Professional Documents
Culture Documents
Türk Kültürü Ve Tasavvuf Dersi Son Notları
Türk Kültürü Ve Tasavvuf Dersi Son Notları
Türk Kültürü Ve Tasavvuf Dersi Son Notları
Niyâzî’den
Şûrîde (perişan ve aklı karışık) olanların bî-nihâyet (sonu gelmeyen) dünyâda (yani sürekli ve
her ân değişim içinde olan ve de imkan ve fırsatların sonu olmayan bu yaşamda)
Akl u gönül fehm ü cân fikir onun nesidir
Cenâb-ı Hakk bu okulun hem sâhibidir, hem de öğrencilere ders vermekte olandır.
Cenâb-ı Hakk’ın bu okulda öğrencilere vermekte olduğu bilgiler, sayıca çok olsa da, dört
sınıfda toplanmaktadır.
Birinci sınıfta verilen dersler; lafız ve mânâların söz ile ifadesinde uyulması gerekli olan
ölçülerle ilgilidir.
Bu ölçülerle, Allâh âlimlerine göre hepsi sahih de olsa, sahih bilgilerle zayıf bilgiler birbirinden
temyiz edilirler.
Çünkü bu bilgilerin bir kısmına zayıf denilmesi, zıddına veya belirlenmiş herhangi bir amaca
göredir.
İkinci sınıfta verilen dersler; zihinlerin düzene sokulması, düşüncelerin tecrübe ve mahâret
kazanması ve akılların bir süzgeçten geçirilmesi ile ilgilidir.
Cenâb-ı Hakk, fakîhleri bu okulda topladı ve onlara Allâh bilgisine dahil olan konuları
basamak basamak işledi.
Böylece melekler, mâdenî, bitkisel ve hayvanî cisimler sağlıklı bir mîzâca sahip olmaları
nedeniyle O’nu tanıdılar.
Bu ilimleri de, kendisini bilmek amacıyla alıştırma yapmaları için, onların müfredâtına koydu.
Böylece Cenâb-ı Hakk, kapalı bir perde ve kilitli bir kapı ardında, sürekli bir biçimde
asistanların ve akılların perdesi gerisinde olmaya devam etmektedir.
Dördüncü sınıfta verilen dersler; ilâhî ilme dâhil olarak verilmekte olup, dâima kendisine
muhtaç olunan Allâh (c. c.) hakkında, vacip sıfatlar, muhâl sıfatlar ve mahlukatı içerisinde,
yalnız O’nun yapması câiz olan fiiller ile ilgilidir.
O halde, kimin himmet ve gayreti yükselir de, bu dersleri almaktaki gâyenin; ne derslerin
kendileri, ne de derslerin içeriği olduğunu, aksine bu okulun sâhibi olan Allâh’ı bilmek
olduğunu bildiği takdirde, arzusu bu ilâhî ilmi taleb etmek olur.
Yine bunlar içerisinde, bu ilimleri asistandan öğrenmek isteyip, sadece onlarla yetinenler de
vardır.
Ve o, bir elçinin bazan perde gerisinden olarak, bazan da öğretmenin yanına varıp, O’nun
katından çıkarak, O’ndan öğrendiği birçok şeyi derste bulunanlara aktardığını görmektedir.
Bu nedenle öğrenci; bu asistan vasıtasıyla Allah’ı bilmem, nefsim için, daha önce geçmiş olan
diğer ilimlerde olduğu gibi, kendi düşüncemi ve fikrimi delil görmekten daha layık ve daha
güvenceli olduğunu düşünür.
Öğrenci bu şekilde ilmini asistandan aldığında vâris, ve bu asistanın asistanı olmuş olur.
“Ricâlullah içerisinde belirli bir sayıları olmayan velîlerden vârisler üç grupta toplanırlar.
(Fâtır, 35/32)
Üstâdımız Ebû Medyen (520-594 / 1126-1197), bu makamla ilgili olarak şöyle derdi:
Hak için olmasındaki dürüstlüğünün belirtisi ise; tekrar halkın arasına dönmesidir.”
Zira Hz. Peygamber (s.), Hirâ mağarasında halvete girer, orada sadece Allah ile birlikte olur ve
bu esnâda evini ve ailesini terkederek Rabbisine kaçardı.
Daha sonra da Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’i (s.) kularını irşâd etmek üzere rasûl olarak
göndermiştir.
İşte bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed içinde özen gösterdiklerinin mirasçı olduğu
üç hâldir.
Cenâb-ı Hakk’ın, seçilmiş vârisler hakkındaki âyette geçen; “Nefsi için nefsine zülmeden”
ifâdesinde, âhirette mutlu olmak amacıyla kendi nefislerine, nefisleri için zulmeden kişiler
kastedilmiştir ki, bunlara Ebu’d-Derdâ (r.) ve benzerlerinin hâlleri örnek teşkil etmektedir.
“Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır. Gözünün de senin üzerinde hakkı
vardır.”
Devamlı oruç tutan ve gecesini hiç uyumadan geçiren bir kişi; kendi nefsi için nefsine
zulmetmiş ve kendi gözü için gözüne zulmetmiş olur.
İşte bu, kişinin kendi nefsi için kendisine yapmış olduğu zulüm demektir.
Nitekim Cenâb-ı Hak; “Nefsi için nefsine zulmeden” âyetinde; nefsin ruhsatlara ve tembelliğe
düşkünlüğünü bildiğinden, amellerin azîmetli ve en zor olanlarını kasdetmiştir.
O halde Cenâb-ı Hak; “Nefsi için nefsine zulmeden” âyetiyle, şerîatta zemmedilmiş olan
zulmü kasdetmemektedir.
Çünkü bu kişi, Rabbisine kulluğunu yerine getirmesinde kendisine yardımcı olması için, bazan
rahat, bazan da takvâlı ameller arasında bir tercih yaparak, dünya rahatı içinde nefsine
hakkını vermektedir.
Bu ise, azîmet ve ruhsat denilen iki hâl arasında olan bir hâldir.
Nitekim gece ibâdetinde orta yolu tutan kişiye, teheccüt ehli denilmiştir.
Çünkü bu kişi gecenin tamamını ibâdetle geçirmeyip, gecenin bir kısmında kalkmakta, diğer
bir kısmında da uyumaktadır.
Hayırlarda öne geçene gelince; bu kişi, hazır ve musaid olmak için, vaktinden önce emri
yerine getirmeğe çalışan kişidir.
Böylece vakit girdiğinde, hiçbir engel bulunmadan, vaktin farzını edâya hazır olmuş olur.
Vakit girmeden abdest alan ve vakit girmeden mescide gelerek oturan kişi gibi ki, namaz vakti
geldiğinde, abdestli bir şekilde mescitte bulunur.
Aynı şekilde bu kişi zengin biriyse, senenin bittiği gece zekâtını ayırır.
Ertesi yılın ilk vaktinde, Rabbisi için, görevli memura zekâtını verir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.); “Cennette, beni, ne ile geçtin?” şeklinde Bilâl-i Habeşî’ye (r.)
sorunca o; “Her abdest bozduğumda, abdest aldım. Her abdest aldığımda da, iki rek’at
namaz kıldım.” deye cevap vermiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.) bu döneminde, herhangi bir şerîatla da mükellef olmadığı halde,
Cenâb-ı Hak kendisine risâlet verene kadar, Rabbisiyle tek kalmış, ibâdete yönelmiş,
hayırlarda ve güzel ahlakta öne geçmişti.”
(İbnu’l-Arabî, Fütûhât, II/22-23. Ayrıca bak: Fütûhât, I/250-253; IV/ 377, 417)