l ı r; Müslüman l ı ğ ı n Orta Asya'da h ızl ı bir şekilde yay ı l mas ı için
uygun zemin hazı rlanm ı ş olur. Bundan son ra birçok ayaklan­
ma olsa da, hemen hepsi kanl ı bir şeki lde bast ı rı l ı r.
Tü rklerin kı l ı ç zoruyla M üslüman olmaları kaç ı n ı lmaz ol­
muştur. Ancak kimlik savun ulması başka bir şekle girerek de­
vam edecektir. Bunun için ilk olarak, resm i İslam ideoloj isi­
ne, anti-Emevi lik akı m ları n ı geliştirmek suretiyle (Abbasilere
yard ı mcı olarak) , daha son ra resmi İslam ideolojisini devra­
lan Abbasilere karş ı Şiiliğe destek olarak, daha son ra baş­
ka direnme yol ları n ı deneyerek karşı koymaya çal ışı rlar. İs­
lam ' ı kabul ederek; ancak Arap milliyetçiliğini de bir anlamda
ret ederek yeni bir kimlik arayışına yönelirler. Hatta kendile­
rin i öldü ren, Abbasileri hilafete geti ren Ebu Müslim'i sırf res­
mi İslam ideolojisine karşı çıkm ı ş biri olduğu için kah raman­
laşt ı rm ı şlard ı r. Çünkü o bir mevaliydi (azat edilmiş köleydi) ve
resmi İslam tarafı ndan da katledilmişti . Bu nedenle Ebu Müs­
l i m bir sembol haline getirildi. Daha son ra Ebu Müslim'in kan ı ­
n ı temizleme bahanesiyle, resmi İslam ' ı n baskısı altında 1 00
binlerce i nsan (Şii ve Zerdüşt) beyaz bayrak altı nda toplana­
rak, siyah bayrakl ı Abbasilere başkald ı rı rlar. Başkald ı rı kan­
la bast ı rı l ı r. Ancak eylem durmaz, yine Buhara, Sogd ve hatta
Oğuzlar, beyaz bayrak altı nda toplanarak tekrar isyan eder­
ler; tekrar kan la bast ı rı l ı r ve MS 8 1 O yı l ı na kadar başkald ı rı lar
ve kan l ı bastı rmalar devam eder. Son uçta başta İ ran l ı ları n ve
diğer meval inin desteğiyle, ilk defa, Araplara rağmen bir hal i­
fe, Halife Me'mun, atan ı r ve bu mevalinin (azat edilmiş köle­
lerin) yönetime sızmas ı na zemin hazı rlar. Ancak bu gelişme-

262
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

ler dah i , Peygamberin tabiriyle, Arapları n en yücesi Kureyişli­


leri n , Kureyişlilerin en yücesi Haşimileri n yönetimde egemen
ve İslam' ı n resmi dilinin Arapça olması gerçeğini değiştireme­
mişti . Bütün bun lara karş ı , Türklerin sald ı rısı durmaz. Abba­
siler de bu sald ı rı lara karşı surlar yapmakla ve karakollar ku r­
makla yeti n i rler. Bu dönemde, Tü rk yurdundan Abbasi saray­
ları na zorla ya da haraç karş ı l ı ğ ı köle akı m ı sürer. İslamiyet'te
kölel ik kurumu var olduğu için ; ah laki açıdan herhangi bir zor­
lukla karş ı laş ı lmam ıştı . Türk köleler yap ı ları ndan ve yetişme
tarzı ndan dolayı , asker olarak kul lan ı lmaya daha uygundular.
Bu nedenle de zamanla İslam orduları n ı n içinde yer almaya
başlad ı lar; zamanla bu hizmet, ganimetten pay almasalar da­
h i , bir çeşit paralı askerliğe "Mevali Birliklerine' dönüştü rü ldü .
Tü rkleri n sayg ı n l ı ğ ı b u aşamadan sonra Araplar arası nda
artmaya başlad ı . Ancak, ganimet al madan men edi len , para
karş ı l ı ğ ı , bizzat kendi ı rkı ndaki i nsanları n düşüncelerini kan­
la bast ı ran , yen i toplulukları n köleleşti rilmesinde kullan ı lan in­
sanları n sayg ı n l ı ğ ı n ı n ne derece gerçekçi olduğunu, gerçek
Tü rk mill iyetçi lerinin değerlendirilmesine b ı rakmak gereki r . . .
Halifelerin Araplara güveni kalmam ıştı ; üstelik Araplar ol­
dukça zenginleştikleri için, savaşma isteklerini de yitirmişler­
d i . İslam ' ı n gereği tüm ku ralları n Allah tarafı ndan bel i rlendi­
ğine inan ı ld ı ğ ı içi n , çok seslilik yasaklanm ı ş ya da hoş görül­
memiş; bunun sonucu olarak da "Asn-Saadef' denen ilk dö­
nem de dah il talan , kan , desise, kin ve katliam hiç du rma­
m ı ştı . Dolayısıyla, yönetim , tek bir i nsan ı n çevresinde teok­
ratik ve diktatörlük şeklinde belirlenm iştir. Bu da fikrini söyle­
me özg ü rlüğüne sahip olamayan bir toplum yap ısı ortaya ç ı ­
kard ı ğ ı içi n , başkald ı rı ları sürekli kamçı lam ışt ı r. Toplumundan
korkan bir yönetimin yapacağ ı en doğru yaklaş ı m , kendi top­
lumundan olmayan bir koruma çemberi "Muhafız Birliği' kur-

263
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

mak olacaktı . Bunu da en iyi yapan , doğası gereği savaşma­


ya yatkı n , Tü rkler olacaktı . Öyle de oldu. Artı k Abbasilerin vu­
rucu ve koruyucu güçleri Tü rklerden ve kısmen diğer mevali­
lerden oluşmuştu. Osmanl ı 'da devşirmelerin su ltan ı koruma­
sı da bunun bir uzantısıd ı r. Sonuçta Halife Mu'tas ı m (MS 833-
842) çok gösterişli kıyafetleri olan , tamamen Türklerden oluş­
muş bir muhafız ordusu kurar. Türklerin etkinliği gittikçe artar
ve sonuçta halifelerin kimler olacağ ı n ı beli rleyecek bir düzeye
ulaş ı r. Me'mun'un resm i vel iahtı Abbas'a karşı Mu'tas ı m ı n ha­
l ife olmas ı nda Tü rk paral ı askerlerinin beli rleyici etkisi vard ı r.
Bununla da kalmaz, Arap halkı n ı n üzerinde baskı ku rmaya
başlarlar; hatta tecavüzlere yöneli rler. Bunun üzerine Mu'ta­
s ı m Samerra ad ı nda yeni bir şehir kurarak, orduyu (Tü rkleri)
oraya taşıtı r; kendisi de güvenliğini sağlamak için oraya yer­
leşir. Bu paral ı Tü rk askerlerinden (komutanları ndan) biri olan
Afşin , M ı s ı r'da başkald ı ran Kıptileri çok kanl ı bir şekilde ezer,
Bizans'a sefer yapar, Azerbaycan ve İ ran'da başlayan isyan­
ları yine çok kanl ı bir şekilde bast ı rı r; komünizmin öncülerin­
den sayı lan Babek'i n baş ı n ı halifeye geti ri r. Ancak yine bir
Tü rk komutan ı (azat edilmiş köle) olan i nak tarafı ndan "sün­
netsiz olmak ve boğulmuş hayvan eti yemek" suçlamasıyla,
halifenin emriyle, işkence yapı larak öldü rü l ü r. Daha son ra or­
du komutan ı ve val i olan İ nak da yine halifenin emriyle, işken­
ceyle öld ü rtülür (MS 849). Yerine geçen Tü rk komutan Vasıf,
halifenin oğlu Muntas ı r ile bi rleşerek (MS 86 1 ) saray yönetici­
si Tü rk al-Feth bin Hakan' ı , daha son ra bizzat M u ntas ı r' ı öldü­
rür. Ondan son ra halife olup bizzat ordusundan kaçarak Bağ­
dat'a s ı ğ ı nan halife M ustain , ondan son ra hal ife olan Mu'tez,
daha son ra halife olan Muhtedi hakaret, işkence ve insan l ı k
dışı davranı şlarla öldürülürler. İslamiyet'in i lan ı ndan 200 yıl­
dan daha fazla bir süre geçmiştir. Ancak hemen hemen hiç

264
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

kimse, gerek baştakiler olsun gerekse kom uta düzeyindekiler


olsun , eceliyle ölmemiştir. Huzur İ slam'dad ı r; adi l düzen bir
kere kurulmuştu r . . .
Halifeler, b u paral ı güruhu, yanları ndan uzaklaştı rmak için
val i olarak atamaya kalkışı rlar. Ancak bu sefer gittikleri yerler­
de isyan çı kararak, merkezden bağ ı msız hale geçmeye baş­
larlar. Örneği n , M ıs ı r'a atanan Dokuz Oğuzlardan köle Sama­
ra' n ı n oğlu Ahmet, bağ ı msız Tolunoğlu Devleti'ni (MS 868-
905) kurar. Bu devletin yıkılmas ı ndan sonra, yine Abbasile­
rin bu raya atad ı ğ ı Tü rk kökenli İğdiş, bağ ı msız "İğdişoğulları
Devleti'ni" kurar ve daha sonra Filistin ve Su riye'yi de s ı n ı rla­
rına katar. Bu devlet de Şii Fati milerin M ı s ı r' ı ele geçi rmesiy­
le y ı kı l ı r (MS 969).
Abbasilerin m uhafız birliği kom utan ı Aybey'in ayaklanması
ile (MS 1 250) M ı s ı r' da Memlük "Kölemen" devleti ku ruldu. Ay­
bey, karıs ı tarafı ndan öldürülünce, yerine Baybars geçti . Bu
s ı rada Moğollar Bağdat'taki Abbasi devletin i yıkı nca, Baybars
du rumdan yararlanarak, Hilafeti M ı s ı r'a ald ı ğ ı n ı ve Abbasiler­
den M u ntası ri'yi halife yaptığ ı n ı i lan eder. Memlukler Moğol­
larla savaşarak onları yenerler ve s ı n ı rları n ı Kayseri'ye kadar
genişletirler. Bunlar da yine köle olan Çerkez Memlukler tara­
fı ndan ortadan kald ı rı l ı rlar (MS 1 380) .
Sonunda İslamlaşan Selçuklu Anadolu'yu ele geçirir ve
onları n bir çeşit devam ı sayı lan Osman l ı , zaman ı n padişah ı
Yavuz Sultan Sel im, Hilafeti buradan İstanbul'a taş ı r . . . Buraya
gelmeden, bakal ı m Tü rkler, hangi yollardan geçtiler?

2. Türkleri n dini tarihi


İsrai l Oğulları n ı n Yahudiliği, Sasan ilerin v e Kü rtlerin Zerdüşt­
lüğü, Arapları n İslamiyet'i , Çinlileri n ve Hintli lerin Budizm'i gi­
bi, Tü rklerin de tarihsel , ekonomik, kültürel ve coğrafik koşul-

265
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

!arı n ı n şekil lendirdiği ve gelişti rdiği bir dinleri vard ı r. Bu din


"Şamanizm'dir. Roma İ mparatorl uğunu yı kan Hunlar, Çin İ m ­
paratorluğu Tangaları yıkan Tibetli Tufanlar, İslam Egemen­
liğini değişti ren Moğollar (Cengiz) , Tatarlar (Timur) , Bizans
egemenliğini yı kan Selçuklu-Osmanl ı ları n ataları acaba ne­
ye i nan ıyorlard ı ?
Bildiğimiz kadarıyla en eski Türklerde tan rılar sosyal züm­
releri simgelerdi. Aşi retin tanrı sal simgesi Ogan , batı n ları n
tanrısal simgesi Yersular'd ı . Batınlar nas ı l aşi retlerden doğar­
sa, Yersular da Oganları n oğullarıyd ı . Ancak her batı n ı n (ai­
lenin) Yersu'su Ogan'dan daha etkindi. Bu nedenle Ogan bir
barı ş i lah ı değildi. Yersular da kendi batı nları n ı bir çeşit sald ı r­
gan l ı ğa teşvik ederd i . Bugu han toplumunu dört orduya ayı r­
m ı ş ve bun ları n gökyüzü aynas ı ndan yansı ması sonucu , gök,
kızı l , ak ve kara hanlar diye tan rılar meydana gelmişti . Daha
son ra sosya (siyasi) bölünmeler artı kça tanrı sayısı nda da art­
malar gözlenmişti r. Her boyun bir koruyucu özel tan rısı " Cı­
vl' olmuştu . Boylar savaşmadan önce boyları n Cıvı ları n ı n sa­
vaşt ı ğ ı na inan ı l ı rd ı . Özünde bu Cıvı lar, Yersular ve Oganlar
flamaları na (bayrakları na) yans ıtılm ıştı . Türkler kendi din lerini
kendileri yaratm ıştı . Bu nedenle çok çeşitlilik vard ı r. Kimi Gü­
neş'e, kimi puta, ki m i s ı ğ ı ra, kimi ağaca, kimi taşa tapar; kimi­
si de hiçbir din bilmezdi. Tü rkleri bir birlik altı nda toplamak ço­
ğunlukla zordur. Kökenlerine yönelik açı klamaları n çoğu mi­
tolojiye dayan ı r.

2.1 . Şaman izm (Anahan Din)


Tü rk Tarihi'nde de göreceğimiz gibi , boylar 2-4-8-24 ola­
rak grupland ı rı l m ı şt ı r ve bunları n her birinin bir simgesel tan­
rısı vard ı r. Tan ı mlan m ı ş en ilkel Tü rk-Çi n d i n i , Avrupal ı ları n
Şamanizm dedikleri , 4' 1 ü sistem üzerine kurulmuş " Tsl' dini-

266
BİLİM TOPLU M U N DA Bİ LGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

dir. Ancak Tsi dini kural olarak özünde Çinli lere ait bir dindir ve
ana egemen din değildir. Şamanl ı k anahan (anaerkil) olmas ı ­
n a karş ı n , Tsi dininde babahan (babaerki llik) görü l ü r. Bu ne­
denle İlhan dini geliştiği zaman Tsi dini ile Şaman l ı k birbirine
yaklaşmaya başlam ışt ı r. Çünkü her ikisinde de (Tsi ve İ l han l ı k
Dini'nde) i nanlar kötü ve iyi diye iki g ruba ayrı l ı yordu. Halbuki
Şamanizm'de i nanca göre i nsanlar iyi ya da kötü diye g rupla­
ra ayrı l m ı yordu. Bu nedenle cennet ve cehenneme denk kav­
ram lar gel iştirilmemişti (bu şekildeki kavramlar ilk defa İ l han­
l ı k dininde ortaya ç ı km ıştı ) . Şaman l ı kta her yer (acun) ve her
şey (mana) kutsald ı r. İ nsan lar arası ndaki bağ , eşit kan kar­
deşliğine dayanıyordu. Farkl ı inanç ve ı rktakilerin ayn ı eşitli­
ğe u laşabilmesi için karş ı l ı kl ı kan ları n ı içmesi ya da karıştı r­
mas ı gelenekti .
Oğuz dininde dört tan rı , dört Yersu (bu sayı zaman içinde
değişiklik gösteri r) vard ı r. Çünkü Oğuz dört batı ndan (aşi ret­
ten) oluşmuştu. Her birinin farkl ı bir rengi, farkl ı bir totem i var­
d ı . Diğer boylarda daha fazla tan rı l ı k görülebilir. Her aşi ret bir
mevsimi kutsal saym ıştı . Tüm aşi retlerin totemi ise öküzd ü .
Dolayısıyla y ı l ortası nda d ö rt tan rıya birden öküz kurban edi­
l i rd i . Yersular aşi retleri ve aileleri koru rdu.
Şaman izm'de kutsal kitap ve tap ı nak yoktu. Merasimleri
(kutsal günler, ölüm, bayram günlerini) Tanrı ile il işkide bulun­
dukları na inan ı lan "Kant' (ya da Kaman) denen rahipler yü­
rütürd ü . Şaman sözcüğü kamandan ç ı km ı şt ı r. Erkek şaman­
lar kad ı n gibi saçları n ı uzat ı r, kad ı n elbisesi giyer, ince ses­
le konuşur, hatta değişik hayvanları doğurdukları n ı savunur­
lard ı . Çünkü Şaman l ı ğ ı n ilk döneminde kad ı nlar egemenliği
görü l ü r. Bu nedenle Şamanl ığa anahan dini de deni r. Savaş
s ı ras ı nda insan öldü rmenin meşru , bunun d ı ş ı ndaki öldü rme
olayları nda devletçe ceza verilmesi öngörülen bir düşüncen in

267
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

egemen olduğu bir toplum yapısı vard ı . İçkinin ku rallar içinde


içilmesi kayd ıyla serbest olduğu, erkek-kad ı n eşitliğinin tam
sağland ı ğ ı bir düzendi . Erkekler ve kad ı n lar birlikte yı kana­
cak kadar serbest olmaları na karş ı n , toplumda fuhuş hemen
hemen yoktu . Zina ağ ı r cezaya çarpt ı rı l ı rd ı . Şamanizm'in İs­
lam iyet' le değişmeyen tarafları Anadolu Aleviliği (Bektaşilik)
ile günümüze taş ı n m ı şt ı r. Arap şovenizmini bu topluma tar­
tışmasız egemen kı lamayanları n , Alevi kimliğini öne sürerek,
gerçek Tü rk Milliyetçiliğine saldı rmas ı n ı n kökünde, bu gerçek
yatar.

2.2. İl Dini
Zamanla, diğer dinler ve kültürlerle ilişkiye geçince, ana­
han dinindeki kad ı n egemenliği sars ı l maya başlad ı . Özellik­
le Çin'de kad ı n ve erkek ak ve kara diye i ki ayrı eşit ol mayan
tabakaya ayrı l ı yordu. Oğuzları n ulaştığı bu evrede ise bi rey­
ler sağ ve sol adları ile g ruplara ayrı l ı yordu. Kad ı n ve erkek
cinsleri sağ ve sol g ruplar içine sokulduğu için birbirinin eşit
tamamlayıcısı olarak kabul ediliyordu. İl (banş) Dini denen bu
dinde erkek ve kad ı n egemenliği eşitlenmişti. Aile ard ı ç ağacı ,
kad ı n çam ağacı , erkek de huş ağacı ile simgelenmişti . İ l Di­
ni'nde Şaman l ı ktan farkl ı olarak kara (günahkar) kişileri n gitti­
ği ya da otu rduğu bir Aşağı Gök, bir de ak kişilerin (babahan
yetkili hanları n) oturduğu bir Yukan Gök tan ı m lanm ı ştı .

2.3. İlhanlık Dini (Babahan Din)


Bundan son raki aşamada Şaman l ı k ve İ l Dini'nde inan ı ld ı ­
ğ ı g i b i evrende h e r şeyin eşitlikle değil zıtl ı kla oluştuğu inan­
cı gelişti . Bu zıtl ı ğ ı n düzenlenmesi için de ahlak kural ları ge­
reki rd i . Bunun için de sevap ve günah ı n saptanması zorunlu­
luk olmuştu . Böylece Altay Türklerine göre bir çocuk meyda­
na geli rken , Bayülken oğlu Yayık, süt gölünden bir damla süt

268
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LG İYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

alarak çocuğun ru hunu yaratı r ve yan ı ndaki meleklerden biri­


ni " Yuyucı.I' çocuğun sevapları n ı yazmak üzere ölünceye ka­
dar yan ı nda kalmak üzere onunla birlikte dünyaya gönderir;
bu melek insanları n sağ ı nda durur. Yeraltı nda siyah bir tahta
otu ran Erlik Han da çocuğun doğduğunu öğrenince, bir kör­
möz (şeytan-melek) göndererek, onun g ünahları n ı yazması ­
n ı emreder; bunun d a i nsanları n solunda durduğuna inan ı l ı r­
d ı . E rlik Han' ı n taht ı n ı n altı nda Kaztrgan denen , içinde katran
kaynayan kazanlar olan bir cehennem vard ı r. İ nsanlar ölün­
ce, Yuyucular ile Körmezlerin savunmas ı nda, günah ve se­
vap değerlendirilmesi yap ı l ı r. Günahkarlar, katran kazan ı n ı n
içine atı l ı r. Günah ı n ı n derecesine göre, katran kazan ı n ı n içi­
ne batar. G ünah ı bitince göğe yükselir. Bu cefan ı n daha ön­
ce bitmesi için daha önce gelen aile bireylerinin zorlamas ı da
söz kon usudur. Katran kazan ı ndan kişinin d ı şarıya ç ı karı l­
mas ı , saçları ndan tutularak çekilme şekli nde olduğu içi n , es­
ki Tü rkler başları n ı n tepesinde bir tutam saç b ı rakı rlard ı . Yu­
yucu , saçları ndan tutuğu ruh u , 3. Kat Gök'teki cennete, yan i
Ak'a geti ri r. Cennette, suyu çok tatl ı olan Süt Gölü ad ı nda bir
göl vard ı r; alt ı n kayı klar vard ı r . . . Bu dinde tan rı lar çok defa er­
kek şekli nde simgeleşti rilir. Yaln ı z Yakutları n Ayzıt (Afrodit­
le karşı laştı rı labilen) denen bir dişi tan rı ları vard ı r. Bu devi rde
erkek egemenliği başat duruma geçmiştir. Özellikle dem i ri n
yayg ı n olarak kul lan ı lmaya başlamas ı erkek egemenliğini ar­
t ı rm ı şt ı r. Bu nedenle her y ı l dem i r şölenleri düzenlenird i . De­
miri n ve babahan l ı ğ ı n topluma girmesiyle, egemen olma duy­
gu ları kışkı rtı ld ı . Dolayısıyla artı k bir ilin öbür i l üzerinde ege­
men olma arzusu artt ı . Toplumsal barış bozulmaya başlad ı .
Egemen olan i l ak, mahkum olanlar ise kara diye g ruplandı­
rı lmaya başland ı . Artı k eşitlik bozulmuş, sosyal s ı n ıfland ı rma
toplum yap ı s ı na girmişti . Gerçek devlet anlayışı da (tabii bu-

269
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

nunla ilgili olarak bir s ı n ıfın öbür s ı n ıf üzerine egemen olma,


zor kullanma, baskı alt ı na alma, kısıtlama da) bu gelişim ile
Türklerin yaşam ı na gi rmeye başlad ı . Ancak gerçek bir devlet
yapısı hala ol uşmam ı ştı ; han l ı k sistemi hala geçerliydi; bi rey­
lerin eşit silah l ı olduğu ve yönetime eşit olarak katıldığı bir sis­
tem varl ı ğ ı n ı sürdü rüyordu. Dolayısıyla astl ı k ve üstl ük yok­
tu . Tüm bu gelişmeleri n ortaya çı kmas ı nda, M üslüman l ı ğ ı n ,
H ristiyan l ı ğ ı n ve Yahudiliğin etkisi göz ard ı edilemez. Böyle­
ce, erkekleri ön plana alan diğer bir dinin kuralları n ı rahatl ı k­
la kabul edebilecek bir yap ıya ulaşm ışlard ı . İ l hanl ı k dininde,
artı k kötüleri n , düşmanları n ve yenikleri n gittiği, kendine öz­
gü siyah ışı nlar saçan bir güneşi olan bir Aşağı Gök (cehen­
nem) tan ı mlan m ı şt ı . Bu cehennem, Altay Türklerine göre ye­
di ya da dokuz kattı r.

2.4. İslamiyet'e geçiş


Göçebe düzeninden yerleşi k düzene geçmeye başlayan
Türkleri n , daha organize olmuş uygarl ı kları n da etkisiyle, Şa­
manizm'i yetersiz görerek, yeni din arayışları na girdiklerini
görmekteyiz. Şehirleşme deneyimine ilk olarak ad ı m atı lan
G üney Tü rkistan'da doğal olarak farkl ı dinlere kaymalar baş­
lam ış ve hoşgörüyle karşı lanan bir dinler mozaiği oluşmuştu .
İslamiyet'in haricinde hiçbir din silah zoruyla bu topluma gir­
mediği için toplumsal barı ş ı n bozulmas ı na da neden olma­
m ı ştı . Şamanizm'den köken alan birçok gelenek, görenek ve
al ışkan l ı k yaşatı l ı rken ; yeni dinlerin özellikleri de eklenmek
suretiyle çeşitliliği esas alan bir kültü r zenginliğine ulaş ı l m ış­
tı r. Bununla birlikte yer yer, Arapları n Allah'a, İsrai l Oğulları­
n ı n Yahova'ya s ı ğ ı nd ı ğ ı gibi, Tü rklerde de Yer ve Yeraltı tan­
rısı n ı n yans ı ra en büyük tanrı olan Gök Tann'ya hala s ı ğ ı n­
ma görülmekteydi .

2 70
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

Dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, o güne kadar günlük ge­


reksinmesi için sağa sola sald ı ran, hatta geçim yol u olarak
"yağmacı" olan bir toplum, artı k sald ı rı ları n ı kutsal bir nede­
ne dayand ı racak "yayı lmacı" yeni bir ideoloji ile karş ı laşm ı ştı .
Türkler de ü retici değil, tüketici toplum oldukları ndan , bu ideo­
lojiyi benimsemede bu aşamada zorlanmad ı lar. Çünkü Arap­
lar diğer m i lletlerin birikimlerini yağmalamayla zengin leşmiş­
lerd i . Bunun son ucunda da sanatsal ve kültü rel bazı atı l ı m lar
yapmaya başlam ışlard ı . Tü rkler bu ideolojiyi benimserken, o
güne kadar insan/an köle olarak kullanmayı hiç düşünmeyen
tarihsel ahlaklanm da bir tarafa atarak, kölelik ve cariyelik gi­
bi insam aşağılatan eylemleri kültürlerine soktular. Zamanla
Tü rklerin içinde kendine önem li yer bulmuş olan Budizm ve
Zerdüştlü k de bu baskıdan ku rtulamad ı . Daha önce Türklerin
önemli l iderlerinden Bilge Kağan Budist olmaya karar veri rse
de, veziri Tonyu ku k tarafı ndan , Budizm'de "savaş ı n ve hay­
van kesmenin" yasaklanması nedeniyle Türklere uygun düş­
meyeceği gerekçesiyle bu kararı ndan vazgeçirtilir. Sonuç ola­
rak, Tü rkler, özünde, inand ı kları için değil, arayış içerisinde
oldukları ve o güne kadar yağmaya yatkı n yaşam tarzları na
uygun düşmesi nedeniyle İslamiyet' i benimsedikleri anlaş ı l ı r.
Hatta Dokuz Oğuzları n (Uygurları n) başarısızl ı kları Budist ol­
maları na bağlanm ı şt ı r. Uygur Kağan ı Bugu Han , İ ran'da iş­
kenceyle öldürülen Mani'nin kurduğu Maniheizm (MS 3. yüz­
yıl) dinine girer (MS 762). Bu dinde "ağ ızdan kötü sözleri n ç ı k­
mas ı , elin kötü eylemlerde kullan ı l ması ve gönlün zararl ı şeh­
vet duyguları na kap ı l mas ı yasaklan m ı ştı r." Bizans'tan kovu­
lan Nastri mezhebi mensupları , ilk olarak Mezopotamya'ya
oradan da İ ran üzerinden Tü rkistan'a ve Çin'e kadar yay ı l ı rlar
(MS 8 . ve 9. yüzyıl) ve birçok Tü rk boyunun bu mezhebi kabul
etmesine neden olurlar. Daha sonra Avrupa'ya ve Balkanlara

271
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

yayı lan bazı Türkler de MS 9. yüzyı ldan başlayarak Ortodoks


H ristiyanl ı ğ ı n ı seçerler.
Biz İslamlaşma sürecine devam edeli m ! Emevi egemenliği
y ı kı l ı nca, Ebu M üslim gibi (Tü rk olduğu varsayı lan) yetenekli
bir i htilalcinin etkil i olduğu Abbasi egemenliği kurulmuş oldu.
Tü rkleri d ışlamay ı p içine almaya ve öneml i görevler vermeye
başlayan Abbasiler, Tü rklerin İslamlaşma yolunu da dolay­
l ı olarak açm ış oldular. Abbasi devrinde, Türk soyundan ger­
çek kişiliği olduğu bilenen (daha öncekilerinin birçok mitolo­
jiden etkilenmiş hayal ü rü n ü kahramanlar olma olas ı l ı ğ ı var)
Salu r bin Tak (Dağ oğl u Salur) , Ana Çanak Han ve lakab ıyla
Kara Han (Müslüman ad ı taş ı mad ı ğ ı için bu kara lakab ı veril­
m iştir) da denir, Müslüman l ı ğ ı kabul eden ilk Tü rk Han ı oldu
ve H icret'in 300. yı l ı nda (MS 9-1 0 yüzyı lda) , en az 2000 kişi
birden Müslüman l ı ğa geçti .

Bu toptan din değiştirmeden dolayı 'Terk- İman" dendi ve


bir rivayete göre zamanla bu yakıştlfma "Türkman"a dönüştü.
Türk anonim ismi de bu eylem ile ortaya çıkmış oldu.

