Türk Kültürü Ve Tasavvuf Dersi Son Notları

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 14

Tasavvuf Düşüncesi Dersi Son Notları

İstediğimi buldum âşıkâre cân içinde


Taşra isteyen kendin, kendi nihân içinde

Kâimdir ol ırılmaz (ayrılmaz) onsuz kimse dirilmez


Adım adım yer ölçer hükmü revân (geçer) içinde

Bu tılsımı bağlayan cümle dilde söyleyen


Yere göğe sığmayan girmiş bir cân içinde

Uğru (hırsız) olmış uğrular kendü kendüyi çakar (eleverir)


Sahne kendisi olmış kendi zindân içinde (Nefs-i Emmâre)

Tutun diye çağırır uğru dahi çağırır


Bu ne acâyip uğru bu çağıran içinde

Siyâset meydânında galabadan (kalabalık) bakan ol


Siyâset kendi olmuş girmiş meydân içinde (Nefs-i Levvâme)

Kudret kılıcın almış nefsin boynuna çalmış


Nefsini tepelemiş elleri kân içinde (Nefs-i Mülhime)

Sayru (hasta) olmış iniler Kur'ân ünini (nidâsını) dinler


Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde

Yüce yüce Arş düzer kendi özün onda bezer (süsler)


Gör nice cevlân ider hırka palâs (çul) içinde (Nefs- Mutmainne)

Dürlü dürlü imâret köşk ü sarây yapan ol


Kara nikâb (peçe) dutunmuş (giyinmiş) girmiş külhân (hamam ocağı) içinde (Nefs-i Râziye)

Başdan ayağa değin Hak nûru seni tutmuş


Hak'dan ayrı ne vardır kalma gümân (şüphe) içinde (Nefs-i Merziyye)

Birisen birliğe bak, ikiyi elden bırak


Bütün mânî bulasın sıdk ü îmân içinde (Nefs-i Sâfiye)

Orucuna güvenme namâzına dayanma


Cümle tâat dağ olur nâz u niyâz içinde

Oruc-namâz gusl ü hac hicâptır âşıklara


Âşık andan münezzeh hâssü'l-havâs içinde

Girdim gönül şehrine daldım onun bahrine


Aşk ile seyr ederken iz buldum cân içinde
Ol izi ben izledim sağım solum gözledim
Çok acâipler gördüm yokdur cihân içinde (Nefs-i Kâmile)

