Professional Documents
Culture Documents
Bengi̇ Dergi̇si̇
Bengi̇ Dergi̇si̇
BENGİ
Dil, Kültür ve Edebiyat Dergisi
BENGİ
Dil, Kültür ve Edebiyat Dergisi
2022-23
UNESCO ANMA VE
KUTLAMA YIL
DÖNÜMLERİ:
AŞIK VEYSEL'İN
VEFATININ 50. YIL
DÖNÜMÜ
in e sa rıl dım
t d iye ni ces
Dost d o s ra ktır
im k ar a top
sa dık yâr
Beni m
BENGİ
DİL, KÜLTÜR ve EDEBİYAT DERGİSİ
YIL : 2022 SAYI: 10
İMTİYAZ SAHİBİ
TÜRKÇE TOPLULUĞU
TASARIM
ANIL PAKOĞLU
EDİTÖRLER
AYŞEGÜL KAYA
GAMZE KARAKUZU
ANIL PAKOĞLU
İRTİBAT ADRESİ
CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM FAKÜLTESİ
TÜRKÇE EĞİTİMİ BÖLÜMÜ
cututsivas@gmail.com
BASKI
NİSAN 2022
2022 | SAYI 10
EDİTÖRDEN
Bengi dergisinin yeni sayısından hepinize merhaba. Uzun süren salgın sürecinden sonra
sizlerle tekrar buluştuğumuz için oldukça mutluyuz.
Detaylı çalışmalarımız neticesinde, yıllardır büyük emekler sarf edilerek çıkartılmış olan bu
dergiyi yepyeni ve sıra dışı içerikleriyle sizlere sunmuş olmanın haklı gururunu yaşıyoruz.
Dergimizin bu sayısında sizlere iyi hissettirecek birçok konuyu, birçok türden ele aldık. Bunu
yaparken sizleri derin düşüncelere sürüklemek için yağlı boya, tablo tarzı resimler tercih ettik.
Bu resimlerin her birisi, sizleri kendi yaşamınızın derinliklerinde ufak çaplı bir gezintiye
çıkaracak türden.
Bizler, her bir sayfasını nakış nakış dokuduğumuz bu derginin yeni sayısını ortaya çıkarırken
kendimizce tek bir sloganı gaye edindik: "Her telden, her insana..."
İnsan, dünya denen bu sonsuz denizde her gün uçsuz bucaksız yerlere savrulurken, her
alandan kendine iyi gelecek şeyleri okuyarak biraz olsun kendine vakit ayırsın; bunu yaparken
de zihni ve kalbi güzelliklerle dolsun istedik. Bu sebeple, her sayfasının her cümlesinde derin
anlamlar barındıran Bengi dergisi, sizlere yine en içten duygularıyla hitap etmeye geldi...
Bizler için en büyük mutluluk, önceki yıllardan aldığımız "Bengi bayrağını" layıkıyla bizden
sonrakilere teslim etmek olacaktır. Bayrağı, bu sayıda sizlere en güzel biçimde yansıtabildiysek
bizden mutlusu ve gururlusu yoktur diyebiliriz.
Anıl PAKOĞLU
Editör
2022 | SAYI 10
İÇİNDEKİLER
4 ARAF SANCISI
EMİRCAN KIZIL
29 OKU BAKALIM MUSTAFA
MUSTAFA EPİK
11 YETER Kİ SEV
MEHTAP KARAHAN
40 HAL HAL
MERVE ERDEVİR
AYŞEGÜL KAYA
ARAF SANCISI
Emircan Kızıl
4
2022 | SAYI 10
GÜLTEN DAYIOĞLU VE
FADİŞ
Özlem Şeker
Fadiş, Gülten Dayıoğlu’nun 1971 yılında yazmış olduğu ilk romanıdır. Çocuk edebiyatı
bağlamında oldukça başarılı olan bu eser, 2021 yılı itibarıyla 50. yılını kutlamış, bugünlerde
100. baskısına gelmiştir. Peki Fadiş’i okumak, onun dünyasını özümsemek niçin önemlidir?
Her metin, istemsizce onu ilmek ilmek dokuyan yazarın izlerini taşır. Fakat Dayıoğlu,
kendisini daima Fadiş’le bir bütün olarak görmüştür. Hatta oğullarına “Mezarıma Gülten
Dayıoğlu Fadiş yazın.” vasiyetini verecek kadar Fadiş’tir. Gelin birlikte Gülten Dayıoğlu’nun
kendi hayatını yazmak amacıyla kalemini konuşturmadığı fakat Fadiş ile aynı yollarda
yürüdüğü eseri inceleyelim.
ÖZET
Kurtuluş Savaşı’nın esintileri henüz devam ederken savaş sırasında sevdiklerini kaybeden
Cemile, sağ kalan annesi Naciye Kadın ile birlikte yaşar. Naciye Kadın, kendisinin de
yanlarında kalması şartıyla kızı Cemile’yi Toroslu kasabasının terzisi Kâmil Bey ile evlendirir.
Kâmil Bey, eviyle ilgilenmeyen sorumsuz bir adamdır. Cemile, Kâmil Bey’i eve bağlamak için
Fadiş’i dünyaya getirir. Fakat Kâmil Bey artık Toros’ta yaşamak istemediğini söyleyerek evi
terk eder. Hasta ve yaşlı Naciye Kadın’ın da vefat etmesi üzerine Cemile İstanbul’da bir
doktorun evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Fakat evin hanımının Fadiş’e kötü
davranması sebebiyle buradan ayrılır. Kâmil Bey, bir süre sonra Fadiş ve Cemile’yi bulur. Bu
evliliği tamamen bitirmek istediğini, başka bir kadınla evleneceğini söyler. Cemile toplum
baskısından ve “dul kadın” olarak anılmasından rahatsızlık duyacağı için bu teklifi reddeder.
Cemile’nin bu tavrı üzerine Kâmil Bey, onun canını yakmak için Fadiş’i kaçırır. Cemile kızını
bulmak için önce Akkale’ye, daha sonra Gökpınar’a gider. Akrabaları Fadiş’in Gülsüm
Hanım’ın evinde olduğunu söyler. Bu duruma razı olmayan Cemile, kızını İstanbul’a
götürerek aylık vermek suretiyle Hafize nineye emanet eder.
5
2022 | SAYI 10
Yaşlı teyze Fadiş’e kendi kızı gibi bakar. Fakat Kâmil Bey, Cemile’yi barışmak vaadiyle
kandırarak Fadiş’i tekrar kaçırır. Fadiş’i, amcası Hamdi Bey’in yanına, Tanardı’ya götürür.
Cemile bunu öğrendiğinde Fadiş’i almak için uğraşır. Fakat daha sonra onlara aylık
göndereceklerini söyleyerek Fadiş’e bakmalarını ister. Bir süre sonra yengesi Fadiş’ten
rahatsız olur ve Cemile’ye onu almasını söyler. Cemile, kara kara Fadiş’e bakacak bir yakın
düşünmeye başlar. Daha sonra akrabası Zehra Kadın bu duruma razı olarak Fadiş’i yanına
alır. Fadiş, Tanardı’dan Örenköy’e gider. Buradaki aileyi ve köyü kısa sürede benimseyen
Fadiş, artık çok mutludur. Fadiş, okula başlar ve eğitim hayatı boyunca başarılı bir öğrenci
olur. Annesi Fadiş’i yatılı bir okula vermek amacıyla İstanbul’a götürür. Fadiş’i ve annesini
güzel günler beklemektedir.
Fadiş ve Gülten
Dayıoğlu’nun Hayat
Yolculuğu
Çocuk romanlarının özelliklerinden biri de
kahramanın yaş bakımından küçük
olmasıdır. Fadiş romanındaki olayların
odağında da Fadiş adlı küçük bir kız yer
alır.
Diğer roman kişilerinin hepsi, Fadiş’le ilişkileri oranında kendilerine yer bulur. Fadiş’ten
önce romanda yer alan kişiler de Fadiş’in dramatik yaşamının hazırlayıcısı konumundadırlar.
Bu kişilerden olan Naciye Kadın, Fadiş’in ninesidir.
Naciye Kadın kısa bir süre önce oğlunun şehitlik haberini almıştı. Bunun üzerine bir de evi
yanınca, kolu kanadı kırıldı. Kızı Cemile’den başka kimsesi kalmamıştı.[1]
Anlatıcı daha romanın başında okura, kimsesiz bir kadının tek kızının tek çocuğu olan
Fadiş’i, zor bir hayatın beklediğini sezdirir. "Erkeksiz" bir kadın ve kızı için zorlu yaşam
olgusu Kurtuluş Savaşı yıllarına denk getirilerek, yaşanacakların katlanarak bir trajediye
evrileceği hissettirilir.[2]
6
[1] Gülten Dayıoğlu, Fadiş, Altın Kitaplar Yayınevi, 35. Baskı, İstanbul, 2005, s. 10.
2022 | SAYI 10
Gülten Dayıoğlu, 15 Mayıs 1935 yılında, Kurtuluş Savaşı’nın esintileri henüz devam ederken
dünyaya gözlerini açmıştır. Eserde de yer alan bu zaman dilimi tesadüf değildir. Dayıoğlu,
Fadiş gibi geçimsiz bir ailenin tek çocuğudur. Verdiği röportajlarda, Fadiş romanında birkaç
kez tekrarlandığı gibi babasının annesinden, annesinin babasından onu kaçırdığını söyleyen
Dayıoğlu, bu durumu eserinde şu cümlelerle yansıtmıştır:
“(…) Babama ben bile inanmıyorum. Beni İstanbul’dan alıp Akkale’ye kaçırdı. Yolda
soranlara, ‘Bunun anası öldü’ dedi. Duymadığımı sanıyordu ama, ben hepsini duydum. İşte o
zaman ondan soğudum.” [3]
“Bir gün otururlarken babası kızına, “Annenle ayrılınca hangimizle kalmak istersin?” diye
sorunca, Fadiş hiç düşünmeden “Annem!” diye cevap verdi. Fadiş’ten kendisini istemediğini
duyan Kâmil Bey çıldırdı ve onu dövdü. Ertesi gün de ortadan kayboldu. Babası gidince Fadiş
kendi kendine iç çekti: “Babam, başkalarının babalarına hiç benzemiyor. Yabancı gibi.” [4]
[2] Mehmet Bakır Şengül, Çocuk Edebiyatı Bağlamında Gülten Dayıoğlu’nun Fadiş Romanı, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 35. Cilt, 1. Sayı, 2018, s. 75.
[3] a.g.e., s. 55.
[4] a.g.e., s. 67.
2022 | SAYI 10
Dünya, hayatı seven insanlar için cehennem, ölümü düşündükçe keyif alan insanlar için
cennet gibi…
Tadına varamadığımız birçok şeyin adresi dünya… Yaşadığımız her an, bize umut etmekten
başka bir şey vermeyen ve sadece hayallerle mutlu eden ilginç yer. Belirli olan hiçbir şeyden
tat alamadığımız, kırıldığımız, üzüldüğümüz, kahrettiğimiz, sevilmediğimiz, anlaşılmadığımız
insanlar bütünü.
Bu ve bunun gibi birçok tanım yapılabilir dünya için. Hepsi de sıraladıklarımdan farksızdır.
Size, kim birisi dünya hayatını sevdiğini söylerse bilin ki o kişi sıradan insanlar kervanındadır
dostlarım. Bilin ki o kişi, herkes gibi yalan bir sevginin peşinden gözü kapalı gidiyordur.
Anlam aramıyordur. Sabah kalkıp o gün ne yiyeceğini planlıyordur. Akşam olduğunda
otobüsteki kalabalıkla mı eve gidecek yoksa boş gelen otobüsle mi, bunun muhasebesini
yapıyordur.
Ne acı… Sıradan insanların sıradan duyguları ve onların dünyası. Benim değil dostlarım,
benim değil…
Ben egolu insanlar gibi “Hepinizden farklı ve özelim!” demiyorum. Sadece sizlere ayak
uydurmuyorum. Çünkü sizler aldananlarsınız. Sizler bu dünyada “herkes” bilincine kapılıp
herkes gibi davranmaya çalışan, basit ve kendinize ait düşüncesi olmayan bireylersiniz.
“Seni şımarık! Git kendi kabuğunda kendinle otur ve kendinle yüzleşerek bir ömür geçir!”
dediğinizi duyar gibiyim.
İnsan gerçeklerle yüzleştiğinde genelde karşısındakine içinden geçenleri onu üzecek en ağır
biçimde söylemeyi tercih eder. Sizler de eğer bu söylediklerimden pay çıkarıyorsanız, eğer
kulaklarım ağır şekilde çınlıyorsa, bilin ki gerçekler ağır gelmiş demektir. Bilin ki siz de
herkessiniz!
