JACQUES ADDA - Ekonominin Küreselleşmesi

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 258

JACQUES ADDA • Ekonom inin K üreselleşm esi

JA C Q U ES ADDA İsrail Bar-llan Üniversitesinde başasistan olarak görev yapıyor, ulus­


lararası ek onom i-politik dersi veriyor. Ek onom ik kalkınm a ve Kuzey-Güney
ilişkileri, Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonom ik ve siyasi modernleşmesi, Güney ve
Dogu Akdeniz ülkelerinin ekonom ik gelişmesi, ekonom ik küreselleşme ve yeni
doğan ekonomiler, Avnıpa bütünleşmesi ve uluslararası ekonom i politikası konu­
larında uzman.

Fransız Kültür Bakanlıgı'nın katkılarıyla yayımlanmıştır.

La mondialisation de l'iconomie; Tome 1: Genişe, Tome 2: Problemes


© Editions La Decouverte 1996, 1997,1998, 2001

İletişim Yayınlan 818 • Araştırma-lnceleme Dizisi 125


ISBN-13: 978-975-05-0017-6
© 2002 İletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2002, İstanbul
2. BASKI 2003, İstanbul
3. BASKI 2005, İstanbul
4. BASKI 2007, Istanbul

KAPAK Utku Lomlu


KAPAK FILM I 4 Nokia Grafik
DlZGl Remzi Abbas
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELTİ Serap Yeğen
MONTAJ Şahin Eyilmez
BASKi ve ClLT Sena Ofset

iletişim Yayınları
Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağalo&lu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
JACQUES ADDA

Ekonominin
Küreselleşmesi
La mondialisation de l’economie

ÇEVİREN Sevgi İneci

REDAKSİYON VE YAYINA HAZIRLAYAN


Can Belge

*— v i l e t i ş i m
İÇİNDEKİLER

BİRİNCİ CİLT

D o ğ u ş ......................... -.............................. .............. .............. ............7


G İRİŞ
U lu s la r a r a s ı E k o n o m i, K ü r e s e l E k o n o m i......................9
B1R1NC! BÖLÜM

U lu slara ra sı E k on om ik A lan ın O lu ş m a s ı............... ........ _..13


PAZAR KAPİTALİZMİNİN ULUSLARARASI KÖKENLERİ..............14
Bir Mitin Yapıbozumu....... ........ ....... ....... ....................................... 14
Ortaçağ’da Ticari Devrim ._... ......... ............ ................................ ....19
Avrupalı Dünya Ekonomisinin Ortaya Ç ıkışı.............................. 27
MİLLETLER ŞOKU VE LİBERALİZMİN YÜKSELİŞİ... ...._.... ...........33
Merkantilizm ya da İktidarın Hizmetindeki Kapitalizm..............34
Klasik Düşünce ya da Uluslararası İşbölümünün Savunulması 42
Sonradan Gelenlerin Neo-Merkantilizmi....................... ............... 47
ULUSLARARASI İKTİSADİ SİSTEMİN YAPILANMASI............. .....51
Hiyerarşik Bir Alan.................................................. ........................ 51
Avrupa Dışındaki Dünyaların Bağımlı Kılınması............ ............. 57
Sermaye ve Nüfusla Aşırı Hareketlilik... .................„..... .......... .....64
İKİN Cİ BÛLÛM

B ü tü n leştirici Ö zel S e k tö r M a n tık la rı...................... ............69


TİCARET MANTIKLARI: “BÜTÜN EVRENİN P A Z A R I........ ........71
Uzmanlaşma ve Rekabet....... .... ..... ................ ..................................72
Rekabet Alanının Yoğunlaşması ve Genişlemesi............ ...............75
Ticaret Ağları...................................... ............... ... .................. ...... ,....78
Yeni Bir Yaklaşım İçin İlk Adımlar................ .................... ............81
KÜRESELLEŞMENİN MERKEZİNDE ÜRETİM MANTIKLARI....... 85
Üçlü’nün İçinde Yoğunlaşan Yatırımlar........ __.............. ..................86
Gelişmekte Olan Bölgelerdeki Yatırımlarda Yeni Dinamik»........ 91
MALI KÜRESELLEŞME VE PARANIN İSTİKRARSIZLIĞI.............101
Mali Küreselleşmenin Üç Dönemi................................_........ ...... 102
Zorunlu Bir Sonuç. Parasal İstikrarsızlık...... .......... ..........._...... 110
SON UÇ
P iy a sa la rın İn tik a m ı................... ............... ....................... ........119
İKİNCİ c il t
S o r u n l a r . .... ........... .................................... .....................................123
GİRİŞ
K ap italizm in K ü reselleşm esi...................... ......................... ....125
b ir in c i b ö l ü m

Entegre O lm a ve D ışla m a ..........................................................127


KAPİTALİST ÜRETİM TARZININ DÜNYAYA YAYILMASI______ 129
Yabancı Sermayenin Nüfuz Ediş Biçimleri............................. ...... 129
Sanayileşme Stratejileri......................-........................................... 138
Iç Dinamiklerin Önceliği_____________________ __ -.........— 143
KUZEY GÜNEY İLİŞKİLERİNİN YENİ BİÇIM L________ ____ _..147
Hammaddelerin Önemsizleşmesi............. ■ __________________ 148
Petrolün Özel Durumu........—............................................... .......-...-153
Üretim Faaliyetlerinin Küresel Dağılımı........................ ............. 155
Yatırım ve Tasarruf Çekme Rekabeti________________ ______158
AZGELİŞMİŞLİĞİN İNADI...................................... .. ....................... 161
Dışlamanın Boyutları.......... ........................................ ....................161
Küresel Ekonominin Hiyerarşik Niteliği__________________ 168
1K1NCIBÛLÜM
Z ıtlaşm a ve İşb irliğ i.............................. ............ ...... ................ 179
KARŞILIKLI BAĞIMLILIĞIN ILK DÖNEMİ.....................................181
Petrol Şokları ve Ekonomi Siyasetlerinin Değişimi................ ...182
Meksika Sendromu ya da Uluslararası Finansın Tehlikeleri.....186
Kuzey-Kuzey Arasında Ticari ve Mali Dengesizlikler ................ 193
Yükselen Pazarlardaki Kriz........ ............................................... ......197
YENİ DÜZENLEME ÇERÇEVESİ ARAYIŞI....................................... 202
Ekonomi Politikalarının Koordinasyonu...................................... 203
Bölgesel Ekonomik Grupların Oluşumu.......... ........................... 210
Çok Taraflı Kurumlann Güçlendirilmesi..................................... 214
KÜRESELLEŞME VE KRİZ DİYALEKTİĞİ............ ................. ......... 220
Serbest Ticaret, İstihdam ve Sosyal Güvenlik......... ................... 221
Finans Sistemlerdeki Dereglemantasyon ve İstikrarsızlık.........227
Avrupa’da Para Krizi ve Euro’nun Ortaya Çıkışı................ ........232
SONUÇ
R ek abet ve O rgan izasyo n ..........................................................241
Kaynakça.. .247
B İ R İ N C İ C İLT

Doğuş
GİRİŞ
ULUSLARARASI EKONOMİ, KÜRESEL EKONOMİ

Küreselleşmeden söz etmek iktisadi bir sistem olarak kapita­


lizmin dünyaya yayıldığını söylemektir. Bu yayılma öncelikle
jeopolitik alanda ortaya çıkmıştır. Sovyet Bloku’nun çöküşüyle
kapitalizmin yayılmasının önündeki en önemli engel ortadan
kalkmıştır. Çin gibi komünist rejimlerin hâlâ var olduğu ülke­
lerde ise bunu kısmen pazar ekonomisine ve onun yol açtığı
sermaye akışına açılma politikalarına borçlular. Diğer yerlere,
Afrika ve Latin Amerika’ya kapitalizmin girmesi IMF, Dünya
Bankası gibi uluslararası mali kuruluşlar tarafından sistematik
olarak sağlanmıştır. Seksenli yılların başında bu bölgeleri vu­
ran borç krizi nedeniyle önem kazanan bu kurumlar, tüm güç­
lerini borçlu ülkelerin ekonomi politikalarında ve iktisadi ku-
rumlarında reform yapılması için kullanmışlardır; bu refor­
mun da amacı gayet açık olarak piyasa ekonomisi mantığını
yaymaktır.
Bununla birlikte kapitalizmin dünya genelinde yayılması je ­
opolitik alanın sınırlarını fazlasıyla aşmıştır. Bu yayılma, ne bir
devletler blokunun bir diğerine göre, ne de bir üretim modeli­
nin bir diğerine göre daha başarılı kabul edilmesine indirgene­
mez. Bu yayılma, devletlerarası bir sistem mantığının yerine
ulusötesi bir ag mantığı koyma eğilimindedir. Artık kürenin

9
sınırlarını zorlamaya başlayan kapitalizmin evrensel yayılışı­
nın ifadesi olarak küreselleşme, aynı zamanda ve her şeyden
önce, dünya çapında sermaye birikimine engel teşkil eden fi­
ziksel ve hukuki sınırları sarma, delme ve sonunda yok etme
sürecidir. Bu anlamda dünya ekonomisi, yalın bir uluslararası
ekonomiden çok daha fazla şey demektir. Uluslararası ekono­
mi devletlerin bağımsızlığına saygılıydı ve alışveriş, yatırım ve
kredi yoluyla, henüz entegre olmamış bir bütünün özerk par­
çaları arasındaki ilişkiyi kurardı. Kapitalizm tarihinin belirli
bir evresine, büyük ölçüde devletler tarafından korunan, hatta
düzenlenen ulusal pazarların sermaye birikiminin asal temeli­
ni oluşturduğu evreye denk düşüyordu. Uluslararası yatırım
gibi ticaret de bütünleyicilik ölçütleri üzerindeki temele bağlı
kalmaya devam ediyordu.
Küreselleşme olgusu, bu sürecin devamı olmaktan çok bir
dönüşümü ifade ediyor. Küresel ekonominin bütününü oluş­
turan parçaların gittikçe daha fazla entegre olması, ona kendi­
ne özgü bir dinamik kazandırıyor ve bu dinamik gittikçe daha
fazla devletlerin kontrolünden çıkıyor ve paranın kontrolü,
kamu finansmanının idare edilmesi gibi devletlerin bazı başlı­
ca egemenlik alanlarına zarar veriyor. İletişim devrimi sayesin­
de verilerin, imajların ve sermayenin dolaşımının aşırı boyut­
lara ulaşması, birçok alanda sınır ya da bölge kavramlarını or­
tadan kaldırıyor. Buna karşılık, üretimin ulusaşın bir düzlem­
de düzenlenmesine yardım ediyor ve tüketim normlarının kü­
reselleşmesine katkıda bulunuyor. Ellili yıllara kadar malların
ve sermayenin dolaşımını oluşturan bütünleyiciliğin yerini,
pazarları ve kaynakları (hammadde, el emeği, dağıtım ağları,
iş bilgisi, zekâ, tasarruf, vb.) kontrol etmek amacıyla genelle­
şen bir rekabet aldı.
Ulusal kerte yok olmaktan daha çok uzak, devletlerarası sis­
temin önünde daha uzun günler var. Ama artık, bütünleştirici
özel girişim m antıklarının hükmettiği ekonom i sahnesinin
ikinci planına yerleştiler ve devletler bu mantığa iyi kötü karşı
koymaya çalışıyorlar. Dolayısıyla tarihsel perspektifin önemi
de bu açıdan bakıldığında fazla abartılmamalı. Merkantilist

10
dönemde tüccarların ve prenslerin yaptıkları ittifakın hem
hassas hem tehlikeli ürünü olan, rakip ulus-devletlerin dünya
ekonomisini şekillendirdikleri çağ, uzun vadede yeniden ko-
numlandınldıgında, uzun bir tarihsel parantezden başka bir
şey olamaz. Demek ki küreselleşme daha uzun bir eğilimin de­
vamıdır, bütün fiziksel ve toplumsal alanın giderek daha fazla
sermaye yasasına, bin yıl önce Akdeniz’deki tüccar sitelerinin
yarattığı ekonomik sistemin son hedefi olan sonsuz birikim
hedefine boyun eğme eğiliminin devamıdır.

11
BİRİNCİ B ÖLÜM
ULUSLARARASI EKONOMİK ALANIN OLUŞMASI

Küresel ekonomi Avrupa’da doğmuştur. Bir Avrupalı için şüp­


he götürmeyen bu yargı başkaları için şaşırtıcı olabilir. Eğer
alışveriş eğilimi a priori, Adam Smith’in düşündüğü gibi doğal
bir veri ya da bugünün deyimiyle evrensel bir sabit olsaydı,
alışverişin küreselleşmesi Uzakdoğu’da veya başka bir yerde
de aynı biçimde gerçekleşebilir ya da daha güzeli, birbirinden
çok uzak bölgelerde simültane olarak ortaya çıkabilir ve o ül­
keleri yavaş yavaş birbirlerine bağlayabilirdi.
Oysa, 1959’da Pierre Chaunu’nün dediği gibi, Christophe
Colomb ile Vasco de Gama’nın Çinli olmamaları, bu noktada
biraz durmamızı gerektiriyor. 15. yüzyılda Iber Yanmadası’nda
hüküm süren monarşilerin etkisi altında Hıristiyan Batı dün­
yası büyük bir silkinişle dünyaya açılırken, 1405 ile 1433 ara­
sında Çinliler de Vietnam, Sumatra, Seylan ve Aden üzerinden
büyük bir ilerleyişle Afrika'nın doğu kıyılarına doğru açılıyor­
lardı. Joseph Needham’ın çalışmaları sayesinde [1969]* bugün
biliyoruz ki Rönesans’tan önceki on beş yüzyıl boyunca Çin
uygarlığı teknik olarak Batı uygarlığından çok daha ileriydi.
Batı uygarlığı birçok önemli yeniliği (matbaadan baruta, man­

(*) Köşeli parantezdeki referanslar için kitabın sonundaki kaynakçaya bakınız.

13
yetik pusulaya kadar bilinen birçok şeyin yanı sıra, mekanik
saatlere, dökme demire, çok yelkenli gemilere, kantitatif hari­
tacılığa kadar) Çin’den aldı. Buna karşılık, kapitalizmin doğu­
şuna sebep olan Batı'nın ilerleyişinden farklı olarak, Çin’in de­
nizlerde yayılması aniden, belli bir sebebi olmadan durdu ve
bundan sonra bir Çin kapitalizmi gelişmesi gerekiyorsa, bu
Çin’in dışında gerçekleşti.
Çin vakası, Batı Roma im paratorluğunun dağılmasından
sonra, Avrupa’yı Ortaçağ’daki ticaret devrimine ve modern ka­
pitalizme yönelten evrimin istisnai niteliğini ortaya çıkarmış­
tır. Birkaç on yıldır entegre bir sistem olarak yavaş yavaş bi­
çimlenen dünya ekonomisi, aslında Avrupalı bir dünya ekono­
misi, başka bir deyişle Avrupa merkezli ekonomik bir dünya
olmuştur. Jap on y a’nın bulaşıcı biçim de yükselm esinin ve
Çin’in görkemli uyanışının işaret ettiği farkları ayrıca dikkate
almak koşuluyla, bugünkü gelişimin bu Avrupa merkezli di­
namiğin giderek yayılan bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz.

PAZAR KAPİTALİZMİNİN
ULUSLARARASI KÖKENLERİ

Bir Mitin Yapıbozumu

Yaygın bir kanıya göre, uluslararası ticaretin gelişmesi ulusal


ekonomilerdeki büyümenin doğal bir uzantısıdır. Ekonomik
tarih ise, pazarların, yerel, kentli bir temelden yola çıkarak,
bölgesel, ulusal ve uluslararası pazarlardan geçip bugünkü ev­
rensel pazara ulaşmasıyla, pazarlann gitgide entegre olmaları­
nın tarihidir. Uluslararası ticaretin yayılması, ulaşım maliyetle­
rinin düşmesinin de yardımıyla, dünya ölçeğinde işbölümü il­
kesinin yayılmasının nedenidir.
İçten dışa doğru genişleyen böyle bir ekonomik hareket ol­
gusu, Adam Smith’in 1776 yılında yayımlanan Ulusların Zen­
ginliği adlı yapıtında geliştirdiği kuramlara dayanır. Sm ith’e
göre, iktisadi çözümlemenin psikolojik temeli “insanın bir şe­
yi bir başkası karşılığında değiştokuş etme, değiştirme ve sat­

14
ma yönündeki doğal egilimi”ndedir. insanın değiştokuş yap­
maya yönelik bu doğal eğilimi, siyasi ya da ahlâkî otoriteler ta­
rafından bazı keyfi yasaklarla engellenmedikçe, işbölümünü,
dolayısıyla ulusların zenginliğinin temeli olan üretim yeterlili­
ğini mümkün kılar.
Alışveriş alanlarının genişlemesi, hem uzmanlaşmış meslek­
lerin ve faaliyet dallarının çoğalm ası, hem de her girişimin
kendi içinde işlerini teknik olarak bölmesi sayesinde, ekono­
minin küresel üretkenliğini artırmayı sağlar. Smith’in, “biri de­
miri liflere ayırır, diğeri onu gerer, üçüncüsü keser, dördüncü
yontar, beşinci de ucunu biler, vb.” şeklindeki ünlü iğne fabri­
kası örneği yeniden ele alındığında, her bir uzmanlaşmış işçi­
nin lam gün istihdam edilmesinin, ancak belirli bir satış hac­
mi yakalandıktan itibaren verimli hale gelebildiği açıkça görü­
lüyor. Bu anlamda Smith, “işbölümünün, pazarların menziliy­
le sınırlı olduğunu” iddia edebilmişti.
Dolayısıyla ekonomilerin uluslararasılaştırılması, yerel dü­
zeyde başlayan büyümenin organik sürecinin izlenmesinden
başka bir şey olamaz ve işbölümü de onun başlıca dayanağıdır.
Bu geleneksel anlayışa göre, uluslararası bir ekonomi oluşu­
munu hazırlayan zincirin halkalarının sırası şematik olarak şu
şekilde özetlenebilir: başlangıçta temel ekonomik birimler (ai­
leler, klanlar, köyler) dışa kapalı bir yaşam sürmekte ve üret­
tiklerinin büyük bir kısmını tüketmektedirler; üretimin otar-
şik* düzenlenmesi aslında bir üretim fazlası olduğu durumda
alışverişlere alan sağlar, bu üretim fazlası başka birimlerin
ürünleriyle takas edilebilir; üretim fazlalarının değiş tokuş
edildiği pazarlar bu şekilde oluştu ve çarçabuk para ortaya çı­
kıp üste verilen ürünün yerini aldı ve alışveriş imkânlarını ço­
ğalttı. Pazarların mevcudiyeti ve para kullanımının yaygınlaş­
ması giderek yerli üretimin otarşik yapısının yok olmasına ne­
den olmuş ve üretim artık pazara yönelik olup kâr amacıyla
yapılır hale geldiğinden, faaliyetlerde uzmanlaşmayı körükle­
miştir. Hemen ardından, işbölümü ticaretin yayılma ritmine

( * ) E k o n o m id e k en d i k e n d in e y e te rli o lm a • e .n .

15
uyarak derinleşmiş, licarel giderek faaliyetlerin tamamını çev­
reler olmuş ve ticaret ağı, tek bir evrensel pazar oluşturacak
kadar sınırları aşmıştır.

Tarilı ve Antropolojinin Tekzibi

Uluslararası iktisadın (ve kısaca pazar ekonomisinin) doğu­


şunun bu tasviri, ne kadar çekici olsa da, tarihi ve antropolo­
jik araştırmaların getirdiği bilgilerle pek uyuşmaz. Bu tasvir,
18. yüzyılda Avrupa’da algılanabildiği biçimde pazar ekonomi­
sinin karakteristiklerinin geçmişle ve mekânda, ikili yansıma­
sından kaynaklanıyor. Klasik gidişatın Avrupa merkezli ve ev­
rimci niteliğine getirilen en anlamlı eleştirilerden biri, 1944’te,
Büyük Dönüşüm'de Kari Polanyi tarafından yapılmıştı. Yüzyılın
başında yaşamış olan antropologların (özellikle Bronislaw Ma-
linovski ve Richard Thurnwald) çalışmalarına dayanarak, Po­
lanyi, sanayi devrimine kadar pazarın kuruluşunun, kendisi
de çok eski olmakla birlikte, farklı medeniyetlerin ekonomik
hayatında ancak ikincil bir rol oynadığını gösteriyor.
Ekonomik organizasyon bakımından prekapitalist toplum-
ların özü aslında, o toplumlarda özerk bir alan olarak var ol­
madı, ama sistematik olarak toplumsal ilişkilerin içinde yer
alıyordu. Başka bir deyişle, üretim ve üretimin paylaşılması
boyutlarıyla ekonomik sistem, kâr amacı üzerine kurulu bi­
reysel bir rasyonellik olarak yürütülmedi. Başta akrabalık iliş­
kileri ve dinî temsillerin olduğu, ekonomik olmayan değişken­
lere göre yönetildi.
Smith’in iddialarının tersine, alışverişi veya takası sevdiği
sanılan bireyin yerine, medeniyetlerin büyük bir çoğunluğun­
da, tamamen kâr üzerine kurulu faaliyetlere karşı belirli bir
tiksinti olduğunu görüyoruz. İlkel toplumlar ve onları izleyen
Antikçağ’ın ilk imparatorlukları pazarı reddetmeseler de, ge­
nellikle karşılıklılık, yeniden paylaşım ve otarşi üzerine kuru­
lu başka ilkelere göre örgütleniyorlardı. Birçok ilkel toplumun
özelliği olan karşılıklılık, ekonomik faaliyetlerin, uzun vadede
ilgili tarafların her birine aynı şekilde fayda getiren, dengele­
16
yen bir alma verme zincirinde yapıldığı anlamına geliyor. İm­
paratorlukların -Mezopotamya, Mısır, Çin, Hindistan, İran ve
Kolomb öncesi Amerika- iktisadi yapılarının temelinde olan
yeniden paylaşım, üretimin merkezileştirilmesi ve stoklanma-
sı, daha sonra da belirli ilkeler çerçevesinde toplumun üyeleri­
ne dağıtılmasıdır.
Geniş bir ölçekte işin topluca örgütlenmesi, pazar ekonomi­
sinin ortaya çıkmasından tamamen bağımsız bir işbölümünün
varlığını kanıtlıyor. Bu işbölümünün getirdiği üretim fazlası,
hemen bir pazar alanı oluşturmamıştır, altyapı çalışmalarının
(örneğin sulama sistem i) ve çoğunlukla dinî amaçlı mimari
harikaların önünü açm ıştır (Mezopotamya zigaruıları, Mısır
piramitleri ve Maya tapmakları gibi...).

Yerel P a z a rla r ve Uzun D önem li Ticaret

Ticaretin gelişmesine gelince, bu olay, yavaş yavaş birbirine


bağlanacak komşu ve yerel pazarlar arasındaki alışverişlerin
herhangi bir gelişimine indirgenemez, çünkü bu tip bir eğilim
ne Avrupa’da ne de başka bir yerde gözlem lendi. Polanyi
[1944 s.3 6 0 ], Henri Pirene ve Max Weber’in Ortaçağ’da Avru­
pa ekonomisi hakkındaki çalışmalarına dayanarak, yerel pa­
zarların sadece o civarda yaşayanlar tarafından ziyaret edildiği­
ni ve bu pazarların, kuzeyden ve güneyden gelen bütün tüc­
carları buluşturan bölgesel çarşıların aksine, büyüme eğilimin­
de olmadıklarını hatırlatır. Köylülerin ikincil faaliyeti olan ye­
rel ticaret, perakende alış ve satışlarla sınırlıydı. Hiçbir şey, bu
kırsal temelden bir tüccar sınıfı çıkabileceğinin iddia edilmesi­
ni mümkün kılmıyor.
Aksine, dış ticaretin ya da uzun süreli ticaretin ortaya çık­
masıyla beraber pazar oluşumu önce Batı’nın ekonomik haya­
tını istila etmiş, daha sonra da kendini gezegenin geri kalanına
dayatmıştır. Polanyi’nin temel tezlerinden biri (1944, s.90), bu
tarz bir licaret ekonominin dışında bir alanda kökenlerini bu­
lur, toplumun iç organizasyonuyla bir bağlantısı yoktur, top­
lum daha ziyade bu tarz ticaretten korunmaya çalışır şeklinde-
17
dir. Avcılık, soygunculuk ya da korsanlık gibi trade den* ziya­
de raidden** (çağdaş finansta anlamlı bir biçimde karşımıza
çıkan deyim) kaynaklanan tek yanlı bir iştir. İki taraflı ve ba­
rışçı alışverişlere geçiş genellikle dış tehditlerin ortaya çıkması
karşısında yerel güçlerin tepkisi sayesinde olur.
Malların coğrafi dağılımının yarattığı uzun dönemli ticaret,
“nakliyecilerin durması gerektiği yer -ırmak ağızlan, deniz li­
manları, nehir kaynakları-, iki yolcunun yollarının kara yoluyla
kesiştiği yer” olan [1944, s.93] pazarların ortaya çıkmasını sağ­
ladı. Söz konusu pazarlar her şeyden önce tüccarların bir araya
geldikleri yerlerdi, yerel pazarlarda olduğu gibi nihai taleple (tü­
ketim) ilk arzın (üretim) karşı karşıya geldikleri yerler değildi.
Yerel ticaret gibi dış ticaret de rekabet değil tamamlayıcılık
ilkesi üzerine kurulmuştur. İkisi de kendi kendini düzenleyen
pazarın rekabetçi sistemini doğrudan yaralamazlar, bu pazarda
her şey, bir arz ve talep dengesinde -fiyal değişiklikleriyle ken­
dileri de değişir- fiyatın belirlendiği bir metaa dönüşme eğili­
mindedir.

İç P azarların Oluşumu

Polanyi’ye göre, bu rekabetçi sistemin, başka bir deyişle ger­


çek pazar ekonomisinin oluşması devletin eseridir. Balı Avru­
pa’nın (özellikle İngiltere ve Fransa) merkeziyetçi monarşileri,
17. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş birleşmiş, entegre olmuş ve
rekabetçi bir iç pazar yaratarak sayısız iç pazar ve dış ticaretin
birleşmesini gerçekleştirdiler.
Buraya kadar, iki ticaret türü arasında katı bir ayrıklık vardı.
Uluslararası tüccarlar kentlerde, üreticinin çıkarını kollama
amaçlı kalı bir düzenlemeye tâbi olan perakende ticarete kan­
lamıyorlardı. İstihdam etmekten ürünlerin kalite normlarına
kadar her türlü profesyonel faaliyeti kapsayan bu düzenleme,
Kilise’nin ahlâkî öğütlerine, özellikle de adil fiyat ve adil maaş

(*) T icare t - e.n .


( * * ) Ç ap u l - e.n .

18
hakkında olanlara uygun olarak meslek odaları tarafından ha­
zırlanmıştı. “Yerel ticaretle ithalat ticareti arasında daha da katı
bir ayrıklık ise, kentlerdeki kurumlann entegrasyonunu tehdit
eden hareketli bir sermaye karşısında kentsel yaşamın tepkisi
şeklinde olmuştur” [1944, s.98].
Ekonom i ders kitaplarında genellikle zenginliğin değerli
madenlerin birikim iyle bir tutulduğu himayeci bir doktrine
indirgenen merkantilizm, önceleri feodal rejimden gelen ulus-
devletlerin dayattığı iç pazarın, kentlerin ekonom ik ve top­
lumsal himaye sistemine son vererek serbestleşmesi hareketiy­
di. Devlet böylece, yabancı tüccarların en büyük dileğini yeri­
ne getirerek onlara geniş bir iç pazarda faaliyetlerini sürdürme
olanağı tanıyordu. Tüccar sınıfıyla devlet arasında kurulan bu
ittifak, pazar ekonomisinin temel özelliği olan rekabet düzeni­
nin doğmasına yol açacaktır.
Alışveriş alanının evrensele doğru genişlediğine dair klasik
mile karşı, Polanyi ekonom ik ve toplumsal yaşam bütünlüğü­
nü yöneten kurum olarak pazarın uluslararası licaretlen doğ­
duğu şeklinde tersine bir gidişat ortaya koyar. Iç ekonomik ya­
pılardan kopuk olduğu için, uluslararası ticaret zenginliğin bi­
rikmesini ve yoğunlaşmasını sağlamış, bu zenginliğin nasıl
yönlendirileceği de doğm akta olan ulus-devleller için çok
önemli bir iktidar oyunu olmuştu. Tüccarlarla prenslerin çı­
karları birleşince, sanayi devriminin üzerinde yayılacağı iç pa­
zarların oluşması mümkün hale gelmişti. Üretim alanına ma­
kinelerin girmesi de, farklı üretim etmenleri (iş, arazi, para)
için pazarların kurulmasını teşvik edecekti, ki bunların sürekli
yararlanılabilir olması yatırımların verimliliği için kaçınılmaz­
dı. Hemen ardından rekabetçi sisteme karşı duran geleneksel
toplumun son korkulukları da yıkılmış ve toplumun kendisi
ekonomik sistemin uzantısı haline gelmişti [1944, s. 111 ].

Ortaçağ’da T icari Devrim

Polanyi’nin karşılaştırmalı bir açıya öncelik veren eseri ve onu


izleyen araştırmaları [1957| uzun vadede ticaretin gelişmesiyle
19
Balı toplumlarında gerçekleşen dönüşümü gözler önüne serer­
ler. Bununla birlikle, bu çalışmalar hangi koşulların bu licareti
fişeklediğini ve 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da pazar kapita­
lizminin nasıl hazırlandığını açıklamaz [Godelier, 1975].
Avrupa’nın ayrıcalığı ne teknik ilerlemeleriyle ne de bir tüc­
car sınıfının var olmasıyla açıklanabilir, ilkinde, Needham’ın
zekice orlaya koyduğu Çin örneği |1969l, teknik bilgilerdeki
ilerlemenin her lür ticari sorunsaldan bağımsız olarak gelişe­
bileceğini kanıtlıyor. On beş yüzyıldan daha uzun bir süre bo­
yunca Çin, teknolojik alanda Avrupa'nın ilerisindeydi ama bu­
nu licari ya da sınaî bir kapitalizm izlemedi.
Bir tüccar sınıfı ve uluslararası bir ticaretin ise Antik Mezo­
potamya’dan beri var olduğu bilinir, daha sonraları Fenikeliler
ve Yunanlılar tarafından da kullanılmış olan ticari ve finansal
teknikler burada doğmuştur. Isa’dan önce 9. yüzyıldan 3. yüz­
yıla kadar Akdeniz havzası geniş bir alışveriş ağının ortasında
kalıyordu ve bu da uluslararası ölçekte bir işbölümünün varlı­
ğına tanıklık ediyordu. Klasik çağda Alina, banka ve ticaret
şirketlerinin faaliyetlerini Akdeniz ve Karadeniz üzerine yay­
dıkları güçlü bir finansal bölgeydi [Cameron, 1889, s.35]. Or­
taçağ Avrupası’na daha da yakın olan İslâm dünyası ise 8. yüz­
yıldan 11. yüzyıla kadar çok yaygınlaşmış bir ticari faaliyetin
merkeziydi ve İslâm tarafından mükemmelen yasalaşmıştı.
Buna karşılık ancak Latin Orlaçağ Hıristiyanlığının sonları­
na doğru uluslararası ticaretin sıçraması, tüccarları bütün top­
lumsal düzeni yavaş yavaş değiştirecek kadar güçlendirecek-
lir.. Nedir o zaman Balı’nın özelliği? Uzunca bir süredir tarih­
sel araştırmaların konusu olan bu sorunun basil bir cevabı
yok. Bununla beraber, iktisadi küreselleşmenin nasıl ortaya
çıktığını bulmak istiyorsak, bu soruyu başımızdan atamayız.

Siyasi Gücün D ağılm ası

Batı Roma İmparatorluğunun yıkıntıları üzerine kurulan bu


medeniyetin başlıca özelliği kültürel homojenliğiyle siyasi gü­
cün aşırı dağılımı arasındaki zıtlıktır [Baechler, 1971). 5 ve 10.

