Professional Documents
Culture Documents
2 Yeşi̇lçam Si̇nemasina Genel Bakiş
2 Yeşi̇lçam Si̇nemasina Genel Bakiş
2 Yeşi̇lçam Si̇nemasina Genel Bakiş
ÖZET
Türk sineması, yüz yılı aşkın bir tarihe sahiptir. “İlk Türk filmi hangisi?” sorusunun getirdiği
tartışmalarla başlayan Türk Sinema Tarihi, askeri ve yarı-askeri kuruluşların çalışmalarıyla sinemanın
süreklilik kazanması, ilk özel film şirketinin kurulması, tiyatrocular dönemi, geçiş yılları ve sinemacılar
dönemiyle ilerler. Türk sinemasının çevrilen film sayısı açısından en üretken olduğu dönem ise Yeşilçam
yıllarıdır. Özellikle 1960’lı yıllarda altın çağını yaşayan ‘Yeşilçam’, o dönemde Türk sinemasının popüler
kanadını tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Bu çalışma, tarihsel bir perspektifle, Türk sinemasında
Yeşilçam dönemini aktarmayı amaçlamaktadır. 1960’lı yılların başından 70’li yılların ilk yarısına dek süren
dönemde Yeşilçam’ı oluşturan dinamikler, Yeşilçam’ın endüstriyel yapısı, tekrarlayan anlatı kalıpları ve sinema-
seyirci ilişkisi ekseninde aktarılacaktır. Dönemin popüler film anlayışı aktarıldıktan sonra, Yeşilçam’ın dışında
çevrilmiş bazı filmlere değinilecektir.
GİRİŞ
Türk Sinema Tarihi, 14 Kasım 1914’te Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus
Abidesinin Yıkılışı adlı belge filmle ve beraberinde gelen “İlk Türk filmi hangisi?” sorusu
etrafında başgösteren tartışmalarla başlar.** İlk film denemesinin ardından Osmanlı
döneminde sinemanın süreklilik kazanması, askeri ve yarı askeri kuruluşların çatısı altında
yapılan çalışmalarla gerçekleşir. 1922 yılında ilk özel yapım şirketi Kemal Film’in
kurulmasıyla Türk Sinema Tarihi’nin ilk yılları sona erer. Bu noktadan sonra Nijat Özön’ün
Türk Sinema Tarihi’ne ilişkin dönemlendirmesi şöyledir: 1922-1939 yılları arasını
Tiyatrocular Dönemi olarak adlandıran Özön, 1939-1950 arasını Geçiş Dönemi, 1950-1960
arasındaki on yılı Sinemacılar Dönemi’nin ilk bölümü, 1960-1966 yılları arasını ise
Sinemacılar Dönemi’nin ikinci bölümü olarak adlandırır. (Özön, 1968: 17-30; Özön, 2010: 8-
9). 1922-1939 yılları arasındaki süreç, Dâr-ül-bedayi’nin başında bulunan Muhsin Ertuğrul’un
tekelinde, tiyatro oyuncuları, dekorları, kostümleri ile tiyatro eserlerinin sinemaya
uyarlandığı, filmlerin tiyatrovari üslupla çekildiği bir dönemdir. 1939 yılında Faruk Kenç’in
Taş Parçası filmiyle Ertuğrul’un egemenliği kırılmış ve yurtdışında fotoğraf ve sinema
*
İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi, asivas@ticaret.edu.tr
**
Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı, 1984’e kadar ilk Türk filmi olarak kabul edilmiştir. Ancak filmin
arşivlerde bulunamaması filmin kayıp olduğu, hiç çekilmediği ya da çekilip başarısız olduğu yönünde kuşkuların
gelişmesine ve filmin ilk Türk filmi olarak kabul edilip edilmemesine ilişkin tartışmalara sebep olmuştur. Bu
yüzden Burçak Evren, 5-26 Haziran 1911 tarihinde Makedonyalı sinema ve fotoğraf sanatçıları Yanaki ve
Milton Manaki Kardeşler’in çektiği V. Sultan Mehmet’in Manastır ve Selanik Ziyareti belgeselinin ilk Türk filmi
sayılmasını öne sürmüştür. Ancak bu filmle ilgili tartışmalar da yönetmenlerin kökeninin Türk olmaması
yönünde ilerlemiştir. Bu tartışmalara cevaben Evren, filmi çeken kişilerin Osmanlı uyruklu, çekilen kişinin ise
Osmanlı padişahı olmasının bu filmi bir Türk filmi yaptığını iddia etmiştir. Evren’e göre yeni belgeler ve filmler
bulunana kadar, bu film Türk sinema tarihinin ilk filmi değilse bile ilk filmlerinden biri olarak kabul görmelidir.
