İrade Ve Kader İlişkisi - Ali Kaya

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 5

İRADE VE KADER İLİŞKİSİ

M. Ali KAYA
www.fikirbahcesi.org
Giriş:
İrade ve kader ilişkisi son derece çetrefilli ve
anlaşılması zor bir konudur. İnsan iradesi ile
Allah’ın iradesi ve kudreti nerede başlayıp nerede
bitmektedir? Bu konu kelam âlimleri tarafından
farklı şekillerde anlaşılarak tartışmalara konu
olmuştur. Bilhassa Mutezile Allah’ın insanın
iradesine karışmadığı, Allah’ın iradesinin Allah’a
insanın iradesinin de insana ait olduğu” şeklindeki
anlayışına karşı çıkan Ehl-i Sünnet
kelamcılarından Eş’ârî’nin izahı tam olarak
anlaşılamamış ve tartışmayı bitirmemiştir. Selef
ulemasının “Kulların fiilleri, iman ve küfür Allah’ın dilemesi iledir. Kullardan sadır olan
iman, küfür ve isyan, kulların iyi ve kötü fiilleri Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti, kaderi ve
meşîeti iledir. Allah küfrü dilemeseydi şeytanı ve cehennemi yaratmazdı. Ancak Allah
imandan, itaatten ve iyilikten razı olur, küfre, zulme ve isyana rızası yoktur. Hidayet ve
dalalet Allah’tandır. Allah dilediğini hidayete erdirir ve istediğini de dalalete atar. Dalalete
attıklarının Allah katında bir hücceti ve özrü yoktur. Allah fazlı ile kullarını cennete aldığı
gibi, adaleti ile de cehenneme atar. Allah yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermez,
sorumlu tutulamaz. Hiç kimse Allah’ın kaderinden ve kazasından kurtulamaz, her şey kaderde
yazılıdır”1 şeklindeki inançları izah gerektirmektedir.
İmam Maturudî’nin ve takipçilerinin bu konudaki izah çabaları da yeterli olmamıştır.
Maturudinin bu konudaki izahı özet olarak kullardan sudur eden fiillerin sebebi olan Allah’ın
külli iradesini, insanın hür iradesine bağlamak” şeklindedir. Bu da “Kul ister Allah yaratır”
şeklinde formüle edilmiştir. Ancak problem burada çözülmemektedir. Eş’âri ve Maturudi
kelamcılarının “Allah kulun neyi isteyeceğinin ezelde bilmekte ve öyle takdir etmekte ve onu
dilemektedir” ifadesi tatmin edici olmamaktadır.
Saadettin-i Taftazani ve Ömer Nesefi’nin “Kulların seçim yapma hürriyeti vardır. Bu
fiiller iyi ise sevapla, kötü ise azapla karşılık görür” ifadelerini açıklamak için “Kulların
iradeleri vardır ve fiillerinde hürdür. İnsanın fiileri iki nevidir. Birincisi, ihtiyarî, ikincisi
ıztıraridir. Zaten insan zorunlu olarak yapmak durumunda olduğu fiilerinden sorumlu değildir;
sorumluluk ihtiyarî fiillerindedir. Dolayısıyla Cebriyenin insanın hiçbir irade ve kudreti
yoktur, o tamamen kaderin mahkûmudur demesi gerçek değildir” demişlerdir.
Kader ve İradenin te’lifi konusunda en güzel izahları asrımızın âlimi ve Kur’ân-ı
Azimüşşan’ın hâdimi Bediüzzaman Said Nursi yapmıştır. Bu makalemizde Bediüzzaman’ın
bu konudaki açıklama ve izahları ile irade ve kader meselesine bir pencere açmaya
çalışacağız.

1. Kader ve Kaza’nın Tarifi:


Kader, Allah’ın ilminde bulunan yazgısıdır. Kaza ise bu yazgının gerçekleşmesi
demektir. Yüce Allah dünyada hikmeti gereği sebepler tahtında işini görür. Bu nedenle dünya
“dâr-ı imtihan” ve “daru’l-hikmet” yani sebepler dünyasıdır. Ahirette ise imtihan sırrı ortadan
kalktığı için sebeplere gerek kalmayacak ve her şey Allah’ın irade ve kudreti sebepsiz vücuda
gelecektir. Bu nedenle ahirete “dâru’l-kudret” denilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri
bu nedenle “Dünya daru’l-hikmet, ahiret ise dâru’l-kudrettir” buyurur.

