Sözlü Kültür Ve Sözden Yaziya Geçen İnsan Ve Tari̇h

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 8

SÖZLÜ KÜLTÜR

VE

SÖZDEN YAZIYA GEÇEN İNSAN VE TARİH

Fatma YÖRÜR

History of Communication

Nisan 2013
Önsöz:
Bu çalışma sözün alfabenin keşfinden önceki algı, etki ve gücünü, sözün alfabenin ve
dolayısıyla yazının gelişmesinden sonraki aşamalarını ele alacak.
Yazı öncesi toplumların sözü taşıma ve aktarma geleneklerinden örnekler verecek. Sözlü
kültür, yazılı kültür süreçlerini Batı açısından Homeros Problemi ile Doğu açısından Kuran
öncesi ve sonrası olarak ele alacak.
Sonuç bölümünde bu örneklere dayanarak Doğu ve Batı’nın bu kültürel geçişi nasıl
yaşadıkları analiz edilecektir.
Başlarken
MÖ 3000 yılında yaşayan ve yazıyı ilk keşfeden Sümerler, yazının bugün ulaştığı elektronik
noktayı görseler ne yaparlardı? Taşa işlenen görsellerden alfabeye, oradan yüzlerce yıl sonra
kağıda geçen yazı, bugün bir tıkla dünyanın öbür ucunda. Ya da tam tersi, şu an yaşadığımız
dünyadan yazı öncesi dünyaya gönderilsek, bu yaşamlar arasındaki farkı ve yazı öncesi
dünyanın algısını idrak edebilsek, içinde yaşadığımız birikimlerin ve üzerine konduğumuz
teknolojinin boyutlarını daha iyi kavrar mıydık?
Dil Dediğimizde Kastedilen Olgu Yazılı Mı, Sözlü Mü?
Jack Goody, Ian Watt ve Walter Ong günümüze çok yakın bir dönemde yazının sözlü kültürü,
insan yaşamını nasıl etkilediğini farklı düzey ve örneklerde sorgulamış, bu konuda çeşitli
teoriler geliştirmişlerdir.
Modern dilbilimin öncüsü Ferdinant de Saussure’ün (1857-1913) ‘’her türlü iletişimin
öncelikle konuşma temeline dayandığı’’(Ong, W. s:19) savı bu araştırmaların önünü açan
başlıca yaklaşımdır. Bu yaklaşımın ardından uygulamalı dilbilim ve toplumbilim alanlarında,
birincil sözlü anlatım ve yazılı anlatım dinamiğinin karşılaştırılması önem kazanmıştır.
Saussure ‘e göre insanın dil yetisi, langue sosyallik için, parole ise bireysellik içindir.
Sözlü kültür alanında ilk çalışmalar Jack Goody ve Ian Watt’ın eserlerinde karşımıza çıkar.
İki yazarın bu alandaki eserinde; sözün ve dilin gücü, evrimi, görsele yani resim, grafik ve
yazıya dönüşürken ki aşamaları ve bu aşamalarda insan algısında oluşan farklılaşmalar, mit ve
tarihe etkileri araştırılır.
Saussure için yazı, düşüncenin sözel anlatımını değiştiren bir yöntem değil, konuşmayı
tamamlayıcı bir parçadan ibarettir(Ong, W. s:19). Bu tez Goody ve Watt’ın çalışmalarında
mitolojik ve mantıksal, ilkel ve uygar ayırımları üzerinden geçerek; yazının sözel kültürün
alternatifi olmadığı görüşüyle desteklenir.
Walter Ong, sözlü kültürü "birincil biçimlendirme sistemi'', yazıyı ise ''ikincil biçimlendirme
sistemi'' olarak ele alıyor. Araştırmacıların yıllarca sözlü kültürü yazılı kültürün gölgesinde
düşünmesini eleştiren Ong; sözün 50.000 yıldır homo sapiens ile birlikte olduğunu, yazının
ise sadece 6.000 yıldır var olduğunu belirterek, bu iki süreç arasındaki farkları değerlendiriyor
(Ong, W. s:20).
Peki, yazılı kültür nasıl oldu da sözlü kültürü bu kadar gölgesinde bıraktı? Dilbilim bunu
''grafolekt'' olarak tanımlar ve ''Yazıya derinden bağlılığıyla, yazıya geçmemiş diğer lehçelere
egemen olan, onları kapsayan dil'' diye tarif eder. Şayet yazı, kendinden öncekileri yutan
emperyalist bir etkinliktir (Ong, W. s:25).
Yazı ile kelimeler somut bir nesne görünümüne bürünür. Çünkü kelimeler görsel işaretler,
şifre çözücü anahtarlar gibi algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlere
dokunabiliriz. Yazılı kelimeler artık sayılır. Sözlü gelenekteyse geriye buna benzer en ufak
artık kalmaz, birikim oluşmaz. Bir zamanlar dilden düşmeyen sözlü bir öykü artık
anlatılmıyorsa, geriye sadece öyküyü dinlemiş birkaç kişinin öyküyü anlatma yeteneği kalır.
Yazılı metinlere öylesine bağlı kalırız ki geriye nesnemsi bir şey bırakmayan sözlü gelenek