(Evren, 2006a: 80) Evren, bu görüşünün ardından Ocak 2004’te Antrakt dergisinde yeni elde ettiği bir belgeyi
yayımlamıştır. Bu yeni belgeyle, Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı filminin çekilememiş olmasına ilişkin
kuşkular giderilmiştir. Fuat Uzkınay’la birlikte uzun yıllar çalışan Gafuri Akçakın’ın söz konusu filme ilişkin
notlarını içeren bu yeni belgeye göre film çekilmiş, ancak kaybolmuştur. Bu belgenin yayımlanmasından sonra
Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı ilk Türk filmi olarak kabul edilebilir. (Kuyucak Esen, 2010: 7-14)
1
eğitimi almış genç yönetmenlerin gelişiyle sinemaya özgü bir üslup kurma çabaları
başlamıştır. Ancak bu dönemde sinema, tiyatronun etkisinden tam olarak kurtulamamıştır.
Geçiş Dönemi yönetmenleri, filmlerini çekerken teknik eleman ve oyuncu olarak
tiyatrocuların yetiştirdiği kadrodan yararlanmak zorunda kalmışlardır. 1950’lerin başında
Lütfi Ömer Akad ile başlayan Sinemacılar Dönemi’nde Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Osman
Seden, Memduh Ün gibi yönetmenlerin çalışmalarıyla sinema dili kurulmuştur. Böylece 60’lı
yılların ortasına gelindiğinde Türk sinemasında genel görünüm şu şekildedir: Tiyatrocuların
üstünlüğü artık söz konusu değildir. Sinema dilini kurma çabaları ilk sonuçlarını vermiştir.
Yıllık film sayısı, seyirci sayısı, sinema salonu sayısı, yapımevi sayısı-hepsi aynı oranda
olmamakla birlikte-sürekli artış içindedir. Bunlara paralel olarak sektörde çalışanların sayısı
da artmış, sinema kalabalık bir topluluğu geçindiren önemli bir endüstri koluna dönüşmüştür.
(Özön, 1968: 33) Ayrıca gişe odaklı kitle filmlerin yanı sıra, 27 Mayıs 1960 sonrası yeni
anayasal düzenlemelerle birlikte işsizlik, sınıfsal çatışma, sendika olgusu, iç göç, sömürü
temalı filmler de çevrilmeye başlamıştır. Bir endüstri alanı olarak Türk Sineması’nın en
üretken olduğu ve Yeşilçam ismiyle anılan bu dönemi Burçak Evren (2006b: 185, 237) ikiye
ayırmakta, 1960-1967 yılları arasını “Altın Dönem” olarak adlandırırken, 1968-1974 yıllarını
yaşanan film enflasyonundan ötürü “Yeşilçam’ın Yükselişi” olarak ele almaktadır.
Yeşilçam’ın yükseliş döneminde Türk sineması, Amerika, Hindistan ve Hong Kong’dan sonra
dünyanın en fazla film üreten 4. ülkesi (Evren, 2006b: 249) haline gelmiştir.
Bu çalışma, Türk Sinemasında 1960’tan 1970’li yılların ilk yarısına dek süren
Yeşilçam dönemini aktarmayı amaçlamaktadır. Öncelikle, dönemin hâkim sinema anlayışını
görebilmek adına Yeşilçam’ı oluşturan dinamikler aktarılacaktır. Dönemin üretim ilişkilerini
anlamak amacıyla Yeşilçam’ın endüstriyel yapısı ele alınacak, daha sonra Yeşilçam
filmlerinde tekrarlayan anlatılara değinilecek ve sinema-seyirci ilişkisi üzerinden 60’lı yılların
film izleme pratiklerine yer verilecektir. Dönemin popüler film anlayışı aktarıldıktan sonra,
Yeşilçam’ın dışında çevrilmiş bazı filmlere değinilecektir.
Yeşilçam, 60’lı yıllar boyunca ve 70’li yılların ilk yarısında Türk Sineması’nın
üretim ve seyirciyle kurduğu ilişki açısından en yoğun olduğu döneme verilen addır. Halk ile
iç içe olmasının yanı sıra aydınlar tarafından eleştirilen, hatta çoğunlukla hafife alınan Türk
Sineması’nın popüler kanadı, adını Beyoğlu’nda film yapım şirketlerinin yer aldığı sokaktan
almıştır. Lütfi Akad’ın anılarında kaleme aldığı üzere, o yıllarda bu sokakta karma da olsa bir
çarşı oluşmuştur. Yapımcıların anlaşmak için davet ettikleri oyuncular, yönetmenler, senaryo
2
yazarları, tasarlanan filmleri sinemalarına bağlamak isteyen çevre sinemacıları, Anadolu
sinemacılarının aracıları Yeşilçam sokağına gelmeye başlamışlardır. İş bekleyen figüranların,
set işçilerinin vakit geçireceği kahveler de yine bu sokakta açılmıştır. (Akad, 2004: 22)
Bununla birlikte Yeşilçam, o dönemin gişe odaklı film üretim anlayışına, tekrarlayan anlatı
kalıplarına ve sinema-seyirci ilişkisine verilen kavramlaştırılmış bir isimdir.