Şâh oluban oturur kula buyruk tutturur


Fermânını buyurur kendi fermân içinde

Yûnus senin sözlerin manîdir bilenlere


Senden sonra söylene devr-i zamân içinde

Benim adım dertli dolap


Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş Çalap


Derdim vardır inilerim

Ben bir dağın ağacıyım


Ne tatlıyam ne acıyım

Ben Mevla'ya duacıyım


Derdim vardır inilerim

Dolap niçin inilersin


Derdim vardır inilerim

Ben Mevla'ya aşık oldum


Anın için inilerim

Beni bir dağda buldular


Kolum kanadım kırdılar

Dolaba layık gördüler


Derdim vardır inilerim

Dülgerler her yanım yondu


Her azam yerine kondu

Bu imkan Hak'tan geldi


Derdim vardır inilerim

Suyum alçaktan çekerim


Dönüp yükseğe dökerim

Görün beni neler çekerim


Derdim vardır inilerim
Yunus bunda gelen gülmez
Kişi muradına ermez

Bu fânîde kimse kalmaz


Derdim vardır inilerim

Vücûd bir binâ durur sırr-ı hikmet içinde


Gönül bir bünyâd durur nakd ol bünyâd içinde

Gönül sultân hâkim cân cümle iş ona kurbân


Dil dahi bir tercümân yürür kudret içinde

Gönül oturur tahta hükm ider kâf dan kâf’a


Nefis durmuş ırakta meyli işret içinde

0l nefs kim cân’a uyar mânîden sanma duyar


Her dem ana uymayan bil inâyet içinde

Evvel kapu şerîat geçse andan tarîkat


Gönül evi mârifet aşk hakîkat içinde

Şerîat şîrîn olur işidene hoş gelir


Ne kim dilerse kılar ol şerîat içinde

Tarikat cân yoldaşı cân ile olur işi


Tarîka giren kişi dün-gün ibret içinde

Mârifet gönül ile dün ü gün zârı ile


Söylesem gelmez dile sırr-ı sıfat içinde

Hakîkat aşktır, ayân görsün ol şebih beyân


Hakikat donun giyen ağır hil'at içinde

Şerîat sûret evi tâate girer kavî


Âleme çıkdı çavı ubûdiyyet içinde

Tarîkat cân’a gelir tâatına cân kılar


Girmeyen ziyân kılar iş bu devlet içinde

Hakîkate erenler hakîkati bulanlar


Ne bahtlıdır cânları hep mahabbet içinde

Her kim şerîat bile hem okuya hem kıla


Ol gerek kim er ola, dün-gün tâat içinde

Ger tâat kılmazısa üstâd’a varmazısa


Şer'iden olmazısa adı lânet içinde
Şerîat ona eydür âna abes ol addır
Anın makâmı oddur şol âhiret içinde

Her kim tarîk’a gire gerek mâl terkin ura


Yola dogru cân vire bu tarîkat içinde

Ger dogru turmazısa mâl terkin urmazısa


Yola cân vermezise duymaz sohbet içinde

Tarîkat anın değil ol kılmış yolun melûl


Hak kılmaz anı kabûl bulmaz rahmet içinde

Ger bahrî olmazısa denize dalmazısa


Seyrânın bilmezise yoktur kıymet içinde

Mârifet gönül şehri makâmın bulur fakrı


Bahrî gerektir bahrî bu mârifet içinde

Mârifet andan ırak anın değildir durak


İşi olsa da yavlak anın bu ad içinde

Her kim hakîkat süre kahrı lütfu bir göre


İş aça doğru dura bu hakîkat içinde

Ger doğru turmazısa yoluna ermezise


Kahrı hoş görmezise adı yok ad içinde

Anın değil hakîkat ol devlet ol nasîhat


Evvel âhir âkıbet bulunca mât içinde

Bu dört menzildir utan ledün makâm’ın tutan


Oldur menzile yiten tamâm murâd içinde

Ol menzile yitenin dört nişânı var anın


Ol nişânı kılanın yeri rahmet içinde

Sûret’in halka düze Hakk'ın yolunda ize


Çıka seyir eyleye ol semâvât içinde

Tevekkül işi ola kanâat aşı ola


İnâyet başı ola nûr-ı rahmet içinde

Kıyl u kâle mecâl yok ol hâldir ana kâl yok


Hergiz ana ecel yok ezel-ebed içinde

İşdir bunca âvâzlar dediğim mânî sözler


Tapduk Yûnus'ı gözler bu vilâyet içinde

Bu vücudum şehrine, bir dem giresim gelir.


İçindeki Sultân’ın, yüzün göresim gelir.

İşidirim sözünü, göremezem yüzünü.


Yüzünü görmekliğe, canım veresim gelir.

Ma’şûk’a, Halvetî’nin, yedi hücresi vardır.


Yedisinden içeri, seyran kılasım gelir.

Her kapıda bir kişi, yüz bin çerisi vardır.


Aşk kılıcın kuşanıp, cümle kırasım gelir.

Erenlerin sohbeti, arttırır marifeti.


Bî dertleri sohbetten, her dem süresim gelir.

Leylâ vü Mecnûn benem, Şeydâ-yi Rahmân benem.


Leylâ yüzün görmeğe, Mecnûn olasım gelir.

Dost oldu bize mihmân, bunca yıl bunca zaman.


Gerçek İsmâil gibi, kurbân olasım gelir.

Erenlerin nazarı, toprağı gevher eyler.


Erenler kademinde, toprak olasım gelir.

Miskin Yûnus'un nefsi, dört tabîat içinde,


Aşkla can sırrına, pinhân varasım gelir.

Cân olgıl cân içinde kalma gümân (şüphe) içinde


İstediğin bulasın yakın zamân içinde

Rükû sücûda kalma ameline dayanma


İlm ü amel gark olur nâz u niyâz içinde

İkiligi terk itgil birlik makâmın tutgıl


Cânlar cânın bulasın iş bu dirlik içinde

Oruç-namâz zekât hac cürm ü cinâyet durur


Fakir bundan âzâttır hâss-ı havâs içinde

Şeriat korıc (korucu) ıdur hakikat ordusunda


Senün için korunur hâsıl ordu içinde
Cânlar cânın bulasın sen dahi cân olasın
Aşk ile teferrücün (gezinti) ola dîdâr içinde

Ayne'l-yakîn görüpdür Yûnus Mecnûn olupdur


Bir ile bir olupdur Hakke'l-yakîn içinde

Erenlerin yolları, inceden ince imiş.