20
yüzyıllar arasında Avrupa, doğuda Macar, güneyde Müslüman
ve kuzeyde Normand işgallerine bazen başarıyla bazen başarı­
sızca karşı koyan bir kaleydi. “Bu zavallı Avrupa geniş devlet­
lerin ağırlığını taşıyamadı. Daha yeni kurulmuşken çöktüler
ve yok oldular. Hızla kurulan Charlemagne imparatorluğu da,
büyük imparatorun ölümünden az sonra dağıldı (814). Kutsal
Germen imparatorluğu kısa sürede büyük, yıkık bir ev haline
geldi. Böylece Batı İmparatorluğu küçük ve çok sayıda dere­
beyliklere ayrıldı” [Braudel, 1963, s.354].
Bu derebeyliklerinin her biri siyasi ve ekonom ik olarak
özerk bir birim oluşturuyordu ve kendi savunma duvarlarıyla
pratik olarak ele geçirilemez haldeydiler. Toprak, asker! hiz­
metleri karşılığında kralın derebeyine ya da daha yüksek bir
derebeyine veriliyordu. Yeni serf sınıfı tarafından işletiliyordu,
serfler geçmişle özgür olup nüfusları azaldığı ve fiziksel güven­
likleri olmadığı için güçlülerin himayesine giren proleterleşmiş
ya da resmen köleleşmiş kişilerdi. Toprağın verdiği ürünün bir
kısmı köylüye, geri kalanı, ayrıca çeşitli vergiler alan derebeyi­
ne veriliyordu. Bu feodal düzenin içinde alışveriş ve para dola­
şımı en basil ifadelerine indirgenmişti. Toplumsal sınıf değiştir­
mek diye bir şey yok gibiydi, herkesin statüsü doğumuyla be­
lirleniyordu. Toprak değiştirmeleri de sınırlandırılmıştı. Serfler
derebeylerini özgürce terk edemiyor, derebeyleri de serilerini
ancak bütün derebeylikleriyle birlikte satabiliyorlardı.
Bir tek Batı’da ve Japonya’da görebildiğimiz bir özellik, fe­
odal rejim bozulmaya başladıktan sonra, bir sonraki ekono­
mik evrimde çok önemli bir rol oynayacaktı: toprağın miras
yoluyla intikali. Toprağın hükümdarın malı olduğu ve işlete­
cek kişiye ömrü boyunca verildiği Antik Doğu imparatorlukla­
rı (Mısır, Babil, Asur, Iran, vb.) ile Ortaçağ Doğu imparator­
luklarının (Çin, Hint ve İslâm dünyası, vb.) tersine, Balı ve Ja­
ponya uzun aile soylarının oluşumuyla ayırt ediliyorlardı. Bu
oluşum, yavaş yavaş biriken bir verasetin de temeliydi. Fer­
nand Braudel’e göre [1985, s .72-74] tüccar burjuvazinin asır­
lar boyu sırlından geçindiği bu soylar kapitalizmin ortaya çıkı­
şında güçlü bir rol oynadılar.
21
K en tlerin Ö zerkliğ i

Bir tarafla, toplumsallaşma yapıları ve devlet aygıtlarının


çok yavaş yenilenebildiği, tarlalaşma yolunda geniş bir iç me­
kân, diğer tarafta, çoğunlukla kendi içinde can çekişen, ama
ilk yüzyıllarda hoşgörülü olan Bizans ve Islâmiyelle yapılan ti­
caret sayesinde, özellikle Akdeniz’de ekonom ik hayata geri
dönmeye daha yakın olan kentler vardı. Önce Kuzey İtalya'da,
daha sonra Almanya ve Hollanda’da çok sayıda kent, haklarını
bildiren yasalar koparıp feodal otoriteyi aşmayı başarmışlardı.
Böylece kendi kendilerini idare etmeye, mâliyelerini kontrol
etmeye, kendi adalet sistemlerini kurmaya ve kendi toprakla­
rına sahip olmaya başlamışlardı. Nathan Rosenberg ve L. E.
Birdzell’in de gözlemlediği gibi [1986, s.72] böylesi bir geliş­
me ancak merkeziyetçi monarşilerden kurtulmuş ülkelerde
mümkün olabilir.
Weber’e göre, Batı kentinin mutlak orijinalliği işte budur.
Batı kentinin Antikçağ’dan beri, özgür insanları bir araya geti­
ren cemaatler halinde oluşmasında bu özellik rol oynamakta­
dır. Kentleri saran ve zorla sahip olan bir devlet iktidarı nok­
sanlığından kaynaklanan bu yegânelik, Jean Baechler’e göre
[1971, s . l l l ] Roma lmparatorlugu’nun dağılmasından sonra
Ortaçağ Avrupası için, M.S. 2. yüzyılda Dor istilalarından son­
ra Eski Yunan için geçerlidir. Her iki vakada da siyasi ortamın
çeşitliliği ve geçirimliliği, bürokratik imparatorluk halinde ya­
pılanmaması, özerk kentler arasındaki ticaretin ortaya çıkma­
sını mümkün kılmış ve böyle bir düzen daha sonra uluslarara­
sı ticarete dönüşmüştür.
Roma imparatorluğu örneği, siyasi ortamın ticaret alanına
yapacağı iki olası biçimlendirmenin -imparatorluk ve ademi
merkeziyetçi- farklı etkilerini daha iyi kavramamızı sağlıyor.
Yunan tüccar ya da ondan önceki Fenikeli tüccar gibi Romalı
tüccar da iki farklı Akdeniz kenti arasındaki fiyat farklılıkla­
rından çıkar elde etme ve bu yolla hatırı sayılır bir sermaye
oluşturmakta gayet becerikliydi. Bununla birlikte, Robert Lo-
pez’in vurguladığı gibi [1971] sanayi ya da ticaret ve finans

22
Roma Imparaiorluğu’nda iç içe geçmişti. Yasalar, stratejik mal­
lar ve gıda ürünlerinin ihracatını yasaklayarak dış ticareti sıkı
bir şekilde kısıtlamıştı. Ticari ve mali faaliyetlere değer veril­
mezdi, egemen sınıfa layık görülmezdi, fakir vatandaşların
toplumsal durumlarını düzeltmek için yararlı oldukları düşü­
nülürdü. Servet biriktirmek kendi içinde bir amaç olarak algı-
lanmazdı. Sadece kamu hayatına girmenin yoluydu. Birikim
oluşur oluşmaz toprak mülkiyetine ya da savurgan tüketime
harcanırdı. Tek kelimeyle, "kâr arayışı değil, toplumsal statü
arayışı birincil kaygıydı” [a.g.e.].
Orlaçag’ın özgür Baıı kentleri, tersine, toplumsal statü ve
mali birikimin birbirlerine karışmaya çalıştıkları toplumsal ya­
pının ilk örneğidir. Zayıf bir merkezî gücün denetiminde de­
ğildirler, bununla beraber ayrı bir siyasi ve askerî güç de oluş­
turmazlar (Baechler, 1971, s .1131. Bu bakımdan birer askerî
birim olarak ortaya çıkan ya da W eber’in deyimiyle savaşçı
birlikler gibi görülen Eski Yunan ve Mezopotamya kentlerin­
den temel bir şekilde ayrılırlar. Buna karşılık Ortaçağ Avrupa-
sfnın tüccarı, kendisine kapalı kalan siyasi alanın çekiciliğine
kapılmaz. Servet biriktirmek böylece. Ortaçağ Avrupası’nın is­
tisnaî siyasi kontekstinde sınırsızca yayılma fırsatı bulan kendi
içinde bir hedef haline gelir. Her tür devlet müdahalesinden ve
aynı zamanda her tür siyasi vakit kaybından kurtulmuş Orta­
çağ kentleri, özellikle de kıyı kentleri ekonomik faaliyete ilk
defa özerk bir biçimde gelişme imkânı tanımışlardır.
Böylece, 10. yüzyıldan itibaren, sonunda istila tehditlerin­
den kurtulan Hıristiyan Avrupa’da, ticari devrime giden iki yol
Çizilmiştir. Birincisi, Kuzey İtalya’daki şehir devletleriyle baş­
lar ve hızla 15. yüzyıla kadar uzanır. Bu dönemde, servet biri­
kimi görülmeye değerdir, ancak büyüme ve sanayi kapitaliz­
mine geçiş gerçek bir iç pazarın yokluğu yüzünden engellen­
miştir. Çok daha yavaş olan ikinci yol, ulus-devlellerin oluştu­
ğu yoldur. Tüccar sınıflar Ortaçağ’da daha şevksiz gelişirler,
ama güçlü devletlerin sağladığı askerî ve lojistik destekten,
merkaniilist devrimin bir araya getirdiği iç pazarlarda olduğu
kadar dışarıda da bütünüyle faydalanırlar.
23
Bir A kden iz’den D iğerine

İlk olarak Venedik, daha 11. yüzyıldan itibaren, yüzyıllar


boyu sürecek zenginliğini ve Avrupa ekonomisi içindeki öne­
mini belirleyen licaret ağlarını kurmaya başlar. Bizans’a deniz
desteği vererek bağlılığını gösterir fakat kendi egemenliğini de
korur. Etki alanını sınırlayan iki büyük gücü, İslâm dünyası
ile Bizans’ı, Hıristiyan âlemine tanıştırır. Batı’dan satın aldığı
demir, ağaç ve esirleri baharat, fildişi ve ipek karşılığında Do-
ğu’ya salar. Bunlara kendi deniz tuzunu ve cam ürünlerini de
ilave eder. Ticari menfaatlerini olumsuz etkileyeceğini bildi­
ğinden Adriyatik kıyılarında imparatorluk kurmak yerine bu­
rada pek çok limana proleklorasını dayatır [Lopez, 1971]. Bu
sömürgeler, ürünlerini vergiden muaf olarak satabileceği basit
ticari iç topraklardır.
Daha sonra Piza ve Ceneviz de Venedik’in izinden giderler.
Etki alanını bütün Akdeniz’e yaymak için, Venedik sıkıntıya
düşen prenslere ticari imtiyazlar karşılığında deniz kuvveti
desteği vererek Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının çökü­
şünden faydalanır. 13. yüzyılda kurulan Moğol İmparatorluğu
Çin’den, Karadeniz’in Rus kıyılarına ve Macaristan’a kadar uç­
suz bucaksız bir alanı bir süre için birleştirince, İtalyan tüccar­
lar Doğu’nun zenginliklerine ulaşmak için Arap aracılardan
kurtulma fırsatı bulurlar. Venedikli Marco Polo’nun notlarında
söz ettiği Hindistan ve Çin ile licaret yolları işte böylece kurul­
muş olur.
Kuzey Denizi ile Ballık Denizi arasında, özellikle mali açı­
dan mukayese edilebilir gelişmeler artık yavaş yavaş ortaya
çıkmaya başlamıştır. Jutland Yarımadası’ndaki Lubeck’le Ham-
bourg ve Ilalya Yanmadası’ndaki Venedik’le Ceneviz’in karşı­
lıklı konumları arasında paralellik kuran Robert Lopez, “iki
Akdeniz”, Kuzey’le Güney analojisine dikkat çeker, lskandi-
navların askerî ve ticari hegemonyalarına karşı çıkan Alman
kentleri de siyasi özerklik elde ettiklerinden etki alanlarını si­
lah ve ticareti kullanarak tüm güney Baltık’a yayarlar. Dani­
marka kralının tehditlerini püskürterek, licaret kafilelerini as-

24
kert güvence altına alacak Hansa ligini oluştururlar. Bizans’ın
düşüşü ile beraber Iskandinavlarm da 11 ve 13. yüzyıllar ara­
sında iktisadi ve ticari açıdan zayıflaması Alman tüccarların
Doğu’ya girmesini kolaylaştırır.
“İki Akdeniz”in birbirine bağlanması öncelikle Alpler üze­
rinden geçen karayolu sayesinde gerçekleşir. 12. yüzyılda böl­
gesel fuarlar devri de başlar, bu fuarlar içinde en ünlüsü Şam­
panya bölgesi fuarlarıdır. Sabit bir pazar oluşturan bu fuarlar,
İtalya’dan Hollanda’ya, Almanya’dan Iber Yarımadası’na, Avru­
pa’nın kuzeyli ve güneyli bütün tüccarlarını bir araya getirir.
Kuzeyin yünlüleri ve kumaşları buralarda Fransız şarapları ve
İtalyanların Doğu'yla yaptıkları ticaret sayesinde getirdikleri
kumaş ve baharatlarla değiş tokuş edilir.
1292’de Kastilyo-Ceneviz akınıyla Cebelitarık Boğazı alının­
ca Avrupa’yı dışarıya bağlayan önemli bir kapı da açılmış olur.
Ingiltere ve Flandre’ye giden yol böylece açılmış olur ve navi-
gasyondaki ilerlemeler sayesinde bu yol çabucak kullanılır ha­
le gelir.

O rtaçağ Prehapitalizıni

Ticaretin sıçramasıyla, İtalyan tüccarların inisiyatifinde mal­


ların bir yerden başka bir yere gidip gelmesini kolaylaştıran fi­
nansal teknikler gelişir. 12. yüzyılın sonundan itibaren ortaya
çıkan ilk poliçeler satıcıya başka yerlerde başka bir parayla
ödeyebileceği bir itimat kazandırarak, fonların fiziksel olarak
transfer edilmesine olan ihtiyacı kaldırmaya başlar. Poliçeler
ödeme araçları olmaktan çıkıp, süratle kredi araçlarına hatta
spekülatif araçlara dönüşürken, ödeme süreleri ve döviz kur­
ları da belirli pazarlıklara konu olurlar. Fuarlardaki ticaretin
büyük bir kısmı bu şekilde, krediyle gerçekleştirilir. “Şampan­
ya fuarları o kadar sık kurulmaktaydı ki, sadece bir tanesinde
bile, Avrupa’daki bütün tahviller, hatta prens ve laik-dinî bü­
tün erkânın tahvilleri ödenebiliyordu [...]. Bütün mali piyasa­
lar Şampanya fuarlarıyla ilişki içinde olduğundan, kontluğun
içinde bu fuarların bütün Batı’nın clearing house’u [takas oda-
25
sıj haline geldiği, borçların tazminlerle giderildiği bir sistem
doğdu [Fourquin, 1977, s.368].
14. yüzyılın başında, İtalyan bankerler Avrupa’nın bütün
büyük meydanlarında şube açarlar, onların izlerini hâlâ sokak
isimlerinde görmek mümkündür (Paris’te rue des Lombarts,
Londra’da Lombard Street). Böylece alıcılar ve satıcılar kalıcı
ilişkiler kurarlar ve rolleri sona eren fuarların aracılığından
kurtulurlar.
Tüccarlar ticari kredi unsurları olduğundan, uluslararası ti­
cari ilişkilerden doğan, faiz üzerine değil, kambiyo üzerine ça­
lışan banka da ortaya çıkar (la banca ya da banc para değiş to­
kuş edenlerin masasıydı). Bununla beraber, Venedik bankala­
rının 14. yüzyılda peş peşe iflas etmesi yapılarının kırılgan
kaldığını kanıtlıyor.
Büyük ticaretin gelişmesi, paralelinde toplamların yapılan­
masına da etki eder. 11. yüzyılda Venedik’te ortaya çıkan sipa­
riş usulü, ilk kez bir seyahai için sermaye sahipleriyle tüccar­
ları bir araya getirir. Sermayesi olmayan tüccar seyahatin riski­
ni üstüne alır. Gemi ve yükü hedefe ulaşırsa alacaklının hesabı
kapatılır ve kâr paylaşılır. Küçük işler için, çoğunlukla akraba
olan şahısların, başkasına temlik konulamaz bir sermaye oluş-
Lurduğu ve belirlenmiş bir zaman dilimi için sorumluluklarını
sınırsız olarak ortaya koydukları katılımlı şirketler oluşturu­
lur. Daha ciddi işler için sermayeler, zaman içinde sınırsız ola­
rak temlik konabilir paylar olarak bağlanır. Bu, uzun dönemli
ticarette çoğunlukla uluslararası sermayelere dayatılan ko­
mandittir. Muzaaf muhasebe usulü bu sebeple 13. yüzyılda
İtalya’da ortaya çıkmıştır.
Hiçbir siyasi engel olmadığından gelişip büyüyen bu ticari
kapitalizm, hâlâ loncaların dikkatli denetiminde olan üretim
sistemiyle yine de çok fazla ilgilenmez. Bu anlamda hâlâ sade­
ce prekapitalizmdir. Ayrıca, Flandreli ve İtalyan büyük tüccar­
ların itelemeleriyle taşeronluk tarzında işleyen bir tekstil sana­
yiinin vaktinden önce ortaya çıktığını belirtmek gerekir. Daha
13. yüzyıldan itibaren, zanaatkârlara sipariş verip hammadde­
leri işleyen ve faaliyetlerin koordinasyonunu temin eden tüc­

26
carların inisiyatifleriyle loncalar kurulur. Bir yüzyıl sonra,
tekstil sanayi bütün Hollanda'da, Kuzey Fransa’da, Güney İn­
giltere’de ve Kuzey İtalya’da yayılır. Daha sonra, bu tür kapita­
list kuruluşlar madencilik, gemi inşaatı ve metalürji gibi diğer
sanayi sektörlerine atlamayı deneyeceklerdir. Yine de sanayi,
ekonomik yaşamı etkileyen değişimlerin çoğunun merkezinde
olan ticaret faaliyetinin sadece bir yan koludur.
Şeffaflık ve kontrolden kaçan bu büyük ticaret, Braudel’in
belirttiği gibi [1985, s.55], alışverişlerin çok küçük bir kısmını
kapsar. Pierre Chaunu’nün iletişim daireleri teorisine göre
[1977], Ortaçağ’da bir çiftçinin tükettiği ürünün yüzde 90’ı,
oturduğu alanın etrafındaki 5 km’lik bir daire içinde kullanılır.
İkinci değişim dairesi küçük bir ülkenin alanı kadardır. Birinci
dairenin halkalarını aşan ürünlerin yüzde 9 0 ’ı yaklaşık bir ki­
lometre karelik bir yüzeyde, bir günlük uzun bir yürüyüşle
katedilebilecek bir alanda dolaşırlar. Üçüncü daire, yani kalan
onda birin onda biri olan daire ise uzak licaret dairesidir. Ama
en dikkate değer kâr bu son daireden elde edilir. Genellikle
son derece eşitsiz bir biçimde yapılan bu alışverişler yoluyla
prenslerin tüccarları ve bankacıları servetlerini oluşturur, Av­
rupalI dünya ekonomisi ortaya çıkar, kapitalizm ve ekonomi­
nin küreselleşmesi de bunun sonucu olacaktır.

Avrupalı Dünya Ekonomisinin Ortaya Çıkışı

Ticari kapitalizmin bu ani sivrilişi 14. yüzyılın ortalarında bir­


denbire kesintiye uğrar. Bir yüzyıl sürecek bu sarsıntı haricî
sebeplerden kaynaklanmıştır: salgın hastalıklar, savaşlar ve ik­
lim soğuması. Yüzyılın başından itibaren kendini hissettiren
bu soğuma, 1315-1317 yıllan arasında bütün Kuzey Avrupa'yı
etkileyen kötü haşatın ve kıtlığın büyümesine sebep olmuştur.
1338 yılında patlak veren Yüzyıl Savaşları Fransa’nın yarısını
harap etmiş, iki rakip ülkenin ekonomilerini de tüketmiştir.
Ama asıl 1348’den sonraki kara veba salgını gerçek bir nüfus
yıkımına sebep olur. Kırım’daki İtalyan tüccarların getirdiği
bu salgın hastalık ürkütücü bir hızla bütün kıtaya yayılır, ha-
27
herleşme olanaklarının iyileşmesiyle hastalığın hızı bir ölçüde
düşer. Birkaç yıl içinde Avrupa, nüfusunun üçLe birini kaybe­
derek 50 milyonun altına iner [Fourquin, 1977]. Ticari, iktisa­
di ve demografik gelişme hareketi yeniden ancak 15. yüzyılın
ikinci yarısında başlar. Bu hareket küresel ekonomi alanına
yavaş yavaş bugünkü şeklini kazandıracak olan deniz kuşat­
malarından kurtulma süreciyle çakışır.

Dünyanın H er Köşesinin D ışa Açılması

Yaklaşık bir yüzyıllık bir süre içinde, 1 4 30’la 1540 yılları


arasında Avrupalı tüccar-denizci-falihler Afrika kıyılarını araş­
tırıp sonunda çevresini dönmeyi başardılar, Hint okyanusun­
daki Hint-Arap ticaretinin denetimini ellerine geçirdiler, Çin
ve Japonya’ya kadar ilerlediler, Amerika kıtasını keşfettiler ve
hem güneyini hem ortasını hem de kuzeyini fethettiler. Deniz­
ciler çoğunlukla İtalyan olsa da, bu ticari serüvenlerin ilk giri­
şimcileri ilginç bir şekilde o güne kadar Avrupa sahnesinde
marjinal bir konumda olan krallıkların uluslarıııdandı.
Başta Portekiz, Bartolome Bennassar’m belirttiği gibi [1977,
s.398], 16. yüzyılda sadece 89.000 kilometrekarelik alanda bir
milyonluk nüfusa sahipken, birkaç onyıl içinde Brezilya’dan Ma-
cao’ya kadar Afrika’nın iki yakasını ve dolayısıyla Hindistan’a gi­
den deniz yolunu içine alan bir ticaret imparatorluğunun kalbi
haline gelir. Tarihçiler genellikle bu baş döndürücü yayılmanın
kaynağının, kıtlığıyla tüccarları sıkıntıya sokan altın açlığı oldu­
ğunda birleşirler. Antikçağ’dan itibaren Batı dünyası Doğu’yla
olan ticaretinde zarara uğramıştır. Bu kıta değerli madenler bakı­
mından fakir olduğundan, baharat, inci ve kıymetli kumaş alım-
larmı finanse edebilmek için Müslüman dünyasıyla yaptığı tica­
rete bağımlıdır. 15. yüzyıl boyunca denizcilikteki ilerlemeleri ve
Islâm dünyasının geriye gitmesi, ufukla Afrika’daki maden ya­
taklarına doğrudan ulaşabilme imkânını belirtir.
O dönemde altın, Müslüman tüccarların dolaşımını elinde
tuttuğu bir Afrika ürünüdür [Vilar, 1974, s.57-58]. Venedik’in
en büyük rakibi olan Ceneviz, Kuzey Avrupa’ya giden elverişli
28
bir yol ve aynı zamanda Afrika’nın kuzeydoğusuna doğru çı­
kıntı yapan ayrıcalıklı bir bölge olan Lizbon’dan, Sudan'daki
altına giden bir deniz yolu bulmak için destek alır. Portekiz’in
Kuzey Afrika’daki ilk başarıları ve Batı Afrika’nın zenginlikleri­
ni keşfetmesiyle (altın, fildişi ve esirler), Prens Henri’nin kral­
lığı neredeyse kanatlanır, çabucak Cenevizlilere mesafe alır.
Onlar da iki Akdeniz arasında bir başka limana yönelirler, ltal-
yanlar sayesinde bir ticaret ve finans merkezi haline gelen bu
liman Sevilla limanıdır. 1490’dan itibaren Portekizliler için ge­
miyle etrafını dolaşacağı Afrika rotası belirlenir. Yüzyılın son­
larına doğru Ümit Bumu’nu geçen Vasco de Gama Hindistan’a
ulaşır. 1453’te Konstantinopolis’in düşmesiyle zayıflayan Vene­
diklilerin tekelindeki baharat ticareti böylece çökmüş olur.
Bu yeni yolun keşfedilmesi, kuşkusuz Portekiz Hükümdar-
lıgı’nın, Batı’ya doğru giderek Hindistan'a ulaşabileceğini iddia
eden Cenevizli Kristof Kolomb’un yolculuğunu finanse etmeyi
reddetm esini açıklıyor. Bununla beraber Kolom b, 1492’de
Granada’nın Müslümanların elinden alınışını Kolomb’a destek
vererek kutlamak isteyen Kastilya Kraliçesi’nin desteğini ala­
caktır. Kırk yıl kadar sonra İspanya, Portekiz Brezilyası’m ku­
şatarak, geçerken de Aztek ve lnka medeniyetlerini yok ede­
rek ve Cortes’in gelişinden evvel sırf Meksika’da yirmi beş mil­
yon olduğu tahmin edilen yerli nüfusu ortadan kaldırarak Şi-
li’den Kaliforniya’ya, Arjantin’den Florida’ya yeni dünyayı sö­
mürgeleştirmek üzere fetheder.
Dünya çapındaki bu yayılma Avrupa’ya müthiş bir zenginlik
getirir. Altın ve gümüş akm ına, beslenme alışkanlıklarında
devrim yaratacak yeni yabancı ürünler (kahve, kakao, şeker,
patates, domates, mısır, pirinç, tropik meyveler vb.) ve yeni ti­
caret yollarını kontrol etmeyi başaran tüccarların inanılmaz
kazançlar elde etmelerini sağlayan mamul maddeler (pamuk,
çivit, Brezilya ahşabı, fildişi vb.) eklenir. C haunu’ye göre
[1969], Avrupa’nın ithal ettiği nadide madenler ve baharatla­
rın değeri, 16. yüzyılda Avrupa içi deniz ticaretinde hacmen
en büyük olduğu kabul edilen buğday ticaretinin değerinden
beş kal fazlasına tekabül ediyordu.
29
Avrupa’nın Ağırlık M erkezinin Yer D eğiştirm esi

Bir dönem coğrafya ve tarihin rastlantılarıyla ayrıcalıklı bir


konum elde eden Portekiz ve İspanya, her şeye rağmen yeni
sömürgelerinden elde ettikleri olağanüstü kaynaklan sermaye­
ye dönüştürmeyi beceremeyeceklerdir. Rosenberg ve Birdzell
haklı olarak, hiçbir siyasi kurumun o dönemde tüccar sınıfı at­
latarak deniz aşın zenginlikleri sahiplenebilecek güçte olmadı­
ğının altım çiziyorlar [1986, s.87]. Ayrıca, Iberya monarşileri­
nin desteklediği bir dolu keşif gezisinin arkasında İtalyan tüc­
carların izlerini bulmak hiç de zor değildir. Buna karşılık çabu­
cak, sahnenin ön planım işgal edenler ve sömürge ürünlerinin
dağılımından ve ikmalinden en baba partiyi alanlar başka tüc­
carlar, bazen de Flaman, HollandalI, İngiliz korsanlar olmuştur.
Baharat ticaretinde tekelin dışında kalan, iç savaşlarla hırpa­
lanan, yabancı istilalar sırasında da viran edilen İtalya kısa za­
manda Avrupa ekonomisine hükmedemez hale gelir. Lizbon,
baharat ticaretinin merkezi olarak Venedik’in yerini alır, ama
16. yüzyılın ikinci yarısında kendini Avrupa’nın en büyük li­
manı olarak kabul ettiren Anvers olur. O sıralar Hollanda, ha­
nedanlık meseleleri yüzünden hâlâ büyük Charles Quint lmpa-
ratorluğu’nun bir parçasıdır. Dolayısıyla da Ispanya’nın Atlan­
tik ötesi ticaretinden faydalanmak için iyi bir konumdadır. Bu­
na rağmen Ispanya’nın himayesine girmeyi reddeder. 1568 yı­
lında başlayan uzun bağımsızlık savaşı 1579’da Birleşik Eyalet-
ler’in kurulmasını sağlar.* Bugünkü Belçika’ya denk düşen gü­
neydeki Katolik bölüm yine de Ispanya’nın kontrolünde kal­
maya devam eder. İspanyolların baskısından ve kuzeydeki Pro­
testan eyaletlerin boykotundan zarar gören Anvers, üstünlüğü­
nü giderek Amsterdam’a kaybetmeye başlar. Amsterdam kendi­
ni Avrupa’nın birinci ekonomik ve finansal piyasası olarak gös­
terir, bu konumunu 17. yüzyılın sonuna kadar koruyacaktır.

( * ) Birleşik Eyaletler, Hollanda’nın kuzey bölüm üne 1579'da U trecht Bırligi'nin


kurulm asından 1795'e dek verilen addır. Birlik, hepsi kalvinci olan, Zeeland,
Hollanda, U trecht, O verijsel, Friesland, Groningen ve Gelderland eyaletlerin­
den oluşuyordu - e.n.

30
Ekonomik gücün İspanya ve Portekiz kanalıyla Avrupa’nın
güneyinden kuzeyine, İtalyan site-devletlerinden Birleşik Eya-
letler’e geçmesi, iktisat tarihinin en tartışmalı noktalarından bi­
ridir. Bazı yazarlar, Hıristiyan Avrupası’nın imparatorluk halin­
de yeniden birleşme hayalleri yüzünden kuramların zayıfladığı­
na, siyasetlerin uyumsuz olduğuna ve kaynakların savurganca
tüketildiğine ısrarla dikkat çekiyorlar [Cameron, 1989, s. 133-
139], Baechler gibi bazı yazarlar da [1971, s.125], 1492’de Ya-
hudilerin sürülmesinin getirdiği korkunç sonuçlar bir yana,
Amerika’nın sömürgeleştirilmesi için harcanan inanılmaz çaba­
nın Ispanya’nın canlı gücünü azalttığını ileri sürüyorlar.
Bir başka açıklama da Richard Rapp tarafından getiriliyor
[1975]. 1570’li yıllardan itibaren Akdeniz dünyasının ürünle­
rini taklit ederek, onların zenginliklerini ele geçiren ve sanayi­
lerini harap eden kuzeyli korsan-ıüccarların Akdeniz dünyası­
nı nasıl yağmaladıklarını gösteriyor. Gerçeklen de askerî ol­
sun, entelektüel olsun, korsanlığın ehemmiyeti göz ardı edile­
mez. Ingiltere’ye önemli boyutla kaynak getiren korsan Fran­
cis Blake ulusal kahraman ilân edilmiş ve İngiltere Kraliçesi
E lizabet tarafından şövalye unvanına layık görülm üştür.
1588’de Yenilmez A rm adanın uğradığı hezimet, İspanyolların
Atlantik’teki hâkimiyetinin sonu olur. O andan itibaren Ingi-
lizler, Fransızlar ve HollandalIlar Amerika’ya yerleşebilecekler­
dir. Yeni-Amslerdam (New York) 1626’da kurulur.

Avrupaiı Dünya E konom isinin* Yapısı

1450-1650 yılları arasında ortaya çıkan Avrupalı dünya eko­


nomisinde önemli teknik yenilikler yoktur. Bennassar’m be­
lirttiği gibi [1977, s.493], 17. yüzyılda, bir yüzyıl önce ya da
sonra olduğu gibi, sanayi üretimi hep aynı güçleri kullanmak­
tadır: insan gücü, hayvan gücü, rüzgâr, su ve ağaç. Demirin iş­
lenmesi gelişse de, başlıca sanayi kolu tekstil olarak kalmıştır.
Buna karşılık, ciro uygulamasını sağlayan senetlerin yaygınlaş­

(* ) W allerstcin'in cconom y-w orld kavram ını ekonom i-dünya diye değil, dünya
ekonom isi diye çevirmeyi tercih ettik - e.n.

31
masıyla birlikte finansal teknikler yetkinleşir. Şubeli şirketle­
rin ortaya çıkmasıyla, bir iş merkezi iflas ettiğinde bütün bir
şirketler grubunun tamamen çökmesi önlenmiş olur, böylece
girişimlerin yapıları daha esnek hale gelir. Deniz ticareti, bü­
tün büyük Avrupa limanlarındaki denizcilik sigortası şirketle­
rinin gelişmesinden yararlanır. Mali yoğunlaşma olağanüstü
bir hale gelir. Dönemin en büyük ticaret ve banka şirketini yö­
neten, Charles Quint’in de yatırımlarını finanse eden Fugger-
lerin serveti bunu gayet iyi açıklıyor.
Ama yine de en derin iz bırakan olgu hiç kuşku yok ki, Av­
rupa’nın dünyaya hükmetmesi ve bundan kaynaklanan iktidar
rekabetidir. Braudel ve Immanuel Wallerstein’in ileri sürdüğü
ekonomi-dünya kavramı bir dünya ekonomisini değil, müda-
hillerinin (siıe-devletler, ulus-devleller, hatta imparatorluklar)
esasta ekonomik ilişkilerle birbirlerine bağlı oldukları çoku­
luslu, hiyerarşik, ama siyaseten birleşik olmayan ekonomik
bir alanın yapılanmasını ifade eder. Avrupa’nın karakteristiği
olan siyasi çoğulculuk dünya ekonom isini imparatorluktan
ayıran şeydir. Wallerslein’e göre ise, [1974, s. 15] Avrupa’dan
önce var olan dünya ekonom ilerinin (Mezopotamya, Antik
Akdeniz, Roma, Çin ve İran) başlıca özelliği, bunların sonuçta
imparatorluklara dönüşmesiydi. Buna karşılık Avrupalı dünya
ekonom isi, Charles Q uint’nin girişim lerinde olsun, Napol-
yon’un savaşlarında ya da Nazi Almanyası’nm Kıta Avrupası’nı
esirleştirmesinde olsun, her zaman zor kullanılarak bütünleş­
meye direnç göstermişlir [Baechler 1971, s. 122]. Kapitalist bi­
çimde, alışverişlere eşlik eden teknolojinin de gelişmesiyle, si­
yasi birliğinin kurulmasına karşı gereken panzehiri sistematik
olarak üretmiştir. Buna, birkaç yüzyıllık varoluşundan sonra
dünya çapında olma olgusu da eklenir.
Avrupalı dünya ekonom isi her ne kadar her bir devletin
içinde bölümlere ayrılmış halde kalsa da, 16. yüzyıldan itiba­
ren bütün dünyaya yayılır. Bu ekonominin merkezi kısa za­
manda Hollanda, daha açık olarak Amsterdam olur ve bu Bir­
leşik Eyaletlerle Ispanya’yı karşı karşıya getiren uzun savaştan
(1568-1684) çok daha önce gerçekleşir. İç içe geçmiş halkalar­

32
dan oluşan bu yapıda ekonom ik ağırlık azaldıkça merkeze
olan bağımlılık da artmıştır [Braudel, 1985], İlk halka, Avru­
pa'da hegemonya kurmayı isteyenlerden [Ingiltere, Fransa]
oluşmuştur. Bölgesel ekonomileri kendisine bağlayan bazı si­
yasal birlikleri soyutlarsak, Hollanda, Güney ve Doğu Ingiltere
ile Kuzey Fransa’dan oluşan topluluk 1600’lere doğru bu siste­
min merkezi konumuna gelir [Wallerstein, 1980, s.37]. İkinci
halka, hegemonya savaşının dışında kalan, ama ekonomik po­
tansiyelin hâlâ önemli olduğu alanları kapsar (Kuzey İtalya, İs­
panya, Portekiz, Kuzey Almanya ve Ballık kıyısındaki kentler -
Alman tüccarlar buradaki ticaretin kontrolünü yavaş yavaş
HollandalIlara ve lngilizlere kaptırmışlardır). Sistemin etrafını
oluşturan son halka ise İskandinavya, Iskoçya, Doğu İrlanda,
Güney İtalya ve Amerika'daki sömürgelerden müteşekkildir.
Burada anlamlı bir nokta, merkezden uzaklaşıldığı oranda
siyasal özgürlük artıyor, oysa üretim ilişkileri gittikçe daha ar­
kaik bir hal alıyor. Sömürgelerde ekonomik sistem bütünüyle
esirlik düzeni üzerine kuruludur. Doğu Avrupa’da, serilik dü­
zeni Ortaçağ’dakinden bile daha vahşi bir biçimde sürmekte­
dir. Buna karşılıkk merkezde, siyasi özgürlüğün yanında eko­
nomik zenginlik de vardır. Daha o zamandan itibaren, yüzyıl­
lar boyunca sürecek uluslararası ilişkileri derinden etkileyecek
farklılaşmaların bazıları ortaya çıkmıştır.

M İLLETLER ŞOKU VE LtBERALİZM iN YÜKSELİŞİ

15. yüzyılın ortasından itibaren Batı Avrupa’da ticaretin ve sö­


mürgeleşmenin yayılması, siyasi ve toplumsal çalkantıları da
beraberinde getirmiştir. Ulus-devletlerin güçlenmesi de bunla­
rın en çarpıcı özelliklerinden biridir. 19. yüzyılda doruk nok­
tasına ulaşacak olan bu gelişmeyi ekonom ik alanda, ulusal
ekonomik gelişmenin öncüsü gibi görünen devletlerin hem
içeride hem dış ilişkilerde giderek artan müdahalecilikleri iz­
ler. Bu dönemde ayrı bir disiplin olan modern siyaset ekono­
misi, uluslararası ticari ve mali hareketlerin ulusal zenginliğe
yaptığı etkiyle karşı karşıya kalır. Gözle görülür bir biçimde.
33
önce Hollanda ve daha sonra da İngiltere’de olduğu gibi hege­
monyacı uluslarda m erkantilisl uygulamalara karşı liberal
doktrin vücut bulur. Daha sonra Almanya gibi daha geç geli­
şen bazı uluslar da ekonomik milliyetçiliğe kendi katı argü­
manlarını sokacaktır.