Daha son ra Çanak Han' ı n yerine geçen M usa Han , çevresine


İslam bilginlerini toplayıp, cami , medrese, tekke ve zaviyeler
kurmaya başlad ı . Onun yerine de amcası Buğra Han Harun
bin Süleyman (MS 999) geçerek, MS 875'den itibaren Arap
İ mparatorluğu'nun doğusundaki topraklara egemen olan ve
Arapları n Tü rk politikas ı n ı yüklenerek, diğer Tü rklerin ülkesini
talan ederek tap ı nakları n ı y ı kan, kiliselerini (Nastu ri lerin) ca­
miye dönüştüren, çocukları n ı köle yapan İ ran l ı M üslüman Sa­
manileri yenerek başkentleri Buhara'yı ele geçi rdi ve Çin'den
Buhara'ya kadar ülkesinin s ı n ı rları n ı genişletti ve M üslüman­
l ı ğ ı egemen kıld ı . Böylece Tü rkler Maveraünnehir civarı na

272
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

ve İ ran şehi rlerine yerleşme olanağ ı n ı buldular. Artı k bundan


son raki aşama, beyleri n , ellerindeki gücü artı racak İslam ku­
ralları n ı benimseme ve elinde geniş olanaklar olan Arapları n
içine s ızma olacakt ı . Ondan sonra Ahmed Han Ebu Nasr bin
Ali , tahta geçti ve Müslüman olmayan Türklere savaşlar aç­
t ı . Böylece Türklerin Tü rkleri M üslümanlaştı rmaya zorlad ı kla­
rı bir dönem de başlam ış old u . Baskıyla ve zorla M üslüman
olmayan Tü rkler, tek tanrı l ı dinleri n , yöneticilere büyük etkin­
likler kazand ı rması nedeniyle, Tü rk Hanları n ı n güç kullanma
arzuları n ı kamçı layarak, " Truva Ati' gibi topluma gi rmeyi ba­
şarm ıştı . Artı k Türk kimliği Araplaşmaya başlam ış, hatta ı rk­
ları na ve Türk kültürüne özgü adları n ı dahi terk ederek, bi rkaç
cümle önce verilen Han adları gibi Arapça adlar topluma ege­
men old u . Çünkü iyi bir Müslüman ı n ad ı n ı n da Müslüman ad ı
olmas ı gerekiyord u . Böylece Teküdar, Ah met oldu . Bu gele­
nek bugüne kadar geldi. . .
Ancak Türk denen ı rklarda, göçebe ve step adam ı olma­
n ı n verdiği bir direnç vard ı . Dolayısıyla gelenek ve görenekle­
rini kolay kolay terk edemediler. Şamanizm'deki birçok gele­
nek göreneği ya aynen ya değiştirerek ya da bir kılıf bu larak
yeni yaşamlarına monte ettiler. Bunları n bir kısm ı dinle doğ­
rudan ilişki l i olmad ı ğ ı için bugüne kadar yaşat ı ld ı . Bu adetle­
rin birçoğu n u eski Tü rk-Moğol yaşam ı nda görmekteyiz. Ör­
neğin ağaçlara bez bağlama, mezarları ziyaret etme, taşla­
ra tapma (yağmur taşı bunun tipik bir örneğidir) , Güneş ve
Ay tutu lunca davul çalma ya da silah patlatma, ölünün k ı rkı­
n ı kutlama, cin çarpması na karş ı çeşitli önlemler alma, tezek­
le romatizma iyileşti rme, düğünlerde derneklerde halka hali­
ne gelip halay çekme, Müslümanca işlerden sayı lmas ı na kar­
ş ı n , Şaman geleneğidir. Hatta Tü rkçe dilinde yaz ı l m ı ş en ge­
niş din propaganda kitapları olan Ahmediye ve Muhammedi-

273
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ye de ruh ları n , melekleri n ve Allah ' ı n arası ndaki i lişkiler Şa­


manizm'in inanç ve tan ı m ları ile süslenmiştir. Ancak ataları na
tapmayı gelenek edinmiş böyle bir toplumun en büyük atas ı
olarak kabul edilen Oğuz Han ' ı n , babas ı dinsiz olmas ı na kar­
ş ı n , anası ndan , Tanrı ' n ı n birliğini sözlü olarak şahadet geti re­
rek "Müvahhid' doğduğunu "İslam İ l i mcileri" yaymaya başla­
d ı lar. Böylece Müslüman sayg ı n bir atadan gelen soy, neden
M üslüman olmayacakm ış?

2.4. 1 . İlk Müslüman Türk Devleti " Karahanl ılar" : Böyle­


ce tarihte ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanl ı lar ku ruldu .
Yaklaş ı k MS 650 y ı l ları nda başlayan ilk akı nlar ve MS 700' 1er­
de başlayan işgal ve sömürgeleştirme çabaları son ucunu ver­
miş, Halife el-Kaim bi-Emril lah' ı n Selçukl u H ü kü mdarı Tuğrul
Bey'e taç giydirip, iktidarı n ı onaylayacağ ı MS 1 058 y ı l ı na ka­
dar bu süreç devam etmişti .
Ancak egemen s ı n ıf Sünni, halk kesimi Alevi eğilimli oldu­
ğu içi n , sü rtüşmeler devam ediyordu. Bu tarihten 450 sene
son ra Yavuz Sultan Selim'in, resmi İslam ideoloj isi Sünni liği
bir türlü kabul etmeyen Alevi kesimini kanl ı bir şekilde tasfi­
ye etmesine kadar da böyle sürmüştür. Karahanl ı ları n ortaya
çıkışları ve zihniyetleri de bilinmesi gereken h ususlardan biri­
dir. Daha önce değindiğimiz gibi Çinlilerin M üslü manlara karş ı
savaşı nda, başlangıçta Çinlilerin yan ı nda savaşa giren, daha
son ra ise savaşta onları ve Çinlileri n müttefiki Tü rgişleri arka­
dan vu rarak yenilmelerine neden olan Karluk Tü rkleri , Tü rgiş­
leri n toprakları nda kendi devletlerinin temellerini attı lar. Uy­
gurlarla ve K ı rg ızlarla savaşları olduysa da, Halife Me'mun'un
MS 9. yüzyı lda desteklemesiyle güçlerini artı rd ı lar. Bu sı rada
batıda Saman i Devleti'nin güçlenmesiyle Karl uklar ile Sama­
niler MS 1 O. yüzyı lda komşu oldular. Birçok hile ve desise ile

274
BİLİM TOPLUM U N DA B İ LGİYİ KİM E NAS I L VERM ELİ

henüz Müslüman olmayan amcası Oğulcak' ı öldüren Saltuk


Buğra Han, sultan olur ve i htirasına meşru zemin haz ı rlad ı ğ ı ­
n ı gördüğü İslamiyet'i hem kabul eder hem d e yayıl mas ı için
zorbal ı ğ ı n her çeşidini yapar. Bununla birlikte MS 1 1 . yüzyı lda
dahi Karahanl ı ları n Müslümanlaşması tamamlanamaz. Çün­
kü İslam felsefesi çok daha organize bir devlet yapısı kazan­
d ı rması na karş ı n , toplumun gelenek-göreneklerinin i nsanc ı l
duygularına yeterince cevap veremiyordu. Bu devlette ege­
men s ı n ıf (yöneticiler) Sünniliği , halk tabakası ise Şiiliği seç­
mişti . Saltuk Buğra Han , hem kendi ülkesindeki Alevileri (Şi­
ileri ! ) baskı alt ı na almış hem de komşu ülkelerdekilerine ya­
p ı lan baskı ları desteklemişti . Bununla da yeti nmemiş, geçmiş
kültü rlerle ait tüm belge ve kan ıtları ortadan kald ı rm ı şt ı . Bir­
çok savaştan son ra MS 999 yı l ı nda Karahanl ı lar, Samanoğ­
lu Devleti'ni y ı kar ve başkentleri Buhara'yı al ı rlar. Bu s ı rada
Gazneliler de Horasan'ı ele geçi rirler. Karahan l ı lar da Selçuk­
lu Sultan ı Alparslan' ı n saldı rı ları ve oğlu Melik Şah' ı n son dar­
besiyle (MS 1 089) tarihe karışı rlar. İslamiyet'ten sonra Kar­
luklar, Karahan l ı lar, Gazneliler ve birçok boy artık birbirleriyle
boğaz boğazad ı r. Tarihsel barış bozulm uştur. Oğuzlar, bu s ı ­
rada bağ ı msız bir topluluk olarak, bir o yanda bir bu yanda yer
alarak, tarih içerisi nde ilerlemelerine devam ederler.

2.4.2. Gaznel iler: Oğuzlara geçmeden önce, Gaznelilerin


tari h içendeki rolüne de kısaca bir bakmak gereki r. Samanoğ­
luları n ı n m uhafız kıtas ı nda, sat ı n al ı n m ı ş kölelerden Alp Te­
kin adl ı bir Türk, yeteneği sayesinde ilk olarak hassa komuta­
nı olur ve daha son ra başkald ı rd ı ğ ı için Samanoğlu hükü mda­
rı tarafı ndan Horasan'a vali olarak atan ı r (MS 950) . Alp Teki n ,
burada d a rahat durmaz, yeni başa geçmiş Samanoğl u hü­
kümdarı N uh'a iti raz ederek, Gazne şehrini ele geçi ri r ve bu-

275
PROF. DR. ALİ DEM İ RSOY

rada kendi devletin i , yani Gazneli Devleti'ni kurar. Daha son ra


H i nt hükümdarı n ı n isyanı üzerine tekrar Samanoğlu devleti­
nin emri altına girer. Sonunda, MS 978'de yine bir köle-komu­
tan olan Sebük Tekin iktidara el koyarak Gaznelilerin yüksel­
me sürecin i başlatı r. H i ndistan da dahi l birçok ülkeyi ele geçi­
rir. Sebük Tekin'in ölümünden (MS 997) son ra birçok karga­
şa yaşan ı r. Sonuçta Karahanl ı ları n Samanoğulları n ı yı kma­
s ı n ı fı rsat bilen Mahmut, Horasan'ı al ı r, daha son ra ekono­
mik durumunu düzeltmek için İ ndus Vadisi'ne sald ı rı r ve ta­
p ı nakları yağmalayarak bi rçok ganimet ele geçi ri r; ayrıca Ku­
zey Batı Hindistan'daki birçok halkın Müslüman olmas ı n ı sağ­
lar. Abbasi Şii H ilafetin i , Sünni yapabilmek içi n , bölgedeki Şi­
ileri yok etmeye başlar ve bu arada Karahan l ı lara da saldı ra­
rak birçok bölgeyi ele geçi rir; Ray şehrindeki çok değerli eser­
leri içeren Şii kütüphanesini yakt ı rı r. Gazneliler, özünde, Tü rk­
lükleri unutturulmuş kölelerden oluşan , yağmacı ve talancı bir
orduya sahip, hükümranları Türk; ancak halkı Tü rk olmayan
bir devletti. Gazneli Mahmut ve oğlu Mesut döneminde, Tü rk­
çe tamamen u nutturuldu. Tü rk kökenli bu i nsanları n resmi di­
l i Farsça oldu ve böylece İ ran kültü rünün ve etkinliğinin bu­
güne kadar doğuya doğru yayılması na zemi n haz ı rlad ı . Dev­
letin geli rleri talana dayand ı ğ ı ve büyüyen ordunun gereksin­
mesi ni Hindistan'dan talan edi len alt ı n ve gümüşler artık kar­
ş ı layamad ı ğ ı içi n , bu sefer halkına eziyet etmeye ve ağ ı r ver­
giler salmaya başlarlar. Özellikle Horasan'daki halkı korkunç
bir şekilde ezerler. Bu sı rada da kuzeyden Oğuzlar dalgalar
hali nde Horasan'a saldı rmaya başlar. Horasan halkı iki ateş
arası nda kal ı r. Bir tercih yapmak zorunda kal ı rlar. Selçuk bo­
yu çevresinde toplanan Oğuzlarla anlaşarak, Gaznelilere kar­
şı Oandanakan'da yaptı kları savaşta, bu devleti tarihe gömer­
ler. Bir Türk-İslam devleti , böylece diğer Tü rk- İslam devleti-

276
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

ni tarih sayfası ndan silmişti . Artı k tarih sahnesine Selçuklu­


lar çıkıyordu.
Zorba bir din anlayışı egemen olunca, parçalanma ve bö­
lünme de kaç ı n ı l maz oldu. Emevilerin y ı k ı l ı ş ı ndan son ra, Ho­
rasan'dan Anadol u'ya kadar süren Türk Tarih i serüveni nde
çok çeşitl i fikir ayrı l ı kları ve buna bağ l ı olarak tarikatlar oluştu .
Ebu Müslüm'den Hasan Sabah'a, Mansur'dan Şeyh Bed ret­
tin'e, Selçuklu saltanat ı n ı yıkan Bahai'lere, daha son ra Ana­
dolu'da birliği ku rmaya çal ışan Aşı k Beşeler'e ve Osmanl ı İ m ­
paratorluğunu kuran Bektaşi v e Ahi lere, ayrıca Mevlevilere,
Rufailere, Yunus Emrelere, Süleyman Çelebilere kadar tüm
bu hareketleri n altı nda Tü rkl üğün (Şamanizm'in) bilinç alt ı n ­
daki İslam'a direnişi yatar.
Özünde Tü rklerin coğrafi k konumu böyle bir yönlendirme­
ye başka bir nedenle yatkınd ı . Nas ı l ki Araplar M ı s ı r-Mezopo­
tamya kültürleri arası nda bir aracı görevi yap ı p , bu i ki kültürün
ilkelerini al ı p yen i bir sentez yarattı larsa, Türkler de Uzak Do­
ğu medeniyetleri ile Yakın Doğu medeniyetleri arası nda İ pek
Yol u arac ı l ı ğ ıyla mekik dokudular. Araplar ve İsrail oğul ları ,
nas ı l daha önceki kültü rlerin gelenek, görenek ve efsanelerini
sanki kendilerininmiş gibi sundularsa; Türkler de mitoloji lerin­
de ayn ı yol u izlediler. Örneğin, antik Sümer'de bir fani tarafın­
dan yaz ı l d ı ğ ı yazıtlarla kesinleşen Tufan (ve keza Adem) Ef­
sanesi nas ı l ki Tevrat, İnci/ ve Kur'an'da Tan rısal ya da u h re­
vi bir kimliğe büründürülmüşse, ayn ı toplumlarla temas eden
Türkler de ayn ı efsaneyi başka türlü uyarlam ışlard ı .
Yayık (Tufan) olacağmı ilkin demir boynuzlu Gök Teke
(Temrü Müüstü Kök Teke) öğrendi ve 7 gün dünyayı dolaş­
tı. Bağırdı. 7 gün deprem oldu, 7 gün dağlar ateş püskürdü, 7
gün yağmur yağdı, yedi gün fırtma oldu ve dolu yağdı, 7 gün
kar yağdı. 7 aziz kardeş (Erlik, Ülgen . . .) gemi yaptılar (gemi

277
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

Yal Mönkü ya da Kosagaç'a yakm /yık Dağı 'nda hala durur­


muş). Her cins hayvandan bir çift aldılar. Tufan bitti. Ülgen ge­
miden bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı, o da gel­
medi. Karga (kuskus) salmdı, leşe daldı. 7 kardeş gemiden
çıktılar. Ülgen, Nom 'dan aldığı güçle insan yaratmaya giriş­
ti. Altm fincan içinde kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu çiçe­
ğin bir parçasmı çalıp yine bir insan yarattı. Bu öykü böyle de­
vam eder. . .
Biz geriye dönerek tekrar tarih yolundaki serüvenim ize de­
vam edeli m . Gelinen bu zaman kesitinde, Arap ve Acem top­
lumları , çekişme, desise ve fitne ile içten içe çökm üştü . Ama
bir taraftan da özellikle Arapları n talandan kazandı kları biri­
kim ile ulaştı kları bir kültü rel düzeyleri , beli rg i n bir teknolojik
üstünlükleri vard ı r. Tü rkler ise göçebe toplumdan yerleşik dü­
zene geçiyorlard ı . Modeli, kendileri gibi göçebe olup da daha
önce yerleşik düzene geçen Araplardan almaları kaç ı n ı l maz
ol uyordu. Çünkü daha önce yerleşi k düzene geçmiş H ristiyan
ve Yah udi toplulukları , Arapları n kama gibi araya gi rmesiy­
le, Tü rk toplulukları ndan mekan olarak uzaklaşm ıştı . Madde­
ten doğrudan bir temas zorlaşm ıştı . Doğrudan temasları olan
Acemler ise bizzat Araplar tarafı ndan tah rip edilmişti . Başka
seçenek yoktu . . .
İslamlaşman ı n e n önemli etkilerinden biri d e Türk toplumu­
n u bir arada tutan kan bağ ı n ı n çözülmesi oldu. Bu değişim as­
l ı nda ilk defa Türklerde görülen bir gelişme değildi. Hz. Mu­
hammed'in peygamberliğini ilan etmesi nden önce, birkaç Ya­
hudi'nin d ı ş ı nda herkes kan kardeşiyd i . Herkes kabile içinde
kan kardeşiydi ve eski Tü rklerde olduğu gibi yabancı bir ka­
bi ledekiyle de kan ları n ı içmek suretiyle kan kardeşi olabi liyor­
lard ı . Medine'ye h icret olunca göçenlerle (muhaci rler) , Medi­
ne yerli leri (Ensarlar) dayan ışma içine g i rdi ler. Bu, kan kar-

278
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

deşliğinin d ı ş ı ndaki bir dayan ışmayd ı . Bu arada Bedir Savaşı


kan kardeşliğine son darbeyi vurdu. Çünkü bu savaşta oğullar
babaları n ı öldürmüştü . Geleneksel kan kardeşliği bozul m uş­
tu . Artı k M üslüman l ı k ad ı altındaki kardeşlik kavram ı Arap
toplumuna girmişti .
Ayn ı olay, kansız bir şeki lde Tü rk toplumları nda da görül­
dü. Her ikisinde de kan kardeşliği yasas ı n ı n yeri n i , Kur'an' ı n
ilkeleri al m ı ştı .
O güne kadar han ya da bey olarak bilinen şefler, Selçuk­
luları n sahneye çıkış ıyla birlikte sultanl ı ğa ve padişahlığa dö­
nüştü .
Selçu klular Oğuz Kan federasyonunun sol kanad ı ndan 3.
Dingiz kabilesinin Kı n ı k Kan' ı na bağ l ı bir boydur. Söylence­
ye göre, bu boydan Beygur adl ı bey ilk defa Müslüman olur
ve padişah unvan ı n ı al ı r. Bu padişah Dakak adl ı birini Tü rk­
lere karş ı savaşt ı rı r. Dakak ölürken Selçu k adl ı oğlunu padi­
şah b ı rakı r. Selçuk Padişah 1 07 yıl yaşar ve M üslüman ol ma­
yan birçok Tü rk'ü yok eder. Kendisi M üslüman olduğu için ,
çocukları na Müslüman adlar koyar: Arslan , İsrail , M i kail . M i ­
kai l'in i k i oğlu olur. Selçukl ular (Al'i Selçukkiye) bu çocuklar­
dan Ebu Talip Mehmet Tuğrul Bey'den gelenlerdir. Bu döne­
me kadar hükümran l ı k kural olarak babadan oğula geçmiyor­
du. Bu aşamadan sonra, yani Selçukluları n hükümran l ı ğ ı n­
dan sonra (MS 1 085) hükümran l ı k babadan oğula geçmeye
başlad ı ve Cumhuriyet Tü rkiye'sine kadar da öyle devam et­
ti . Su ltan Yavuz'dan son ra da bu u nvanlara bir de Halife un­
van ı eklend i .
İslamiyet'i n kan kardeşl iğinin ötesinde etki ettiği diğer b i r
husus daha vard ı r. Buna d a kısaca deği nmek gerekir. Bu et­
ki , toprak düzeni ndeki değişikliktir.
Anadol u'ya göç oluncaya kadar, Selçuklular, göçebe ya-

279
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

şam ı ndan büyük ölçüde ku rtulamad ı kları için , ele geçirdikle­


ri toprakları , en ilkel yöntem olan serbest hayvancı l ı kta kulla­
n ı yorlard ı . Tarı m düzenine geçilememişti . Dolayısıyla bunun
için gerekli yasal düzenlenmeler de gelişti rilememişti . Bu ne­
denle din ilmiyle birlikte toprak düzeni de Tü rklerin yaşam ı na
gi rmeye başlam ı ştı . İslam toprak düzeninin yasaları , özünde
Bizans'tan, Bizans da Roma'dan köken alm ı şt ı . Ancak Arap­
lar bunu kent yaşam ıyla bağdaşt ı rı rken , yen i durum larda yo­
rum içi n , altı önemli kurala bağlamayı da ihmal etmediler.
Bunlar kendi içerisinde etkinlik s ı rası na göre şöyle dizilmiş­
ti. Kur'an, Sünnet, Medine gelenek-göreneğ i , Hadis, İstı lan
(toplum yararına olmayan hadislerin düzeltil mesi), İcmal (Me­
dine doktorları n ı n oy birliğiyle aldı kları kararlar) . Bunları n ye­
tersiz olduğu yerde kıyas (analoji) ve istihsan (düzeltme, iyi­
leşti rme, güzelleştirme) yap ı labilirdi. İçtihat ise, zorda kal ı n d ı ­
ğ ı nda, yen i ku ral ü retmenin yoluydu.
Geniş olarak yay ı l m ı ş İslam dininde, her bölgenin koşulları
farkl ı olacağ ı ndan , bütün bu kuralları n farkl ı şekilde yorumlan­
ması kaç ı n ı lmaz olacakt ı . Bu da mezhepleri (tutulacak yolu)
ol uşturdu. Maliki, Medine doktorları n ı n oybirliğiyle ald ı ğ ı ka­
rarlardan başkası n ı tan ı m ıyordu. Hanbeli, hadislerden başka
hukuk kaynağ ı tan ı m ıyordu. Şafi, İcma'yı tan ı yor; Kıyas ve İs­
tihsan'a g üven miyordu. Türklerin büyü k bir kısm ı n ı n dahi l ol­
duğu, Hanefiliğin kurucusu, Acem kökenli Hanefi ise, yukarı­
da bahsedilen her türlü yoruma açı k olunmal ı d ı r diyordu.
Osman l ı lar, Selçuklu ilim adamlarıyla işe başlad ı lar. O gü­
ne kadar elde edilen bilgi ve deneyim i , Bizans' ı n koşul ları nda
olgunlaşt ı rd ı lar. Ancak, geleneksel gani met kavram ı n ı da bı­
rakamad ı lar. İ m paratorluğa dönüşünce, toprak yasaları n ı ge­
liştirmek zorunda kaldı lar.
Dine davet edilenler, bu teklifi kabu l etmeyince, kendilerine

280
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

cihat açı labiliyordu ve bu savaşa kat ı l mak da her Müslüman'a


farz oluyord u . Elde edi len topraklar fatihler arası nda paylaştı ­
rı l ı yordu (zorla al ı nan topraklarda) y a d a eski sahibine b ı rakı­
larak (barışla ele geçi ri lmiş topraklarda) haraç al ı n ıyord u . Kişi
baş ı na da cizye (baş vergisi) al ı n ı rd ı . Diğer mallar da ganimet
olu rdu. Bu malları n da ilk Müslüman l ı kta hepsi, daha son ra da
1 /S'i devletin , diğerleri savaşan ları n olurdu. Bu 1 /S'den Allah
ve Peygamber' den başka, yetimler, yolcular ve faki rler de pay
al ı rd ı . Allah gökte olduğu ve Peygamber de öldüğü içi n , Ma­
liki'ye göre, bu payı imamlara (hükü mdarlara) , Ebu Hanefi'ye
göre yeti m , fakir ve yolculara verilmeliydi . Savaşa katı lanlara
ise, Maliki'ye göre, atl ı lara 3, yayalara 1 ; Hanefi'ye göre, atl ı ­
lara 2 , yayalara 1 pay verilmeliyd i .
Bütün bu anlatı lanlardan anlaş ı l d ı ğ ı kadarıyla, Tü rkler,
inançları n ı kanalize edecek dine Şamanizm'le başlam ış, da­
ha son ra bir kısm ı kendi rızalarıyla ya da çeşitli kültü rel ilişkiler
içinde Müslüman l ı k hariç başka dinleri kabul etmişlerdir. Kı­
l ı ç zoruyla kabu l ettikleri tek din Müslüman l ı k olmuştur. O gü­
ne kadar hiç silah kul lanmayan ve kendi içi nde barışa, sayg ı ­
ya dayalı diğer dinler d e b.u devlet dininin kıl ıcı ndan nasiple­
rin i ald ı lar. O güne kadar, H ristiyanl ı k hariç, birbirlerinin tap ı ­
nakları na, sembolik d i n i simgelerine sayg ı l ı olan dinler, bu ta­
p ı nakları yağma eden , içerisindeki değerleri ganimet ad ı alt ı n ­
d a paraya tahvil eden , Allah ad ı na yakıp yıkan, insanları kö­
leleşti ren bir zihniyetle karış ı l ı ştı lar. O nedenle batıda Ameri­
kan yerlileri ayn ı nedenle H ristiyanl ığa, doğuda bizim de da­
hil olduğumuz kavimler, en azı ndan başlangıçta Müslü man­
l ı k ad ı na Arap Mill iyetçiliğine kan ları pahas ı na direndiler. Böy­
lece "her i nanç sayg ıdeğerdir" yerine "yaln ı z benim inanc ı m
sayg ıdeğerdir'' felsefesi egemen olmuş v e bunun doğal sonu­
cu olarak da batıda H ristiyanl ı k, doğuda Müslüman l ı k ad ı na

28 1
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

tarih kana boyanm ı ştı r. Bu nedenle de Tü rkler kendi demok­


ratik anlayışları n ı gelişti rme şans ı n ı , daha i l kel bir basamak­
ta iken bu yolla yiti rmiş, Müslüman l ı ğ ı n güdümüne girmişler­
dir. Budizm , Zerdüştlük, Manheizm , H ristiyanl ı k, bel i rli ölçüde
Yahudilik ve Şaman izm , bu topraklarda hemen hemen, hem
de bugün i rkilerek bakt ı ğ ı m ı z yöntemler kullan ı larak, ortadan
kald ı rı l m ış; Müslüman l ı k ad ı altı nda din ve keza kültü r birliği
sağlanm ı ştı . Biyolojide bir ku ral vard ı r. Çeşitli l i k ortadan kal­
kı nca, uyum yeteneği ve tehlikelere açı k olma durumu da ar­
tar. Nitekim kültü r zenginliği açısı ndan da duru m böyle olmuş­
tur. Artı k bu insanlar tek boyutlu bir kültü r yol una girmiş oldu­
lar. Bu, özünde, Arap kimliğinin, insanları n ad ı n ı n değişti ril­
mesi ve davran ı şları n ı n değiştirilmesi de dahil Tü rklere zorla
benimsetilmesiyd i . En acı olan ı da, bugün dahi düşünür geçi­
nen İslam ilimcileri n i n , bunun di nsel ve ahlaki açıdan savun­
mas ı n ı hala sürdürüyor olmasıd ı r. En önemli savunma unsur­
ları ndan biri , Müslüman l ı ğ ı n benimsenmesiyle birlikte birliğin
ol uşmas ı d ı r. Halbuki bu birlik, özünde bir ganimet elde etme
birl iğiyd i . Hem ilk Müslümanlar, hem Emeviler hem Abbasi­
ler hem Osmanl ı lar ganimet (bunun uygar dünyada ad ı talan­
d ı r) geldiği sü rece birliği koruyabilmiş, talan kaynakları kesilir
kesi lmez parçalanma ve siyasi çekişme kaçı n ı lmaz olmuştu r.
Emevi ve Abbasilerin çöküşü fetih lerin azalmasıyla olmuştur.
Osman l ı , ticaret yolları n ı n değişmesiyle İ pek Yolu'ndan haraç
almadan yoksun kal ı nca ve fetih yapabilme (talan etme) ye­
teneğini yitirince parçalanma süreci h ı zlan m ı şt ı r. Çünkü dik­
katle incelendiğinde Müslüman l ı k ü retimi değil, fetih ve gani­
meti (talan ı ) teşvik etmektedi r ve bunun için de Kur'an başta
olmak üzere birçok kural ve kaide vard ı r (ganimeti n paylaşı­
m ı ile ilgili). Nitekim 600 yüzy ı ll ı k imparatorl uk süreci içerisin­
de Osman l ı 'daki Müslümanları n bir türlü en ilkel yöntem olan

282
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

gezici hayvancı l ı ktan kurtulamamas ı , özellikle sanat ve bilgi­


ye dayal ı ü retim aşamas ı na ulaşamaması da bu öğretinin bir
ü rünüdür. Osmanl ı 'da Müslümanlar savaşçı lar olarak (dev­
şirmelerin M üslümanlaştırıld ı kları n ı unutmay ı n ) , ganimet el­
de etmenin en etkil i ve en hevesl i malzemesini oluşturmuştu .
Bugün Arapları n önemli bir kısm ı n ı n görü n ü rde birlik içerisin­
de görü nmesinin nedeni de yine ü retime değil, tarihin bir ser­
vet olarak i nsanl ı ğa bahşettiği , depolad ı ğ ı petrolün talan ı ile
ilgilidir. Kuşkunuz olmas ı n , bu petrol bitince, bu mantı k, İ slam
ülkelerini yen iden parçalama süreci ne itecek ve yine bu böl­
geleri kan denizine çevi recektir.
Tı pta "empatl' denen , başka bir i nsan ı n düşüncelerini ve
duyguları n ı tam anlayabilmek ve onu değerlendirebilmek içi n ,
b i r i nsan ı n kendini duygularıyla v e algı larıyla başka bir insa­
n ı n yerine kon mas ı diye açı klanan bir kavram vard ı r. Bu sağ­
l ı kl ı insanlarda görülen bir davran ış şeklidir. Eğer bu duyguya
sah ip deği lseniz, narsist (yaln ı z kendini seven) bir i nsan olur­
sunuz. Bu kavramı kendi özgün anlam ı ndan taş ı rarak, top­
lumlara, geçmişe ve geleceğe de uygulayacak şeki lde geniş­
letirsek, bize kah ramanl ı klar olarak sunulan çok şeyin bir in­
san l ı k dram ı olduğunu anlarız. Örneğin, kendi inanc ı n ı ki mse­
ye zarar vermeden yü rüten , bin emekle bağ ı n ı bahçesini ku­
ran ve ü reten, herkese, her düşünceye sayg ı l ı bir toplu m , bir
gün zı rh larla kuşanm ı ş , gözlerin i kan bürümüş, talandan ve
zulümden başka h içbir değeri olmayan bir güruh tarafı ndan
çevril iyor. Ataları n ı n ve kendinin birikti rdi kleri her şey bir an­
da yakı l ı p yıkı l ıyor, talan edi liyor, bütün değerli şeyleri çeki­
lip elinden al ı n ıyor, eğer kafası kı l ı çtan geçi rilmemişse kendi­
si köle, eşi cariye yap ı l ıyor; çocu kları bir daha geri dönmemek
üzere, kalm ı şsa ailelerinden çekilip al ı n ıyor ve bütün bunları n
"Al lah ya da Uygarl ı k Ad ı na" yap ı l d ı ğ ı söylen iyor. Hatta b ı ra-

283
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

kın yabancı bir dinden olmayı , kendi dininden olup da, farkl ı
bir yol tutmuş olanları n ve hak olarak kabu l edi lmiş mezheple­
rin mensupları n ı n dahi , düşman olarak görülmesi; 2 1 . yüzy ı la
girerken bu inanç ayrı l ı kları ndan dolayı insanları n şehi rlerde,
polisin ve askerin gözü önünde, devletin de göz yummasıyla
katledilmesi ve yakı lmas ı ; en acısı bu eylemleri "kendi mez­
hebinden ya da yol undan olmad ı ğ ı için m üşrik sayarak, ce­
hennemlik olduğuna karar vererek" tasvip ettiklerini davran ış­
larıyla gösteren insan ları n hala en yetki li yerlerde, hatta par­
lamentolarda bulunmas ı , bu düşüncenin ıslah olmayacağ ı n ı n
tipik b i r kan ıtı d ı r. H içbir hayvanda utanma d uygusu gelişme­
mişti r. Bu özellik yaln ı z insana özgüdür. Eğer bütün bunla­
rı utanmadan hala kahramanl ı k ve erdem olarak benimsiyor,
öğ retiyor ve savunuyorsanız, insan l ı k değerlerinizin bir daha
gözden geçi rilmesi gereki r . . . Biz tekrar tarihe dönel im.