Süleyman'a yol kesen, şol bir karınca imiş.

Ol karınca söyledi, Süleyman'a yol dedi.


Ol karınca söylediği, cevap alınca imiş.

Götürmedi kimse, kimsenin yükünü.


Güç götürdüm diyenler, eli erince imiş.

Kim kime ne der ise, eğer hayr u eğer şer.


Allah verir cezâsın, gele yol ince imiş.

Gönlüm bana söylerdi, seni severim derdi.


Gönlüm seni sevdiği, dosta erince imiş.

Gönlüm der ki varayım, sana geri geleyim.


Gönlüm uyduğu bana, dostu bulunca imiş.

Yârenlerim derler ki, âşık melâmet gerek.


Geldi benim başıma, ol söz yerince imiş.

Âşıkın gözü yaşı, dün-gün dökülür durmaz.


Âşık kan ağladığı, ma'şûk sorunca imiş.

Dört Kitâb’ın ma'nîsin, okudum tahsîl kıldım.


Aşka gelince gördüm, bir ulu hece imiş.

Ben dervişim diyenler, haramı yemeyenler.


Haramın yenmediği, ele girince imiş.

Derler ki filan öldü, mülk ile malı kaldı.


O malın irkildiği (biriktiği) ıssı (sahibi) ölünce imiş

İki kişi söyleşir, Yûnus'u görsem diye.


Biri der ki, ben gördüm, bir âşık koca imiş

Şerîat-Tarîkat yoldur varana


Hakîkat-Marifet andan içerü

Suâlim var sana, Ey Dervişler Hocası


Meşâyih ne buyurur yol haberi nicesi

Ver suâlime cevap, tutalım olsun sevap


Şule (ışık) kime gösterir aşk evinin bacası

Evvel kapı Şeriat, emr ü nehyi bildirir


Yuya (temizleye) günahlarımı her bir Kur'ân hecesi

İkincisi Tarikat, kulluğa bel bağlaya


Yolu doğru varana yarlıgaya (bağışlaya) hocası

Üçüncüsü Marifet, cân gönül gözün açar


Bu mâni sarayına, Arştan nice yücesi

Dördüncüsi Hakikat, ere eksik bakmaya


Bayram ola gündüzü Kadir ola gecesi

Bu Şerî'at güç olur, Tarikat yokuş olur


Marifet sarplık durur, Hakîkattir yücesi

Dervîşin dört yanında dört ulu kapı gerek


Kancarı (nereye) bakar ise gündüz ola gecesi

Ona eren Dervişe iki cihân keşfolur


Onun sıfatın öğer ol Hocalar Hocası

Dört hâl içinde Derviş, gerek siyâset (çile) çeke


Menzile ermez kalır yol eri yuvacası (tenceresi)

Kırk kişi bir ağacı dağdan gücin (zorla) indirmeye


Ya bunca mürit mühip (sempatizan) Sırat nice geçesi

Küfür okun atarken îmânın vurma sakın


Yelip sıvasın keçi, sebil ola (boşa gider) güveci

Dört kapıdır kırk makam, yüz altmış menzili var


Ona erene açılır Velâyet derecesi

Âşık Yûnus, küstahlık deyip söylemez sözün


Mânî yüzün gösterir, bu Şâirler Kocası

Niyâzî’den

Ey bî‐misâl vâhid‐i hüsnün misâl içinde


Âyînenin göründü bir hub cemâl içinde
Düştü kamû heyâkil kâmetine mukâbil
Cünbüşü gösteren sen şekl ü hayâl içinde

Bu san’atı kim bilir, bu kudreti kim görür


Bu vuslatı kim bulur ceng ü cidâl içinde

Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin


Çünkim anı gizledin kahr ü celâl içinde

Mushaf‐ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben


Burc‐i belâ’da gördüm kendimi fâl içinde

Taliimi yokladım mihnet evinde buldum


Anın için yürürüm her dem melâl içinde

Kısmet‐i rûz‐i ezel aldı kâmû nasîbîn


Kimisi buldu râhat kimi nekâl içinde

Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde


Kaldı başım anın çün fitne vü âl içinde

Gamsız olan adamı sanma anı âdemi


Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde

Şadlık ehl‐i aşka, aşkın gamıdır veli


Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde

Haddin tecellîsine müştak olur bu cânım


Görmedi çoktan anı şol zülf ü hâl içinde

Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid


Kılmazdı da’vâyı ol, bu kîl ü kâl içinde

Meyhânede bir kadeh nûş etmeği vermezem


Bin şuğluna sofinin tekyede şâl içinde

Mescidi meyhâneyi fark eylemem zâhidâ


Göründüm ise ne var hâ ile dâl içinde

Ver serini Niyâzî sırrını verme yâda


Nadâna sırrın veren kalur vebâl içinde

Bu gönüller pasını yuyuban (temizleyip) gidermeğe


Şol sözü söylegil kim sözün hülâsasıdır
Sözü doğru diyene Kuli'l-Hak dedi Çalap
Bunda yalan söyleyen yarın utanasıdır

Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan


Şer' ile evliyâ ise hakîkatte âsidir

Şer' ile hakîkatın vasfını eydem (anlatayım) sana


Şerî'at bir gemidir hakîkat deryâsıdır

Niçe ki muhkem (sağlam) ise tahtaları geminin


Mevc (dalga) urıcagaz (vurduğunda) deniz anı uşanasıdır (yıpratır)

Şûrîde (perişan ve aklı karışık) olanların bî-nihâyet (sonu gelmeyen) dünyâda (yani sürekli ve
her ân değişim içinde olan ve de imkan ve fırsatların sonu olmayan bu yaşamda)
Akl u gönül fehm ü cân fikir onun nesidir

Biz tâlibleriz her dem, aşk sebakın (dersini) okuruz


Tanrı verir sebakı (dersi) aşk hod müderrisidir

Bundan içeri haber işit, eydeyin (söyleyeyim) ey yâr


Hakîkatin kâfiri, şer'in evliyasıdır

Geyiklü Baba bize, bir kez nazar kılaldan


Hâsıl oldu Yûnus'a her ne ki vâyesidir (nasibidir)

Şeyh-i Ekber şöyle demektedir:

“Varoluş, bir okuldur.

Cenâb-ı Hakk bu okulun hem sâhibidir, hem de öğrencilere ders vermekte olandır.

Öğrenciler, tüm âlemdir.

Peygamberler ise, asistanlarıdır.

Asistanların asistanları konumunda olan tâbiler de vârislerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın bu okulda öğrencilere vermekte olduğu bilgiler, sayıca çok olsa da, dört
sınıfda toplanmaktadır.
Birinci sınıfta verilen dersler; lafız ve mânâların söz ile ifadesinde uyulması gerekli olan
ölçülerle ilgilidir.

Bu ölçülerle, Allâh âlimlerine göre hepsi sahih de olsa, sahih bilgilerle zayıf bilgiler birbirinden
temyiz edilirler.

Çünkü bu bilgilerin bir kısmına zayıf denilmesi, zıddına veya belirlenmiş herhangi bir amaca
göredir.

İkinci sınıfta verilen dersler; zihinlerin düzene sokulması, düşüncelerin tecrübe ve mahâret
kazanması ve akılların bir süzgeçten geçirilmesi ile ilgilidir.

Çünkü okulun sâhibi, onlara ancak kendisini tanıtmak istemektedir.

Zâten bu da okulun kuruluş nedeni olan tek gâyedir.

Cenâb-ı Hakk, fakîhleri bu okulda topladı ve onlara Allâh bilgisine dahil olan konuları
basamak basamak işledi.

Bunların bir kısmına, başlangıçlarında tecelli etti.

Böylece melekler, mâdenî, bitkisel ve hayvanî cisimler sağlıklı bir mîzâca sahip olmaları
nedeniyle O’nu tanıdılar.

Zira Cenâb-ı Hakk sadece insanlar ve cinlerden perdelenmiştir.

Bu ilimleri de, kendisini bilmek amacıyla alıştırma yapmaları için, onların müfredâtına koydu.

Böylece Cenâb-ı Hakk, kapalı bir perde ve kilitli bir kapı ardında, sürekli bir biçimde
asistanların ve akılların perdesi gerisinde olmaya devam etmektedir.

Üçüncü sınıfta verilen dersler şu konularla ilgilidir:

Mevcûdâtın bulunmuş olduğu bu heykellerin varoluşunun ve mîzâclarının farklı oluşunun


nedeni, karışımlarının muhtevası, illet ve marazları ve bunlardan sıhhat ve âfiyete kavuşma
nedenleri, ne ile ayakta durdukları, sağlıklı ve hastalıklı bulunmalarındaki etkenlerle, huyun
anlamının ne olduğu, âlemdeki mertebesinin nerede olduğu, varoluşunun ‘aynî mi yoksa ‘aklî
mi olduğu, ondan bir şey oluşmakta mıdır, yoksa âlemde sadece bir sınıf olup, hükmü yalnız,
oluş ve bozuluş, terkip ve çözülme özelliğine sahip mürekkeb cisimlerde mi geçerlidir gibi
konulardır.