Merkantilizm ya da İktidarın
Hizmetindeki Kapitalizm

11. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın dışa açılması, Akdeniz ve


Kuzey denizindeki limanlı şehirlerde, zayıflayan merkezî ikti­
dardan yararlanan tüccar sınıfı sayesinde olmuştur. Ama özerk
kentler uluslararası ticaret yoluyla zenginleşirken, Batı Avru­
pa’daki ulus-devletlerin uzun oluşum süreci ekonomik sistem­
de daha önemli bir dönüşümün önünü açıyordu. 17. yüzyılda
Avrupa’ya hâkim olan Amsterdam, Braudel’e göre [1985, s.99]
tarihin son site-devletiydi. 18. yüzyıldan itibaren Avrupalı
dünya ekonomisinin merkezi artık site-devletıen çıktı, büyü­
mekle olan sanayie iç pazar derinliği kazandıran bir ulus-dev-
lelin başkentine yerleşti.
Ulus-devletlerin bu yavaş oluşum süreçlerinin ilk evresi,
Ortaçağ sonundaki (1350-1 4 50) uzun ekonomik bunalımlar
ve askerî çalışmalar dönemi olmuştur. İspanya ve Portekiz’de
ancak lber Yarımadası’nın yeniden fethedilmesi ve Islâmiyetin
geri püskürtülmesi sayesinde merkezî iktidar gerçekleşebilir.
Fransa ve İngiltere’de ise, Yüzyıl Savaşları merkezî krallıkların
kurulmasında ve milli kimliğin ortaya çıkmasında belirgin bir
rol oynar. Bu dönem, kentsel ekonominin yükselişiyle devlet­
lerin mali ihtiyaçları arasında sıkışan feodal ekonominin çö­
züldüğü dönemdir.
Böylece 17. yüzyılla birlikte yeni bir etap da aşılmış olur. Yi­
ne bu dönemde, kıtaya hükmeden Ispanya'daki Habsbourgla-
rın sonunu getiren Otuz Yıl savaşları (1 6 1 8 -1 6 4 8 ) gibi çok
önemli bir uluslararası kriz sayesinde siyasi merkezîleşme sü­
reci hız kazanır. Bu krizi, 1651’den itibaren Birleşik Eyaletler,
İngiltere ve Fransa arasında uzun yıllar sûren bir dizi çatışma
34
izler ve sonuçta, 19. yüzyılın başında yeni İngiliz hegemonyası
kabul edilir [Wallerstein, 1980]. Bu dönem ekonomik planda
alışverişlerin ve faaliyetin istemli geri çekilmesi olarak nitele­
nir. Gezegenin her köşesinin dışa açılmasıyla başlayan Avrupa
ekonomisinin uzun büyüme evresi 1600’lere doğru kesilir. Bu,
14. yüzyıldaki gibi tüm kıtayı kapsayan korkunç bir bunalım
değilse de, büyümede, bölgeden bölgeye değişen bir yavaşla­
madır, ama yine geneldir: dinde, siyasette, uluslararası ilişki­
lerde, ekonomide ve nüfus alanında genel bir krizdir. Avru­
pa’da hiçbir ulus bundan kendini sıyıramamıştır. İşte böyle
şiddetli bir uluslararası rekabet ve ekonomik durgunluk orta­
mında merkantilist doktrin yavaş yayaş yoğurulur.

F eod al Sistem in Çözülm esi

Merkez! monarşilerin oluşması sürecinde zorunlu bir aşama


olan feodal sistemin çözülmesi 14. yüzyıldan itibaren yavaş
yavaş başlar. Feodal ekonomi hâlâ bu çağda kırsal kesime hâ­
kimdir. Bununla birlikte, Fransa ve İngiltere arasında henüz
savaş patlamadan ve kriz çıkmadan çok önceleri, feodal eko­
nomi kentlerde gelişen pazar ekonomilerinden olumsuz etki­
lenmeye başlamıştır. Dağıttığı yüksek gelirlerle, kentlerdeki
pazar ekonomileri tarımsal iş gücü üzerinde yüksek bir çekim
gücü etkisi yaratmıştır. Kırsal kesimin parasal ekonomiye ev-
rilmesine ve feodalizm içindeki üretim ilişkilerini dönüştür­
meye katkıda bulunmuştur. Tüccarların ithal ettiği lüks malla­
ra erişebilmek için büyük parasal kaynaklar gerekmekteydi.
Bu durum toprak sahiplerini, aidatları doğal üründen ziyade
paraya çevirmeye ve topraklarını köylülere kiralamaya, hatta
salmaya arzulandırmıştır.
Yine de serilerin üzerindeki bu baskı bütünüyle kalkmaz.
Ekonomik koşullar bozulduğu andan itibaren köylülerin öz­
gürlüğü tehlikeye girer ve toprak aristokrasisi bütün baskıcı
gücüne yeniden kavuşur. 14. yüzyılda, krallann savaş masraf­
ları için vasallardan topladıkları yüksek vergiler, vasalları köy­
lülerin kazanımlannı geri almaya itti, köylüler de buna isyan
35
ettiler. Bu yüksek vergilere isyan eden köylülerin çıkardığı
ayaklanmalar İngiltere’de ve Fransa’da bastırılmış olsa da fe­
odal ekonomiyi oldukça zayıflatmıştır. Lordlar ellerindeki
kaynakları yitirdikçe aralarında savaşmaya başlarlar, o vakit
krallıklar bu çatışmalara hakemlik etmek ya da durdurmak
için ideal konuma gelirler, böylece ayrıcalıkları artar. Askerî
tekniklerini geliştirerek bu işi yapmışlardır ve bu gelişmelerle
birlikte süvarilik ve güçlü şato dönemi kapanmıştır.
Bu andan itibaren, siyasi, askerî, mali ve parasal erkin mer­
kezileştirilmesi süreci artık geri dönüşü olmayan bir süreç hali­
ne gelir. Yine de hâlâ devletlerin, yeni doğan bürokrasinin ve
daha donanımlı, daha kalabalık, dolayısıyla daha pahalı olan
piyade ordularının finansmanı için gerekli kaynakları, vergi,
borçlanma ya da para değerini düşürme gibi yollarla harekete
geçirmeleri gerekiyordu. 12. yüzyılda başlayan devlete ait kay­
nakların vergilendirilmesi, 14. yüzyılda hızlanır. Kısa zamanda,
parasal oyunlar borçların değerini düşürmek ve ödeme araçla­
rının yetersizliğini örtbas etmek için pratik bir yöntem haline
gelirler. Ayrıca lordların sabit gelirlerini azaltmak gibi bir etki­
leri de olduğu için lordların devlet karşısındaki konumlan za­
yıflar. Nicel para teorisinin ilk başlarda deniz aşırı bölgelerden
değerli madenlerin gelmesine bağladığı 16. yüzyıldaki fiyat
yükselişi, rantiyelerin ortadan kalkmaları sürecini en son nok­
tasına kadar getirip, bunların yerine tüccar sınıfını yerleştire­
cektir. Bir yüzyıl içinde üçe katlanan fiyatlardaki devrim aslın­
da kâr enflasyonuyla açıklanabilir, ürünlerin fiyatları üretim
maliyetlerinden (maaş ve hammadde) daha hızlı arttı. Bir yüz­
yıl süren bu fenomen fabrika üretimi için de güçlü bir teşvik
anlamına geliyordu. Yine de fabrika üretimi kentlerde loncala­
rın lekelinde sıkışıp kalmaya devam etti. Tüccar sınıfı için çö­
züm kırsal kesimden gelecekti: “Baiı’daki bütün tekstil merkez­
lerinin etrafında, kentli zanaatçılardan daha ucuza çalışan fa­
son el emeği peşindeki tüccarlar binlerce iplikçi ve dokumacıyı
işe aldılar” [Deyon, 1978, s.264|. Hem bu amaçla hem de yer­
leşmek amacıyla tüccar burjuvazi feodallerin virane lopraklan-
nı kelepir fiyata satın alır. Kırsal kesime nüfuz eden kapitalist
36
zihniyet tarıma da el atar, özellikle de, çitlerin kaldırılmasıyla
kırsal ekonominin alt üst olduğu ve toprağın azami kârla işle­
tilmesi için son engelin de kalkmış olduğu Ingiltere’de.
Bağımsız sitelerin kendi aralarındaki uluslararası ilişkiler­
den doğan pazar ekonom isi, kendi gelişm esine engel olan
kentlerin etrafındaki kırsal kesime de böylelikle girer. Geriye
bir tek loncaların lekelini kırmak ve ürünlerin dolaşımını kı­
sıtlayan iç engelleri ortadan kaldırmak kalmıştır. Bunu da, sü­
rekli bir ekonomik büyüme yüzyılı sayesinde inanılmaz dere­
cede zenginleşen tüccar sınıfından etkin olarak destek alan
ulus-devlet yapacaklır.

D evletlerle Tüccarların ittifakı

17. yüzyılda savaş bir kez daha, siyasi merkezîleşme süre­


cinde başlıca itici güç olur. Profesyonelleşen orduların bakımı
ve donanımının gerektirdiği harcamaların kütlesel ariışı, dev­
letleri, her yolu deneyerek fon yaralmak zorunda bırakır. Bu­
nu başarmak için kralların iş çevrelerine dayanmaktan başka
seçenekleri yoktur. İş çevreleri onlara silah, maden ve kredi
verirler. Aynı zamanda ekonomi çarkları hakkındaki bilgilerini
ve uluslararası ağlarını da aktarırlar.
Pierre Deyon’nun hatırlattığı gibi [1978, s.256], “devlet sa­
dece levazım ve ordu hizmetlerinden yoksun değildi, aynı za­
manda bir merkez bankası, bir hâzinesi ve yetkin memurları
da yoklu”. İşadamları doğrudan ve dolaylı vergileri idare et­
mek için bütün Avrupa’da iş başına çağrılmaktaydılar. Ispan­
ya’da 2. Philippe, babası Charles Quint gibi, siyasetinin mali
yönlerini sürekli işadamlarıyla görüşmek zorundaydı. Fransa
bu bakımdan özellikle engelliydi. Amsterdam Bankası’na sahip
olan Birleşik Eyaletler’den ve 1694’te İngiltere bankasını kuran
Birleşik Krallık’tan farklı olarak, 14. Louis’nin Fransası ne bir
merkez bankasına ne de bir emisyon kurumuna sahipti.
Vergi gelirlerine bağlı kalamayan devlet, masraflarını karşıla­
mak için düzenli olarak özel bankalara başvurmak zorunda ka­
lıyordu. Aynca büyük finans merkezlerinden (Amsterdam, Ce­
37
nevre, Hamburg) ödenek almak ve uluslararası borçlarım öde­
mek için de bu özel bankalara yönelirdi. Kraliyetin kendilerine
olan bağımlılığından yararlanan tüccar ve finansçılar devlet
mekanizmasının her noktasına sızıyorlardı. Tüccarlar vergile­
rin, finansçılar ise kraliyetin mâliyesinin idaresini üstleniyor­
lardı. Böylelikle, ekonomik siyasetin gidişatında kendi görüşle­
rini dayatabilecekleri, fırsatları değerlendirebilecekleri (tekel
ayrıcalıklarına sahip olma, devlet siparişleri) ve adalet ve vergi
takiplerinden korunabilecekleri bir konuma yerleşmişlerdi.

Ulusal Ekonom ilerin Doğuşu

Görüldüğü gibi, devletle tüccarların ittifakı, 17. yüzyılın üç


büyük gücü (Birleşik Krallık, İngiltere ve Fransa) arasındaki
rekabetin neden olduğu karmaşık oyunun devamıdır. Ulusal
ekonomilerin iç bütünleşmesinde de bu ittifakın belirleyici bir
rolü vardır. Ekonomik krizin konteksti, bu çağda meydana ge­
len sarsıntıların yorumlanmasında önemli bir anahtar haline
geliyor. Yarattığı savaşlar ve salgın hastalıklarla ya da Ameri­
ka’daki değerli madenlerin gelişinin sona ermesiyle de olsa (iki
olay da birbirinden bağımsız değildir), İspanya (1600’e doğru)
ve İtalya’dan (1620’ye doğru) başlayıp Almanya ve Fransa’ya
(1630’a doğru) yayılan, sonra da İngiltere ve Birleşik Eyaletler’e
(1650’ye doğru) ulaşan kriz, sırf dış pazarlara açılmaya dayalı
bir büyümenin sınırlannı gösteriyor. Tüccarların iç pazann ser­
bestleşmesi lehindeki taleplerini de bu şekilde destekliyor.
İç pazardaki alışverişlere, feodal dönemden bir dolu iç engel
-yol boyunca, köprülerin üstünde ve altında, kent girişlerinde
kesilen geçiş paraları, para birimlerinin farklılığı- ve her kente
özgü farklı düzenlem eler miras kaldı [Favier, 1987, s.3 9 ].
Devletlerin üstlendiği iç pazarı tektipleştirme girişimi, (20.
yüzyılın sonuna yaklaşırken Avrupahlara tanıdık gelen bir ses
olarak) hem malların serbest dolaşımını hem de para birimle­
rinin, ağırlık ve uzunluk ölçülerinin birbirlerine uydurulması­
nı içeriyordu. Fransa’da bölgeler arasında gümrük birliği an­
cak arazinin beşte üçünde, 1664’de sağlanabilmişti. Braudel’in

38
belirttiği gibi [1985, s. 103], milli ekonomilerin oluşmasıyla,
devletler tarafından yapılandırılan siyasi alanlar temeli üzerine
kurulmuş ekonomik alanlar ortaya çıktı. Burada siyasi yapı­
landırma ile anlatılmak istenen, tek bir ulusal dilin ya da dinin
zorla dayatılmasıdır, güçlü ve baskıcı merkezî idarelerin nü­
fusları sınırlandırmasıdır, Michel Foucault’un de eserinde çar­
pıcı bir biçimde belirttiği dönüşümdür.
Tüccarların saldırganlığına en sert tepki emek alanında (ve
İngiltere’de tarım alanında) verilmiştir. Loncaların bir “emek
pazarı” oluşturulmasına karşı, başka bir deyişle çalışma koşul­
larının kuralsLzlaşiırılmasına karşı direnişleri 18. yüzyılın so­
nuna kadar sürer. Fransa’da loncalara tanınan ayrcalıklar an­
cak 1776 yılında Turgot tarafından kaldırılabilecektir. İngilte­
re’de zanaalkâr yasası 1 81 4’te kaldırılır. Meslek loncalarının
böylesi yavaş yavaş yok oluşu, ticari kapitalizmin imalatçılar
üzerindeki artan hâkimiyetini gösteriyor.
OrLaçağdan beri sınaî faaliyetlere hâkim olan loncalar ayrı­
calıklı yapılarını ancak, eşit büyüklükteki birkaç küçük işlet­
meden oluşan çekirdek üretim yapıları çerçevesinde muhafaza
edebiliyorlardı [Garden, 1978]. Sınaî yoğunlaşmadaki yükseliş
ve sınaî faaliyetlerin şehirlerden kırsal kesime ya da büyük şe­
hirlerden küçüklere doğru kayması, tüccarların bu direnişi
kırmalarını sağlayacaktır. Çağdaş dönemin tipik olaylarından
biri de, iş dünyası ile ilgili mevcut kuralları yıkmak amacıyla,
sınaî faaliyetlerin merkezden dışa doğru yer değiştirmesi ola­
yıdır. Bu da eski bir stratejinin yeniden hayata geçirilmesinden
başka bir şey değildir. Polanyi’nin de tespit ettiği gibi, merkan-
tilist dönemde kırsal kesim hâlâ bir dünya ekonomisinin çev­
resinde yer alıyordu. Kıtasal alanların kapalılığını kırıp, bura­
lara nüfuz ederek gelişen bu ekonomi, yönü dıştan içe, ulusla­
rarası ticaretten iç ticarete doğru olan bir hareket sunuyordu.

Ö dem eler D engesine G österilen ilgi

Gerçek bir doktrinden ziyade uygulamalar bütünü olan


merkantilizm, başından itibaren ekonomik düşüncenin kesin
39
eleştirisine hedef olmuştur. Bugün de hâlâ koruduğu bu olum­
suz imajı, kendisine kayıtsız savaş açan Sm ith’in Uluslar m
Zenginliği kitabında doruğa ulaşır. Bu fetiş kitabın yayımlan­
masından önceki ekonomi siyasetlerini ve doktrinlerini arkaik
ve tutarsız bulma eğilimindeki liberal akım, bu imajı devam
ettirdi. Bununla beraber, aradan geçen zamanın verdiği mesafe
ve tarihçilerin daha tarafsız tanıklıklarıyla, merkantilizmin
devletin ekonomik hayata sistematik ve tutarlı müdahalesinin
ilk örneği olarak ortaya çıktığı görülüyor.
Bu müdahale kaynağını 17. yüzyılın bunalımlı ve savaşlı or­
tamından almaktadır. Bir önceki yüzyıldaki o inanılmaz büyü­
meden sonra, ticaretteki büyümenin yavaşlaması, birilerinin
zenginleşmesi diğerlerinin fakirleşmesidir inancını destekler.
Durgunluk yaşayan dünya pazarında, büyüme ancak pazar pa­
yı kazanımlarından gelebilir. Burada anahtar kelime zenginleş­
medir. Liberal eleştiri m erkanlilistlere, milli zenginliğin en
emin kriterinin değerli madenler olduğu şeklinde yanlış bir
inanış aktardı. Weber daha o zaman, Genel iktisat Tarihi adlı
eserinde, eleşlirile eleşlirile karikatürleştirilmiş bu inanca iti­
raz ediyordu [1927, s.347]. Pierre Deyon’nun da belirttiği gibi,
“bunların büyük çoğunluğu, kalabalık ve sınaileşmiş bir nüfu­
sun, müsait bir iklimde verimli bir toprağın, fabrikaların ve fa­
al bir denizciliğin zengiliğe gerçek kaynak ve garanti olduğu­
nu gayet iyi biliyorlardı. Uluslararası ticarette değerli maden­
lerle alışveriş yapılmasına bu kadar önem vermelerinin sebebi,
altın ve gümüşün hâlâ tam oluşmamış bir kredi sisteminin te­
melini oluşturması ve dolayısıyla prensin son kaynağı olma­
sıydı” [1978, s. 199].
Değerli madenleri biriktirmek her şeyden önce devlet kredi­
sini sağlama ve savaşı finanse etme yoluydu. Bu aynı zamanda,
yüksek düzeyde para dolaşımı sağlama ve bu şekilde, fiyatla­
rın düşmesini, faiz oranlarının artmasını önlem e yoluydu.
Merkanlilistlere göre bu birikim, madenlerin ülke dışına çık­
masını yasaklamak (İspanya örneğinin de gösterdiği gibi nadi­
ren başarılı olur) yerine, ticari fazla yaratmayı hedefleyen poli­
tikalarla daha emin bir biçimde gerçekleştirilebilirdi. Parolala­

40
rı, ithalata karşı önlem almak ve ihracatı teşvik etmek yoluyla
iç üretimi kışkırtmaktı.
Dış ticaret açığı üzerindeki olumlu etkilerinin ötesinde, bu
politika vergi tabanını genişleteceğinden, devletin gelirlerini de
artırmalıydı. Daha genel olarak, üretim işinin, ticaretin ve sö-
mürgesel genişlemenin desteklenm esi, bu doktrinin başlıca
konularıdır ve hepsi, devletin gücünü artırmaya adanmışlardır.
Bu yaklaşıma hakkını veren, anlamlı bir biçimde, Slate making
teorisini 19. yüzyıl sonunda geliştiren Gustav von Schmoller
gibi Alman yazarlar oldu. O sıralar siyasi birliğini yeni yeni
oluşturan Almanya, bütün gücünü ağır sanayi kurmaya ve sö­
mürge elde etmeye yönlendiriyordu. Almanya’da ayrıca, Fried­
rich List tarafından yeni doğan sanayilerin korunması yönün­
de -bugün gelişmekle olan ülkeler bunlardan hayli faydalanı­
yor- argümanlar da ileri sürülmüştü (ileride göreceğiz).

Ulusal Arzın D esteklenm esi

Merkantilizmin dışarıya yönelik saldırgan tabiatı, 17. yüz­


yıldan itibaren Britanya Deniz Ticareti Akitleri ile kendini gös­
terir (1651). Bu belgelere göre, İngiltere’ye sadece İngiliz ge­
mileri veya ürünün menşeinin ait olduğu ülke bandıralı gemi­
lerle taşınan mallar girebilecek, ayrıca sömürgeler arası ticaret
de sadece İngiliz bandıralı gemilerle sağlanacaktı. Birleşik Eya­
letler, kendisini hedef alan bu önlemler karşısında tepkisiz ka­
lamazdı. 1652 ile 1674 arasında İngiltere ile aralarında en az
üç savaş yaşandı. Gerçeklen de denizlere hâkim olmak, sö-
mürgesel genişlemenin ve özellikle de sömürgelerle licareli
denetlemenin anahiandır. 1700’den itibaren Amerika, Hindis­
tan ve Afrika, lngiliere’yle yapılan ithalatın üçte birini ve ihra­
catın yedide birini oluşturuyorlardı, bu oranlar 18. yüzyılda
da büyümeye devam etti [Deyon, 1978, s.207]. Sömüıge kay­
naklarının işletilmesi için tekel hakkının verilmesi de ticari
genişlemedeki ikinci kaldıraçtır. 1602’de kurulan Doğu Hin­
distan Hollanda Şirketi modeline dayanarak (VO C), İngilte­
re’de (özel teşebbüs), Fransa’da, Danimarka ve İsveç’le (devlet
41
teşebbüsü) sömürge şirketleri, yani ilk anonim şirketler kurul­
muş oldu.
İçeride, Colbert’in imalatçılar lehindeki sistematik faaliyet­
leri sayesinde, arz en üst seviyeye ulaşıtr. İmalatçılar, vergi
muafiyeti, geçici üretim tekeli, kredi kolaylığı, devlet denetimi
ve kraliyet namına üretim unvanı gibi onursal ayrıcalıklardan
yararlanırlar. Üretim denetimi ve düzenlemeleri Fransız malla­
rının kalitesini Avrupa’da eşsiz kılar. Yeni sanayileşen Asya ül­
kelerinin günümüzde uyguladığına benzer seçici bir himayeci­
lik, sınaî dönüşüm sayesinde hammadde tasarrufu sağlar, itha­
lattan alman vergiler devletin mali konumunu güçlendirdiği
gibi, iş çevrelerinin de işine gelir. Aynı şekilde, temel ürünle­
rin ve gıda ürünlerinin ihracatı yasaktır.
Bölgesel uzmanlaşmanın olmaması Avrupa üretiminin en
belirgin özelliklerinden biridir. Ekonomik rekabetler ve askerî
çatışmalar devletleri her alanda kendi kendine yeterli olmaya
itmiştir. İngiltere’de işle bu önemli noktada liberal tepki orta­
ya çıkar ve bu ulusun ekonomik hegemonyasının temellerini
attıktan sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısında resmî politika ha­
line gelir.

Klasik Düşünce ya da
Uluslararası İşbölümünün Savunulması

17. yüzyılda merkantilizm, daha önce de söylediğimiz gibi,


önce İngiltere'de ve sonra da Fransa’daki büyük merkezî mo­
narşiler sayesinde ortaya çıkmıştır. Avrupalı dünya ekonomisi­
ne o zamana kadar hükmeden Birleşik Eyaletler de şüphesiz
sömürgelerle ilişkilerde tekel rolü oynayan ilk büyük şirketleri
kurmuşlardı. Bununla beraber bu ülke diğer alanlarda, güm­
rük vergilerini düşük tutarak, serbest para dolaşımına izin ve­
rerek ve tüccarlarına savaşın ortasında düşmanlarıyla licaret
yapma hakkını vererek liberalizmin koşulsuz avukatlığını yap­
mıştır [Deyon, 1978, s.209]. O dönemde Hollanda’nın edindi­
ği rekabet avantajını yansılan bu durum, uluslararası işbölü­
münün sunduğu fırsatları en iyi şekilde kullanmasına yönlen­

42
diren iç pazarının küçüklüğüyle de açıklanabilir. Adam Smith
ve David Ricardo’nun teorisini geliştirdikleri klasik politika
ekonomisi daha sonra İngiltere tarafından da benimsendi.

Adam Smith ve S erbest Ticaret

Smith’ten önce hiçbir yazar işbölümüne bu denli önem ver­


memişti. Iskoçyalı profesör Ulusların Zenginliği adlı eserinde, bu
süreci bütün gerçek ekonomik ilerlemelerin kaynağı olarak gö­
rüyor. Gerçek ekonomik ilerleme ancak üretim yetkinliğinin
büyümesinden, yani verimliliğin artmasından doğabilirdi. Bu
ise, önemli oranda zaman kazandıran ve makinelerin varlığını
mümkün kılan iş kollarında uzmanlaşmaya bağlıdır. Ayrıca, da­
ha önce görmüştük, piyasanın büyüklüğünün buna izin verme­
si gerekir. İşbölümünün genişliği aslında üretim ölçeğine çok sı­
kı bağlıdır. Bu da sonuç olarak uluslararası bir uzmanlaşmanın,
uluslararası boyutta bir işbölümünün yararını ortaya koyar.
Aslında bu işbölümü belli ölçüde Ortaçağ’da da mevcuttu.
Kendi kendine yeterlilik kırsal kesimi büyük ölçüde belirler­
ken, tüccar kentler de üretimlerinin ve tüketimlerinin bir kısmı
için Avrupa içi ve dışı alışverişlere tabiydiler. Örneğin, Flandre
veya Kuzey İtalya tekstili için gereken ipek Asya’dan, yün de
genellikle İngiltere’den ithal ediliyordu. İngiltere, İskandinavya
ve Rusya gibi hammadde ihraç eden, tipik periferi ülkesi konu­
mundaydı. Ulus devletlerin oluşmasıyla ve merkantilist dö­
nemde imalatçı kesimin gelişmesiyle bu uzmanlaşma büyük öl­
çüde kalktı. Bundan sonra, büyük Avrupa devletleri, bugün de
olduğu gibi, pek çok alanda rekabet ettiler.
Tabii ki bu koşullar altında, himayecilik ulusal üretimi cesa­
retlendirdi. Ama bu durum uluslararası pazarlardan daha kali­
teli malı daha ucuza alabilecek tüketicilerin zararına oluyordu,
daha çok ödüyorlardı. Ayrıca işbölümüne getirilen sınırlardan
zarar gören üretim yetkinliğinin de aleyhineydi. Her ülkenin
yatırımlarını belirli bir rekabet avantajına sahip olduğu ürün­
lere yoğunlaştırması gerekiyordu.
Smith’e göre optimum uluslararası uzmanlaşmanın ölçütü
43
basittir: mutlak üretim maliyetlerini karşılaştırmak. Bu mali­
yetler, her ürün için, birleşen iç piyasaların oluşturduğu reka­
bet ortamında eşitlenme eğilimindedirler, sadece rekabet ede­
meyen üreticiler piyasadan çıkıyor diye değil, aynı zamanda
üretim faktörlerinin (arazi, iş, sermaye) fiyatları da artık reka­
bet içindeki piyasalarda oluşuyor diye bu böyledir. Buna karşı­
lık uluslararası düzeyde, fiyat farklılıkları üretim faktörlerinin
hareketsizliği ve üretim tekniklerinin eşitsizliği yüzünden de­
vam ediyordu. Bundan da, her ulusun üretici potansiyelini en
iyi şekilde işletmesini ve bütün diğerlerinin mutlak avantajla­
rından en iyi şekilde yararlanabilmesini sağlayan serbest lica­
ret ve uluslararası uzmanlaşma fırsatı doğdu.

David Ricardo ve K arşılaştırm alı Üstünlükler

Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Verginin ilkeleri adlı çalışmasın­


da [1817] Smith’in değerlendirmelerine itiraz ediyor. Ticareti
yapılabilir bütün ürünlerde mutlak verimlilik (dolayısıyla mali­
yet) üstünlüğüne sahip olan bir ülkenin, buna rağmen ticaret­
ten çıkar sağlayacağını gösteriyor: bu ülkenin çıkan, karşılaştır­
malı maliyeti en düşük olan üretimlerde, başka bir deyişle karşı­
laştırmalı üstünlüğü en yüksek olan üretimlerde uzmanlaşmak­
tır. Ricardo ünlü örneğinde, Portekiz şarap ve kumaş üretimin­
de İngiltere’ye göre daha üstünse ve eğer şarapta üretim maliyeti
yönünden daha avantajlı ise, diğerinin üretiminden vazgeçmesi­
nin daha az kârlı olmayacağını gösterir. Buna karşılık, İngilte­
re’nin de karşılaştırmalı zararının daha az olduğu kumaş üreti­
minde uzmanlaşması çıkarmadır.
Bu örnekle İngiltere ve Portekiz’in oluşturduğu “dünya” açı­
sından bakarsak, karşılaştırmalı üstünlükler ilkesi üzerine ku­
rulu bir uluslararası uzmanlaşma, teoride kaynakların opti­
mum tahsisine imkân verir. Hem dünya çapında üretim hac­
mini en üst seviyeye çıkarmayı hem de her ülkedeki tüketile­
bilir ürün hacmini, bir otarşi durumunda olacağından daha
üst bir seviyeye çıkarmayı sağlar. Bu sonuç sadece üretim fak­
törlerinin hareketsiz olduğu bir bağlamda geçerlidir. Eğer ln-
44
giliz sermayeleri risk ve milliyetçilik gibi sebepler yüzünden
Portekiz’e yapmadıkları yatırımı yapsalardı, ‘İngiliz sermaye­
darları ve her iki ülkenin tüketicileri, kumaş ve şarabın Porte­
kiz’e getirdiğinden muhakkak daha çok kazanacaklardı” diyor
Ricardo [1817, s. 118]. Ricardo, böyle bir durumda işsiz kala­
cak Ingiliz tüketicilerinin ne gibi bir çıkarı olacağını belirtmi­
yor, aynı şekilde, her ülkenin karşılaştırmalı üstünlüklerini
gözeten dünya çapında bir uzmanlaşmanın getireceği üretim
fazlasının, alışverişlerdeki taraflar arasında nasıl paylaşılacağı­
nı da açıklamıyor.
Ricardo’nun sorunu aslında başka. O, dünya genelinde son
derece varsayımsal bir optimum arayışından çok, sanayideki
kâr oranlarının düşmesini engellemeye çalışır. Bilindiği gibi,
önerdiği paylaşım yasaları bu düşüşün kaçınılmaz niteliğini
kanıtlamaktadır. Merkantilistlerden daha sivri bir şekilde, Ri­
cardo’nun ekonomi politiği uluslararası ekonomiye ancak be­
lirli çıkarları yerine getirmek amacıyla eğilir. Merkantilist ide­
oloji prensin hizmetindeki tüccar sınıfın çıkarlarını koruyor­
du. Ingiltere’de ortaya çıkan, Ricardo’nun da en ileri temsilcisi
olduğu klasik ekonomi politik, uluslararası optimumu göze­
ten Britanya kapitalizminin çıkarlarını kollar.
Ricardo’nun kafasını kurcalayan ve 1815'te yayımlanan Ser­
mayenin k â n üzerinde düşük buğday fiyatlarının etkisi üzerine
denem e’d e ilk taslağı yapılmış bir ispatın nedeni olan sorun ne­
dir? Söz konusu olan, artan nüfus yüzünden, verimsiz toprak­
ların giderek tarıma açılması, böylece toprak sahiplerinin ran­
tının artması ve iş gücü maliyetinin, yani ücretlerin yükselme­
siyle sermayenin kârlarının erimesidir. Ricardo’ya göre çözüm,
uluslararası ticarette saklıdır, özellikle de buğday ithalatının
serbestleştirilmesinde yatar. Bu şekilde, emek gücünün yeni­
den üretimi için gerekli asgari harcama maliyeti azalacak ve
dolayısıyla kârlar düzelecektir. Bu da Napolyon savaşlarından
beri İngiliz tarımını Kıta Avrupası’nın rekabetinden koruyan
Conı Lavv’un askıya alınmasını gerektirir. Ayrıca şunu da hatır­
latalım , İngiliz sanayii, imalat sanayi ürünlerinde yaklaşık
yüzde 4 0 ’lık ortalama bir gümrük tarifesiyle, İngiliz işçilerin
45
yabancı ülkelerde çalışmasının ve şirketlerin yurtdışından ma­
kine ihraç etmesinin yasaklanmasıyla o dönemde sistematik
olarak himaye ediliyordu [Caron, 1978, s.4 2 1 1.
Ricardo’nun Britanya burjuvazisinin çıkarlarının savunul­
masına gayet güçlü bir şekilde bağlı olan karşılaştırmalı üs­
tünlükler teorisi, ancak İngiliz sınaî hegemonyasının Avrupalı
dünya ekonomisini ele geçirmesiyle zafere ulaşabilirdi. Bun­
dan sonra da, İngiliz kapitalizminin çıkarları, zaten serbest ti­
caretle özdeşleşen İngiliz ulusunun çıkarlarına bağlanabilirdi.
1840’lı yıllarda, İngiltere mamul maddeler üzerindeki tarifele­
ri büyük ölçüde ve tek yanlı olarak indirmeye, ithalata koydu­
ğu tüm yasaklamaları kaldırmaya (1842), sömürge ürünlerine
yönelik kraliyet tercihinden vazgeçmeye (1 8 4 5 ) ve de Corn
Laws (1846) ile Denis: Ticaret Akitleri (1 8 4 9 ) gibi merkanıilist
dönemin başağrıları olan bu yasaları da kaldırmaya karar veri­
yordu.

Jo h n Stuart Mill ve Ticaret H adleri A nalizi

Ricardo, uluslararası ticaretin hangi koşullarda bütün taraf­


lar için avantajlı olduğunu belirlemeye çalışmıştı. Bununla bir­
likte, optimum bir uluslararası uzmanlaşmadan kaynaklana­
cak “dünya genelinde” bir üretim fazlasının ticarete katılanlar
arasında nasıl paylaşılacağı hakkında hiçbir şey söylemiyordu.
Ricardo’nun çözüm lem esi bu noktada Jo h n Stuart M ill’in
önerdiği ticaret hadleri analizinin oluşumu çözümlemesiyle
lamamlamr. Mili 1848’de yayımlanan Ekonom i Politiğin Ilkele-
ri’nde, licaret hadlerinin iki ülkedeki talebin fiyat esnekliğine
bağlı olduğunu gösteriyor. Talebin fiyat esnekliği, fiyatın yüz­
de bir azaldığı durumda talepteki yüzdesel artışı ölçer. Esnek­
lik güçlü oldukça fiyat da zor yükselir.
Mill’in analizi, uluslararası serbest ticaretin erdemleri hak-
kındaki klasik iyimserlikle de benzeşir. Teknik yeniliklerin ya
da daha genel olarak bir ülkenin gerçekleştirdiği verimlilik ka­
zançlarının ticarete katılan diğer taraflara da kâr sağladığını
gösterir. Bu, fiyatların, klasik yaklaşıma göre, malların üretimi
46
için gerekli emek niceliğine göre oluştuğu olgusuna dayanır
(emeğin değeri teorisi). İngiliz tekstil sanayiinin verimliliğinin
arttığını varsayalım. Portekizlilerin İngiliz kumaşına olan ta­
leplerinin esneklik değerine göre üç durum ortaya çıkar. Es­
neklik bire eşitse, Portekiz aynı değeri ödeyip daha fazla ku­
maş alacaktır. Esneklik birden küçükse, daha büyük bir ithalat
hacime karşılık Portekizlilerin ithalat değeri azalır. İngiltere
hem ticaret hadleri düzeyinde hem de ihraç edilen değer bakı­
mından kaybeder. Esneklik birden büyük olduğunda ise, Por­
tekizlilerin ihracat hacmi fiyat düşüklüğündan daha büyük bir
oranda büyür. Ingiltere ticaret hadlerindeki düşüklüğü, değer
olarak yüksek ihracatla telafi eder.
Her durumda, İngiltere’nin ticaret hadleri bozulmuştur. Bu
sonucun insanın elini kolunu bağlı bırakan bir iyimserliği
var: gelişmiş ülkelerdeki verimlilik artışları son noktada daha
az gelişmiş ülkelerin tüketicilerinin yararına olur. Yani, Ingil­
tere’nin sanayileşmesi, tüm insanlığın yararına veya en azın­
dan Ingiliz ürünlerini satın alma zahmeti gösteren ulusların
yararına olur. Mantıki sonuçlarının sınırına götürülen bu me­
kanizma, satın alma gücü anlamında tüm uluslararası farklı­
lıkların kalkmasını öngörür. Ticaret kazançları analizine tale­
bi yeniden dahil eden Mili, Rikardocu analizin önemli bir ek­
siğini gideriyordu. Bununla birlikte, klasik varsayımlar -para­
nın olmaması, ücretlerin uluslararası düzeyde eşitliği, verim­
lilik artışlarının fiyatlara otomatik yansıması-, Mill’in 19. yüz­
yılda olduğu gibi günümüzde de hiç düzeleceğe benzemeyen
uluslararası ekonominin hiyerarşik yapısını anlamasını engel­
liyor.