8
2022 | SAYI 10
Sizler dünyanın sonsuz olduğu bilinciyle yaşamdan zevk almaya devam ederken ben ölümü
keyifle bekliyorum. Beklerken yetmiş yaşına gelmiş ihtiyarlar gibi binlerce hatamdan sonra
ibadet etmiyorum. Onurlu bir şekilde başım dik ve göğsümü gere gere her anımı ölüm gibi
yaşıyorum. Ölümü daha gelmeden seviyorum. Çünkü o, her şeyden daha gerçekçi geliyor.
Bana sahte gülmüyor ya da işini yaptırmak için yanıma uğrayıp gitmiyor.
Ölümden sonra ne olur bilmiyorum. Hayal ettiğim bu ölüm denen belirsizlik, yaşadığım
dünyadan daha da değerli, sadece bunu biliyorum.
Nereye gideceğim; sahte yüzlerden tamamen arınmış bir yere mi yoksa günahlarımın bedeli
olarak yeniden insanların olduğu bir yere mi bilmiyorum.
9
2022 | SAYI 10
Bu bir nefret değil dostlarım. Bu hiçbirinizin göremediği fakat benim bunun bilincine
vardığım bir konu. Biliyorum her biriniz: “Sanıyor ki sadece kendisi insanlardan nefret
ediyor, sadece kendisi dünyayı sevmiyor, acı çekiyor.” diyorsunuz.
Evet, sizler de birçok sebep yüzünden dünyayı bir zamanlar sevmemişsinizdir. Ya da sizler de
eminim birçok acıyı en derinden tatmışsınızdır. Buna asla sözüm yok. Zaten, “Dünyayı en çok
ben sevmiyorum, en çok acıyı ben çektim” demek gibi bir düşüncem de yok.
Söylemek istediğim, sizler ne olursa olsun tıpkı bir zamanlar benim gibi yaşadığınız acılar her
ne olursa olsun dünyaya bağlılığınızı sürdürmeyi biliyorsunuz. Ben ise bu noktada da sizinle
ayrılıyorum. Artık her bir insana “Ondan da beklerim.” gözüyle baktığım için dünyaya tekrar
bağlanmak istemiyorum. İnsanlara bir daha güvenmek istemiyorum. Kimseyi hayatımın
merkezine koymuyorum.
Varsam bir ben varım, bir de ölüm. Ölüm denen gerçek beni bulana kadar dünyada
bekliyorum. Geldiğinde yas tutmayacağım.
10
2022 | SAYI 10
YETER Kİ SEV
Mehtap Karahan
11
2022 | SAYI 10
Bir varmış bir yokmuş ahir zaman içinde baki kalan bu kubbede
hoş bir sada ile "Anıl’mak" varmış… Vakit hangi vakit olur
bilemem, veda busem son dersin kıymetlilerine gelsin.
Vesselam…
12
2022 | SAYI 10
SÖYLEŞİ:
MUSTAFA KUTLU
SIRTIMIZI HİKÂYEYE YASLARKEN...
13
2022 | SAYI 10
Ayşegül KAYA: Usta bir kalem için hikâye ne ifade ediyor? Yolunuz hikâye ile kesişmemiş
olsaydı hayatınızdan ne eksilirdi?
Mustafa KUTLU: Ben edebiyat okuyacağım, edebiyatla meşgul olacağım diye bir niyetim yoktu.
Çocukluğumda ve tahsil hayatımda da durum böyleydi. Önümde bana yol gösterecek kimse yoktu
ancak ben çocukluğundan beri okumaya meraklı biriydim. Benim ilkokuldan itibaren asıl uğraş
alanım resimdi. Aslında ben ressam olmak istiyordum. Ortaokul ve lise yıllarımda bu merakın
yanına futbol da eklendi. Edebiyatçı olmak benim aklımdan geçmiyordu. Kısa yoldan anlatayım.
Lise bitince o sıralarda giriş imtihanı ayrı yapılan İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına
girmek için İstanbul’a gittim. Güzel Sanatlar Akademisi'ni ziyaret edince benim bu mektepte
okuma imkânımın olmadığını, okuma şartlarımın benim düşüncelerime, eğilimlerime,
alışkanlıklarıma pek uygun gelmeyeceğini gördüm ve bundan vazgeçtim. Ondan sonra da
edebiyat fakültesine geçtim ve Erzurum'da okudum. Fakat resim yapmayı hiçbir zaman
bırakmadım. Yine de içimde bir ukde olarak kalmıştı.
Böylece hikâyecilik mesleği ortaya çıkmış oldu. Yani eğer hikâyeyle uğraşmasaydım resimle
uğraşırdım. Hâlâ da resim yapıyorum. Resim yapmak, hastalığım sırasında da benim için bir
sığınak oldu. Ama tabii amatör bir iş bu, resim yaptığınız zaman gerçekten bir resim eğitiminden
geçmeniz lazım.
A.K: Eserlerinizde göze çarpan ilk unsur yakaladığınız dil kullanımı diyebiliriz. Kullandığınız
bu dilin, güzel Türkçemizin sizin için önemi nedir?
M.K: Neyle uğraşırsanız uğraşın yani müzik olsun, mimari olsun, sinema olsun efendim işte
roman, hikâye, edebiyat... Bu işle uğraşan kişinin kendine mahsus bir dil yapması icap eder.
Mesela sinema dili diyelim; Fransız Capola'nın sinema dili gibi. Faik'in hikâye dili, Sabahattin
Ali'nin dili gibi. Ben de bu dili mümkün olduğunca zenginleştirme hususunda hem edebiyat
tahsilinin vermiş olduğu eski edebiyatı da bilmek, onun yanında da Erzurum'da okurken Âşıklar
Kahvesi'ne devam ederek, oradaki halk hikâyelerini de dinleyerek katkıda bulundum. Benim yazı
hayatım çok enteresandır. Kahvelerde okudum, kahvelerde yazdım. Vatandaşın içinde bulundum.
Her seviyeden, her sınıftan vatandaşla birebir ilişki kurdum.
14
2022 | SAYI 10
“Benim dilim kitaplardan ve masa başından değil de hayatın içinden gelir. Ben, yazdıklarıma
hayatı katmak istemişimdir.”
Bu nedenle beni sıcak ve samimi buluyorlar. Bu hayat tarzı, bu ilişkiler benim Türkçemi
zenginleştirdi. Kitapların dünyasında kalmadım hiçbir zaman. Kitaptan ziyade hayata daha yakın
olan biriyim. İnsanların arasında geçti benim ömrüm. Kitaplar insana çok şey veriyor ama
kitapla hayat arasında derin bir fark var. Ben hep söylerim. Bir ağacı kâğıt olarak tahsil
edersiniz ama benim içimden geçen, o ağacın gölgesinde oturup bir çay içmektir...
A.K: Nurettin Topçu’nun Hareket dergisi ile başlayan sonrasında Dergâh dergisi ile devam
eden bir serüveniniz var. Bu serüven nasıl başladı? Şu an size nasıl hissettiriyor?
M.K: Bu serüven şöyle başladı: Benim rahmetli olmuş bir amca oğlum vardı, hukuk fakültesi
terk. O bana Erzincan’dayken Hareket mecmuasının son çıkış tarihi olan 1966 hareketlerini
okumam için verdi. Ben de Erzurum’da üniversite ikinci sınıftaydım. Bu vesileyle Hareket
dergisiyle tanışmış oldum. Hareket dergisini hocam, hayatımın çizgisini değiştiren isim olarak
rahmetle andığım Profesör Orhan OKAY’ın odasında görünce “Hocam ben de bu mecmuayı
okuyorum.” dedim. Böylece hocayla bir münasebetimiz Hareket dergisi üzerinden gerçekleşti.
Daha sonra da Hareket mecmuasını çıkaran Ezel ERVERDİ -benim 50 senelik arkadaşım-
Erzurum'u ziyarete geldi. Kendisi Erzurumlu zaten. Onunla tanışınca bu vesileyle Hareket
mecmuasında yazmaya başladım. Fakat o zamanlar desen çalışıyordum. Mecmuada ilk desen
yayınlandı daha sonra da hikâyeye başladım. Böylece bu macera başlamış oldu...
15
2022 | SAYI 10
M.K: Bu Hareket Yayınları meselesini bir ideal, bir hedef olarak seçtiğim için öğretmenlik
mesleğimden altı sene sonra istifa ettim. Hareket Yayınları'nda arkadaşlarla beraber çalışmaya
başladım. Hareket Yayınları ve mecmuası bir müddet sonra, yani hocamız Nurettin Bey'in
vefatından sonra Dergâh Yayınları'na dönüştü. Ben esasen edebiyatçı olduğum için Dergâh
dergisi bir fikir dergisinden ziyade kültür, sanat ve fikir dergisi olarak devam etti ve ben, Dergâh
dergisinin başına geçtim. Yani benim üzerimde planlanan bir şeydi. Ezel ERVERDİ, İsmail
KARA, İsmet ÖZEL, Beşir AYVAZOĞLU ve Hüsrev HATEMİ gibi birçok zengin isim
kadrodaydı. Ama esas olarak Ezel ERVERDİ, İsmail KARA ve ben, bu üçümüz vardı diyebilirim.
Dergi benim yönetimim, benim mesuliyetim altında çıktı. Hareket’in devamıdır fakat Hareket
Nurettin TOPÇU hocamızın hissiyatını taşıyan esasen fikrî ağırlıklı bir dergiydi. Benim Dergâh’ı
çıkartmam sırasında üstlendiği görev sebebiyle bir edebiyat sanat dergisi hüviyeti öne çıktı.
Yirmi yedi yıl Dergâh’ı çıkarttım. Benden sonra da uzun zamandır tanıdığım hem hemşehrim
olan hem de iyi bir şair olan Ali AYÇİL’e yönetimi devrettim.
A.K: Şu an yıllarınızın dergicilik ile geçmesi size ne hissettiriyor?
M.K: Vallahi dergi ve yayın hayatı beni o kadar kendisine bağlamıştır ki bizim nesil bir adanmış
insanlar nesli olmuştur. Ben de bu davaya kendini adamış insanlardan biriyim. 7/24 bu hayatı
yaşadım diyebilirim. Üstüne çok fazla iş almış birisiyim. Bir de Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi var yirmi sene devam etti. Bir taraftan yayınlar, ansiklopedi; bir taraftan da kendi
yazdıklarımla ilgilendim. Başımı kaldırmadan hayatı çalışarak geçiren biriyim. Ayrıca yayın
tarafının idari hanesi benim için bir yuva meselesidir, ben orayı yuva addederim. Şu an
hastalığım dolayısıyla son 5-6 senedir sürekli gidemiyorum ancak bazen uğruyorum. İnşallah
bundan sonra daha da çok gitmeye çalışacağım. Yayınevine gittiğim zaman çocuklar gibi
seviniyorum, benim için bir bayram oluyor o gün. Yani orayı çok benimsedim. Orada
geçirdiğim zamanlarda birtakım alışkanlıklarım oldu. Yayınevi birçok kez yer değiştirmiştir,
müsait bir binada iken çiçek saksılarım vardı. Yirmi otuz tane çiçek saksısı ile uğraşıyordum
çünkü ben tabiata âşık, tabiatla haşır neşir bir insan olarak dört duvar arasında kalmanın
talihsizliğini yaşamış biriyim. Bir de Allah selamet versin, benimle on sekiz sene tanışık kalmış
bir arkadaşım vardır. Adı İbrahim TENEKECİ. O, bana bir saka kuşu getirmişti. Kafeste o saka
kuşu ile çiçeklerle, tabiatla olan münasebetimi böyle dört duvar arasında geliştirmeye
çalışmıştım. Biraz da bu bakımdan kendimi talihsiz kabul ediyorum. Çünkü ben dört duvar
arasında kalacak adam değildim. Oldu bitti hep tabiatla haşır neşir olmayı istemiştim ama böyle
bir hayat için pişmanlık duymuyorum. Yayınevine her gidişimde bayram edişimin sebebi bu
alışkanlıktır. Benim için orası yuvaya dönüştü. 16
2022 | SAYI 10
17
2022 | SAYI 10
A.K: Sizi edebî kimliğinizle tanıyoruz, peki günlük hayatında Mustafa KUTLU nasıl bir
insandır? Vaktini nasıl değerlendirir?