1
Sabunî, Akaid-i Selef, 1:126
Allah’ın kazası sebep-sonuç ilişkisine göre vermiş olduğu ezelî hükmüdür. Yüce Allah
her sebebe bir sonuç takdir etmiştir. Çalışmanın sonucu başarı, tembelliğin sonucu
mahrumiyettir. Sabrın sonu selamet, aceleciğin sonucu ise pişmanlıktır. Burada işlerin
sebeplerine hür iradesi ile yapışan insan sonuçtaki hükme liyakat kesbeder. Haksızlığın
sebeplerine yapışan “haksız” hükmünü kazanır. İmanın sebepleri olan Allah’a ve peygambere
iman ve itaat ile kişi “mü’min” hükmünü alırken, küfrün sebeplerine sarılan ise sonuçta
“kâfir” sıfatını kazanır. Hüküm ise bir kesbdir ve bunu insan iktisab eder. Yoksa Allah insanı
fıtrat üzere, imanı ve küfrü kesb edecek fıtratta yaratmıştır, kâfir ve mü’min olarak
yaratmamıştır. Bu hükme liyakat insanın iradesi ile sebeplerine sarılmasına bağlıdır. Bu
nedenle yüce Allah “Allah kişiye kaldırmayacağı yükü yüklememiştir. Kişinin kendi kesbi
lehine ve iktisabı kendi aleyhinedir”2 buyurmuştur. Kişi zulüm yaparak “zâlim” hükmümü
kazanırken, yalan söyleyerek kendisi “yalancı” hükmünü kazanır. Yoksa Allah insanlardan
birini zâlim, diğerini de yalancı olarak yaratmış değildir. Allah’ın yalan söyleyen hakkındaki
kazası “yalancı” ve zulmü kendisine huy edinen hakkındaki kazası ve hükmü de “zâlim”
şeklindedir.
Şayet Allah insanı hür yaratıp irade, yani seçme yetkisi vermemiş olsaydı peygamber
göndermesi, emretmesi ve nehyetmesi, imtihan için dünyaya göndermesi anlamsız ve gereksiz
olurdu. Bu ise Allah’ın hikmetine ve adaletine aykırıdır. Zira Allah’ın sevdiği kullarına sıkıntı
çektirmesi, sevmediği kullarını nimetlendirmesi akla, hikmete, adalet ve hakkaniyete
tamamen aykırı olurdu. Gerçekte ise Allah her nevi haksızlık, zulüm, hikmetsizlik ve
merhametsizlikten münezzeh ve âlidir.

2. Sebep-Sonuç İlişkisi ve Kader:


“Evet, dünya dâr-ül hikmet ve âhiret dâr-
ül kudret olduğundan; dünyada Hakîm,
Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok
isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir
derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i
Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. Âhirette
ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin
tezahürleri için maddeye ve müddete ve
zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan
birden eşya inşa ediliyor.”3
Yüce Allah sebepler dünyasında
“Müsebbibü’l-Esbab” olarak izzetini ve
azametini göstermek ve korumak istemesinden
meyveyi ağaca, sonucu sebebe bağlamıştır. Kaderi de sebep-sonuç ilişkisine göre yazmıştır.
Yüce Allah’ın izzetini ve azametini göstermesi ve bunu korumak istemesi sebeplerin varlığını
gerektirirken, Allah’ın Tevhid ve Celal’i ise sebeplere tesir vermez. Sebeplerin arkasında iş
gören Allah’ın “ilmi, iradesi ve kudretidir.” Sebepler ise Allah’ın ilim, irade ve kudretinin
zuhuru, ortaya çıkması için âdî birer şarttır. Bu da olayların arkasındaki hikmeti ve perde
arkasındaki güzellikleri görmeyen gafil ve cahillerin şikâyetleri sebeplere isnat etmelerine,
kusur ve suçlamaların sebeplere takılarak Allah’ı kusur ve noksanlıktan tenzih etmeleri
hikmetine mebnîdir.
Bu hususu Bediüzzaman Said Nursi hazretleri çok güzel ifade eder. “Ey daire-i
esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin
esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir.
Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek,
2
Bakara, 2: 286
3
Şualar, 2005, s. 65
daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o
daireden yapılıyor. Çünkü izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi
reddeder, tesiri esbaba vermiyor.
Evet, Sultan-ı Ezelînin memurları vardır, ama icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve
rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını
ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzır müşahitlerdir ki, gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşı
yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab,
ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vaz edilmiş birtakım
vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşer
sultanlarının memurları ise, sultanların ihtiyaç ve aczlerini def için tayinlerine zaruret hasıl
olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah'ın memurlarıyla insanın memurları arasında
münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hadiselerde ve vukuattaki hikmetleri,
güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Haktan şekva ve şikâyetlere başlarlar.
İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz edilmiştir. Çünkü, kusur
onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif sûretinde
bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki:
Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakka demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde Senin
ibâdın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.” Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş
ki: “Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları
onlara gidip sana küsmesinler.”
Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve
kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine
mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren
merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için
o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid
ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.4