Sonradan Gelenlerin Neo-Merkantilizmi

Klasik ekonomi politiğin etkisinde yoğrulan ve serbest tica-


retçi olan söylemin karşısına, 19. yüzyılın ortalarından itiba­
ren, aynı gelişmişlik düzeyinde olmayan uluslar arasındaki
rekabetin olumsuz sonu çlan olduğunu ve devletlerin yeni
doğan sanayilere aktif olarak müdahale etmesi gerektiğini sa­
47
vunan bir karşı söylem çıkar. Sanayi devrimiyle altüst olan
Avrupa'da merkantilist konular yeniden canlanır. Çünkü sa­
nayi devrimi, bu sürece katılan uluslarla diğerleri arasında
kapatılması mümkün olmayan bir gelişm işlik düzeyi farkı
yaratma tehlikesi taşımaktadır. Çarpıcı bir biçimde, Machi-
avel ve Hobbes’lan beri eski kıtada hüküm süren siyasi ger­
çekçiliğin ekonom ik versiyonu olan bu neo-m erkantilizm ,
1870’ten itibaren üç ulusta, Birleşik Amerika, Almanya ve J a ­
ponya’da yayılır. Bu ülkeler bugün dünya ekonomisine hük­
mediyorlar.

Alm anya ve A m erika B irleşik D evletleri

Bölünmüş, siyasi birliğini henüz tamamlamamış bir Alman­


ya’da liberal söylemin en güçlü teorik ifadesi, 1840’da yayım­
lanan Ekonom i Politik Ulıısal Sistemi adlı eseriyle Friedrich
List’in kaleminden çıkar. Bir Zollvereiıı -Alman gümrük birliği-
tarafları yani iç pazarın korunması ve genişletilmesi esasına
dayanan bir sanayileşme yanlısı olarak List, eğitici bir himaye­
ciliğin gerekliliğini gösterir. Bir ulusun uluslararası rekabete
girmeden önce kendi üretim kapasitesini geliştirmesi gerekti­
ğini savunur. Bu kapasite ise, doğanın az ya da çok cömert
davranarak sunduğu ürünleri sömürmek değil, onları dönüş­
türme becerisidir. Dolayısıyla sanayi ekonomik gücün temeli­
dir ve gelişmesi için, önemli gelişme düzeyi farklılıkları olan
bu dünyada, devletin müdahalesi zorunludur.
Güç çatışmalarının pek mevcut olmadığı, tarihsel boyutun
göz önüne alınmadığı klasik homojen dünya yaklaşımına kar­
şı List, siyasi gücün ve ekonomik zenginliğin birbirini koşul­
landırdığı gerçekçi bir görüş ileri sürer. Serbest ticaretin tüm
ülkelerde refah artışına yol açacağı hipotezini reddetmese de,
gerçekle bunun, bütün ulusların kalkınm ışlık düzeylerinin
eşil olduğu durumda sağlanabileceğine inanmıştır. Bu anlam­
da List’in ekonomik milliyetçiliği, dış ticarette saldırgan ol­
maktan ziyade kendini korumaya yöneliktir.
Bu gerçekçi yaklaşıma benzer bir ifade, Amerikalı Alexan-
48
der Hamilton’m tezlerinde de vardır. 1791’de yayımladığı Ra-
porl on Manufactures’da refahı, bağımsızlığı ve güvenliği ma*
mul ürünlerin zenginliğine bağlar, bunların gelişmesi için et­
kin bir himayeciliğin gerektiğini belirtir. Güneyli ayrılıkçılara
karşı zafer kazanan Amerika başkanı Ulysse Grant’m liberal
doktrinin kötülüğünü en açık şekilde ilân edişini, Andre
Gunder Frank aktarır [1978, s. 13.11: “[...] yüzyıllar boyunca
İngiltere, aşırıya vardırdığı bir himaye rejim inin faydasını
gördü [...). Bugünkü gücünü bu sisteme borçlu olduğuna hiç­
bir şüphe yok. İki yüzyılın sonunda, İngiltere himayeciliğin
artık kendisine hiçbir şey getirmeyeceğini düşündüğü için
serbest ticareti kabul etmeye razı oldu. Beyler, iki yüzyıl son­
ra, Amerika bir himaye sisteminden kazanacağını kazandık­
tan sonra, o da serbest ticareti benimseyecektir, ülkem hak­
kında bildiklerim bana bunu söylüyor.” Gunder Frank’ın da
belirttiği gibi, Grant’ın tek hatası, bu değişimin hızını küçüm­
semiş olmasıdır.
Amerika Birleşik Devleteri gibi Almanya da, 1870’li yıllarda
siyasi birliğini gerçekleştirdikten ya da sağladıktan sonra, sa­
nayileşme çabalannı güçlü bir himayeciliğe dayandırır. Buna
ilave olarak, Fransa ve İngiltere’nin, iki süper gücün sömürge
tekelini kırmak amacıyla Afrika, Asya ve Amerika’da saldır­
gan askeri inisiyatifler alır. Avrupa’da 1879 Alman Gümrük
Yasası, otuz yıllık gümrük silahsızlanmasına son vererek hi­
mayecilikte yeni bir dönem başlatır. Amerika Birleşik Devlet-
leri’nde, mamul ürünlere uygulanan ortalama gümrük tarifesi
1913’te yüzde 44’e çıkar. Yaklaşık çeyrek yüzyıl içinde bu iki
ülke, İngiltere’yi Napolyon savaşlarından beri en ciddi tehdit­
le yüz yüze getirerek, dünyanın en büyük güçleri konumuna
gelirler.

Ja p o n y a Vakası

Ama ekonom ik m illiyetçilik en şaşırtıcı sonuçları Japon­


ya’da verir. Avrupalı olmayıp 19. yüzyılda sanayi devrimini ya­
şayan tek ülke olan Japonya, aynı zamanda Avrupalı olmayıp
49
sömürge hâkimiyetine de maruz kalmayan tek ülkedir. Paul
Bairoch’un belirttiği gibi [1971, s. 1481, Japonya bu özelliğini
coğrafi uzaklığına ve ılımlı iklimine borçludur. Batılıları ilgi­
lendirecek tropikal üretimler o iklimde mümkün olmuyordu,
aynı zamanda Çin ve Hindistan gibi ülkelere göre teknik ola­
rak geç gelişmesi, lüks mal üretimini sınırlıyordu. Buna bir de,
iki yüzyıl boyunca bilinçli olarak güdülen dışa kapanma poli­
tikası (16 3 9 -1 8 5 9 ) eklenir. Bu politika, Avrupalı tüccarlarla
hemen hemen tüm ilişkiyi kesiyordu. Yani Japonya, bir mütte­
fik egemenliğinin. Batı ürünlerinin saldırısıyla yağmalanan bir
sanayiin ya da hatta, AvrupalIların tecavüzüyle altüst olan de­
mografik bir rejimin sarsıntısına maruz kalmamıştı. Meiji dö­
neminde Japonya ileri derecede kentleşmiş ve okur yazar bir
toplumdu. Tarım ve madencilik alanında Avrupa’dan daha ile­
rideydi ve dolayısıyla sanayileşmesinin başlangıcında, sanayii
Avrupa’nınkine yakın bir düzeydeydi.
Amerikalı tuğamiral Perry’nin 1853-1854’teki ünlü ziyare­
tinden sonra egemenliği tehdit altına giren Japon hükümeti,
buna merkeziyetçilik politikası ve içerde iktisadi liberalizmle
cevap verdi. Böylece, kendisine dayatılan dış ticarete açılmayı
modernleşmenin bir aracı olarak kullanmayı hedefliyordu.
1868’den itibaren, devlet sanayileşmenin ve modern ekonomi­
nin temellerini almaya yönelir. Bu amaçla, 17. yüzyıldan beri
Avrupa'da merkantilizmin açtığı yolu, daha hızlı bir ritimle iz­
lemeye koyulur. Loncalar kaldırılır, köylüler serbest bırakılır,
iç ticaretteki tüm engeller kaldırılır, modern bir finans ve ban­
kacılık sistemi kurulur, şirket kurmak ve Batı tekniğinin taklil
edilip kullanılması teşvik edilir.
Ulusal bağımsızlığına son derece bağlı olan Japonya yabancı
yatırımlar ve dış borçlardan uzak durmaya devam eder. Buna
karşın, devlet, büyümeyi dengelemek ve hız kazanmak için
ağır sanayie ve altyapı yatırımlarına yoğun bir şekilde yönelir.
1894’de Kore’ye müdahalesi ve Çin’deki askeri başarısızlığı Ja ­
ponya’nın yayılmacı emellerini ortaya koyar. 1850’lerde imza­
lanmış ticaret anlaşmalarının gözden geçirilmesini elde ederek
diplomatik yönden zayıf durumuna son verir. 1905’le, Rus­

50
ya’ya karşı kazandığı görkemli zafer, ona Mançurya’nın kay­
naklarına el koymak ve uluslararası planda bir güç olma ola­
nağı verir.

ULUSLARARASI tKTtSADİ SİSTEM İN YAPILANMASI

16. yüzyıldan itibaren büyüyen Avrupalı dünya ekonomisi


dünya genelinde bir alışveriş ağının oluşmasını sağlar, diğer
kıtalar da bu ağa, genellikle zorla, katılırlar. Dünyanın her kö­
şesinin dışa açılmasıyla oluşan uluslararası ekonomik alan ol­
dukça hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Büyümesi, Batılı ulus-
devletleri karşı karşıya getiren rekabetten ayrı düşünülemez.
Periferik bölgeler için de yapılan bu mücadelenin yoğunluğu,
sanayi devrimiyle ikiye katlanır.
Bu mücadelenin tek sonucu, ilk defa Asya’ya kendi siyasi
tercihlerini dayatma olanağı verdiği k ap italist Avrupa’yla
dünyanın geri kalanı arasındaki güç farkının artması değil­
dir. Avrupa üretim aygıtının temel ürün ihtiyacını olağanüs­
tü boyutlarda artırır ve sömürge yarışma müthiş bir hız ka­
zandırır. 1800 yılında, Batı Avrupa ve onun deniz aşırı uzan­
tıları (Kuzey Am erika) dünyanın ü çle birini siyasi olarak
kontrol ediyordu. 1870’li yıllarda başlayan ikinci sömürge­
leşme dalgası, bu oranı Birinci Dünya Savaşı’nm arifesinde
beşte dörde yükseltir. Yeni güçlerin uluslararası arenaya çık­
ması da (Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya) bu
döneme rastlar.

Hiyerarşik Bir Alan

Braudel’in yarattığı ekonomi-dünya kavramı, ticaretin yapıldı­


ğı bu uluslararası alanın siyasi olarak çoksesli ve bu arada hi­
yerarşik niteliğini açıklıyordu. Wallerstein’in geliştirdiği, kapi­
talist ekonomi-dünya kavramı ise beş yüz yıllık bir süre so­
nunda dünya ekonomisine dönüşen Avrupalı ekonomi-dünya-
nın temel özelliklerini belirtir. Hegemonya kavramını netleş­
51
tirmeye yönlendirir ve dünya ekonomisi sisteminin istikrarı*
nın koşullarını tartışmaya açar.

Kapitalist Ekonom i-Diinyayı Oluşturatı Ö zellikler

Wallerstein sistem-dünya diye, çokuluslu bir alanda ortaya


çıkacak bir işbölümüne ihtiyaç duyan bütün bir alışveriş ağını
kasteder. Sistem-dünyaların başlıca iki örneği imparatorluk-
dünya ve ekonomi-dünyadır. Bu iki sistem örneği arasındaki
fark siyasi biçimlenmelerinde yatar. Birinde, uluslararası işbö­
lümü tek bir devletin içinde oluşur, diğerinde ise devletlerara­
sı bir alanda ortaya çıkar.
Uluslararası ticaretin varlığı, sistem kavramı için yeterli bir
ölçüt değildir. Esas ölçüt uluslararası işbölümüdür. Buna göre,
ticaret, sadece elitlerin tüketimine yönelik değerli ya da egzo­
tik ürünlerin alışverişiyle sınırlı değildir, üretim aygıtına bağlı­
dır. Birinci tip alışverişler farklı sistem-dünyalar arasındaki ti­
caretin (örneğin Ortaçağ’da Asya ve Avrupa arasındaki ipek ti­
careti gibi) özelliğidir. Ulaşım maliyetlerinin sınırlayıcı olduğu
bir çağda, bu ticaretin gelişmesi ancak bu tür malların birim
değerinin aşırı yüksek olmasıyla, dolayısıyla da dünyanın bir
tarafından öbür tarafına taşınmalarından elde edilecek olağa­
nüstü kâr sayesinde mümkün olabilirdi. Buna karşılık, sistem-
içi alışverişler, üretimleri için doğal kaynakların ya da çoku­
luslu alana dağılmış yarı mamul ürünlere ihtiyacı olan ara
mallarını ve tüketim mallarını içerir.
Avrupalı modern ekonom i-dünyanın en belirgin özelliği
kapitalist olm asıdır. W allerstein ’e göre kapitalizm terim i
[1993, p. 29 2-29 3], ne üretim güçlerinin belli bir gelişmişlik
düzeyini, ne ücret ilişkisinin baskınlığını, ne kâr amaçlı giri­
şimlerin varlığını, ne de bütün bu unsurların aynı anda bir
arada bulunmasını anlatır. Yapısal olarak sınırsız sermaye bi­
rikimine yönelik bir sistemi tarif eder. Bu yegâne özellik Ba-
tı’da ancak -ilk olarak buna Baechler dikkat çekmişti [1971]-
siyasi gücün istisnai bir şekilde ademi m erkezileştirilm esi
durumunda ortaya çıkabildi. Wallerstein, 1204’te Konstanti-

52
nopolis Haçlılar tarafından ele geçirildikten sonra Venedik’in
13. yüzyılda Bizans Imparatorluğu’nun siyasi yönetimini üst­
lenmeyi reddetmesinin buna ilk örnek olduğunu ortaya ko­
yuyor [1974 s .16].
Avrupalı ekonomi-dünyanın kapitalist özelliğinden evren­
sellik eğilimi, yani dünya alanının bütününe, bu alanın hete­
rojenliğinden faydalanarak yayılma eğilimi ve her şeyi pazar
ürününe dönüştürme eğilimi fışkırıyor. Burada Polanyi’nin,
kendi kendini düzenleyici pazarın ortaya çıkması sorunsa­
lıyla karşılaşıyoruz. Başka bir deyişle, genel mantığı rekabet
ilkesine dayanan toplumsal bir düzen sorunsalıyla karşılaşı­
yoruz.

Güç D engesi

Ulus-devletlerin güçlenmesi de şüphesiz bu mantığı bozma­


dı. Siyasi erkin her ulusta merkezîleşmesi, tersine, birikimi
oluşturan kutuplan site-devletlerden ulus-devletlere taşıyarak,
rekabetçiliğe uygun araçları artırdı. Sömürge imparatorlukları­
nın oluşumu da Avrupalı uluslararası sistemin dünya ekono­
misi doğasını bozmadı. Bilakis, sistemin başlıca siyasi birimle­
ri arasındaki azgın rekabetin ifadesiydi bu. Sömürge impara­
torlukları, Avrupa’nın dünyanın geri kalanı üzerindeki hâki­
miyeti için gerekli askerî ve teknik araçlar bir araya geldiğinde
bu rekabetin dünya geneline yayılmasını yansıtır.
Bu bakımdan, güçlerin dengesi en önemli simgelerden biri­
dir ve aynı zamanda kapitalist dünya ekonom isinin ayakta
kalmasının koşuludur. Bu denge, belli bir erkin diğerlerine
oranla daha güçlü olması durumunda ikincil erklerin impara­
torluk tehdidine karşı aralarında koalisyon yapmak zorunda
kalmalarını da açıklar [Baechler, 1971, s. 123]. Bu koalisyon
yapma refleksini yaratan gücü kanıtlayacak örnekler eksik de­
ğil: Oluz Yıl Savaşları sırasında Habsbourg-karşıtı koalisyon,
Fransız Devrimi’nin ardından Fransız-karşıtı koalisyon, iki
dünya savaşı arasında Alman-karşıtı koalisyon.
Sırf kapitalist dünya ekonomisine özgü olmasa da, güçlerin
53
dengesi ilkesi, bilmez tükenmez yeni pazar ve yeni kâr kay­
nakları arayışının teşvik ettiği teknolojileri yayma olgusu se­
bebiyle bu kapitalist çerçevede daha önemli bir rol oynar. Bel­
li bir ulusun güçlenmesi, tam da gelişmesinin niteliğinden ve
yarattığı tehditlerden dolayı, rakip güçlerin de ortaya çıkma­
sına ve güçlenmesine sebep olur. Egemen gücün zayıflaması
ya da düşmesi sistem i çökertm ez -bir imparatorluğun bir
merkezi çöktüğünde bütün imparatorluğun çökm esi gibi-
ama sistemin merkezi bir birikim kutbundan diğerine geçer:
Amsterdam, Londra, New York gibi. Kapitalist dünya ekono­
misi böylece, üstüne kurulduğu siyasi alanın çoksesliliğin­
den, başka bir söyleyişle kendini teksesli bir siyasi alana hap­
setmeme becerisinin içinden uzun ömürlülüğü ve canlılığını
elde eder.

H egem onya K avram ı

Güçlerin dengesi var olan güçlerin eşit olduğu ya da ege­


menlik ilişkisinin var olmadığı anlamına gelmez kuşkusuz.
Yirmili yıllarda Gramsci’nin ortaya attığı hegemonya kavramı,
belirli bir sınıfın toplumsal bir oluşuma, ulusal çerçevede, zor­
la değil rızayla kendi gücünü kabul ettirebileceği ideolojik
egemenlik mekanizmalarını ele geçirmesiydi. Uluslararası iliş­
kiler alanında bu kavramın çok uygun olduğu ortaya çıkacak­
tı. Şiddet kullanma tekeline ve uluslararası ilişkileri idare ede­
cek kuralları belirleme gücüne sahip olacak bir bağımsız yar­
gıdan tanımı gereği yoksun olan bir çerçevede, hegemonya
kavramı, egemen gücün, arzulanan düzenin başlıca düşünce­
lerini evrensel terimlerle dile getirişini ve herkes için faydalı
bir şeymiş gibi göstermesini anlamamızı sağlar [Badie ve Smo-
uts, 1992, s. 1261.
Wallerstein’e göre [1983] hegemonyanın maddi temelleri
üretim, ticaret ve fınans alanındadır. Bu özel düzen içinde ol­
gunlaşır ve bozulurlar, mail tahakküm kendi gerçek temeli
olan üretim ve ticaretteki erozyona karşı bir müddet direnir.
Kapitalist dünya ekonomisinin tarihinde, bu koşullar üç kere
54
bir araya geldi: 17. yüzyılda Birleşik Eyaletler’in lehine, 19.
yüzyılda Birleşik Krallık örneğinde ve 20. yüzyılda da Amerika
Birleşik Devletleri için.
Bu üç dönem arasındaki benzemeye dikkat çekmek gerekir.
Üç durumda da hegemonya dünya genelinde bir ya da birçok
çatışma sonucu etkin bir hale gelebilmiştir (Otuz Yıl Savaşları,
Napolyon Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya savaşları). Her de­
fasında da, kara güçleri (İspanya, Fransa, Almanya) sonuçta
denizlere hâkim güçler tarafından yenilmiştir (bugün de hava
yolları). Bu çatışmaların her birinde devletler arası sistem bü­
yük ölçüde yeniden yapılanmıştır. (Weslphalie Anlaşması; Vi­
yana Kongresi; Bretlon Woods anlaşmaları ve Birleşmiş Millet­
ler sistemi). Yine her üç durumda, hegemonya gücü çıkarları­
nı serbest ticaret, daha genel olarak liberalizm yoluyla baskın
çıkarmaya çalıştı. Her defasında, hegemonya konumundaki
zayıflamaya, uluslararası ittifak sisteminde bir erozyon ve ra­
kip güçlerin ortaya çıkması eşlik elti: 18. yüzyılda İngiltere ve
Fransa, 20. yüzyılın başında Amerika Birleşik Devletleri ve Al­
manya, 20. yüzyılın son çeyreğinde de Avrupa Birliği ve Ja ­
ponya.
Bu hegemonya devrelerini yorumlamak, sistemin içindeki
üç çeşit çelişkinin altını çizmemizi sağlar. Hegemonya duru­
munun her şeyden önce askerî ve siyasi bir maliyeti vardır.
Dünya ekonomisinde düzenin korunması için gerekli maliyet
önceliklidir, ama müttefik devletlerin mali desteği de önemli­
dir. Sistemin rekabet dinamiği en ileri teknoloji ve yöntemle­
rin yayılmasına sebep olur ve hegemonya gücü buna engel
olamaz. Sonuçta, egemen gücün olduğu yerde toplumsal barı­
şın korunması cömerl bir gelir politikası gerektirir, bu da di­
ğer ülkelerle, daha düşük ücret maliyeti olan ülkelerle reka­
bette giderek bir erozyona sebep olur.

istik rar ve H egem onya Bunalım ları

Farklı teorik yaklaşımlara rağmen, Charles Kindleberger ta­


rafından ileri sürülen hegemonyada istikrar teorisi [1973] ka-
55
pilalist dünya ekonomisi konusunda karşılaştırmalı bir görün­
tü ortaya koyar. Kindleberger’e göre, uluslararası ekonomik
ilişkilerin liberal karakteri ancak bir hegemonya gücü tarafın­
dan, kurallar ve normlar bütünü -uluslararası rejimleri tanım­
layan: ticari, parasal vb.- kurulması ve sürdürülmesi ile koru­
nabilir. Hegemonya gücünün gerilemesi, otuzlu yıllarda oldu­
ğu gibi, ciddi bunalımların önünü açabilecek uluslararası kar­
gaşalara sebep olur.
Bu yaklaşımın Wallerstein’in yaklaşımından farkı hegemon­
ya gücünün motivasyonundadır. Bir durumda, bu güç bir tek
kendi çıkarları doğrultusunda çalışır. Diğer bir durumda ise,
düzenin bütün dişlilerinin çıkarlarına hizmet eden kolektif
bir liderlik konumunu özümser. Bunun için herkesin ortak çı­
karları hakkında net bir bilince sahip olduğu varsayılır. Bu
son önerme de uluslararası ekonomi alanına kolektif ürün (ya
da dışsallık) kavramının sokulmasını sağlar. Kolektif bir ürün,
“bir bireyin, bir ailenin ya da bir şirketin tüketimiyle diğer
potansiyel tüketiciler için toplam miktarın azalmadığı” ürün­
dür [Kindleberger, 1981]. Bu yaklaşıma göre herkese açık
dünya çapında bir pazar, durağan bir uluslararası parasal re­
jim , ortak güvenlik sistemi, kolektif ürünler için birer örnek­
tir. Bu tür ürünlerin oluşturulması ve korunması hegemonya
gücüne düşer. Bu onun “uluslararası sorum luluklarının bir
parçasıdır.
Bu tabii ancak taraf devletlerin hegemonya gücünün bu
ürünleri salt kendi çıkarı için kullanmayacağına ikna olmaları
ve onların da oyunun kurallarına uymaları halinde mümkün­
dür. İkinci sıradaki ülkelerde, kendilerini oluşturan kurallara
o denli uymadan kolektif ürünlerden faydalanma arzusu hep
olmuştur. Free rider (kaçak yolcu) denilen bu tür davranışla­
rın varlığı, bunlardan korunmak için gerekli araçlara sahip
olan hegemonya gücünün, uluslararası düzenin değilse bile
en azından uluslararası rejimlerin müdahalesini haklı kılar.
Bunun yokluğunda uluslararası ekonomi istikrarını kaybeder
ve liberalizm yerini hızla milliyetçiliğe bırakır [Gilpin, 1987,
s.75].
56
Bu uluslararası düzen yine de uzun vadede temel olarak is­
tikrarsız kalmaya devam eder. Ekonomik iktidarın kaynakları­
nın (sermaye, teknoloji, bilgi) yayılmasını engelleme gücü ol­
madığından, pazar ekonomisi istikran oluşturan siyasi oluşu­
mu yıkmaya çalışır. Kindleberger ve Wallerstein’e göre kriz,
yeni bir uluslararası düzenin hazırlanma anıdır, bir başka de­
yişle, iktidarın, çok ender olarak sancısız bir şekilde bir hege­
monya iktidarından diğerine geçme anıdır. Gramsci’nin söyle­
diği gibi kriz, eski dünyanın ölmeyi, yenisinin de doğmayı be­
ceremediği anda olur.

Avrupa Dışındaki Dünyalann Bağımlı Kılınması

P eriferi K avram ı

Uzaysal bir benzetme olan periferi kavramı, doğrudan doğ­


ruya Avrupalı dünya ekonomisinin yayılmacı karakterinden
gelmektedir. Çoğunlukla bir kavram büyük bir başarı elde et­
tiğinde, kullanımı yaygınlaşırken içeriği biraz sulanır. Oysa
içeriği vermek de önemlidir. Periferi tabii ki sadece, dünya
ekonom isi içinde hegemonya m ücadelesine katılan güçler
topluluğuyla sınırlayabileceğimiz sistemin merkezinin karşı­
sında kurulur. Ama merkezi çevreleyen her şey periferi değil­
dir. Ve dünya ekonomisinin bir parçası olmayan her şey de,
onun periferisi değildir. Periferi sistemin dışı değildir, onun
bir parçasıdır. Mesela 20. yüzyıla kadar, ürünlerine bu kadar
talep olan Hindistan kesinlikle Avrupalı dünya ekonomisinin
periferisine girmiyordu. Başka bir dünya ekonomisinin içinde
yer alıyordu.
Periferiyi tanımlayan şey, onun bir dünya ekonom isinin
alışveriş ağına ya da daha doğrusu, bu dünya ekonomisini
yönlendiren güçlerin vaat ettiği uluslararası işbölümünün içi­
ne girme şeklidir. Aslında alışverişle yetinm em ek önemli.
Merkezi ve periferik bölgeler arasındaki uluslararası işbölümü
sadece dünyanın doğal kaynaklarının ya da üretim araçlarının
rastlantısal dağılımının sonucu değildir. Kaynak sağlama ve
57
pazarlama zincirlerini ele geçirmek ve merkezin periferik üre­
timlere çeşitli biçimler altında hükmetmesi esas amaçtır. Peri-
ferileşme kavramı ise, nihai ve ara mallar ihtiyacına bağlı ola­
rak, dünya ekonomisinin merkezinin siyasi ya da ekonomik
denetimine giren bölgelerin üretimlerinin yeniden oluşturul­
ması sürecini anlatır. Böylece periferik üretimler yerel ihtiyaç­
ları karşılamaktan uzaklaşıp dünyasal denen pazara doğrudan
bağlanır. Periferinin en gelişmiş bölgelerinde (Asya), merkez­
deki üretimle arada tamamlayıcılık ilişkisini zorla kurmak için
her türlü fiilî ve potansiyel rekabet engellenir.
Bu süreçler Avrupalı dünya ekonomisinin genişlemesini sa­
man altından yürüten askerî güçlerin ilişkilerinden ayrı düşü­
nülemez. Merkezle periferi arasındaki alışveriş koşullarını be­
lirleyen de arz ve talep arasındaki varsayımsal orantı değil, bu
güç ilişkileridir. Arghiri Emmanuel’in ileri sürdüğü [ 1969] eşit
olmayan alışveriş mekanizması, dünyanın her yerinde eşitsiz
iş gücü ücretlerinin neden olduğu değer transferlerini tanım­
lamaktadır. Kaynakların dünya ölçeğinde yeniden dağıtımının
taşıyıcısıdır ve bundan merkez uluslardaki üretici ve tüketici­
ler kâr eder.

Orta ve Güney A m erika

Latinleşen Amerika, Avrupalı dünya ekonomisine “entegre


olan” ilk Avrupalı olmayan bölgeydi. Burada “entegre ol-
mak”tan, Avrupa’nın kıtadaki tanm ve maden zenginliklerini
şiddetle ve sistematik olarak sahiplenmesini, oradaki uygarlık­
ları yok etmesini ve Yeni Dünya’yı eskisinin tüketimi için ol­
gunlaşmış bir meyva gibi sunan yerli halkı öldürmesini anla­
malıyız. Conqutsladores’lerin kıtaya ayak basmasından önce
orada yaşayan yetmiş milyon “yerli”den, yüz elli yıl sonra sa­
dece üç buçuk milyonu kalmıştır IGaleano, 1971, s.58]. Toplu
kıyımlarla ve Avrupalılann getirdiği virüslerle kırılan bu yerli
halk altın, gümüş, cıva ve daha sonra bakır madenlerinde zor­
la çalıştırılmıştır. 18. yüzyılda Brezilya’da altın, Meksika’da da
yeni gümüş madenlerinin keşfedilmesinden sonra, bu bölge
58
tek başına bu iki madende dünya üretiminin yüzde 80’inden
fazlasını karşılıyordu [Garden, 1978, s.246[.
Maden işletmelerine hem en, Avrupalı tüketiciye yönelik
tropik bitkilerin yetiştirilmesi de eklendi (şekerkamışı, kahve,
kakao, daha sonra pamuk ve kauçuk). İş gücünden yoksun
sömürge işletmeleri gittikçe arlan bir şekilde, Portekizli, İs­
panyol, HollandalI, Ingiliz ve Fransız esir tüccarlarının son
derece korkunç koşullar alımda akın akın kıtaya taşıdığı Afri­
kalı esirleri kullandılar. Avrupa, Afrika ve Amerika arasındaki
üçlü ticaret 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, yükselişte olan
Avrupa kapitalizmi için muazzam bir sermaye biriktirme ara­
cı oldu. Afrika kıyılarında esir tüccarları, mamul ürünlere
karşılık (silah, kumaş ve içki) esirleri alırlardı. Bu insan yük­
lü gemiler Amerika’ya ulaşıp orada tropik ürünlerle değiştiril­
miş, daha sonra da bu ürünler Avrupa’ya yüksek kârlarla sa­
tılmıştır. 1880’li yıllarda esaretin kaldırılmasına kadar on üç
milyon esirin Amerika’ya taşındığı ve bunun yedi milyonu­
nun 18. yüzyılda yapıldığı tahmin edilm ektedir [Bairoch,
1971, s .115).
Latin Amerika ülkelerinin 19. yüzyıl başında siyasi bağım­
sızlıklarını kazanmalarının, kıtanın bu bölümünün ekonomik
yapıları ve Avrupalı dünya ekonomisine girme biçimi üzerin­
deki etkisi sınırlı olmuştur. Yüzyılın sonunda Brezilya ve Mek­
sika’nın tekstil alanında sanayileşme çabalarına karşın, bölge
büyük ölçüde maden ve tropikal ürünlerde ihracatçı, mamul
ürünlerde ise ithalatçı olmaya devam etmiştir. Ülkelerin ço­
ğunda, sömürgeleşmeden dolayı tarımsal ürün ihracatçısı olan
güçlü oligarşinin çıkarları yerel üretimleri korumak isteyen,
satın alma gücü elinden alınmış ve Avrupa’yla ayrıcalıklı ilişki­
leri zarara uğramış bütün politikalarla zıt düşmüştür.

Siyah A frika

Amerika’dan farklı olarak, siyah Afrika ancak 19. yüzyılın


sonunda Avrupalı dünya ekonomisine entegre oldu. Bundan
önceki dört yüzyıl boyunca, Avrupalılar kıtanın doğu ve batı
59
kıyılarında tezgâhlarını kurdular ancak kıtanın içine girmeyi
denemediler. Önceleri altın ve fildişi, 16. yüzyıldan sonra da
esirler başlıca hedefleri olmuştu. Afrika için zenci ticareti yeni
bir olay değildi. Antik dönemden beri süregelen bu olay Avru­
p a l I l a r ı n gelişine kadar Arap tüccarların kontrolü altındaydı.

Bununla birlikte Araplar, 16. yüzyıldan sonra bu ticareti Doğu


Afrika’nın kuzey kıyılarında sürdürebildiler.
Ne olursa olsun, Arap ve Avrupalı esir tüccarları sattıkları
bu insanlara kendileri sahip olmadılar. Köle toplamak en güç­
lü kabile ya da devletlerin işiydi. Esirleri Avrupalılara kendile­
ri satıyor ya da hatta, onlan daha da yüksek kârla satacak Afri­
kalı tüccarlara devrediyorlardı. 1570’ten 1880’lerde köleliğin
kaldırılması arasındaki yaklaşık üç yüzyıl boyunca Afrika, ege­
men dünya ekonomisi için sadece devasa bir işgücü kaynağı
olmuştur. Köle edinmek için gerekli savaşlardaki kayıpları ele
aldığımızda ve AvrupalIların yaptığı ticarete Araplann yaptığı­
nı da eklediğimizde, yerli nüfustan koparılanların sayısının el­
li milyon civarında olduğu tahmin edilebilir ve bunların çoğu
aktif yaştadır.
19. yüzyılın ortasına kadar siyah Afrika AvrupalIların sö­
mürgelerine hedef olmamıştır. 1895’te, ihracatı (Güney Afrika
hariç) uluslararası ticaretin sadece yüzde 0 ,1 ’ini oluşturuyor­
du. [Bairoch, 1971, s. 119]. Bununla beraber bu dönemde, ön­
ce Ingilizlerin daha sonra da Fransızların yasaklamalarıyla ve
Avrupa’yla yeni bir ilişki tarzının yerleşmesiyle zenci ticaretin­
de giderek gerileme kaydedildi, bu da aslında sömürgeci hare­
ketin başlangıcı ve habercisiydi [Person, 1978]. Köle ticareti­
nin yerini alan ticaret ekonomisinin özelliği, yerli işgücünün
geleneksel köylü yapıları ya da hatta köleci devletlerin kraliyet
tarım işletmeleri kadrosunda, (Dahomey gibi) yerinde çahştı-
rılmasıydı. Avrupa’nın mamul ürünleri artık esir karşılığında
değil, Avrupa’da gittikçe talebi artan tropikal ürünler (kakao,
hurma yağı ve yerfıstığı) karşılığında değiş tokuş ediliyordu.
Bununla birlikte Avrupalılar, doğadaki ilerlemeleri ve akıttık­
ları parayla dolaylı olarak kontrol etseler de üretimin düzeyine
henüz müdahale edemiyorlardı.
60
iklimi Avrupa’ya daha yakın olan Güney Afrika’da durum
farklıdır. 1806’da lngilizlerin eline geçen bu eski Hollanda yer­
leşimli sömürgede 1867’de dünyanın en büyük elmas yatakları
keşfedildi. Bu ve bunu izleyen keşifler (özellikle allın maden­
leri) önemli yatırım çalışmalarına, yeni göç akınlarına ve ilk
kez, aparlheid'a maruz kalan yerli Afrikalı halkı çalıştırmak ve
ezmek üstüne kurulu sanayileşme girişimlerine sebep oldu.
Afrika’daki zenginliklerin yeni farkına varıldığı sırada, Av­
rupa sahnesinde sömürge sahibi olamamış yeni güçler ortaya
çıkıyordu. 1850’li yıllardan itibaren kinin kullanımı kıtanın iç
kısımlarını yavaş yavaş Avrupa’nın inisiyatifine açtı. 1885’te
Berlin Konferansı’nda kıtanın Avrupa’nın başlıca güçleri ara­
sında nasıl paylaşılacağı kurallara bağlandı. Saldırı işareti ve­
rilmişti, oysa sömürgeci güçler arasındaki çatışmalar hâlâ sı­
nırlıydı. Birinci Dünya Savaşı'nm başlangıcında, tek bir Afrika­
lı devlet, Etiyopya bağımsızlığını korumayı becerebilmişti.
Onun dışında her yerde, amansız periferileştirme süreci başla­
yabilecekti.