Zerdüştl üğü, Maniliği, Yahudiliği , H ristiyanl ı ğ ı ve Budizm'i


kendi rızas ı ile kabu l eden Türkler, M üslüman l ı ğ ı kı l ı ç zoruy­
la benimsedikleri için , bir türlü içlerine sindiremem işlerdir. Bu
nedenle İslam l ı ğ ı Arap Milliyetçiliğinden uzaklaştı rarak, baş­
ka ı rklara da hak tan ıyan Abbasilere destek olmuşlard ı r. An­
cak bu sefer de bir kısm ı , Arap Milliyetçi liğine bir tepki olarak
ortaya ç ı kan Şiiliği benimseme eğilimine girmişlerdir. Çünkü
o güne kadar işkence ve zulmün eşlik ettiği talan ı ilke edi nmiş
Emevi lere karş ı , Şii ler, daha adil ve insanc ı l bir düzeni savu­
nuyorlard ı . Bu s ı rada Tü rk boyları Seyh un Nehri'nin batısına,
Hazar Denizi civarı na akı n akı n göç ediyorlard ı . Bu dönem­
de çeşitl i hile ve desiseler ile içten içe çöken bir Abbasi Hila­
feti ve onu kuzeyden ve doğudan s ı kışt ı ran dinamik, savaşçı
bir ı rk olan Tü rk boyları tarih sah nesinde yerini alıyordu. Şii is­
yan ları ndan bunalan Abbasi Halifesi Muktedir, MS 92 1 'de Şii
isyan ı n ı bastı rmak için Tü rklerden yard ı m ister. Zaten Tü rkle-

284
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

rin özlemi , zenginleşmiş Arap topraklarına yönelikti. Bu fı rsa­


tı "Sünni İslam 'm kıltcl' olarak Salu r Kazan değerlend i rd i . Bu­
nun için bazı zorlayıcı nedenler de vard ı . Şamanizm' de otlak­
lar ortak kul lan ıyordu ve zenginlikler hemen hemen eşit pay­
laştırıl ıyordu. Bir çeşit ilkel sosyalizm egemendi. Hazar Deni­
zi civarına gelince boylardan bazı bireylerin 1 0.000'lerce ko­
yuna sah ip olarak zenginleşti kleri görülüyordu. Bu farkl ı laş­
ma, Şamanizm'de bel i rl i bir kurala ya da sosyal s ı n ıfland ı r­
maya otu rtulam ıyordu. S ı n ıfsal bir egemenliğin ya da ayrıca­
l ı ğ ı n ku rulması ve koru nması İslami kurallar ile sağlanabilird i .
En azı ndan İ slamiyet'te kölelikle i l g i l i kurallar ayrı ntı l ı bir şe­
kilde vard ı . Zaten Şamanizm ile İslamiyet' in gan imet pol iti ka­
sı ve eylemci leri cennetle ödüllendirme düşüncesi de tıpa tıp
birbirine uyuyordu. Talan için, Tü rkler, İslamiyet'in olanak ve
kuralları n ı iyi bir şekilde kul lanabil i rlerdi. Öyle de oldu . . . Çün­
kü İslam dini, dinin yayg ı n laştırılması ad ı na "kutsal sa vaş''ı ,
başkaları n ı n birikimine kılıç zoruyla e l konmas ı n ı ve talandan
hem egemen s ı n ıfın hem de eylemi yapanları n pay almas ı ­
n ı meşru görüyord u ; yani talana ahlaki bir kıl ıf, h e m d e Allah
ad ı na geçi riyordu. Böylece egemen s ı n ıf ı n küpü dol uyord u .
Doğal olarak talan ı n devam etmesi için d e egemen s ı n ıf ta­
rafı ndan kökten dincilik sürekli teşvik ediliyordu. Sonuçta yö­
netimle halk arası nda gel irler bakı m ı ndan da bir uçurum doğ­
du. Kutadgu Bilig (MS 1 069-70) , bu durumu hükümdara ses­
lenerek şöyle isyan etmişti : "Hazinenin ağzım aç, zenginliği­
ni halka dağıt. Halkı memnun et ve doyur. Seni destekleyen­
ler çoğalmca kutsal sa vaşlar aç, hazineni yine doldur. Çünkü
halk midesine düşkündür. Onlann yemesine içmesine (talam­
na) engel olma."
Tü rkistan'dan karış ı k ve kalabal ı k bir grupla Nişapur'a ge­
len kalabal ı k bir Oğuz boyu, Selçuklu Sultan ı İ brahim Yı nal

285
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Bey'e geçim ve yer s ı k ı ntısı ndan şikayet edince, onlara, "Ana­


dolu gazasma gidiniz, Allah yolunda cihat yapmız ve ganimet
almız, ben de arkamzdan gelip size yardım edeceğim." N ite­
kim kendisi de onları n peşi s ı ra gitmiş, Bizanslı larla yapt ı ğ ı
savaştan zaferle çı karak, 1 00.000 esi r v e 1 5 .000 araba dolu­
su ganimet elde etmiştir. Yani başkaları n ı n malları n ı zorla ele
geçi rme, artık Allah'a h izmet olmuştu . . .
Ü retmeden kazanma felsefesi doğal olarak Osmanl ı 'ya da
egemen olmuş, devletin en önem li üç "helal" geli r kaynağ ı ,
gümüş madenleri , haraçlar ve ganimetler olarak s ı n ıfland ı rıl­
m ı ştı .

Biz tekrar kald ı ğ ı m ı z zamana dönersek, egemen s ı n ıfın çı kar­


ları n ı art ı ran, parçalanm ı ş boylar arası nda baskıya dayanan
bir birliğin oluşmas ı n ı sağlayan ve talanla gel i r düzeyini artı­
ran bir düşünce, Tü rk toplumuna uygun gelmeye, egemen sı­
n ıf başta olmak üzere M üslüman l ı k Tü rk boyları arası nda ya­
y ı lmaya başlam ı ştı . Türkler sadece Müslüman olmakla kal m ı ­
yor, gayri Müslüm k i m varsa, Tü rk dahi olsa onlara karşı ci­
hat açıyor, ganimetini alıyordu. Böylece İslam' ı n yay ı l ması ­
n ı üstlenmen in ötesinde, o g ü n e kadar İslam için büyük tehli­
ke oluşturan Tü rkler, yine Türkler tarafı ndan durduruluyordu.

2.4.3. Selçuklular'da Müslümanl ık, Türkleri n d i n i yaz­


Bir görüşe göre, MS 960 y ı l ı nda Müslü­
gısı n ı çizen devlet " :
man olan 200 bin çad ı rl ı k bir Türk topluluğu Oğuz Tü rkleriydi
(İbn Fadlan) , bir görüşe göre ise bunlar Satuk Buğra Han yö­
netimindeki Karahanl ı lard ı (Avcıoğlu ve Gürün). Cahen 1 000
yı l ı nda, Brockelman ise 970 y ı l ı nda, Oğuzları n Selçukluları n
önderliğinde M üslüman olduğunu savun u r. Prof. Dr. Faruk
Sümer, 1 00 1 yı l ı nda, Selçuk oğlu İsrai l'in M üslüman l ı ğ ı ka­
bul ettiğini savunur. Çünkü Selçuk, Yahudi Hazar Tü rkleriy-

286
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİM E NAS I L VERM ELİ

le yakı n i lişki içinde olduğu içi n , belki de Yahudi'ydi, bu ne­


denle iki oğluna "Mikail ve İsrail" diye Yahudi adları vermişti .
Bu nedenle M üslüman l ı ğ ı Selçuk'un değil, İsrail'in kabu l etti­
ği düşünülebi l i r.
Bütün bun ları toparlarsak, Oğuzları n sadece Selçuk Boyu­
nun Cend'e geldiği ve orada Müslüman l ı ğ ı kabul ettiğini var­
sayabi l i riz. Selçuklular Müslüman l ı ğ ı kabul ettikten son ra, di­
ğer Tü rk beyli klerini sı kıştı rmaya başlarlar; bu savaşlardan bi­
rinde Mikail diğer Oğuzlar tarafı ndan öldü rülür. Müslüman ol­
mayan Türkler kaçarak Peçeneklere sığ ı n ı rlar. M itolojide Ata
Oğuz'un oğul Oğuz'un Müslüman olmas ı n ı şiddetle kı nad ı ğ ı
ve ölümüne karar verdiği söyleni r.
Selçu klular, kafir Oğuzlarla, Tü rk-Müslüman Karahanl ı ları n
baskısı ndan bunald ı kları için Cend'i terk eder ve İ ran l ı -M üs­
lüman Samanilerin yan ı nda, Karahanl ı lara karşı savaşa karı­
ş ı r ve sonuçta onlardan, Buhara-Semerkant arası nda yen i bir
yurt elde eder ve orada 30 yıl yaşarlar. Bu sı rada Selçuklu lar
ikiye bölünürler, Selçuk'un oğlu İsrail Bey'in egemen olduğu
taraf, Karahan l ı ları n yan ı nda yer al ı r, M i kail'in oğulları Tuğrul
ve Çakı r Beyler de Karahanl ı ları n karşısında yer al ı r. MS 999
y ı l ı nda Karahan l ı lar, Samanileri yıkı nca, Selçukluları n bu ko­
lu da hem kı l ı çtan geçirilir hem de yerlerinden olurlar. Sonuç­
ta Selçuklu beyleri , Tuğrul ve Çağrı Beyler, yen i yurt arayışı­
na girerler (MS 1 01 8) . Karahanl ı ları n yan ı nda yer alan İsra­
il (?) ise, daha son ra, MS 1 025 y ı l ı nda Gazneli Mahmut tara­
fı ndan yakalatt ı rı larak, ölünceye kadar hapse atı l ı r ve 4.000
çad ı rl ı k Oğuz kitlesi de zorla Horasan'a göç ettirilir. Oğuzlar,
akı n akı n , bir taraftan kuzeyden göç ederken, Gazneli Mah­
mut'un oğlu Mesut da bir taraftan Oğuzları k ı l ı çtan geçi rmek­
tedir. Karş ı l ı kl ı birçok çatı şmadan sonra, Gazneli Mesut bü­
yük bir orduyla Tuğrul komutası ndaki Oğuzlara sald ı rı r ve so-

287
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

nuçta 1 040 yı l ı nda Dandanakan ovası nda yenilir. Mesut Hin­


distan'a kaçar; tüm bu topraklar Selçukluları n eline geçer. Bu
tarih çok önemlidir. Çünkü Peygamber, halifeler, Emeviler ve
Abbasilerle başlayan İslam hükümran l ı ğ ı ve yayılmacı l ı ğ ı artı k
Tü rklerin önderliğine geçmiştir. En önemlisi de Alevi felsefe­
sinde olan Türkler, kendi hükümdarları tarafı ndan zorla Sünni­
leşti rme sürecine sokulmuştu r. Bu nedenle Dandanakan Sa­
vaş ı , ortaya çıkard ı ğ ı değişiklik bakı m ı ndan Malazgi rt Sava­
şı'ndan çok daha büyük öneme sahiptir. Kendi içerisinde eşit­
likçi, yağmacı bir topl u m ; Sünniliğin katı kuralları ile gelişmiş
organizasyonlu bir devlet olma yolunda ilerlemeye başlam ış­
tı . Tuğrul Bey, artı k köle kullanma, baskı ku rma ve şatafatl ı
bir yaşam sürme sürecine girmişti . Gözü Halife'nin oturduğu
Bağdat'tad ı r. Bunun için önem li iki fı rsatı değerlendi rir. Birinci­
si Halife'yi sürekli rahatsız eden Şii Buveyhoğulları 'n ı , ikincisi
ise Abbasi bozulmas ı n ı fı rsat bilerek M ı s ı r'da devlet kuran Fa­
timileri ortadan kald ı rmak isteyen Halife'nin desteğini ve gü­
cünü kul lanma şans ı n ı yakalam ıştır. Bu güç de Tuğrul Bey'de
vard ı . MS 1 055'de antlaşma gerçekleşir. Halife, Tuğrul Bey'in
egemenliğini i lan eder. Bi rçok karşı koymalara karş ı n , Tuğrul
Bey 8 fil ve 60.000 kişiden oluşmuş ordusuyla Bağdat'a girer.
Halk karşı koymaya çal ı ş ı rsa da başaramaz; Tuğrul Bey Bağ­
dat' ı yağmalar; hatta halkın emin yer olarak malları n ı saklad ı ­
ğ ı halife türbelerini, konuşmak için gelen elçileri dahi yağma­
lar. Buveyhoğulları iktidarı tasfiye edilir. Halife'yi tümüyle ege­
menliği altına al ı r. Halife, Tuğrul Bey'e kı l ı ç kuşand ı rı r, taç giy­
diri r, doğunun ve bat ı n ı n hükümdarı unvan ı n ı veri r ve Abba­
si Halifeliğini tan ı mayan toprakları fethetme görevi veril i r. Bu
arada yağman ı n azalması ve bazı iç sü rtüşmeler nedeniyle,
İ ran ve Yukarı Mezopotamya'n ı n yönetiminden sorumlu İbra­
h i m Yı nal önderliğindeki Türkmenler başkald ı rı r. Fatimi Hali-

288
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

fesi, sü rtüştü rmeyi kızıştı rmak için İbrahim Yı nal ' ı sultan ilan
eder ve sonuçta Şii İbrahim Yı nal ile Sünni Tuğrul Bey karşı
karşıya gelirler. Tuğrul Bey galip geli r; karşı tarafın akraba ol­
duğu yöneticilerini, hanedan kan ı kutsal olduğu için kan ak­
mas ı n diye, yayları n ı n ki rişi ile boğdurur. Anadolu Selçuklu
Devleti'ni ku rucusu sayı lan Kutlam ı ş Bey' in üzerine de ordu
gönderilir. Artık tüm beyler birbirine girmiştir. Bu sı rada Bağ­
dat'ta iktidar değişiklikleri ve yağmalar birbirini izler. Sonuçta
Bağdat Sünnileşti rilir.
Tuğrul Bey öl ü r (MS 1 063) . Yerine veliaht olarak b ı rakt ı ğ ı
Çağrı Bey'i n oğl u Süleyman ' ı n hükümran l ı ğ ı n ı kimse kabul et­
mez. İ ktidarı ele geçirmek için n iyetlenen Kutlam ış ve Alpars­
lan Beyler, Rey'de karş ı karşıya gel irler. Sonuçta Alparslan
kazan ı r ve Kutlam ı ş öldürü l ü r; Alparslan sultan olur.
Alparslan , İ ran l ı ünlü N izamülmülk'ün organizasyonu ile
profesyonel bir ordu oluşturur. Her an başkald ı rmaya haz ı r
olan Tü rkmen teh likesinin uzaklaştı rı l ması içi n , Tü rkmenleri n ,
kafir ü l kesi Bizans'a yönelmesi gerekiyordu. Ancak daha ön­
ce İslam ülkesindeki muhalif güçlerin saf dışı b ı rakı lması zo­
runluydu . Bunun için ilk olarak Bizans' la dostluk antlaşması na
otu rul mas ı gerekiyordu. Müzakereler devam ederken, E rme­
nileri n başkenti Ani'yi topraklarına katar; daha sonra g üneye
inerek, Fat ı m i lerin etkisi altı ndaki Suriye toprakları na egemen
olur ve Fat ı m i lere saldı rmak için haz ı rl ı klara başlar. Bu s ı ra­
da Bizans'ta darbeyle, Romanus Diogenes İ mparator olur ve
bir orduyla doğuya yürümeye başlar. Bunu haber alan Alpars­
lan Fat ı m i leri b ı rakı r, Bizans ordusunun üzerine yürür. Malaz­
girt'te karş ı laşı rlar; Alparslan savaşı kazan ı r ve ağ ı r bir ant­
laşma ile Diogenes'i serbest b ı rakı r. Birçok kaynakta Alpars­
lan' ı n asl ı nda Anadolu'yu ele geçi rmek gibi bir plan ı olmad ı ­
ğ ı ; öncelikle Tü rkmen tehlikesini uzaklaştı rman ı n b i r yolu ola-

289
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

rak düşündüğü yaz ı l ı d ı r. Bu nedenle Malazgirt savaşı sade­


ce Türkmenlerin yapt ı ğ ı bir savaş olarak da tan ı m lanabilir. Bu
savaşı n öneml i bir sonucu olmuştur. Tü rk gelenek-göreneğiy­
le yoğrulmuş Müslüman Türkler Anadolu'ya yerleşerek, kim­
liklerini korumaya çabalarlar {Aleviler) ; esas hükümet merke­
zi ise, tehlike uzaklaşt ı ğ ı içi n , Sünnileştirmeyi kurumsallaştı r­
ma fı rsat ı n ı yakalar.
Selçuklular, Tü rklerle başard ı kları devletleşmeyi , artık, on­
larsız, hatta onlara karş ı tav ı r içinde yü rütmek durumuna gel­
mişlerdi. Ayn ı durum Osman l ı 'da da tekrarlan m ı ştı r. Osmanl ı
Devleti'ni kuran Tü rkmenler olmas ı na karş ı n ; beli rl i b i r düze­
ye gelince, Tü rkmenler yönetimden uzaklaştırılm ıştı r. 1 . Mu­
rat döneminde Osman l ı -Tü rkmen çatışması su yüzüne ç ı k­
m ı ş ; Y ı ld ı rı m Beyazıt çevresinde odaklanan Türkmen karşıtı
bü rokrasinin 1 . M u rat' ı n oğlu Şehzade Yakup'un boğdu rulma­
sı ile Tü rkmen-Osmanl ı çatı şması eylem aşamas ı na geçmiş­
tir. Daha son ra Y ı l d ı r ı m ' ı n çocukları M usa Çelebi'nin, 1. Meh­
met'in lehine tasfiyesi , Cem Sultan ' ı n tasfiyesi ayn ı mant ı kla
gerçekleştirilmiştir. Sonuçta hem Selçu klu lar'da hem Osman­
l ı lar'da Tü rk Tü rk'e düşman olmuştu r. Her i ki durumda da bu
eylemlere paralel olarak Sünnileşti rme gittikçe yayg ı nlaşt ı rı l­
m ı ş ve egemen hale geti ri lmişti r.
Tü rkmenlerin aşağ ı lanması tepkiye neden olmuş, bunun
sonucu olarak da Tü rkmenler Y ı ld ı rı m'a karşı Timur'un, Ya­
vuz Sultan Selim'e karşı Şah İsmail'in yan ı nda yer alm ı şlar;
yap ı lan baskıya dayanamad ı kları için Baba İshak, Şeyh Bed­
rettin ve benzeri iç ayaklanmalar ile ülke kana boyanm ı şt ı r.
Artık bir defa köprüler atı l m ışt ı r. Resmi yönetim Türklüğün pe­
şine düşmüştür. Bunun dinsel düzeyde zem ininin hazı rlanma­
sı için de Sünnilik hak mezhebi , Türkmenlerin bağ l ı olduğu di­
ğer yol lar ise küfü r, hatta dinsizlik say ı l m ışt ı r; bu yolda yap ı la-

290
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

cak tüm tehdit ve katliamlar da yüz karası ferman larla meşru­


laştırılm ı şt ı r. Bu hata bugüne kadar da düzeltilememiştir.
Selçuklu ve Osmanl ı sarayları nda Tü rk dili, kimliği ve ta­
rihi adeta yasaklanm ı ş ; Türk dili ve kimliği her fı rsatta aşağ ı ­
lan m ı şt ı r. Selçuklu yazar Kerimeddi n Mahmud, " Türkleri, hun­
har Türkler köpek ve kurt gibidirler, ellerine flfsat geçerse yağ­
mayı ganimet bilirler; ancak düşman kuwetli gelirse kaçarlar,"
Osmanl ı 'da Naima Tarihinde, " Türk, nadan, idraksiz, çirkin
suratlı, hilekar' diye yazar.
Selçukluların Fars dilini seçmesi bir derecede mazur gö­
rülebi lir. Çünkü o zamana kadar edebi bir Türk dilinin gelişti­
ği söylenemezd i . Halbuki Osmanl ı bunu gel işti recek olanağa
sahipti . Bütün bunlara rağmen, kan ları ve canları pahas ı na,
kimlikleri n i , dilleri n i , örf ve adetlerini bugüne taş ıyan ve Tü rk
Cumhuriyeti'nde yeniden bir Türk kimliğinin yeşermesine ze­
min hazı rlayan bu insanları n , yani Alevi-Türkmenlerin manevi
huzurunda biz Tü rkler sayg ıyla eğil iyoruz.
Sünni leşti rmenin kurumsallaşt ı r ı l mas ı ve bu kurumsallaş­
mada görev alacak bü rokratları n ve yöneticilerin yetiştiril me­
si içi n , "Hak mezhebi çerçevesinde, temel bilimlerden yoksun
eğitimi amaçlayari' medreseler kurulmuştu r. Medreselerde,
tüm sorun ları n çözümünde, Kur'an ve sünnetin yeterli oldu­
ğu savunulmuş; akılcı çözümler öngören eğilimlere "Mutezil­
cilil('e ve di nsel dogmalara karşı ç ı kan "Batmilil<'e savaş açıl­
m ıştı r.
Biz tekrar Alparslan'a geri dönel i m . Alparslan , bir tutsak
tarafından bilin meyen bir nedenle öldürü l ü r. Yerine N izam ül­
mülk'ün gözetiminde oğlu Melik (Arap dilinde hükümran de­
mek) Şah ( İ ran dilinde hükümran demek) geçer. Melikşah ,
Fatimiler hariç, diğer tüm Müslüman ülkeleri egemenliği alt ı na
al ı r. Melikşah dönemi nde vezir N izamülmülk ve hal ife ile ipler

29 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

kopar. Her ikisi de çeşitli nedenlerle öldürü l ü r. Veliahtl ı k kav­


gaları nedeniyle, Melikşah da karı ları n ı n biri tarafı ndan zehi r­
lenerek öldürülür (MS 1 092) .
İ ktidar mücadeleleri ve özellikle mezhep çatışmaları nede­
n iyle Selçuklu Devleti , Melikşah'tan son ra dağ ı ld ı , birçok ba­
ğ ı msız yönetime ayrı ldı ve sonunda Moğolları n istilasıyla tü­
m üyle ortadan kalkt ı . Böylece, Müslüman l ı k, Araplara olduğu
gibi , Selçuklulara da yaramam ış, arkası nda hem kendi halkı­
na hem başka kavimlere acı , kan b ı rakarak tarihe karışmıştı .

2.4.4. Selçuklulardan geriye kalan : Özümlenme ve kim­


lik yiti rilmesi , Selçukluları n yıkı l ış ı na kadar birçok kesimde
görülmekle birlikte , gelenek ve göreneklerine hala sahip olan
gerçek Türk Mill iyetçilerince hazmedi lemedi ve bunun sonucu
olarak Alevilik ve Tasawuf bilinç altı ndan bir direniş ile orta­
ya ç ı ktı ; gelenek ve göreneklerinin yeni din içinde gelecek ku­
şaklara, bugünlere, taşı nmas ı na hizmet verd i . Hatta bu diren­
me ve Türk bilinci , Hacı Bektaş, Abdu rrah man Baba, Aybek
Baba, Buzağ ı Baba, Baba Hal i l , Sarı Saltuk, Barak Baba ve
Yesevi Şeyhleri ile İslamlaşm ış Selçuklu-Oğuz egemenliğin­
de devam eder. Selçuklular Sünniliği benimsenmesine kar­
ş ı n , halkın çoğunun Aleviliği benimsemesinin neden i de bu bi­
linçte yatar. Devlet ile halk aras ı ndaki bu bilinç ve inanç fark­
l ı l ı ğ ı , Anadolu'da hal kı n Selçukl u Devleti'ne başkald ı rısı ( Ba­
bailik Hareketı) ile kendini gösteri r. Sünnilik genel likle ticaret
hareketlerinin yoğun olduğu şehi rlerde, Alevi lik ise kı rsal ke­
simlerde baskı n olm uştu . Anadolu'daki Sünniliği sarsan der­
vişler (Batmiler') Selçuklular dönemi nde eylemlerini serbest
olarak sürdürdüler. Ancak Selçu kl ular y ı k ı ld ı ktan sonra, Şii­
lik, Alevilik ve Tasawuf düşü ncesini kul lanarak Anadolu'ya
gi rmeye başlad ı ve başkald ı rd ı . Ancak temelde Anadolu'nun

292
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

yayg ı n Alevi-Bektaşi felsefesini derinden etkileyemed i . Çün­


kü Alevi-Bektaşi felsefesi , Şamanizm'in i nsanc ı l ve özgü r il­
keleriyle yoğ rulmuş, halka hitap eden bir düşünce sistemi ol­
duğu içi n , özel likle Oğuz soyundan gelenleri fazla değişti re­
med i . Böylece bu felsefe MS 1 600 y ı l larına kadar yayg ı n ola­
rak (bazı kaynaklara göre halkın %80'n i kadar) toplumun halk
kesiminde gözde olarak kald ı ; halbuki gücü elinde bulundur­
mak isteyen yönetici ya da egemen kesim, insanları dar kal ı p­
lara sokan ve güdülmeye açı k yapan Sünniliği, ç ı karları gere­
ği tercih ediyorlard ı . Alparslan' ı n MS 1 07 1 'de Bizans'a vu rdu­
ğu öldürücü darbeden önce, değişik i nançlarıyla Anadol u'ya
gelen birçok Türk boyu , yerli halk ile uyum içerinde yaşamış;
hatta din değişti rmeden birbirleriyle evlenmeleri sorun olma­
m ı ştı r. Tü rk toplumunu Sünnilleştirmek için ilk katı uygulama­
lar, Alparslan' ı n ve Melikşah ' ı n kat ı ksız bir Sünni olan vezi ri
Nizamülmülk tarafı ndan yap ı l m ıştı r. Son derece katı baskı lar
uygulanm ı ş ; baskıya karşı çıkan Batini ve Rafizi akı mları , çok
sert önlem lerle bastırılm ışt ı r.
İslamiyet ortaya çıkt ı ktan bu döneme kadar, Tü rkleri n or­
taya ç ı kard ı ğ ı eserler ise, bir nasihatname olan Kutadgu Bi­
lig (din için savaş ı teşvik eden , kad ı n ı aşağ ı layan, tek şeflili­
ği ve yay ı l mac ı l ı ğ ı kutsayan bir eserdir) , bir ansiklopedi-söz­
lük olan Divanü Lügat-it Türk, şeriata dayal ı öğütler veren Ata­
betü'i-Hakayık ve yine şeriat hükümlerini empoze eden Ni­
zamülmülk'ün "Siyasetnamesl' (farkl ı düşünen insanları n ve
toplulukları n nas ı l baskı alt ı na alı nacağ ı n ı , baskıcı rejimlerin
nas ı l oluşacağ ı n ı inceleyen ve yol gösteren bir eserdir) ad­
lı eserlerden ibarettir. Bunlardan yaln ı z Divanü Lügat-it Türk,
uygar bir düşünce dünyas ı nda değer taş ı makta; diğerleri in­
san yaşam ı n ı ve düşüncesini s ı n ı rlayan, yokluğu varl ığı ndan
daha hayı rl ı olacak eserlerdir.