3. Esbaba Teşebbüs Dua-i Fiilîdir.


Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Bu nedenle insan
her istediğini Allah’tan istemeli ve her hususta
Allah’a yalvarmalı, onun iradesine müracaat
etmelidir. Sonra “Tevekkeltü Alallah” yani “Allah’a
güvendim” diyerek iradesi ile yapacağı işe
yönelmelidir. Böylece hayatın dağlar gibi zorluklarına
karşı mücadele etmeye kendisinde güç ve kuvvet
bulacak, her hadiseye karşı dayanacak ve her zorluğu
aşmaya çalışacaktır.
Bu nedenle Bediüzzaman “İman tevhidi, Tevhid
teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni,
yani iki cihanın saadet ve mutluluğunu kazandırır”5
demiştir. Tevekkül esbabı reddetmek değildir. Zira
sebepler yukarıda izah edildiği gibi “dest-i kudretin
perdesidir.” Bu nedenle Allah’ın kudret eli, ilim ve
iradesi sebeplerle kendisini gösterir. Bu nedenle
“Esbaba teşebbüs, bir nevi dua-i fiilîdir.” Kişi
sebepleri aracı yaparak, Allah’tan ister ve sonucu Allah’tan bekler. Zira sebeplerin arkasında
iş gören Allah’tır. Kul Allah’tan bir şeyi isteyeceği zaman sebeplerine müracaat ederek
4
Mesnevi, 2006, 20-22; Sözler, 2004, s. 464-466
5
Sözler, 2004, s. 501
Allah’tan sonucu beklemeli ve sadece Allah’a minnettar olmalıdır. Zira Allah sebeplerini
yaratmazsa ve kendisini bu işte muvaffak kılmazsa bütün halk ve sebepler ona yardım etseler
neticeyi almak mümkün olmaz.
Sebeplere sarılmak peygamberlerin âdeti ve sünnetidir. Nitekim yüce Allah
“Sebeplerine riayet etti”6 buyurarak kullarını peygamberlere uyarak sebeplere sarılmaya ve
sonucu Allah’tan beklemeye davet etmektedir. Gerçek tevekkül, gerçekten Allah’tan
istemenin ancak sebepler tahtında istemek olduğunu belirtmektedir.
İnsan elini açıp kendisini bilen, isteklerini işiten ve en hayırlı şekilde veren Allah’tan
ihtiyaçlarını istediği gibi, sebeplere bağlı olan ihtiyaçlarını da sebeplerine sarılarak fiilen
Allah’tan istemelidir. Sonuçta ise Allah’a güvenerek çalışmalı ve gayretinin sonucunu
Allah’tan beklemelidir. Bu şekildeki iradî davranışlar ve ameller Allah’ın külli iradesine, yani
sebepler tahtında iş yapılması ve sebeplere değer verilmesi konusundaki iradesine uygun
olduğu için ekseriyetle kabul edilir. Sebepler tahtında iş görerek Allah’tan sonucu bekleyen de
kâinatın dilenciliğinden, her hâdise karşısında titremeden, hodfuruşluktan, yani kendini
beğendirmeye çalışmak ve satmaktan, maskaralıktan dünyanın hadiseleri altında ezilmekten
ve ahiret sorumluluğundan, azabında kurtulur.
Kâfirleri imandan mahrum eden sebep doğrudan insandan kaynaklanan taklit, inat,
düşünmeme, gerçeği araştırmama gibi hususlardır. Kişi bunları ihmal ettiği için imandan
mahrum kalmış ve azabı hak etmiş olur.

4. Allah’ın İnsanı Yetkilendirmesi:


Yüce Allah külli iradesi ile insana cüz’î bir irade
vererek insana kendi adına kullanmak üzere yetki vererek
yeryüzüne “halife” kılmıştır. Halife, Allah adına
yeryüzünde cüz’î tasarrufla yetkili kılınmak anlamına
gelmektedir. Padişah iradesi ile bir insanı vali olarak bir
beldeye tayin eder ve ona belli yetkiler verirse o valinin bu
yetkiyi padişahın rızasına uygun, toplumun adaletini ve
huzurunu sağlayacak şekilde kullanması gerekir. Şayet
yetkisini kullanmaz da toplumda adaleti ve güvenliği
sağlayamazsa görevini yapmamaktan dolayı padişaha karşı
sorumlu olur. İyi idare ederse, padişah mükâfatlandırır;
haksızlık ve zulüm yaparsa padişah cezalandırır.
Aynen bu misalde olduğu gibi yüce Allah insanı hür
olarak yaratmış, cüz’î olarak ilim, irade ve kudretle
donatmış ve yeryüzüne halife olarak göndermiştir.
Peygamber göndererek teşri-i iradesini inzal buyurduğu kitapla insanlara haber vermiştir.
Hayır ve şerri öğretmiş, hayırdan razı olduğunu şerden razı olmadığını beyan etmiş ve seçimi
insanın iradesine bırakmıştır. Hayrı ve şerri insanın hür iradesi ile seçimine bırakmış ve
iradesini uygun şekilde yaratacağını beyan etmiştir. Bu durumda iyiyi ve kötüyü belirlemek
ve yaratmak Allah’a seçmek ise insanın yetkisine aittir. İsteyen insan, yaratan Allah’tır.