Islâm Dünyası

Siyah Afrika’nın tersine Ortadoğu ve Mağrip ülkeleri Antik-


çağ’dan itibaren, Avrupa’yla doğrudan ticaret ya da çatışma
ilişkisi içindeydi, böylece Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir
ticaret hattı oluşmuştu [Valensi, 19781. Bu bölge Avrupalı
dünya ekonomisine aşama aşama entegre olmuştur. İlk önce
Fransa 1830’dan itibaren Cezayir’i sömürgeleştirmeye girişir,
1900 yılında burada altı yüz bin Avrupalı yaşayacaktır. Aynı
şekilde, Tunus ve Fas’a da, ticaret üzerindeki yerel lekeli kaldı­
ran ve gümrük vergilerini asgari düzeye indiren ticaret sözleş­
meleri dayatır. Daha sonra, 1914’te dünya üretiminin üçte biri­
ni sağlayan Mağrip fosfatlarının işletme hakkını alacaktır. İn­
giltere de 1838’de Osmanlı İmparatorluğumdan benzer aynca-
lıklar alır, gümrük hakları yüzde 5’e indirilir, bu da yerel sana­
yii mahveder. Askerî tehditler ve diplomatik baskılar Avrupa
sanayiinin buralara girişi için araç olurlar.
61
Sadece Mehmet Ali'nin Mısır’ı Avrupa’nın baskısına bir süre
direnir. Sanayi atılımının olası getirisini kavrayan bu Arnavut
general, Fransa’nın yardımıyla ülkeyi modernleştirmeye girişir
ve Avrupa’nın güçlü ülkeleri gibi gelişmeci bir politika izler.
1821’de Yukarı Nil Vadisi’ni ele geçirir ve Sudan’da Mısır sana­
yii için köleliğe dayalı bir ekonomi yerleştirir. Birkaç yılda im­
paratorluğunu Arabistan ve Anadolu’ya kadar genişletir. Niha­
yet bu hırsı Avrupalı güçler tarafından engellenir. Bu tür eko­
nomik gelişmelerin olması periferileştirme sürecini durdur­
maz. Yatırım atılımı aslında, büyük ölçüde pamuk ihracatıyla
finanse edilmektedir. 1819’da ülkeye giren pamuk birkaç yıl
içinde ülkenin en önemli döviz kaynağı haline gelmiştir. Yüz­
yılın sonunda, pamuk devresini doldurduğunda, Mısır, günlük
beslenmesi için dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bu arada, Fran­
sızların girişimiyle 1869’da inşa edilen Süveyş Kanalı ülkeye
büyük bir stratejik önem kazandırır, sonunda 1882’de lngiliz-
ler burayı işgal ederler.
Nihayet Ortadoğu’da, tahmin edilen petrol kaynakları hem
Avrupa’nın hem de A m erika’nın iştahını kabartır. Fas’tan
İran’a tüm İslâm dünyası Avrupalı dünya ekonomisine, hem
üretimi Avrupa’nın ihtiyaçları doğrultusunda tasarlayarak ve
uzmanlaştırarak, hem de önemli ekipman projelerini finanse
edecek, ama halen bağımsız olan devletleri Avrupa karşısında
mali, dolayısıyla siyasi açıdan zarar görebilir bir hale getirecek
sermayeler sokarak entegre olmuştur. Resmen Birinci Dünya
Savaşı’nın sonunda bilen Osmanlı lmparaıorlugu’nun çözül­
mesi aslında 19. yüzyılın ortasında başlayan, uzun bir ekono­
mik bağımlılık sürecinin sonucudur.

Asya

Afrika, Latin Amerika ve İslâm dünyası ekonomik olarak sa­


nayi devriminin eşiğindeki Avrupa’nın gerisinde olsalar da,
Asya’nın yaşam düzeyi ve siyasi, toplumsal örgütlenmesiyle
aşağı kalır tarafı yoktur. 1757’den itibaren giderek İngiliz hâki­
miyetine giren Hindistan’ın, HollandalIların eline geçen Ja-
62
va’nın ve 1565’te Meksika’daki İspanyolların sömürgeleştirdiği
Filipinlerin dışında, Avrupa’nın Uzakdoğu halkları üzerinde
hiçbir etkisi olmadı [Bastıd, 1978]. Hem Çin hem de Birman­
ya, Siyam, Vietnam ve bir ölçüde de Kore 18. yüzyılda bir zen­
ginlik ve çoğunlukla da büyüme evresi yaşamışlardır.
19. yüzyılda, askerî güç ilişkilerinin alt üst olması ve Avru­
pa’nın sınaî kalkınmasıyla ürünleri için yeni pazar arayışına
girmesi bu durumu değiştirir. 1820’den sonra Hindistan’ın İn­
giltere’ye tamamen boyun eğmesi, lngilizlere pamuklu ürünle­
ri için bir gümrük anlaşması dayatma imkânı vermiştir. Hin­
distan’ın tekstil ürünleri ise İngiltere’nin girişinde ağır bir şe­
kilde vergilendirilmiştir. Hindistan tekstil sanayii bu politikay­
la birkaç yıl içinde harap olmuştur. Pamuklu ürünleri ihraç
eden Hindistan 1830’da ithal eder hale gelmiştir, Ingiltere ise
ürünlerinin satışını finanse etmek için ithalat tarımının (Ingi­
liz fabrikaları için çay, kahve, Hint keneviri, kauçuk, haşhaş ve
ham pamuk) gelişmesini teşvik etmiştir. Periferileştirme süreci
bir defa daha yerel üretimi metropolün ihtiyaçlarına göre yeni­
den oluşturmuş, geçerken de ekonomik ve toplumsal dengele­
ri yıkmıştır. Bairoch’un belirttiği gibi [1971, s.132], Hindis­
tan’ın sömürgeleşmesi sadece yaşam düzeyinin düşmesine ve
yoğun sanayisizleşmeye sebep olmadı, yaşamsal tarımın azal­
ması ve 19. yüzyılın ikinci yarısındaki açlıkların azmasının da
özündeki nedendir.
19. yüzyılda Hindistan için birinci döviz kaynağı olan haş­
haş, bölgenin sömürgeleşmesinin ardından önemli bir rol oy­
nadı. Ingiliz tüccarların haşhaşı Çin pazarına sokması aslında
birinci haşhaş savaşının sebebiydi, In g iltere kazanm ıştı.
1 8 4 2 ’de Nankin antlaşması birçok kapıyı dış ticarete açtı,
Hong Kong adasını İngiltere’ye kazandırdı ve gümrük vergile­
rini yüzde 5’e düşürdü. Bunun ardından, Fransa’nın katıldığı
yeni askerî seferler bu ayrıcalıkların artmasını sağladı (Tianjin
antlaşması, 1858). İngiltere’nin, Fransa’nın, daha sonra da Ja ­
ponya, Rusya, Almanya ve İtalya’nın Çin’i idari ve coğrafi ola­
rak parçalama süreci başladı.
Benzer şekilde, Birmanya ve Siyam (1 8 2 6 ), Vietnam (1862)
63
ve Kore (1876) zor yoluyla dış ticarete Açıldılar. Eşit olmayan
bu anlaşmaları çoğunlukla periferileştirme sürecinin tamam­
lanmasını sağlayan toprak ilhakı izledi. 1914'te sadece Çin ve
Siyam siyasi bağımsızlığını muhafaza edebiliyordu.

Sermaye ve Nüfusta Aşırı Hareketlilik

D em ografik K apaç

19. yüzyılın ikinci yansından bu yana Avrupalı dünya eko­


nomisinin büyümesinin en önemli özelliklerden birisi, sebep
olduğu nüfus ve sennaye hareketliliğidir. 1815’le 1915 arasın­
da, otuz sekiz milyonu 1865’ten sonra olmak üzere kırk altı
milyon kişi Avrupa’yı terk etti. Yüzyıl sonuna kadar göç eden­
leri çoğunluğu Anglosaksonlardı. Yurtsuz ve işsizlerden kur­
tulmak kadar dominyonlarındaki nüfusu artırma kaygısı da
taşıyan İngiliz hükümeti, 1840-1915 yılları arasında on beş
milyon kişiyi etkileyen bir şekilde göçü teşvik elti. Almanya
ve İskandinav ülkeleri de önemli bir nüfus kaybına uğradı.
Yüzyılın sonunda, Anglosaksonların göçü sona ererken bu
kez Akdeniz ülkelerinde başladı (İtalya, İspanya, Portekiz, Yu­
nanistan) ve Slav ülkelerine ulaştı (Avusturya-Macaristan impa­
ratorluğu, Polonya, Rusya). Kölelik buralarda en nihayet kalk­
mış, yerel sanayilerin hiçbir şekilde içine almayı beceremediği
milyonlarca köylüyü serbest kalmıştı. Sanayi devriminin dışla­
dığı bu nüfus böylece “Yeni Dünya”yı oluşturdu. Başta Amerika
Birleşik Devletleri (1861-1920 arasında 29 milyon göçmen), ar­
dından da Kanada, Arjantin, Brezilya (her birinde göçmen sayı­
sı 3 ile 5 milyon arasındadır) Avustralya ve Yeni Zelanda (her
birinde bir ya da iki milyon civannda göçmen vardır).

“Kapitalizm in En Üst A şam ası”

Avrupa’nın ihraç ettiği tek şey nüfus fazlası değildir. Serma­


ye çıkışı da 1840’la Birinci Dünya Savaşı arasında onun kadar
çarpıcı bir artış gösterir. Ödemeler dengesi verilerine göre mi­
64
nimumdan hesaplanan doğrudan ve portföy yatırımları için
brüt sermaye çıkışının vardığı nokta, 1840'ta iki milyar dolar­
dan az bir miktarken 1 8 7 0 ^ dokuz milyar, 1900’de yirmi se­
kiz milyar ve 1913’te kırk dört milyardır. Bunun üçte ikisi de
Birleşik Krallık ve Fransa’nın aktifidir [Bairoch, 1976].
Bu konuda hemen bir dolu çalışma yürütüldüyse de -Le-
nin’in ünlü E m peryalizm ’i [1917] bunlardan biridir- göç ve
sermaye çıkışı olguları arasındaki bağın nadiren üzerinde du­
rulmuştur. Aslında bu konuda bir varsayım ileri sürülebilir.
Göç akımının büyüklüğünden kaynaklanan yoğun eksik istih­
dam da gelirlerdeki arlan yoğunlaşmanın bir ürünüdür. Sanayi
devriminin kamçıladığı verimlilik artışındaki hızlanma, dağıtı­
lan gelir hacmine paralel bir ilerlemeye imkân tanımamış, ama
kâr artışını ve sermayenin merkezîleşmesini sağlamıştır. Bu
dönem, sanayileşme sürecine en çok kendini veren uluslarda
büyük sınaî ve finansal grupların oluştuğu dönemdir (Ameri­
ka Birleşik Devletleri’nde Lröstler, Almanya’da konzern, Japon­
ya’da züibatsu) ve bunların çoğu çabucak uluslararası boyuta
ulaşmıştır (Siemens, Nestle, Saint-Gobin, Ericsson, Westing-
house, Kodak...).
Gelir ve kârlardaki aşırı yoğunlaşmadan kaynaklanan iç pa­
zar yetersizliği dış pazar arayışına sebep olur ve sömürgecili­
ğin yeniden gelişmesinin nedenlerinden biri olarak algılanmış­
tır. Bununla birlikte Avrupa sanayiinin en önemli ihracat pa­
zarlarını Afrika ya da Asya’daki sömürgeler teşkil etmez. Bun­
lar Batı Avrupa’nın dışında, çoğu bağımsız hale gelmiş Kuzey
Amerika ve Britanya hükümdarlığının diğer dominyonlarında­
ki eski yerleşim sömürgelerindedirler. Aslında, Avrupa dışın­
dan gelen yatırımların ve plasmanların büyük bir kısmı bu ül­
kelerce karşılanıyordu.
Sermaye ihracı bu şekilde sermayenin içeride yoğunlaştırıl­
masının mantıksal tamamlayıcısıdır. Kendisi de bizzat sanayi­
leşmenin yarattığı yoğun eksik istihdamın sonucu olan göçün
yarattığı potansiyel pazarların ödeme gücünü artırmaya yar­
dım eder. Buna bağlı olarak, göç ve sermaye ihracatı Avrupalı
dünya ekonomisinin yayılmasında yeni bir biçim oluşturur.
65
Yerli halklarının büyük bölümünden vahşi biçimde arındırıl­
mış olan bu “bakir” sermaye birikimi yuvalarında göç ve ser­
maye ihracı sayesinde iç dinamik yeniden yaratılır.

Ycın P eri/eri ve Mali Bağımlılık

Britanya dominyonlarının dışında, dört büyük bölge ya da si-


yasi-külıürel oluşum Balı Avrupa yatırımlarının özellikle de
plasmanlarının önemli bir bölümünü ele geçirmiştir: burası La­
tin Amerika’dır ve bizzat Avrupa, Rus İmparatorluğu, Osmanlı
İmparatorluğu ve Çin’in yerleşim bölgesidir. Bunlar gelecekleri,
kapitalisl dünya ekonomisiyle kuracakları ilişki lipine bağlı
dörl imparatorluk ya da eski bir imparatorluğun parçalan, sına!
kalkınmanın eşiğindeki dörı bölge, potansiyel ya da gerileyen
güçlerdir. Kuzey Amerika ve Britanya lmparatorluğu’nun beyaz
kuşağındaki ülkelerde gözlemlenenin lersine, bu bölgelere ya­
pılan sermaye ihracatı önceden var olan bir birikim dinamiği
sağlayamamıştır. Dış tasarruf, yerel sanayiin gelişmesi için yo­
ğun olarak yatırım yapacak iç tasarrufu tamamlamamıştır. Bü­
yük ölçüde devlet borçlanmasıyla alınan yardımlardan oluşan
yabancı sermaye, en iyi durumda, ihraç edilecek hammaddeleri
(maden ya da tarımsal) merkeze ulaştıracak yolu sağlamak için
kurulacak altyapıyı -demiryolu, yol, liman- finanse eder.
Amerika Birleşik Devlelleri’ne yapılan yabancı yatırımlardaki
farklılık burada açıkça görülmektedir. Tabii ki 19. yüzyılın so­
nunda bu ülkeye yalınlan yabancı sermayenin bir kısmı demir­
yolu inşaatının finansmanına katkıda bulunmuştu. Ama bura­
da söz konusu olan, ülkeyi içe kapalılıktan kurtaran ve sınaî
gelişmesi için gerekli fiziksel araçları sağlayan iç ulaşımının bü­
yük bir bölümüdür. Ortaçağ’da deniz nasıl ticaret devriminin
en önemli ulaşım yoluyduysa, demiryolu da sanayi devrimi dö­
neminde iç pazarların dışa açılması ve birleşmesinin ayrıcalıklı
vektörünü oluşturuyordu. Yukarıda bahsettiğimiz, dışarıdan fi­
nanse edilen altyapı yatırımlarının dünya pazarına bağlı üre­
timlerinin içe kapalı özelliklerini güçlendirmekten başka bir
şey yapmadığı bölgelerde ise durum tamamen başkadır.
66
Yarı periferi kavram ı, kapilalisl üretim tarzının merkez
uluslara mali ve teknik açıdan bağımlı geliştiği -19. yüzyılın
sonunda hâlâ siyasi olarak bağımsızlığını koruyan- alanları an­
latır. Mali taraf burada çok önemlidir. Mısır’da, Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nda, Çin’de modernleşme ya da en azından ihtiyaç
duyduğu altyapı çalışmaları için gerekli kaynakları yerel ola­
rak harekele geçirme yetersizliği, yavaş yavaş mali alanda ya­
bancı himayesi altına girmeye yönlendirir. Borç kasaları kuru­
lur ve Avrupalı devlet memurları tarafından yönetilir. Bunlar
himaye altına giren devletin kaynaklarının tahsisatını kontrol
ederler, bu da günümüzde IMF ve Dünya Bankası’nm dayattığı
şartnamelerin habercisi olan bir düzendir. Mali bağımsızlığın
kaybedilmesi Osmanlı imparatorluğu gibi Çin’i de borçlarını
hafifletmek adına liman, demiryolu ya da ticari bölgelerde ay­
rıcalıklar tanımak zorunda bıraktı. Japonya Ban dan gelecek
her türlü girişi engelleyerek böyle bir süreç içine girmekten
kaçınmıştır. Rusya ise, ancak Ekim Devrimi’yle bundan kurtu­
labilecektir.
Yarı periferiyi periferiden ayıran özelliklerden biri Batı ser­
mayesinin nüfuz etmesidir. Hindistan hariç, Avrupa’nın geri
kalan sömürge imparatorluklarında, sermaye oluşumunun ço­
ğu zaman büyük bölümünü teşkil ettiği halde metropol yatırı­
mı dikkati çekecek kadar ılımlıdır. Merkezin ihracatında marji­
nal bir pazar olarak periferi, hammadde üreticisi rolüne sıkışıp
kalmıştır. Sanayileşme çabası ya da potansiyeli neredeyse yok­
tur. Buna karşılık yarı periferi, ihracatta uzmanlaşmasıyla aynl-
masa da daha çeşitli bir üretim temeline sahiptir. Üstelik, izin­
den gittiği merkeze de zamanla benzemeye başlar, her zaman
araçları bulamasa da devlet aygıtlarını oluşturarak ya da restore
ederek ve ulusal bir girişimci sınıfı yaratarak merkeze benzer.

67
İKİNCİ B ÖLÜM
BÜTÜNLEŞTİRİCİ Ö ZEL SEKTÖR MANTIKLARI

Birinci Dünya Savaşı'nın başında, Avrupalı dünya ekonomisi


neredeyse dünyanın her yerine hükmediyordu. Dünya çapın­
daki alışveriş ağıyla, mali gücüyle, sömürge edinimleri ya da
hatta, Kuzey Amerika ve Avustralya gibi kıtalar boyutunda
alanlara yerleşmiş nüfusuyla, Eski Dünya artık gezegenin ka­
derini eline almış vaziyettedir. Avrupalı ya da Avrupa nüfusun­
dan olmayan tek sermaye biriktirm e kutbu Japonya’dır. Bu
ulusun Batı Avrupa’yla arasındaki sosyo-politik yapı benzerlik­
lerine defalarca işaret edilmiştir.
Ama aynı uygarlığın ayrılmış birimlerinin arasında binlerce
yıldır süren rekabete dayanan Avrupa dinamizmi, çok güçlü
kendi kendini yok edici genlerle doludur. Ekonomik rekabet
içinde çok şiddetlenmeyen ulusal çatışmalar, 20. yüzyılın ilk
yansında hizmete giren smaî güçle birlikte on kat daha şiddet­
li bir şekilde ortaya çıkar. İki dünya savaşı, dünyaya rasyonel
düşünceyi getiren bu medeniyete irrasyonelliğin hâkim oldu­
ğunu acıklı bir biçimde gösterir. Avrupa, dünya genelinde et­
kili olan bu çifte patlamadan harap olmuş, kendisinden, kendi
insani, kültürel ve ideolojik yansımalarından doğan yan Avru-
palı iki süper gücün arasında, çatışan bloklara ayrılmış bir hal­
de çıkar.

69
Arlık merkezi Avrupa olmayan eski Avrupalı dünya ekono­
misi bu bunalım ve büyük savaştan her şeye rağmen yenilen­
miş bir kuvvetle çıkar. Ticaret ve finansman ağları bozulsa da,
komünist dünyanın kendisinden koparıldıgı, ama serbest tica­
ret, rekabet ve etki mücadeleleri için bağımsızlaşma antlaşma­
larına açık bir siyasi alanda yeniden yayılabilir. Ekonomik ola­
rak istikran, askerî olarak da emniyeti Amerika Birleşik Dev-
leıleri’nin hegemonya gücü tarafından sağlanan kapitalist dün­
ya ekonomisi böylece küreselleşir.
Belli bir görüşün aksine, bu küreselleşme savaş sonrası geti­
rilen parasal, mali ve ticari düzenlemelerin bir sonucu değil­
dir. Bretton Woods anlaşmalarının, iki savaş arası parasal dü­
zensizlikten sorumlu tutulan sermaye hareketliliğini artırmayı
hedeflemiyor olması anlamlıdır. Savaştan sonra getirilen ulus­
lararası kurallar son derece geleneksel bir devletlerarası sistem
mantığı içindedir. Uluslararası para ve ticaret ilişkileri ekono­
mi tarihinde ilk defa çokyanlı bir temelde düzenlendiğine gö­
re, bu sistemin özünü teşkil ettikleri dahi söylenebilir.
Küreselleşmeyi daha uygun bir biçimde bu kuralların sınır­
larını çizme süreciyle, onların yırtılma ve sonunda parçalan­
malarından büyük ölçüde sorumlu olan süreçle bir tutabiliriz.
Küreselleşme her şeyden önce, özel sektör merkezli bütünleş­
me mantıklarının ürünüdür. Bunlar, hem özel hukuk alanının
aktörleri tarafından hayata geçirildikleri gibi, hem de bu ak­
törlerin tâbi oldukları devletlerin çıkarlarıyla her zaman kesiş­
mezler. Aynı Keynesgil döneme özgü ulusal anlaşmaları boz­
dukları gibi, merkantilisı dönemde devletler ve tüccarlar ara­
sında kurulan ittifakları bozma eğilimindedirler. Sismondi’nin
dediği gibi, bunun amacı alışverişe getirilecek bütün engeller­
den kurtulmuş, bütünüyle arz talep kanununa tâbi olmuş tek
bir evrensel pazar, "büıün evrenin pazarı” şeklindeki liberal
fanteziyi daha iyi canlandırmak içindir.
Tarih boyunca ulusal kapitalizmlerin merkezlerine iç pazarı
alma safhası, kapitalizmin bütün dünyaya egemen olma yo­
lundaki uzun ilerleyişi için gerekli aşama, mecburi geçiş nok­
tası gibi olmuştur. Küreselleşme böylece, Akdeniz’de yaklaşık
70
bin yıl önce başlayan bir sürecin devamına denk düşer, en bü­
yük ivmeyi de 15 ve 16. yüzyıllardaki dışa açılma sırasında al­
mıştır. Bütün yaptığı, kapitalizme özündeki uluslararasından
çok ulusötesi başarılarını yeniden kazandırmaktır Bu da, dev­
letler yerine sınırlar, uluslar yerine geleneklerle iştigal edip her
şeyi sırr değer kanununa tâbi kılmaktır.

TİCARET MANTIKLARI: “BÜTÜN EVRENİN PAZARI”

18. yüzyıla kadar ticari kapitalizm gelişmesini çeşitli yerlerde­


ki fiyat farklılıklarını işletmek üzerine oturtmuştu, yani dün­
yanın farklı bölgelerinde az bulunanlar arasındaki farklılıklar
üzerine kurmuştu. Dolayısıyla sahaya hâkim olmak önemli bir
güç emaresiydi, rekabetlerin keskinliği ve Venedik’ten beri he­
gemonya kuran bütün güçlerin istisnasız denize kıyısı olan
güçler olması bunu kanıtlıyor. Sanayi devrimi ve üretici ser­
mayenin güçlenmesiyle ana değişken saha olmaktan çıkar, ar­
tık hâkim olmak gereken zamandır ve daha belirgin olarak da
çalışma zamanıdır, klasiklere göre değerin temelidir bu [Doc-
kes, 1977].
Sanayi kapitalizmi evresinde gerçeklen de kârlar artık az bu­
lunanlar arasındaki farklılıklardan değil, üretim maliyetleri
arasındaki farktan kaynaklanır, bu da üretim süresi ve ulusla­
rarası parayla ifade edilen maaşlarda önemli farklılıklara sebep
olur. Bu farklar da üretim zamanındaki farklardan ve uluslara­
rası para cinsinden ifade edilen ücretlerdeki farklardan oluş­
maktadır. Böylece, doğal (tarımsal, madensel) ve imalat gelir­
lerine (sermaye, iş gücü) odaklanan bir sorunsaldan yapıları
ve üretimin verimliliği üzerine odaklanmış bir sorunsala geçi­
lir. Rekabet ilkesinin uzun süre uluslararası işbölümüyle mas­
kelenen önceliği, rekabetin belirleyicilerinin analizini ön plana
getirmiştir. Sırf arz koşullarına göre değil, evrensel talebi kar­
şılamalarına göre de değerlendirilen uluslararası uzmanlaşma­
nın niteliklerini vurgularlar. Ekonomilerin uzun vadede geliş­
meleri için stratejik faaliyetlerin desteklenmesinde devlet mü­
dahalesinin tayin edici özelliğini ortaya çıkarırlar.
71
Uzmanlaşma ve Rekabet

Uluslararası ticaret iki zıt ilkenin karşılaşmasına tâbidir: ta­


mamlayıcılığı sağlayan uzmanlaşma ilkesi ve rekabet ilkesi.
Birincisi, klasik ve daha sonra neoklasik ekol çerçevesinde
ünlü teorik gelişmelere konu olmuştur. Uluslararası işbölümü
kavramının temelini oluşturur. Bu kavramın en büyük sakın­
cası, dünya üzerindeki kaynak dağılımının aralarında koordi­
nasyon olan rasyonel seçimler tarafından yapıldığı izlenimi
yaratmasıdır, ikinci ilke ise, pek çok alanda olası tamamlayıcı­
lıkları belirlemeden önce, alışverişin, en kârlı üretim alanları­
nı ele geçirmek yolunda herkesin herkesle mücadele ettiği yer
olduğuna işaret eder. Uluslararası uzmanlaşma denen şey as­
lında sadece bu ticari mücadelelerin a posteriori sonucudur ve
bu sonuç rekabet oyunu tarafından sürekli yeniden tartışmaya
açılır.
Tamamlayıcı ticaret yine de ortadan kaybolmamıştır. Kay­
nakların doğal dağılımının belirleyici bir rol oynadığı toprak
ve toprak altı ürünleri öncelikle kapsar. Bununla birlikte bun­
lar dünya ticaretinin açıkça azalan bir bölümünü teşkil eder­
ler. 1913’ten 1997’ye kadar dünya ithalatında tarımsal, maden­
sel ve enerjetik ürünlerin payı üçte ikiyken üçte birin altına
inmiştir (bkz. Tablo I). I9 6 0 ’lı yılların başında, bu ürünlerin
payı yüzde 45’ti, bunun yüzde 10'u da enerji içindi. Bu oranın
1970’li yıllar içinde sabitlenmesi iki petrol şokunun, değer ba­
zında ticaret yapısı üzerindeki etkisiyle açıklanmaktadır. Sabit
fiyatlarla, temel ürünler ve özellikle de tarımsal ve madensel
ürünler ticaretindeki düşüş bütün dönem boyunca devam et­
miştir. Reel petrol fiyatlarını 1973’ten önceki düzeyine çeke­
cek olan 1986 petrol karşı şokunun sonucunda, yakıtın dünya
ticaretindeki payı yüzde 10’lara düşmüştü.
Yine de, tamamlayıcılık ilkesinin önemli rol oynayabileceği
bu alanda bile rekabet, kısa ve uzun vadeli gelişmeler üzerin­
deki etkisini çok açık hissettirmektedir. 1970’li yıllarda, OPEC
tarafından yönlendirilen petrol sektöründeki yüksek fiyat po­
litikası, petrole ikame olabilecek kaynakları ve enerji ekono-

72
TABLO I
Dünya ihracatının Kompozisyonu
1913-1997 (yüzde toplam )

1913 1963 1973 1974 1980 1983 1987 1992 1997


Temel maddeler 64 45 38 44 44 40 30 25 22
- tarım 50 29 21 18 15 15 14 12 11
- madenler - 6 6 6 5 4 4 3 2
- enerji - 10 11 20 24 21 12 10 9
Mamul maddeler 36 55 62 56 56 60 70 75 78
Kaynak: GATT ve DTÖ, Uluslararası ticaret, yıllık rapor.

milerini teşvik ederek, petrol talebinde düşüşe yol açmış, neti­


cede Suudi Arabistan’ın stratejilerinin tamamen alt üst olması
ile sonuçlanmıştır. Kullananların maliyet düşürme çabaları yü­
zünden talepleri olumsuz etkilenen tarım sal ve madensel
hammaddeler için de bu geçerlidir. Onların yerine daha sağ­
lam ve ucuz yeni maddeler tercih edilmiştir. Temel ürünlere
olan talebin (dolayısıyla fiyatların) uzun dönemde kötüye git­
mesi birçok üretici ülkenin bu tür uzmanlaşmalardan uzaklaş­
masına yol açmıştır.
Tamamlayıcı licaret teorik olarak, üretimleri, uluslararası
dağılımı eşitsiz olan üretim faktörlerinin (emek, sermaye) ha­
reketliliğine dayanan malları da kapsamaktadır. Eli Heckscher,
Bertil Ohlin ve Paul Samuelson gibi isimlerle anılan neoklasik
uluslararası ticaret teorisi, üretim faktörlerinin dağılımındaki
farklılıkları uluslararası mübadelenin temeli olarak değerlen­
dirmektedir (HOS teoremi). Ricardo’nun yaklaşımını derinleş­
tiren bu yazarlar, ticari taraflar arasındaki mukayeseli üstün­
lükler olgusunu, emek veya sermaye olarak faktörlerin göreli
bolluğu ile açıklamışlardır.
Üretim faktörü olarak bir tek verimliliği değişken olan eme­
ği gösteren Ricardo’dan farklı olarak bu yazarlar, birçok faktö­
rün varlığını ele alırlar ama üretim tekniklerinin ve dolayısıyla
verimlilik seviyelerinin her ülkede aynı olduğunu söylerler.
Üretim maliyetleri arasındaki farklar her üretim faktörünün
göreli bolluğu ile açıklanır. Örneğin, sermaye yönünden zen-

73
gin bir ülke, sermaye yoğunluğuyla üretimini ucuza mal ede­
cektir çünkü sermayenin maliyeti düşük olacaktır. Böylece her
ülkenin, kendisinde bol bulunan üretim faktörlerine göre üre­
timde uzmanlaşması o ülkenin yararına olacaktır. Bununla
birlike, sermaye talebi (dolayısıyla sermayenin fiyatı) sermaye­
nin yoğun, nüfusun az olduğu ülkelerde arlarken, emek talebi
ise (dolayısıyla emeğin fiyatı), sermaye yönünden fakir ama
yüksek nüfuslu ülkelerde artacaktır. Üretim faktörlerinin fiyatı
uluslararası boyutla eşitlenme eğilimi gösterecektir ve bunu
da üretim faktörlerinin uluslararası hareketliliğinin yokluğun­
da yapacaktır.
Neoklasik yaklaşım, karşılaştırmalı verimlilik yeLkinliği, ya­
ni rekabet üzerine değil, nispi kıtlık, yani tamamlayıcılık üze­
rine kurulu alışveriş açıklamasına geri döner. Bu anlamda, ta­
rihle ters düşme riskine rağmen, bu yaklaşımı neredeyse Ri­
cardo öncesi bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz. Bu tür
varsayımlardan dolayı diskalifiye olan HOS teoremi de üretim
faktörlerinin fiyatlarının eşitlendiği yolunda bir sonuca var­
maktadır. Faiz oranlarının uzun vadede eşitlenme eğilimi (kâr
oranlarının değil) mali piyasaların dünya ölçeğine fazlaca en­
tegre olma olgusuyla mümkün olsa da, uluslararası hareketlili­
ği sıfır olmayan emek faktörü için böyle bir şey yoktur. Aslın­
da, periferideki ücretlerde bir telafi sürecine girilm esi, kol
emeği yoğun olan üretimlerde uzmanlaştığı için değil, tam ter­
sine çoğunlukla yabancı sermayelerin desteğiyle bu tip uz­
manlaşmalardan kurtulup daha fazla sermaye ve teknik iş bil­
gisi içeren üretimlere giriştiği içindir.
Tamamlayıcılık ilkesi de, kabul edilmiş veya ettirilmiş ol­
sun, farklı gelişme düzeylerine sahip bölgeler arasındaki mal
alışverişlerinde çok önemli bir rol oynamaktadır. 1998’de bu
ürünlerin dünya genelinde ticaretinin üçte birinden biraz faz­
lası değişik gelişmişlik düzeylerindeki bölgeleri ilişki içine so­
kuyordu (bkz. Tablo II). Gelişm ekte olan ülkelerin imalat
ürünleri ihracatındaki yüksel işlerini hesaplamak için altmışlı
yılların sonundan itibaren yeniden ortaya atılan uluslararası
işbölümü kavramı, “dikey” diye tanımlayabileceğimiz bu tip

74
alışverişlere özgü kullanılır, çünkü ücret maliyetlerindeki bü­
yük farklılıklar üzerine kuruludur. Rekabet ilkesinin egemen
olduğu gelişmiş ülkeler arasındaki “yatay” alışverişlerde daha
az belirleyicidir. Bu gelişmekle olan ülkelerdeki ihracatın ge­
lişmiş ülkelerin geleneksel sanayileriyle rekabete girmediği an­
lamına gelmez elbeüe. Sonuçta, bu tip üretim (tekstil, deri,
ağaç, oyuncak elektrik malzemeleri sanayii vb.) başlıca teknik
yenilikler dışında, düşük ücretli bölgelere kaymaya mecbur­
dur ve bundan kurtulmayı beceremeyen ya da kurtulmakta
geciken eski sanayi ülkeleri de yan periferik bir konuma kay­
ma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

TABLO II
Farklı Gelişmişlik Düzeyine Sahip Bölgeler Arasında
Sanayi Ürünleri Ticareti Matrisi, 1998
(Dünya imalat ürünleri ticaretinin yüzdesiyle)

Yönelinerı ülkeler
Kaynak ülkeler SÜ GAÜ DGÜ DA Dünya Bakiye
Sanayileşmiş ülkeler ( SÜ)* 60 8 7 3 78 +3
Gelişen Asya ülkeleri (GAÜ) 11 4 1 0 16 +4
Diğer gelişen ülkeler (DGÜ) 2 0 1 0 3 -6
Doğu Avrupa (DA) 2 0 0 1 3 -1
Dünya 75 12 9 4 100 0
(*) Meksika dahil.
Kaynak: CEPII [2000]. L'İconomie mondiale 200V, (yazarın hesapları).

Rekabet Alanının Yoğunlaşması ve Genişlemesi

Demek ki tamamlayıcılık ilkesi farklı doğal kaynaklar ve üre­


tim faaktörlerine sahip b ölgeler arasındaki alışverişlerde
önemli bir rol oynamaya devam etmekledir. Ama dünya tica­
reti dinamizmini bundan değil, rekabet ilkesinden almaktadır.
Gelişmiş ülkeler arasında ayni ürünler ticaretinin baskın oluşu
da bunu kanıtlamakladır. Bu noktaya değinmeden önce, bu
alışverişler dinamizmini ele almak uygun olacaktır.