2
türü sözel anlatım karşısında çoğu kez rahatsız oluruz. Bunun sonucunda araştırmacılar bir
zamanlar,''sözlü yazın'' diye bir kavram üretmiş. Yazıyla en ufak bir bağlantıları olmadıkları
zaman bile sözel olarak birleştirilen malzemelerin mirasını ancak yazının bir değişkeni olarak
hayal edebileceğimizi sergileyen bu bakış açısından hala tam olarak kurtulabilmiş değiliz
(Ong, W. s:24).
Walter Ong ''sözlü yazın''ı; hayatında at görmemiş bir insanın atı tekerleksiz araba gibi
algılamasına benzetir. Hiç at görmemiş, araba kültürüyle yaşamış bir insan atı nasıl tarif
ederse, at ne değilse o olup çıkar. Oysa zamanı tersine çevirmek gülünçtür. Sözün birincilliği
esastır. Çünkü öz sözdedir. Öncül olan sözdür.
Fenomenoloji bu tartışmadaki sıralamayı doğru kurmamıza yardımcı olabilir. Bilincin temel
yapısı üzerinden bilgi edinmenin mümkün olduğunu savunan ve bunu arayan fenomenoloji
sezgi, bilgi ve öz üzerine kuruludur. Dünyaya (doğaya, insana, topluma, vs.) ilişkin bilgimizin
dolaysız, sürüp giden yaşantıya, yani doğrudan doğruya fenomenlerin gözlenmesine
dayanması gerektiği teorisi tarih biliminde sözlü kültürü bir adım öne geçirir. Şayet insanın
sezgileri ve gözlemleri ile birbirine yaklaştığı, sezgiler yoluyla söz bilgilerini kurduğu ve
özünde bunu kullandığı bilinmektedir. Edmund Husserl'in öncü olarak kabul edildiği
fenomenolojiye göre analizden ve yorumdan önce gözlem gelir. Sözlü kültür salt gözlem ve
sezgi üzerine kuruludur. Husserl dış gerçekliği reddetmez sadece içgörü, sezgi yoluyla
kazanılan bilginin öncelikli olduğunu savunur. Fenomenolojinin dış gerçeklik kısmına yazıyı,
iç gerçeklik kısmına sözü alalım. Böylece dilde öz ortaya çıkacaktır. Çünkü iç gerçeklik
sözdedir.
Dili anlamaya zihni, yazı ve matbaanın yarattığı önyargılardan arındırarak, matbaanın
düşünce şeklimizi bile nasıl değiştirdiğini görerek başlamamız gerekiyor.
Tamda bu noktada Homeros Problemi nesillerin durup düşünmesini sağlamıştır. Homeros
problemi Odesa ve İlyada’sının sözlü mü yazılı mı oluşturulduğu ve taşındığı üzerinedir. Eski
Yunan'dan devralınan klasik kültür ürünlerinin başında gelen Odesa ve İlyada Destanlarının
sözlü kültür ortamında birleştirmişliğine dair iddialar vardır. Ama bu iddialar gerçekse bunca
şiiri kim nasıl aklında tutmuştur? M.S. 38'de doğan Musevi Haham Flavius Josephus, Truva
Savaşının Homeros’un zamanından çok önceleri yapılmış olması ve Homeros'a ulaşan ve
doğrudan savaş zamanından kalma yazılı şiirler olmayışından hareketle "söz konusu
destanların daha eski zamanlardan kalma şiirlerin hatırlanarak bir araya getirilmesiyle
oluşturulduğu ve pek çok uyumsuzluğunda bu nedenle ortaya çıktığı" şeklindeki bilinen ilk
spekülasyonları başlatır. Homeros’un Odesa ve İlyada'sı üzerindeki tartışmalar, onların yazılı
edebiyatın ürünü olduğu yönündeki genel kanaatleri değiştirmez.
John F. Miley'e göre, Sözlü Kompozisyon Teorisi'nin ortaya çıkışının öncül kaynağı olarak
kabul edilen, Friedrich Wolf'un 1795 yılında yayınladığı Prolegomenna ve Homerum adlı
çalışmadır. F. Wolf çalışmasında, Odesa ve İlyada yazılı metninin Homeros döneminde hazır
olmayışının tarihi ve arkeolojik nedenlerini ortaya koyup, halihazırda Homeros’a ait kabul
edilen destan metinlerinin daha sonraki dönemlerde redaktörler tarafından kendilerine kadar
gelen ilkel sözlü şarkıların (sözlü destan parçalarının) nazım edilerek birleştirilmesiyle
bugünkü birlik ve şekle kavuşturulduğunu ileri sürmüştür. Dahası Wolf, mevzu bahis sözlü
destan parçalarını, profesyonel aktarıcılar tarafından aktarıla gelmiş halk hafızasının ürünleri