M.K: Dediğim gibi yazıyla, çiziyle olan münasebetim dışında ben aslında çok yönlü denilebilecek
bir yaradılışa sahibim. Mesela musiki düşkünlüğüm var. Türkülerle aram çok iyidir. Radyo ve
türkü daima açıktır, bütün yöreleri, bütün çevreleri iyi kötü tanırım. Tabii ilahilere, klasik Türk
müziğine de yatkınlığım var. Uzak kaldığım, manasını anlamadığım yabancı dilde de caz müziği
bana yakın gelir. Bunu çok önemli bir şey olarak söylemiyorum ama batı müziği de iyi kötü
duyduğum, aşina olduğum seslerden birisidir. Dediğim gibi resim, fotoğraf bunları zaten
anlattım. Bunların dışında bizatihi meşgul olduğun sanat sinemadır. 1970'li yıllardan bu yana
fiilen senarist olarak, izleyici olarak, üzerine eleştiri yazıları yazarak sinemayla ilgilendim. On
beş senedir sinemaya gidemedim buna rağmen televizyondan takip ediyorum. Görmediğim
şeyleri veya merak ettiğim şeyleri şimdi görüyorum. Böylece sinemayla, bazı genç sinemacı
arkadaşlarla telefonla ve yüz yüze konuşarak bu ilgimi sürdürmeye çalışıyorum. Bunun dışında
dediğim gibi fiilen olmasa bile yazıyla bir zaman Yeni Şafak gazetesinde futbol yazıları da
yazdım. Futbola olan ilgim statlara giderek değil ama televizyondan takip ederek çok sık
olmamakla birlikte devam etmektedir. Rahatsızlığım sebebiyle içeride kalarak bu ilgimi gün boyu
devam ettirmeye, sürdürmeye çalışıyorum. Yazı hususunda artık tempom, enerjim çok fazla değil.
Okuma hususunda da aşağı yukarı öyle. Çünkü uzun zamandır Türk Edebiyatını çok yakından
takip edemiyorum. Yine de mümkün olduğu kadar uzak kalmamaya çalışıyorum.
A.K: Okumaya, yazmaya hevesi olan biz gençlere tavsiyeniz nedir? Heves ettiğimiz bu
meselelerden uzaklaşmamak için ne yapmalıyız?
2022 | SAYI 10
Hicaptan nasipli, utanmış öyle gizlendi ki onun resimlerini koyduk yine onun önüne
Kendi çizdiklerimiz ve rivayetler yalnızca, bir de içsel bir yöneliş çoğunca geri çevrilmiş
Enine boyuna bölsen de yine kendisi böyleymiş birkaç yalnız birkaç kez görünen güzelliğin
kısa tarihi
19
2022 | SAYI 10
ŞEHİR
Gamze Karakuzu
20
2022 | SAYI 10
Ruhumuzun rengi ile boyanır her yer, memleketine dönmüş muhacir sevinci
yaşarız. Belki balkonda içtiğimiz çayın buğusunda yahut dar sokaklarının
birindeki bir antikacıdan gelen eski plakların tınısında. Nerede nasıl olur
bilinmez lâkin ruhumuz bir şekilde zamanın ve mekânın dışına çıkmayı
başarır. Köşeden el ele tutuşmuş anılar yığınıyla geri döner sonra.
Şehirleri şehir yapan bizler miyiz yoksa zamanla yaşadığımız yerin ruhuna
mı benzemeye başlarız bilinmez, lâkin her doğan ve ölen bir iz bırakır
gözünü açtığı yere. Seslerin, kokuların binlerce simanın karıştığı bu yerler
memleketimizdir. Gözünün gördüğü tüm eserler, canın sıkıldığında kaçıp
gittiğin Hiran, annen, baban kısacası hayat kitabının besmelesi yaşadığın
şehirdir. Bazen kaçıp gitmek istesek de yine dönüp dolaşıp bambaşka bir
iklimde kendimize ait bir yuva bulma arayışındayız. İnsan olarak şerha
şerha yayıldığımız, hissettiğimiz bu yerler her neresi ise oraya iyi tutunmak
ve her dem şükretmek gerekiyor. Daimi bir kalıcılığımız olmasa da şu
dünyada memleket hasreti ile yanmamak duası ile…
21
2022 | SAYI 10
Horoz şekeri; gıda boyası ve meyve aroması katılmış şekerli meyanenin kalıplara dökülüp
soğutulmasıyla elde edilen geleneksel bir yiyecek. Daha eski zamanlarda yapımı biraz
meşakkatliymiş çünkü çubuklara dökülüp soğutulan şeker, sertleştikten sonra bıçakla
kazınarak horoz şekli veriliyormuş.
Divan şairi Latifî horoz şekerinden bahsettiği için en az 16. yüzyıla dayanan bir mazisi
olduğunu anlayabiliyoruz. Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı gibi Cumhuriyet Dönemi
şairleri de horoz şekerini konu edinen şiirler yazmıştır.
Horoz şekeri; daha çok (hatta sadece) ramazan ayıyla birlikte, tezgâhlarda arz-ı endam
eyleyen bir tatlıdır. Ya çocuklar tarafından alınır veyahut da çocuklar için. Evet, horoz şekeri
evreninde yetişkinlere yer yoktur. Arada bir heveslenip alanlar çıksa da o lezzeti alamaz ve
hata ettiğini anlayarak şekeri yalamayı bırakırdı…
Tablaların üzerine serilmiş köpüklere sıra sıra saplanmış olarak bekler tezgâhlarda taliplisini.
Şeker tezgâhına yaklaştığınız anda önce bir renk cümbüşü gözünüzü alır. Kırmızı, yeşil, sarı,
pembe… Renk renk şekerler. Bir de üç boyutlu şekerler vardır ki onların görseli daha
estetikken yemesi de bir o kadar meşakkatlidir. Çünkü cam kadar hassas bu kütle her an
parçalanıp avucunuzda un ufak olabilir.
Bugün eskiye göre horoz şekeri alanlar da satanlar da azalmış olsa bile yaşıyor bu gelenek.
Benim çocukluğumun Sivas’ında, çarşıda bilhassa da hal civarında ramazanlara ağırlığını
koyardı. Ankara Garajından (Ziya Bey Kütüphanesi civarı) Kunduracılar Çarşısı’na kadar
kâh sık sık kâh seyrek şekilde sıralanmış şeker tezgâhları; renk renk, boy boy şekerlerle
büyülerdi bizleri önlerinden geçerken.
Oruç tutacak yaşa geldikten sonra, bir taraftan şeker tezgâhlarını izlemenin büyüsü, diğer
taraftan da o şekerleri hemen yiyemeyecek olmanın sancısı ile daha bir heyecanlı beklerdik
iftar saatini. Akşam olur, oruçlar açılır ve daha sofra toplanmadan girişilirdi şekerlere.
22
2022 | SAYI 10
Önce birkaç dil darbesiyle yaladıktan sonra, şeker gözümüzde büyür; yalayarak bitmez bu
hissine kapılıp, kütür kütür ısırarak yerdik ve o esnada büyüklerin “Yavrum yalayarak yesene,
dişlerin çürüyecek.” diye söylenmeleri ancak bir kulağımızdan girip diğerinden çıkardı.
Aslına baktığınız zaman hafif bir yanık tadının da geldiği o şekerlerin, lezzet bakımından çok
yüksek bir performansı olmadığını itiraf etmek gerekir. Fakat o ulaşılmazlık, sadece
ramazandan ramazana çıkması, bir de sadece çocuklara mahsus olarak kabul edilmesi çocuk
dünyamızda bizim için değerli kılıyordu onu.
Sade horoz şekerinin dışında bir de meyveli olanlar vardı ki onların neyli olduğu renginden
anlaşılırdı. Pembe çilekli, yeşil elmalı, sarı limonlu gibi… Benim favorim elmalı olandı,
elmanın mayhoşluğu şekerin ağırlığını dengelerdi. Çilekliyi çok tatlı olduğu, limonluyu da ekşi
olduğu için sevmezdim.
Esasında şeker falan da hikâyeydi, ağzımızın tadı vardı o kadar. Çocuktuk. Gökyüzünü
yıldızlardan, yeryüzünü çimenlerden tanıyorduk. Dünyanın değirmeni henüz bizi içine yutup
öğütmeye başlamamıştı türlü sıkıntılarla. Yani henüz ana vatandan sürgünümüz
başlamamıştı. Malûm, çocukluğu insanın ana vatanıdır...
23
2022 | SAYI 10
HÜZÜNBAZ
Elif Konür
***
Gül bebek
Gül...
Sana rüya yapacağım
Sana tülden kanat
Sana ihtimal sevgisi
Sana ikilemler cinneti
Kelimeler vereceğim
Cümlelerin kuyusunu kazan
Dizlerin kanayacak
Yorulacaksın
24
2022 | SAYI 10
RÖPORTAJ:
PROF. DR. ALİM YILDIZ
Anıl PAKOĞLU: Sayın Rektörüm, öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz
için size teşekkürlerimizi sunuyoruz. İlk olarak bize kendinizden bahseder misiniz?
Alim YILDIZ: 1968 yılında Sivas'ta doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Sivas'ta, yükseköğrenimimi
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tamamladım. Aynı fakültede Türk-İslam Edebiyatı
alanında yüksek lisans yaptım. İstanbul, Aydın ve İzmir'de öğretmenlik görevlerinde bulundum.
1998 yılında Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslam Edebiyatı Ana bilim dalında
araştırma görevlisi oldum. Doktora çalışmasını 2002 yılında Dokuz Eylül Üniversitesinde
tamamladım. 2004'te yardımcı doçent, 2006'da doçent, 2012 yılında profesör oldum. Değişik
gazete ve dergilerde şiir ve yazılarım yayımlandı. Muştu ve Buruciye Edebiyat dergilerinde yayın
yönetmenliği, Sultanşehir dergisinde sanat danışmanlığı görevini üstlendim. Şiirlerimden bir
kısmı bestelendi. Yayımlanmış otuzun üzerinde kitabım, ulusal ve uluslararası toplantılarda
sunduğum çok sayıda tebliğim ve çeşitli dergilerde yayımlanan ilmî makalelerim bulunmaktadır.
25
2022 | SAYI 10
A.P: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi "Gelenekten Geleceğe" sloganıyla göze çarpıyor. Peki bu
gayeyi gerçekleştirmek için üniversitemizde ne gibi çalışmalar yapılıyor?
A.Y: Sivas geçmişte hem eğitim hem ekonomik hem de bilimsel anlamda Anadolu’nun önemli
şehirleri arasında yer alıyor. Özellikle medreselerin varlığı Sivas’ın “Âlimler Şehri” olarak
anılmasını sağlıyor. Biz de üniversitemizin tarihini, medreselerin kuruluş yılları olan 1200’lü
yıllardan başlatıyoruz. Hem geçmişin mirasına sahip çıktığımızı kaydetmek hem de bu mirası
geleceğe taşımak için böyle bir slogan kullandık. Bilim insanlığın ortak mirası. Hz.
Peygamber’in “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulsa alır.” hadis-i şerif-i ilmin ne
kadar önemli olduğuna vurgu yapmaktadır. Biz de bundan hareketle Sivas’ı yarınlara taşıyarak,
geçmişte olduğu gibi yarın da bilimin merkezi olması için çalışmalar yürütüyoruz.
A.P: Üniversitemizin dilimize verdiği önemi ve hassasiyeti biliyoruz. Yakın zamanda bu alanda
yapmak istediğiniz farklı çalışmalar var mı? Varsa bunlar nelerdir?
A.Y: Dil bir milletin kimliğidir. Dille hayat, düşünce ve kültür arasında sıkı bir bağ vardır. Dili
hayattan, düşünceden ve kültürden çıkardığımızda elimizde hiçbir şey kalmayacaktır.
Düşüncelerimizi aktarmamızı, hayatı algılayışımızı ve kültürü canlı tutmamızı sağlaması
açısından dil, hayati bir öneme sahiptir. “Bir ülkenin dirliğini bozmak istiyorsanız o ülkede
konuşulan dili yozlaştırın. Zaman içinde insanların birbirini anlamaları zorlaştıkça her alanda
çözülme başlar. Ve sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; insanlar birbirini anlamaz hâle gelirler
ve kargaşa başlar.” Konfüçyüs’ün bu sözü dilin milletin hayatiyeti, geleceği açısından ne denli
kıymetli olduğunu ortaya koymaktadır. Biz de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi olarak çeşitli
çalışmalara imza atıyoruz. Örneğin, sosyal medyada ve reklam panolarında kelimelerin doğru
kullanımına yönelik çalışmalar, çeşitli konferanslar, seminerler yapıyoruz.
26
2022 | SAYI 10
A.Y: Osmanlı’dan bu yana dergiler fikrin, düşünce ve edebiyat başta olmak üzere çeşitli
alanların kalesi, entelektüel alanın da en önemli araçlarından birisi olmuştur. 2000’li yıllarda
yaşanan teknolojik gelişmeler sonucu dergiler de bundan nasibini almıştır. Sayfalar farklılaşmış,
görsellik ön plana çıkarılmıştır. Günümüzde basılı dergiler artan masraflar dolayısıyla yerini
elektronik dergi yayıncılığına bırakmıştır. Baskı ve dağıtım maliyetlerini ortadan kaldıran,
kataloglama, ciltleme, rafa yerleştirme gibi işlemler gerektirmeyen ve internet aracılığıyla
erişilebilen elektronik dergiler daha sık kullanılmaya başlanmıştır.