75
Dünya Ticaretinin D inam izm i

Angus Maddison'un çalışmalarına göre [ 1982], hacim olarak


dünya ihracatındaki artış oranı (bütün ürünler itibariyle) uzun
vadede “dünya GSYIH”mn artış oranından iki kat daha yük­
sektir. Alışverişlerin dünya üretimine göre esnekliğinin böyle
yüksek olduğu, 1950’den sonra olduğu kadar, 1820 ile 1913
arasında da doğrulanmıştır (sadece büyük sanayileşmiş ülkeler
hesaba katılmıştır). Burada tek istisnayı, Birinci Dünya Savaşı
ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönem oluşturmaktadır. Bu
dönem boyunca uluslararası ticaret üretime göre yaklaşık üç
kat daha yavaş artmıştır. Alışverişlerin bütünü için, dünya tica­
retinin dünya GSYİH’ya oranı 1950’de yüzde 8 ’ken 1998’de
yüzde 26’ya yaklaşıyordu. Elektronik gibi bazı kollarda bu oran
şimdiden yüzde 50’yi aşıyor. Bu da göstermektedir ki dünya
elektronik üretiminin yüzde 50’si uluslararası ticarete yönelik.
Şüphesiz bu olay üzerinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında
ortaya çıkan sanayi ürünlerinde genel olarak ticaretin serbest­
leştirilmesi hareketinin etkisi büyüktür. GATT çerçevesinde bu
konu üzerinde çok taraflı müzakereler yapılmıştır [Rainelli,
1996]. 1940'lı yılların sonunda Annecy ve Cenevre’de düzenle­
nen müzakerelerin ilk raundlarından bu yana sanayileşmiş ül­
kelerin ortalama ithalat tarifeleri sekize bölünerek 2000 yılında
yüzde 40’tan yüzde 4 ’e getirilmişti. Avrupa’da Ortak Pazar’ın
kurulması ve Gümrük Birliği ya da onun ardından ortaya çıkan
bölgesel serbest ticaret anlaşmalarının (Brezilya, Arjantin, Uru­
guay, Paraguay ve Latin Amerika’yı bir araya getiren Mercosur
ve ABD, Kanada ve Meksika’yı içine alan ALENA) çeşitli proje­
leri de alışverişlerin serbestleştirilmesini teşvik etmişti. Nihayet
seksenli yılların başından itibaren, IMF ve Dünya Bankası’nın
borç kriz yönetimi çerçevesinde dayattıkları serbestleştirme po­
litikalarıyla, gelişmekte olan ülkelere de yayıldı.
Rekabetin yoğunlaşması yine de mamul ürünlerle sınırlı de­
ğildir. Tarımsal ürünlere de yayılır (ticaret esnekliği 1.5 dola­
yında). Nitekim 1994 yılında belirlenen Uruguay Round'u ta­
rımsal ürünlerin ticaretini de serbest bırakır. Buna karşılık,

76
enerji gibi, en iyi durumda, ticareti üretimiyle aynı hızda geli­
şen üretim faaliyetlerinde o kadar yerleşmemiştir. “Hizmet”
sektöründe de uluslararası rekabet güçlüdür. Bu sektörde tu­
rizm, seyahatler, uluslararası güvence gibi geleneksel faaliyet
gelirleriyle uluslararasılaşma hareketine daha doğrudan bağlı
faaliyet gelirlerinin (dağıtım, danışma, reklam, mühendislik,
telekomünikasyon...), dışanya borç olarak verilen ya da yatırı­
lan sermayelerin gelirleriyle göçmen işçilere ayrılan ödenekle­
rin bir arada gittikleri ödemeler dengesi ve milli muhasebede
hep yanlış tanımlanır. Sermaye gelirleri ve karşılıksız ödemele­
ri saymazsak, ticari hizmet alışverişinin ağırlığı 1970’te dünya
GSYIH’nın yüzde 2’sinden 1 9 9 6 ’da yüzde 4 ’üne çıkacaktır
[GATT],

K arşılıklı Ticaretin Önemi

Uluslararası ticaret dinamizmini tabii ki mamul malların ti­


caretinden alır. Oysa bu ticaret sanayileşmiş ülkelerin, başka
bir deyişle Japonya’yla beraber Avrupalı Batı ya da Avrupa çı­
kışlı uluslar (Kuzey Amerika, Avustralya) arasındaki ticaretin
beşte üçüdür. Ve Kuzey-Kuzey olarak nitelendirilmeye alışıl­
mış bu ticarette (Kuzey-Güney kabaca merkez ve periferi kav­
ramlarına işaret etmektedir), alışverişlerin yarısından fazlası
benzer ürünlerin kaşılıklı ticaretidir (otomobil ya da geniş kit­
lelere yönelik elektronik eşya örnekleri), bunlara branş-içi
alışverişler de deniyor.
Bu karşılıklı ticaretler üzerine yapılan çalışmalar anlamlı bir
şekilde şunu gösteriyor: katılan ülkelerin gelişmişlik düzeyi
yüksek ve kıyaslanabilir olduğunda, yani talep yapıları aynı
olduğunda bu ticaret de çok daha yoğun oluyor. Böyle olunca
da, toplam mamul madde ticareti içinde branş-içi ticaretin
oranı 1991’de, yirmi yıldır büyük ilerleme kaydeden Almanya,
Fransa ve İngiltere’de yüzde 80’e ulaşıyor [OECD, 1994], De­
mek ki bu olgu, uzmanlaşma ilkesinin kısmen de olsa daha
aktif olan rekabet ilkesinin karşısında silik kaldığı gelişmiş ül­
keler arasındaki ticaret için oldukça tipik.
77
Tabii ki bundan Kuzey-Kuzey ticaretinde uzmanlaşmanın,
Kuzey-Güney ticaretinde de rekabetin etkili olmadığı anlamını
çıkarmamak gerekir. Bu iki ilke arasındaki zıtlık, niyet ve ger­
çekleştirme arasındaki klasik ayrım tarafından açıklanmasaydı
çok fazla belirgin olacaktı. Genel olarak bakarsak, gelişmiş ül­
keler arasındaki sanayi ticaretinde uluslararası uzmanlaşma­
nın, hâlâ ex ante (önceden) bir rekabetin ex post (sonradan) so­
nucu olduğu iddia edilebilir.
Öte yandan, zıt faktör donanımlarından dolayı, Kuzey-Gü­
ney arasındaki mamul ürün ticaretinde ex ante tamamlayıcılık
mantığı daha aktif olacaktır. Ama gelişmekte olan ülkelerde
gittikçe artan bir kesimin, statik bir karşılaştırmalı üstünlükler
kavramı tarafından yönetilmeye ve kendilerine zararlı olabile­
cek bir uluslararası uzmanlaşmaya lıapsolmayı reddetmeleri
rekabet ilkesini sürekli canlandırmaktadır. Japonya örneğin­
den yola çıkarak, bu ülkeler, uluslararası uzmanlaşmalarını,
güçlü bir uluslararası talebin olduğu alanlara kaydırarak de­
ğerlendirmeye çalışıyorlar. Farklı gelişme düzeyine sahip ülke­
ler arasındaki branş-içi ticaretin patlaması, bu alışverişe dahil
olan periferi ülkeleri için gelişmemişliklen çıkmak için iyi bir
yol gösterici haline geldi.
Uluslararası ticaret analizi ulusu anlamlı analiz birimi ola­
rak ayırır, halbuki rekabet ilk etapta şirketleri ilgilendirir. Şir­
ketler de rekabet güçlerini artırmak için dünya genelindeki
kaynakları daha da fazla sömürme eğilimindedir. Nitekim, fir­
malar rekabet güçlerini artırmak için, ürettikleri ürünlerin her
bir parçasını cazip özellikleri olan farklı yatırım bölgelerinde
üretmeyi tasarlarken dünyadaki yatırım alanlarının farklı özel­
likleri üzerinde daha çok araştırma yapmaya yönelmektedirler.
Böylece ülkelerdeki ihtisaslaşma marka rekabeti olarak dünya
boyutunda dev bir üretimi hedef almaktadır.

Ticaret Ağlan

Rekabetin dünya ölçeğinde yoğunlaşması uluslararası ticaret


ağlarını da yeniden kurar. Bu ağlar hem ayrı ayrı pazarlardaki

78
büyüme farklarına (rekabet ilkesi), hem de şirketlerin gerçek­
leştirdiği üretim faaliyetlerinin yerelleştirilm e stratejilerine
(uzmanlaşma ilkesi) duyarlıdır. Son yıllarda mamul madde ti­
caretinde üç büyük eğilim ortaya çıkmaktadır. Birincisi ulusla^
rarası ticaretin bölgesel olarak kutuplaşmasıyla ilgilidir. Uzun
bir süre Avrupa merkezli kalan dünya ticareti, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin üstünlüğü­
nü onaya koymasıyla iki kutuplu hale geldi. Japonya’nın, ar­
dından da Asya’nın “yeni sanayileşen ülkeleri’’nin (YSÜ), sıra­
sıyla Hong Kong, Tayvan, Güney Kore ve Singapur) güçlen­
mesini, bütün Uzakdoğu’ya yayılma eğilimindeki üçüncü bir
bölgesel üretim kutbu izler.
III. Tablo’da, mamul maddelerin dünya genelinde ticareti
büyük bölgesel kutuplara göre sınıflandırılmıştır: Kuzey Ame­
rika (Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Meksika), Batı Av­
rupa ve Japonya, Avustralya ve gelişmekte olan Asya’dan olu­
şan grup. Bu kutupların her biri için hem ihracat hem ithalat
açısından bölge içi alışverişler birinci sıradadır. 1998’de her
bir kutbun kendi içindeki alışverişleri dünya genelinde mamul
mal ticaretinin yarısından fazlasını teşkil ediyordu, aralarında­
ki ticaret ise yüzde 30'du. Bunun aksine, diğer bölgelerle (La­
tin Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Dogu Avrupa) ticaret dünya
genelinde mamul mal ticaretinin ancak yüzde 16’s ını oluşturu­
yordu, bu rakam 1979’da yüzde 21’di. Anlamlı bir biçimde,
özellikle Sovyet Bloku’nun çözülmesiyle, bu diğer ülkelerin
kendi aralarındaki ticaret 1998’de önemsizdi ve 1979’a göre
iyice azalmaktaydı.
ikinci büyük eğilim, uluslararası ticaretin ağırlık merkezi­
nin Atlantik’ten Pasifik’e doğru kaymasıdır, bu da Uzakdo­
ğu’nun ve Kuzey Amerika pazarıyla hâlâ ayrıcalıklı olan ilişki­
lerinin yükselişini anlatıyor. Bu yer değişim Avrupa’nın aleyhi­
ne gerçekleşiyor, çünkü 1979-1998 yılları arasında Avrupa’nın
mamul madde ihracatı yüzde 19’dan 15’e düştü. Dünya sınaî
ticaretinin yüzde 27’siyle, ama ithalatın sadece yüzde 18’iyle,
Uzakdoğu artık dünya ticaretinde Meksika dahil Kuzey Ame­
rika'dan daha ağır basıyor. Amerika ve Avrupa pazarlarının
79
açılmasından geniş öçüde yararlanan Uzakdoğu bu bölgelerin
mamul ürünlerine tamamen açılmıyor, böylece belli bir ticaret
fazlası ortaya çıkıyor, bu sebeple de iki büyük güçle arasında
kalıcı bir gerilim oluşuyor.

TABLO III
1979 ve 1998 Yıllarında Büyük Bölgesel Kutuplara Göre
Uluslararası Sınat Ürünler Ticareti Matrisi

1998
Yönelinen ülkeler
Kaynak ülkeler KM BA JKA DB Dünya Bakiye

Kuzey Amerika (KM) 10 4 3 2 19 -5


Batı Avrupa (BA) 5 32 4 6 47 +2
Japonya ve Kalkınmakta
olan Asya (JKA) 8 e 10 3 27 +9
Diğer Bölgeler (DB) 1 3 1 2 7 -6
Dünya 24 45 18 13 100 0

1979
Yönelinen ülkeler
Kaynak ülkeler KM BA JKA DB Dünya Bakiye
Kuzey Amerika (KM) 6 4 3 4 17 0
Batı Avrupa (BA) 5 39 3 11 58 +9
Japonya ve Kalkınmakta
olan Asya (JKA) 5 4 6 3 18 +6
Diğer Bölgeler (DB) 1 2 0 4 7 -15
Dünya 17 49 12 22 100 0
Kaynak: CEPII (2000] L'Bconomie Mondiale 1996; (yazarın hesaplaması).

Uzakdoğu’nun yükselişi sadece ticari alışverişleri düzeyinde


değildir. Satın alma gücü anlamında hesaplanınca, bu bölge­
nin toplam GSYIH’sı (Çin ve Japonya dahil, Hindistan hariç)
1 9 9 8 ’de NAFTA’n ın * ve Avrupa’n ın kinin yüzde 2 0 ’sinden
3 0 ’una geçiyordu [CEP11 2000]. Üstelik nüfus ağırlığına rağ­
men, diğer iki büyük kutba göre kişi başı geliri üç dön kat da­
ha hızlı artış gösteriyor. Bu hızla, üç kutup arasındaki satın al­
ma gücü farkı (1999 yılı itibariyle Uzakdoğu’da 5300, Avrupa

( * ) North Am erican Free Trade Agreement.

80
Birligi’nde 16.000 ve NAFTA’da 21.000 dolardır) 2035 yılı do­
laylarında kapanabilir.
Üçüncü büyük eğilim ise merkez-periferi arasındaki ilişkile­
rin bölgeselleşmesidir, bir başka deyişle bu üç büyük küresel
ekonomik gücün (Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği
ve Japonya) her birinde belirli etki alanlarının ortaya çıkması­
dır: bunlar, Amerika Birleşik Devletleri için Latin Amerika; Ja ­
ponya için Uzakdoğu ve Güney Asya; Avrupa Birliği için Doğu
Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’dır. Dünya ticareti düzeyinde de
görülen bu eğilim (bkz. Tablo IV), Kuzey’den Güney’e yapılan
doğrudan yatırımların coğrafi yönelimi ve finans akışında da
vardır. Dünya ticaretinin üç büyük kutbunun -triad- kendi iç­
lerindeki ticaretin baskınlığı dünya ticaretinin “dikeyleşmesi”
olarak da yorumlanabilir ve bu durum, büyük ekonomik güç­
ler arasında büyük bir kriz olduğunda uluslararası alanın ay­
rışması tehlikesini doğuruyor.

TABLO IV
Dünya Ticareti 1998 1 Kuzey-Güney, Bütün Ürünler
(Toplam dünya ticaretinin yüzdesi olarak)

Yönelinen ülkeler

Bütünleşme
Kaynak ülkeler KLA A AO JAA Dünya Oranı*
Kuzey ve Latin Amerika (KLA) 13 S 4 22 59
Avrupa, Afr., Ortadoğu ( AAO) 6 41 6 53 77
Japonya, Asya, Avustral., (JAA) 8 7 10 25 43
Dünya 27 53 20 10 -

Bütünleşme Oranı 48 78 53 - -
(*) Her bir büyük bölgenin toplam ticaretinde bölge içi ticaretin payı (yüzde olarak).
Kaynak: CEPII (20001, L'Economie mondiale 2001: (yazarın hesaplaması).

Yeni Bir Yaklaşım İçin tik Adımlar

Geleneksel dış licaret kuramı (klasik ve neoklasik) üretim fak­


törlerinin hareketsizliği, tam rekabet ve sabit ya da azalan randı­
manlar varsayımları üzerine kurulmuştu. Bu varsayımların hiç­
biri ampirik olarak kanıtlanmadı. Oysa uluslararası ticaretin reel
81
çerçevesi üretim faktörlerinin arlan hareketliliği, özellikle de
sermaye hareketliliğiyle (fiziksel olduğu kadar finansal hareket­
lilik) tekelci rekabet ve artan verimlilik üzerine kurulmuştur.
Geleneksel kuram, talebi hemen hiç dikkate almaz, parayı
ve tarihsel süreci (ayarlamaların anında gerçekleştiği kabul
edilerek) görmezden gelir, teknik ilerlemeyi (dışsal olduğu
farz edilen) rekabet ortamından soyutlar, her türlü devlet mü­
dahalesine karşı çıkardı. Oysa çağdaş yaklaşımlar, dünyadaki
talebe göre arz yapılarının uygun biçimde ayarlanması, ulusla­
rarası rekabet koşullarının gelişiminde para akışının önemi,
uzun vadeli rekabet için araşlırma-geliştirmeye yapılacak yatı­
rımlarının ve yeniliklerin rolü ve arlan verimlilik ve eksik re­
kabet ortamında belirli devlet müdahalesinin gerekliliği ve
meşruluğu üzerinde durur.

T alebe Uyum G östenneh ve Artan Verimi il İh

Uluslararası uzmanlaşmanın dünyadaki talebin eğilimlerine


göre kendini dinamik olarak uyarlamasının önemi Fransa’da
Gerard Lafay’in çalışmalarında belirtilmişti [1979 ve 1989].
Ticaretin hem sektör hem de coğrafya anlamında yapısal etki­
leri ithalat hacminin büyümesinde çok önemli bir rol oynar.
Her piyasada piyasa payının sabit olması koşuluyla (ürün/ül­
ke), ihracat hızlı büyüyen piyasalara doğru yöneldikçe çok da­
ha hızlı büyümekledir. Bir ülkenin büyümesi ve ticaret hadle­
rinin gelişimi uzun vadede, üretme ve dünya ölçeğinde talebi
olan malları ihraç etme kapasitesine kuvvetle bağlıdır. Böyle
bir sonuca çarpıcı bir örnek olarak son yıllarda, iktisadi yö­
rüngeleri birbirine tamamen zıt olan kalkınmakta olan Asya
ülkeleri ile Orta Afrika ülkeleri gösterilebilir.
Arlan verimlilik, üretim ölçeği büyüdükçe birim maliyetle­
rinin düşmesi demektir. Bu koşullarda uzmanlaşma, verili
üretkenlik seviyelerinin karşılaştırılması temelinde belirlene-
mez. Ölçek üstünlüklerini [mikyas ekonomileri] mümkün kı­
lan ve üretkenlik seviyelerini belirleyen, uzmanlaşma ve tica­
rettir aslında. Benzer üretim faktörleriyle donanmış iki ülke­
82
I
nin, her ikisine de sunulan pazarın büyüyen boyutundan kâr
etmeleri için uzmanlaşmalarında yarar vardır. Hangi alanda
uzmanlaşacakları ise belirli değildir, aralarındaki rekabet bunu
belirleyecektir.
Böyle bir sonuç uluslararası ticaretle ilgili geleneksel yakla­
şımın tamamen karşısındadır. Daha da az rekabetçi pazar yapı­
larına doğru bir gelişimin önünü açar. Daha büyük bir üretim
ölçeği, maliyetleri düşürdüğü ve dolayısıyla kârı artırdığı için,
işletmelerin tekel konumuna erişmek üzere mali açıdan daha
kırılgan rakiplerini yok ederek ya da bünyelerine kalarak, iç
pazara oranla ithalatta daha düşük fiyatlar uygulayarak (dam­
ping), halta yeniliklerin yayılmasını önleyerek (giriş engelleri)
pazar paylarını büyütmek için ellerinden geleni yapmaları çı-
karlannadır.
Bu uygulamalar kuşkusuz geleneksel kuramın yaptığından
çok daha fazla uluslararası ticaretin güncel gerçekliğini anlatı­
yor. Uluslararası licaret, her ulusun kapasitesini en iyi biçimde
işleten rasyonel bir işbölümünden ziyade, büyük ölçüde şir­
ketlerin ve ulusların pazar paylarını ve gelirlerini artırmak için
birbirleriyle girdikleri mücadeleleri açıklıyor. Bu koşullarda
branş-içi ticaretin, yani en çok gelir getiren pazarlardaki reka­
betin egemen olması hiç şaşırtıcı değildir.

Yenilikler ve S tratejik Ticaret Politikası

Klasik teorinin tespil ettiği statik belirleyicilerin ölesinde,


uzmanlaşmanın temeli bugün yeniliktir. Ürünleri ya da üretim
yöntemlerini etkileyebilir. Bundan da şu çıkıyor, uluslararası
uzmanlaşma zorunludur diye bir şey yok, ama tam tersine, ye­
ni teknolojilerin keşfedilmesi ya da ele geçirilmesi ya da var
olan teknolojilerin geliştirilmesi üzerine kurulu bir uzmanlaş­
ma dinamiği vardır. Yeniliğin belirleyici rolünün ve arlan ve­
rimliliğin farkına varmak, devletin rolü üzerine yeni bir ışık
lutar. İşletm elerin yenileme kapasiteleri lojistik yapılarına,
halkın eğitim ve kalifiyelik düzeyine ve araştırma-geliştirme
konusunda devletin çabasına fazlasıyla bağlıdır.
83
Eksik piyasa yapılarının varlığı, sırf şirketler için değil ülke
için de hayırlı olabilecek saldırgan ticaret politikalarına neden
olur (gelir ve istihdam yaratma açısından). Amerika Birleşik
Devletleri’nde Paul Krugman’ın ortaya attığı stratejik ticaret
politikası kavramı [1986] devletlerin ulusal şirketlere, kâr faz­
lası ve giriş için koyduğu engellerle bilinen oligopol pazarlara
girebilmeleri için yardım etmesi ya da bu pazarlarda egemen
konumda olan şirketleri rekabetten korumak için yardım et­
mesi anlamına gelir. Boeing’le Airbus arasındaki ticari savaşta
sübvansiyonların rolü klasik bir örnektir. Yüksek teknolojiye
dayalı sanayileri korumayı meşrulaştıran önemli bir dayanak,
yeniliğin maliyetinin yüksek olmasıdır: karşılanabilmesi için
bu yenilikten doğacak kârı bir tek buluşu yapan şirket topla­
malıdır, yani yenilik yayılmamalıdır.
Bunun ötesinde devlet müdahalesi küresel makroekonomi
politikaları yoluyla yapılır, etkisi de döviz kurlarına yansır.
Klasik kurama göre, döviz kurlan farklı uluslar arasında alış­
verişi yapılan malların döviz cinsinden fiyatlarını eşitleme eği­
limindedir (satın alma gücünün paritesi, bkz. s. 115), böylece
rekabet koşullarının bozulmasına engel olurlar. Ne kadar çar­
pıcı olursa olsun bu kuram pek doğrulanmamıştır. Yetmişli
yılların başından bu yana devam eden döviz kurlarındaki dal­
galanmaların sonucunda, ürünlerin uluslararası fiyatları günü
gününe değişiyor ve bunlar hiçönemsiz sayılmayacak bir kur
riskinden etkileniyor.
Karşılaştırmalı üstünlükler ilkesine göre, rasyonel bir uz­
manlaşmadan doğan uluslararası optimum bu şanlarda fazla­
sıyla belirsizleşiyor. Buna karşılık hükümetler için, ulusal üre­
ticilerin pazar paylarını artırmak üzere kendi döviz kurlarının
gelişimini yönlendirmek son derece cazip hale geliyor. Otuzlu
yılların rekabet amaçlı devalüasyonlarının yerini kur manipü-
lasyonları uygulamaları aldı. Dalgalı kur rejiminde bu mani-
pülasyonları ispat etmek çok daha zor. Liberal ekonomistler
böylelikle serbest ticaret lehinde gerçek anlamda bir sonuca
götüren yegâne argümanlarını ileri sürme fırsatı bulurlar, şöy­
le ki, uluslararası rekabete devletlerin müdahale etmesi bazı

84
koşullarda ne kadar yasal olursa olsun, ciddi biçimde zincirle­
me misilleme önlemlerinin alınması riskini taşır, bunlar da
dünya ekonomisi için bir felaket anlamına gelebilir.

KÜRESELLEŞMENİN MERKEZİNDE
ÜRETİM MANTIKLARI

Hatırlarsınız, neoklasik kuram sermayenin hareketsizliğini sa­


vunuyordu, bundan da uluslararası ticaretin yararını çıkarıyor­
du. Maliyet farklılıkları üretim faktörleri farklılıklarına bağlan­
dığı için, sermaye hareketliliği varsayımı ticaretin temellerini
sarsmakla tehdit ediyordu. Oysa yüzyılın başından itibaren
uluslararası mali hareketlerin yoğunluğu Marksist kuramcılar
arasında önemli tartışmalara konu olmuştu (Nicola'i Boukha-
rin, Rudolf Hilferding, Karl Kautsky, Vladimir Lenin, Rosa Lu­
xemburg). Gerçi, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen kırk yıl içinde
dünya ekonomisinin bütünleşme sürecinde olağanüstü bir iler­
leme yaşanmıştı. Mutlak kur sabitliği üzerine kurulu altın ayar
ölçüsü rejimiyle, uluslararası borçlar ve doğrudan yatırımlar
hiç olmadığı kadar hızlı bir biçimde gelişmişlerdi. Özellikle
doğrudan yatırımlar çok ciddi bir yenilikti. Uluslararası doğru­
dan yatırımlar, üretim tekniklerini -ve getirdikleri toplumsal
ilişkileri- menşe ülkelerde doğrudan yaygınlaştırmalarıyla diğer
uluslararası akımlardan köklü bir biçimde ayrılıyordu.
İki dünya savaşı ve 1930 bunalımı ile kesintiye uğrayan
uluslararası ekonomik bütünleşme süreci, 1945’ten sonra hem
sanayileşmiş ülkelerde hem de bağımsızlığına kavuşup yeniden
gelişmekle olan ülkeler adını alan eski sömürge ülkelerinde,
iktisadi faaliyetin düzenli ve hızlı biçimde arttığı bir ortamda,
yeniden canlanacaktı. 1973’e kadar kesintisiz süren bu hızlı
büyüme, ekonomisi en ileri durumda olan ülkelerde büyük sa­
nayi gruplarının oluşmasını teşvik edecekti [Chesnais, 1994].
Bu gruplar, yabancı ülkelere doğru genişleyerek uluslararası bir
boyut kazandılar ve o sırada o kadar güçlü olmasalar da bugün
Çokuluslu şirketler adıyla bildiğimiz tanım ortaya çıktı.
Yüzyılın başında gözlemlenen eğilimlerin aksine, ikinci
85
Dünya Savaşı’ndan sonra çokuluslu şirketler tarafından oluş­
turulan uluslararası üretim ağları öncelikle sanayileşmiş ülke­
lerde gelişir. Ayrıca, doğrudan yabancı yatırımların temel ilke­
si olarak teknolojik hâkimiyet ya da maliyet farklarına gere­
ğinden fazla yer veren incelemelere meydan okurcasına, bu
tür yatırım akışları geniş ölçüde simetriktir. Sanayileşmiş ül­
kelerin dünya mamul ürün ticaretinde branş-içi alışverişleri­
nin baskınlığına, yine bu sanayileşmiş ülkelerin kendi arala­
rındaki çapraz yatırımların baskınlığı karşılık veriyor. Her ikisi
de aslında, şirketlerin dünya ölçeğinde kendilerini kaptırdıkla­
rı genelleşmiş, total rekabetin çeşitli halleridir.

Üçlü’nün İçinde Yoğunlaşan Yatırımlar

Mali yatırımlar ya da portföy yatırımlarından farklı olarak,


doğrudan uluslararası yatırımlar, faaliyetlerini yabancı ülkeler­
de sürdüren girişimlerin oluşturulmasını, geliştirilmesini ya da
kontrol edilmesini amaçlar. Göreli basitliğine rağmen bu tanım
istatistiksel anlamda önemli sorunlar yaratıyor. Bir yandan,
doğrudan uluslararası yatırımlar yatırım alan ülkenin ya da ya­
tırımı yapan şirketin menşe ülkesinin ödemeler dengesinde bir
iz bırakmak zorunda değildir: yatırım o ülkenin finansal paza­
rına yapılacak yardımlarla ya da uluslararası sermaye pazarı ta­
rafından ya da hatta, üretilmiş ürün biriminden orada sağlanan
kârla finanse edilebilir. UNCTAD’a göre, çokuluslu şirketler
1996’da yaptıkları yatırımların sadece dörtle birini kendi ülke­
lerinden getirdikleri sermayeyle finanse etmiştir.
Diğer yandan, mevcut bir şirketi kontrol altına almak ille de
bir sermaye getirildiği anlamına gelmez. Yetmişli yıllardan iti­
baren büyük gelişme gösteren yeni yatırım türleri, üretimi
kontrol etmekle sermaye payını birbirinden ayırıyor, böylelik­
le uluslararası yatırımcıların aldıkları riski azaltıyor. Ödemeler
dengesinden geçen hareketleri gösteren mevcut istatistikler
çok açık bir biçimde bu olguyu azımsıyorlar. Buna karşılık, bu
yatırımların ana eğilimleri ve oluşumları hakkında değerli bil­
giler vermekten geri kalmıyorlar.
86
Seksenli Yıllarda Doğrudan
U luslararası Yatırımların (DUY) Hızlanması

Ellili ve altmışlı yıllarda DUY’ların büyüme oranı dünya ti­


caretindeki artış oranının altındaydı. Avrupa ve Latin Ameri­
ka’daki yoğun ABD yatırımlarına ragmen ihracat dünya ölçe­
ğinde rekabet etmenin temel yöntemi olmaya devam ediyordu.
Yetmişli yıllarda, DUY’lardaki artış oranı dünya ticaretindeki
artış oranını yakalar. Bununla birlikte bu gelişim tek başına
Duy'lardaki artışın bir sonucu değildir, 1945-19 7 0 arasında
yıllık büyüme hızı ortalama yüzde 8 ’ken yüzde 5’e inen ulus­
lararası ticaretteki yavaşlamanın da bunda etkisi olmuştur.
Krizin ortaya çıkması dünya ticaretine bir darbe indirmiştir,
bunun sebebi hem uluslararası pazarların daha yavaş gelişme
göstermesi hem de artan işsizlik koşullarında devletlerin itha­
lata koydukları engelleri çoğaltmalarıdır (teknik ve sağlıkla il­
gili normlar, gönüllü ihracat kısıtlama anlaşmaları, vb.).
Buna karşılık DUY büyümenin yavaşlamasından neredeyse
hiç etkilenmemiştir. Ödemeler dengesi verileri bunu tam gös­
termese de, uluslararasılaşma sürecinin bu dönemde gelişme
göstermesi muhtemeldir. Uluslararası sermaye piyasalarındaki
bu çarpıcı atılım uluslararası ölçekteki şirketlere yeni finans­
man im kânları sağlarken, yeni yatırım biçim leri (özellikle
uluslararası Laşeronluk ve lisans aktarımı) dinamik bir şekilde
gelişmekle olan ülkelerde ayrıcalıklı bir lecrübe alanı bulurlar
[Oman, 1988].
DUY’ların gelir akışında gerçek hızlanma ancak 1985 yılın­
dan sonra kendini gösterir, yıllık 50 milyar dolarlık bir ritim­
den 1989-1990 arasında 200 milyara ulaşır. Sanayileşmiş ülke­
lerde yaşanan gerilemeye bağlı olarak 199 1 -1 9 9 2 yıllarında
hissedilen duraksamadan sonra DUY’lar 1998’de 640 milyara
ulaşmak üzere yeniden hız kazanırlar [UNCTAD, 1999]. Dolar
rayiciyle 1998’den itibaren DUY’ların yükselişi yüzde 22 do­
laylarında olmalı, bu da, dünya ticaretindeki büyümenin iki
katı, küresel GSYİH’daki büyümenin ise üç katı demektir. Bu
büyüme kendini doğrudan yabancı sermaye stoğunda da gös­

87
terir. Altmış ve yetmişli yıllarda yüzde 5 ya da bunun altında
olan DUY stokunun küresel GSYIH’ya oranı 1995’de yüzde
10’u yakalar ve 1998’de yüzde 14’e yaklaşır. Bu fırlamanın et­
kenleri arasında beş tanesi çok önemlidir: Japon ve Avrupa pa­
ralarının 1985-1995 arasında dolara göre değer kazanması bu
iki bölgedeki şirketleri uluslararasılaşma konusunda cesaret­
lendirmiştir; Avrupa Ortak Pazarı’nın ve NAFTA’mn kurulma­
sıyla bölgesel entegrasyon çabaları yoğunlaşmıştır; seksenli
yıllarda birleşme ve ele geçirme hareketlerinde patlama olmuş­
tur; gelişmekle olan ülkeler ve Doğu Avrupa ülkelerindeki
özelleştirme programlarının yoğunluğu yalırım rejimlerinin
sürekli liberalleşmesiyle birleşmiştir; Doğu Asya ve özellikle
de Çin pazarlarının cazibesi artmıştır.
Seksenli yılların ortalarından itibaren DUY’lardaki bu atılım
üretimin uluslararasılaştırılması fenomenine alışverişlerin ulus-
lararasılaştırılmasından daha büyük bir ağırlık kazandırır. 1998
yılında UNCTAD’dan alınan verilere göre, 60.000 çokuluslu şir­
ket tarafından kontrol edilen 500.000 ticaret zincirinin küresel
cirosu 11.000 milyar dolar olarak tahmin edilmişti, oysa dünya
hizmet ve mal ticaretinde bu rakam 7.000 milyardı. Doğrusu,
üretimin uluslararasılaştırılması dünya licaretindeki dinamizmi
büyük ölçüde açıklamalı. Dünya hizmet ve mal ticaretinin üçle
birinin çokuluslu şirketler arasındaki “şirkel-içi” alışverişlere
denk düştüğü tahmin ediliyor. Diğer bir üçte biri ise çokuluslu
şirketlerin ve bunların ticaret zincirlerinin “şirket-dışı” satışları­
na denk düşüyor. Sanayileşmiş ülkelerdeki dalgalanmalara bağ­
lı devrevi sapmalar dışında, küresel GSYİH’da uluslararasılaş-
mış üretimin ağırlığı (1985’te yüzde 5’e karşılık 1998’de yüzde
9 dolaylarında) güçlenmeye devam edecektir.

Üçlü’nüıı Kutupları A rasında Ç ap raz Yatırımların Baskınlığı

Seksenli yılların ikinci yarısında DUY’larda görülen sıçrayış,


her şeyden önce Avrupalı ve Japon şirkellerin üretim faaliyetle­
rini uluslararasılaştırmalarını açıklar. 1980 ile 1990 arasında
Amerikan şirketlerinin DUY hissesi iki kat artarken Avrupa
88
şirketlerininki dön kat, başta çok zayıf olan Japon şirketleri-
ninkı ise sekiz kat artış göstermiştir [de Laubier, 1993). Bu dö­
nemde, DUY’ların küresel stokunda büyümenin yansından
fazlası Avrupalı şirketlerin sayesinde olmuştur, bunların da ya­
rısı Avrupa’nın içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla on yıl içinde
Avrupa, Amerika’nınkinden iki kal, Japonya’nınkinden ise dört
kat daha önemli bir DUY stokuyla birinci uluslararası yatırım
kaynağı haline gelmiştir. DUY’lann ödemeler dengesine yansı­
yan yıllık hareketlerinin toplanmasıyla bulunan bu stokun ger­
çek stokun çok altında kaldığını belirtmek gerekir. Buna rağ­
men, yatırım yapan ve yatırım alan kutuplar hiyerarşisinin bu
verilerle doğru yansıtılmamış olması için hiçbir sebep yoktur.
V. Tablo, dünya DUY stokunda ve DUY alan ülke olarak
dünya ekonomisinin bu üç büyük kutbunun ezici ağırlığını
net bir şekilde ortaya çıkarıyor. Küresel stokun beşte üçünden
fazlası bu üç kutup arasındaki çapraz yatırımlara denk düş­
mekledir. Dörtte üçünden fazlası ise sanayileşmiş ülkeler ara­
sındaki çapraz yatırımlara denk düşmektedir, bunun da dörtte
biri Avrupa-içi yatırımlardır. Japonya'nın da son derece asi­
metrik durumu burada belirtilmelidir, yabancı yatınmlara son
derece kapalı olan bu ülke, bu tutumunu dünyanın kendisine
mamul madde ihraç etmek islediğinde de sürdürmektedir. Av-
rupa-içi gelir akışını soyutlasak bile yatırım kutuplarının hiye-

TABLO V
Doğrudan Yatırımlar Stok Matrisi
(Küm ülatif Akış) Bütün Sektörler, 1990
(Dünya doğrudan yabancı yatırım lar stokunun yüzdesi olarak)

Yönelinen ülkeler
Kaynak ülkeler SÜ ABD BA JA Dİ KOÜ
Sanayileşmiş Ülkeler (SÜ) 78 22 44 2 10 16 94
ABD (ABD) 19 - 13 1 5 6 25
Batı Avrupa (BA) 46 14 27 1 4 6 52
Japonya (JA) 9 e 2 - 1 3 12
Diğer (Di) 4 2 2 - - 1 5
Kalkınmakta Olan Ülkeler (KOÜ) 4 2 2 - - 2 6
DOnya 82 24 46 2 10 18 100
Kaynak: Oe Laubier [1993] IMF ve ülke kaynaklan verilerine göre yazarın hesapları.