Dördüncü sınıfta verilen dersler; ilâhî ilme dâhil olarak verilmekte olup, dâima kendisine
muhtaç olunan Allâh (c. c.) hakkında, vacip sıfatlar, muhâl sıfatlar ve mahlukatı içerisinde,
yalnız O’nun yapması câiz olan fiiller ile ilgilidir.

İşte bu sınıfların beşincisi yoktur.


Çünkü Allah’dan (c. c.) başka da hedef yoktur.

Kaldı ki bu ilimler, içerdikleri muhtevanın genişliğince birçok ilimlere ayrılmaktadırlar.

Bu nedenle, kişi bulunamadığı derslerden geri kalmakta; bu derslerden hangisinde


bulunmuşsa, sadece ona vakıf olmaktadır.

O halde, kimin himmet ve gayreti yükselir de, bu dersleri almaktaki gâyenin; ne derslerin
kendileri, ne de derslerin içeriği olduğunu, aksine bu okulun sâhibi olan Allâh’ı bilmek
olduğunu bildiği takdirde, arzusu bu ilâhî ilmi taleb etmek olur.

Öğrenciler içerisinde, bu ilimlerin öncüllerini öğrenmek isteyenler de bulunmaktadır ki, bu


aklî bir talebtir.

Yine bunlar içerisinde, bu ilimleri asistandan öğrenmek isteyip, sadece onlarla yetinenler de
vardır.

Çünkü öğrenci, asistanla hoca arasında bir iletişim olduğunu görmektedir.

Ve o, bir elçinin bazan perde gerisinden olarak, bazan da öğretmenin yanına varıp, O’nun
katından çıkarak, O’ndan öğrendiği birçok şeyi derste bulunanlara aktardığını görmektedir.

Bu nedenle öğrenci; bu asistan vasıtasıyla Allah’ı bilmem, nefsim için, daha önce geçmiş olan
diğer ilimlerde olduğu gibi, kendi düşüncemi ve fikrimi delil görmekten daha layık ve daha
güvenceli olduğunu düşünür.

Öğrenci bu şekilde ilmini asistandan aldığında vâris, ve bu asistanın asistanı olmuş olur.

Böyle bir kişiye, tâbi denilmektedir.

Şerîatta ise bu kişiye vâris denilir.

Bu şekilde onlar peygamberlerin vârisleri olmaktadırlar.”

(Fütûhât, II/220; thk. Osman Yahyâ, XIV/317-321)

Muhyiddin İbnu’l-Arabî, vârislerin özellikleri hakkında şunları anlatmaktadır:

“Ricâlullah içerisinde belirli bir sayıları olmayan velîlerden vârisler üç grupta toplanırlar.

a. Nefsi için nefsine zulmeden.

b. Orta yolu tutan.


c. İyi işlerde yarışan.

Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Sonra biz, Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize mîras bıraktık.

Onlardan kimi nefsine nefsi için zülmeder.

Kimi orta yolu tutar.

Kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçer.

İşte bu, büyük lütfun ta kendisidir.”

(Fâtır, 35/32)

Hz. Peygamber (s.) şöyle buyurmaktadır:

"Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler."

(Buhârî, Sahîh, 3/10)

Üstâdımız Ebû Medyen (520-594 / 1126-1197), bu makamla ilgili olarak şöyle derdi:

“Müridin iradesinde dürüstlüğünün belirtisi; halktan kaçışıdır.

Halktan kaçışında dürüstlüğünün belirtisi; bunun Hak için olmasıdır.

Hak için olmasındaki dürüstlüğünün belirtisi ise; tekrar halkın arasına dönmesidir.”

İşte bu, Hz. Peygamber’e (s.) vâris olan kişinin hâlidir.

Zira Hz. Peygamber (s.), Hirâ mağarasında halvete girer, orada sadece Allah ile birlikte olur ve
bu esnâda evini ve ailesini terkederek Rabbisine kaçardı.

Bu durum, Hakk’ın O’na, ansızın gelmesine kadar devam etti.

Daha sonra da Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’i (s.) kularını irşâd etmek üzere rasûl olarak
göndermiştir.