3
olarak görmüştür. Birleştirilen parçaların tespitine yönelik analizleri kendine uğraş edinen ve
kendilerini "edebiyat arkeolojisi" yapanlar olarak tanımlayan Analistler (Analyst) ile
metinlerin baştan beri tek bir kişinin kaleminden doğmuş olduğunu ve bütünlüğünü savunan
Yunitaristler (Unitarian) bir tarafta. Diğer tarafta "bir Homeros mu, yoksa pek çok Homeros
mu olduğu’’ araştırmaları, Homeros Meselesi'nin 19. yy boyunca da sürecek olan
tartışmasının yönünü şekillendirmiştir. Bu dönemde de, "eğer Homeros’un zamanında yazı
yoksa bu kadar uzun şiirlerin nasıl oluşturulduğu, yazıya geçinceye kadar nasıl saklandığı"
sorusuna tatmin edici cevap verilemediği için söz konusu edilen husus, tartışmanın en önemli
noktası olmaya devam etmiştir. (Çobanoğlu A. s:139, 140)
Walter Ong ise meseleyi bu karmaşık çizgisinden çıkarıp çok yalın ifade eder: Ünlü destan
yazarı Homeros'u incelemeye alan araştırmacılar, önce Homeros'u derleme toplama şiirler
yazmakla eleştirirler. Ancak buna dayanak olarak Homeros'tan önce bu eserlere dönük bir
kaynak bulamazlar ve bu defa Homeros'a bu eserleri tek başına yarattığı için tapmaya
kalkarlar. Oysa gerçekte Homeros'un eserleri toplamadır ancak sözlü kültürden toplama. Bu
konuda çalışma yapan Milman Parry bu gerçeği öne sürdüğündeyse koca Homeros montaj
işçisine çevrilir. Oysa Homeros hafızasında sakladığı hazineleri taşıyordur sadece... Klişe
kullanmamayı öğrenen okuryazarlar Homeros'un sözün getirdiği klişelerden beslendiğini
öğrenince şaşkına döner. Bunca kalıplaşmış klişe dize nasıl bu kadar etkileyici ve mükemmel
olabilir? Dünyanın dört bir yanından derlenen sözün evrende kısıtlayıcı çizgi ve sınırları
yoktur. Sözün nesilden nesile ülkeden ülkeye aktarılırken kazandığı zenginliktir olan biten...
Ancak yazının kalıcılığı kayıt ve saklama olanaklarımız artık sınırsızken çok daha etkili
elbette. Sözlü kültürde bilme, sistematik bilme nasıl olabilir? Düşünce çizgisi ve bilme bir
kişinin oluşturduğu süreçtir ve yazı olmaksızın nasıl ve ne oranda aktarılabilir? Ya da kaç yıl
taşınabilir? Aktarılan ve taşınan bilginin formu anımsanabilir olmayı gerektirir. Anımsanabilir
bilgiyi düşünmekle, kayıt edilip taşınabilir bilgiyi düşünmek oldukça farklı fikirsel süreçler
oluşturur. Ritim, atasözleri, kalıplaşma belleğe seslenmeyi kolaylaştırır. Bireysel bellek
kültürel mirasa arabuluculuk yapar (Ong, W. s:51).
Her şeye rağmen yazı bireysel hafızayı zayıflatır ama toplumsal hafızayı güçlendirir, dilin
geçmişini canlı tutar. Sözlü gelenekte birikim o kelimeyi ya da hikâyeyi dinlemiş birkaç
insanın onu anlatma ve aktarma yeteneğine bağlıyken yazı ile kelimeler somut bir niteliğe
büründüğü için asırlarca aktarılabilir. "Tam da bu nedenle olsa gerek araştırmacılar sözlü
sanat biçimlerini yazıya dökülmüş bir metin zannederek sözü yazıdan ayrı düşünemezler"
(Ong, W. s:52).
Yazının aktarımdaki avantajı, bilgi ile insan arasındaki ilişkide dezavantaja dönüşür mü?
Walter Ong’tan sonra fark ettik ki, bilgi ile aramızdaki mesafe de yazı bir araç olarak
dünyamıza girdiğinde başladı. Yazı bilenle bilineni ayırdı, nesneleşti bilgi. İnsan yazı öncesi
naklettiği bilgiye sahipken yazı sonrası bir nesnede taşıdığı bilgiye sahipti. Onu anlaması
içselleştirmesi gerekmiyordu. Okunduğunda nesnelleşti bilgi. Ne de olsa artık sözün
samimiyeti ve sıcaklığı yoktu...
Farklı Topraklarda Sözlü Kültür
Sözlü tarih üzerine yıllarca araştırmalar yapmış Paul Thompson da; "Bu tersine dönüş nasıl