1960’lı yıllar boyunca Türk sinemasında seyirci sayısı hızla artmıştır. Bu artışa
paralel olarak il ve ilçelerde pek çok sinema salonu açılmış, bir başka deyişle koltuk
kapasitesi büyümüştür. Örneğin, 1961 yılında İstanbul’da 68’i kapalı, 145’i açık olmak üzere
213 salon varken, bu sayılar 1975’te 137 kapalı, 236 açık, toplam 373’e ulaşmıştır. Salonların
çoğalmasının sonucunda film üretimine yönelik talep artmıştır. Böylece film şirketleri, film
işletmecileri ve film sayısı da giderek çoğalmıştır. (Abisel, 2005a: 104). Bu yıllarda çevrilen
film sayılarına göz attığımızda şöyle bir artış görmekteyiz: 1960 yılında toplam 68 olan film
sayısı 1966 yılında 238’e yükselmiş, sonraki birkaç yıl düşüş yaşamış olsa da 1972 yılında
298’e varmıştır. (Scognamillo, 1998: 191) Üretimde gözlemlenen bu artış, Türkiye’de
sinemanın kârlı bir iş alanı olduğunu göstermiştir. 60’lı yıllarda Yeşilçam endüstrisini
oluşturan dinamikler şöyle sıralanabilir: Yapımcılar, bölge işletmecileri, amortisman filmler,
yıldız oyuncular, bono, çek ve senet kullanımı, yönetmenler ve senaryo yazarları.
Sinema, bir sanat dalı olmasının yanı sıra bir endüstridir. Erman Şener’e göre bu
durum, özellikle ekonomik bakımdan az gelişmiş ülkelerde “sinema yapımcısı”nı
kapitalizmin ilk devirlerindeki “kapitalist”e benzetmektedir. Nasıl ki, o devirlerin kapitalisti
üretim faaliyetinin iki alanında (teşebbüs ve kapital) egemense yapımcı da öyledir; yani hem
sermaye koyandır, hem de “teşebbüs eden”dir. (Şener, 1970: 107) Yeşilçam dönemindeki
yapımcı tiplerine baktığımız zaman iki gruptan söz edebiliriz: Sinemaya kapitalle girenler ve
sinemada emekçiyken (oyuncu, yönetmen vs.) sonradan yapımcı olanlar. (Şener, 1970: 108)
Ancak Yeşilçam sinemasında yapımcıların büyük çoğunluğu sinema kökenli kişiler değildir.
Film yapım şirketi kurmak için ticari mevzuatın gereklerini yerine getirmek dışında herhangi
bir ön koşul olmadığı için sinema dışından pek çok kişi yapımcılığa başlamıştır. Bu kişilerin
asıl amacı, sinemayı bir sanat olarak icra etmek değil, daha çok kazanç sağlamak, ünlü olmak
ya da ünlü isimlerle ilişki kurabilmekten ibarettir. 60’lı yıllar film yapımcılığının
temellendirilmesi için önemli fırsatlar sunmuş olsa da bu fırsatlar yeterli ölçüde
değerlendirilmemiş, sinemadan elde edilen gelirler yeniden sinemaya yönelik
kullanılmamıştır. Sinemacılık kârlı bir endüstri dalı olmasına rağmen Yeşilçam döneminde
kârın çok azı yapımcıya kalmaktadır. Bunun nedeni Türk Sineması’nın yanlış bir ekonomik
temel üstüne kurulmuş olmasından ileri gelmektedir. Bu sorunu daha iyi açıklayabilmek için
Yeşilçam’ın endüstriyel yapısını oluşturan bölge işletmecileri, yıldızcılık olgusu, bono, çek ve
senet kullanımı gibi diğer dinamikleri de açıklamamız gerekmektedir.