Sonuç:
Kesin olan hakiki tesirin Allah’a ait olmasıdır. Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur.
Yüce Allah hakîm olduğu için sevap ve ikap ancak istihkâka, hak etmeye göredir. Bu nedenle
cebir, yani zorlama yoktur. Ayrıca her şeyin mülk ve melekût olmak üzere iki yönü vardır.
Her şeyin mülk, yani görünen yüzü bazen güzel, bazen çirkin gibi görünürken, iç yüzü, yani
melekût ciheti her şeyde güzeldir. Bu nedenle bize göre çirkin ve şer gibi görünen şeylerin

6
Kehf, 18:85
yaratılışı çirkin değil, güzeldir. Çirkinin ve şer gibi görünen şeyler sonuç itibarıyla çok güzel
neticeleri vardır. Dolayısıyla “çirkin şeylerin yaratılışı Allah’a ait değildir” diyenler büyük bir
yanılgı içindedirler.
İnsanın görünen ihtiyârî fiilleri nefsin meyelanından kaynaklanır. Münakaşalar
genellikle cüz-i ihtiyârî denilen bu meyelan üzerinde cereyan etmektir. Allah’ın külli iradesi
kulun irade-i cüz’îyesine bakar. Yani, kulun iradesi fiile taalluk ettikten sonra Allah’ın külli
iradesi o fiile taalluk eder. Bu nedenle cebir ve zorlama yoktur. Allah’ın ilmi kaderden
öncedir ve kader Allah’ın ilmidir. İlim ise maluma tabidir. Yani nasıl olacaksa ilim onu bilir
ve ona göre yazar. Bu nedenle bir insan, amelen yaptığı bir fiilin sebeplerini kadere havale
etmekle, kaderi sebep ve bahane gösteremez.
Kural olarak “bir şeyin vücudu vacip olmadıkça vücuda gelmez.” İrade-i cüz’iye bir
şeyi ister, Allah’ın külli iradesi de aynı şeyin vücudunu isterse o şeyin vücudu vacip olur ve o
şey derhal vücuda gelir. Bu nedenle kulun elinde Allah’ın kendisine verdiği ve kullanmasını
istediği bir irade-i cüz’iye vardır. Kul bu iradesini kullanarak bir şeyin olmasını ister ve onun
sebeplerine yapışırsa bunu halen ve fiilen Allah’tan istemiş olur. Ancak bu istek ve çaba o
şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur.
Allah da kulun bu isteğine iradesi ile onay verirse o şey vücut bulur. Dolayısıyla insanın cüz’î
iradesi de sebeplerine yapışması da ancak Allah’ın iradesinin taallukundan sonra müessir bir
sebep olabilir. Asıl sebep ise Allah’ın dilemesidir. Bu gerçeği yüce Allah “Allah dilemedikçe
siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz”7 ayetinde ifade edilmiştir. İnsanın iradesi ve hürriyeti
olmasaydı insan ağaç gibi cebir ve ızdırar altında kalırdı. Bu durumda da birine ceza vermek,
diğerini mükâfatlandırmak zulüm ve haksızlık olurdu. Allah-ü Teâlâ hakîmdir, bu çeşit zulüm
ve haksızlıkları yapmaktan münezzehtir.8
Kader Allah’ın ilmidir. Allah’ın ilmi sebep ve sonuca beraber bakar. Allah hükmünü
daha önce vermiş ve o hükme merci olacak olan sebepleri unutmuş veya sebepleri dikkate
almadan hüküm vermiş değildir. Dolayısıyla bir hükme, yani kaderin hükmüne merci olacak
olan sebepler çoktur ve bunların yaratıcısı, “Müsebbibü’l-Esbab” da Allah’tır. İnsan iradesi de
yüzlerce sebeplerden bir adi sebeptir. Allah’ın ilmine dâhildir. Hal böyle olunca Allah bütün
bunları bilen olarak kaderi yazmış ve her şeyde kader hâkim olmuş olur. Ancak kader ilim
nevinden olduğu, kazayı da insan iradesi ile yapılan fiiller sonucu istihkak kesbettiği için
kader ile irade bu noktada birleşmiş ve insan iradesinin işlemesine ve hürriyetinin
korunmasına hizmet etmiş ve insan iradesini bağlamamış olur. İnsan da iradesi ile işlediği
amellerinden sorumlu olur. İyi ise mükâfatı, şer ise cezayı hak eder.

7
İnsan, 76:30
8
İşaratu’l-İ’câz, 2006, s. 120-125

You might also like