293
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

2.4.5. Osmanl ı döneminde Müslümanlık: Daha son ra


egemen olan Osmanl ı lar kural olarak başlang ıçta göçebe top­
lum oldukları ndan laik yapı ları n ı belirli bir süre korudu lar ve
Bektaşi felsefesi Osman l ı ' n ı n ku ruluşunda önemli görevler
ald ı . Zamanla ü retim toplumuna geçemedi kleri içi n , Örfi Hu­
ku k'un yerini Şer'i Hukuk, Bektaşi felsefesinin yeri ni ise Ara­
bistan'dan gelen mollaları n tutucu görüşleri almaya başlam ış­
tı. Sünnilik ve onun Hanefi anlayışı , politik bir baskı olarak
halkın üzerine uygulanmaya, Osmanl ı yönetimi Araplaşma­
ya başlad ı . Hanefi lik, Müslüman l ı ğ ı n esası olarak ben imsen­
miş, diğer anlayışta olanlar kafi r ve z ı nd ı k olarak damgalan­
maya başlan m ı ştı . Artı k potansiyel olarak iniş başlam ış, son
görünmüştü . . .
İdarenin baskıcı S ü n n i , halkın büyük bir kısm ı n ı n Türk ge­
lenek-göreneklerini yaşatan Alevi olmas ı , beklenen tepkiyi
doğurd u ; Tü rkmenleri n bir kısm ı , o s ı rada Osman l ı ya rakip
olan İ ran'daki Türk Safavi Devleti'ne yöneldi. Yavuz Su ltan
Selim'in önü nde iki seçenek vard ı , ya politika değişti rerek da­
ha demokratik olan Alevi liği devlet politikas ı olarak yeniden
benimseyecekti , o zaman Safavi Devleti'yle yandaş edinme
için bir yarı şmaya g i recekti ya da baskı uygulayarak Sünni­
leşti rmeyi sürd ü recekti . Saraydaki ulema zaten Sünni kafa­
s ı nda olduğu ndan i ki nci seçeneği ben imseyerek, Anadolu'yu
"Allah 'm yoluna çağtrmci' ad ı na kana bulad ı . En iyimser bir
rakamla 40.000 Türkmen kı l ıçtan geçi rildi. Katl iamlar her yer­
de oluk gibi kan ı n akmas ı na neden old u . En kötüsü Tü rkl ü­
ğün gelenek ve göreneklerini yaşatmaya çal ı şan bu insan lar,
verimli yerlerden dağları n baş ı na sürüldü; sefalete iti ldi. Ar­
t ı k, yönetim , Tü rkler'de geleneksel olan hal k ı n kat ı l ı mcı ya­
p ı s ı ndan farkl ı laşarak, koyu bir merkezi sisteme, daha doğ­
rusu katı bir devletçiliğe dön üşüyord u . Bu değişi m , bu zihni-

294
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

yet, bu ndan böyle, bugüne kadar, ister iyi niyetle olsun ister
kötü n iyetle olsu n , devlete karş ı yap ı lan her hareketi " Vatana
İhanet' damgası ile yarg ı lamak için zem inin hazı rlanmas ı n ı
sağlam ı ştı . Bu d a devletin iyi yönetimi için yen i seçeneklerin
aranmas ı n ı korku lu bir rüya hal ine geti rerek, yaratıcı l ı ğ ı kös­
teklemiştir. Artık devletin resmi dini olan Sünniliğe kat ı l ma­
yanları n imhası da "Al lah ad ı na" yönettiğini savunan yöneti­
cilere meşru bir hak ol uyordu. Yavuz Sultan Selim'in Bi Sa­
ru Görez ad ıyla bilinen müftüsü Hamza tarafı ndan veri len fet­
va, artık, Tü rk toplumu içinde din meyen bir yarayı da açıyor­
d u : "Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erde­
bil oğlu İsmail olan KIZl/baş topluluğu, Peygamberimizin şe­
riatmı, sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğruyu be­
yan eden Kur'an 'ı küçük gördüler. Yüce Tann 'nm yasakladı­
ğı günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur'an 'ı ve öteki
kutsal din kitaplanm tahkir ettiler ve on/an ateşe atarak yaktı­
lar. Hatta kendi melun reislerini Tann yerine koyup ona sec­
de ettiler. Hazreti Ebubekir'e, Hazreti Ömer'e sövüp, onlarm
halifelik/erini inkar ettiler. Peygamberimizin kansı Ayşe ana­
mıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatmı ve
İslam dinini ortadan kaldtrmayı düşündüler. Onlarm burada
bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hare­
ketleri benim ve öteki bütün İslam dininin alimleri tarafmdan
açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün
ve kitaplanmızm verdiği haklarla, bu topluluğun kafirler ve
dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sem­
pati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar
da kafir ve dinsiz/erdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıt­
mak bütün Müslümanlann vazifesidir. Bu arada, Müslüman­
lardan ölen kutsal şehitlerin yeri Cennet'i ala 'dtr. O kafirler­
den ölenler ise hakir olup cehennemin dibinde yer tutacak-

295
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

lardlf. Bu topluluğun durumu kafirlerin (kitap sahibi Hristiyan


ve Yahudilerin) halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kesti­
ği ya da gerek şahinle gerek ok ile gerek köpek ile avladığı
hayvanlar mundardır. Onlann gerek kendi aralarmda gerek­
se başka topluluklarla yaptık/an evlenmeler muteber değildir.
Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam 'm sultanmm, onla­
ra ait kasaba varsa, o kasabanm bütün insan/anm öldürüp,
mallanm, miraslanm, evlatlanm alma hakkı vardır. Ancak bu
mallar İslam'm gazileri arasmda taksim edilmelidir. Bu topla­
madan sonra onlann tövbe ve nedamet/erine inanmamalı ve
hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde (İstanbul) onlardan ol­
duğu bilinen ya da onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse öl­
dürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de
kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onlarm öldürülme­
si vaciptir. Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslü­
manlara kötülük yapanlara Allah da kötülük eder."
Daha sonra veri len birçok olumsuz fetvan ı n yan ı s ı ra, bir­
çok Sünni kesimce büyük ilim sahibi olarak tan ıtı lan Şeyhü­
lislam Ebusuud Efendi nin, 1 6. yüzyı lda verdiği fetvalar, artık
bu kini iyice kökleşti riyor: Özet olarak, Şeyhü l islam Ebusuud
Efendi , "Ramazan günü yemek yemeyi savunanlann, Sünni­
liğin kural/an bizi bağlamaz diyenlerin, şeyhimiz böyle diyen
sufilerin, şeyhleri o/anlann, Peygamber soyundan olsalar da­
hi tüm Kızılbaşlarm (Alevilerin), dinsizlerin, Hallacı Mansur'un
haklı olduğunu söyleyenlerin öldürülmesinin helal ve kutsal
olduğunu; bu yolda ölenlerin ise şehit olacağmı . . . Hatta Kızıl­
başlarm öldürülmeleri diğer kafirlerin öldürülmelerinden daha
önemlidir," diyecek kadar h ı nçla doludur.
Bu gelişmeler, kökü Türk olan bir devletin Arap kültü rünün
etkisi altına girmesine, bunun sonucu olarak da, İ mparatorlu­
ğun kendisi n i , artı k, İslam ve Osmanl ı olarak görmeye başla-

296
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

mas ı na neden olur. Osmanl ı sarayı Tü rklüğünü ret eder, İ s­


tanbul'a beli rl i bir sayıdan fazla Türkmenin (Tü rk'ün) girme­
si yasaklan ı r (Tü rkmenlerin nüfusu İstanbul'da %40'dan faz­
la olamaz uygulaması 1 9 1 5 yı lana kadar sürdürüldü); Tü rk­
men sözcüğü ile hakaret ayn ı anlamda ku llan ı l maya, med­
reselerinde sadece İslam tarih i okutulmaya (diğer tarih i bil­
giler putperestlik olarak n itelendirildiği için) başlan ı r. Farsça
ve Arapçan ı n yazı dilinde kullan ı l ması teşvik edilir ve zorla­
n ı r. Ortaya Osmanl ı ca diye garip bir dil ç ı kar. Yal n ı z Selçuk­
l ularda da Arapça ve özellikle Farsça teşvik edi lmesine kar­
ş ı n , daha son ra ortaya ç ı kan beyl ikler kendi özgün kimlikle­
rine dön üp, Tü rkçeyi devlet dili olarak ilan etmişlerdir. Kara­
manlı Mehmet Bey, bu nedenle Tü rk dilinin öncülerinden biri
olarak, her sene sayg ı ve sevgiyle an ı lmaktad ı r.
Osmanlı hükümran olunca tekrar eski duruma dönü l ü r.
Hatta Tü rk soyundan gelen Yavuz Sultan Selim'in kendisi gi­
bi Tü rk olan Safavi Şah ı Şah İsmail ile mektuplaşmaları nda,
Şah İsmail yazışma dili olarak Türkçeyi kullanmas ı na karş ı n ,
Yavuz Sultan Seli m , Farsçayı kullanmada ısrar etmesi bu zih­
niyetin tipik bir yansı masıd ı r.
Devlet ile halk arası ndaki kültürel i letişim kopar. Bu neden­
le koca imparatorlukta bugün Tü rkçe okuyabileceğimiz tek bir
roman ya da öykü dahi yaz ı l maz (Osmanl ı 'yı savunan Türk
milliyetçi lerinin kulağ ı çı nlas ı n ) . Hatta hem Selçuklular döne­
minde hem Osmanl ı döneminde Oğuz Destam' n ı n kulaktan
kulağa aktarı lması hariç, Tü rk tarihinin herhangi bir mitolo­
jisinin putperestliğe dönüş olacağ ı düşüncesiyle, yazıya dö­
n üştü rü lmesine izin verilmez. İ ran tarihini yaz ı l ı hale geti ren
Fi rdevs, bizim ulema tarafı ndan putperest olarak i lan edi l i r.
Oğuz-name'yi de yaz ı l ı hale geti rmenin "mahz-i küfr'' (tam bir
kafi rli k) olacağ ı fikri topluma işleni r. Bu nedenle, ne garipti r ki ,

297
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

İ mparatorluk ku ran Tü rkler, Tü rk ad ı n ı n dahi bugün nereden


geldiğini tam bilemiyor. Çünkü Tü rk tarih i ile ilgili yaz ı l ı h iç­
bir belgeye izin verilmemişti r. Türklerin yu rdu olduğu varsa­
yı lan Anadolu'ya yatı rı m yapmaktan kaç ı n ı l m ı şt ı r. Bu neden­
le en az Osman l ı eseri , İstanbul hariç, Anadol u'dad ı r. Olanlar
da sayıca büyü k ölçüde camiden ve kervansaraydan ibarettir.
Sonuçta, kendi kültürü ile İslam' ı bi rleştirerek yeni bir sen­
tez yaratan , tarihten gelen al ışkanl ı ğ ıyla laik olan , çoğunlu­
ğu Tü rkmen olan Alevi ler ve diğer dayatıcı lar, zorla Sünnileş­
ti rmeye çal ı ş ı ld ı ; olmayanlara her türlü cefa uyguland ı ve so­
nuçta merkezi yönetimler katıksız Sünni felsefesine sahip ol­
du. Artık bu felsefenin kaç ı n ı lmaz son ucunu yaşamak gereke­
cekti . Bu nedenle, Osmanl ı yönetimleri , örnek ald ı kları Eme­
vilerin tüm hile, desise, katliam , çağd ışı l ı k, h ı yanet, ihanet,
kardeş ve akraba katliamları n ı , vs. 'yi yaşayacaklard ı , yaşa­
d ı lar da . . .
Macaristan s ı n ı rı ndaki serhat boyları nda savaşan Os­
man l ı askerlerinin büyük bir kısmı Boşnaklard ı . Ama bura­
daki ve keza imparatorl uğun birçok yerindeki i nsanları n hep­
sinin Müsl üman olması Osman l ı ' n ı n işine gelmiyord u . Çün­
kü vergi gel iri azalıyord u . S ı rf vergi gel i rini artı rmak için Bos­
na'ya H ristiyan S ı rpları yerleştiren de, yani bugünkü çatışma­
n ı n zeminini hazı rlayan da Osmanl ı 'yd ı . Şeriata aykı rı olma­
s ı na karş ı n , Osman l ı , kilise ve dini ku rumları n yayg ı n laşt ı rıl­
mas ı n ı teşvik etm işti . Çünkü bu yolla vergi gel i rini artı racağ ı ­
n ı biliyord u . Saraybosna'yı imar eden Bosna valisi Gazi Hüs­
rev Bey, çarşıdaki H ristiyan tüccarlar arts ı n , vergi gel i rleri yük­
selsin diye, çarş ı n ı n içine Ortodoks kilisesi i nşa ettird i . Sokul­
lu Mehmet Paşa, yine ayn ı nedenle, S ı rp Ortodoks Patrikliğini
kurup, bizzat kendi kardeşini patrik yapmışt ı . Osmanl ı bunları
yaparken, dış etki lerden çekinmeyecek kadar güçlüydü. Bü-

298
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

tün bunları n nedeni , tarihten gelen talan al ışkan l ı ğ ı yd ı . Bu ne­


denle Osmanl ı bütün dinlere sayg ı göstermiştir, caminin ya­
n ı nda kil ise yapt ı rm ıştı r gibi, İslami yönetim i n , başka i nsanla­
rı n inancına sayg ı l ı olduğunu çarpıcı şekilde an latma, özünde
bir yan ı ltmacad ı r. Bu hoşgörünün esas nedeni, ü retken, be­
cerikli, iş bilir bir cemaatten vergi toplaman ı n kaç ı n ı lmaz yol u
olmasıyd ı . Çünkü İslamlaşt ı r ı ld ı klarında, er ya da geç, bu sis­
tem içinde tekrar ü retkenliklerini ve yaratıcı l ı kları n ı yiti recek­
lerini biliyorlard ı . Bu da gel i rlerinin azalmas ı demek olacakt ı .
İstanbul'daki Türklerin sayısı n ı Osmanl ı larda %40'1ar­
da tutmaları n ı n nedeni de, ayn ı düşünceye dayand ı rı l m ışt ı .
Çünkü Osman l ı 'daki yayg ı n i nanç, Tü rkler savaşmaktan baş­
ka bir şey yapamaz, sanatç ı l ı k, yazarl ı k, tüccarl ı k, yöneticil i k
g i b i uygar meslekler olarak tan ı mlanan meslekleri icra ede­
mez; düşü n ü r olamazlard ı . Bu nedenle bunları savaştırıp, ga­
n imet toplattı racaks ı n , talan ı teşvik edici olması nedeniyle de
fanatik İslamcı olmaları n ı teşvik edeceksin. Laik ve demokra­
tik Tü rk Cumhu riyeti ku ruluncaya kadar da bu sanat yoksun­
luğu sürd ü . İlk defa, Cumhuriyet Dönemi'nde, dini baskı dan
kurtulunca, Tü rklerin de savaşman ı n yan ı s ı ra, sanatkar, dü­
şünür ve yönetici olabileceği anlaş ı ld ı .

2.4.6. Cumhuriyet Türkiye'sinde Müslümanl ık: Baskıcı ,


merkeziyetçi ve halifelik unvan ı n ı taş ı d ı ğ ı için teokrati k Os­
man l ı İ mparatorl uğu'nun, diğer Tü rk devletleri gibi yıkılmas ı
kaç ı n ı l maz olm uştu. Bu yıkı ntı n ı n üzerine kurulacak, ayn ı yo­
lu izleyen bir devletin de er ya da geç y ı k ı l ması kaç ı n ı lmaz
olacaktı . Meden iyetlerin üzerine kurulmuş, coğrafik bakı m ı n­
dan en uygun konumda olan İslam ve Türk devletlerinin h iç­
biri , sürekli tarih sahnesinde kalmam ış; en kötüsü , bu nca ola­
nağa karş ı n i nsan l ı ğa beklenen hizmeti verememişti . Bugün

299
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ı rkı , coğrafya.s ı ve tarihsel geçmişi farkl ı olan ; ama sonuç iti­


barıyla geldikleri yerler ayn ı olan, yani demokratikleşmeye bi­
le geçememiş, bilim toplumu olamam ış, içerisinde baskı rej i­
mi uygulansa dahi sürekli bir barış ı sağlayamam ış 57 kadar
İslam ülkesinin ortak oldukları en tipik özellikleri Müslüman
olmalarıyd ı . Bu olumsuzlukları n değişti rilebilmesi içi n , o gü­
ne kadar uygulanagelen M üslüman l ı k anlayış ı n ı n gözden ge­
çirilmesi gerekeceği fi kri , "Cumhuriyetin Kurucuları" olanları n
ilk düşüncesi old u . Bu nedenle i nanç özg ü rlüğünü geti ren ve
Tü rk toplumunu yüzyı l ları n boyunduruğundan ku rtaran laiklik,
yen i devletin temel ilkeleri nden biri oldu. " Yurtta sulh, cihanda
su/ti' denerek, cihat ve talan ı n yolu t ı kand ı . Artı k, özgü r düşü­
nebilen , yaratıcı olabilen ve insan ı n insana sayg ı l ı olduğu bir
devrin kap ısı aralanıyordu. Bu yaklaş ı m , genç Tü rk Cumhuri­
yeti'ni hak ettiği sayg ı n yere doğru çı karmaya başlad ı ve ge­
çen 90 yıl içerisinde buna bağlı olarak öneml i atı l ı mlar yapıl­
dı. Demokratik ve laik tek İslam ülkesi olman ı n gururunu bu­
gün dahi yaşıyoruz. Ancak, tari hten gelen dogmatik düşün­
ce, o kadar kolay temizlenemediği ve i nsan ruhunu bir örüm­
cek ağ ı gibi sard ı ğ ı içi n , hala toplumun kaderin i derinden et­
kilemektedi r. Hatta eskiye dönüş içi n , Arap M i l l iyetçiliğinin el
altı ndan yard ı mları ile örgütlenmeler h ızla sürdürülmektedir.
N itekim son 20 y ı ld ı r eğitimde ve ku rumlardaki uygu lamalar
ve Cumhu riyet'i kuranlara yapı lan sald ı rı lar bu il letin depreş­
tiği izlenimini yaratmaktad ı r. Di leriz ki , Atatürk ile yakalan m ı ş
bu tarihsel fı rsat, gafletin esi ri olarak yiti ri lmez . . .

3 . Türk toplumu i le İ slamiyet' in i lişkisinin genel


bir değerlendirmesi
İ slamiyet, yerleşik düzene geçmeye ve şehi rleşmeye başla­
yan Batı Tü rkistan Tü rklerinin bu sürecin i , İslamiyet'in talan

300
BİLİM TOPLUM UN DA BİLGİYİ Kİ M E NASIL VERMELİ

ve yay ı l macı l ı k politikasıyla bir çeşit ayartarak, Türkiye Cum­


hu riyeti'nin kuruluşuna kadar kesintiye uğratm ıştı r. Bu uyarı
Türklerin yay ı l macı l ı ğ ı n ı teşvik etmiş; ancak uygarl ığa ad ı m
atmas ı n ı önlemiştir. Sünni egemen liğinin dayattığı baskıyla,
gücün ve olanakları n belirli elde toplanması sonucu , yer yer
sanatsal yap ı laşma (örneğin İstanbu l'da ve Balkanlarda) gö­
rülse de, yayg ı n bir iyileşti rme h içbir zaman gerçekleşeme­
mişti r. Çünkü Sünni yöneticiler ile katı dinsel yönetime karşı
ç ı kan Tü rk halkı aras ı nda hiçbir zaman sü rtüşme eksik olma­
m ı şt ı r. Bu nedenle Tü rkmenler Cumhuriyet'e kadar hep düş­
man görülmüştür. İslam' ı n temel felsefesi gaza, gan imet, ha­
raç ve fetihlere dayand ı ğ ı için kendi i nancı d ı ş ı ndakileri de şu
ya da bu şekilde rahat b ı rakmam ışt ı r. Ganimet ekonomisine
dayal ı bir devletin sürekli esenlik içinde yaşaması mümkü n ol­
mad ı ğ ı içi n , ganimetin bittiği ya da azald ı ğ ı her dönemde, iç
çatışmalar ve yı kı ntı lar kaç ı n ı lmaz olmuştur. Esası nda, bugün
dahi Tü rk- İslam felsefesiyle yoğ rulmuş beyinleri olan yönetici­
lerimiz, meydanlarda 1 6 devlet kurmuş olman ı n gururunu di­
le geti rdiklerini zannederler. Bir defa bu devletlerin önemli bir
kısm ı n ı n Türk milliyetçiliğinden uzak, İslam felsefesi egemen
olarak ku rulduğu içi n , desise, kin , kan ile er ya da geç yıkıldı­
ğ ı n ı ; en kötüsü de bugüne (bugünkü Tü rklere) kadar uygar­
l ığa övünebileceğimiz herhangi bir şey b ı rakmad ı kları n ı dile
geti rmekten kaç ı n ı rlar. Bir gün biri leri , 1 6 devletin kurman ı n
marifet olmad ı ğ ı n ı , birini kurup d a o n u sürekli yaşatman ı n uy­
garl ı k olduğunu er ya da geç yüzümüze vu racakt ı r. Çok devlet
kurman ı n , uygarl ı ğ ı n temel koşulu olan uzlaşmacı l ı ktan uzak,
ilkellik olduğunu öğrenmemiz gerekecektir. Bu ilkel liği aş ı la­
yan en önemli etkilerden biri de İslamiyet olmuştur. Çünkü İs­
lamiyet'in bir ç ı kar (talan) için bir araya geti rdiği birlik, evren­
sel ü retim modelini içermediği içi n , değirmenin suyu bittiğin-

301
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

de parçalanmayı da zorunlu hale geçirmişti r. Bu nedenle 1 6


Türk devleti kurulmuştu r. Bu açmazı gören Tü rkiye Cumhuri­
yeti kurucuları , başta Yüce Atatürk, ü retici yaşam tarz ı n ı teş­
vik eden esasları , devletin temel ilkeleri olarak benimsemiş
(sanat, bilim, tarı msal ve sanayi ü retimini teşvik eden yakla­
ş ı mları i le) ve kazand ı rı lan bu yapıyla Tü rkiye Cumhuriyeti'ni
sonsuza kadar yaşatabilecek zemini hazı rlam ı şt ı r.
Ganimet, haraç, gaza, esası na göre ku rulmuş bir devlet­
te bireylerin , kendilerini zorlayarak üretim yöntemlerini geliş­
ti rmesin i , yani bilimi gelişti rmelerini beklemek mümkün değil­
dir; çünkü çok daha kolay yoldan kazanma yan i talan ve soy­
g u n , idari ve inanç sistemi olarak meşru say ı l maktad ı r. Türk
Tarihi'nde Cumhuriyet Dönemi hariç, ü reti mi esas alan "sa­
dece" bir dönem yaşanm ıştır. Bu, henüz Müslüman olma­
dan Hazar civarı nda yerleşip, yerleşik düzene geçmeye baş­
layan Tü rklerdir. Tü rklerin sanatsal yapı ları n ı n en önemlileri­
n i bu dönemde görmekteyiz. Ancak Arapları n örg ütlenmiş ta­
lan ve yayılmacı sald ı rı larına dayanamayarak y ı kı l ı r ve biz­
zat kendileri İslam felsefesi içinde çok daha organize olmuş,
sald ı rgan , yay ı l macı ve talancı bir toplum haline dönüşü rler.
Böylece h içbir Türk topluluğu doğal evrimleşme sürecini ya­
şayamad ı . Ancak, bugün sanata ve ü retime daha eği l i m l i ; an­
cak baskıcı rejimlerden yeterince nasibini alan H ristiyan Ga­
ga vuzlarve Yahudi Karaimler (her ikisi de Türk soyundan gel­
medir) ayrı bir gelişme süreci gösterdiler.
Birçok yazar, İslamiyet' in örgütleyici , hedefe yönelik bütün­
lük sağlayıcı yap ı s ı ndan dolayı , toplumları n bir araya gelme­
sinde etkili bir harç oluşturduğu fikrinde bi rleşmektedi r. Bu dü­
şünce, ilk bakışta doğrudur. Dağ ı n ı k duran toplumları arala­
rı ndaki fiki r ve görüş ayrı l ı kları n ı , zorla da olsa, kald ı rd ı ğ ı için
birlik doğmaktad ı r. Ancak bu arada i nsan zekas ı n ı n en önem-

302
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

li unsurunun budand ı ğ ı gözden kaçmaktad ı r. Bu unsur, çeşit­


lilik ve yaratıcı gücün budanmas ı d ı r.
Tanrısal yasalar ve onları n peygamberleri nin buyrukları
varken , hangi i nsan bun ları n haricinde başka yol aramak için
kendini zorlayabilir. Böyle bir zorlama kelleyi verme demekti r.
Böylece toplum, kendi içine kapal ı , dogmatik fikir ve ilkelerin
arkası ndan sürüklenen bir sürü haline dönüştürülm üştü r. Ya­
ratıcı l ı k köreltilm iştir. Başlang ı çta ivme kazand ı rd ı ğ ı zanne­
dilen bu felsefe , sonuçta girdiği topl umları , akl ı n ve düşünce
sisteminin önüne dogmatik bariyerler koyarak, çı kmaz soka­
ğa sürü klemişti r. Elinizi vicdan ı n ıza koyu n , oturduğunuz evi n
içinde bir gezi nin, kütüphanenizin önünde durun, çocuğunu­
za anlayabileceği bir şiirin ya da bir öykünün hangisinin bu
1 6 Tü rk devletinden, çok uzağa gitmeyelim, Osmanl ı 'dan ol­
duğunu söyleyeceksiniz. Evinizde son 600 yı ldan hatta 1 500
yı ldan bu yana bu coğ rafyada bulunmuş, keşfedilmiş bir kü­
çük iğne, raptiye, bir somun, herhangi bir şey var m ı ? Bu ka­
dar zenginliğin üzerinde bu devletler talandan başka ne yaptı­
lar dersiniz? Bu kısı rl ı k ve veri msizlik tarihi bir gerçeğe de da­
yan maz. Çünkü Semavi din lerin ortaya çı kması ndan önce bu
coğ rafyada bul unan , yazı lan ve keşfedi len şeyler daha son ra­
ki uygarl ı kları n en temel yap ı ları olmuştur.
Bütün bu devletlerden , bize ve çocuğumuza kalan , kanl ı
savaş masalları ve kirli saray öyküleridir. Müslüman l ı k, Tü rk­
lere i l i m ve i rfan aşı ladıysa, bunlar nerede? Son bin üç yüz
yı la kadar henüz yazıya geçmemiş ve Müslüman olmam ış
Tü rklerin yaratt ı ğ ı ilkel mitoloji gibi bir beyin ürünü dah i ya­
ratı lamam ı şt ı r. Biliyor musu nuz? Övündüğümüz, başta İbn-i
Sina, Farabi ve birkaç bilimsel düşünür, katıksız Müslüman
olduğunu gururla savunduğumuz Gazneliler tarafı ndan kafi r
ilan edi l m işlerd i . Osman l ı ları n yapt ı ğ ı camilerin mimari tarz ı ,

303
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

İslam sanatı ndan çok Bizans ve Rönesans kil iselerinden etki­


lenmiştir. Resim , heykel Müslüman l ı kta yasakland ı ğ ı içi n , sa­
nat ı n iki ana unsuru tümüyle kazınmışt ı r. Bununla birlikte, ya­
zı ve hat sanatı doruğa u laşm ı şt ı r.
Diyebilirsiniz ki , belki teknik bakı mlardan atı l ı m getirme­
miştir; ancak toplumsal barışa büyük katkı lar sağlam ıştı r.
Esas ı nda yukarıdan aşağ ıya ana hatlarıyla anlatt ı ğ ı m ı z İslam
tarihinde, h içbir dönemi n kansız geçmediğine tan ı k oldunuz.
Buna Peygamber dönemini izleyen halifeler ve daha son raki
dönemler de dahildir. Dört hal ifenin 3' ü ; 1 1 imam ı n 1 O'u Eme­
vi halifelerinin hepsi, Abbasi halifelerinin neredeyse tüm ü , pa­
dişahları n büyük bir kısm ı kendi dindaşları tarafı ndan en feci
şekillerde öldürülmüştü r. 1 600 yı ldan bu yana gelmeyen hu­
zuru gelecekte umuyorsunuz; çok beklersiniz . . .
Çünkü kuralları n sert ve tartışmasız kabulünü dayatan bir
sistemin barı ş getireceğini savunmak, kökü nde ç ı karc ı l ı k yok­
sa safl ı kt ı r. Halbuki Şamanizm'den gelen , her şeyi kutsal sa­
yan ve sayg ıdeğer bulan, i nsanlar arası nda fark gözetmeyen
bir anlayış sisteminin yaşatılması ve özellikle gelişti ri lmesi ,
çok daha barışçı bir toplum yaratabilirdi. N iteki m bugün da­
h i , Şamanizm'deki ögeleri ve gerçek Tü rk düşüncesini köken
alan Bektaşilik ve Alevilik özünde hoşgörüye dayanmaktad ı r.
Ne yaz ı k ki merkeziyetçi , despot, dogmatik ve dayatmacı uy­
gulamaya çok daha yatkı n olan ve bunlara ilişkin kuralları için­
de taş ıyan Sünni zihniyet, bu hoşgörülü akı m ı n yolunu kes­
miş, gelişmesine izin vermemişti r. Öyle ki dinle ilgili herhan­
gi bir tenkitin en ağ ı r şekilde cezaland ı rı lması için yasa bi­
le konmuştur. Tenkit edilemeyen, üzerinde yorum yapı lama­
yan herhangi bir düşüncen i n , fikrin ve akı m ı n er ya da geç es­
kiyerek etkinliğini yiti receğini bil iyoruz. Bu nedenle 2000 yı­
l ı na vard ı ğ ı m ızda b ı rakı n sade vatandaşı , din eğitimi gören

304
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

İ mam Hatipli öğrencilerin kitle halinde Deizme kayd ı kları yaz ı ­


l ı p söylenmektedir. Çünkü b i l i m i yan ı na almam ış h e r düşünce
er ya da geç çı kmaz sokağa girecektir. 57 İslam ülkesinde kan
ve vahşetin yaşanmas ı yen i d üzene uyumsuzlukları n sonu­
cudur. Doğrusunu yan l ı ş üzerine otu rtmuş toplumları n kaderi
Orta Doğu'da ve tüm İslam ülkelerinde görülmektedi r. Ancak
dini katı bir dogma haline geti rmiş olanlar bunu anlayamazlar.
Sonuçta, örgütlü ve olanakl ı bir zümrenin önderliğinde ge­
l işme fı rsatı verilmeyen Bektaşilik ve Alevilik felsefesi de, za­
manla cahi l ve çı karcı insanları n elinde, amacı ndan saptı rı l­
m ı ş ve bat ı l inançlara bulan m ı şt ı r. Halbuki başlang ı çtaki il­
keler zaman içinde geliştiri lseydi ve toplumun siyasal yapı ­
sı n a uygulansayd ı , belki d e sadece İslam ülkelerinde değ i l ,
t ü m dü nyada barış, kardeşlik v e hoşgörünün yayg ı n laşmas ı ­
n ı sağlayan bir akı m , bir öğreti , bir ekol haline dönüşebilird i .
Eğer öyle olsayd ı , b i z Avrupa kap ı ları nda Avrupa topluluğuna
girmek için bekliyor olmaz; Avrupal ı lar bizim kap ı m ızda bek­
l iyor olacaklard ı .

305
1 6. BÖLÜM

Türk Milliyetçiliğinin Esası


ve Gelişmesi
"Türk Tarihi"

İ nsanları n evrim leşmesine bakı ld ı ğ ı nda, ilk insanları n bugün­


kü bilgilerimiz içerisi nde ilk defa Afri ka'da ortaya ç ı ktığı ve
oradan dü nyan ı n dört bir tarafına yay ı ld ı ğ ı söylenebilir. Bu ya­
y ı l ı şta bir grup insan ı n da bugünkü Orta Asya merkez olmak
üzere çevreye yerleştiği tahmin edilmektedir. Bel irli bir süre
sonra da Buzul Dönemleri başlayı nca, buradaki insan toplulu­
ğu ile batıdaki i nsan toplulukları arası ndaki ilişki , U rallar, Kaf­
kaslar üzeri ne yığı lan kal ı n buz tabakaları neden iyle, keza gü­
neyde de Himalaya Dağ silsi lesi ile kesilmiş old u . Dolayıs ıyla
bir ana kökten gelen bu iki topl uluk doğal seçi limle farkl ı özel­
l i klere sahip olacak şekilde evrimleşti . Örneğ i n , B kan gru­
bu büyük bir olas ı l ı kla Orta Asya'da ortaya ç ı ktı ve daha son­
ra buradan tüm dünyaya yayı ld ı . B mutasyonu burada orta­
ya ç ı ktığı için, buradaki ı rk grupları nda B kan g rubunun s ı kl ı ­
ğ ı bugün % 60'1ara kadar yükselmiştir. Halbuki Anadolu Tü rk­
leri nde bu oran bugün yaklaş ı k % 1 5 civarı ndad ı r (TÜ BİTAK,
TBAG 1 1 95 no'lu projede bu rakam % 1 2 .89 veri lmektedir) .
Orta Asya, coğ rafik bakı mdan tekdüze b i r yap ı göstermediği
ve değişik ekolojik koşulları bünyesinde bulundurduğu için bu
evri mleşme, kendi içerisinde de değişik alt ı rk grupları n ı n or­
taya ç ı kmas ı na neden oldu. Bütün bu ı rklara Altay l rkı dene­
bilir. Tü rkleri ve Moğolları oluştu ran alt ı rk g rupları bu ı rk g ru-

306
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

bunun en yakı n iki üyesidir. Daha uzak akraba olarak Çinli­


leri , Japon ları ve Tibetli leri verebi l i riz. Tü rkleri tipik özellikleri
olan homojen bir ı rk olarak tan ı mlayamam ı z ı n kökünde, fark­
lı şekilde evrimleşmeleri yatar. Ancak Tü rkleri bir arada tutan
ve ona Tü rk tan ı m ı n ı en iyi verebilecek özellik g ramer yap ı sıy­
la dil ailesinde kendine özgü bir yeri olan Tü rkçe l isan ı d ı r. Bu
nedenle bu kitabı n değişik yerlerinde, "eğer Türkleri bir grup
altmda toplamak ve onlara Türklük bilinci aşılamak istiyorsa­
mz; bunu yapısal özelliklerle yani trkçılıkla değil, dil özellikleri
yani kültür boyutunu işlemek suretiyle başarabilirsiniz," tema­
sı defalarca işlenmiştir. Tü rk Milli Eğitimi'nin bu kon uda, Cum­
h uriyetin ilk 30 y ı l ı ndan son ra, özell i kle 1 980 y ı l ları ndan sonra
doğru yönlendirildiğini söylemek güçtür.