3
kalanını yapımcıya gönderir. Bu yolun riski, diğerine göre daha fazladır. Yapımcı işletme
bordrosunu almadan filmin o bölgede iş yapıp yapmadığını, kendisinin kaç para alacağını
bilemez. Satış yolu tercih edildiğinde ise bu risk azalır. Bu yolu seçen yapımcı filmini
işletmez, bölgelere işletme hakkını da vermez, daha garantili bir yol olan satışı tercih eder;
yani filmini bölge işletmecilerine satar. Bundan sonra yapımcı, filmin iş yapıp yapmamasıyla
ilgilenmez. (Şener, 1970: 135) İşletmeciler verdikleri avanslar karşılığında bazı haklara sahip
olmuşlardır ve bu güçlerini en çok filmlerin konusu ve garanti olarak gördükleri yıldız
oyuncular üzerinde kullanmışlardır. Yıl sonlarında büyük şirketler tarafından yapılan
“amortisman filmler” ise işletmecilere alternatif oluşturmuştur. Bu filmlerden biri seyirci
tarafından beğenildiği taktirde ertesi yıl diğer şirketler de benzer filmler üretmişlerdir.
Şener (1970: 121), Türk Sineması’nda yıldız sisteminin Ayhan Işık ile başlamış
olduğunu söylemekte ve ondan sonra sinemamızda “oyuncu kanunları”, “yıldızın
dokunulmazlığı”, “şematik tiplemeye gidiş” olgularının başladığını dile getirmektedir.
Yeşilçam döneminde film yapımından elde edilen gelirin en büyük payını yıldız oyuncular
almaktadır. Yıldızlar, filmlerde canlandırdıkları tiplere ve filmlerin öykülerine dair isteklerini
kabul ettirebilmektedirler. Bu anlamda yönetmenlerden ve senaryo yazarlarından daha güçlü
konumdadırlar. Ancak yıldız oyuncular da rol aldıkları filmlerden elde ettikleri kazançları
sinema alanına yatırmamışlardır. Yıldız sistemi de film yapımının mali dengesini bozan
unsurlar arasında yer almıştır.
Yeşilçam sinemasının yanlış işleyen ekonomik düzeninin bir başka etkeni ise bono,
çek ve senet kullanımının yaygınlığıdır. Salon sahibinden, işletmeciden başlayan, senet
kullanarak ödeme yapma alışkanlığı ve zorunluluğu, set işçisine dek uzanmış, bu durumdan
en büyük kazancı Yeşilçam’daki senet kırıcıları elde etmiştir. Senetlerden bir ya da birkaçının
ödenememesi, geriye doğru tüm zinciri sarsmıştır. (Abisel, 2005a: 109)
60’lardan 70’li yılların ortasına dek sürekli artan bu üretim ortamı Yeşilçam
sinemasını bir “enflasyon sineması”na dönüştürmüştür. Yıllık yapım 200’ün üzerine
çıkmıştır. Ama gerçekte, bu yapımı hakkıyla gerçekleştirebilecek yapım kuruluşları ve bu
yapımı kaldırabilecek sayıda sinema salonu yoktur. Yılda elli filmlik yapıma güç yetebilecek
stüdyo, laboratuvar, teknik donatım, teknik personel, sanatçı, bu gücün dört beş katı bir yükü
taşımaya zorlanmıştır. Yılda iki düzine filmde oynayan yıldız, yılda iki düzine senaryo yazan
senaryocu, yılda bir düzine film çeviren yönetmenden bahsedilmesi de bu sebeptendir.
Sinema vergilerindeki tutarsızlık, yıldızcılık, dağıtımcı ve gösterimcilerin yapımda söz sahibi
olmaları gibi etkenler de eklenince filmlerin niteliğindeki düşüş kaçınılmaz olur. 1967’de
başlayan renkli film furyası, film yapım maliyetlerini arttırır. Ertesi yıl başlayan televizyon
4
yayınlarıyla seyirci sayısında düşüş başlar ve Yeşilçam’ın en parlak yılları yavaş yavaş geride
kalır. (Özön, 1995a: 245)
Yeşilçam’da Anlatı
5
filminde erkeğin zengin kızla üniversite sınavında yan yana düşmesi, yine Küçük
Hanımefendi filminde avukatın iki genci evlendirme planı veya Boş Kalan Çerçeve filminde
mektuplaşmayı babanın başlatması buna örnek gösterilebilir. Ayrılmaların nedeni ise,
başkaları ve yanlış anlaşılmalardır. Örneğin; Aşk Mabudesi’nde zengin kız, Bir Teselli Ver’de
kızın ailesi, Herkesin Sevgilisi’nde erkeğin sevdiği kızı babasının sevgilisi zannetmesi veya
Üvey Ana filminde erkeğin karısının kendini aldattığını sanması hatırlanabilir. (Abisel: 2005b:
214) Yeşilçam filmlerinde karakterleri ele alacak olursak, bu karakterlerin geçmişlerine dair
detaylı bilgi verilmediğini görebiliriz. Hepsi, iyi-kötü, zengin-yoksul gibi zıtlıklar ve kalıplar
içinde var olurlar. Bu açıdan karakterler ve olaylar, toplumsal ve tarihsel bağlamdan
yoksundur. (Abisel, 2005b: 211) Bu filmlerin kullandığı ideal tipler mevcuttur: “…iyiler,
özdeşleşmeden olunmayacak denli güzel, dürüst, iyi, kötülerse özdeşleşme ihtimalini en aza
indirecek denli kötüdürler.” (Abisel, 2005b: 222) Oğuz Adanır (2003: 147), bir anlatım biçimi
olarak sinematografik öykünün var olabilmesi için üç unsurun gerekliliğini vurgulamaktadır:
Zaman, mekân ve kişi. Öykü, bu üç eleman arasında kurulan kombinasyonların ürünüdür.