Muştu dergisinin ilk sayısını 1992 yılının eylül ayında çıkardık. İlk iki sayının genel yayın
yönetmenliğini ben yaptım, daha sonra İbrahim Yasak devam etti. Dergiler tarihî hafızadır. Belli
bir zaman diliminin haritasını çıkarmak istediğimizde dergiler bize işaret fişeği olacaktır.
Edebiyatla iştigal eden insanların dergi takip etmesi, dergilerde nelerin konuşulduğunu bilmesi
gerekmektedir. Çünkü içinde yaşadığımız anın çocuklarıyız. Şimdiyi bilmeden geçmişi anlayamaz
ve geleceğe yön veremeyiz. Bu bakımdan Muştu dergisi, Buruciye Edebiyat gibi dergiler
vasıtasıyla hem Sivas’ın edebiyatına ve kültürüne hem de Türk Edebiyatına önemli bir katkı
yaptığımızı düşünüyorum.
A.Y: 13. yy.da iki şairden söz ederiz. Birisi Mevlana, diğeri ise Yunus Emre’dir. Anadolu’da bu
şairlerle başlayan bir edebiyat var. Mesnevi camiye giren kitaplardan birisidir. Camiye giren
kitaplar Kur’an-ı Kerim, hadisler, mesnevi, mevlit ve bazen de Muhammediye’ler olmuştur.
Mevlana, 13. yüzyıldan bugüne kadar Dünya Edebiyatında tanınan şair ve yazardır. Aynı
zamanda Türk Edebiyatını büyük ölçüde etkileyen bir şairdir. Yunus Emre de Türk edebiyatına
yön veren isimlerdendir. Mevlana’nın Yunus Emre’den farkı şudur: Mevlana eserlerinin
tamamını Farsça yazmıştır ve Mevlana okumuş-yazmış insanlara hitap etmiştir. Yunus ise arı,
duru bir Türkçe ile herkese hitap etmiştir. Yunus Emre bakıldığı zaman okuma-yazma bilmeyen
biri olarak düşünülür ama bu da yanlıştır. Yunus, iyi bir medrese eğitimi almıştır. İki tane eseri
vardır; bir tanesi Yunus Divanı diğeri de Risaletü’n-Nushiyye adlı mesnevisidir. Sonuç olarak
13. yüzyılda iki tane ekol oluşmuştur. Yüzyıllar boyunca da bu iki isimin ardından giden pek çok
kişi olmuştur. Anadolu’da İslam’ın yayılmasındaki en önemli etki edebiyattadır.
27
2022 | SAYI 10
A.P: Bir şair olarak sizce şiirin içeriğini anlamak ve onunla daha çok bağ kurmak için biz
gençlere neler önerirsiniz?
A.Y: Şiir, milletimizin can damarlarından birisidir desek yanlış olmaz. Milletimiz hüznünü,
kederini, ağıtını, sevincini, aşkını hep şiirle söylemiştir. Şiir bizim köşe taşımızdır. Çünkü şiirde
aşkınlık vardır, gerçek dünyayı aşan bir durum mevcuttur. Şair gerçek dünyayı herkesin gördüğü
gibi görmez. Muhayyilesiyle birleştirir ve başka bir forma sokar. Gençlere önerim bol bol şiir
okumaları, yeteneği olanların şiirin peşinden gitmesidir. Şiir gibi yaşayın. Göreceksiniz ki anlam
dünyanız genişleyecek, yaşantınız bir anlam üzerine olacaktır.
28
2022 | SAYI 10
Yeni işitme engelli olduğum zamanlardı. Okula kaydım gerçekleştirilmişti ve engelli olmayan
öğrenciler ile öğrenim görmeye başlamıştım. Nasıl yaparım, nasıl ederim diye kara kara
düşünüyordum. Arkadaşlarım engelli değil, onlar duyuyor ben ise duymuyordum. Öğretmen
sınıfa gelecek bir şeyler söyleyecek ama ben anlayamayacaktım. Öğretmenle nasıl
anlaşacağım gibi konular beynimde dolanıp duruyordu ancak benden habersiz gerçekleşen
birçok şeyi bilmiyordum.
Okul başlamıştı. Yavaş yavaş kaynaşmaya başlasam da sağlıklı öğrencilere göre beş on adım
geriden geliyordum. Sorun etmedim çünkü okumak zorundaydım. Dersler başladı, hocalarım
yavaş yavaş benimle ilgileniyorlardı. Çok değil kısa bir zaman sonra, bir gün dersimiz için
hocamızı bekliyorduk. Hocamız girer girmez sınıfı kontrol etti ve beni görüp "Ne işin var
orada gel buraya!" dedi. Bunu söylerken yüz ifadesi biraz sinirliydi ve benim en arka sıradan
en ön sıraya geçmemi istedi. Ben bir öğrenci olarak ses çıkarmadan çantamı alıp en ön sıraya
paşa paşa geçtim. İlerleyen günlerde yine ders için hocamızı bekliyorduk. Hocamız derse girer
girmez, kimseyi görmeden ve hatta çantasını masasına bırakmadan:
Ben, hocamızdan gelen bu tuhaf mesajlara ne diyebilirdim ki? Yalnızca içimden geçen kısa bir
düşünceyi sizlerle paylaşayım. Sınıfa girer girmez çantasını masasına bile bırakmadan bana
hemen okumaya başla diyen hocamıza içimden, "Hayırdır hocam, sınıfta benden başkasını
görmüyor musun?" demek geldi. Ama o cesaret kimde olurdu ki? Neden derseniz, bu konu bir
kez değil birçok kez olmuştur.
29
2022 | SAYI 10
Ben, sınıfta paşa paşa sesli kitap okumaya devam ediyordum. Ders programına bakarken evde
veya okulda fark etmez, bu ders başlayınca “İlk ben okuyacağım galiba.” diyerek düşünüyor,
bazen gülüyor bazen hocama kızıyordum. Sessiz sedasız ve gerçekleri bilmeden. Nasıl bileyim
o zamanlar daha küçüktüm, çocuktum. Evet, neden benden başladı bu okumalar, neden
hocalarım beni en arkadan en öne geçirmek istedi hiç düşünmemiştim. Çünkü ben küçük bir
öğrenciyken onlar tecrübeli ve iyi niyetli hocalardı. Neden mi? Ben işitme engelli olmama
rağmen konuşabiliyor ve kelimelerin anlamını gayet iyi biliyordum. Konuşmamın
bozulmaması, kelimelerden uzaklaşmamam ve bir engelliye yapabilirsin mesajı verilmesi
adına, arka taraflardan ön taraflara geçmem istendi.
Sınıfta okumalar hep bir işitme engelliden başladı ve mesajlar ciddiyet oluşturularak verildi
bana. Rabbim hocalarımdan razı olsun. Ben durumu öğrenene, anlayana kadar zaman çoktan
geçmişti. Ama faydasını, yaptıklarını asla unutmadım, unutmayacağım. Hocalarıma teşekkür
ediyorum.
30
2022 | SAYI 10
YÜZ KARASI
Ahmedi Duran Alıç
Alnına vurulan kara bir lekeydi Üsteğmen Yıldırım’ı kör, sağır yapan. Yol boyu sırtında
taşıdığı ihanetti askerlerinin yüzüne bakmasına engel olan. Öfke değildi artık hissettiği,
değildi… Utanç, hem de öyle bir utanç ki odasına çekilip kapıyı kilitlediğinde, kendiyle baş
başa kaldığında bile zihnini ele geçiriyor, taşıdığı üniformayı parçalatacak kadar hâkim
oluyordu bedenine. “Yıllar evvel askerliğin namusu, Türk sancağının şerefi üzerine yemin
eden canını ortaya koyan Üsteğmen Yıldırım, kendine bir bak! Aynada gördüğün bu adamı
tanıyor musun? Can satılan pazarda kardeşlerinin canı satılırken aç köpekler gibi sağa sola
saldırmaktan başka ne yaptın? Sen Üsteğmen Yıldırım, artık namustan ve şereften
bahsedebilir misin?"
Utanç, hem de öyle bir utanç ki daha fazla dayanamıyordu kendine bakmaya. Bir yumruk
atacaktı ki aynaya “Neye yarar?” dedi. “Ben buradayım işte, varım, bu kara çalınmış yüz
benim, ağlayarak yüz yıkanır mı, arınır mı ihanetten?"
Şimdi odanın ortasında öylece duruyordu, kulağında bir ses hiç susmadan “Bizi siz vurun,
vermeyin onlara!” diye haykırıyordu. Masasına oturdu, başı ellerinin arasındayken duyduğu
sözler dökülüverdi dilinden:
Saatlerce bu cümleyi tekrar edip durdu. Sabaha karşı pencereye yaklaştı. Güneş ihtişamını
henüz sergilememiş, dağların ardında saklanıyordu. İnsanlar her gece ertesi gün güneşi
yeniden görmek umuduyla gözlerini kapıyordu. Üsteğmen Yıldırım o gece hiç bitmesin güneş
hiç doğmasın istiyordu. Onu yeniden görmeyi hak etmediğini düşünüyordu.
Masasına döndü, bir kâğıt bulmak istiyordu, buldu. Kalemini çıkardı ve yazmaya başladı:
31
2022 | SAYI 10
***
Ben merhameti yağmurun ıslattığı nur yüzlerde, kulakları sağır eden asi boralarda kaybettim.
Ben kardeşliği masal gözlü bir çocuğun acı feryadında, toprağa düşen temiz alınlarda
kaybettim.
Ben şerefimi Aras’ın azgın sularında, zifiri karanlıktaki dolunayda kaybettim.
Ben cesaretimi bir gece vakti tren vagonlarında, al kanatlı Azrail’in ölüm pençesinde
kaybettim.
Ben insanlığımı kan ve barut kokusunda, elimle gâvura teslim edip de ölümünü seyrettiğim
kardeşlerimin gözlerinde kaybettim.
Hiçbir şey insanca değildi, hepsi kalleşçe vuruldu. Kaybettim…
***
Gün ağarmadan hemen önce karakolda bir el silah sesi duyuldu. Utanç, hem öyle bir utanç ki;
gece üzerini örtemedi, güneş ise yakıp yok edemeyecek.
Utanç, hem öyle bir utanç ki; şerefli bir Türk subayını intihara sürüklüyor, ondan geriye ise
üzerine kanının sıçradığı bu birkaç satırlık mektubu bırakıyordu...
Gece tüm karanlığıyla gökyüzünü kaplamıştı. Karakolda tek bir ışık bile görünmüyordu.
Herkes uykuya dalmış, yalnızca nöbet tutan askerler uyanıktı. Karakolun uç noktasındaki
nöbetçi birdenbire havaya ateş etti. Karşıdan gelenler vardı. Nöbetçinin ateşlediği silahın sesi
bütün karakolu uyandırmaya yetti. Koğuştaki askerler aniden yataklarından fırlayıp ne
olduğuna anlam vermeye çalışıyorlardı. Herkes silahlarını alarak dışarı çıktı. Karakol
komutanı soğukkanlı bir şekilde dışarı çıktı. Dürbünü alıp karşıya baktı. Askerler ondan ateş
emri beklerken o şöyle seslendi:
32
2022 | SAYI 10
Askerler silahlarını indirip beklemeye başladılar. Sınırdan kalabalık bir grup onlara doğru
yaklaşıyordu. İyice yaklaşıp durdular. İçlerinden biri selam vererek konuşmaya başladı:
Komutan onları karakola alıp yiyecek bir şeyler verdi. Zavallı insanlar günlerdir hiçbir şey
yememişlerdi. Yemeklerini yedikten sonra komutan sordu:
Komutanın sorusundan sonra ortama bir sessizlik hâkim oldu. Sessizliği bozan şey ağlamalar
ve hazin hıçkırıklar oldu. Komutan onların bu hallerine çok üzüldü.
Göz yaşlarını eliyle silip atan yaşlı adam: "ayrılık" dedi sadece. Ayrılık sözcüğü onun yüreğini
öyle bir acıttı ki, adam göz yaşlarına hâkim olamayıp tekrar ağlamaya başladı. Büyük bir
güçlükle yutkundu ve titrek sesiyle konuşmaya başladı:
-Vatandan ayrı kalmanın acısıdır bizi ağlatan. İnsan öz yurdundan ayrılınca onun acısını hep
yüreğinde taşır. Ancak biliyoruz ki her Türk’ün iki vatanı vardır: birincisi kendi doğduğu
topraklar, ikincisi Türkiye’dir.
Yaşlı adamın bu sözleri herkesi duygulandırdı. Onun konuşması Yıldırım Bey’i çok etkiledi.
Komutan merakına engel olamayıp sordu:
Yaşlı adam bu sözleriyle herkesi etkiledi. Henüz birkaç saat önce gördükleri bu insanları
herkes çok sevdi.