1 . Türk M i l l iyetçiliğinin mitoloj i k ve kronoloj ik


gelişimi
İ l k tari hsel yorumlar:İ l k bilimsel tarih yazarı olan Herodot,
MÖ 6. yüzy ı l larda yazd ı ğ ı eseri nde Tü rk ad ıyla herhangi bir
toplumdan söz etmez. Bugünkü Tü rk-Moğol tan ı m ı na benzer
iki topl umun varl ı ğ ı na değinir.
Bun lardan birincisi , "Mesajetler": Bugünkü Tü rkistan' ı n da­
ha doğusunda yaşayan, anahan dinine sahip, sosyal olarak
çömlekçi lik düzeyinde kalmış, gelişmemiş barbar bir toplum
olarak tan ı m lanm ı şt ı r. Bu topluluğun etkisiyle ya da bu toplu­
luğa mensup bi rçok kavim (barbar olduğu söylenir) MÖ 3-2 .
yüzy ı l larda I rak-M ı s ı r medeniyetine sald ı rı r. Bu akı nlar milat­
tan son ra da devam eder ve H un ları n batıya akı n ı bunun bir
sonucu olarak ortaya çıkar.
İ kincisi ise " İskitler': Alpler'den Çin ve Hint s ı n ı rı na kadar
yayı l m ı ş , sosyal olarak çobanl ı k düzeyinde kalmış, doğudan
batıya gittikçe daha çok babahan dinli olan, biraz daha geliş-

307
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

miş bir topluluk olarak tan ı m lanm ı şt ı r. Bu g rubun içine bat ı ­


d a n doğuya doğru Vizigotlar, Ostragotlar, Slavlar, bazen Cer­
menler dahi l edi l i r. Herodot, İskitler içinde, ayrıca, Altayları n
ötesinde, çenesi uzu n , yassı burunlu (daha son ra Hunlar yas­
sı burunlu olarak tan ı mlan m ı şt ı r) , özel bir l isan ı olan , bir altın­
cı tip İskit daha tan ı m lam ışt ı r.

"Türk" sözcüğünün kökeni : Bu konuda eldeki bilgiler tar­


tışmal ı d ı r. Tü rkçülüğün babaları ndan sayı lan Ziya Gökalp,
"Tü rk" sözcüğünün Orhun An ıtları 'nda yasa ya da kurum an­
lam ı na kul lan ı lan " Töre' sözcüğünden geldiğini yazar. Ziya
Gökalp'a göre Orta Asya'daki Tü rkçe kon uşan kavimlerden
biri bu yasaları benimseyince töreli denmiş ve bu da zamanla
Tü rk'e dönüşmüş. Arapları n kendilerinden olmayanlara acem
dediği gibi , Türkler de kendi töreleri nden olmayan lara "Tat"
derlermiş. Bu nedenle de Moğollara Tat-Er (Tatar) demeleri
bundan kaynaklan ıyormuş.
Neşri'ye göre ( Neşri Tarihi: 1 4, TTK yay ı n ları ) Tü rklerin
dinlerini değiştirmesinden dolayı " Terk- İmari' dendi ve bir ri­
vayete göre zamanla bu yakıştı rma " Türkmari'a dönüştü .
Türk anoni m ismi de bu eylem ile ortaya ç ı km ı ş old u . Türklerin
diğer medeniyetlerle ilişkisi , ilk olarak, MÖ 2. yüzyı lda daha
medeni ve bilgili oldukları n ı kabul ettikleri Çinlilerle olmuştu r.
Türkçe yazılmış ilk metinler ise ancak MS 7. yüzyılda görülür.

Türkleri n mitoloj i k köken i : Neşri , mitolojik olarak Tü rklerin


kökenini Hz. Nuh Peygamberin oğlu Yafes'ten türemiş Bul­
cas'a bağlar. Bulcas' ı n i ki oğlu olmuş; birinin ad ı Türk, diğe­
rininki Moğol'muş. M itolojinin bu kısm ı nda bir kopukluk ya da
karış ı kl ı k olur. Öykü şöyle devam eder: Bu lcas ölünce yeri­
ne büyük oğlu Zib Bakuy geçer (bu da Ulu Taht anlam ı na bir

308
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

sembolik kavram olabi lir) ve bunun da Kara (kuzey yön ü de­


mek) Han, Or (Oğuz'un son olarak yerleştiği dağ) Han, Güz
(sonbahar anlam ı na) Han ve Gür (Oğuz'un son olarak yer­
leştiği dağ) Han diye dört oğlu olur. Kar Han dinsiz ve kafi r
ruhlu bir adamd ı r. Ondan , doğuştan Müslüman olan ve Tan­
rı'n ı n birliğine inan m ı ş Oğuz ad ı nda bir çocuk olur (bazı kay­
naklara göre İ brahim Aleyhiselam-> İshak ->lys'in oğludur;
bazı ları na göre Sam oğl u Erfahşad soyundand ı r) . Bu çocuk,
babasıyla 75 yıl savaşı r; onu öldürür ve tüm dünyayı (doğu­
dan batıya) ele geçi ri r. Böylece Türk ve Moğol geleneklerinin
en büyük kah raman ı halkın bel leği nde yarat ı l m ı ş olur. Birçok
kaynağa göre Türklük Oğuz'la başlar. Böylece Oğuz'un yaşa­
dığı tarih, bu durumda, Türk admm başladığı tarih olmalıdtr.
Neşri'ye göre Kara Han ile Oğuz arası ndaki savaş Oğuz'u n
iman geti rdiği İ brahim Peygamber zaman ı ndayd ı . Kur'an'da
İskender Zülkarneyn olarak tan ıtı lan peygamber Oğuz' un biz­
zat kendisi de olabilirdi. Halkın hayalinde, Oğuz ile Akkadla­
rın sonunda ortaya ç ı kan İ brahim Peygamber (İsa'dan binler­
ce y ı l önce yaşam ış, Sümerlerin U r kentinden M ı s ı r'a göç et­
miş bir semittir) , Med uygarl ı ğ ı sonunda ortaya ç ı kan Cyrus
ve Pers medeniyeti sonunda ortaya ç ı kan İskender, hatta At­
tila ve Çin-Hint kah ramanları arası nda paralellikler ve zaman­
daşl ı klar kurulmuş; ancak gerçekte Oğuz'un hangi tarihte ya­
şad ı ğ ı bir türlü saptanamam ı ştı r. Büyük bir olas ı l ı kla en yak­
laş ı k tari h , İsa'dan önce 4. yüzyı lda yaşamış olan İskender'le
zamandaşl ı kt ı r. Özünde, Oğuz, Tü rk toplumları nda, bu kah ra­
manlarla özdeşleşti ri lmiş hayali bir varl ı k gibi görünmektedir.
Yine Neşri'ye göre, Oğuz, d ünyayı ele geçirdikten son­
ra, ası l vatan ı Orta Asya'ya ve Kü rtak'a döner ve çocukları
G ü n , Ay, Y ı l d ı z Hanları sağ ı na (meymeneye) , Gök, Tak (Dağ)
ve Dengiz hanları sol yan ı na (maysereye) yerleştirir. Bunlar

309
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

da kan teşkilat ı n ı n sembol ik hayali kişileri gibi görünmekte­


dir. Oğuzları n bu altı aşi reti de kendi araları nda 4'erl i kan lara
böl ü n ü rler ve 24'1 ü bir konfederasyon oluştururlar (Tü rkiye' de
bugün kul lan ı lan yer adları ndan Burdur, Yaz ı r, Dudurgu, Av­
şar, Karkı n , Anamu r, Yüreğir, İğdir, K ı n ı k, Bay ı n d ı r . . . bu boy­
ları n adları ndan bi rkaç ı d ı r) . M itolojiye göre Oğuz Han' ı n en
büyük oğlu Gün Han , atas ı n ı n vasiyeti üzerine Oğuz Han' ı n
yerine geçer ve 7 0 y ı l hizmet ederek birçok şehi r ku rar (hal­
buki bu sı rada Türkler hala göçebeydi). Bundan son ra başa
Kay Han geçer.
Bundan son ra Hz. Peygamber sahneye ç ı kar (MS 622) ve
gel işen Arap egemen liği, Tü rklerle birlikte, İ pek (ticaret) Yo­
lu'nun baş ı n ı tutmuş Farsları ortadan kald ı rmaya başlar. Ger­
çek adları olan (yaşamış) Tü rklerin sahneye çıkışı i l k defa bu
zamanda görü l ü r. Belki de ilk gerçek kişi, bu dönemde mey­
sereden Oğuz oğlu Sal ur'dur. Güney batıdan Araplar, kuzey
doğudan Tü rkler, Acem ülkesinin zenginliğini talan ederler.
Bu döneme kadar Araplar Türklerden çekin mişlerdi. Halife
Osman , kumandan ı Said İ bn-l 'As'a para ile barış yapt ı rı nca,
üstü kapal ı seyreden Arap-Türk ittifakı da son bulmuş oldu.
Dönekliğin ve kal leşl iğin tüm alanları nda uzman laşm ı ş Eme­
viler, bu sefer de İ pek Yolu üzerinde tehdit ol uştu rmaya başla­
yan Tü rkleri bertaraf etmeye karar verm işlerd i . Bunun için de
bu sefer Acemlerin desteğine gereksinme vard ı . Halife Yezid,
bu desteği sağlad ı ve Cürcan ülkesi bir kan deryas ı na döndü­
rüldü. Amaca ulaşmak içi n , Arapları n tüm ku rnazlı kları ve de­
siseleri kullan ı ld ı . Hişam bin Abdül-Melik döneminde, kuman­
dan Cerrah, Hazer ilini kan deryası na ve bir y ı k ı ntıya dön­
dürd ü . İslamiyet'i n 1 00. y ı l ları nda, bu sefer Arap-Acem ittifa­
kı , Tü rk avı na çıkmışt ı . Bu sürek avı Cengiz ve Ti mur'un orta­
ya ç ı kmas ı na kadar devam etti. Arap tarihçileri , bu dönemde

310
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

" Türk adım alanlar gerçekte Ye 'cüc Mecüc artıklandlf. Bunlar


yabani hayvanlar gibi yaşarlar; ne dinleri, ne inanç/an, ne ya­
sa/an vardlf. Puta, güneşe, yıldızlara taparlar. Haramı ve he­
lalı bilmezler," diyerek Arap halkı n ı Tü rklere karş ı kışkı rtmak­
tan geri kalmıyorlard ı . Ancak bu arada köle olarak getirdi kle­
ri Tü rkler, yaşam tarzı olarak savaşmaya uygun oldukları içi n ,
ordunun belkem iğini oluştu rmaya v e Arap egemen liğinin içi­
ni oymaya başlad ı lar.

1 .1 . İslamlaşmış Türklerde M i l l iyetçilik d uygu ları


Daha son ra Tü rk ad ı n ı alacak, dillerindeki gramer yap ı s ı
bakı m ı ndan benzer olan , hemen hemen ayn ı i nanç duygula­
rı n ı (Şamanizm'i) ve ayn ı mitolojiyi paylaşan , gelenek ve gö­
renekleri benzer ya da ayn ı olan , çoğunluk ayn ı yaşam tar­
z ı n ı (savaşçı-göçebe) gösteren boyları n MS 6-7. yüzy ı l larda
Hazar ve Horasan'a yerleştiğini, tamamen göçebe bir yaşam
tarzı ndan yavaş yavaş yerleşik d üzene geçtiğini görmekteyiz.
Bu boylar, gelenek göreneklerine bağ l ı , ataları na ve kan bağ­
larına sayg ı l ı , toplumsal kararlarda katı l ı mcı , toplumda kad ı ­
n ı n önemli yeri olan , özgü rlüğe önem veren, toplumun disip­
line edilmesinde dini ku ral lardan önce örfi geleneklerin ege­
men olduğu, katı kurallarla yönlendirilmemiş topluluklard ı .
Ü retim açı s ı ndan ilkel b i r yap ı gösteriyorlard ı . Gel i rleri hay­
vanc ı l ı k, i l kel tarı m ve sadece mal edinmeye yönelik talana
dayan ıyord u . Batı Tü rkistan'da yerleşime başlayı nca, önce
İ ran uygarl ı ğ ıyla ilişkiye geçtiler ve bu uygarl ı ktan önemli şey­
ler öğrendiler. Bu aşamada, Türk boyları n ı n , yerleşik düzene
geçmiş toplumlardaki üretim yöntemleri n i kavrad ı ğ ı , göçebe­
liğin yan ı s ı ra, merkezlerde, sanatsal yap ı laşmalara ve ticare­
te yöneldi kleri n i görüyoruz. Daha sonra M üslüman Araplarla
temasa geçti ler ve Arapları n idari organ izasyonu karşısı ndaki

31 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

yetersizliklerini anlamaya başlad ı lar. Araplar, kısmen yerleşik


d üzene geçmiş ve bel i rl i bir değer birikimine sahip bu Tü rkle­
ri talana karar vermişti. Ancak Türkler hem savaşçı hem de
gelenek-göreneklerine bağ l ı topluluklard ı . Bu nedenle onları n
maddi ve manevi yönden ele geçirilmeleri kolay olmad ı . Hz.
Peygamberin Türkleri n yerleşim yerini ve vücut şeklini işaret
ettiği varsayı lan bir ı rk hakkı ndaki olumsuz ayetleri ve hadisle­
ri Arapları korkutuyordu . Başlangıçta temkinli davranan Arap­
lar, özellikle İ ran ve Kafkasya'yı ele geçirdikten sonra sald ı rı ­
ları n ı yoğunlaşt ı rd ı lar. Tü rklerdeki milliyetçilik duyguları (gele­
nek ve görenekleri) ve Şaman izm'den köken alan dünya gö­
rüşleri , Araplarla uyuşmad ı ve bu nedenle yaklaşı k 300 y ı l bu
bölge kan gölüne döndü .
Tü rkler, kat ı , dayatmacı , yarg ı lamadan uzak, yetkileri n e­
şeyler ve s ı n ıflar aras ı nda farkl ı paylaştırıldığı bir sistemi be­
nimseyemiyorlard ı . Ancak gelişmiş organizasyonlu Arap Mil­
liyetçiliği (Müslüman l ı k) karşısı nda da fazla etkinlikleri olam ı ­
yord u . İslamiyet, başlangıçta, bir Arap dini olarak ortaya ç ı k­
t ı ğ ı için , Arap M i l liyetçiliğinin iskeletini ve vu rucu ruhunu oluş­
turm uştu . Bu nedenle Arapları n dışı ndaki ı rklar, Müslüman l ı ­
ğ ı h içbir zaman tam olarak benimseyememişlerdi. Hatta İ ran­
l ı lar Müslüman olmaları na karş ı n , Araplar onları Acemler (ya­
bancılar) olarak tan ı m l ıyor; İ ran l ı lar da M üslüman l ı ğ ı Arapla­
rın benimsediği an lamda içlerine sindiremedikleri içi n , ken­
di milliyetçi duygularıyla (gelenek-görenekleriyle) yoğurarak,
Arap Milliyetçiliğine bir tepki olarak Şiiliği ortaya çı karıyorlard ı .
Şiilik, Arap Milliyetçiliğinin karşısına dinsel b i r akı m olarak çı­
kıp, Arap egemenliğini sarsmaya başlayı nca, Arap M i l liyetçi­
liği de aşı rı bir dini hüviyet kazanarak katı bir Sünniliğe dönü­
şüyordu. Şiilikle İ ran Milliyetçiliği, Sünnilik ile Arap Milliyetçiliği
bu nedenle özdeşleşmiştir. Müslüman l ı k İ ran'a girdiği zaman ,

312
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

diliyle, edebiyatıyla, sanatıyla, mimarisiyle yerleşmiş ve geliş­


miş bir Fars Kültürü vard ı . Bu nedenle kültü rel çatışma kaçı ­
n ı lmaz oldu . Bu çatışma bugüne kadar, hatta İ ran- I rak çatış­
mas ı na kadar süregeldi.
Tü rk boylarıyla İ ranl ı lar ve Araplar ilişkiye geçince, ilkin ve
ilkel yap ı s ı n ı korumuş Şamanizm ve Türk uygarl ı ğ ı , organi­
zasyon düzeyi yüksek bir toplumun gereksinmelerini karş ı la­
maktan uzak kald ı . Çünkü gelişmiş bir ü retim , tarı m , devlet or­
ganizasyon u , edebiyat, hatta yazı kültü rü dahi gelişmemişti .
Öyle ki , Tü rkçe yaz ı l m ı ş ilk metinlere MS 6-7. yüzy ı l larda rast­
lanmaktad ı r. Bu nedenle Tü rk boyları hem kültü rel hem or­
ganizasyon bakı m ı ndan kendilerini yetersiz hissedip, bir ara­
yış içerisine girdiler. Bu evrede, birçok Tü rk boyunun, herhan­
gi bir baskı altı nda kalmadan Budistl iği, Zerdüştlüğü, Yahu­
diliği ve Maniheizm'i kabul ettiği ; hatta daha önce Müslüman
olan İ ran l ı ları n kendi kültü rleri ile yoğu rarak yarattı kları Şiil iğe
girdikleri görülmektir. En ilginç olan ı , bu evrede, Tü rk boyla­
rı aras ı nda, din farkl ı l ı ğ ı na dayal ı herhangi bir çatışman ı n ka­
yıtl ı olmamas ı . Herkes kendi ve başkas ı n ı n inanc ı na sayg ı l ı . . .
Abbasi Devri'nde, Tü rk soyundan gerçek kişiliği olduğu bi­
lenen (daha öncekilerinin birçok mitoloj iden etkilenmiş hayal
ürünü kah ramanlar olma olas ı l ı ğ ı var) Sal ur bin Tak (Dağ Oğ­
lu Salur) , Ana Çanak Han ve lakab ıyla Kara Han (Müslüman
ad ı taş ı mad ı ğ ı için bu Kara lakabı veri lmiştir) da den ir, M üs­
lüman l ı ğ ı kabu l eden ilk Tü rk Han ı oldu ve Hicret' in 300. yı­
l ı nda (MS 9 - 1 O yüzyı lda) , en az 2000 kişi birden Müslü man­
l ı ğa geçti .
Tarihte ilk Müslüman Türk devleti ise Karahanlılar'dtr. Yak­
laş ı k MS 650 y ı l ları nda başlayan ilk akı nlar ve MS 700' 1er­
de başlayan işgal ve sömürgeleştirme çabaları sonucunu ver­
miş, Hal ife el-Kaim bi-Emrillah ' ı n Selçuklu H ü kümdarı Tuğrul

313
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Bey'e taç giydirip, iktidarı n ı onaylayacağ ı MS 1 058 yı lana ka­


dar zorla İslam laşt ı rma süreci devam etmişti.
Abbasilerle başlayan dönemde, Müslüman l ı k, içerik ba­
kı m ı ndan fazla değişmeden , Arap dini olmaktan ç ı kıyor, ev­
rensel bir yapı kazanmaya başl ıyordu. Çünkü artık yönetime
egemen olanlar, ilk olarak İ ranl ı lar (Şiiler) daha son ra da Türk­
ler oluyordu. İ ran l ı lar yönetime egemen oldukları nda, kendi
özgün karış ı m ları ndan taviz vermemiş, yan i Şiiliğin gereğini
yapmışlard ı . Ne yaz ı k ki Şiilik de zaman içinde dinin katı ku­
ral ları ndan ve yönlendirmelerinden kurtulamam ış ve 2000' 1i
y ı llara gi rerken bile bağnazl ı ğ ı n , yobazl ı ğ ı n , çağ d ı ş ı l ı ğ ı n içi­
ne yuvarlanm ıştı r.
Bu arada kitle halinde M üslüman l ı ğa geçen Türklerde de,
İ ran l ı larda da bir zaman önce ortaya ç ı kan kültü rel direnç gö­
rülmeye başlad ı ve Şamanizm-Tü rk gelenek görenekleri ile
M üslüman l ı ğ ı n bağdaşt ı rı l ması Alevi liğin (daha çok kı rsal ke­
sime yönelik) ve Bektaşiliğin (daha çok kentteki yerleşik düze­
ne yönelik) ortaya ç ı kması şeklinde kendini gösterdi. Böylece
Tü rk kültür ve geleneği ile Şamanizm'in M üslüman l ı kla çatış­
mayan tarafları , bu yen i sentez içerisinde sürdürülmeye baş­
land ı . Şamanizm'in laik yapısı ve Tü rk boyları n ı n kat ı l ı mcı ida­
ri şekl i , Müslüman l ı ğ ı n katı kuralları n ı yumuşatarak, çok da­
ha çağdaş ve uygar bir sentezi ol uştu rmuştu . Belki de Müslü­
manl ı ğ ı n gelecekteki uygar dünyan ı n gereksinmelerine yan ıt
verebilecek en önemli sentezi bu olabilird i . Bu sentez hoşgö­
rüyü, değişimi ve açı kl ı ğ ı esas alm ıştı .
Ancak Türkler çok kötü bir evrede yakaland ı lar. Çünkü
sosyal organ izasyonları , teknik düzeyde, Arap ve İ ranl ı lar­
la aş ı k atacak durumda değildi. Devlet yönetimi de bir aşi­
ret ya da boy yönetiminden ileriye gidememişti . İşte bu aşa­
mada Müslüman l ı k Tü rkleri yakalad ı . Boy ya da aşi ret düze-

314
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

yinden devlet organ izasyonuna geçmeye başlayan yönetici­


ler için iki yol vard ı : Ya Müslüman l ı ğ ı n Türk kültü rü ile yoğrul­
muş sentezin i , yani Alevilik ve Bektaşiliği alacaklard ı . O za­
man bu sentezin Şamanizm'den gelen katı l ı mcı ve laik yap ı ­
sı ndan dolayı , h e r biri başka telden çalan boyları y a d a aşi­
retleri bir araya toplamakta zorlanacaktı lar. Ya da Arapları n
Milliyetçilik duyguları n ı n katı kuralları içinde yoğru lmuş olan
Sünniliği idari yap ı ları n ı n temel örg ütlenmesi için kullanacak­
lard ı . I rk ve düşünce bakı m ı ndan bu kadar çeşitl i insan ı , kul­
lan ı lan yöntemler insan l ı k dışı da olsa, bir arada o güne ka­
dar başarıyla tutan bir zihn iyet, yan i Arap Milletçiliğinin yönte­
m i , pekala esas al ı nabilirdi. Bu şeki lde davran makla da M üs­
lüman l ı ğ ı n i lahi yöneticisi olan halifelerin sempatisi kazanı la­
bilirdi. Böylece Türklerin yönetici kesim i , ilk Müslüman olan
yönetici Salur bin Tak'tan ve ilk Müslüman devlet olan Kara­
hanlılar'dan itibaren bu yolu seçtiler. Bunun da bir sakı ncası
vard ı . Yönetici ler, halktan kopuyorlard ı . Ancak Arapları n dev­
let anlayışı ndaki (Sünniliğin) katı kuralları n ı kul lanarak onla­
rı denetim alt ı na ald ı lar. Ancak, bir idari sistem uygulanma­
ya başlarsa, bu sistemin temelini oluşturan anlayış da ister is­
temez kendini göstermeye başlayacakt ı . Nitekim öyle de ol­
du. İdaresi Sünni, halkı Alevi-Bektaşi (Tü rkmen) olan Müslü­
man Tü rk devletleri , Halefleri olan Araplar gibi davranmakta
geç kal mam ışlard ı : Dinini yaymak için genişlemeyi ve savaşı
meşru görme, ganimet ve haraç alma, köle yapma, başka bir
dinden olanlara "kafi r" ya da "gavur" gözüyle bakma, Sünnili­
ğin d ı ş ı ndaki İslami eğilim leri (mezhepleri) "küfü r'' olarak nite­
leme ve en önemlisi kendi ı rkı n ı , yan i Tü rk kültü rü n ü , dilini, ta­
ri h i n i , mitolojisini küçümseme ve aşağ ı lama. Bu nedenle Sün­
ni Tü rk Devletleri , Tü rk Milliyetçi liğinin gel işmesi ne katkı ları n­
dan vazgeçtik, bu duygunun köreltilmesi için yüzy ı l lar boyu n-

315
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

ca uygulad ı kları baskı nedeniyle, kitabı n bu bölümünde Türk


M i l l iyetçiliğinin Tarih i içerisinde değil, İslam Tarihi'nin içinde
anlat ı l m ı şlard ı r. Çünkü bu devletlerin yönetici lerinin Türklük
ad ına h içbir katkı ları olmam ışt ı r. Bütün bu Sünn i-Türk devlet­
lerinde (Selçuklu ve Osmanl ı dahil), yönetici kesim, devlet di­
lini Arapça ve Farsça yapm ış, medreselerde, İ ran ve özellik­
le Arap tarihini okutmuş; Arap' ı n ve İslam' ı n propagandası n ı
yapan (Divan-ı Lügatit Türk hariç) bi rkaç eserin d ı ş ı nda Tü rk­
çe hiçbir yaz ı l ı metnin yay ı n lanmas ı na izin vermemiş, destek­
lememiş, sürekli aşağ ı lanan Tü rk gelenek ve göreneklerinin
Arap ve Fars gelenek ve görenekleriyle değişmesini teşvik et­
miş, Arap ve Fars kültürünün egemen olması için tüm çabayı
göstermiş ve en önemlisi bütün bu kültü rel emperyalizme kar­
şı ç ı kanları , hai n , kafir, isyancı diye niteleyerek kı l ıçtan geçir­
miştir. Birçok isyan ı n nedeni incelendiğinde, temelde, bu kim­
lik korunmas ı n ı n direncinin yattığı görü l ü r.
Ancak, bu yöneticiler, yıl madan Tü rklü k bilincini koruyan
ve kendini Arap ve Fars'tan her zaman farkl ı gören gerçek
Tü rk Milliyetçilerini (Tü rkmenleri , Alevileri , Bektaşileri ) , yeni
devlet kurma girişimlerinde güvenilir güçler olarak kul lanma­
dan da geri kalmam ı şlard ı r. İşte Batı Tü rkistan'da birçok M üs­
lüman Tü rk devletinin ve keza Selçukluları n kurul uşunda, Ma­
lazgirt Savaş ı ' nda, Anadolu Selçukluları n ı n kuruluşunda, Os­
man l ı Devleti'nin ku ruluşunda ve genç Tü rk Cumhuriyeti'nin
kuruluşu nda yal n ı z bu güçler yer alm ı şt ı r. Ancak her defasın­
da, yöneticiler, devletin ku ruluşunu gerçekleşti ren bu güçle­
ri , "Cumhu riyet Tü rkiye'si de dah i l ," yasalarla olmasa da ta­
rihten gelen al ışkan l ı kları nedeniyle ikinci s ı n ıf vatandaş ola­
rak görmekten, beli rli bir süre son ra baskı alt ı na almaktan ve
yönetime kat ı l ma hakları n ı n sanki sadece belirli bir görüşe ait
olup da diğerlerinin hakkı değilmiş gibi davranmaktan çekin-

316
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

memişlerdir. Diyanet İşleri Başkan l ı ğ ı n ı n resmi mezhep görü­


şü olarak sadece Sünniliği ön plana almas ı , son 50 yıl içinde
Anadolu'nun çeşitli kesimlerinde i nanç farkı ndan dolayı ç ı kan
çirkin olayları n yeterince üzeri ne gidilmemesi, yine bu yan l ı ş
yönlenmeni n uzantısıd ı r.
Bin y ı la yakı n bir süre içerisinde, halkı Tü rk olan devletler
aras ı nda, Türk bilincinin gel işmesi için çaba gösteren bir dev­
leti ve değerli yöneticisini anmadan bu kısmı kapatamayız.
Fars-Arap kültürünü benimsem iş; ancak sanat bakı m ı ndan
belki de Türk devletleri arası nda en gelişmiş yere sahip olan
ve Anadolu toprakları na en çok eserler kazand ı rm ı ş Selçuk­
lular da ne yaz ı k ki , ayn ı yolu izlemiş ve Tü rk Milliyetçi liği için
hemen hemen hiçbir şey yapmam ışt ı r. Selçukluları n yıkı l ı ş ı n­
dan son ra kurulan birçok beylikten (devletten) biri olan Kara­
man Beyliği (Devleti)'nin beyi Karaman// Mehmet Bey, Kon­
ya önünde toplanan divanda ( 1 3 Mayıs 1 277) , bundan böy­
le devletin dilinin sadece Tü rkçe olacağ ı n ı ilan etmiş ve soyu­
nun diline sahip çı km ışt ı r. Keza halkı büyük ölçüde Farsi, yö­
neticileri Tü rk olan , İ ran'daki Safavi devletinin kurucusu Şah
İsmail (MS 1 487- 1 524) , Safavi Devleti'nde Tü rkçenin resmi
dil olmas ı n ı sağlam ış, bizzat kendisi Hatayi mahlasiyle Tü rk­
çe tasawuf şiirleri , arı bir dille Tü rkçe halk şiirleri , özellikle bu­
gün Alevilerin çald ı ğ ı Tü rkçe saz eserleri, Tü rk halk edebiya­
tı n ı n işlendiği bir "Divan," didaktik ve l i rik gazeller, Hz. Ali hak­
kı nda övgüler dizilen bir "Dahname' ve didaktik bir "Nasihat­
name' ve tüm mektupları n ı Tü rkçe yazm ıştı r. Halkı Tü rk olan
Osmanl ı Sultan ı Yavuz Sultan Sel im de, Şah İsmail'e inatla
Farsça yaz ı l m ı ş mektuplarla cevap verm iştir . . .
Osman l ı n ı n kuruluşunu gerçekleştiren Türkmenler, istan­
bul'un fethi nden son ra, Tü rkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna
kadar, horlanm ı ş , aşağ ı lanmış, gelenek-göreneklerin i n , dille-

317
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

rin i n , tarih bilinçlerinin gelişti rilmesine izin verilmemiştir. Bu


yazı lanlara inanmayanlar, lütfen bu parag rafı okuduktan son­
ra, okumaları na bi raz ara verip, kütüphanelerine bakarak, ko­
ca imparatorluktan, çocukları na hangi şiir, roman , hikaye,
Tü rklerin geçmişiyle ilgili yazılmış belge, araştı rma vs.yi gös­
tereceklerine bir baks ı n lar. Eğer bulu rlarsa, kendi lerinden ri­
ca ediyorum, yeni baskı ları nda bu kitab ı n içeriğini değiştirmek
için bana da bilgi versinler . . . Bugün çocukları m ı z ı n okuyup da
anlayacağ ı dilden , kendi öz benliğini yansıtan , yazı ve şiirler,
yine de, Tü rkmen oldukları için horlanan bu kesimlerin ağ ız­
dan ağ ıza bugüne taş ı d ı kları ya da çok zor koşullarda yazıya
çevi rdikleri bi rkaç parça eserden ibarettir.