Somut görüntülerden oluşan sinemadaki zaman, mekân, kişilik ilişkileri doğal mantığın
işleyiş biçimine uymalıdır. Oysa Türk Sineması’ndaki melodramların birçoğunda böyle bir
uyumlanmadan bahsedilemez. Örneğin, bir sahnede eve gündüz giren kişi aynı zaman dilimi
içinde evden gece çıkmakta ya da tam tersi olabilmektedir. Bir sahne öncesinde aynı mekânda
başka bir giysiyle oturan kişi, bir plan değişikliğinde yeni bir giysiyle karşımıza
çıkabilmektedir. Bu durum özellikle sinematografik zamansallık mantığının altüst etmekte ve
anlatımda sorunlar oluşturmaktadır. (Adanır, 2003: 154) Bütün bu özellikleri göz önünde
bulundurduğumuzda Yeşilçam filmlerinin kendilerine özgü ortak anlatım tarzıyla bir tür
“gerçekdışı”lık duygusu yaratan anlatılara dönüştükleri söylenebilir. (Abisel, 2005b: 221)
1960’lı yıllarda sinema, halkın en ucuz eğlence aracı olarak gündelik yaşamdaki
yerini korumaktadır. Bu dönemde sinemaya gitmek, törensel bir eylemdir. Bunun yanı sıra
sinema, halkın sosyalleşme mekânı olarak da önem kazanmaktadır. Serpil Kırel (2005: 146),
60’lı yılların sinemasal ortamındaki film izleme biçimini “sade ve dolaysız” olarak
nitelemektedir. O yıllarda film izleme eylemini gerçekleştirmek için evlerden dışarı
çıkılmakta ve özellikle de ailelerden, kadın seyircilerden oluşan kalabalıklar sinema
salonlarını doldurmaktadır. Buna ek olarak Kırel, Yeşilçam seyircisinin “görünür olma
durumu”na dikkat çeker: “Film, sinemada izlendiği için seyircinin ilgisini ve beklentisini
sezebilmek çok zor değildir. Seyirci, sinema salonundaki fiziksel varlığı ile beğenisini de
açıkça ortaya koymaktadır.” (Kırel, 2005: 146)
6
sinemacılarımıza göre izleyicinin “bağdaşık bir yığın” olduğuna dikkat çeker; yani onlara
göre izleyicinin yaşı, cinsiyeti, eğitim ve öğrenimi önemli etkenler değildir; izleyici değişmez,
ancak sayısı artar ya da azalır. Özön, bu durumu şöyle açıklar:
Yerli film izleyicisi, yerli sinema endüstrisinin “can damarı” olduğu halde,
sinemacılar bugüne dek bu izleyicinin yapısı, gelişimi, eğilimleri... konusunu
incelememişlerdir. Buna karşın, ortaya çıkardıkları filmin en kısa zamanda elden
geldiğince çok kazanç sağlaması için, izleyiciyi “avlayacağını” sandıkları birtakım
“formül”leri uygulamaktan da geri kalmazlar. Ama bu formüller çok aldatıcıdır; bir
filmde sinemacının yüzünü güldüren formülün öbür filmde fiyaskoyla sonuçlandığı sık
sık görülür. Aynı formülün bir filmde tutup öbüründe fiyaskoya uğraması; bir yıl önceki
bir modanın öteki yıllarda hızını gittikçe yitirmesi, izleyiciyi tanımamaktan ileri
gelmektedir. Sinemacılar, izleyicinin ancak günlük eğilimlerinden, o da üstünkörü
haberlidirler. Oysa, bu izleyicinin öteden beri süregelen gelişimini, önümüzdeki beş on
yıl içinde alacağı durumu ortaya çıkarmak, ona göre davranmak, sinemamızın geleceği
bakımından büyük bir önem taşımaktadır. (Özön, 1995c: 221)
1950’lere kadarki dönemde Türk sinema seyircisi genelde kent merkezlidir. Ancak
seyirci profili 50’lerden sonra değişime uğramıştır. 1950’lerle birlikte kırsal kesimden
kentlere iç göç giderek ivme kazanmış, elektriğin yaygınlaşmasıyla sinema salonları
Anadolu’da çoğalmaya başlamıştır. Bu gelişmelere paralel olarak yeni bir seyirci kitlesi
ortaya çıkmıştır. Yeni seyirci, kapalı toplum yapısının, geleneksel kırsal sözlü kültürün
insanlarından oluşmaktadır ve sinemayla ilk kez karşılaşmaktadır. Kültürel anlamda da
tutucu, gelenekçi ve kapalıdır. Yeşilçam, esasen bu seyirciler için oluşturulan bir sinemadır.