Komutan dinlenmeleri için onları koğuşa yerleştirdi. Gece herkes uyumasına rağmen
yurdundan ayrılıp gelen o insanlar asla uyumadılar. Camdan dışarı bakıyorlardı. Gözlerinde
bir yorgunluk, yorgunluktan da ziyade acı vardı. Camdan dışarı bakarlarken hayale dalıp
gidiyorlardı. Artlarında ne bir ev ne anne ne baba ne de gözü yaşlı bir eş bıraktılar. Onlar
artlarında sevgiliden de sevgili bir vatan bıraktılar. Vatandan ayrı kalmanın acısını bir
pencerenin pervazındaki hülyada hissettiler.
Sabah olmuş, güneş kızıl oklarıyla yeryüzünü aydınlatıyordu. Komutan Yıldırım Bey düşünceli
bir şekilde masanın başında bekliyordu. Gece yaşanan olaylardan Ankara’yı haberdar etmek
için telgraf çekmiş yanıt bekliyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin soydaşlarına sahip
çıkacağından hiç kuşkusu yoktu. Ama yine de gelecek olan cevabı merak ediyor, heyecandan
tırnaklarını yiyordu. Aradan iki saat geçtikten sonra Ankara’dan beklenen telgraf geldi.
Yıldırım Bey telgrafı okuyunca eli titremeye başladı. Nefes alışı hızlanmış, göğsü yerinde
duramıyordu. Dişlerini sıktı, birdenbire duvara bir yumruk attı. Elindeki kâğıdı yere attı ve
hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Telgrafta sığınmacıların derhal Ruslara teslim edilmesi
isteniyordu. Türk hükümeti nasıl böyle bir şey isterdi? Komutan dışarı çıkmış sinirden sağa
sola koşturuyor, bağırıyor, kum torbalarını tekmeliyordu. Biraz sakinleşince odasına gidip
Ankara’ya bir telgraf daha çekti. Kısa bir süre sonra Ankara’dan telgraf geldi. Hükümet bu
kez net bir şekilde sığınmacıların teslim edilmesini istiyor aksi takdirde Türk-Rus ilişkilerinin
gerileceğini söylüyordu. Komutan çaresizce başını eğdi.
34
2022 | SAYI 10
Saatler sonra komutan odadan çıktı. Koğuşa doğru hızlı adımlarla gitti. Komutanın koğuşa
girdiğini gören Azerbaycanlı soydaşları büyük bir saygıyla ayağa kalktılar. Komutan kısık bir
sesle "Oturun" diyebildi sadece. Onlara, Ruslara teslim edileceklerini söyleyecekti. Bunu nasıl
yapacağını bilmiyordu. Bir süre suskun kaldı. Kardeşlerine bunu nasıl söyleyeceğini
düşünüyordu. Bir ara cesaretini toplayıp konuşmaya başladı:
Komutan yine durdu. Laflar boğazına dizildi. Sizi teslim edeceğiz diyemedi. Kaçacak bir yeri
olsa hiç düşünmeden ardına hiç bakmadan kaçabilirdi. Ama nafile. Kaçmakla da
kurtulamayacağını biliyordu.
Bu sözlerin ardından kan donduran bir sessizlik oldu. Zaten acının yansıdığı masum
yüzlerinde bu kez ihanetin acısı da belirdi. İçlerinden birisi dayanamayarak konuşmaya
başladı:
-Lanet olsun dünyanın kalleş düzenine. Lanet olsun öz kardeşini satan Türk’e.
-Bizi Ruslara teslim etmeyin. Bizi siz vurun onların yerine. En azından kanımız kendi
topraklarımızı sular. Yaşarken ihanet gördük, en azından ölürken vatanımızda can verelim.
Komutan çaresizce koğuştan çıktı. Soydaşlarını teslim etmek üzere trenin olduğu yere gittiler.
Trene bindikleri sırada eşyalarını atmaya başladılar. Komutan bir anlam veremeyerek sordu:
35
2022 | SAYI 10
Trene bindiklerinde herkes sessizce bir köşeye oturdu. Bu tren ölüme giden bir araç ve bu yer
de ölümden önceki son duraktı. Yıldırım Bey de camdan dışarı bakıyor ve ağlıyordu.
Kısa bir yolculuğun ardından teslim edilecekleri yere gelmişlerdi. Herkes trenden indiğinde
kuşkulu gözlerle etrafa bakıyordu. Boraltan Köprüsü’nün bir ucunda onlar öteki ucunda Rus
askerleri bekliyordu. Biraz sonra ne olacağını bilen Azerbaycanlılar son kez konuştular:
Heyhat! Bu nasıl bir ihanet ki yıkasan şu Aras’ın suyuyla vallahi çıkmaz yüzünün karası.
Komutan artık çaresizce onların karşıya geçişini seyrediyordu. Yüreğinde, İbrahim’i ateşe
atan Nemrut’u ve Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerini hissetti. O da tıpkı onlar gibi
canavarlaşmıştı.
36
2022 | SAYI 10
Soydaşları tam köprüyü geçmek üzerelerdi ki bir gürültüdür koptu. Ruslar ateş etmeye başladı.
Yağmur gibi yağan kurşunların hedefinde soydaşları vardı. Ruslar onları teslim almadan Türk
askerlerinin gözleri önünde öldürmüşlerdi. Zamanın dilsiz kaldığı, tarihin sükût ettiği, akrep
ile yelkovanın birbirinden utandığı bir vakitti. Kardeşi tarafından ihanete uğrayan insanların
acı feryatları kulakları sağır ediyordu. O feryatlar ki üstümüzde çarpan kanatla tüm dünyanın
lanetidir. Onlar bu feryatlarında bir şeyler söylüyorlar. Fakat fânilerin kulağı onu işitmiyor.
Bak, uzaktan öten bülbülün sesini dinle:
37
2022 | SAYI 10
SENİN ŞEHRİN
Ceyhun Ölmez
38
2022 | SAYI 10
39
2022 | SAYI 10
HAL HAL
Merve Erdevir
Sabah olmasına rağmen güneş tüm yakıcılığı ile tepemde dönüp duruyor. Yalnızca benim
üzerimdeymiş gibi hissediyorum. Ellerimi başıma götürüyorum. Kopkoyu saçlarımda alevden
bir sıcaklık var. Kafa derim karıncalanıyor. Nefes alan, yaşayan, canlı olan ne varsa
öldürmeye, kurutup soldurmaya yemin etmiş devasa bir yıldız gibi. Biraz öfkeleniyorum. Bunu
bilinçli yapan, yaşayanlardan intikam almaya çalışan gözü dönmüş bir katil olarak görüyorum
bir an onu. İnsanlara duyduğum öfkeye benzer bir ruh hali bu. Derimi yakıyor, acıtıyor.
Güneşle ilgisi yok belki. Bugün canım sıkkın. Saçlarım alev almadan başımı denizin tuzlu, ılık
sularına sokuyorum.
Burun deliklerimden genzime tuzlu su kaçıyor. Okkalı bir küfür savuruyorum içimden.
Ayaklarım deniz tabanına değerken boğazıma su dolmasında bir sıkıntı yok. Ama kıyıdan epey
uzağım. Gözlerim yanarken genzim yırtılırcasına öksürmek biraz can sıkıcı bir durum.
Ayaklarım sonsuz boşlukta yukarı aşağı salınıyor. Ellerimle yanan gözlerimi ovuşturuyorum.
Biraz panikledim sanırım. Önemli değil. Yakınlarda beni teskin edecek kimse yok. Başımın
çaresine bakmalıyım. Aklıma yere kapaklandıktan sonra, etrafına bakınıp kimseyi
göremeyince sızlanmaktan vazgeçen çocuklar geliyor. Gülüyorum. Neyse ki deniz bugün
durgun. Ufka bakarken on sene öncesinden -belki de daha fazla- kulaklarımda tanıdık bir ses
yankılanıyor. “Akdeniz en tuzlu denizimizdir. Ekvatora daha yakın olması sebebiyle
buharlaşma şiddeti fazladır…” Akdeniz en tuzlu ve en sevdiğim deniz.
40
2022 | SAYI 10
Sonsuzluk yine beni cezbediyor. Yüzebildiğim yere kadar yüzsem. Sonra kıyının, dağların,
medeniyetin görünmediği bir noktada denizin tam orta yerinde yorulsam ne olur? Nasıl
hissederim acaba? Telaş, korku, çaresizlik, yalnızlık… Bir insanın ömründe defalarca tattığı
duygular. Yaşamak gibi. Hayatın orta yerinde öylece kalmak gibi. Öf diyorum duyacağım bir
şekilde. Burada bile bunları düşünmeyi nasıl beceriyorsun. Dalgalardan, ciğerlerine su
dolmasından değil ama bu önü arkası kesilmeyen düşünceler yüzünden boğulacaksın bir gün.
Zihnimden uzaklaştırmaya çalıştığım düşünceleri kovalar gibi suları döve döve ilerliyorum.
Düşünceler yavaşça uzaklaşırken birden bir motor sesi geliyor. Gözlerimi kısıp sesin kaynağını
arıyorum. On, on beş metre açıkta küçük bir tekne gürültülü bir müzikle uzaklaşıyor. Ünlü
pop şarkıcıların mevsimlik bestelerinden biri. Yazın başından beri girdiğim tüm mekânlarda
sürekli çalan iki üç şarkı var zaten. Bu şarkıları duymaktansa düşüncelerimin bunaltıcı sesini
duymayı yeğlerim. İnsanların kişisel araçlarında gürültülü ve manasız şarkılar dinleme
alışkanlığını anlamakta zorlanıyorum. Denizin ortasındasın yahu! Teknenin uzaklaşmasını
izlerken adeta ağlarda çırpınan bir balık gibi yüzmekte olan, suların etrafa saçılmasıyla kadın
mı yoksa erkek mi olduğunu anlamadığım biri geçiyor. Suyu yumruklayarak yüzeni de ilk defa
görüyorum. Belki o da düşüncelerini öldürmeye çalışıyordur. Bana yaklaşınca yavaşlıyor.
“Görgüsüz herif!” diyor yüzünü ekşiterek. Ellili yaşlarının ortasında olduğunu tahmin ettiğim
bir kadın. “Günaydın!” diyor kibarca. Karşılık veriyorum. Kafasında bonesi, gözlükleri,
yaşına göre oldukça dinç bir duruşu var. Siyah, modası hiç geçmeyecek türden tek parça bir
mayo giymiş. Sırt üstü yatıyor, yorulmuş. Sol ayak bileğindeki mavi boncuklu hal hal çarpıyor
gözüme. Bayılıyorum böyle detaylara. Dudaklarında patlıcan moru bir ruj var. Tebessüm
ediyorum. Biraz sırt üstü yüzdükten sonra gözlüklerini çıkarıyor. Bana bakmadan, sanki
kendiyle konuşuyormuş gibi:
Bir şey söylemek istiyorum yalnızca evet, öyle sözcükleri çıkıyor ağzımdan. Sert bir duruşu var.
Laf olsun diye “Burada mı yaşıyorsunuz?” diyorum. Beş altı saniye cevap vermeden kıyıya
bakıyor yine.
“Yerlisiyim evet. Kulaç atmayı bilmeyen biri bile yüzer şu suda. Akvaryum gibi dalga da yok
bugün. Güneşin altına koyun gibi uzanıyorlar. Marsık gibi yanmaktan ne anlıyorlar bilmem.”
Yine tebessüm ediyorum. Kıyıya doğru eliyle gel gel işareti yapıyor. Görmezler sizi diyorum.
Aldırmadan ellerini kaldırmaya devam ediyor.
41
2022 | SAYI 10
“Ne yatarsın kumun içine be adam, ne anlarsın kızgın kuma kendini gömmekten!”
“Otuz beş yıldır evliyiz. Evlendiğim günden beri yatıyor. Hareket etmeden bir günü geçirir.
Dokunma akşama kadar o kumun içinde yatar!”
“Evli misin?”
Hayır anlamında başımı sallıyorum. Evlenip de pişman olan diğer kadınlar gibi evlenme sakın
nutuğu atacak şimdi derken gözlüklerini takmaya yelteniyor.
“Su çok güzel tadını çıkar, iki hafta sonra girilmez olur” deyip yavaşça uzaklaşıyor. Sırt üstü
uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Masmavi. Şimdi ne teknenin motoru ne de kadının kulaç sesleri
duyuluyor. Bir müddet öylece durduktan sonra kıyıya yöneliyorum. Hafif bir rüzgâr başlıyor.
Esintinin de etkisiyle kısa sürede kıyıya ulaşıyorum. Güzel zamanlama diyorum içimden.
Dalgalar artmaya başlıyor. Kıyafetlerimi bıraktığım şezlonga atıyorum kendimi. Plastik
şezlong güneşin de etkisiyle ısınmış. Oturmamla kalkmam bir oluyor. Havluyu yere sermeye
çalışırken rüzgâr iyice hızlanıyor. Ayaklarımın dibine uçarak beyaz bir şapka geliyor. Nereden
geldiğini anlamadığım bir erkek sesi:
“Hanım kız, sana zahmet şapkamı getirip başımın üstüne koyar mısın?”