1 . 1 . 1 . İttihat-Terakki (Balkanlaştı rma) i le başlayıp Tür­


kiye Cumhuriyeti' nde devam eden Mill iyetçil ik: Osmanl ı
İ mparatorluğu'nda 1 800'1 ü yı lları n sonunda başlayıp, 1 900'1 ü
y ı l ları n başı nda h ızla devam eden ayaklanmalar, batı ülkele­
ri nin de tezgahlarıyla, resmen bir milliyetçilik akı m ı na dönüş­
m üştü . Kendini farkl ı bir ı rktan kabul eden herkes, Osman­
l ı 'dan ayrı lmak istiyord u . Balkanlardaki ülkeler bir bir bu şekil­
de Osmanl ı 'dan koptu . Milliyetçiliğin körüklenerek bir ülkenin
parçalanma eylemi de böylece siyaset diline "Ba/kanlaşttrma"
olarak girdi. Osmanl ı dilim dilim kesil iyordu.
Amerikal ı bir gazeteci, Atatü rk'e, "Sizin devrimlerinizin için­
de en çok hayranl ı k duyduğumuz devrim , dil devri mi oldu; bir
mil letin alfabesini toptan değişti rdiniz," deyince, Atatü rk şu ya­
n ıtı vermiş: "Yan ı l ıyorsunuz. Eğer bu alfabe millete mal olsay­
d ı , bunu benim değiştirme gücüm olamazd ı . Bugün 1 3 mil­
yon Tü rkiye Cumhuriyeti vatandaş ı ndan , ancak 1 0.000 kişi
bu alfabeyi ku llanabilmektedir. Ben halkın dilini, anadil yap­
mak istiyorum . Çünkü Arap harfleriyle Türk dilini yazmak ol­
dukça zor. Yazsan ız dah i , tekrar aynen okumakta birçok zor-

318
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

luklar ortaya çı kmaktad ı r. Anlam kaymaları na neden olmak­


tad ı r. Ayrıca Osmanl ı 'da amaçlara bağ l ı (tapu için farkl ı , kitap
yaz ı m ı için farkl ı , Kur'an için farkl ı vs.) olarak en az birbiri nden
farkl ı 1 O çeşit Arapça yazı tipi kul lan ı l m ı şt ı r. Bunları n her biri­
nin öğreni lmesi ayrı bir eğitimi gerekti rmekteydi . Eski Tü rk al­
fabesi de araya giren İslam eğitiminden ve alfabesi nden do­
layı ölmüş bir alfabe olmuştu ve gereksinmeleri karş ı layacak
durumda değildi. Bu nedenle teknik olarak gelişmiş batı dün­
yas ı n ı n ortak alfabesinin al ı n ması kaç ı n ı lmaz olm uştu."

Yine bıçak kemiğe dayanm ı ştı , yüzlerce y ı l önce kendini Tü rk


soyundan kabul edip, taşıdığı kültü rü ağ ızdan ağ ıza bin bir
baskı ve cefayla taş ıyan ruh , Tü rkl ük ruh u , yen iden dirilmişti .
Bu ruhu taşıyanlar İttihat Terakki Cemiyeti etrafı nda toplana­
rak, ülkeyi ku rtarma çabas ı na girdiler. Bir kısm ı n ı n girişimle­
ri başarı sız oldu hatta felaketler getirdi. Ancak bir defa gerçek
Oğuz ruh u dirilmişti . Bu ruhu taş ıyan ları n bir kısm ı Genç Tür­
kiye Cumhuriyeti'nin temellerini attı lar. Bunları n başı nda bilin­
diği gibi M ustafa Kemal bulunuyord u . Mustafa Kemal , ı rkç ı l ı k
i l e milliyetçiliğin farkı n ı ayı rt edecek kadar kültürlü ve zekiydi .
ı rkçı l ı ğ ı n , başka ı rkları , kültü rleri küçümseme, yok etme, ele
geçirmek olduğunun bilincine ulaşm ıştı . Bu açıdan bakı ld ı ğ ı n ­
d a birçok ülkenin milliyetçiliği ı rkç ı l ı k olarak v e keza Arap M i l ­
l iyetçiliği M üslüman l ı k kisvesi altı nda Arap ı rkçı l ı ğ ı olarak gö­
rünmekteydi . Halbuki milliyetçilik, kendi kültü rü n ü , dilini, töre­
sini, tari h i n i , gelenek göreneğini tan ı ma, bilme ve gelişti rme;
başka kültü rlere de sayg ı l ı olman ı n bir ifadesiyd i . Bu açıdan
bakı ldığı nda İslam iyet'in ve Müslüman Tü rk Devletleri'nin ta­
n ı m ı çok açı k bir şekilde ortaya çı kıyordu.
Tü rk ulusu n u n , yeniden ki mliğini kazanmas ı , uygarlaşma­
s ı , bilim toplumuna dönüşmesi içi n , dilde, di nde, yönetimde

319
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

yeni bir yap ı lanmaya gerek vard ı . Bu nedenle, dilini gelişti re­
bilmek için, daha doğrusu halkın dilinin yayg ı n dil olarak kul­
lan ı lmas ı n ı sağlamak için Türk Dil Kurumunu, tarihini araştı r­
mak ve gel işti rmek için Türk Tarih Kurumunu kurdu, dinini ge­
l işti rmek ve özgü rleşti rmek için laikliği beni msed i ; milliyetçili­
ğin saldı rgan l ı k ve talan olmad ı ğ ı n ı vurgulamak için " Yurtta
Sulh Cihanda Su/fi' özdeyişini rehber yapt ı , uygar sayı lan ül­
kelerle i letişimi kolaylaştı rmak ve bilgiyi daha kolay aktarabil­
mek için yazı dilinde "Harf Devrimi' (birçoğunun savunduğu
gibi bu değişiklik çok büyük gedik açmad ı ; çünkü zaten Türk
kültürüne yönel ik yazı l ı kaynaklar toplumun yap ı sı n ı etkileye­
cek kadar çok sayıda değildi; teknik bilgi içeren yaz ı l ı kaynak­
lar ise ku ral olarak yoktu; yeni bilgiler edinilmesi için batıya
dönmek zorunluluk haline geçmişti ; en önemlisi Arap harfleri
Tü rk dilinin yaz ı m ı na uygun bir alfabe değildi; dolayısıyla uy­
gar bir dünyada bu kopukluğun eksikliği h issedilmedi), bu atı ­
l ı m ı n belki psikolojik temelini ol uşturmak i ç i n "Kıyafet Devri­
mi' yaptı . "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir; fendir' diyerek, bi­
lim toplumu olman ı n yolunu gösterd i . Parlamentoyu kurarak
demokrasi yolunu açtı . " Türk, öğün, güven, çaltş, güveri' di­
yerek, geleneksel talan ı n yolunu kapatıp, ü retici olmaya teş­
vik etti . Türk Ocakları n ı kurarak, milli benliğin işleneceği odak­
ları oluşturd u . "Ne mutlu Türküm diyene' diyerek, Tü rkmen­
lerdeki yılları n ezikliğini silmeye çal ıştı . Bu nedenle de kendi­
sine Atatü rk ad ı verildi. Bu unvana, Tü rklerin m itolojik atası
Oğuz'dan ve Köktürk Kağan ı Bilge Kağan'dan sonra en layık
o oldu. Tüm uygar ve gerçek Tü rk Milliyetçilerinin ad ı na ma­
nevi huzurunda sayg ıyla eğiliyoruz . . .
Birçok İslam ülkesinin ve Tü rkiye'deki birçok Tü rk kökenli
Arap Milliyetçisinin, Atatürk' ü , Halifeliği kald ı rmas ı ndan dola­
yı suçlaması da haksızl ı ktı r. Atatü rk, Halifeliği Türk idari siste-

320
BİLİM TOPLU M U N DA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

mi nden uzaklaşt ı rm ı şt ı r. Bu nedenle Hal ife'yi ortadan kald ı r­


mam ış, Edi rne'den kapı dışarı ederek, Türkiye'den ç ı karm ış­
t ı r. Eğer, İ slam ülkeleri ve Tü rkiye'deki Tü rk kökenli Arap M i l l i­
yetçileri , gerek duysalard ı , örneği dü nyan ı n birçok yerinde gö­
rülen birçok dini l ider gibi, son Halife'ye de biat edebilir ve ku­
rumsal olarak yaşatabilirlerdi. Bunun için hiçbir engel yoktu .
Ya da geçen 70 yı l içerisinde İslam ülkeleri bir yen isin i seçe­
bilirlerdi (hangi dinden olursa olsun dini düşünceler i nsanla­
rı n bir araya gelmesin i önlediği içi n , geniş kapsaml ı böyle bir
uyuşman ı n gerçekleşmesi çok zor olacakt ı r) . Çünkü Halifelik,
ne geçmişte ne de Osmanl ı 'da kan bağ ıyla aktarı lan bir ku­
rum h içbir zaman olmam ışt ı .

Ancak kökleşmiş geleneksel yönetici-çı karcı zihniyeti tümüyle


ortadan kald ı rmak kolay değildi. Çünkü dini, çı karları için istis­
mar eden ve bunun için çok çeşitli yöntemler gelişti rmiş olan
böyle bir kesimi kısa bir sürede ortadan kald ı rmak ya da eği­
timle doğru yola sokmak mümkün değild i . Bu kesim 1950'1 i yıl­
lara kadar, açı k söylemek gereki rse, bi raz da uygulanan bas­
kı lar sonucu sinm işti. Çok partil i sisteme geçince, çoğunluğu
sağlayan parti nin muhafazakar (tutucu) eğilimi ve bizzat bu
partin i n siyaseti dine bulaşt ı rma pol iti kası , tari hsel hastal ı ğ ı n
nüksetmesine neden oldu . Başlangıçta, bu zihniyet, Atatürk
döneminin i nançl ı ve gerçek Tü rk M i l l iyetçisi kadrosu karşı­
sı nda çekingen ve korkaktı . Bu nedenle sinsi ve akı l l ıca bir yo­
lu seçti : İdari sisteme ve eğiti me sızma ve zaman içinde kad­
rolaşmayı tamamlayarak devleti yen iden ele geçirme. İşte bu
bölümün baş ı nda, kare içerisinde bir gazete yazarı m ı z ı n ma­
kalesinde, başl ı k olarak veri len "İçişleri ve Milli Eğitim Bakan­
l ı ğ ı nda ülkemizi tehdit eden kadrolaşma" şeklindeki uyarı , bu
tehlikeyi işaret etmektedir.

32 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

2. "Türk- İ slam Sentezi" için son söz


Yaklaş ı k MS 1 600 y ı l ları nda Osmanl ı 'da örg ütlenmesini ta­
mamlayan Tü rk-İslam (bir çeşit Sünni-Tü rklü k) sentezi, Türk
gelenek göreneklerini sürdüren "gerçek Tü rk M i l l iyetçilerinin
diretmesine karş ı n" idari sisteme tüm kurumlarıyla yerleş­
m işti . Bu sistem özünde, Arap Milliyetçiliğinin Türk U l usu'na
uygulan masıyd ı . Araplara bile yarar getirmeyen, onları kan­
l ı entri kalarla dolu bir tarih sürecine sürü kleyen böyle bir zih­
n iyeti n , Tü rk halkına mutluluk getirmesini beklemek Herhalde
saf dillilikten başka bir anlama gelemeyecektir. N itekim bekle­
nen sonuç gecikmed i . Osman l ı , Araplar gibi, kardeşi n karde­
şi, baban ı n oğl u , oğlun babayı öld ü rttüğü tarihin en kan l ı , ki r­
l i , entri kal ı ve en önemlisi müspet bilimden nasibini almayan
bir idari sisteme dön üştü . Bağnazl ı k artt ı kça, baskı artı , baskı
artı kça bölünmeler ve devlete karşı çı kmalar çoğald ı . Sonuç­
ta Osman l ı Devleti'ni ku ran Tü rkmenler bile, Osman l ı Sarayı
tarafı ndan düşman görüldükleri içi n , desteklerini çektiler. Da­
ha önce kazan ı lm ı ş yerler parça parça verilerek, durum ku rta­
rı lmaya çal ı ş ı l ıyordu. Ancak bu tutucu zihniyet, rehber olarak
kendine değişmez olduğunu savu nduğu ilahi kuralları ald ı ğ ı
içi n , zamana uyum yapma ya d a yenilikleri izleme g i b i b i r ev­
rimleşmeyi de ta baş ı ndan kapatm ıştı . Bu nedenle uygarl ı ğ ı n
gereği olan yenilikleri {hala akı l ları ganimette v e düşmanlar­
dan korunmada olduğu için) askeri donan ı m hariç izleme ge­
reği dahi duymad ı lar. Düşünebil iyor musunuz? Koca impara­
torlukta saray ı n h içbir zaman bir yayın ya da bas ı mevi olma­
d ı . Matbaa bulunduktan ve yayg ı n olarak kullan ı l maya baş­
land ı ktan , 1 50-200 y ı l sonra ülkeye girdi. Bat ı , m üspet bilim­
lerde dev ad ı m lar atarken , Osmanl ı 1 300 yıl önceki felsefe­
yi uygulamak için son ç ı rp ı n ışları n ı sergil iyordu. Boğaz ı n has­
ta adam ı , sonunda, ataları tarafı ndan Oğuz'dan teslim al ı nan;

322
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERMELİ

ancak yarı yolda sapland ı kları bağnaz zihniyetten dolayı , bir


türlü açı p içene bakamad ı kları o kutsal emaneti, gerçek sah i­
bine " İlk defa Türk adı taştyan bir devlete, yani Türkiye Cum­
huriyeti'nfi' devretmek zorunda kald ı lar. Bin y ı l sonra Türk ol­
man ı n çekinmeden söylendiği ve g u ru rla yaşand ı ğ ı bir devlet
kurulmuştu. Bu devlet, bir şeyi daha göstermişti: O güne ka­
dar, biraz da Arap Milliyetçisi olan yazarları n güdümlemesiy­
le, Tü rklerin sanattan , bilimden ve yönetim yeteneğinden yok­
sun olma fikrinin yanl ı ş olduğunu. Çünkü genç Tü rk U l usu kı­
sa zamanda sayg ı n , üretken ve uygar olma yönünde h ızla yol
almaya başlam ı ştı . H içbir İslam ülkesine nasip olmayan bir
devrim yaşanıyordu. Çağ d ı şı l ığ ı n , İslamiyet'in bir kaderi ol­
mad ı ğ ı n ı , aş ı labileceğini, tüm dünyaya gösteriyord u .
Ancak eski felsefeyle v e bağnazl ı kla, hala 1 300 y ı l önceki
ilkelerle bugünkü devletlerin yöneti lebileceğini savunan i l kel
düşünce, çevremizdeki ülkelerde ve tüm İslam ülkelerinde,
baskıyla da olsa ayaktayd ı . Demokrasiye ve laikliğe geçen
tek İslam ülkesi Tü rkiye Cumhu riyeti olm uştu ve kısa zaman­
da başarı l ı da olm uştu. Geçimini ve varl ı ğ ı n ı bağnazl ı ktan ve
baskıdan alan bu ülkelerin yöneticileri , bu kötü örneği "kendi
baskıcı ve çağdışı yönetimlerini sürdürebilsinler diye' en kısa
zamanda ortadan kald ı rmal ıyd ı lar. Bu nedenle halkı n ı n %98'i
Müslüman olan ve nüfus kağ ıtları nda bile öyle yazı lan bir ül­
keye, İslamiyet'in yayılmas ı içi n , bu ü l kelerden doğrudan; an­
cak özel likle bazı g ruplara el altı ndan büyük yard ı mlar yap ı l ­
maya başland ı . %98'i Müslüman olan bir ülkenin neyini M üs­
lümanlaştı racakt ı n ı z? Zaten kural olarak tümüyle Müslüman ;
ancak bunlar Tü rk Milliyetçisi, Arap M i l liyetçisi değ i l . Araplar
geleneksel olarak İslamiyet'i Arap dini olarak kabu l ettikleri
ve milliyetçil i klerinin ayrı lmaz bir parçası olarak düşündükleri
için, başka bir milliyetçilik akı m ı içerisindeki Müslüman l ı ğ ı h iç-

323
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

bir zaman gerçek Müslüman l ı k olarak kabul etmediler; üstelik


bu yap ı lan mayı tehlike olarak da gördüler.
Bin yı l öncesine dön ülmüştü , Tü rk Milliyetçi liği ile Arap Mil­
l iyetçiliği (tam olarak ı rk açısı ndan değ i l ; dünya görüşü olarak)
yine bir daha karş ı karş ıya gelmişti . Ancak 1 000 y ı l ülkesi­
nin halkı n ı ihmal eden, baskı altına alan ve onu horlayan zih­
n iyet, hem egemenliklerini sürdürmek hem de geçmişin gü­
nah ı n ı açı klayabilmek içi n , Tü rk-İslam sentezi ad ı altı nda sa­
vunmaya-sald ı rıya geçmiştir. Başlang ıçta İslami öğreti ile eği­
tilen; ancak ayn ı zamanda kendini Tü rk M i l liyetçisi hisseden­
ler, Tü rk-İslam sentezine dört elle sarı ld ı lar. Ancak zaman la,
Türk-İslam sentezinin altı nda Arap Milliyetçi liğinin yattığı an­
laş ı l ı nca, son zamanlarda belirgin olarak görülen , mill iyetçilik
ve ümmetçilik ayrış ı m ı , siyasi kadrolaşma düzeyinde de ken­
dini göstermeye başlad ı .
Tü rkiye Cum huriyeti'nin başarı s ı n ı gören ve özellikle em­
peryalizme karşı duruşu ile dünyan ı n tüm mazlum ülkelerine
örnek olan genç Tü rkiye Cumhu riyeti yıprat ı l malıyd ı . Neyle?
Tarihte yaşad ı kları ile yan i yine din devletine döndü rülmeler
ile. Ortaya ı l ı m l ı İslam diye bir kavram atı ld ı ve bat ı l ı dostları­
mız (!) tarafı ndan genç Türkiye Cumhuriyeti bunun sahibi ola­
rak lanse edildi. İyi de bu dönüşümü kim sağlayacaktı? 1 945
y ı l ı ndan bu yana sinsi sinsi bekleyen cumhu riyete karşı oldu­
ğunu o gün beyan etmeyen (bu gün açı k açı k beyan eden) bir
iş birlikçi taife tarafı ndan içten içe kemi rilerek başarılacaktı .
İ l k ad ı m ezan ı n Arapça okutulması ile atı ld ı . Kur'an' ı n Tü rkçe­
leşti rme çabaları na engeller geti ri ldi. Arapça dili ve Kur'an' ı n
Arapça okunması neredeyse kutsal b i r ibadet olarak sunuldu.
Halbuki dini olarak en çok parçalanman ı n dili Arapça olma­
yan ; ancak Müslüman olan ülkelerde olduğu gerçeği bir türlü
görülmek istenmed i . Çünkü dili Arapça olan ü l kelerde din is-

324
BİLİM TOPLU M U N DA B İ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

tismarcı ları Kur'an' ı işlerine geldiği gibi yorumlay ı p ç ı kar sağ­


lamaya kal kışı nca, buna kuşkuyla bakanlar, Kur'an' ı kendi di­
linde okuyarak öyle bir şeyin olup olmamas ı n ı kontrol edebi­
liyor. Dili farkl ı olan ülkelerde bu olmuyor. Bu nedenle ülke­
mizde dini miz bin bir parçaya ayrı l m ı ş durumda. Bu bilinerek
yap ı ld ı ; Atatürk ve arkadaşları da bunun böyle olmaması için
Kur'an' ı n Tü rkçeleştirilmesi için ç ı rp ı nd ı lar. Böylece anlama­
d ı ğ ı bir dilde ibadet eden bir ülke olduk.
Bu seferki tehdit Araplardan deği l tam tersi bat ı l ı dostları ­
m ı zdan gel iyordu. Sonunda cemaat sevdal ısı olan yöneticile­
rin desteği nde dünyan ı n belki de bir daha göremeyeceği en
kanl ı cemaat yarı m yüzy ı l içimizde örgütlend i . Bu akı m ı n ve
destekçi lerinin bayrağ ı demokrasi sosuna batı rı l m ı ş tü rban ol­
du. Uygar dünyan ı n bir üyesi olmaya yaklaşm ış Tü rkiye Cum­
hu riyeti çi rkin ve iğrenç bir darbe ile geldiği yere döndürülmek
istend i . Orta Doğu'daki M üslüman çekişmesinin ve batakl ı ğ ı ­
n ı n içine çekilmek istendi. Neyse k i tehdit yöneticilere kadar
uzandığı için , neler olabi leceğini fark edip, bu darbeyi başarı l ı
b i r şekilde önlediler; ancak söndüremedi ler. Çünkü bu cema­
atin devletin olanakları ile y ı l lard ı r yetişmiş binlerce yetenek­
li ve eğitil m iş üyesi dü nyan ı n dört bir tarafı na dağ ı larak Tü rki­
ye Cumhuriyeti'nin alt ı n ı oymaya başlayacaktı r. Gerçek Tü rk
Mill iyetçileri (kürsülerde milliyetçilik edebiyatı yapanlar değil)
buna fı rsat vermeyip; devletin yan ı nda, laik ve demokratik yö­
netim lerin yan ı nda yer almal ı d ı r.
Bu ve bundan önceki böl ümü di kkatle okuyanlar şunu an­
lam ış olmal ı d ı rlar: Tü rkiye laik olursa, dini öğretileri eğitimine,
siyasetine, yöneti me sokmaz ise; devlet yönetiminde dini kad­
rolaştı rmaya izin vermez ise; Tü rkiye' nin Müslüman d ünya­
s ı n ı n deği l , Türk dünyas ı n ı n lideri olmas ı n ı n gerektiğine i na­
n ı r ve bu yolda ad ı m ları n ı atarsa, bu coğrafya için doğmuş bir

325
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

şans ı n devam etmesi sağlanabilir. Aksi takdi rde 1 6 Tü rk dev­


leti gibi ya yok oluruz ya da kimlik değiştiri riz ya da böl ük pör­
çük oluruz. Bu coğrafyan ı n tarihi bizim davra n ı ş ı m ıza göre
yaz ı lacakt ı r . . .
Bu bölümü bağlarken şu yorumu yapmadan geçmek, tari­
he haksızl ı k olacakt ı r. Kaynakları n h ızla tüketildiği ve ki rletil­
diği bir ortamda, eğer i nsan soyu başka çözüm yolu bulamaz­
sa ve eğer insanları n sadece çı kara dayalı d ünya görüşü de­
ğişmezse, su ve enerji sorunundan dolayı , Tü rk ve Arap Milli­
yetçileri 1 000 y ı l önceki gibi (nas ı l İ pek Yolu'nu ele geçirmek
için karşı karşıya gelmişse) yine karşı karş ıya gelecektir. İşte
Arap Milliyetçiliği bu tehlikeyi gördüğü içi n , % 98'i Müslüman
olan bu ülkeye, İslamiyet ad ı altı nda, Truva Atı sokma peşin­
dedir. Dileriz, Türkler bir taraftan İslamiyet'i n uygar öncülüğü­
nü onurla ve başarıyla yü rütmeye devam ederken, Cumhuri­
yet'i n temel ilkelerine sıkı s ı kı sarı larak, tarihteki yan ı lg ıya bir
daha düşmezler.

326
1 7. BÖLÜM

"Gelecekte Ne Olacak?"
Son İmparatorun Egemenliği

Evrimsel gelişme devam edecek mi?


Evrimde h e r gelişme kendinden önce oluşmuş bir basamağ ı n
üzerine kurulmuştu r. B i r defa b i r basamak üste ç ı kı l m ı şsa, bu
basamağa u laşan , kendinden önceki basamakları n özellikle­
rinin önemli bir kısm ı n ı , biyolojik olarak kul lanmaya devam et­
miştir. Bağ ı ms ı z düşünce ortaya ç ı k ı nca da, bu kademelerin
işleyiş düzeneğini anlama şansına kavuşmuştur. Örneğin, de­
ğişken vücut sıcakl ı ğ ı na sahip, yani soğukkanl ı bir can l ı , sa­
bit vücut sıcakl ı kl ı , yani bir sıcakkan l ı n ı n nelere sahip oldu­
ğunu h içbir zaman anlayamaz ve onun kazand ı ğ ı yetenekle­
ri de hiçbir zaman kullanamaz. Ancak bir sıcakkanl ı , en azı n­
dan vücut sıcakl ı ğ ı n ı n düşmesinin neler yaratabileceği konu­
sunda bilgi sahibidir. Hiçbir can/J, ulaştığı evrimsel çizginin da­
ha üstündeki evrimsel bir durumu canlandlfamaz, gerçek bir
şekilde algılayamaz ve yorumlayamaz. Bu neden le can l ı lar,
evri msel gelişim basamakları na göre (bazı organ ları ve ye­
tenekleri bakı m ı ndan bazı ları n ı n daha gelişmiş olabilmeleri­
ne karş ı n ) i l kelden gel işmişe doğ ru grupland ı rı l m ışlard ı r. Bu
g rupland ı rmalarda, sinirsel örgütlenmenin ölçüt olarak al ı n d ı ­
ğ ı birçok durum vard ı r.
Bundan yaklaş ı k 3-4 milyar y ı l önce çok ilkel bir can l ı ola­
rak başlan ı lan evrimleşme sürecinin ulaştığı en son aşama,
güçlü bir bilince sahip insan soyunun ortaya çı kmas ı olm uş-

327
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

tur. İ nsan dışında hiçbir canl ı bu denl i güçlü bir bilince sahip
olmam ışt ı r. İ nsan d ı ş ı nda hiçbir can l ı , bu denli güçlü bir bilinç
düzeyine, yani sinirsel örgütlenme bakı m ı ndan merdivenin en
son basamağ ına ulaşamad ı ğ ı için, bir insan gibi, ardı nda ka­
lan basamakları (dünyan ı n ve kendinin geçmişini) anlayama­
m ı ş ve yorumlayamam ıştı r. Sadece i nsan , geçmiş olduğu ba­
samakları anlama yetisine ulaşm ışt ı r. Ancak bu anlama yetisi,
ancak, başlang ıçtan başlayarak bir önceki evrimsel basama­
ğa kadar geçen süreç için yeterli olabilmektedi r. İşte insan ı n
ulaştığı b u son evrede, sahip olduğu, daha doğrusu kazanm ı ş
olduğu kapsamlı bilinci tan ı ması ve açı klamas ı d a b u nedenle
bu aşamada olanaksız gibi görünmektedir. U laşt ı ğ ı m ı z bu ev­
reyi, ancak, bir basamak daha yükseldiği mizde, yani bilinç de­
diğimiz aşamayı da geçen bir yetenek kazand ı ğ ı m ızda anla­
yabi leceğiz. Taşıdığ ı m ı z yap ı n ı n karmaş ı kl ı ğ ı n ı , içinde yaşar­
ken değil; ancak kuş bakışı görebileceğimiz bir konuma geldi­
ğimizde yeterince anlayabileceğiz; çünkü anlama bir üst basa­
mak demektir. Biz, bilinçten öte kazanabileceğimiz evrim ba­
samağ ı n ı n ne olacağ ı n ı şimdiden bilemeyiz; hatta tahmin da­
hi edemeyiz; ama bir şeyi geçmişe dayanarak ku rgulayabiliriz:
Bugün ulaştığ ı m ı z evri msel basamağ ı n temelleri ta evren ku­
rul u rken atı l m ı ş , her yap ı ve işlevin , ilkel düzeyde de olsa geç­
mişte zemini hazı rlanm ı ş ve dünyan ı n oluşumu ve geçirdiği
evrimleşme ile çok defa daha da karmaşı klaşarak yoluna de­
vam etmiştir. Bugün bilincin yerleştiği (ol uştuğu değil) yer olan
beyinin temelleri , bundan ta 3-4 milyar yı l önce, ilkel bir hücre­
n i n , çevresindeki maddeleri kendine yararl ı ya da zararl ı olup
olmad ı ğ ı na göre ayı rmaya başlad ığı zaman atı l m ıştı . Örneğin,
gözlerimizin temeli, porfi rin denen , ışığa duyarl ı cansız bir mo­
lekü l ü n , bir hücrenin zarı na eklenmesiyle; böbreğin oluşumu,
vücut içine giren fazla suyun atı l masıyla; tat ve koku alma or-

328
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

ganları moleküllerin kimyasal yap ı s ı n ı n algı lanmaya başlan­


ması ile atı l m ıştı . Can l ı larda hiçbir yapı yoktur ki , kökenlerini
ve temeli n i , evrenin, galaksimizin ve dünyam ızın kurul uşuna
kadar uzatmam ış, meydana gelen olaylardan payı n ı almam ı ş
olsun . Özünde, geleceğin kökü geçmişte yatmaktadır.
Bir sonraki evrimsel aşamaya henüz ulaşmad ı ğ ı m ı za ve
vard ı ğ ı m ı z bu son evrede, bilincin işleyişinin ayrı ntı ları n ı gö­
remediğimize göre, dürbünü tersine çevirerek, geçmişi izle­
mek ve geçtiğimiz yol lardan elde ettiğimiz yetenekleri mizden
ve bilgi lerimizden yararlanarak geleceği yorumlamaktan baş­
ka bir yolumuz kal mıyor demektir.
İ şte vard ı ğ ı m ı z bu son evre, biyolojik evrim h ı zı n ı n yeter­
siz kald ı ğ ı bir evre olabilir. Geçmişte, can l ı l ı k, yetersiz kald ı ­
ğ ı h e r duru mda, yeni ufuklar açacak, koşulları daha önce ha­
z ı rlan m ı ş devrimsel yen i bir yol bulmaya çal ışmış ve gelinen
bu son evreye bakı ld ı ğ ı nda da anlaşı lacağ ı gibi, en az bugün­
kü yorumlama s ı n ı rları m ı z içinde, çok defa da, başarıya giden
yolları bulmuştur.
S ı rasıyla, kendini çoğaltan bir molekülün zamanla h ücre
organizasyon u kazanmas ı , hücre organizasyonu kazananlar
arası nda işbirliği (simbiyozis) oluşarak organelleri tamamlan­
mış tam teşekkül l ü bir hücrenin oluşması , bu hücrelerin bir
araya gelerek çok hücreliliği ol uştu rması , çok hücrelilikte h üc­
relerin kendi araları nda organize olarak dokulara, daha son­
ra organlara dönüşmesi ve zamanla gelişmiş sistemleri (bes­
lenme, dolaş ı m , sinir, boşaltı m vs.) bulmas ı , açı k dolaşı mdan
kapalı dolaş ı ma geçi lmesi , iskeletin , buna bağ l ı olarak bir za­
man son ra omurgan ı n oluşmas ı , bu merdivenin birinci büyük
ara sahan l ı ğ ı na ulaş ı l d ı ğ ı süreçtir. Su ortam ı yetersiz kal ı nca,
yen i yol lar denenmiş ve canl ı l ı k serbest atmosferin bulundu­
ğu ve çevre koşul ları n ı n çok sert olduğu karaya ayak basmış-