(Ayça, 2003-2004: 23)
Salon filmleri merkezlerde daha fazla iş yapmaktadır. Taşrada ise serüven filmleri
öndedir. Şehirlerde salon filmlerinin tutulmasının sebebi şehirde yaşayanların taşrada
yaşayanlara oranla bu tür filmlere kendilerini daha yakın hissetmeleri, özlemini duyduğu
hayatı ve kişileri bu filmlerde görebilmeleridir. Genellikle ucuz piyasa romanlarının
uyarlaması olan bu filmlerde seyirci, hasretini duyduğu güzel kızlarla, yakışıklı delikanlıları
arzuladığı bir dekor içinde seyretmektedir. Yıldız sistemiyle çalışan Türk Sineması’nın başrol
oyuncuları da bu tür filmlere uygun kişilerdir. Taşra seyircisi ise bu kişileri tanımadığı için
yine tabancalı filmleri seyretmeyi tercih etmektedir. (Gürdal, Fresko ve Karantay, 2005: 93)
Merkez-taşra ayrımı büyük şehirlerde şehrin merkeziyle dış mahalleleri için de geçerlidir.
Örneğin, İstanbul’da değişik semtlerin seyircileri farklı özellikler gösterirler. (Gürdal, Fresko
ve Karantay, 2005: 94)
7
Görüldüğü gibi, her ne kadar sinema sahipleri ve seyirci arasında bilinçli bir ilişki
kurulamamış olsa da Yeşilçam seyircisinin profili ana hatlarıyla merkez ve taşra ayrımında
netleşir. Benzer bir ayrım, büyük şehirlerde şehir merkezi ve dış mahallelerde yaşayan seyirci
arasında da mevcuttur. Gösterime girecek filmler, seyirci kitlesindeki bu ayrımlara göre
belirlenmektedir.
YEŞİLÇAM’IN DIŞINDAKİLER
Bunlardan ilki, Denize İnen Sokak 1960 yılında IDHEC (Institut des Hautes Etudes
Cinématographiques) sinema okulunda eğitim almış Atilla Tokatlı tarafından çekilmiştir.
Selçuk Bakkalbaşı’nın bir romanından senaryolaştırdığı ve yapımcılığını üstlendiği (Sel Film)
filmin, İstanbul’da yaz sezonunda Fransızca altyazılı olarak yazlık sinemalarda gösterime
girdiği ve çok az seyirci tarafından izlendiği bilinmektedir. (Ünser, 2008,
http://www.sadibey.com/2008/02/01/kaybolup-gitmeyen-filmler/#.Vjy36CurGfw) Filmin
sanat yönetmenliğini yapan Duygu Sağıroğlu’nun (Görüşme, 18 Kasım 2015) belirttiği üzere
film, yer yer sinema imajları barındırsa da, soyut anlatımı ve teknik aksaklıkları sebebiyle
seyirci bulamamış ve yapım şirketi iflas etmiştir. Benzer şekilde, 1966 yılında Alp Zeki
Heper’in kendi şirketi Sinema Prodüksiyon çatısı altında çektiği Soluk Gecenin Aşk
Hikayeleri**** de Yeşilçam’ın dağıtım ve gösterim ağına girmemiştir. Fransız, İtalyan ve
Japon sinemasından etkiler taşıyan zor anlatımlı olarak bilinen film, sansür komisyonu
tarafından müstehcenlik gerekçesiyle yasaklanmıştır. (Yeres, 2006: 234; Bayazoğlu, 1988,
108-109; Duygu Sağıroğlu ile görüşme, 18 Kasım 2015) Bununla birlikte, Yeşilçam’ın
senaryo yazarlarından yayıncı ve romancı Cengiz Tuncer’in kendi senaryosunu filme alma
çabası da alternatif bir girişim olarak hatırlanabilir. Tuncer’in 1965’te çektiği, bir kadın ve bir
erkeğin ilişkisine odaklanan Sevmek Seni adlı filmi Feyzi Tuna’nın ifadesiyle (Görüşme, 18
Kasım 2015) Yeşilçam’dan farklı bir sinema yapma isteğidir. Ancak dönemin diğer filmlerine
oranla çok soyut kalan bu senaryo, gösterim aşamasında karşılık bulamaz.