Boynuna kadar kumlara gömülmüş, denizdeki kadının kocası olduğunu düşündüğüm yine
ellili yaşlarında bir adam bu. Kumun içinde olmaktan oldukça memnun bir yüz ifadesiyle
gülümsüyor:
“Kusura bakma, rüzgâr uçurdu, yarım saatten önce çıkınca hiçbir faydası olmuyor bu
kumun.”
42
2022 | SAYI 10
Yine gülümsüyor:
“Aslında tanısı konmuş bir hastalığım falan yok. Kumun altında kendimi daha iyi
hissediyorum. Denize girmeyi hiç sevmiyorum. Şu insanlar ucu bucağı görünmeyen, içinde ne
olduğu bilinmez suya girmekten ne anlar bilmem. Sıcak kumun altı gibisi var mı ya. Benim
hanım da bayılır denize. Açıldıkça açılır. Yahu gitme, başına bir iş gelir, kimse de görmez
derim. Dinlemez beni. Ama çok iyi yüzücüdür ha. Benim diyen yüzücülere taş çıkartır.”
Adamın o neşeli ve kendisiyle barışık tavırları hoşuma gidiyor. Kendisinin aksine, eşinin
yüzme konusundaki marifetlerinden hiç rahatsız olmadığı hatta kadının yetenekleriyle gurur
duyduğu rahat üslubundan ve neşeli tavırlarından belli oluyor. Karısından bahsederken
gözleri parlıyor.
“Sabah erkenden gelir öğlene kadar çıkmaz sudan. Bana da gel der. Gitmem. Çok söylenir. Bu
sabah da söylendi. Olsun, ne yapayım yani. O kendini orada güvende hissediyor. Ben ise
kumun altında. Toprak adamıyım ben, denizler bana göre değil.”
“Neyse hanım kız, seni tutmayayım, sağ olasın.” deyip sıcak kumun içine boynunu iyice
yerleştiriyor.
Oturduğum yerden kalkıp çantama uzanıyorum. Saat on iki olmuş. Güneş iyice etkisini
artırmadan eve gitsem iyi olur diyorum. Sabahki can sıkıntım azalıyor. Kıyıya gidip beyaz
köpüklü dalgalarda terliğime ve ayağıma yapışmış kumları temizliyorum. Ayaklarıma bakınca
aklıma kadının mavi boncuklu kırmızı ipli hal halı geliyor. Şimdi aklımda tek bir şey var. Mavi
boncuklu bir hal hal almak. Gülümsüyorum.
43
2022 | SAYI 10
PENCERELER
Ayşegül Kaya
Koyu, kopkoyu ve cansız görünen ağır sütunlar. Bedeni yaşam denilen telaşa karışmaktan
alıkoyan dört duvar... Oysa insan, benliğini tamamlayacak bir anlam arayan, var olduğuna
inanmak isteyen bir varlık. Her ne kadar soğuk duvarların cansızlığına ve şakaklarındaki
yalnızlığa alışmış olsa da kalbi uyanmak ister bu esaretten. Gözleri hakikati arar insanın. Çok
da uzakta değildir aranıp bulunamayan. Sokaktan gelen telaşlı insan gürültülerine ve neşeli
çocuk seslerine yönelmesi yeterlidir. Çünkü o vakit gözü görür, kalbi aradığına kavuşur.
Yaşam bu cansız duvarlardan ibaret değildir. Küçük de olsa bir penceresi vardır her odanın,
bir de kendine has hikâyesi. İnsanın yaşamı boyunca aradığı tüm anlamlar bu pencerelerde
can bulur.
Terk edilen evlerin penceresi küçük bir çocuğun kırılan, o çok sevdiği oyuncağına benzer.
Tahtadan yapılmış, beklemekten eskimiş, zamanın acımasızlığına yenik düşüp biraz da
dökülmüştür. Dışarıdaki fırtınaya boyun eğmeyen demir kulpları ise sürekli dokunulmaktan
aşınmıştır. Çünkü o kulpları her defasında birkaç kez çevirmek gereklidir. O kadar çok
hareket eder ki kulpunu her çevirdiğimizde zonklar, derin bir sancıyı damarlarında hisseder
eskimiş pencereler. Ancak ses etmez, kıyam halinde bekler. Dudaklarında kopmayan bir çığlık
vardır, artık yeni değildir ve parçaları da işlevini yitirmiştir. Bu mahcubiyettir onları kırılan
oyuncaklarla eş tutan.
Eskiden bu pencerenin her yanı saksılarla bezenmişti. Sabahları güneşin tazeliğiyle can bulan
çiçekler ona günaydın derdi, en güzel şarkılarını söylerlerdi. Pencere açılır, çiçekler sulanır ve
o rengârenk ahenklerine karışıp sohbetler edilirdi. Temiz hava, taze bir nefes, sevgiyle sarhoş
olunan sıcacık günlerdi... Karşı apartmanın penceresinde ise durum hiç de böyle değil; renkler
yok, yaşam belirtisi yok. Cansız ve kimsesiz duruyor. O zamanlar en büyük korkusu bir gün o
pencere gibi çiçekleri solmuş, terk edilmiş bir hâle dönüşmekti. Şimdi ise köşelerini mesken
tutmuş örümcek ağları, iştahla avını bekleyen örümcekler ona yoldaşlık ediyor. Tek
yapabildiği kendisi gibi terk edilen o zavallı pencere ile birbirlerinden gözlerini kaçırmak.
“Diğer vakitler tek başınayım ve iki pencere arasında kapana kısılmış bir karasineğe
benziyorum. Ne kadar didinsem de sürekli saydam ama aşılmaz bir engele çarpıyorum.”
(Leonid Andreyev)
44
2022 | SAYI 10
İnsanın ruhu kadar eşsizdir dünyaya baktığı penceresi. Kiminin manzarasında okyanuslar,
denizler; kiminin manzarasında betondan şehrin paslanmış telaşı vardır. Camın önüne oturup
da sokağa bakınca görülen ilk şey bu beton binalar olur. Her binanın penceresi ezbere bilinir.
O kadın yine upuzun, desenleri solmuş halısını silkeliyor. Alt kattaki komşu, gözünden
sakındığı çiçeklerine gelen toz taneciklerine isyan ediyor. Yan binadan bir genç içtiği tütünün
küllerini aşağıya savuruyor. Küllerin düştüğü sokakta yaşam telaşında kaybolmuş yüzlerce
insan. Kalabalık, pis ve sırnaşık. Hiç kimseyi tanımadan, bilmeden seyretmek ister insan. Yeni
bir şeyler gördüğünde hâlâ bu dünyada var olduğunu anlar. Sokaktan neşeli gülüşleriyle
geçen kızlar var, kıvrak ve dişiller. Köşedeki adam yavaş adımlarıyla arşınlıyor dünyayı,
yorgun ve yaşlı. Hava kararıyor. Al yanaklı çocuklar annelerini şekerleme almaları için
çekiştiriyor. Perdeyi kapatmanın vakti geldi mi dersiniz?
45
2022 | SAYI 10
Her zaman güzel şeylere şahit olmaz pencereler. Mesela atının üzerinde süzülerek şehrin
sokaklarından geçen bir Godiva’ya da şahit olmuştur ve bir daha o güzel kadını görmemek
üzere mil çekilmiştir gözlerine. Aslında pencereler her şeyi gösterir, şeffaftır ancak bu bir
sınırdır. Üzerine düşüp iz bırakan o çamurlu yağmur damlaları olmasa varlığını dahi
hissettirmez. İnsanı sıkıca tutar ve şehrin telaşından alıkoyar. Bu esaretin bize bahşettiği bir
lütuf mudur, yoksa bir ceza mıdır? İnsandır incecik camlarla dünyadan ayrılan. Dünyadan
ayrıysak, farklıysak herkesten, neden gökyüzü düşlerimizden alınmadı?
“Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.”
(Baudelaire)
Pencereye yaklaşınca yüzünü seven, yüzüne dokunan o cüretkâr, soğuk eller. Evet, pencere
açık kalmış. Perdeyi kenara çekip de gökyüzüne bakmak gerekir. İşte o zaman dünya telaşı bir
anlığına da olsa durur. Tüm yaşanmışlıkların anısı bu yıldızlı göğün altında yitip gider,
gecenin mısraları arasında kaybolur. Uçsuz bucaksız karanlık ve umudun tanesi yıldızlar her
zihinde farklı bir hikâyenin baş kahramanı olur. Bu gıcırdayan saydam camlar her kalbe
aradığı teselliyi bahşetmekle yükümlüdür. Kilometrelerce uzakta olan, çok özlenen sevgilinin
yüzünü de gösterir. Dört duvardan sıkıldığında pencereyi açıp görkemli göğe bakmak yeterli
değil midir?
46
2022 | SAYI 10
YANGIN YERİ
İdris Ekinci
"-Mutluyuz di mi Sadık?"
"-Mutluyuz abi."
"Kirazın kilosu yedi lira olmuş; niye âşık olayım abi!"
47
2022 | SAYI 10
Ayşegül KAYA: Turgut Bey, Serkan Bey, hoş geldiniz. Öncelikle bize vakit ayırdığınız için
teşekkür ediyorum. Kendinizi tanıtır mısınız?
Turgut YALÇIN: Tabii, ben teşekkür ediyorum. Ben Turgut Yalçın. Sinopluyum ve beş yıldır
Sivas Devlet Tiyatrosu’nda oyuncuyum. Tiyatro ile olmasa da oynamak kavramıyla ilkokul
yıllarında tanıştım. İlkokulda aldığım drama dersleriyle başladı bu serüvenim. Oynamak
hevesinin peşinden gittim ve bir şekilde oyunculuk, mesleğim haline geldi. Sinop küçük bir il.
Büyük şehirlere göre daha az imkânın oluyor fakat okudukça, izledikçe hayal dünyanı
büyütebiliyorsun. Sinop’ta lise yıllarımda amatör olarak, bir hobi olarak bu işi yaparken
tiyatronun bir meslek olduğunu, bilimsel bir eğitimden sonra oyuncu olunabileceğini
bilmiyordum. Tiyatroyu bir okulda öğrettiklerini, bunun hobi değil bir meslek olduğunu
öğrendiğimde sınavlara hazırlanmaya başladım ve okulumu okuyup Sivas Devlet Tiyatrosu'nda
işe başladım. Sivas'ı seviyorum. İnsanlar oyunlarımıza geliyor, ilgileniyor, takip ediyor. Umarım
bu artarak devam eder.
48
2022 | SAYI 10
Serkan YANAR: Sağ olun, adım Serkan YANAR. 12.07.1988 yılında Erzurum’da doğdum. İlk ve
ortaöğrenimden sonra 1997 yılında açılan Erzurum Devlet Tiyatrosu'nda tiyatro ile tanıştım.
Lise yıllarında okulun tiyatro kolunda onlarca oyunda oynadım. Aynı zamanda birçok tiyatro
grubunda gösterilerde yer aldım. 2005 yılında tiyatro okumaya karar verdim ve uzun uğraşlar
sonunda Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat
Dalı'nı kazandım. Okulda aldığım eğitimlerin yanı sıra İstanbul, Ankara ve Trabzon’da onlarca
atölye tecrübesi kazandım ve özel eğitimler aldım. 2013 yılında Erzurum Devlet Tiyatrosu'nda
“Meraklı” adlı oyunla devlet tiyatrosu hayatıma başladım. Üç sezon orada çalıştıktan sonra
2016 ağustosunda Sivas Devlet Tiyatrosu'na geldim ve altı sezondur burada oyunculuk
yapıyorum. Ayrıca Trabzon, Erzurum ve Sivas'ta özel tiyatrolar kurup oyunlar yönettim,
oynattım, konservatuarlara öğrenci hazırladım.
A.K: Canlandırdığınız karakterlerde dil kullanımına dikkat ediyor musunuz? Sizce Türkçenin
zenginleştirilmesi ve doğru anlaşılması tiyatro ile sağlanabilir mi?
T.Y: Tiyatro sanatı en temelde dramatik olanı anlatır. İnsanla ve insan ilişkileriyle oluşan, içinde
karşıtlık, zıtlık, çatışma olan öyküleri sahneye koyar. Bu anlatının birçok biçemi olsa da söz
söyleme tiyatronun en temel anlatı aracıdır. Eğer bu aracı kullanarak oyun oynuyorsanız, iyi ve
doğru konuşmak zorundasınız. Bir oyuna çalışmaya başladığımızda benim önceliğim her zaman
dil kullanımıdır. Çünkü canlandırdığım rol derdini konuşarak anlatıyorsa ve konuşmada bir
sorun varsa o karakter sahnede nasıl yaşayabilir, nasıl var olabilir? Karakter sahnede önce iyi
konuşuyor olmalı ki sahne üzerindeki her eylemi bir anlam bulsun. Türkçenin zenginleşmesi,
doğrusunun öğretilmesi için tiyatro bir araç olarak kullanılamaz. Tiyatrolar bir derslik veya bir
öğretmen değildir. Ancak tiyatrolar dilin doğru kullanıldığı yerler ve oyuncular da dili doğru
kullanan kişiler olduğu için iyi bir örnek olabilir.