89
rarşisi hiç değişmiyor. Avrupa ve Amerika Birleşik Devleile-
ri’nden her biri hâlâ dünya DUY stokunun üçte birini elinde
lularken Japonya ancak altıda birine sahiptir. Bu veriler UNC-
TAD’a göre 100 büyük çokuluslu şirketin sahip olduğu aktif
stokunu doğruluyor: Amerikalı şirketler için yüzde 40, Avru­
palIlar için yüzde 38, Japonlar için ise yüzde 22.
Üçlü’nün içindeki çapraz yatırımların bu denli baskın olma­
sı sanayileşmiş ülkelerin ekonomik alanda homojenleşmeleri­
ni ve entegre olm alarm yansıtıyor. Tüketim alışkanlıkları ve
leknik normların bir örnekleşmesine sermaye hareketleri için
konan fiziksel ve yasal engellerin hızla kaldırılması da eklenir.
Bu açıdan bakıldığında seksen ve doksanlı yıllarda finans piya­
salarındaki genel serbestleşme ve hukuki sınırlamaların kaldı­
rılması ve özelleştirme dalgası sayesinde, haberleşme ve ula­
şım m aliyetlerinde önem li bir azalma meydana gelm iştir.
Özelleştirme ve düzenlemelerin kaldırılması büyük uluslarara­
sı gruplara, her zaman baştan kurmaktan daha az riskli olan
basit evlilik (dışsal büyüme) girişimleriyle yeni pazarlara gir­
me fırsatı vermiştir.

Hizm et Sektörünün Yükselişi

Sanayileşmiş ülkelerde yürütülen dereglemantasyon politi­


kalarının en çarpıcı sonuçlarından biri hizmet sektöründeki
DUY’ların atılımıdır. DUY’ların çoğunlukla Fransız ve İngiliz
olan ilk nesli yüzyılın ilk bölümünde sömürge imparatorlukla­
rının ve kapitalist dünya ekonomisinin yarı periferisinin ta­
rımsal ve madeni kaynaklarını işletmeyi hedefliyordu, ikinci
Dünya Savaşı’ndan sonra genelde Amerikan kökenli olan bu
yatırımlar imalat sanayi üzerinde yoğunlaşmaya başladı, bu fe­
nomen Avrupa Ortak Pazarı’nın kurulması ve Latin Ameri­
ka’yla Asya gibi kalkınmakta olan ülkelerin sanayileşme stra­
tejileriyle iyice teşvik aldı. 1975 yılında, üçüncü sektör, DUY
stoklarının yaklaşık yüzde 3 0 ’unu elinde tutarken, sanayi yüz­
de 4 5 ’ini, tarım sektörü ise yüzde 25’ini tutuyordu.
Lafay ve Herzog’un belirttiği gibi [1 9 8 9 , s.31] hizmetin

90
özelliği anında üretilip tüketilmesi yani sloklanamaz olması­
dır. Bu alanda uluslararası düzeyde bir avantaj elde etmenin
tek yolu yabancı piyasalara yatırım yapmaktan geçer. Hizmet­
lerin uluslararası dolaşımı, ölçek yararlanmaları için merkezi­
leşme eğiliminde mallarınkinin tersine uluslararası ticaretten
ziyade DUY’lar tarafından yönlendirilir. Bu ise, anahtar sektör­
lerin pek çoğunda mevcut devlet lekeli nedeniyle geçmişte
pek mümkün olmamıştı: elektrik, su, haberleşme, hava yolu,
bankacılık, sigorta.
Dereglemanlasyon ve özelleştirm eler seksenli yıllarda bu
alanları uluslararası rekabete ve dolayısıyla DUY’a açık hale
getirmeye başladı. Dağıtım ağlan, reklamcılık ve danışmanlık
gibi çokuluslu şirketlerin etkin olduğu özel faaliyetlerin ulus-
lararasılaşması ve seyahat acenteleri otelcilik ve lokantacılık,
gezi parkları ve medyanın (haber ajansları, gazete ve televiz­
yon kanalları) uluslararasılaşması da buna eklenir. Wladimir
Andreff’in de belirttiği gibi [1990, s.3 1 1 eğlence sektörü büyü­
mekte olan çokuluslu şirketler için bir cennet haline geldi.
Seksenli yıllarda, dünya DUY stokunda hizmet sektörünün pa­
yı, sanayi yüzde 4 0 ’ken yüzde 50’ye ve birincil faaliyetler için­
de de onda bire yaklaşıyordu.

Gelişmekte Olan Bölgelerdeki


Yatırımlarda Yeni Dinamik

Yatırımların Triad içinde kutuplaşmasının tersine, doğrudan


uluslararası yatırımların gelişmekte olan ekonomilere yapılma
payı küçüktür ve uzun vadede azalır: 1960’ta dünya stokları­
nın üçle biri bu ülkelere yönlendirilmişken, 1980'de dörtte bi­
re, 1990’da da beşte bire gerilemiştir; bunun da yarıya yakını
Latin Amerika’da, üçte biri Asya’dadır. Savaş öncesine göre,
düşüş daha da çarpıcıdır, çünkü dünya DUY stokunun yakla­
şık üçle ikisi hem 1914 hem de 1938’de bugün gelişmekle ol­
duğunu söylediğimiz bölgelere yönlendirilmişti. Bu gelişme
son yıllarda DUY’lann doğasındaki değişimi ortaya koyuyor.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar DUY’lann en büyük kısmı ta­
91
rım ve madencilik sektörlerine yoğunlaşmıştı. DUY’lar dünya
ölçeğindeki şirketlerin arasındaki rekabetten ziyade ulusların
toprak ve toprak altı kaynaklarına erişme rekabetiyle hareket­
lenir. Kuzey-Güney yatınm akışının baskınlığı, en güçlü ulus­
ların sanayilerine gerekli kaynakları bulabilecekleri sömürge
imparatorlukları ya da nüfuz alanları oluşturma yarışının yan­
sımalarından başka bir şey değildi. Yatırım uluslararası değil,
emperyal bir şeydi, Lenin’in meşhur ettiği tabirle emperyalist­
ti. Amerika Birleşik Devletleri ile Latin Amerika arasında o dö­
nem doğrudan sömürgeci olmayan ilişkilerin özelliği yanılt-
mamalı. Bağımsız da olsa, birçok Latin Amerika ülkesi Ameri­
ka Birleşik Devletleri için özel avlanma alanıydı, M e k s i k a l I bir
deyiş bunu açıklıyor: “Zavallı M eksika, Tanrı’ya ne kadar
uzak, Amerika Birleşik Devletleri’ne ne kadar yakın..."
Sömürge imparatorluklarının ortadan kalkmasından sonra
da kesinlikle yok olmayan bu emperyal mantığın yerini, çok
daha dinamik olan, kapitalist dünya rekabetine entegre olma
mantığı alır. Bu entegre olma mantığı en geniş pazarlara, en
üretken insan kaynaklarına ve en gelişmiş kolektif donanımla­
ra sahip eski sanayi ülkelerinde yoğunlaştığı halde, kapitalist
dinamiğin kendine uygun bir alan, bir çeşit karşılık bulduğu
ve hem siyasi hem de makro ekonomik koşulların uzun vade­
de yatırıma elverişli olduğu ekonomilere yayılır. Bu ekonomi­
lerde DUY, çoğunlukla korunan iç pazarlara girme stratejileri­
ne de, zengin ülkelerin pazarlarına mamul ürün ihraç etmek
amacıyla iş gücünü düşük fiyata sömürme stratejilerine de ce­
vap verir.
Uluslararası ticaretten söz ederken değindiğimiz hammad­
delerdeki düşüşün sonucu olan doğrudan uluslararası yatırım­
ların yapıldığı gelişmekte olan ekonomiler bütününün payının
uzun vadede azalması, aslında Asya ve Latin Amerika’nın en
dinamik ekonomilerinin imalat ve hizmet sektörlerindeki yeni
yatırım biçimleri ve DUY'lardaki hızlı büyümeyi gizler. Yetmiş­
li yıllarda bile çok destek alan bu büyüme, borç krizi ile kesin­
tiye uğramıştı, ama seksenlerin sonuna doğru benzersiz bir
hız kazandı. 1987’den 1992’ye kadar gelişmekle olan ülkeler

92
bütününe (Doğu Avrupa dahil) yapılan DUY’lar, cari dolar ku­
ru hesabıyla yılda yaklaşık yüzde 28 artış göstermiştir. Sonun­
da, bütün DUY akışı içinde bu ülkelerin payı açık bir şekilde
artarak 1997’de dünya genelindeki akışın yüzde 37’sine ulaştı,
dünya genelindeki üretimde bu ekonomilerin ağırlığıyla da il­
gili bir orandır bu.
Yatırımların bariz istikametine bir göz atıldığında bu olgu­
daki güçlü yoğunlaşma ortaya çıkar. Gelişmekte olan ülkelere
yapılan DUY’larm yüzde 7 0 ’i 1998’de on ülkeye yönelmişti:
Çin, Brezilya, Meksika, Arjantin, Polonya, Şili, Malezya, Vene­
zuela, Rusya, Tayland. Çin tek başına, 1 9 9 3 -1 9 9 7 arasında
180 milyar dolarlık DUY alarak ABD’den sonra dünyanın en
çok yatırım alan ikinci ülkesi olmuştur.
Bölgedeki (Çin’den Vietnam’a) DUY’larm artan bir kısmının
yeni sanayileşmiş Asya ülkelerinin birinci neslinden (Hong
Kong. Tayvan, Güney Kore ve Singapur) çıkması dikkat çeki­
cidir. Ticari alışverişler hakkında değindiğimiz bölgesel enteg­
rasyon dinamiği, sadece Japonya’nın bölge üstündeki hâkimi­
yetiyle sınırlı olmayan bölge içi yatırım akışına dayalıdır. Kay­
naklarını birleştirerek çokuluslu şirketleri çekmeyi amaçlayan
çeşitli sınırdaş ülkelerin topraklarını bir araya getiren "büyü­
me üçgenleri”nin çoğalması bunu kanıtlar. Bu tip ilk üçgen
1989’da Endonezya, Malezya ve Singapur tarafından kurul­
muştur. Benzer bir inisiyatif 1993‘te ilk ikisi ve Tayland arasın­
da kurulmuştur. En dinamik üçgen herhalde Tayvan, Hong
Kong ve Çin’in güney topraklarından oluşur [Boillot ve Mic-
helon, 2000], El emeğinin en ucuz olduğu Tayvan’ın gitgide
daha da sofistike bir hal alan elektronik üretim iyle Hong
Kong’un mali, ticari ve liman lojistiki arasında tamamlayıcılık
yapan 225 milyon kişinin yaşadığı bu bölge, Uzakdoğu ihraca­
tının yüzde 2 9 ’unu tek başına elinde tutuyor.
Bunun aksine, Sahra-altı Afrika ve Arap dünyası gelişmekte
olan bölgelere yönelik akışın ancak yüzde 4 ve 6 ’sını (sırasıy­
la) alabiliyorlar (bkz. Tablo VI). Güney Asya da DUY kapma
rekabetinin dışında kalıyor. Buna karşılık seksenli yılların so­
nundan beri nekahet halinde olan Latin Amerika yeniden ço­
93
kuluslu şirk etler için tercih ed ilir bir yer h alin e geldi.
1987’den sonra gerçekleşen DUY’lann büyük bir kısmı borçla­
rı dönüştürme ve özelleştirme programlarının bir sonucudur.
Buna, Meksika’nın durumunda, ALENA’mn (Kuzey Amerika
Serbest Ticaret Bölgesi) kurulmasının yarattığı etki de ekleni­
yor. 1990’dan bu yana yabancı yatırımlar için önemli bir yer
haline gelen Doğu Avrupa’nın bu ağırlığı gelecekle de artarak
devam edebilir. Burada da özelleştirme programları kısmen
DUY’Iarın sebebidir.

TABLO VI
Gelişmekte Olan Ülkelere Yapılan Doğrudan Yatırımlar, 1987-1995
(milyar dolar ve yüzde olarak ortalama yıllık akışlar)

1987- 1990- 1993- 1987-1995'in


1989 1992 1995 toplam yQzdesi
Sahra-altı Afrika 1.7 1.4 2.3 4
Kuzey Afrika ve Ortadoğu 2,1 2.2 3.2 6
Güney Asya 0,4 0,5 1.4 2
Uzakdoğu 7,1 15,5 44,9 52
Latin Amerika 7 11,6 18,1 28
Doğu Avrupa 0,1 2,3 8 8
Kalkınmakta olan
tüm bölgeler 18,4 33.5 77,9 100
Kaynak: Dünya Sankası, World Debt Tables (1994 ve 1996).

Çokuluslu Stratejiler, Küreselleşme ve Bölgeselleşme

Tek Nedene Bağlı Yaklaşım ların Sınırları

Neoklasik kuramın açmazları yüzünden kuramsal araçlar­


dan yoksun kalan bazı iktisatçılar, altmışlı yıllardan itibaren
çokuluslu şirketlerin yöneticileriyle yaptıkları görüşmeler ve
monografilere dayanarak DUY’lar hakkında ampirik bir yakla­
şım getirmeye gayret ettiler. Böylece, ihraç etmektense dışarı­
da üretme kararını haklı çıkaran birçok sebep ortaya çıkmış
oldu. Birincisi tabii ki pazarlara erişimdir: Bu durumda DUY
caydırıcı nakliyat masrafını düşürme yolu ve/veya bazı ülkele­
rin, özellikle de gelişmekte olan ülkelerin korumacılığına bir

94
eevap olarak çözümleniyordu. Halbuki, bu böyle olsa da, nak­
liyat masraflarının uzun vadede sürekli azalması ve özellikle
sanayileşmiş ülkelerde gümrük vergilerini kaldırma eğilimi
DUY’ların gerilemesini getirmeliydi. Hiç de öyle olmadı.
Yetmişli yıllarda ortaya atılan bir başka yorum, bir ülkeden
diğerine ücret m aliyetlerindeki (ve çalışm a yasalarındaki)
farklılıklara öncelik vermekledir. Bu durumda DUY, yatırımın
yapıldığı ülkenin iç pazarına yönelik üretim yapan bir yavru
şirket kurmak yerine düşük ücretli bölgelerde sonra yeniden
zengin ülkelere ihracat yapmayı amaçladığı nihai ürünleri bir
araya toplamak için bir atölye şirketi kurmayı tercih edecektir.
Bu yorum gelişmekle olan ülkelerdeki birçok yatırımı gayel iyi
anlatsa da, DUY’ların çoğunluğunu oluşturduğunu gördüğü­
müz sanayileşmiş ülkeler arasındaki çapraz DUYMar için tanı­
mı gereği geçersizdir (Avrupa’da birkaç istisnanın dışında: İr­
landa, İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan, eski Doğu Al­
manya, hatta Ingiltere).
Altyapı, teşvikler ve vergilerdeki farklılıklara da rahatlıkla
uygulanabilecek maliyet farklılıkları yaklaşımı, yetmişli yılla­
rın başında dalgalı döviz kuru rejimine geçilmesiyle birlikle
beklenmedik bir sonuç buldu. İhracatçılar için başlıca belirsiz­
lik unsuru olan kurlardaki istikrarsızlık işletmeleri mal sağla­
dıkları pazarlara yerleşmeye ilebilir. Şu ya da bu paranın uzun
süre değer kazanması ulusal şirketleri de üretimleri için para
değerinin daha düşük olduğu bölge ya da ülkelere yerleşmeye
ilebilir, çünkü yerel özvarlıkları daha ucuza elde edebilirler.
1985’ten sonraki Japon DUY’larının önemli bir kısmı yenin
dolara ve Avrupa paralarına karşı aşırı değer kazanmasının bir
sonucudur.
Döviz kurlarındaki aşırı dalgalanmalar seksenli yılları dam-
galamıştır, ancak döviz kurlarının DUY’lar üzerindeki etkisi bu
yıllarla sınırlı kalmamıştır. Bretlon Woods’un sisteminin çökü­
şünden önce bile enflasyon diferansiyelleri ve savaştan sonra
sabitlenen paritelerin çoğunlukla yapay nitelikleri reel döviz
kurlarındaki çeşitliliklerin önemli nedenleriydi. Ellili ve altmış­
lı yıllarda doların aşırı değer kazanması Amerikan yatırımlarını
95
Avrupa’ya yönelmeye ve daha o zaman bile bazılarının “Avrupa
Kalesi”ne dönüşebileceğinden kuşkulandıkları Ortak Pazar’da
bulunmaya teşvik edebilmişti. Yine burada da bu yaklaşım
DUY’lann ancak bir kısmını açıklıyor. Avrupa ülkeleri arasın­
daki çapraz DUY’lann çokluğunu açıklamaz mesela. Para de­
ğerlerinin düşüklüğü, bazı aktifleri daha atraktif kılsa da, yerel
karlan uluslararası para karşısında olumsuz etkiler. Yurtdışına
yatınm yapmak gibi çok ağır sonuçlan olabilecek bir karann
sadece ya da özellikle döviz kurları gibi zor kestirilir hareketle­
rin üzerine nasıl kurulabildiği anlaşılmıyor sonuçta.

Ürünün D olaşım ından E n ten ıalizasyoııa

Bir başka yaklaşım, DUY’ları belirleyen uluslar arasındaki


teknolojik farkları öne çıkartır. Aıaştırma-geliştirmeye en çok
yatırım yapan ülkelerdeki şirketleri, yabancı ülkelerdeki yatı­
rımlarıyla ürettikleri yenilikleri işletmeye yönelmektedirler.
Raymond Vernon’un [1966] sistematize ettiği bu kuram ürü­
nün dolaşım adıyla tanınmıştır. İlk başta, ürünler ya da üretim
süreci için yapılan yenilik teste tâbi tutulup üretildiği ülkenin
iç pazarına sürülür. Üretimi yaygılaşlıkça üretici sayısı artar, iç
pazarda rekabet yoğunlaşır, bu durum firmaları ihracat için
yeni pazarlar aramaya yönlendirir. Üçüncü aşamada yabancı
rakiplerin taklit etme riski artınca, yeniliğin yapıldığı ülkenin
girişimleri hem pazara egemen olmayı sürdürmek hem de da­
ha düşük maaş maliyetinden kâr etmek için yabancı pazarlara
yatırım yaparlar. Bunun ardından iç pazardaki üretim terk edi­
lir, talep zaten dışarıda üretim yapan ulusal firmaların şubeleri
tarafından karşılanmıştır.
ABD’nin teknolojik önderliğinin hiç tartışılmadığı bir dö­
nemde Amerikan DUY’larmı anlamak için geliştirilen bu teori
Avrupa ve Japonya’nın ABD’yi yakalamasıyla küresel anlamda
açıklayıcılık gücünü kısmen kaybetti. Ama genel ilkesi hem
sektörler düzeyinde hem de teknolojik farklılıkların hâlâ tica­
retin ve DUY akışının oluşumunda anahtar rol oynadığı Ku-
zey-Güney ilişkilerinde değerini koruyor.
96
Bu arada ürün dolaşımı teorisi yeni teorik gelişmelere yol
açan çok önemli bir sorun teşkil ediyor. Yeni bir şey bulan gi­
rişim ancak yerel rakiplerin tehdidiyle karşılaşınca ihracat ye­
rine DUY’a yönelir. Yeni ürün ya da yeni üretim biçimiyle ilgi­
lenen yabancı girişimlerle lisans devir pazarlığı yapmak yerine
neden bir yatırım riski almayı tercih eder, bunu anlamak la­
zım. Hem kolay hem de ucuz olan lisans devri, üretim yatırı­
mının her zaman rastlantıya bağlı getirisine göre daha fazla ge­
lir getirmeye elverişlidir. Bunun en büyük sakıncası, lisans ve­
rilen girişimin devreden şirket için olası bir rakip haline gel­
mesidir, bir gün kendi pazarında onunla rekabet etmek zorun­
da kalabilir. Elli ve altmışlı yıllarda lisans satın alarak yabancı
teknolojilere sahip olan ve yirmi ya da otuz yıl sonra lisansları
devretmiş olan şirketleri satın almayı başaran çoğu Japon şir­
ketlerin sayısı artmaktadır.
Dolayısıyla belirli avantajlara sahip girişimlerin, bu teknolo­
jinin egemenliğini sürdürmek, korsanlardan etkin bir biçimde
korunmak ya da yenilik konusunda bir adım önde olmak için
çoğunlukla bunları saklamalarında ve uluslararası alanda ta­
sarruflarını kendilerinin yapmalarında fayda vardır. Son tahlil­
de girişimin, kendine önemli bir rekabet avantajı sağlayan her
aktifi içselleştirmesi, yani pazara yayılmasını engellemesi çıka­
rma olacaktır. Şirket içi bir “emek pazarı”nın oluştuğu en ye­
tenekli ya da yaratıcı çalışanları ya da araştırmacıları için de,
ürünleri, üretim biçimleri, hatta markalan için olduğu gibi ay­
nı tulumu izleyecektir. Yani oligopolistik rekabet bağlamında
eksik pazar koşullarına bir önlem olarak uluslararasılaşma iç­
selleşmeye bağlı gibi görünüyor [Dunning, 1988], Küresel bo­
yutta şirketler içi ticaretin fazlalığı, bu çokuluslu enternalizas-
yonun sonucu olan sanayileşmiş ülkeler arası çapraz DUY’lar
gibi ikna edici bir açıklama bulmuş olur böylece.

Çokuluslu Stratejilerden K üresel Stratejilere

Çokuluslulaşma tabiri, şirketlerin, genellikle tekulusluluk


özelliklerinden ödün vermeden birçok ulusal pazara yerleşme­
97
sini tanımlamayı amaçlıyordu. Bu arada üretim faaliyetlerinin
küreselleşmesi ya da dünyasallaşması olgusunun gerisinde ka­
lıyordu. Michael Porter bu noktada gerçek bir ayrım önerdi
11982]. Çokuluslu şirketlerin altmışlı yıllarda güttükleri stra­
tejilerle, bu şirketlerden bazılarının daha yakın bir zamanda
geliştirdikleri küresel stratejileri ayrı ayrı yerlere koyuyor. Ço­
kuluslu şirketlerin altmışlı yıllardaki stratejisi her pazara uy­
gun malları birçok ulusal pazarda üretmekten ibaretti. Dolayı­
sıyla şubelerdeki üretimde uzmanlaşma yoktu. Her şube, ana
şirketle dikey ilişkilerini koruyan, ama diğer şubelerle bağlan­
tısı olmayan kendi içinde bir kâr merkeziydi.
Buna karşılık küresel strateji ürünlerin çeşitliliğini dünya
düzeyinde bir bütün haline getirmeyi ve her şubeyi nihai ürü­
nün belli bir parçasının imalatında uzman bir birim yapmayı
amaçlar. Burada, Bernard Lassudrie-Duchene’in [1982] üretim
süreçlerinin uluslararası düzeyde ayrışması olarak adlandırdığı
şeyle karşılaşıyoruz, ki bu da bir taşeronlar ağına da dayanabi­
lir. Küresel düzeydeki üretimin koordinasyonu, araştırma-ge-
liştirme faaliyetlerini merkezileştiren ana şirket tarafından sağ­
lanır. Üretimin çeşitli ülkelerde yerleştirilmesi her ülkenin
karşılaştırmalı üstünlükleri ve lojistik konumları dikkate alı­
narak gerçekleştirilir. Geleneksel yaklaşımda DUY’ların fırla­
masıyla hiç bağdaşmayan ulaşım maliyetlerindeki düşüş ve ti­
cari serbestleşme eğilimi, küreselleşme analizinde doğal olarak
yer bulur. Her iki yaklaşım da aslında farklı uluslara yerleşti­
rilmiş üretim birimleri arasındaki yatay ilişkileri kolaylaştırır.
Benzer şekilde, geleneksel yaklaşımlarda hiç de DUYun lehin­
de görünmeyen artan verimlilik, küresel stratejiler çerçevesin­
de anahtar rolü oynar, çünkü dünya pazarı için her parçanın
üretimi tek bir birimde merkezileştirilebilir.
Porter’a göre [1988] bir girişim işlemlerini, araştırma-geliş-
tirmeden, buluş ve finansmandan başlayıp, üretim ve dağıtımı
da kapsayarak, kârlılığını dünya ölçeğinde maksimize edecek
şekilde nihai satışlarına kadar bütün bir zincir boyunca orga­
nize edebiliyorsa küreselleşmiştir. Robert Reich [1991] için ise
küreselleşme olayının içinde şirketlerin ulusallıklarını kaybet­
98
meleri vardır. Piramit tarzında organize edilen ve New York,
Tokyo ya da Londra’daki merkezî binası tarafından idare edi­
len eski çokuluslu şirket, sermaye sahipliğinin yerini daha
karmaşık projeler gerçekleştirmek yolunda her milletten ma­
nipülatörlerin (idari danışman, mali danışman, araştırmacı,
mühendis, bilgi işlemci, pazarlamacı, reklamcı, vb.) yetkilerini
harekele geçirme ve birleştirme becerisinin aldığı ağ biçiminde
küresel bir yapı karşısında yok olmuştur. Şirketler arasında
stratejik birleşmeler, özellikle yüksek teknoloji sektörlerinde,
bu eğilimin devamıdır [Mucchielli 1991].

K üreselleşm e ve B ölgeselleşm e

Bu yaklaşımlar pek çok eleşiirinin hedefi olmuştur. Her şey­


den önce küreselleşme sürecinin reel durumu ile ilgili şüphe­
leri, gerçekten küreselleşmiş girişimlerin parmakla sayılacak
kadar az olduğunu gözlemleyerek ortaya koyabiliriz (örneğin,
IBM, Nestle, ABB veya Unilever). Ağız alışkanlığı ile çokuluslu
şirketler denen bir dolu girişim aslında yurtdışında faaliyet
gösteren ulusal şirketlerdir. Çoğu durumda, çokuluslu şirket­
lerin faaliyetlerinin en büyük kısmı kendi topraklarında yo­
ğunlaşmıştır, sermaye yönetimi ve girişimin idare makamları
büyük ölçüde içeride olmaya devam eder. En önemli stratejik
faaliyet olan araştırma-geliştirmenin (AG) de neredeyse tama­
mı girişimin anavatanında yapılır.
Küreselleşme hakkında başka bir büyük eleştiri de DUY’la-
rın bölgesel yapıları üzerinedir. Bu özellikle, DUY stoklarının
Batı Avrupalı ülkeler arasındaki çapraz yatırımların yarısından
fazlasına denk düştüğü Avrupa için geçerlidir (bkz. Tablo V).
Öncelikle Avrupa’ya yatırım yapan Amerikan şirketleri ve ön­
celikle ABD’ye yatırım yapan Japon şirketleri için bu yanlış gi­
bi görünebilir. Amerikan vejap on iç pazarlarının geniş boyut­
larıyla zıt düşen Avrupa Birliği’nin parçalanmış yapısı bu he­
saplamaları bozar. The Economist dergisinin çokuluslu şirket­
lere ayırdığı bir sayısında [1993] belirttiği gibi, sadece DUY
akışını değil, çokuluslu şirketlerin kendi iç pazarlarındaki fa­
99
aliyetlerini de hesaba kalan, üretim faaliyetlerinin bölgeselleş-
tirilmesiyle ilgili kalıcı bir tedbirin alınması gerekir, ABD ve
Japonya’daki pazarlar gerçek bölgesel pazarlara benzerler.
Bu açıdan bakıldığında, çokuluslu şirketlerin faaliyetlerinin
bölgesel kutuplaşma fenomeni bambaşka bir boyut kazanır.
Ticari alışverişler akışı konusunda gözlemlediğimiz uluslarara­
sı ekonomik alanın üçe bölünmesi yatırım ve üretim ağları dü­
zeyinde bütün belirginliğini koruyor. Amerika kıtası bülün
olarak Amerikan şirketlerinin ayrıcalıklı faaliyet alanı olmaya
devam ediyor, NAFTA ve Güney Amerika pazarlarındaki ege­
menliği tartışılmıyor bile. Aynı şekilde, Japonya-YSAÜ-ASEAN
(yeni sanayileşmiş Asya ülkeleri-Güney Doğu Asya ulusları
birliği) grubu da dünyanın bu bölgesindeki DUY akışlarına
egemen olan Japon şirketlerinin yatırımlarının en büyük kıs­
mını çekiyor. Avrupa Birliği ise hâlâ daha açık bir biçimde
kendi-merkezli ve şimdiden Doğu Avrupa’ya giden DUY akış­
larını kontrol etmekle, bunlara bir de Hindistan ve çokuluslu
şirketleri çeken nadir Afrika ülkeleri gibi dış merkezli kaleler
(Fas, Nijerya, Gana...) ekleniyor.
Bu eleştiriler, uluslararası ekonomik alanın yapılanmasının
analizinde şirketlerin kendi uluslarında yerleşmelerinin önemi­
ni ve bölgesel düzeyin analiz için uygunluğunu ortaya çıkarı­
yor. Küreselleşme eğilimleriyle iyi kullanılmayan, bazen de ge­
niş bölgesel birliklerin içinde eriyip giden ulusal irade, çağdaş
dünya ekonomisi içindeki önemini korumaktadır. Bu süregi-
den etkisini sırf tarihten ve kültürden gelen bağların sağlamlı­
ğına değil, aynı zamanda devletlerin örgüıleyici ve düzenleyici
gücüne de borçludur. Bu güç de, liberalleşme ve deregleman-
lasyon gibi küreselleşmenin yan ürünlerinin eğilimleriyle bazı
geleneksel alanlarda sınırlanmıştır kuşkusuz. Yine de insan
kaynaklarının ve şirketlerin lojistik donanımlarının değerlendi­
rilmesi yönünde bir eğilim içindedir ki bu da ulusal alana yatı­
rım (dolayısıyla iş alanı) çekmenin olmazsa olmaz koşuludur.
Küreselleşme sürecinin varabileceği nokta azımsanmamalı-
dır. Julien Savary’nin dediği gibi her küresel strateji dünyasal
olmak zorunda olmasa bile, bölgesel stratejilerin önceliği, farklı

100
bölgesel bloklardan gelen şirketlerin birleşme ağlarındaki artışı
ya da hatta, hâlâ kapalı olan Japon pazarı dışında, bu üç blok
arasındaki çapraz DUY’lann hızla gelişmesini gizlememeli.
Ölçeğin ve kitlenin etkilerinin belirleyici rol oynadığı bir
dünyada, hiçbir büyük işletme rakiplerinin iç pazarını uzun
süre görmezden gelemez, yoksa birdenbire kendini altta bulu­
verir. Büyük firmaların rekabet stratejileri, onları, konjonktür
farklılıklarından doğan fırsatlardan faydalanmak ve doğrudan
rakiplerinden birinin çok hızlı genişlemesini karşılamak için
Triad’ın her pazarında partner bulmaya yönlendirir. Kapitaliz­
min eski ve derin bir arzusuna karşılık olarak dünyasallaşma
bir durum olarak değil, bir süreç olarak düşünülmeli, Triad’ın
üç kutbu arasında büyük bir kriz olduğu vakit bölgesel dü­
zeyde tutukluk yapması kuşkusuz mümkündür ama aynı za­
manda şimdiki üçlü ekonomik oluşumu aşması da ihtimal da­
hilindedir.

MALİ KÜRESELLEŞME VE PARANIN İSTİKRARSIZLIĞI

Kapitalizmin zaman ve mekânın getirdiği baskı ve ağırlıklar­


dan tamamen kurtulabildiği bir alan varsa, bu besbelli finans
alanıdır. Sermayenin para halindeki bu dolaşımı yeni bir feno­
men değildir. Daha önce de görmüştük, Ortaçağ’dan itibaren,
kambiyo mektubu basit bir yazı oyunuyla önemli fonlar aktar­
maya yetiyordu. Ticaretin uluslararası alanda genişlemesine
eşlik eden kredi, ilk başta ticari işlemlerin ödenme anının za­
man ve mekân içinde ertelenmesi demekti. Bu arada mali işlev
ticari alana göre çok çabuk özerkleşti. Rönesans ve Ortaçağ’ın
Avrupalı bankerleri için, devletlerin finansman ihtiyacı günde­
lik faaliyet finansmanından daha cazip kâr olanakları sunu­
yordu. Benzer şekilde, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ulus­
lararası mali hareketlerinin büyük bir kısmını sanayileşme
gayretinde olan devletlerin uzun vadeli borç senetleri oluştur­
maktaydı.
1945’ten sonra uluslararası fınansın atılımı, bu bakımdan
kendine has özellikler taşımaktadır, iki savaş arasında Rus-
101
ya'dan Latin Amerika’ya kadar borçlu devletlerin borçlarını
reddetmesi ya da eksik ödemesi gibi durumların çoğalması,
Bretton Woods’un kuramlarının idaresinde çokuluslu bir ka­
mu finansman sisteminin oluşturulmasını teşvik etmişti. An­
cak buna paralel olarak, Amerikan fınans politikalarının bas­
kıları da özel sermayeler için uluslararası bir pazarın oluşma­
sını hazırlamalıydı. Buna karşılık bu pazarın altmışlı yıllardan
itibaren katlanarak büyümesi, Bretton Woods antlaşmasının
vaat ettiği sabit kur rejiminin korunmasıyla hiç bağdaşmıyor­
du. Yetmişli yılların başında bu rejim çökünce, sermayenin
dolaşımının tamamen serbestleşmesine direnen tüm sınırla­
malar da yavaş yavaş ortadan kalktı. İletişim devrimine bağlı
olarak dereglemanlasyon politikaları, finansal küreselleşme
sürecini -başka bir deyişle, neredeyse bütün saat dilimlerinde
sürekli işleyen küresel bir finans ağının ortaya çıkmasını- ve
kaçınılmaz karşılığı olan parasal istikrarsızlığı güçlendirdi.