gerçekleşti? Sözlü tarihin baştaki itibarını kaybetmesi hangi aşamalardan geçti? " sorusunun
4
cevabını Geçmişin Sesi kitabında arar. Thompson, sözlü kültürde taşınan bilginin hangi
yöntemlerle yol aldığını Afrika’dan örneklerle anlatır:
Pek çok toplumda önemli bir sözlü kanıtlar yelpazesi mevcuttur. Bu sözlü geleneklerin
bazılarının toplumsal önemi, bunların nesilden nesile en az hasarla aktarılması için güvenilir
sistemlerin kurulmasını gerektirir. Törenlerdeki kitle tanıklığı, münazaralar, geleneksel
bilginin eğitimini veren okullar ve bir göreve başlarken verilen söylevler vb. artık
anlaşılmayan çok eskileri dahil çeşitli metinlerin, yüzyıllar boyu korunmasını sağlayabilir. Bu
tür gelenekler, yasal belgelere ya da kutsal kitaplara benzerler ve bunları nesilden nesile
aktaran kişiler pek çok Afrika sarayında ileri seviyede uzmanlaşmış memurlar haline gelirler.
Örneğin Ruanda’da şecereciler, hatırlatıcılar, methiyeciler… Her biri farklı geleneklerin
korunmasından sorumluydular. Abacurabwenge adı verilen şecereciler kralın ve kraliçenin
şecerelerini akılda tutmak zorundayken, Abateekerezi yani hatırlatıcılar farklı saltanat
dönemlerindeki önemli olayları akılda tutmak zorundaydı. Abasizi yani methiyeciler krala
yazılan methiyeleri muhafaza ederken, Abiiru hanedanın sırlarını saklamak zorundaydı. "Biz
olmasaydık kralların ismi unutulup gidecekti biz insanlığın belleğiyiz" diyerek haklı bir
iddiada bulunan methiyeciler, "Ben krallara atalarının tarihini öğretiyorum ki eskilerin
hayatları onlara örnek olabilsin, çünkü dünya eski fakat gelecek geçmişten doğar" diyorlardı
(Thompson P. s. 20).
Köylerde de gelenek aktarıcıları vardı; bunların geleneği bugüne aktarmadaki rolü, saraydaki
uzmanların rolünden daha fazla olmuştur. Adları İskandinavya’da skal, Hindistan’da rajput,
Batı Afrika’da griot… Ama yaptıkları bir yandan şarkı söyleyip bir yandan kabile tarihlerini
anlatmaktı (Thompson P. s. 20).
Ancak şunu da unutmamak gerek ki; sözlü kültürün sıradan insanları toplu tartışmalar, şiddetli
konuşmalar ya da parlamentodan taleplerde bulunmak gibi alışkanlıklara sahip değillerdi.
Hiçbir resmi kayıt onlara yer vermiyor, tarihlerinin büyük bir kısmını şarkılardan
öğreniyorlardı (Thompson P. s. 28).
Sözlü tarihe değer vermeyen Voltaire ise bu alanda istisna isimlerden biridir. Birçok tarihçi
sözdeki özü kabullenirken Voltaire ise uzak geçmişten nesilden nesile aktarılmış, tarihin ilk
temellerini oluşturan sözlü geleneğin mitlerine kuşkuyla yaklaşıyordu. Kökenleri ne kadar
uzağa gidiyorsa değeri o kadar azdı. Çünkü her aktarımda olabilirliklerinden biraz
kaybediyorlardı. Tarihin felsefe tarafından aydınlatılması gerekiyordu. Tarihçilerden çok daha
ayrıntı, daha keskinleştirilmiş bilgi talep ediyordu. Kişisel tanıklığa özel bir değer atfetse de
Voltaire, bir hükümdarın kendi saltanatına ilişkin yargısının ya da kraliyet makamları
tarafından korunan, seçilen belgelerin tarafsız olamayacağının gariptir ama pek farkında
değildi (Thompson P. s. 25- 26).
Thompson’ın bu çalışmasında "sözlü tarih" Ong’un hassasiyeti olan yazılı kültür etkisinde ele
alınmaktan kurtulamamış olsa da "sözlü kültür" açısından çok önemli konulara değiniyor.
Walter Ong sözün teknolojileşmesi sürecine diyalektik olarak yaklaşırken, Thompson tarihsel
örnekler ve farklı bakış açıları ile süreci işliyor.
Jonathan Bloom’sa Kâğıda İşlenen Uygarlık kitabında, yazı ve oradan kitaba evirilen süreci
anlatırken aslında bize sözlü kültüre adapte toplumların yazıya geçişine örnekler veriyor.