49
2022 | SAYI 10
A.K: Ekran önünde kullanılan Türkçe ile tiyatro oyunlarında kullanılan dilde bazı farklılıklar
olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni ne olabilir ya da böyle bir durum var mıdır?
T.Y: Ekranda yapılan işlerde dile gerekli önemin verilmediğini düşünüyorum. Çünkü tiyatroda
sesinizi en arkaya duyurmak zorundasınız. En arkadaki seyirci için de en öndeki seyirci için de
anlaşılmak durumundasınız. Ve tiyatro oyunlarını geri sarmak, tekrar etmek veya bir
kumandayla sesini yükseltmek gibi bir ihtimalimiz yok. Ekranda yanlışı düzeltmek kolaydır.
Dublaj seçeneğiniz var, montajda sesi düzeltme imkânınız var. Bu kadar kolaylıklar sunan bir
sektörde öncelikler değişebiliyor. İyi konuşmak yerine iyi görünmek gibi seçenekler tercih
edilebiliyor. Bunun gibi tercih farklılıkları pek tabii iki mecradaki dil kullanımlarında farklılıklar
yaratabilir.
S.Y: Aslında çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. TRT ve genel birçok yerde TTK’nin kabul
ettiği gibi konuşuluyor. Tabi bazı TV programlarında ya da dizilerde sabit eğitimi almamış,
popüler kültürün bizlere tanıttığı kişiler görev aldığı zaman sanıyorum ki onların yanlış konuşma
durumları oluyor. Bence en büyük neden bu.
A.K: Tiyatronun eğitici bir yönü olduğunu söyleyebiliriz. Peki küçük çocuklara bunu nasıl
aşılayabiliriz? Geleceğin öğretmenlerine tavsiyeleriniz var mı?
T.Y: Aslında küçük çocuklar bunu bize nasıl aşılayabilir diye sormalıyız. Bizim işimiz oyun
oynamak. Tiyatronun eğitici yanı da yine buradan geliyor bence. Çocukluğumuza dönüyoruz
belki oynayarak ya da oyunu izleyerek. Oyun, oyun oynamak insan gelişimi için muhteşem bir
eylem. Çocuklar bunu bütün benlikleriyle yapıyorlar fakat büyüdükçe ne yazık ki tabular, ön
yargılar engelliyor oynama dürtüsünü. Geleceğin öğretmenlerine ya da çocuk yetiştiren,
yetiştirecek herkese, tiyatro adına tek bir tavsiye verebilirim: Çocukları oyunlarından
koparmayın zaten gerisi gelecektir.
S.Y: İlk soruda söylediğim gibi devlet tiyatrosunun en büyük misyonu sanatı, Türkçeyi yerli ve
yabancı eserleri halka en doğru şekilde ulaştırmak. Bugün seksen bir ilde tiyatromuz bunu
amaçlıyor. Ayrıca çocuklar için eğitici ve öğretici metinler, pedagojik açıdan uzman yazarlar
eşliğinde yazılıyor ve oynanıyor. Ben bile zamanında Erzurum Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim,
beni hayran bırakan bir çocuk oyununun etkisiyle tiyatrocu olmak istemişimdir. Hiç kimse
sanattan uzak kalmasın, sanat lüks değil ihtiyaçtır. Müzik, dans, resim, edebiyat ve tiyatro...
Bunlar insan hayatında hep bir yerlerde var olması, yaşaması gereken şeylerdir.
50
2022 | SAYI 10
A.K: Canlandırdığınız karakterleri anlamak, anlamlandırmak büyük bir emek ister. Gündelik
hayatta da durum böyle midir? Yaşamı anlamlandırmak kolay mıdır? Bakış açınızın
değişmesinde oynadığınız karakterler etkili midir?
T.Y: Karakteri yaratırken ona sorduğunuz en önemli soru "Neden?" olmalıdır. Başta söylediğim
gibi, tiyatroda insanla ilgili olan sahnelenir. Karakterler de mutlaka gerçek hayatta cevabı
bulunan eylemler yaparlar. Gündelik hayatta gözlemler yapmadığınızda, canlandırılan karakteri
gündelik eylemlerle beslemediğinizde o karakteri yaratamazsınız. Karaktere sorular sorup
gerçek hayatla bağını sağlamlaştırmalıyız. Bu sorgu süreci hem karakteri daha canlı kılar hem
de bizim gerçek hayatı sorgulamamıza olanak tanır. Gündelik hayatı sorgulamaya
başladığınızda, bir şeyler aradığınızda, yaşam döngüsünü daha kolay anlayabiliyorsunuz. Doğru
bildiğinizin yanlış olduğu gerçeğiyle tanışabiliyorsunuz. Kişiliğinizi, bakış açınızı daha doğru
şekillendirebiliyorsunuz. Tiyatro bir şekilde her şeyi tedavi ediyor.
S.Y: Tiyatro zaten hayatı yansıtan bir aynadır. Bazen gerçek hayatta yaşadığımız bir olay bize
sahnede yön verir bazen de sahnede oynadığın karakterin bir durumu gerçek hayatına yansır.
Çoğu zaman bu yansımalar benim de hayatıma yön vermiştir.
A.K: Tiyatro oyuncuları olarak iyi ki bu işi yapıyorum dediğiniz ilk ânı hatırlıyor musunuz?
Bahseder misiniz?
T.Y: İlk ânımı hatırlayamıyorum maalesef. Fakat tiyatro büyülü bir dünya. Benim için her oyun
yeni bir arkadaş, başka bir hayat. Oynadığım her oyunda son replik söylendiğinde, selam
verildiğinde iyi ki bu işi yapıyorum deyip kulisime gidiyorum.
S.Y: Böyle anlar o kadar çok var ki hangisini anlatayım gerçekten bilmiyorum. Ama oynadığımız
oyunları izleyip tiyatrocu olmak isteyen çocukları ve hatta konservatuar kazanıp haber veren
kişileri duyunca çok mutlu oluyorum. Bunun gibi onlarca güzel an vardır. Tiyatro sahnesine
çıktığım ilk andan itibaren bu cümleyi hep söylerim.
51
2022 | SAYI 10
Kızı Hermia'yı Demetrius ile evlendirmek isteyen Egeus, kızının başkasına olan aşkını öğrenince
Atina Dükü Theseus'a gider. O sırada sarayda Theseus ve Hippolyta'nın düğün hazırlığı vardır.
Atina yasalarına göre evlenmelerinin mümkün olmadığını öğrenen aşıklar çareyi kaçmakta
bulurlar. Demetrius'a âşık olan Helena'nın bu haberi Demetrius'a vermesi ile o da ormana
peşlerinden gider. Ormanda onları gören periler de hikâyeye dahil olunca olaylar birbirine
karışmaya başlar...
52
2022 | SAYI 10
ÖĞRETMEN OLMALIYIM
Aydın Yılmaz
Dağları kekik kokan, ırmaklarından umut akan
Yanık yüzlü çocukların tutmak için ellerinden
Okşamak için saçlarını
Öğretmen olmalıyım
53
2022 | SAYI 10
ANDA YAŞAMAK
Mustafa Kılıç
Gündemler ve dünya öyle deli bir telaşa sürüklüyor ki insanı... İlişkilerdeki acelecilikten
tutalım da gençlikten sıyrılıp, bir an önce büyüme hırsımıza kadar hayatımızın merkezinde bir
telaş griliği hüküm sürüyor. Tabii hemen olmayan şeyleri, hiç olmayacakmış gibi düşünmeye
başlıyoruz ve bunalımlardan bunalımlara sürükleniyoruz. Sonunda sabır isimli treni her
istasyonda bile isteye kaçırıyoruz.
Sonra da anı yaşamak üzerine mottolar fırlatıyoruz. Ama üzerimize geliyor en önce en
sevdiklerimiz. Çünkü anı yaşamak, gününü gün etmek olmuş bir kere. Galiba anda yaşamayı
öğrenmeli ve anlatmalıyız. Haber bültenleri, sosyal medyanın "trend topic"leri bizim
anlarımızı yönetmemeli. Çünkü anda yaşamak, bilincin ruha saygı duymasıyla başlar. Ruhun
en temel gıdası ise sabır olsa gerektir. Ruha iyi gelen her şey sabrın sonucudur nihayetinde.
Bir evlat sahibi olmak için 9 ay bekleyişimiz sabırdandır. Sevdiğimize kavuşmak adına gurbet
denen girdapta kaybolmamak da sabırdandır. Kariyer basamaklarını bize tırmandıran itici
güç... O da sabırdandır.
Anda yaşamak, anda kalmak, ruhumuzdan başka her şeyi susturmak da sabırdan olacaktır.
54
2022 | SAYI 10
Medya ve Türk mitolojisi arasındaki süreklilik ilişkisi reklam, pazarlama, ticaret gibi çeşitli
yönlerden ele alınmış olsa da televizyon ve Türk mitolojisi arasındaki süreklilik yeteri kadar
irdelenmemiştir. Televizyon ve sinemaya uyarlanan kültürel öğeler daha çok Kerem ile Aslı,
Köroğlu, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Keloğlan gibi halk hikâyelerinden oluşmaktadır. Bu
hikâyeler her ne kadar bünyesinde çeşitli mitolojik unsurlar barındırsa da günümüz modern
hayatında kendine yeteri kadar yer bulamamaktadır. Çünkü hikâyelerde geçen olayların
içerisinde yer alan mitolojik unsurların çoğu bir şekilde aynıdır. Bu durumda folklorik
imgeleri oluşturan unsurların görsel olarak dışa vurulması gereklidir. Keza medya ile sözlü
kültür birbirlerini etkileme gücüne sahip iki alandır ve söz gelimi Batı dünyasında küresel
şirketler, sinema, televizyon, reklam gibi çeşitli sektörlerde mitoloji alanından olabildiğince
faydalanmaktadır. Bu şirketlerin dolaşıma sunduğu unsurlar ise çoğunlukla Avrupa-Amerika
kültürü kaynaklıdır. Durum böyle olunca da Türk miti ile medya arasındaki ilişkinin yeniden
gözden geçirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Neticede mit, ilahi bir öyküdür ve
bünyesinde kültürel kodlar taşımaktadır.
Değişen sosyal düzen insanların mit üretme ve paylaşma ihtiyacını farklı şekillerde etkilemiş
ve geliştirmiştir. Modern dünyanın en yaygın buluşlarından biri olarak kabul edilen sinema
sektörü, bunun en iyi örneklerden biri olarak incelenebilir. Çağımız bireyleri, modern mitleri;
kitaplardan, sinema filmlerinden, reklam metinlerinden, marka logolarından ve televizyon
ekranlarından öğrenmektedir. Sinema filmlerinin dinin toplumdaki algı biçimini belirlemesi,
sadece belli bir dinsel geleneği iletmesi veya yeniden üretmesiyle alakalı bir durum değildir.
Belki de dinlerin birer kültürel yapı olarak genel işlevi insanlığın varoluşsal sorunlarına bir
anlam vermesi veya belli bir semboller örgüsü aracılığıyla hem dünyayı anlamada bir anahtar
temin etmesi hem de bu dünya içerisinde eylem için belli kodlar icbar etmesi genel olarak
teknolojinin, özelde ise sinema filmlerinin dinlerin bu işlevlerini yerine getirdiği tespitinde
bulunulabilir. Keza tüm kültürler dinleri, kahramanları, tarihleri ve benzeri unsurlarına
ilişkin anlatıları barındıran kendi mitlerini zamanla geliştirmişlerdir. Bu tür mitlerin
barındırdıkları sembolik anlamların gücü ise uzun yıllar boyunca canlı tutulmuş canlı
kalmaya da devam edecektir.
55
*Bu yazı, Abant Kültürel Araştırmalar dergisinde yayımlanan “Türk Mitinin Medyaya Yansıması Üzerine Bir
Mukayese” adlı makalemizden özetlenerek alınmıştır. Bk. Bezgin, Yusuf Kenan (2020) Türk mitinin
medyaya yansıması üzerine bir mukayese. Abant Kültürel Araştırmalar dergisi, 5(9): 44-57.
2022 | SAYI 10
Bazı film ve kitap serileri zaman zaman güçlü mitolojik yönler barındırırlar ki derin ve karışık
felsefî sistemlere doğru gelişebilir. Bunları kimileri mitoloji olarak yorumlar, kimilerine göre
bunlar nesnel ve bilimsel bağlamda mitoloji olarak tanımlanamaz. İnsanların inanmadıkları
ve ruhâni bir bağ kuramadıkları şeyler, gerçek anlamda mitoloji seviyesine ulaşamaz.