***
Bağımsız sinema kavramının tanımı ve bağımsız sinemanın içerdiği öngörülen pratiklere dair detaylı bilgi
için bkz. Âlâ Sivas, Türk Sinemasında Bağımsızlık Anlayışı ve Temsilcileri, yayımlanmamış doktora tezi,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.
****
Yönetmen, filmin negatifini Prof. Sami Şekeroğlu’na vermiş ve hiçbir şekilde gösteriminin yapılmamasını
vasiyet etmiştir. Dolayısıyla filmin Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Televizyon Merkezi’nde olduğu
bilinmektedir. Son olarak film, 23. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde gösterilmek istenmiş, ancak Heper
ailesinin fertlerinden birinin filmin gösterilmesine rızası olmadığı öğrenilince, festival yönetimi gösterimi iptal
etmiştir. (Heper’in Filmi Arşivlerde Kaldı, 2012: 10; Prof. Asiye Korkmaz ile görüşme, 13.11.2015)
8
60’lı yıllarda Yeşilçam’ın dışında kalan ve burada biraz daha uzun soluklu üzerinde
duracağımız film, Metin Erksan’ın çektiği Sevmek Zamanı’dır: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden mezun olan Erksan, öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli
gazetelerde ve dergilerde kültür, sanat ve sinema üzerine yazılar yazmıştır. 1950’de Atlas
Film için Yusuf Ziya Ortaç’ın “Binnaz” adlı yapıtını senaryolaştırarak sinemaya adım atmış,
ilk filmi Aşık Veysel’in Hayatı-Karanlık Dünya’yı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosundan
1952’de çekmiştir. Toplumcu ve gerçekçi bir yaklaşım sergilemeye çalıştığı ilk filminde
sansür engeliyle karşılaşmıştır. Erksan’ın 50’li yıllarda başlayan filmografisinde yönettiği
otuz beş sinema filminin yanı sıra televizyon filmleri ve belgeselleri de mevcuttur.
Filmografisinde ticari kaygılarla çekilmiş melodramların veya müzikli filmlerin yanı sıra
toplumcu gerçekçi sinema ve ulusal sinema hareketi çerçevesinde tartışılan filmleri de yer
almaktadır. Mülkiyet ve tutku temalarını yoğunlukla işleyen Erksan, Mimar Sinan
Üniversitesi Sinema-Televizyon Merkezi’nde dersler vermiş, adına yurtiçinde ve yurtdışında
gösteriler düzenlenmiş, ödüller almıştır. 2004 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
verilen “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü alan Erksan, 2012 yılında vefat etmiştir. (Özgüç,
2003: 75-78; Kuyucak Esen, 2010: 115-126; Altıner, 2005: 167-178)
Kurtuluş Kayalı (2004: 12), Metin Erksan sineması üzerine okuma yaptığı çalışmasında,
yönetmenin Türkiye’de bir entelektüel ve sanatçı olarak bağımsız bir konumda olduğunu
vurgular. Erksan’ın filmografisindeki en kişisel film olarak tanımlanan Sevmek Zamanı
(1966), Yeşilçam döneminde ayrıksı bir örnek olarak dikkat çeker. Film, Erksan’ın kurduğu
Troya Film bünyesinde, yönetmenin sermayesiyle çevrilmiştir. Filmin senaryosu da yine
Erksan’a aittir. Sevmek Zamanı, ticari açıdan başarısızlığa uğramış ve birkaç özel gösterim
dışında seyirciye ulaşamamıştır.