329
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

t ı r. Bu aşamada, üyelerle yü rümeyi , akciğerle solunmayı , yav­


rusunu sert kabuklu bir yumurtan ı n içinde d ı ş ortamda geliş­
ti rmeyi , büyük dolaş ı m la küçük dolaş ı m ı birbirinden ayı rmayı
ve etkil i bir deri sistemini bulmuştur.
Bu evrede de can l ı l ı k tıkanm ıştı r. Çünkü can l ı lar hala de­
ğişken sıcakl ı kl ı , yan i soğukkanl ıyd ı lar ve dolayısıyla günlük
ve astronomik ritmin boyundu ruğu altı ndayd ı lar ve ancak coğ­
rafik ve astronomik koşul ları n izin verdiği ölçüde özgü rdüler.
Bu aşamada, can l ı l ı k, sabit sıcakl ı ğ ı , yan i sıcakkan l ı l ı ğ ı
bularak çevrenin boyunduruğundan kısmen kurtulmayı ba­
şard ı . Varı lan bu aşamada, çevre koşulları n ı n , özellikle kara­
ya ç ı km ı ş can l ı ları n zorunlu olarak uydukları çevre sıcakl ı ğ ı ­
n ı n değişimine bağ l ı olarak, işlevlerinde meydana gelen dal­
galanmalardan , yani sıcakl ı ğ ı n etkisinden büyük ölçüde ku r­
tulma sağlan m ı ştı . Bu da, uyku hariç, sürekli , bağ ı msız ve an­
lam l ı bir düşünce sisteminin, canl ı dünyas ı n ı n en azı ndan bir
hattı n ı n yan i insan soyunun önemli bir özelliği olmas ı n ı sağ­
lam ıştı . Bir zamanlar, yaklaşı k 1 50 mi lyon y ı l önce, saptaya­
bildiğimiz kadarıyla, ilk defa, bilimsel ad ı Terapsid olan küçü k
bir kem irgende ortaya ç ı kan bir anormallik (mutasyon) , bugün
insanoğlunun ulaştığı son aşaman ı n kapı ları n ı açm ı ş oldu . Bu
hayvan, ortaya ç ı kan bir (ya da bi rkaç) mutasyonla, enerjisi­
ni, artık dışarıdan yan i güneşten değ i l , ald ı ğ ı besinlerden yani
kendi iç dünyası ndan sağlamaya başlam ı ştı . Dolayısıyla çev­
renin saptayıcı ve yapt ı rı mcı egemen liğinden ku rtulmuştu . Bu
da bağ ı msız ve abstrakt (soyut) düşünceye geçişin önemli te­
mellerinden birini oluştu rmuştu .
Buradaki en önemli saptama, evrenin kurul uşunda teslim
al ı n m ı ş olan bir çeşit emanet kutunun, daha doğrusu matruş­
kan ı n (Rusları n , tahtadan yaptı kları , birbirinin içine fanus şek­
linde girmiş, kald ı rı l d ı ğ ı nda her defas ı nda başka bir bebeğin

330
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

çıktığı bir oyuncak) , daha içlerinde neler olduğunu bilmeden ,


bir son raki evrimsel kuşağa, yeni bir (ya da bi rkaç) özellikle
donatı l m ı ş , bilimsel ad ı da farkl ı olabilen yen i bir can l ı tü rü ile
taş ı n m ı ş olmas ı d ı r. Evrenin ve dünyan ı n kuruluşunda, mad­
delerin kendi içindeki düzen lenmelerinden ortaya ç ı km ı ş bu
gücü n , i leride daha neler doğurabileceği n i , matruşkan ı n üst­
teki zarfı n ı kald ı rmayan hiç kimse bi lemez. Ancak kald ı rı l m ı ş
olan zarfları (bunları n d a ancak bir kısm ı n ı ; çünkü evrimsel
gelişim sürecinde bu zarfları n = belirli özelliklerle temsil edilen
can l ı ları n bir kısmı ya ortadan kalkm ış ya da başka bir can l ı ­
ya dönüşerek izini b i r anlamda kaybetti rmişti r) incelemek su­
retiyle geçm işi öğrenebiliriz.
Eğitim sisteminde evrimsel düşünceyi (dolayısıyla evri me
dayal ı eğitim sistemini) temel alan topluluklarda, yaratıcı l ı ğ ı n
ve doğru yorumlama yeteneğinin yükselmesi, bize, gelece­
ğimizin yorum lanması açısı ndan öneml i bir ipucu vermekte­
dir. Bunun anlam ı şudur: "Ancak geçmişi inceleyerek gelecek
hakkmda tahminde bulunabiliriz." Dürbünün önü kapal ı oldu­
ğuna göre, yaln ı z arkaya bakma şans ı m ı z var demekti r. Bu
nedenle, bugüne kadar, gelecekte ne olacağ ı na ilişkin yap­
tığ ı m ı z tahm i n ve varsayı mları n hemen hepsi, bugüne kadar
edindiğimiz bilginin daha da artması na, geliştirdiğimiz ve git­
tikçe hassaslaşt ı rd ı ğ ı m ı z araç ve gereçlerin kullan ı m ı n ı n da­
ha çeşitlendirilerek ve gelişti rilerek daha geniş ve farkl ı alan­
lara uygulanması ile ilgilidir: Örneğin gelecek bilgisayar devri
olacak, herkes işini robotlara yaptı racak, istediği bilgiye an ı n ­
d a , evinden ulaşacak, organ nakli olacak vs. Bunları n hemen
hepsi ulaştığ ı m ız evrimsel son ara sahan l ı ğ ı n yatay olarak,
enine doldurulması ile ilgilidir; dikine atacağ ı m ı z ad ı m ı n , yani
kazanacağ ı m ız yen i yeteneklerimizin ve örgütlenmemizin ön­
ceden tahmini değildir.

33 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

Bu bilince ulaşm ı ş bir canl ı soyunda, bu bilincin üzerine


önümüzdeki basamakta ne konulabileceği hiç kimse düşün­
m üyor; daha doğru bir tan ı mla düşünemiyor.
Bütün bu anlatı lan lardan son ra, gelecekte, teknik olanak­
ları n nas ı l gelişeceğinin tahmin edilmesinin yan ı s ı ra, evrim
bilgisine dayan ı larak, gelecekteki yeni evrimsel sahan l ı ğ ı n ya
da basamağ ı n ne olacağ ı na ilişkin bazı yorumlarda bulunmak
kaç ı n ı l maz olmaktad ı r:
Bir merkezden ya da bir başlangıçtan yola ç ı kan, -siz bu­
na geniş anlamda Big-Bang = Evrenin oluşumundaki büyük
patlama da diyebilirsiniz; eğer hedefi ya da menzi li daraltmak
isterseniz dünyan ı n ku ruluş evresinde canl ı l ı ğ ı n ortaya ç ı k­
t ı ğ ı ilk basamak da diyebilirsiniz- canl ı l ı k çevreye yayı larak
her biri bir kapıya hücum etmiş; bunlardan bir kısm ı , şans­
lı bir şekilde, tı kanmayan yollardan, zaman ı m ızdaki en yük­
sek organizasyon düzeyi ne (insan yapısı na) ulaşm ış, bir kıs­
m ı da girdiği çı kmaz yol lar nedeniyle, ya ancak yan yan git­
mek zorunda kalm ı ş ya da ortadan tümüyle kalkm ışt ı r. Hepsi
zaman içinde yol al m ı şt ı r; ancak bir kısm ı dikey, bir kısmı ise
daha çok yatay yol almak zoru nda kalm ı ştı r. Bütün bu kabuk­
lar arası nda da bugün ekoloji biliminde ilkelerini i ncelediğimiz
belirli bir il işkiler dengesi ku rulmuştur; yani "sürdürülebilir ya­
şam dengesi' oluşm uştur.
Bu kabuklarda yeteri nce yer ve olanak olduğu sü rece her­
kes yoluna devam edebilecekti. Ancak, geniş anlamda son
bi rkaç bin yı ldan beri , dar anlamda ise bu yüzy ı l ı n başı ndan
beri hesapta olmayan gelişmeler, bu yap ı n ı n bozu lmas ı na ne­
den oldu. Bu gelişmeleri n , bugüne kadar doğal olarak sürdü­
rülen evrimsel süreci nas ı l etkilediğine bir bakal ı m :

H e r canl ı grubu , evri min ku ral ları na boyun eğerek bugü­


ne geldi . Ancak bi reysel mücadelelerinin toplam ı , ait oldu kla-

332
BİLİM TOPLUMUNDA Bİ LGİYİ KİME NAS I L VERMELİ

rı toplulukları n (tü rün) evrimsel başarısı n ı oluşturdu. Yaln ı z ,


geçmişte, bi rkaç canl ı g rubu , toplumları ndaki görevleri v e bel­
ki de ilkel bilinci, topluluğu oluşturan bireyler aras ı nda farkl ı ni­
teliklerde ve miktarlarda paylaşt ı rd ı . Bu hayvan g rubu, hepi­
mizin yakı ndan tan ı d ı ğ ı bal arı lard ı r. Sosyal arı toplumlarında,
görev ve h izmet, buna bağ l ı olarak ilkel bilinç, her bi reye ayn ı
şekilde dağ ıtı lmam ış, bilakis, her görev ve bilinç yuvan ı n be­
lirl i s ı n ıfları na (kral içe, erkek, işçi) farkl ı şekillerde dağıtı l m ı ş­
t ı r. Burada yeterli ve anlam l ı bir bi rey dediğim izde, her üçünü
birlikte kastederiz, yan i , bir anadan olmuş bir yuvan ı n tü m ü ,
özünde tek bir bireydir. Ancak, arı lar d ı ş iskelete sah ip olduk­
ları için, sinir sistemlerini (özellikle beyinlerini) ve vücutları n ı
gelişti rerek daha üst düzeyde b i r topluma dönüşme şans ı n ı
yiti rmişlerdir. Halbuki bu şans, i ç iskelete sahip can l ı lar v e biz
insan lar için hala devam etmektedir.
İ nsanları n geldikleri bu son aşamada, uzak değil, 2000'1i
yılları n başı nda, geleneksel (klasik) bilinç basamağ ı n ı n bir üs­
tüne çıkılması n ı sağlayabilecek yolun açı lmas ı beklenebilir.
Bu yol , şu ana kadar anlatmaya çal ıştı ğ ı m ız, kal ıtsal yap ı n ı n
bil inçli olarak değişti rilmesi ve buna bağ l ı olarak temel hak ve
özgürlüklerin yeniden tan ımlaması olabilir. Bu yol , bireysel bi­
lincin yerine (yan ı s ı ra) toplumsal bilincin egemen olduğu bir
basamak olabilir. Öyle ki gelinen bu noktada, bir bireyin , geliş­
melerin tümünü kavraması ve gittikçe karmaşı klaşan görevle­
rin hepsini anlaması ya da yeterli bir şekilde yerine getirmesi
söz konusu olamayacakt ı r. O zaman , neden bir birey, toplum
bilincinin yalnız bir kısm ı n ı etkinlikle taşıyacak şekilde yönlen­
diri lerek (çok teknik bir tan ı mla programlanarak) bu yolda edin­
diği bilgiyi topl umun diğer bireylerinin ortak kullan ı m ı na sun­
mas ı n ve kendisi de ayn ı şeki lde bu bilgi leri almas ı n (çünkü
bilginin kazan ı l mas ı başka bir yol , belleğe yerleşti rilmesi ise

333
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

daha başka bir yol izler) . Duyu organları n ı n alg ı lamadaki s ı ­


n ı rl ı yap ı s ı , b i r i nsan ı n bellek sığas ı n ı n (kapasitesinin) arttırıl­
mas ı n ı , daha doğrusu zenginleşti rilmesini s ı n ı rlar; bu enge­
lin aş ı lması halinde, bilginin toplu olarak belleğe yerleştirilme­
si olanakl ı hale gelir. İşte bu da hipotalamusun uygun şekilde
senkronizasyonu ve belki kal ıtsal olarak yeniden programlan­
ması ile gerçekleştirilecektir.
Oluşacağ ı varsayı lan bu aşamada, bugüne kadar, bi reye
yönelik korumayı ve bireyi güçlü kılmayı sağlayan kal ıtsal se­
çilim son bulacakt ı r. Çünkü bireyin özel kal ıtsal kimlik yapısı­
na yönelik doğal seçil i m , bireyin egosunu , daha doğrusu ego­
izm ini gitti kçe güçlendirmiş ve sonuçta, bu egoizm , daha g üç­
lü olabilme ve güçlülüğünü koruyabilme, diğer bireylere ya da
toplulu klara üstünlüğünü kabul ettirebilme amacıyla, dünya­
n ı n sadece şu an değ i l , geçmişte ve hatta gelecekte kullan­
mam ız gereken tüm kaynakları n ı ve değerleri n i , fütu rsuzca
talan etme şekl ine dönüşmüştür. Dünyan ı n kaynakları özel lik­
le son bi rkaç yüzyı lda büyük ölçüde tah rip edilmiştir. Yüzler­
ce milyon y ı l l ı k bir süreç içinde birçok etkileşi m sonucu oluşan
petrol ve kömü r yatakları n ı n çok öneml i bir kısm ı , son 1 00 yıl­
da, sadece gücün ve etkinliğin biraz daha artt ı r ı l ması uğruna
yok edilmiş; yaşayan kaynaklar (ormanlar, meralar, keza su­
cul ve karasal yaşam ortamları ile yaşam ortam ı n ı n temelini
oluşturan toprak gibi değerli kaynaklar) ve bizimle birlikte yola
ç ı km ı ş ; ancak girdikleri çı kmaz yollar nedeniyle bu egoyu ge­
liştirememiş ve bizi mle birlikte yaşamak zorunda ve şanssız­
l ı ğ ı nda olan biyolojik akrabaları m ı z bu uğurda feda edilmiştir.
Can l ı ları n bugüne kadar seçi lerek başarıyla gelmesin i sağla­
yan bu ego, dünyan ı n yaşamas ı na devam edebilmesi için , bir
üst basamağa, mümkün olan en kısa zamanda değişmek ya
atlamak zorundad ı r.

334
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

Böylece, canl ı lar, artık, kendi bireysel çı karları n ı değ i l , sa­


dece milyarlarca y ı l önce birlikte yola ç ı ktı kları diğer tüm can­
l ı ları n ve onları n yaşam ortamları ile birlikte, kendi ı rktaşları­
nın toplam ç ı karı n ı ve iyiliğini düşünür duruma geçecek, bu
yolda üzerlerine düşecek görevi hakkıyla yapmaktan m utluluk
duyacaklard ı r. Ancak, bugüne kadar tüm cephelerde bireysel
olarak savaşmak için kal ıtsal olarak prog ramlanmış canl ı l ı ğ ı n ,
özellikle insan l ı ğ ı n , bugünkü kal ıtsal yapıs ıyla bunu gerçek­
leşti rmesi biyolojik işleyişe aykı rı olacakt ı r. Bu nedenle insan
genomuna el atı lması kaç ı n ı l maz olacakt ı r. Nas ı l ki 1 ,5 mil­
yar y ı l önce sadece nesnelerin tad ı n ı ve kokusunu almak için
farkl ı laşmaya başlayan bazı hücreler, bugünkü beynin teme­
lini ol uştu rdu, hiç kuşkunuz olmas ı n , bugün iyi niyetle ve saf
duygularla insan gen yapısı n ı n bi leşimini incelemek için baş­
lat ı l m ı ş ve bugüne kadar yaklaşı k 20 mi lyar dolar harcanm ı ş
olan "İ nsan G e n Projesi" d e , bu bağlamda bi raz önce değin­
diğimiz gelecekteki birçok gelişmenin ilk tomurcuğunu oluştu­
racakt ı r. Bir defa bir yap ı örgütlenmeye başlarsa, onunla ilgi­
l i düzenlemelerin de zaman la ortaya çı kmas ı kaç ı n ı l maz olur.
İşte böyle bir yap ıya ve bilinç üstü yeteneğe kavuşan insan
soyunda, bugüne kadar süregelen hak ve özgürlüklerin de
yeniden tan ı mlanması kaç ı n ı l maz olacakt ı r. Gelecek evri m­
sel basamak, "Ortak (paylaşı lan) bil incin egemen olduğu, ya­
şam ortam ları n ı n ve yaşayan ögelerin korun mas ı n ı ön plana
alan bir 'Hak ve Özgürlü kler' dünyas ı ," olacakt ı r.

İ nsan ı n yap ısal olarak insan özelliklerini kazand ı ğ ı en eski ta­


rih 4,5 mi lyon y ı l öncesine, anlaml ı düşünmenin bilindiği en
eski tari h yaklaş ı k 1 00.000 y ı l öncesine, yerleşik düzene geç­
me ve metodik idare ve eğitim işlevlerinin geliştiği bilinen en
eski tari h ise yaklaş ı k 1 0.000 y ı l öncesine dayanmaktad ı r.

335
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

İ nsan soyu , bugüne kadar doğal evri mleşme süreci n i sür­


d ü rmüş ve g itti kçe h ızlanan bir şeki lde kültü rel ve bilimsel
evri m i n i gel işti rm iş, çeşitlendirmiştir. Bu geçen süreç içeri­
sinde, ortaya ç ı kan her yen i l i ğ i n , bir eskisi üzerine ku ruldu­
ğ u , kültü r ve bilim denen binan ı n oluşumu nda bir insan l ı k
tari h i n i n yatt ı ğ ı herkesçe bilinmektedi r. Bu gelişimde, bazı
toplul ukları n ve öze l l i kle baz ı bölgelerde yaşa m ı ş insanla­
rı n daha çok katkısı olduğu; bazı ları n ı n ise i l kel kültürleri n i
s ü rd ü rdüğü görü l m ektedi r. Bu gelişmeleri n baz ı bölgelerde
ve bazı topluluklarda neden daha h ı zl ı , bazı ları nda ise ne­
den daha yavaş olduğu değişik görüşlerle aç ı klan m ı şt ı r. Biz
b u rada bun ları n nedenine değin meyeceğiz. Ancak geldiği­
miz noktada, özel l i kle biyolojide devri m n itel iği ndeki geliş­
meler ve d ü nyan ı n içine d üştüğü çevre ki rlen mesine i l işkin
al ı n mas ı gereken önlem ler, art ı k, insan soyu n u n , doğal ev­
ri m sürecini bekleyemeyecek kadar kritik b i r noktaya geldi­
ğini göstermektedi r. Çünkü d ü nyada ortaya ç ı kan bazı deği­
şiklikler, bugüne kadar süregelen alı şkan l ı kları n (hak ve öz­
g ü rl ü k kavramları n ı n , klasik eğitim yöntem leri n i n , gelenek­
sel ü reti m yöntemleri n i n , toplumun yönetiminde bugüne ka­
dar kullan ı lan ve her b i ri kendi içerisinde mant ı kl ı gibi gözü­
ken yönetim sistemleri n vs . n i n ) değişeceği m üjdesini ya da
alarm ı n ı vermektedi r. Denetim araçları n ı n (uyd u gözleme is­
tasyonları , telekomünikasyondaki gelişmeler, bilgi akışı nda­
ki akıl al maz ilerlemeler) gel işmesi hiçbir can l ı y ı ya da böl­
geyi gözden uzak, etki leşimden arı n m ı ş olarak b ı rakmaya­
caktı r. Bu yüzy ı l , doğal etki leşi mle yaşad ı ğ ı m ı z son yüzy ı l
olacakt ı r. M i lyon larca y ı ld ı r deneme-yan ı l ma (yani doğal se­
çilim) yasaları na göre gelişmesini sürd ü ren can l ı l ı k, bu ndan
böyle, yan i 2 1 . yüzyı lda, bilimin egemen liği alt ı n a g i recektir.
H içbir şey tesadüfe ya da şansa b ı rakı lmayacaktı r. Bunun
için şu gelişmeleri s ı rasıyla bekleyebi l i riz.

336
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

1 . Yapıyla ilgili olarak


1. İ l k olarak i nsanda ve öncelikle oransal olarak daha ba­
sit can l ı larda olmak üzere, doğal kal ıtsal yap ı n ı n (hari­
tan ın) ayrı ntı ları tümüyle açı klanacaktı r. Hangi özellik­
lerden hangi genlerin (nukleotit dizilerinin) sorumlu ol­
dukları tümüyle saptanacaktı r. Bu genlerin içerisinde­
ki nü kleotit dizilerinin değişimiyle ortaya çı kacak sayı­
sız seçeneğin (yeteneğin) hesaplanmas ı , bilgisayarlar­
la gerçekleştirilecektir. Bunları n önemli bir kısm ı yap ı l­
maya başlanm ı ştı r.
2. Geçtiğimiz evrimsel sü reç içerisinde beli rli kademeler­
de, belirli özelliklerin ortaya çı kması için kullan ı lan; an­
cak daha sonra ulaşt ı ğ ı m ı z kademede bir yararı olma­
yan ve doğal seçilimle bugüne kadar ayı klanamayan
bazı genlerin ya da değişik kaynakl ı etkilerle ortaya çı­
kan zararl ı mutasyonları n ayı klanması sağlanacakt ı r.
3. İ nsan soyunda, iyi nitelikli olarak tan ı mlanan , yaşam
savaşı nda i nsana üstünlük sağlayan özellikler, bir bi­
reyde bir araya toplanmaya çal ışı lacak. Böylece, me­
tabolizmas ı kusu rsuz çal ı şan , kal ıtsal hastal ı klardan
hemen hemen tümüyle arı n m ı ş , yorum lama ve öğ ren­
me yetenekleri en üst düzeyde olan bireylerin ol uşma­
sı gerçekleşecekti r. Toplumun genel zeka düzeyi bü­
yük ölçüde artırı lacakt ı r.
4. Diğer can l ı larda olup da, i nsan soyunda bulunmayan ,
uygun olabilecek birçok özellik, i nsan gen yapısı (ge­
nomu) içerisine aktarı lacakt ı r. Böylece birçok madde­
nin eksikliği (örneği n vitami n gibi) h içbir zaman duyu l­
mayacakt ı r.
5. Can l ı larda var olan genleri n yeni kombinasyon ları ile
yeni yaşam ortamları yaratı labilecek (örneği n Ay'da)

337
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

ya da değişik yaşam ortamları nda (çölde, kutuplarda)


yaşayabilecek, amaca yönelik bitki ve hayvan türleri­
nin elde edilmesi olanak dahiline girecektir. Hayvanlar­
la bitkilerin farkl ı l ı kları bazı canl ı larda azaltı labilecektir.
isteğe göre yeni genler dizayn edi lebilecektir.
6. Dünyadaki can l ı ları n tümünün kal ıtsal bileşim i , ana
hatlarıyla güvenceye al ı nacak, birçoğunun genleri özel
bankalarda saklanacakt ı r.
7. İ laçla ve amel iyatla tedavi büyük ölçüde kıs ıtlanacak;
rejenarasyonun (biyolojik yen ilenmenin) mekanizmas ı
açı kland ı ğ ı içi n , birçok organ ı n ya da yap ı n ı n yen iden
oluşması uygun uyarı larla (indüksiyonla) gerçekleşe­
cektir; örneği n bir insanda sürekl i diş oluşumu sağla­
nabilecekti r. Amel iyatlar robotlarla yap ı lacak; teşhisler
belirli analizlerle kusursuz yap ı lacak ve ona göre ge­
rekli i laç ve tedaviler otomatik yazı lacakt ı r.
8. Sağ l ı kla ilgili birçok meslekte etkinlik ve yetkinlik deği­
şecektir. Kal ıtsal hastal ı klar insan soyundan uzaklaş­
t ı rı lacağ ı içi n , geleneksel tedavi yöntemleri ve bunun­
la ilgili olarak t ı p öğretimi temelden değişikliğe uğra­
yacakt ı r. Ruhsal dengesizl iklerin molekü ler nedeni bu­
lunduğu için (bugün dahi bulunmaya başlam ışt ı r) , psi­
kiyatri , yen i düzendeki ilişkilerin analizine yönelecektir.
9. Doğal yap ı s ı na m üdahale edi lmez ise, ağ ı r işler robot­
lar tarafı ndan yapı lacağ ı için kaslarda zayıflama; ke­
miklerde i ncelme; besinlerdeki değişikli klerden dolayı
sindirim sisteminde, buna bağ l ı olarak tat ve koku al­
ma organları nda zayıflama; kıl ve tı rnak gibi yap ı larda
zayıflama ve azalma; algı lama yeteneği yükseldiği için
diğer duyu oranları n ı n etkinliğinde artma bekleni lebi l i r.
1 O. Bugüne kadar birçok can l ı n ı n doğada başarıyla uygu-

338
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LG İYİ Kİ M E NASI L VERMELİ

lad ı ğ ı , tı bbi olarak da bazı organlara uygulanan don­


durma suretiyle yaşam ı n geçici olarak durduru l ma­
sı tekniği, yüksek organizasyonlu canl ı lara da uygula­
nacak ve bu yolla astronotları n besin vs. tüketmeden
çok uzaklara taşı nabi lmesi , yan i yıldızlar arası seyahat
ve keza değişik nedenlerle görevi kalmayan i nsanla­
rı n (örneğin sadece yazın tarı m işiyle uğraşan köylüle­
rin ya da çiftçilerin) geçici sürelerle inaktif duruma (bir
çeşit kış uykusuna) geçi rilmesi sağlanacak ve böylece
tüketim ve alan işgali nden önemli ölçüde tasarruf sağ­
lanacakt ı r.
1 1 . İ nsan ı n embriyonik gelişimi insan etkileşiminden ku rta­
rılacak, belki yapay rah imlerde, denetim altı nda, embri­
yonun sağ l ı kl ı olarak gelişmesi sağlanacakt ı r.
1 2 . Ölüm genleri kal ıtsal yapıdan uzaklaşt ı rı lacağ ı için
ömür uzunluğu katlarca artacakt ı r. Ancak çevresel et­
ki lerle, kal ıtsal yap ı n ı n niteliği (özellikle mitokondriler­
deki kal ıtsal yap ı n ı n) değişeceği ya da bozulacağ ı için
yine de yaşlanma en azı ndan uzunca bir süre ya da
başlang ı çta kaç ı n ı lmaz olacaktı r.
1 3. Kromozomları n ucuna yum u rta ve sperm evresinde
eklenecek telomer ömür uzunluğunu belirli ölçüde uza­
tacakt ı r.
1 4. Diğer can l ı lar ve özellikle bitkiler arasında gen ve kro­
mozom parçaları transferleri ya da dizilimleri ile kulla­
n ı lan bitki ve hayvan çeşitlerinde önemli bir atı l ı m ola­
caktı r.
1 5. Bu gel işmelerle, ruh dünyas ı n ı n n iteliği anlaşı lacak,
geçmişte i nsanları mutlu eden , acı çekmesine neden
olan , binlerce i nsan ı n boş yere söm ü rülmesini ya da
birçoğunun diğerlerini söm ü rmesini sağlayan birçok

339
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

öğretinin sadece mitolojik değeri kalacakt ı r. Evrenin


yap ısıyla insan ruhunun ayn ı ilke ve kurallarla idare
edildiği anlaş ı lacak, insan ı n tan ı m ı , vahdeti-vücut na­
zariyecilerinin y ı l larca önce savunduğu gibi , evrenin
dokusu ile bütünleşecektir.

2. Eğitim ve öğretimle ilgili olarak


1 . Klasik okul lar o rtadan kalkacak, yeri nde öğretim ger­
çekleşecekti r. Bunun için ilk olarak etkil i i letişim araç­
ları kullan ı lacak, daha son ra da beynin öğrenme me­
kanizmas ı yeterince anlaş ı l ı nca, bireye, h ipotalamus
üzerinden haz ı r bilgi paketlerinin yüklenmesi sağlana­
cakt ı r. Böylece, birey, kendinden önce kazan ı lm ı ş olan
bilgilerin tümünü bir anda (kısa bir süre içerisinde) bel­
leğine yerleşti rme olanağ ı n ı bulacaktı r. Bunun için be­
yin yapısı n ı n kal ıtsal olarak daha önce hazı rlanmış ol­
ması gerekecektir. Çünkü belleğin yeterli olması için
kal ıtsal yap ı n ı n uygun olması gerekecekti r.
Eğer birey gerekli olan tüm bilgileri ya da her bilgiyi bel­
leğine yerleşti recek kapasiteye sahip deği lse, en azı n­
dan , beyninde özel bir formatlanman ı n gerçekleştiril­
mesi ile bir bilgi merkeziyle zihinsel olarak i lişki haline
geçmesi (uzaktan alg ı lama) ve gerek duyduğu bilgi leri
bu radan sağma ve sağlaması mümkü n olabilecektir.
İ nsanları n kazanm ış olduğu ve toplumun ortak değer­
leri olarak tan ı m lanan tüm bilgi ve deneyimlerin bel ir­
l i bir merkeze depolanarak, oradan , gerek duyan tüm
insanlara yüklenmesi sağlanacakt ı r. Burada, insan ı bir
robot yapmaktan uzaklaştı racak kişisel kimliğin ya da
kişisel mah remiyetin korunabilmesi içi n , kişisel bilgile­
rin alg ı lanmas ı n ı önleyecek özel önlemler ya da koru-

340
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ Kİ M E NAS I L VERM ELİ

ma sistemleri de gelişti ri lecektir. Son uçta, herhangi bir


zamanda, herhangi bir yerde, herhangi birinin kazan­
m ı ş olduğu görüntü , bilgi, yarg ı ya da deneyim i n , isten­
diğinde, an ı nda bir bireyin kendi mal ıym ış gibi kullan ı l ­
ması sağlanacakt ı r.
2. Bu gelişim , güneş sistemini aşar, galaksi düzeyinde bir
genişlemeye ulaş ı rsa, o zaman galaksinin herhangi bir
yerindeki bir bireyin gözlem ve bilgisi, galakside ya da
uzay ı n herhangi bir yerinde yaşayan birinin de ortak
değeri ya da an ısı olacakt ı r. Böylece bir yerden bir ye­
re gitmeden, birey kendisi yaşıyormuşças ı na başka bi­
rinin gözüyle bakmayı ya da onun beyniyle varacağ ı
yarg ıyı öğrenmiş olacakt ı r. Bu aşamada evrensel dü­
şünme ortaya ç ı kar ve evrensel doğru ancak bu aşa­
mada gerçekleşebilir.
3. Bilginin ya da görüntünün vs. n i n beyne yerleşti rilmesi­
nin kimyasal ve fiziksel bir işlem olduğu anlaş ı ld ı ktan
sonra, bu yolun yapay olarak gerçekleşti rilmemesi için
h içbir neden olmayacakt ı r. Böylece, yaşayan her bi­
reyin , beyin dalgaları n ı n algı lanmas ı ve depolanmas ı
ile anı ları n ı n biriktirildiği yapay bir sistem, örneğin bir
bilgi kaseti, bireyin vücudu ölüme sürüklendikten son­
ra, kendiliğinden devreye girecek ve bi rey başlang ı ç­
ta an ı larıyla, daha son ra , yeterl i tekniğin gel işti ri lme­
si sonucunda, başka bir bireyi n duyu organları n ı ya da
yapay bir sistemin al maçları n ı kullanmak suretiyle ya­
şamas ı na devam edecektir. Burada en önemli soru n ,
ben lik duygusunun fizi ksel v e kimyasal temel ini açığa
çı karmakt ı r. Yapay da olsa, sonunda, insan soyu, mil­
yonlarca y ı ld ı r özlemini çektiği bu özelliğe, yani ölüm­
süzlüğe, bu yolla kavuşacaktı r.