Kuşaktan kuşağa aktarılan söylenceler, efsaneler, bir ulusun söze dayalı belleğini
oluştururken bir yandan da o ulusun hayal gücünü ortaya koymaktadır. Evrenin oluşumuna,
tanrılara ve kahramanlara dair söylenceler, mitolojinin belli başlı sınıflarıdır. Hatta
birçoğunda ortak hikâyeler de bulmak mümkündür. Mitoloji sinemaya aktarılırken genelde iki
yol izlenmektedir. Ya doğrudan mitolojik hikâyenin filmini çekmek (Beowolf, Minatour, Clash
of the Titans vs.) ya da mitolojik hikâyeyi çağdaş bir metne sokmak (Yüzüklerin Efendisi, Star
Wars, Harry Potter, Percy Jackson, Narnia Günlükleri, Mumya vs.) gibi. Sinema sektöründe
dolaşan bu filmler, hakim kültürün insan zihnine yerleştirmiş olduğu uyarlamalardır.
Örneğin, Isaac Asimov tarafından kaleme alınan dokuz bilimkurgu öyküsünün toplandığı
“Ben Robot” (İlk yayınlanma tarihi 2 Aralık 1950) adlı kitabı 8 Ekim 2004 tarihinde sinemaya
uyarlanmıştır. Asimov’un bilimkurgu edebiyatına yön veren “Üç Robot Yasası” ile robotların
insanlara hizmet etmesi için tasarlanan bir geleceği anlatan filmin ana konusu bu üç kural
üzerine kuruludur. İlk kurala göre, bir robot asla bir insana zarar veremez ya da bir insanın
zarar görmesine seyirci kalamaz. İkinci kural, bir robotun insan emirlerine ilk kuralla
çelişmediği sürece zorunda olduğudur. Son kural ise ilk iki kuralla çelişmediği sürece bir
robot kendisinin zarar görmesine izin vermeyeceğidir.
Teknolojik gelişmeler ve tüketim kültürü, dünyayı hızla büyük bir köye dönüştürmektedir.
Özellikle medya denilen iletişim ağının gücü bugün dağ başındaki mezralarda, köylerde bile
gözlenebilmektedir. Türk toplumunun günlük hayatında bakıldığında çoğu kez farkına bile
varmadan birçok mitolojik kavram ve olgularla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Özellikle
televizyon reklamları, sinema, kozmetik markaların isimleri, alışveriş merkezi, billboardlar
(ilan tahtaları), stadyumlar, hava yolları şirketleri, otomobil şirketleri, otomobil lastikleri,
çeşitli kafeteryalar gibi çoğunlukla tüketim odaklı mekânlarda mitik unsurların yaygın bir
şekilde kullanıldığı söylenebilir. Bunun nedenleri arasında mitolojik kavramların çağrıştırdığı
güçlü anlamlar görülebilir.
56
2022 | SAYI 10
Örneğin Carolyn Davidson tarafından tasarlanan Nike logosundaki uçan kanat bize bir
yandan bu markaya ait ürünlerin çağrışımlarını yaparken bir yandan da mitololojik bir
çağrışım yapmaktadır. Yunan mitolojisinde Nike, Kanatlı Zafer Tanrıçası’nın ismidir ve
logosu da tanrıçanın temsil etmektedir. Yine Yunan mitolojisinde karşımıza çıkan ve
gökyüzünü taşımakla görevlendirilen Atlas karakteri de günümüzde önemli bir taşımacılık
şirketinin adıdır. [2]
Sinema sektöründe akla ilk olarak Hollywood filmleri gelmektedir ve Hollywood filmlerinin de
tercih ettiği kaynakların başında mitoloji gelmektedir. Örneğin, Titanların Öfkesi (2012),
Şimşek Hırsızı (2010), Canavarlar Denizi (2013), Herkül: Özgürlük Savaşçısı (2014), Beowulf
(2007), Tanrıların Savaşı (2011) gibi filmler mitolojiden ilham alınarak oluşturulmuşlardır.
Bu ilham kaynaklarından bir olan Percy Jackson: Olimposlular Şimşek Hırsızı adlı filmin
müze sahnesinde karşımıza çıkan “yılanlar”, Eski Yunan Klasik Çağı’nda üç temel metaforik
anlama işaret etmektedir.
Yunan tanrılarının insanlar ile yakından ilişki kurdukları bilinmektedir ve aynı filmde bu
bağlantıya da yer verilmiştir. Filmde, tanrılar ile insanlar arasındaki ilişki bir melez (yarı
tanrı) olarak karşımıza çıkmaktadır. Ana karakter olan Percy, denizlerin hâkimi olan
Poseidon’un oğludur ve Poseidon’da üç dişli yaba ile temsil edilmektedir. Çalınan şimşek ise
Zeus’a aittir. Titanların Savaşı ve Titanların Öfkesi filmlerinin kahramanı Perseus, sözünü
ettiğimiz bir diğer mitik kahraman figürdür. Titanlar, Yunan mitolojisinde tabiat güçlerinin
kişileştirilmiş formları olan tanrısal devlerin adı olup, Hesiodos’a göre Gaia (Yeryüzü) ile
Uranos’un (Gökyüzü) altı kız altı erkekten oluşan toplam on iki çocuğudurlar. Tanrılar ile
aralarındaki savaşı kaybetmelerinden dolayı yeraltına hapsedilmişlerdir. Bu ve bu türdeki
mitik unsurları barındıran filmler dünyanın her yerinde gösterime girmekte ve Yunan
mitolojisi de aktarılmaktadır. Bu filmlere ek olarak, Örümcek Adam, X-Men, Kaptan Amerika,
Demir Adam, Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter gibi filmlerde mitolojik kavramlardan
kurgulanıp filme aktarılan yapıtlardır. Bu noktada Hollywood sineması, dünya sinema
piyasasının büyük bir kısmına içerik sağlamakta ve dünyanın dört bir yanına ulaştırdığı
filmler ile kültür aktarımını yapmaktadır.
57
[2] Zihnimize yerleştirilen bu örnekler çoğaltılabilir; bir hava yolu şirketi olan Pegasus, Yunan Mitolojisi’nde
kanatlı bir atı, Starbucks bardaklarının üstünde yer alan figür bir periyi, bir hikâyeden esinlenilerek
oluşturulan ve tıp alanında kullanılan aşil tendonu Akhilleus’u, bir takım adı olmasının yanında mitolojik bir
yanı da olan Atalanta fiziksel gücü ve avcılığı simgelerken Roma takımının ambleminde bulunan kurttan
süt içen insanlar Roma mitolojisine göre imparatorluğu kuran Remus ve Romulus’u simgelemektedir. Bu
türden marka ve logolar dünya insanına somutlaştırılarak sunulan mitlerdir.
2022 | SAYI 10
Dizide Hades karakteri siyah bir köpek ile seyircilerin karşısına çıkmaktadır. Bu da Yunan
mitolojisindeki Tanrı Hades’in kapısındaki üç başlı köpek olan Kerberos'a göndermedir.
Başka bir mitolojik karakter Yüce Honos adıyla anılan karakterdir. Honos ismi Roma
mitolojisinde geçmektedir. Roma mitolojisinde erdem ve askeri şerefin tanrısı olup, mızrak ve
bereket sepeti taşıyan bir genç savaşçı olarak tasvir edilmiş ve adına pek çok tapınak inşa
edilmiştir.
Bu tür diziler ülkemizde özellikle genç kuşaklar arasında sevilen diziler olarak sayılabilir.
Bunun nedeni olarak mitoloji görülebilir. Çünkü mitoloji içerisinde yer alan olağanüstülük,
insanda gizemli bir algı oluşturmaktadır. Bilinmeyen ve açıklanamayan, açıklansa da
olağanüstülüğü yitirmeyen kavramlar insanoğluna her zaman cazip gelmiştir.
Bu noktada dizilerin toplum üstünde bıraktığı etkiden söz etmekte fayda vardır. 1987 yılında
TRT’de yayınlanan “Uzaylı Zekiye” dizisi doksanlı yılların en popüler dizisi olarak görülebilir.
Zekiye karakterinin dizideki konumu ve karakter özellikleri diziyi izleyen seyirciye o denli etki
etmiştir ki Zekiye ismi alay konusu olmuştur. Örneğin Muğla’nın Marmaris ilçesinde yaşayan
Zekiye adında bir kadın ismi ile sürekli şaka yapılıp alay edilmesine daha fazla
dayanamayarak mahkeme kararı ile ismini değiştirmiştir. Bu etkiye bir örnek daha gösterecek
olursak, 2003 yılında TV ekranlarında yer almış ve Türkiye’de efsane haline gelmiş “Kurtlar
Vadisi” dizisinin 45. bölümünde ölen Süleyman Çakır karakteri için gıyabında cenaze namazı
kılınmış hatta onu öldüren oyuncu dövülmeye çalışılmış, gazetelere başsağlığı ilanları
verilmiştir.
58
2022 | SAYI 10
Örneğin Atv kanalında yayınlanan, “Adanalı” dizisinde Yunan mafya lideri ve boşfol
oyuncusu Adanalının arasında geçen şu diyalog oldukça dikkat çekicidir.
Yunan mitolojisindeki Zeus’un karşısına Türk mitolojisinden bir karakter koyamayan dizi
yapımcıları, çareyi Türk polisinde bulmuş gibiler. Benzer bir örnek Kurtlar Vadisi dizisinin 81.
bölümde gerçekleşmiştir. Dizinin bu bölümünde Kılıç adındaki karakter, başrol oyuncusuna
“Zenginden alıp fakire vereceksin. Bir nevi Robin Hoodculuk yapacaksın.” sözü ile
kültürümüze ait olmayan bir kavrama gönderme yapmıştır. Ancak bu kavramın kültürümüzde
bir karşılığı vardır. Türk kültüründe zenginden alıp fakire verme işini “Köroğlu” yapmaktadır.
Dizinin ilgili sahnesinde Robin Hood kavramının kullanılması Köroğlu’nun bilinmeyişinden
mi kaynaklanmaktadır? Yoksa Robin Hood sözünün kültürümüzde yer edinmesinden dolayı
Köroğlu’nun önüne geçtiği için mi tercih edilmiştir. Türk anlatılarının kültürel bellekteki
yerini korumak, yaşayabilirliğini sürdürmek adına özellikle yerli yapım medya yaratmalarında
yer etmesi gerekmektedir.
Aktarılan ister sinema filmi isterse de televizyon dizileri olsun elektronik ortama
aktarıldıklarında bir mesaj taşırlar. Aslında filmler, bir arayış ve dönüşümü aktarırlar. Bu
dönüşüm ise kaynağını mitolojiden ve sözlü kültür ürünlerinden alır. Türk Mitolojisi
içerisinde bulunan mitolojik öğeler, sinema, televizyon, reklam, marka logoları gibi çeşitli
sektörlere malzeme sağlayacak zenginliktedir. Kahramanlık ve olağanüstü varlıklara ait
birçok hikâyemiz olduğu gibi Türk mitolojisinde yer alan belli başlı simgelerde (Börü, Ay,
Yıldız, Su, Işık, Ateş, Ağaç, Bürküt, Tulpar, Ülgen, Erlik, Umay, Yada Taşı, Asena, Tepegöz,
Abra ve Yutpa, Ayığsıt-Ayızıt vb.) elektronik ortama taşınarak işlevsellik sağlanabilir. Bu
simgelerin aktarımında özellikle sinema ve televizyon sektörüne büyük bir görev düşmektedir.
Bu sektörlerde oluşan boşluk Batı mitolojisi ile değil, yerli mitoloji ile doldurulmalıdır.
Unutulmamalıdır ki milletler kendilerini geçmişe dönük kültür ürünleriyle tanımlarlar ve
Türk mitolojisi, Yunan mitolojisi kadar dikkat çekici bir yapıya sahiptir.
59
2022 | SAYI 10
Günümüz sinema ve televizyon dizilerinde yukarıda yer alan bazı kavramlar kullanılmakta ve
bir kültür aktarımı sağlanmaktadır. Örneğin, ilk bölümü 28 Şubat 2018’de televizyon
ekranlarında yayınlanan ve daha sonra sinemaya taşınan “Börü” filmi, içerisinde birçok Türk
mitolojisine ait unsurları barındırmaktadır. Basit şekli ile dizide, Tolga karakterinin soyadı
Erlik, Kaya karakterinin soyadı Ülgen’dir. Dizide her bölümün sonunda ekrana yansıyan
Göktürkçe yazılar, filmin logosunda yer alan etrafı hilal ile çevrilmiş bozkurt, asmanda bürküt
yerde kökbörü ol denmesi bunlara örnektir.
2019 yılında Kazakça ve Rusça olarak gösterime giren “Tomris” adlı uzun metrajlı filmi de bu
kültür aktarımına örnek gösterebiliriz. Çünkü Tomris karakteri, Türklerin bilinen ilk kadın
hükümdarı olması bakımından önemlidir.
60