5
Bunlar daha doğuda Müslüman toplumlar (Afrika’dan Endülüs’e ve Orta Asya’ya uzanıyor).
Arabistan’da İslam öncesi kültür genellikle sözel ve işitseldi; yazı bilinmesine rağmen görece
önemsiz rol oynuyordu. En yüksek sanat biçimi şiirdi ve şair sık sık bir peygambere ya da
hükümdara benzetilirdi. Şairler tanrıları, kendi toplumsal işlerini, akın savaş gibi başarılarını
ve soy ağaçlarını överlerdi. İslam öncesi yazı Arabistan’da çok önemli rol oynamıyordu. Orta
Çağ geleneğinde ve toplumunda, yazılı metin kendi başına bir amaç değil, özünde bir
hatırlatma aracıydı (Jonathan B. s. 133, 134).
Ta ki Kuran gelip hayatın merkezine oturana kadar… Belki de Arap toplumu o güne kadar
kayıt edip taşıyabileceği kadar önemli görmüyordu bilgiyi. Kuranı ise yayması ve taşıması
gerekiyordu insanlığa.
Arap alfabesinin çok yaygın kullanımı kuşkusuz İslami görsel kültürün en belirgin özelliğidir.
Yazı yalnızca belge ve kitap yaratmak için değil en basit günlük eşyalardan en görkemli
yapılara kadar hemen her şeyi bezemek için de kullanıldı (Jonathan B. s. 132).
Elbette Kurandan sonra, toplumsal dokuya işleyen sözellik yine de bozulmadı. Sözlü
kültürden oluşan toplum için söz yine ön plandaydı. Günümüzde okuryazarlar için okuma
sessiz tümüyle zihinsel bir süreçtir ama yakın zamana kadar okuma sesli ve fiziksel bir
faaliyetti. Yüksek sesle okumak okuma yazma bilmeyenlerin de yazıdan yaralanmasını
sağlıyordu ve okuryazarların çoğu da yazı okumaktansa bir ifadeyi dinlemeyi tercih ediyordu.
İslami eğitimin temel taşı, Kuran’ın ezberden okunmasıdır. Kuran çoğu zaman sözel iletişim
aracılığıyla öğrenilir. Kuran ve hadis yorumlarının öğrenilmesini temel alan İslami eğitimin
ayrılmaz öğelerinden biri bellek eğitimiydi. Hadisler genel olarak duyum üzerinedi. İletme
zinciri (isnat) ve metnin kendisi. (Jonathan B. s.136, 137)
Tüm bunlar sözlü gelenekten gelen kültürün, yaşamın dokusuna işlemiş söz merkezciliğinin