34 1
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

3. İ şlevsel olarak
1. istenmeyerek yap ı lan ve mekanik sayı lan , rutin işle­
rin tümü , akı l l ı robotlara yapt ı rı lacak. İ nsan , geçmişte­
ki bunca emek ve savaşı n bir mirasçısı olarak, sade­
ce güzel likleri yaşayacak ve eğer bilinmeyen bir şeyler
kalm ı şsa onları n yapı ları n ı ayd ı nlatmaya ve düşünme­
ye vakit ayı racaktı r.
2. İletişim diye bir sorun kalmayacak; istenen her bilgi­
ye an ı nda ulaş ı lacak; özellikle bugünkü görsel ayg ıtla­
rın (televizyon, bilgisayar, akı l l ı telefon, si nema vs. gi­
bi) önemli bir kısmı bugünkü yap ı s ı n ı yiti recek; görün­
tüler, özel bir adaptörle, gözde gerçekleşen alg ı lama
gibi beyinde yaratı lacakt ı r.

4. Ö zgürlükler olarak
1 . Kal ıtsal yap ı s ı , topl umun düzenini bozacak, büyük har­
camalara neden olacak ya da suç işleyecek derecede
bozuk olanları n , gen değiştirme teknolojisi yayg ı n ola­
rak kullan ı l ı ncaya kadar, ü reme hakkı elleri nden al ı na­
cakt ı r.
2 . Demokrasi ad ı altı nda hakları n çiğnenmesine artık
izin verilmeyecek; nüfus artış ı na paralel olarak ceza­
lar ağ ı rlaşt ı rı lacaktı r. İ nsan ömrü uzat ı l d ı ğ ı içi n , özellik­
le yaşam hakkı çok daha kutsal olarak korunacak; bu
hakka tecavüz edenlere artı k bugünkü demokrasilerde
olduğu gibi göz yumulmayacaktı r. Demokrasi, suçlu­
nun ödüllendirildiği bir anlayış olmaktan ç ı karı lacaktı r.
3. Herkesin kal ıtsal yap ısı ve bilgi düzeyine göre seçme
ve seçilme derecesi, yani toplumu ilgilendiren kararla­
ra kat ı l ma oran ı saptanacakt ı r.

342
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NAS I L VERM ELİ

5. İ dari ve yasal olarak


1 . Başlang ı çta, bilgi, yetki nliğin ve etkinliğin temel koşu­
l u olacakt ı r. Bunun için yine başlangıçta bireylerin ka­
pasitesi anlam ı na gelen kal ıtsal yap ı ları ve yarg ı ları n ı n
gücü anlam ı na gelen bilgi dereceleri , seçilmeleri n i n ve
hak kazan maları n ı n en önemli unsuru olacaktı r. Yöne­
tici ve yönlendiricilerin seçimi , bilgileri ve yetenekleri
esas al ı narak yap ı lacaktı r.
2. İ nsan ı n yasak ya da tabu olarak tan ı d ı ğ ı birçok eylem
anlam ı n ı yiti recek; hak ve özgü rlükler olarak tan ı m la­
nan birçok davranış biçiminin n iteliği değişecek, yaşam
dünyam ıza yeni kavramlar gi recektir. Aile kavram ı n­
da ve akrabal ı k i lişkilerinde önemli sapmalar meyda­
na gelebilecektir. Toplumsal ç ı karları n üstünlüğü ege­
men olacakt ı r.
3. Kal ıtsal ve evri msel miras ı n korunmas ı ndan , yani dün­
yan ı n doğal yapısı n ı n korunmas ı ndan kesinlikle taviz
verilmeyecektir. Doğal hak ve özgürlükler, çevre bilin­
ciyle s ı n ı rlanacakt ı r.
4. Kal ıtsal yönlendirme yeterince gelişi nce, hak ve yet­
kilerin neler olduğu benliklerde hissedi leceği , yani gö­
rev ve s ı n ı rlar bilineceği içi n , yönetici ve yönlendirici di­
ye bir s ı n ıf kalmayacak ve klasik devlet düzeni böyle­
ce bitecek, yerini, son imparatora, yan i doğal bilim lere
ve buna bağ l ı olarak ortaya çı kacak ultra çağdaş bilim­
lere terk edecektir.

6. Düşünce zemininin evrimleşmesi i le ilgili olarak


Can l ı ları n tüm ü , evrimleşme süreçleri içerisinde, duyu organ­
ları n ı ve dolayl ı olarak bilinçleri n i , algı layamad ı kları bir baş­
vu ru zemini üzerindeki farkl ı l ı kları ayı rt etmek için yetkin leş-

343
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

mişlerdir. Bunun böyle olması da bir gerekliliktir. Örneğin ya­


tağ ı n ız ı n üzerinde yatarken, yatağa temas eden vücut yüze­
yinizdeki bas ı ncı algı layan duyu organ ları n ı n tümünün uyarı l­
masına karş ı n , siz, normal olarak bunu bir temas olarak alg ı ­
layamazsı n ız; n e zaman k i bu duyu zemini üzerinde farkl ı b i r
etki meydana geli r, örneğin b i r düğme batarsa, o zaman , b u
farkl ı l ı ğ ı hemen ayı rt edebilirsin iz. Temas duyusunu algı layan
organları mız, evrimsel süreç içerisinde, genel uyarı zeminine
karşı duyarsızlaşmışt ı r.
Keza güneşten gelen ı ş ı ğ ı n genel bileşim i , d ünyan ı n ay­
d ı nlanmas ı n ı sağlar. Ancak, canl ı lar, bu genel zemi n üzerin­
de, nesnelerin özel durumunu anlayabilmek, onları , absorbla­
d ı kları renkleriyle görmek için yetkin leşmişlerdir. Halbuki gü­
neş ışığ ı n ı n spektrumu içerisinde, özünde, tüm renkler tem­
sil edilmektedir. Can l ı ları n bu renkleri ayı rarak görmemesi için
h içbir tekn ik zorluk ve neden yoktur. Ancak bir başvuru nok­
tas ı oluşturabilmek için , en akı l l ı olan ı , yayg ı n ve genel olan ı ­
n ı n esas al ı nmas ı d ı r; bu da her yerde bulunan, g üneşin genel
renk bi leşimidir. İşte bu nedenle yedi rengin karış ı m ı n ı , yani
güneş ışığı n ı hemen tüm can l ı lar beyaz olarak görü r ve bunu
bir zemin olarak kabu l eder. Bu zemin üzerindeki her sapma,
duyu organ ı m ızda bir imaj ı n , daha doğrusu bir rengin doğma­
s ı n a neden olur. Evrimsel sü reç içerisinde ı ş ı k alg ı lama siste­
mimiz, en s ı k bulunan ve zemin oluşturan bu etkiye karş ı bir
anlamda kördür.
Kulak zarı m ı z çevremizdeki sayısız titreşimi alacak yete­
nektedi r. Hatta hidrojen atomunun sal ı n ı m ı n ı dahi alg ı laya­
cak duyarl ı l ı ktad ı r. Bu şu demektir: Çevremizdeki sıcakl ı k
-273°C'nin üzerinde olduğu sürece, her cisimde b i r titreşim
söz konusudur ve bunun da bir ses olarak algı lanmas ı bek­
lenmelidir. İşte bu nedenle, işitme organ ı m ız, her yerde yay-

344
BİLİM TOPLUMUNDA B İ LGİYİ Kİ M E NASI L VERM ELİ

g ı n olabilecek yani genel ses kaynağ ı olabilecek çevre etkile­


rine karşı sağ ı rd ı r. Evrimsel süreç içerisinde, ses farkl ı laşma­
ları n ı alabilmek içi n , bir başvuru (zemin) düzlemine gerek du­
yulmuş, bunu da çevrenin genel hareketine duyarsızl ı k göste­
rerek, sağ ı r kalarak, başarm ışt ı r. Çok yoğun ses altı nda uzun
süre kalan insanları n , duyu almaçları nda bir körelme olmak­
sızı n , bir zaman sonra bu uyarı lara duyarsız kalmaları da bu
mekanizman ı n bir parçası d ı r.
Keza çevrede yayg ı n olan molekül lerin yani hava molekül­
lerinin koku olarak al ı nmamas ı , sürekl i kullanma zorunda ol­
duğumuz suyun tad ı n ı n olmaması da bu duyu organları m ı z ı n
başvuru zeminini oluşturm uştu r. Kural olarak yayg ı n molekül
bileşi m lerinden, daha doğrusu atmosferin genel yapı s ı ndan
farkl ı her uyarı koku , suyun genel yap ısı ndan farkl ı her çözel­
ti de genel olarak tat şeklinde alg ı lan ı r. Burada da yayg ı n ve
genel kullanı lanlar algı lanmazlar. Uzun süre bir çeşit koku­
nun ya da bir tad ı n al ı nması nda gittikçe duyarl ı l ı ğ ı n yitiri lme­
si de yine bu evrimsel mekanizman ı n küçük bir uyarlamas ı d ı r.
Her can l ı beli rli bir çevre sıcakl ı ğ ı na uyum yapmışt ı r. Ev­
rimsel gelişim sü reci içerisinde en iyi sıcakl ı k (optimal sıcak­
l ı k) dediğimiz ortamda, bir can l ı , çevrenin sıcakl ı ğ ı n ı n farkı­
na varamaz. Ancak, bu al ışı lagelmiş zeminden sapmalar bir
uyarı meydana getirir. Bu nedenle yaşad ı ğ ı m ı z ve uyum yap­
t ı ğ ı m ı z bir yerin d ı ş ı nda herhangi bir yere gittiğimizde, o ye­
rin can l ı ları için son derece uygun olmas ı na ve uyarı meyda­
na getirmesine karş ı n , bize sıcak ya da soğuk geli r; uyum an­
cak bel i rl i bir süre son ra sağlanabilir.
Bütün bu anlatı lan lardan amaç, bu örneklere dayanarak
biyolojik bir işleyişin ilkelerini açı klamak değ i l , evrimsel geli­
şim süreci içerisinde can l ı ları n uymak zorunda kaldı kları bir
davran ı ş biçimini gözler önüne sererek, bu kitapta yaz ı l ı olan

345
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

ve önerilen fikri n , bugüne kadar normal olarak benimsenmiş


bir zem inden sapma olduğu yarg ı s ı na vararak, peşin hüküm­
le ve dogmati k bir yaklaşı mla, doğabilecek iti raz ve sald ı rı la­
rı önlemektir.
Şunu unutmay ı n ız! Siz 4 mi lyar y ı ld ı r, can l ı ları n uymak zo­
runda olduğu bir biyolojik yapt ı rı m lar demetinin ürünü olarak
bu basamağa geldiniz. Genel olan ve s ı kça tekrarlanan her
şey, biraz önce duyu organları m ı zdan örnekler vererek anlat­
maya çal ıştı ğ ı m ız gibi , bir duyarsızl ı k, insani bir tan ı m la al ış­
kan l ı k meydana geti rmiştir. Bu nedenle çevrenin temel sıcak­
l ı ğ ı n ı , nesnelerin genel moleküler hareketin i , suyun tad ı n ı , ha­
van ı n kokusun u , g üneş ışı ğ ı n ı n genel bi leşimini algı layama­
yız. Ancak bunları n üzerine eklenen şeyler, farkl ı l ı k olarak al­
g ı lanabilir. Bu nedenle:
Bu kitapta anlatı lanları n birçoğu, insan l ı k tarihinin bugü­
ne kadar al ışı lagelmiş ve birçoğuna duyarsızlaşmış gelenek,
görenek, eğitim yöntemlerinin, temel hak ve özgü rlüklerin bir­
çoğunun ve en önemlisi bugüne kadar doğal seçil meyle yü­
rütü lmeye çal ışı lan biyolojik sürecin , bu aşamadan sonra an­
lam ı n ı yitirerek, yeni kurulacak dünya düzeninde, art ı k bir ze­
min ya da başvuru düzlemi olma özelliğini neden yiti receğinin
açı klanmas ı d ı r.
Bugüne kadar d ünyan ı n zenginliklerini talan etmeyi; kay­
nakları n ı sorumsuzca tüketmeyi , örneğin n itel iği ne olursa ol­
sun, oy al ı nca yönetime geçmeyi ; daha özel anlamda örneğin
kapal ı yerde sigara içmeyi , gece sabahlara kadar yüksek ses­
le gürültü çı karmayı ya da m üzik yay ı n ı yapmayı ; biyolojik ya­
p ı s ı ne olursa olsun istediği zaman çocuk yapmay ı , dinine ve
özel kimliğine ( ı rkı na) ilişkin eğitimi için başkaları n ı n fedakar­
l ı kları ndan yararlanmayı ; kal ıtsal özelliği ve bilimsel yeteneği
ne olursa olsun eğer yolunu bulursa etkin yerlere gelmeyi ; ya-

346
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİME NASI L VERMELİ

lan , dolan ve halka dönmesi gereken olanakları kendi ç ı karı


için kullanmayı temel bir hak olarak kabul eden ve sosyal iliş­
kileri (evrimleşmesi) nedeniyle de bugüne kadar böyle gördü­
ğü içi n , artı k bu laçkal ığı anlayamayan , alg ı layamayan ve in­
sani bir tan ı mla bu işleyişe al ışan insan soyu , kaynakları tüke­
tilmiş, yaşam alan ı daralt ı l m ı ş bir dü nyada, son karş ı laşmaya
ve yarışmaya başlarken, bugüne kadar başvuru düzlemi oluş­
turan bu zeminin ortadan kal ktığ ı n ı ve yeni bir zemin oluştu­
ğunu görünce paniğe kap ı lacakt ı r. Çünkü yararı ve zararı ne
olursa olsu n , sürekl i alg ı land ı ğ ı için zaman içinde bir başvuru
zem ini ol uşturmuş bu düzlemden her sapma, keskin bir uya­
rı meydana geti recektir. Bu kitapta anlatı lanlar ve önerilenler,
özünde, bugüne kadar normal diye nitelediğimiz ve bir tür­
lü algı layamad ı ğ ı m ı z, düşünce sistemimize aykı rı olan bi rkaç
sivri ç ı k ı ntı n ı n anlatılması değil, gelecekte zemin ol uştu racak
yeni bir atı l ı m ı n , yeni bir başvu ru zemininin ve evrimsel basa­
mağ ı n temel inin nas ı l olacağ ı n ı n şimdiden yorumlanmas ıd ı r.
Düşünme ve yarg ı lama yeteneğimiz, duyu organları m ı z ı n
sinyalleri i l e düzen lendiğine ve yönlendirildiğine göre, bu s ı ­
n ı rlanman ı n düşünce sistemimize yansı ması d a kaç ı n ı l maz
olmuştu r. Bu nedenle en yayg ı n ve en s ı k uyarı ları nas ı l gör­
memezl ikten geliyor; farkı na varamıyorsak, davranışlardaki
genel ve yayg ı n eğilimler de normal zemini oluşturduğu için
çoğunlukla farkı na varı lmaz. G ü n l ü k yaşamdaki göze çarp­
mayan hareket ve davran ış şekillerimiz, bizde fark duygusu
meydana geti recek şekilde alg ı lanamaz. Ancak bu düzlem­
den sapt ı ğ ı varsayı lanlar özellikle alg ı lan ı r. Bu nedenle, i nsan
soyu, bugün sonumuzu hazı rlayabi lecek birçok değişimi ve
anlayışı , geçm işten gelen biyolojik egoizm inin ve daha son­
ra düşü nce sisteminin zeminini oluşturduğu için yeterince an­
layamamakta ve gerektiği zaman da yeterince tepki meyda-

347
PROF. DR. ALİ DEMİ RSOY

na getirememektedir. Bu nedenle, örneğ i n , ölümünü hazı rla­


d ı ğ ı n ı bilmesine karş ı n , çevre kirlenmesi sorununa tepkisi, bi­
l i nçalt ı na yerleşmiş "benden sonra tufan" anlayışıyla sadece
lafta kalmaktad ı r. Çünkü çevre kirlenmesi ve tah ribatı , al ışt ı ğ ı
v e duyarsızlaştığı bir aland ı r. Birçok ülkede yöneticilerin ye­
teneksizliği ve ahlaksızl ı ğ ı , gerek yaz ı l ı gerek sözlü bası nda
sürekli anlatılması ve buna karş ı n gerekli önlem i n zaman ı nda
ve etkin bir şekilde al ı n mamas ı , bunun, can l ı l ı ğ ı n (burada ida­
reciliğin) normal bir davran ışı olarak benimsemesine ve top­
l umları n bu ahlaksızlı klara ve yeteneksizliklere alışmas ı na ve
d uyarsı zlaşması na neden olmaktad ı r.
Bu nedenle, bu kitapta yazı lanlar, 4 milyar yı l l ı k evrimsel
sürecin ortaya çı kard ı ğ ı birçok basamağ ı n bugünkü son tem­
silcisi olan , anlam l ı yorumlamalar yapabilen bilinç düzeyine
u laşm ı ş son kuşakları na sesleniştir . . . Bir son raki evrimsel sa­
han l ı ğa atl ıyoruz; atlamak zorundayız da . . . Eğer zamandaş­
ları n ız ı n ve gelecek kuşakları n ı z ı n sanc ı l ı ve acı günler ya­
şamas ı n ı istemiyorsanız, bu kitapta yaz ı l ı olanlara kulak ve­
riniz! Siz (bu bağlamda kuşağ ı n ı z ve belki sizden sonraki bir­
kaç kuşak) bugüne kadar dünyan ı n ni metlerinden çoğunluk­
la karş ı l ı ksız yararlanan, geçmiş birikimi talan eden, gelecek
kuşaklara emanet edi lmesi gerekenlere el atm ış, çevreyi ya­
şanamaz hale getiren, ç ı karcı , açgözlü , egoist, iyiliklerle ve
kötülüklerle bu dünyaya yön vermiş bir düşünceni n , yani es­
ki imparatorluğun son temsilcileri , bu kitapta yazı lanlara ku­
lak veri n !

Bilim Çağının Bilgi Çağından farkları: Bilim Çağında



Edinilen bilgi her zaman paraya çevrilebilen bilgi olma­
yabilir.

Getirisi olmayan bilgi gereksiz bilgi say ı lmaz.

348
BİLİM TOPLU M U N DA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ


Ayd ı n ı olmayan bir ortam bilgi çağ ı olamaz.

Özelleşti ri lmiş bilgi (saklanm ı ş bilgi) bilim çağ ı n ı n fel­
sefesine aykı rıdı r.

Yönetimin etkisi ku ral lara aykı rı ise di kkate al ı n maz.
Al ıcısı olmayan bilginin ü reti lmesi gereksiz masraf ola­
rak görülmez.

Toplumun esenliği önceliklidi r.

Doğan ı n sürdürülebilirliği esast ı r.

Başka bir toplumun zararına yap ı lacak araştı rmalara
sıcak bakmaz.

Kendinden sonra yapı lacak atı l ı mlara temel oluştu rur.
Kısıtlamaz.

349
Kaynakça

Adıvar, A. Adnan: Osmanl ı Türklerinde İ lim, Remzi Kitabevi, 1982 .


Adıvar, A. Adnan : Tarih Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din), Remzi
Kitabevi, Evrim Matbaac ı l ı k, 1994 , 5. baskı .
Akçam, Taner: Siyasi Kültürümüzde Zulüm ve İşkence, İ letişim Ya­
y ı n ları, İstanbul, 1992.
Akpınar, Turgut: Tü rk Tarihinde İslam iyet, İletişim Yayınları, İstan­
bul, 1994 .
Altıkulaç, Tayyar: Yüce Kitab ı m ız Hz. Ku r'an, Diyanet Y., Ankara.
Arsel, İlhan: Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İ nkı lap Kitabevi, İ stanbul,
1992 , 5 . Bas ı m .
Arsel, İlhan: Biz Profesörler, İ nkı lap Kitabevi, İstanbul, 1992 , 3 . Ba­
sım.
Arsel, İlhan : Teokratik Devlet Anlayışı ndan Demokratik Devlet An­
layışı na, İstanbul, 1993 .
Avcıoğlu, Doğan: Türklerin Tarihi, Tekin Yayı nevi, İstanbul, 1980.
Aydın, Erdoğan : İslamiyet Gerçeği, Kaynak Yayı nevi, İstanbul,
1993 , 2. Bas ı m .
Aydın, Erdoğan: Nas ı l Müslüman Olduk ?, Türklerin Müslümanlaş­
tı rılmas ı n ı n Resmi Olmayan Tarihi, Başak Yayı nları, Şahin Mat­
baas ı, 1994 .
Aydın, Erdoğan : Nas ı l Müslüman Oldu k, "Tü rklerin Müslümanlaş­
t ı rı lmas ı n ı n Resmi Ol mayan tarih i" Başak Yayınları, Ankara,
1994 , 4 . Bas ı m .
Barthold, W. X: Moğol İstilas ı na Kadar Tü rkistan, T.T. K. Bası me­
vi, Ankara, 1990.
Barthold, W: İslam Medeniyeti Tarihi, D. i . B. Yayınları, Ankara,
1984 , 6 . Bası m .
Batuhan, Hüseyin : Bilim ve Şarlatanl ı k, Yapı Kredi Bankas ı Ya­
yınları, 1994 .

35 1
PROF. D R . ALİ DEMİ RSOY

Berktay, Halil, vd. : Osmanlı Devletine Kadar Türkler, Cem Yayı ne­
vi, İstanbu l , 1990.
Cahen, Claude: İslamiyet, Bilgi Yayı nevi , Ankara, 1990.
Cahen, Claude: Osmanl ı lardan Önce Anadolu'da Tü rkler, E Yayın­
ları , İstanbu l , 1994, 3 . Baskı .
Cahız: Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri , Tü rk
Kültürünü Araştı rma Enstitüsü Yayınları , Ankara, 1967 .
Campbell, Joseph (Çeviren Kudret Emiroğlu) : İ l kel M itoloji Tanrı­
nın Maskeleri , İ mge Kitapevi, Feryal Matbaas ı , 1992 .
Ceyhun, Demirtaş: Ah, Şu Biz Kara Bıyıkl ı Tü rkler, E Yayınları , İs­
tanbu l , 1993 , 11 . Bask ı .
Challaye, Felicien (Çeviren Samih Tiryakioğlu): Dinler Tarihi, Var­
l ı k Yayı nları , 1960.
Çağatay, Neşet: İslam U lusları ve Devletleri Tari h i , Türk Tarih Ku­
ru mu Bası mevi , Ankara, 1992 .
Çamuroğlu, Reha: Babailer, Metis Yayınları , İstanbul , 1992 , 2 . Ba­
sım.
Danişmend, İsmail Ham i : Tü rkl ük ve Müslümanl ı k, İstanbu l , 1959.
Demirsoy, Ali: Evrenin Çocukları (Yarat ı l ı ş ı n Öyküsü) , Meteksan
Yayı nları , Meteksan Baskı Tesisleri , 1994 , 2. baskı .
Demirsoy, Ali: Kal ıtım ve Evrim. Meteksan Yay ı n ları , Meteksan
Baskı Tesisleri, 1995 , 7. baskı .
Demirsoy, Ali: Yaşam ı n Temel Kuralları (Genel Zooloji), Cilt 1/1 Me­
teksan Yayı nları , Meteksan Baskı Tesisleri, 1995 , 7. baskı .
Demirsoy, Ali: Yaşam ı n Temel Kuralları (Genel Zooloji) , Cilt 1/1 1 .
Meteksan Yayı n ları , Meteksan Baskı Tesisleri , 1995 , 6 . baskı .
Ditfurth, V . H . : Kinder des Welteils, Deutscher, Taschenbuch Ver­
lag, München, 1983 .
Ditfurth, V.H.: i m amfang war der Wasserstoff. Hoffman und Cam­
pe, Hambu rg : 1973 .
Divitçioğlu, Sencer: Nas ı l Bir Tarih ? , Bağlam Yayı nları , İstanbu l ,
1992 .
Esat, Mahmut-Irmak, Sad i : İslam Tarihi.
Eyüboğlu, Sabahattin : Yunus Emre, Yaylacı k Matbaası , 1991 .

352
BİLİM TOPLU M U N DA BİLGİYİ KİME NASI L VERM ELİ

Galeano, Eduardo: Latin Amerikan ı n Kesik Damarları , Alan Yayın­


ları , İstanbul, 1983 .
Gökpınarlı, Abdülbaki : İslam Tarihi, İ nkı lap ve Aka Y . , İstanbul,
1975 .
Grousset, Rene: Bozkı r İ mparatorluğu, Ötüken Yayı nları , İstanbul,
1980 .
Gülçiçek, A. Duran: Alevi Bektaşi Yol u , Kendi Yayı n ı , İstanbul,
1993 .
Gündüz, Sabri : İslaml ı k-Türkl ük ve Bunları n Münasebetleri , Kenan
Matbaası , 1943 , İstanbul.
Gürün, Kamuran : Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Karacan Yay ı n­
ları , İstanbul.
Hançerlioğlu, Orhan: İslam İ nançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İ s-
tanbul , 1992 .
Hitti, Philip K. : İslam Tarihi, Boğaziçi Yayı nları , İstanbu l , 1989 .
Hodgson, M. G. S.: İslam' ı n Serüveni, İz Yayı ncı l ı k, İstanbul, 1993 .
İbnü'I Esir: İslam Tarihi, Bahar Yayı nları , İstanbu l .
İslam Ansiklopedisi : Maarif Vekaleti Vakfı , 1960, İstanbul.
Kemali, Ali . : Erzincan . , Kaynak Yayı nevi , İstanbul, 1992 .
Keskin, Tuğrul : Babek, Broy Yayı nları , İstanbul, 1990 .
Kitapçı, Zekeriya: Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varl ı ğ ı ,
Tü rk Dü nyası Araştı rmaları Vakfı , İ stanbul, 2. Bas ı m .
Kitapçı, Zekeriya: Tü rkistan'da İslamiyet v e Türkler, Tıpkı bas ı m ı ,
Konya, 1988 .
Kitapçı, Zekeriya: Yeni İslam Tari hi ve Tü rkistan , Boğaziçi Yayın­
ları , İ stanbul, 1991 , 2 . Bas ı m .
Koçer, Ali: Eğitim Tarihi , Ankara Ü n iversitesi Eğitim Fakültesi Ya­
yı nları , 1980 .
Koestler, Arthur: On Üçüncü Kabile, Say Yayınları , İstanbul, 1984 ,
4 . Bas ı m .
Kramer, S . N . (Çeviren Muazzez İ l m iye Ç ı ğ) : Tarih Sümer'de Baş­
lar, Atatü rk Kültü r, Dil ve Tarih Yüksek Kuru m u , Tü rk Tarih Ku­
ru m u Yayı nları , X . Dizi- Sa.11 , Türk Tarih Kurumu Bası me­
vi-AN KARA, 1990 .

353
PROF. DR. ALİ D E M İ RSOY

Kur'an-ı Kerim: Diyanet, N. B. Çantay, H ikmet Neşriyat ve O. Kes­


kioğlu çevi rileri .
Mantran, Robert: İslam ' ı n Yay ı l ı ş Tarihi. A. Ü . İ lahiyat Fak. , Yay . ,
Ankara, 1981 .
N izamülmülk: Siyasetname . , Dergah Yayı nları , İstanbul, 1987 .
Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat: Tü rdav yayı n ı , İs­
tanbu l , 1992 .
Öner, Yılmaz: Din Ü retim Biçimleri Üstüne, İ letişim Yayı nları , İstan­
bul, 1984 .
Perinçek, Doğu: Bozku rt Efsaneleri ve Gerçek, Ayd ı n l ı k Yayınları ,
İstanbul, 1980, 3. Baskı .
Sander, Oral: Anka' n ı n Yükselişi ve Düşüşü , İ mge Yayı nevi , An-
kara, 1993 .
Sander, Oral: Siyasi Tarih , İ mge Yayı nları , Ankara, 1992, 2. Baskı .
Sever, Erol: Asu r Tari h i , Kaynak Yayınları , İstanbu l , 1993 .
Shirer, W.L.: Nazi imparatorluğu, Hü rriyet Yay ı n ı .
Şeker, Mehmet: İslam'da Sosyal Dayanışma M üesseseleri , Diya­
net Yayı nları , Ankara, 1991, 3. Bas ı m .
Taberi, E b u Cafer Muhammed B. Cerir: Tarih-i Taberi Tercümesi,
Can Kitabevi, Konya, 1982.
Tanilli, Server: Uygarl ı k Tarihi, Cem Yayı nları , 1994, 8. baskı .
Tanilli, Server: Yüzyı lları n Gerçeği ve M i ras ı , Say Yayınları , İ stan-
bul, 1990, 2. Bas ı m .
Tarih v e Toplum Dergisi Arşivi : İletişim Yay ı nları , İstanbu l .
Toy, Erol: Mecl isler v e Partiler, Mozaik Yayı ncı l ı k, İ stanbu l , 1990.
Turan, Osman: Selçuklular ve İslamiyet, Boğaziçi Yayınları , İ stan-
bul, 1993, 3. Bas ı m .
Üçok, Bahriye: İslam Tarihi, M i l l i Eğitim Bası mevi , Ankara.
Vardar, Yusuf: Biyolojinin Toplumsal Hükümran l ı ğ ı na ve Gen Sa­
vaş ı na Doğru , Ege Ü n iversitesi Güçlendirme Vakfı Yayı nları ,
Yay ı n No: 1, Ege Ü niversitesi Bası mevi M üdürlüğü, Bornova/
İZM İ R , 1994 (?) .
Voltaire: Türkler, M üslümanlar ve Ötekiler, Tü rkiye İş Bankas ı Ya­
y ı n ı , Ankara, 1969 .

354
BİLİM TOPLUMUNDA BİLGİYİ KİM E NASI L VERM ELİ

Werner, Ernst: Büyük Bir Devletin Doğuşu, Alan Yayıncı l ı k, İstan­


bul, 1986 .
Yerasimoz, Stefanos: Azgelişmişl ik Sürecinde Tü rkiye, Belge Ya­
yınları , İ stanbul, 1986 , 5. Baskı .
Yetkin, Çetin : Türk Hal Hareketleri ve Devrimler, Say Yayı nları , İs­
tanbu l , 1984 , 3 . Baskı .
Yıldız, Hakkı Dursun : Abbasiler Devrinde Tü rk Kumandanları ,
Edebiyat Fakültesi Yayı n ı , İstanbul.
Yıldız, Hakkı Dursun: İslamiyet ve Türkler, Edebiyat Fakültesi Ya­
yı n ı , İstanbul .
Yıldız, Nuray: Eskiçağ Kütüphaneleri , Marmara Ü niversitesi Yayın­
ları , No: 421 , Fen Edebiyat Fakültesi Yayınları , No: 3 , 1985 .
Yılmaz, Veli : Fatihler Yargı lan ıyor, Tüm Zamanlar Yayıncı l ı k, İstan­
bul, 1992 .
Zelyut, Rıza: Osmanl ıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, Alev Ya­
yınları , İstanbu l , 1992 , 2. Bas ı m .
Zelyut, Rıza: Özkaynaklarına Göre Alevilik, Yön Yayıncı l ı k, İstan­
bul, 1993 , 6. Bas ı m .

355

You might also like