Halit Refiğ (2009: 119) filmi, tabiatı belli bir duyuşa uygun biçimde nakış gibi
işleyen fotoğraflarıyla, oyuncuların minyatürlerdeki gibi değişmez yüz ifadeleriyle, iki
boyutlu çizilmiş kişileriyle geleneksel Türk sanatının en güzel örneklerinden biri olarak
değerlendirmiştir. Bununla birlikte Refiğ (2009: 119), Osmanlı sanatlarını, saray müziğini,
9
divan şiirini sevmeyenler için Sevmek Zamanı’nın kolay izlenebilir bir film olmadığını
vurgulamıştır.*****
Metin Erksan ise, Sevmek Zamanı ile gerçekleştirmek istediği hedefi şu cümlelerle
kaleme almıştır: “Bütün sanatlar insanı anlatır. İnsansız sanat olm[a]yacağı gibi, sanatı da
ancak insan yapar. Yani SANAT İNSAN İÇİNDİR. Sanat sanat içindir veya sanat toplum
içindir gibi [birtakım] bayatlamış yanlışların bilimsel düşünce içinde artık yeri yoktur. Mutlak
doğru bu olduğuna göre SEVMEK ZAMANI’na önce insanı anlatan film diyeceğiz.” (Erksan,
1966: 13) Erksan (1966: 13, 14), yazının devamında ticari sinemanın insanın kendisinden
uzaklaştığını belirtirken, Türk Sineması’nın giderek Türk insanından uzaklaştığına
değinmiştir. Sevmek Zamanı’nın öncelikle insanı anlattığını savunan yönetmen, filmin büyük
toplumsal sorunları çözme, bir eyleme önder olma, Türk Sineması’na yeni bir şeyler getirme,
uluslararası film yarışmaları için yapılma gibi tutarsız, boş savlardan uzak olduğunu
vurgulamıştır. Yönetmenin bu çalışmasıyla o dönemde toplumsal sorunlara dair filmlere uzak
durduğu görülmektedir; çünkü ona göre sanat, sorunu değil, sorunun içindeki insanı anlatır.
(Erksan, 1966: 15)
SONUÇ
Buna ek olarak Halit Refiğ (2009: 119), Sevmek Zamanı’nı bir halk sineması örneği olarak değerlendirmez,
*****
10
anlatım arayışları ve genç seyirci profili 1990 sonrası Türk sinemasının dinamiklerini
oluşturur. 90’lı yıllarda sinema salonlarında gösterim imkânı yakalayan yerli yapımların
sayısı ciddi oranda düşük de olsa, bu yıllarda Türk sinemasında iki eğilim başgösterir: Bir
yanda her şeye rağmen film yapma isteğiyle yola çıkan ve geleneksel yapımcı-yönetmen
ilişkisinden bağımsız çalışan yeni yönetmenler kuşağının üretimleri ile seyirciyi sinema
salonlarına çekmeyi amaç edinen, gişe odaklı popüler filmler.
11
KAYNAKÇA
Abisel, N. (2005a). Türk Sinemasında Film Yapımı Üzerine Notlar. İçinde Türk Sineması
Üzerine Yazılar (103-134). Ankara: Phoenix.
_______. (2005b). Bir Dünya Nasıl Kurulur? Popüler Türk Filmlerinde Anlatı Yapısı
Üzerine. İçinde Türk Sineması Üzerine Yazılar ( 199-226). Ankara: Phoenix.
Akad, L. (2004). Işıkla Karanlık Arasında. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Akbelen, H. (1966). Sevmek Zamanı ve Türk Sinemasının Yalnız Rejisörü. Görüntü (2), 10-
12, 30.
Ayça, E. (1996). Yeşilçam’a Bakış. İçinde S. M. Dinçer (haz.) Türk Sineması Üzerine
Düşünceler (129-148). Ankara: Doruk.
Erksan, M. (1966). Sevmek Zamanı Neyi Anlatır veya Sinema Üzerine Düşünme. Görüntü
(2), 13-19.
________. (2006b) Türk Sineması/Turkish Cinema. Antalya: 42. Antalya Altın Portakal Film
Festivali Yayınları.
Güleryüz, K. (1996). Türk Sinemasında Üslubun Kökeni. İçinde S.M. Dinçer (haz.), Türk
Sineması Üzerine Düşünceler (49-56). Ankara: Doruk.
Gürdal, H., Fresko, D. ve Karantay, S. (2005). Türkiye’de Sinema Seyircisi. Görüntü Sinema
(3), 92-94.
Karaşin, H. (2012). Metin Erksan ve Doğulu Stendhal Sendromu: Sevmek Zamanı. Yeni Film
(28), 107117.
12
Kuyucak Esen, Ş. (2010). Türk Sinemasının Kilometre Taşları. İstanbul: Agora.
Oran, B. (1996). Yeşilçam Nasıl Doğdu, Nasıl Büyüdü, Nasıl Öldü ve Yaşasın Yeni Sinema.
İçinde S. M. Dinçer (haz.) Türk Sineması Üzerine Düşünceler (277-291). Ankara: Doruk.
_______. (1995a). Elli Yılın Türk Sineması. İçinde Karagözden Sinemaya: Türk Sineması ve
Sorunları (1. Cilt) (241-248). Ankara: Kitle.
_______. (1995c). Yerli Filmler ve İzleyici. İçinde Karagözden Sinemaya: Türk Sineması ve
Sorunları (2. Cilt) (221-224). Ankara: Kitle.
Öztürk, S. (1985). Onat Kutlar: Tarihsel Gelişme Hükmünü Veriyor. ve sinema (1), 15-23.
http://sinematek.tv/ve-sinema-1985-sayi-1/ Erişim: 04.11.2015
13