(Buhârî, Sahîh, 1/3)

İşte bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed içinde özen gösterdiklerinin mirasçı olduğu
üç hâldir.

Ve ancak böyle birisine vâris denilebilir.


Tam vâris olan ise; ilim, amel ve hâl’de Hz. Peygamber’e (s.) mirasçı olandır.

Cenâb-ı Hakk’ın, seçilmiş vârisler hakkındaki âyette geçen; “Nefsi için nefsine zülmeden”
ifâdesinde, âhirette mutlu olmak amacıyla kendi nefislerine, nefisleri için zulmeden kişiler
kastedilmiştir ki, bunlara Ebu’d-Derdâ (r.) ve benzerlerinin hâlleri örnek teşkil etmektedir.

Bu nedenle Hz. Peygamber (s.) şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır. Gözünün de senin üzerinde hakkı
vardır.”

(Buhârî, Sahîh, 30/50)

Devamlı oruç tutan ve gecesini hiç uyumadan geçiren bir kişi; kendi nefsi için nefsine
zulmetmiş ve kendi gözü için gözüne zulmetmiş olur.

İşte bu, kişinin kendi nefsi için kendisine yapmış olduğu zulüm demektir.

Nitekim Cenâb-ı Hak; “Nefsi için nefsine zulmeden” âyetinde; nefsin ruhsatlara ve tembelliğe
düşkünlüğünü bildiğinden, amellerin azîmetli ve en zor olanlarını kasdetmiştir.

Halbuki sünnet, zayıflar nedeniyle, (azîmet ve ruhsatın) her ikisiyle de gelmiştir.

O halde Cenâb-ı Hak; “Nefsi için nefsine zulmeden” âyetiyle, şerîatta zemmedilmiş olan
zulmü kasdetmemektedir.

Çünkü (zulmün bu türü) seçilmiş olamaz.

Kitâb’ın vârisleri olan ikinci grub; orta yolu tutanlardır.

Çünkü bu kişi, Rabbisine kulluğunu yerine getirmesinde kendisine yardımcı olması için, bazan
rahat, bazan da takvâlı ameller arasında bir tercih yaparak, dünya rahatı içinde nefsine
hakkını vermektedir.

Bu ise, azîmet ve ruhsat denilen iki hâl arasında olan bir hâldir.

Nitekim gece ibâdetinde orta yolu tutan kişiye, teheccüt ehli denilmiştir.

Çünkü bu kişi gecenin tamamını ibâdetle geçirmeyip, gecenin bir kısmında kalkmakta, diğer
bir kısmında da uyumaktadır.

Diğer ibadetlerini de, bu tarzda yapmaktadır.

Hayırlarda öne geçene gelince; bu kişi, hazır ve musaid olmak için, vaktinden önce emri
yerine getirmeğe çalışan kişidir.

Böylece vakit girdiğinde, hiçbir engel bulunmadan, vaktin farzını edâya hazır olmuş olur.
Vakit girmeden abdest alan ve vakit girmeden mescide gelerek oturan kişi gibi ki, namaz vakti
geldiğinde, abdestli bir şekilde mescitte bulunur.

Böylece namaz farzını edâya koşmuş olur.

Aynı şekilde bu kişi zengin biriyse, senenin bittiği gece zekâtını ayırır.

Ertesi yılın ilk vaktinde, Rabbisi için, görevli memura zekâtını verir.

Tüm takvâlı amelleri, işte bu şekilde, geciktirmeden yerine getirir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.); “Cennette, beni, ne ile geçtin?” şeklinde Bilâl-i Habeşî’ye (r.)
sorunca o; “Her abdest bozduğumda, abdest aldım. Her abdest aldığımda da, iki rek’at
namaz kıldım.” deye cevap vermiştir.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.); “Demek, bu iki şeyle!” demiştir.

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/354, 360)

İşte bu ve benzerleri; hayırlarda öne geçen kişilerin hâlidir.

Hz. Peygamber’in (s.), gençliğinde ve genç yaşındayken, müşriklerin arasındaki hâli de


böyledi.

Nitekim Hz. Peygamber (s.) bu döneminde, herhangi bir şerîatla da mükellef olmadığı halde,
Cenâb-ı Hak kendisine risâlet verene kadar, Rabbisiyle tek kalmış, ibâdete yönelmiş,
hayırlarda ve güzel ahlakta öne geçmişti.”

(İbnu’l-Arabî, Fütûhât, II/22-23. Ayrıca bak: Fütûhât, I/250-253; IV/ 377, 417)

You might also like