hala devam ettiğinin önemli bir göstergesidir aslında. Söz Müslümanlıkta birleştirici ve
bütünleştirici etkisine önem verilen “cemaat” kavramını bir arada tutar. Günümüzde hala
okunan Kuranlar toplu olarak dinlenip, Hutbe kültürü değerinden bir şey kaybetmemiştir. Bu
örnekler Müslüman toplumların sözlü kültüre kopmaz bağlarla bağlı olunduğu anlamına gelir.
Doğu Batı Ekseninde Sözün Yeri
Sonuç olarak; ele alınan iki örnek aynı zamanda Batı ve Doğu farkını da ortaya çıkarıyor
olabilir mi?
Homeric Question örneğinde Batı, dili yazılı kültür çerçevesine hapsedip düşünürken; Doğu,
yazıyı sözle ana ilişkisini kesmeden kullanıyor.
Antropolojinin duayeni Levi Strauss’un; “Yabanıl yani sözlü kültür bütünleştiren, kısa ve öz;
yazı ise analitik ve ayrıştırandır” sözü, Doğu ve Batı özellinde baktığımızda kendini
kanıtlıyor. Yazılı kültüre daha hızlı adapte olan ve hayatının merkezine yazıyı yerleştiren
Batı’da günümüzde hayatlar daha bireysel, diyaloglar daha net ve kısa. Sözlü kültürden
kopmamış pek çok Doğu toplumunda hayatlar daha çok bir arada, sözler daha uzun ve gür
konuşulur.
Öyle görünüyor ki söz ve dil; tarihsel, toplumsal, kültürel hayata fark ettiğimizden çok daha
derin etkiler yapmış. Bu etkilerse günlük hayatımızın her anında kendini gösteriyor.

6
Kaynakça:
 BLOOM, Jonathan. Kağıda İşlenen Uygarlık. Çev. Kılıç Zülal 2003/ 1.Basım- İstanbul; Kitap
Yayınevi
 ÇOBANOCLU, Özkul. Sözlü Kompozisyon Teorisi ve Günümüz Halk Bilimi Çalışmalarındaki
Yeri ANKARA 1998, yy
 ONG, Walter J. Sözlü ve Yazılı Kültür / Sözün Teknolojileşmesi, Çev. Sema Postacıoğlu
Banon, 1.Baskı 2012 Metis Yayınları İstanbul, İlk yayın1982
 THOMPSON, Paul. Tarihçiler ve Sözlü Tarih, Geçmişin Sesi Sözlü Tarih. Çev. Şehnaz
Layıkel 1999, Tarih Vakfı Yayınları, İlk yayın Oxfort University Press 1988
 LERNER, Fred. Kütüphanelerin Hikayesi / Yazının İcadından Bilgisayar Çağına. Çev. Dilek
Berilgen Cenkciler. yy.2007. Bileşim Yayınevi

You might also like