Mali Küreselleşmenin Üç Dönemi

Bugün Üçlü’nün yöneticilerinin sitayişle andığı sermaye piya­


salarının dünya ölçeğinde entegre olması, Bretton Woods ant­
laşmasında öngörülmemişti. IMF tüzüğünde yer alan parala­
rın konvertibilite ilkesi, özellikle cari ödemeler dengesinde
yer alan harcamaları kapsıyordu. İki savaş arasında kaçınıl­
maz olduğu anlaşılan sermaye hareketlerinin denetimi, tüzü­
ğün altıncı maddesi tarafından açıkça serbest bırakılm ıştı.
Dolayısıyla mali küreselleşme, en gelişmiş devletlerin, dünya
ekonomisini çokyanlı düzenleme sistemi çerçevesinde yerleş­
tirdikleri düzenlem elerin sınırlarını çizm e süreci şeklinde
analiz edilebilir. Anlamlı bir biçimde, en önemli itkilerini yir­
minci yüzyılın ikinci yarısında ekonom ik ilişkilerdeki işlev-
sizleşmelerden almıştır: altmışlı yıllarda ABD’den çıkan kont­
rolsüz sermayeler, yetmişli yıllardaki petrol şokları, seksenli
yıllarda da, ABD’nin aşırı borçlanm ası ve gelişm ekle olan
ekonomilerin borç krizi.

102
A vrodolar Pazarının O rtaya Çıkm ası

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerleştirilen finans sistemi,


uluslararası ödeme dengesizlikleri için iki ya da çok taraflı bir
kamu finansman sistemidir. Sistemin iki taraflı olanı kesin si­
yasi ve hiyerarşik çizgiler doğrultusunda işler: egemen güç
ABD’den komünist tehdit altında bulunan Avrupalı ve Asyalı
müttefiklerine doğru (Marshall planı, Truman Planı, Güney
Kore ve Tayvan, daha sonra da Güney Vietnam’a yapılan bü­
yük yardım, NATO üyesi ülkelere yerleştirilen orduların fi­
nansmanı, Kore Savaşı’nın finansmanı vb.); sanayileşmiş ülke­
lerden bağımsızlıklarını kazanmış eski sömürgelerine doğru.
Çok taraflı finansman sistemi ise IMF ve Dünya Bankası tara­
fından idare edilir. Bu kurumlardan biri iktisat politikalarını
denetleyerek ödemeler dengesindeki geçici eşitsizlikleri finan­
se etmeyi, diğeri ise savaş sırasında yıkılan ülkelerin yeniden
bina edilmesini ve yeni bağımsızlık kazanan ülkelerin ekono­
mik gelişmesini finanse etmeyi hedeflemiştir.
Bu resmî, baskın finansman sistemine daha gösterişsiz özel
sermaye akışları da ekleniyor: doğrudan yatırımlar ve genel­
likle ihracatçı devletlerin verdiği ticari krediler. Yeterli büyük­
lükte bir uluslararası sermaye pazarı olmadığı zaman, açık ve­
ren ülkelerin dışarıdan finansman bulma olanakları pratik ola­
rak IM Fden ve Dünya Bankası’ndan alabilecekleri borçla sı­
nırlıydı. Bu koşullarda hem gelişmekte olan hem de gelişmiş
ülkelerin bütçe açığı ne alarm verecek boyuta gelebiliyor, ne
de yıllar içinde birikebiliyordu. Genellikle GSYİH’nın yüzde
l ’inin altında tutuluyorlardı, daha sonraki görüşmelere göre
oldukça mütevazı bir oran.
Bu devletlerarası düzen altmışlı yıllardan sonra avrodolar
pazarının rekabetine maruz kaldı. Bu, ellili yıllardaki soğuk
savaş dolayısıyla Sovyet otoritelerinin ellerindeki dolar rezer­
vini Amerikan mali piyasalarına koymadan değerlendirecekle­
ri kaygısından kaynaklanıyordu. Halbuki bu pazarın altmışlı
yılların sonunda yaptığı olağanüstü atılımın yapısal nedenleri­
nin başında, yurtdışına çıkan Amerikan sermayesinin fazlalığı

103
gelir. Bu dönemde Amerikan sermaye dengesinde artan açığın
birbiriyle bağlantılı üç nedeni vardır: Amerikan şirketlerinin
başta Avrupa olmak üzere yurtdışına büyük yatırımlar yapma­
sı; Amerikan pazarında dış borçlanmayı teşvik edip ABD’de
hesap açmayı engelleyen Q yasasıyla tavana vuran faiz hadleri;
Vietnam Savaşı’mn finansmanı. Amerikan yetkilileri bu serma­
ye çıkışlarını durdurmak için, 1963 yılında ABD’de ikamet et­
meyenlerin yaptığı borçlanmaya bir vergi koydular (Interest
Equalizing Tax). Bunun sonucunda Amerikan pazarının dolar­
la finansman talebi Avrupa pazarlarına, Amerikan bankaları­
nın şubelerinin diledikleri gibi davranabildikleri yerlere kaydı.
Bu pazarlardaki dolar arzı, hem ABD’deki çok düşük faiz
oranlarından yılan Amerikan kurumlan ve şirketleri, hem de
dünyanın geri kalan yerlerinde döviz rezervlerini dolar olarak
koyan merkez bankaları sayesinde olmuştur. Talep ise çokulus­
lu şirketler ya da açıklarını finanse etmek isteyen devletler, hal­
ta himayeci otoritelerinin güvencesinde çalışan ulusal girişim­
ler sayesinde olmuş olabilir (altmışlı yıllarda Fransa’da elektrik
şirketinin ve gelişmekte olan ülkelerde birçok kamu girişimi­
nin durumu). Bu piyasaların cazibesi hiçbir düzenlemeye tâbi
olmamalanndan ileri gelmekledir. Nilekim ne Amerikan Mer­
kez Bankasının, Federal Reserve Board (FED ), ne de merkez
bankalarının bu konuda bir müdahalesi olabilir. Zira Amerikan
Merkez Bankası’nın ABD toprakları dışında gerçekleşen ope­
rasyonlara müdahale hakkı yoklur, Avrobankların yerleştiği di­
ğer ülkeler merkez bankaları da kendilerinin olmayan para cin­
sinden gerçekleşen operasyonlara müdahale etmezler.
Hiçbir devlet denetimine maruz kalmayan, zorunlu rezerv
oluşturmak zorunda bırakılmayan Avrupa bankaları -başka bir
deyişle Avrupa topraklarında dolarla çalışan xenobanklar, ken­
di emisyon bölgeleri dışında her parayla çalışan bankalar- ken­
di kâr marjlarım çok da düşürmeden müşterilerine yüksek ka­
zanç ve kârlı faiz sunabilirler. İleride göreceğimiz gibi, devlet­
lerarası para ve finans sistem inin çelişkileri büyük ölçüde,
devletleri kendi ayrıcalıklarından yoksun bırakan özel bir fi­
nansal alanın ortaya çıkmasından kaynaklanır.
104
P etro d o la n n D olaşım ı ve B o rç K rizi

Altmışlı yıllardaki m arjinal fenomen, avrodolar pazarlan


-daha genel olarak xenopara (euromark, asyadolar, vb.) pazar­
ları- petrol şokuyla birlikle uluslararası finansın ocağı haline
geldiler. Kippour Savaşı’mn ardından 1973’ie petrol fiyatının
dörde katlanması, 1979’da İran Devrimi ve 19 80 ’de Irak’ın
İran’ı tehdit etmesiyle üçe katlanması uluslararası finans akışı­
nın düzenini gerçekten derinden sarstı. Ticaret hadlerinin pet­
rol çıkaran ülkelerin lehine dönmesi OPEC bölgesinde, özel­
likle de Körfez Ülkeleri’nde sekiz yıl içinde yaklaşık 360 mil­
yar dolarlık bir cari işlemler fazlası oluşturmuştur.
Bu kaynakların yaklaşık yarısı da Batı bankalarına konmuş­
tur. Toplamın bir kısmı OECD ülkelerinde yatırıma yöneltil­
miş (yüzde 40 ), bir kısmı gelişmekte olan ülkelere borç olarak
verilmiş (yüzde 15) veya uluslararası kuruluşlara aktarılmıştır
(yüzde 5) [Aroyo ve Fouet, 1985). Bu likit hesaplar Euro­
b anker tarafından orta ve uzun vadeli krediler olarak geliş­
mekte olan ülkelere verilmiş ve az bir kısmı da Doğu ülkeleri­
ne aktarılmıştır. Bazı Avrupa Devletleri de bütçe politikaları­
nın finansmanı için bu pazara başvurmuştur. Büyük kaynakla­
rın düşük nüfuslu, dolayısıyla özümseme yeterliliği düşük ül­
kelere aktarılm asının dünya ekonom isi üzerinde yapacağı
olumsuz etkileri telafi etmek için uluslararası bankacılık siste­
mi bu dönemde petrodolarları yeniden dolaşıma sokmuştur.
Avrupa pazarlarının 1973’ten sonraki aşırı likiditesi bu pa­
zarlara aracılık edenlerin mali tutumlarını etkilememiş ola­
mazdı. Bankalar tarafında, sırf mevduat almak için değil, po­
tansiyel kredi alacak kişiler bulmak için de çılgın bir rekabet
başladı. Gelişmekte olan ülkelerin ihraç ettiği lemel ürünlerin
dünya genelindeki yüksek fiyat seviyesi ve faiz oranlarının dü­
şüklüğü, borç almayı birçok gelişmekte olan ülke için özellik­
le cazip hale getiriyordu. Tabii ki hepsi bankalardan istediğini
alma ayrıcalığına sahip olamadı. Bu ülkeler kalkınma çabaları­
nı, imalat ürünleri ihracatının açıkça yükselen bir grafik izle­
diği zengin doğal kaynaklara sahip ülkelere yönelttiler.

105
1970'li Yıllarda Petrodolarların Yeniden D olaşım a Sokulm ası

--------- ► finans akışı

-------- ► ticaret akışı (oklar ödem enin yönünü göstermektedir)

Latin Amerika ülkelerinin çoğu, Güney Kore ya da Filipin-


ler gibi bazı Asya ülkeleri ve az sayıda Afrika ülkesi, özellikle
petrol sahibi olan ülkeler hem iyi hem de kötü anlamda bu
beklenmedik mali fırsattan faydalanabildi. Borç alınan fonlar,
ihracat arzını artıracak ya da ithalatı azaltacak şekilde rant ge­
tiren yatırım projelerinin finansmanına tahsis edildiğinde
(Güney Kore’deki durum) iyi, giren döviz Şili’deki gibi ithal
ürünlerin tüketim ini artırdığında, N ijerya’daki gibi devlet
masraflarına, Irak’taki gibi ordu masraflarına, Cezayir’deki gibi
rantabl olmayan yatırımlara ayrıldığında ya da Arjantin’deki
gibi sermaye kaçışını artırdığında kötü anlamda.
Gelişmekte olan ülkeler için Avropazarları, finanse ettiği
projelerin gerçekleştirilme ve fonların kullanılma biçimini cid­
di bir biçimde takip ederek bazı hükümetlerin hassasiyetiyle
çatışabilecek, Dünya Bankası’nın aracılık faaliyetini atlatacak
kadar çekiciydi. Bunun aksine ticari bankalar, bağımsız devlet­
lerin taahhütlerini yerine getireceklerinden kuşku duymadan,
verdikleri borç tutarının nereye harcandığı konusuyla çok az
ilgileniyorlardı.
106
Para otoritelerinin denetimiyle de azaltılamayan bu kısa va­
dede kâr takıntısı, Amerikan para politikasının ikinci petrol
şokundan sonra ters dönmesine takılmalıydı. Bazı gözlemcile­
rin verdiği adla ikinci “Ekim Devrimi" (1 9 7 9 ), ABD’deki enf­
lasyonu durdurmayı ve yetmişli yıllarda uygulanmış olan ne­
gatif reel faiz oranlarının kurbanı olan alacaklıların soyulması­
na son vermeyi amaçlıyordu. Faiz oranlarının daha önce hiç
görülmedik düzeylere fırlamasına sebep olmuştur - 1980 ve
1981’de kısa vade faiz oranlan yüzde 20’ye yaklaşmıştır. Bu,
borçlan sabit kalan gelişmekte olan ülkeler için, faiz yüküm­
lülüklerinin, 1975-1977 yıllarında yürürlükte olan oranlara
göre üçe katlanması demekti.
Bu parasal şokun üstüne bir de ikinci petrol şokuyla ilintili
olayların sebep olduğu dünya çapındaki durgunluğun ve
ABD’deki kemer sıkma politikalarının sonuçlan eklendi. İhra­
cat piyasalarının daralması ve hammadde fiyatlarının düşmesi
lam da faiz yükümlülüklerinin ölçüsüzce yükseldiği bir ana
denk gelmiş ve darda kalan ülkelerin acilen küçülmeye git­
mekten ya da kısa vadeli borçlanmadan kaçınmaktan başka
seçeneği kalmamıştı. Hükümetlerin çoğu, özellikle Latin Ame­
rika’da, kolay geldiğinden bu son seçeneğe yönelmişti.
Bu arada kredi muslukları da uzun süre açık kalmadı, ban­
kalar için karşı karşıya oldukları risklerin büyüklüğünün bi­
lincine varma zamanı gelmişti. OPEC fazlalarının eritilmesi­
nin sebebi olan dolaşımın durdurulmasına eklenen bu geç kal­
mış bilinçlenme, bankaları hep birlikte gelişmekle olan ülkele­
re verdikleri kredileri kesmeye yönlendirdi, bu da korktukları
şeyin başlarına gelmesine, geri ödemelerin durmasına sebep
oldu. Ağustos 1982’de ilk defa Meksika taahhütlerini ödeye­
meyeceğini açıklayarak borç krizinin önünü açmış oldu.

Kuzey-K uzey D engesizliği ve


D oğrudan Finansmanın Yükselişi

Petrodolar dolaşımı üzerine kurulu özel kredilerle ilgili


uluslararası ekonomik kriz, seksenli yıllarda, uluslararası fi-
107
nansm yeniden Kuzey-Kuzey arası finans akışı üzerine odak­
lanmasını teşvik etmeliydi. Aslında gelişmekte olan ülkelerin
içine düştükleri borç krizi bu gelişmenin sonucu olduğu kadar
ana nedenlerinden de biridir. Ronald Reagan’ın seçilmesinden
sonra Amerikan bütçesindeki açığın olağanüstü büyümesiyle
birlikte, 1979’dan sonra Amerikan para politikasının tersine
dönmesinin uluslararası finasman sisteminde çok daha derin
bir etkisi oldu. 1977-1981 yılları arasındaki dönemde, kamu­
nun borçları ortalam a olarak GSMH’nm yüzde 0 ,5 ’iyken,
1982-1986 yılları arasında yüzde 3 ,5 ’e yükselmiştir. Sadece
merkezi idareyi ele aldığımızda, bu oran yüzde 5’e varır.
Amerikan ekonomisinin ağırlığı gözönüne alınırsa, sermaye
piyasalanndan bu denli para çekilmesi ancak uzun dönemde
faiz oranlarını sıçratarak en zor durumdaki borçluların çök­
mesine sebep olabilirdi. 1960-1972 arasında ortalama yüzde
3’ken 1972-1980 arasında yüzde 0,5’e düşen uzun vadeli dolar
karşılığı tahvillerin reel faiz oranları 1983’te yüzde 9’a kadar
yükselmiş, seksenlerin sonunda düşmeye başlamıştır. O za­
mandan beri yüzde 4 gibi, otuzlu yıllardan beri tarihinin en
yüksek seviyesinde seyrediyor.
Amerika Birleşik Devletleri dünya finans piyasalarında borç­
lanma konusunda gelişmekle olan ülkeleri geçerken Balı Al­
manya ve Japonya borç veren ülkeler sıralamasında OPEC’in
yerini almıştır. Bu Kuzey-Kuzey arası finans biçimleri altmışlı
yıllarda hüküm süren Güney-Güney denen borçlanma ekono­
misinden (çünkü büyük ölçüde OPEC’len beslenir) oldukça
farklıdır. Avrupa pazarlarındaki banka krizi bankaları aracı
olarak kullanmamak yönünde geniş bir harekete sebep oldu.
Risk ihtimalini (geri ödenmeme, kur, faiz oranları) düşürmek
zorunda olan bankalar bildiğimiz aracılık işini bir ölçüde bıra­
kıp (kısa vadeli mevduatların uzun vadeli kredilere dönüştü­
rülmesi) uluslararası sermaye piyasalarının finansal ihtiyaçla­
rını karşılamaya yöneldiler [Bourguinat, 1987].
Yetmişli yılların Avrokredilerinin yerine böylece zorunlu
olarak doğrudan finans, yani finansal piyasalarda menkul kıy­
metler emisyonu ve plasmanı geçti. Menkulleştirme kavramı

108
menkul kıymetler emisyonunun pazar faaliyetinde arlan bas­
kınlığını tanımlar. Menkulleştirme biçimleri, yabancı bir borç­
lu adına borç veren ülkenin para biriminde ve piyasasında pi­
yasaya sürülen klasik uluslararası tahviller, piyasaya sürüldü­
ğü yerdeki paradan farklı bir para için yaratılan avro-tahviller
ve uluslararası hisse senetlerini tanımlar. Buna bir de banka­
nın eski alacaklarının ciro edilebilir hisse senetlerine dönüştü­
rülmesi ekleniyor, bu teknik sayesinde bankalar borç krizin­
den sonra gelişmekte olan ülkelere karşı yükümlülüklerinden
hızla kurtuldular.

TABLO VII
Uluslararası Gayrimenkul Değer Alışverişi1*1
(GSYİH'nın yüzdesi olarak)

1975 1980 1985 1990 1995


ABD 4,2 9,0 35 89 135
Japonya 1,5 7.7 63 120 65
Almanya 5,1 7,5 33 57 169
Fransa 3,3 8,4* 21 54 180
İtalya 0,9 1,1 4 27 253
Ingiltere - - 367 690 -

Kanada 3,3 9,6 27 64 195


(a) Yerliler ve yabancılar arasındaki hisse senedi ve tahvil alım ve satışlarının toplamı.
(*) 1982’deki rakam.
Kaynak: IMF, World Economic Outlook, Mayıs 1997.

Bu menkulleştirme mantığının en önemli özelliği, sebep ol­


duğu risk yayılmasıdır. Ö ncelikle risk nicel olarak yayılır,
çünkü borçluların borçlarını ödememe riski, birbiriyle sıkı
ilişkiler içinde olan az sayıda çokuluslu bankaya yoğunlaş­
maktan çıkar. Ardından niteliksel yayılma gelir, çünkü riski
oluşturan bileşenlerin her biri belli bir hisse edinerek, kur ris­
kine karşı kısa dönemli sözleşmeler, faiz oranlarındaki değiş­
melere karşı faiz oranı sözleşmeleri, vb. gibi, bir piyasada ciro
edilebilir koruma araçları yaratabilir. Finansal araçlar ve türev
pazarlardaki bu çeşitlilik, Charles Goldfinger’a göre [1986],
uluslararası sermaye piyasalarına risk dolu bir panayır görü­
nümü vermiştir.
109
Bu zincirleme finansal yeniliklerin gerçekleşmesi mali piya­
salardaki kuralsızlaştırma dalgası olmasa şüphesiz mümkün
olamayacaktı. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de başla­
yan bu dalga seksenli yıllarda sanayileşmiş ülkelerin hepsine
yayıldı. Kendi kendini beslemeye eğilimli olan bu süreç, ulu­
sal düzeyde, farklı kurum kategorileri arasındaki sınırları kal­
dırarak (mevduat bankaları, iş bankaları) ve bankacılık faali­
yetleriyle ilgili denetleme ve düzenlemeleri sınırlayarak (bazı
faiz oranlarının yükseltilmesi ya da sabitlenmesi, kredi sınır­
landırması, vb.) mali kurumlar arasındaki rekabeti serbestleş­
tirdi. Uluslararası düzeyde ise, öncelikle, sermaye hareketleri
ve dövizle yapılan işler için konan engelleri teker teker kaldır­
mayı hedefliyordu.
Böylece, aracıları kaldırma, düzensizleştirme ve dışa açılma,
seksenli yıllardaki finansal küreselleşme sürecinin moloru ol­
du. Üçü de, altmışlı yıllarda ortaya çıkan finansal entegrasyon
dinamiğinin gücü karşısında devletlerin yaygın düzeninin geri
çekildiğini kanıtlıyor. Dünya piyasalannda dolaşan inanılmaz
spekülatif sermaye hacmiyle mücadele edemeyen devletler
birbiri ardına, sermayeyi içeride tutacak ya da çekecek şartları
oluşturarak bu yeni gerçeklikle yüzleşti. Bunun için sırf ser­
mayenin uluslararası dolaşımım serbest bırakmakla kalmayıp,
sermaye getirisinden keslikleri vergilerin de büyük bir kısmın­
dan vazgeçtiler.

Zorunlu Bir Sonuç: Parasal İstikrarsızlık

P ara P olitikasındaki U yuşm azlık Üçgeni

Altmışlı yıllardan itibaren uluslararası özel finansın atılım


yapması Bretton Woods antlaşmalarıyla getirilen sabiı parite
rejiminin sürdürülmesiyle hiç bağdaşmıyordu. Orta ölçekli bir
ekonom ide sabit paritenin korunm ası para p olitikasın ın
özerkliğinden tümüyle vazgeçmeyi gerektirse bile, bu ancak
sınırlı bir sermaye hareketliliği halinde başarılabilir. Sermaye
kur beklentilerine ve farklı para birimlerinin sunduğu randı­

110
mana bağlı olarak bir mali piyasadan bir başkasına serbestçe
geçebildiğinde, para politikası dalgalı kur ile kurun değerini
korumak için faiz oranı belirlemek arasında bir seçim yapmak
zorunda kalır. Birinci durumda sonuç kurda istikrarsızlık olur;
İkincisinde, iç hedefleri (kredi ve faaliyet düzenlemeleri) ger­
çekleştirme yolunda faiz oranlan gibi değerli bir araçtan mah­
rum kalınır. Birinci durumda, fiyatları iyice belirsizleştirme
pahasına, dış ödemeler dengesini döviz kurunun sağlamasına
bırakır; diğer durumda ise, ekonominin reel değişkenlere (ta­
lep, faaliyet, iş) dış iktisadi ilişkilere uyum yükünü bindirir.
Tablo VIII, “uyuşmazlık üçgeni” diye bildiğimiz, finansal açı­
lım, kur istikrarı ve para politikasının özerkliği arasındaki bu
üç boyutlu arbitrajın koşullarını özetliyor.

TABLO VIII
Para Politikasındaki Üçgen Arbitraj

Seçilen Hedefler Feda edilen hedefler Uygulayıcı


• Kurların istikrarı Finansal açılım Bretton Woods
• Para politikasının (1944-1971)
özerkliği
• Para politikasının Kurların istikrarı 1973'ten itibaren
özerkliği ABD ve Japonya
• Finansal açılım 1992'den itibaren
Ingiltere
• Kurların istikrarı Para politikasının APS (1979-1998)
• Finansal açılım özerkliği Federal Almanya hariç
APS: Avrupa Para Sistemi

Elli ve altmışlı yıllarda döviz kurlarında gözlenen göreli is­


tikrar finans tarihinin çok özel bir devresine denk düşer. Ulus­
lararası kamu finansman sisteminin baskın olduğu ve özel fi­
nansmanın organize bir biçimde bastırıldığı bir dönemdir bu.
Bu dönemin, Batı demokrasilerinin çoğunda sosyal devlet sis­
teminin, yani pazar mantığının, konjonktür yönlendirmesi, re­
kabet ve fiyat oluşumu, gelir dağılımı ve sosyal güvenlik dü­
zeylerinde büyük ölçüde devlet müdahaleleriyle sınırlandığı
bir sistemin zirveye çıktığı dönemle aynı döneme denk gelme­
ni
$i ayrıca anlamlıdır. Bir anlamda, savaştan sonra hazırlanan
uluslararası para ve finans sistemi, Keynesgil devletlerin içeri­
de uyguladıkları örgütlenme ilkelerinin uluslararası düzeye ta­
şınmasından başka bir şey değildir: reel ekonominin finansal
piyasalardaki dalgalanmalardan korunması, ekonomi politika­
larının izlenmesi ve dış açığı olan ülkelerin IMF tarafından
desteklenmesi, savaşın harap ettiği ve gelişmekte olan ülkelere
yardım edilmesi.
Ancak uluslararası boyuttaki bu Keynesgil yaklaşım yapısal
bir eksiklikten mustariptir. Kapitalist dünya ekonomisini oluş­
turan farklı birimlerin çatışan çıkarları arasında hakemlik ya­
pacak, hem adil olması hem de bu ekonominin düzgün işle­
mesi için gerekli yeniden dağılımı idare edecek, çokuluslu şir­
ket ve bankaların faaliyetlerini denetleyecek ve dünya çapında
çıkar politikaları gerçekleştirecek küresel düzenleme kerteleri
yoktur. Böylesi kurum ların yokluğunda parasal istikrar ve
uluslararası finans siteminin düzgün işlemesi ancak ABD’nin
üstleneceği ve savaş sonrasının kendine özgü koşullarında di­
ğer liberal demokrasilerin de kabulleneceği bir önderlik saye­
sinde mümkün olabilirdi.

Bretton W oods Sisteminin Çöküşü

Savaştan zarar görmemiş tek sınaî güç olan Amerika Birleşik


Devletleri 1945 yılında dünya alim rezervinin dörtte üçünü
elinde bulunduruyordu. Yani bir tek onlar paralarının altınla
konverlibilitesini koruyabilmişlerdi. Bretton Woods sisteminin
temeli olan bu konvertibilite, Amerikan dolarım en üstün
uluslararası para birimi, altın kadar sağlam ve getirisi olan li­
kit bir aktif haline getirmişti. ABD dışına çıkan sermayenin
büyüklüğü, mal ve hizmet dış ticaretinin yarattığı fazlayı aşıp,
ellili yıllarda ortalama bir hızla büyüyerek (çoğunlukla karşı­
lıklı yardım ve doğrudan yatırımlar şeklinde) dünya ekonomi­
sinin gelişmek için ihtiyaç duyduğu nakil akışını sağladı. Baş­
ta Avrupa ve Japonya olmak üzere, dünyanın geri kalanı, yeni­
den yapılanmasını finanse etmek için Amerikan sermayesine

112
ihtiyaç duydukça, Amerika’nın temel dengesindeki açık (cari
işlemler ve uzun vadeli sermaye hareketleri toplamı) bir sorun
yaratmıyordu. Diğer ülkelerin merkez bankaları ellerindeki
dolar fazlasını alıma çevirmeyi talep etmiyor, bunu döviz re­
zervi olarak saklayıp, ABD’ye yatırıyorlardı.
Sistemin istikrarsızlgı, dışarı çıkan Amerikan sermayesi diğer
sanayileşmiş ülkelerin finansman ihtiyacını aşınca kendini gös­
terdi. Ellili yılların sonunda bu noktaya gelindi. Avrupa paraları­
nın dış konvertibililelerinin yeniden sağlandığı noktadır bu. Bu
andan iıibaren doları altına çevirme talepleri artmaya başladı. Bu
da Amerikan alım rezervlerinin hızla azalmasına sebep oldu.
1960 yılında ABD'nin dış yükümlülüğü, dünyanın geri kalanı
karşısında, ilk defa alim stoklarının değerini aştı. O vakit, allınla
resmî parilesi altmışlı yıllarda ancak diğer sanayileşmiş ülkelerin
işbirliğiyle korunabilen dolara karşı spekülasyon başladı
(1961’de altın havuzunun yaratılması, aynı yıl imzalanan genel
borçlanma anlaşmaları, I9 6 8’de ikili aliın pazarının kurulması).
Altmışlı yıllarda artan uluslararası parasal gerginlikler. Ame­
rikan parasının ulusal yönetimiyle uluslararası para birimi sta­
tüsü arasındaki çelişkiyi belirginleştiriyor. Bu, Amerika Birle­
şik Devletleri’ne dış ödeme açıklarını kendi ulusal parasıyla fi­
nanse etmek gibi aşırı bir güç kazandırmıştır. Dünyanın geri
kalanı Amerikan sermayesine ihtiyaç duydukça sürdürülebi-
len bu durum, arlık yeniden yapılanmasını tamamlamış rakip
güçler kuru abartıldığı aşikâr olan doları biriktirmeyi reddet­
tikleri için sona erdi. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve
Japonya arasındaki ekonomik güç ilişkilerinin yeniden denge­
lendiği, ABD’nin mamul ürün ticaret bakiyesindeki sürekli
erozyondan da izlenebilir. Ellili yıllarda fazlasıyla artığı olan
bu bakiye 1971’de, 20. yüzyılda ilk defa eksi oldu. Aynı geliş­
me tüm dış ticaret dengesi için de geçerliydi. 15 Ağustos
1971’de lek yanlı bir kararla doların alıma olan konvertibilite-
sinin kaldırılması ve bunu 1971 Aralık’ıyla 1973 Şubat’ı ara­
sında izleyen dolar devalüasyonları, Amerikan gücünün nispe­
ten zayıfladığı ve Kindleberger’e göre de istikrarlı bir hege­
monya döneminin bittiği anlamına geliyor.
113
D algalı K urların Kuramsal Erdem leri ve Reel K ötülükleri

Dalgalı kur sislemine geçiş yetmişli yıllarda birçok uzman


tarafından olumlu bulundu. Milton Friedm an gibi kayıtsız
şartsız taraftarlarına göre paraların dalgalanması demek, para
politikasını yeniden büsbütün özerk hale getirmek demektir.
Merkez Bankası, döviz arz ve talebini otomatik olarak denge­
leyen para paritesinin hareketlerini hiç düşünmeden, para po­
litikasını tamamen iç piyasaya yönelik yürütebilir. Eğer politi­
kasının gevşek ya da enflasyonist olduğu ortaya çıkarsa, faiz
oranlarının düşürülmesi net sermaye çıkışını teşvik edecektir
Böylece döviz kurları değer kaybedecek, bu da uzun vadede
enflasyonu telafi edecektir. Satın alma gücü paritesi kuramına
uygun bir biçimde, nominal döviz kurlarının değişebilirliği
uzun dönemde reel döviz kurlarının istikrarını sağlar (satın al­
ma gücü paritesi, bkz. s .115).
Monetarist düşünceye göre bağımsız bir para politikasının
avantajı, para arzını kontrol ederek her durumda mutlak ön­
celiği enflasyonla mücadeleye vermesidir. Bu kaygı, yetmişli
yılların başında aşırı Amerikan sermayesi çıkışına Batı Alman­
ya’nın verdiği tepkide görülüyor. Mark üzerinden, sabit kurda
her türlü para hacmi kontrolünü sonuçsuz bırakacak kadar
çok plasman akınıyla karşı karşıya kalan Bundesbank, 1971
Mayıs’ında, yani 15 Ağustos’taki Amerikan kararlarından üç ay
önce parasını dalgalandırma kararı aldı ve mark hemen değer
kazandı. Aşırı mark talebini dengelemek için kendi döviz pa­
zarına müdahale etmeyerek para arzı kontrolünü yeniden sağ­
lamış ve “Amerikan enflasyonu”nu ithal etmekten kurtulmuş­
tu. Markın değer kazanması ayrıca ithalatların fiyatını ulusal
para cinsinden düşürerek Bundesbank’ın politikasının anti-
enflasyonisl eğilimini de güçlendiriyordu.
Dalgalı kurları iyileyen bir başka argüman da dış şok duru­
munda uyarlanma koşullarıyla ilgilidir. Ödemeler dengesinde
bir şok olduğunda para değerinin düşme ihtimali, bütün uyar­
lamaları ekonominin reel değişkenlerine dayatmayı engeller
(talep, üretim, emek). Nominal değişkenlerin (fiyat, ücret) dö-

114
viz kurlarındaki değişime birdenbire uyarlanamadıgı kaydıyla,
aşırt rekabet artışı pazar paylaşımım ulusal arz lehinde değişti­
recek, böylece baştaki şokun geriletici etkileri telafi edilecek­
tir. Bu argüman, ABD ve Japonya gibi dışarıya endeksli olma­
yan ve fazla da açılmayan ekonomiler için geçerlidir. Küçük
ölçekli ve dışa fazla açık ekonomilerde paranın değerinin düş­
mesiyle oluşacak enflasyon ulusal arz rekabetini değiştirmeye­
ceğinden bu argümanın geçerliliği yoktur.
Milton Friedman’a göre para dalgalanmasının beklenmedik
bir başka faydası, spekülasyonun istikrar kazandıran erdemle­
rini serbest bırakmasıdır. Spekülasyon, örneğin 1992-93'te Av-

Satın Alm a Gücü Paritesi Kuramı (SGP)

Döviz k u ru n u h a n g i seviyede sab itle- böylece A'da üretilen ürünlere olan


mek gerekir? Döviz piyasasının getir­ talebi B'de üretilenler karşısında
diği inişli çıkışlı cevapların ötesinde, azaltacaktır. Bunun ardından prensip
döviz kurları için teorik olarak doğ­ olarak A'da fiyatlar B'ye göre düşe­
rulanan bir seviye belirlenebilir mi? cek ve tek fiyat iki pazarda yeniden
Bu soruya, İsveçli ekonomist G. Cas- kurulacaktır. Eğer tam rekabet yoksa
sel'in ortaya attığı SGP kuramı basit ya da iki ülkenin ürün pazarlarındaki
bir prensiple cevap verir rekabet pi­ uyarlanma çok yavaş ilerliyorsa, dö­
yasasında tek bir fiyat vardır. A ve B viz piyasasında daha hızlı gerçekle­
ülkelerinin kendi aralarında serbest şecektir, çünkü A'da üretilen ürün ta­
ticaret uyguladıklarını varsayalım, lebinin düşm esi ve B 'd e üretilen
rekabet iki ülke arasında ticareti ya­ ürün talebinin artması B'ye göre
pılan ürünlerin fiyatlarını eşitleye- A'nın parasına olan talebin düşmesi­
cektir. Dolayısıyla, A ülkesinde üreti­ ne sebep olacak, dolayısıyla da döviz
lip ihraç edilen bir ürünün B ülkesi­ kurundaki düşüşe göre yeni bir uyar­
nin para cinsinden fiyatı, B ülkesinde lama yapılması gerekecektir.
üretilen benzer ürünün fiyatına eşit Dinamik terimlerle oluşturulan
olduğu seviyede döviz kuru sabitlen­ SGP kuramı, iki ülke arasındaki enf­
me eğiliminde olacaktır. Diğer bir lasyon farkının iki taraflı bir simetrik
deyişle, A ve B'nin paraları arasında­ döviz kuru hareketiyle telafi edilme
ki SGP'nin döviz kuru, iki paranın da eğiliminde olacağını söyler, ama reel
alım gücünü, ürünün alındığı yer ve döviz kuru aynı kalır.
kullanılan para ne olursa olsun eşit­ Klasik tam ve mükemmel rekabet
leme eğilimindedir. hipotezleri bir yana, bu teorinin en
Döviz kuru A'nın SGP'sinin üstün­ zayıf tarafı, finans akışlarının döviz
de bir seviyede sabitlenirse, A'nın kuru oluşumunda bugün iyice belir­
parasının aşırı değer kazanması A ül­ leyici hale gelen etkisini göz ardı et­
kesinin rekabet gücünü azaltacak. mesidir.

115
rupa’daki para krizinde olduğu gibi, sabil kur rejiminde yıkıcı
etkiler yaratabilir. Para otoritelerinin bozulma durumundaki
bir pariteyi koruma yükümlülüğü, Merkez Bankası rezervleri
tükendiği için devalüasyon yapmak zorunda kalana kadar dü­
şük fiyata döviz almaya devam ettirebilecek spekülasyonu bes­
ler. Devalüasyondan önce para hacmi şiddetle azalır, devalüas­
yondan sonra ise yine aynı hızla artar, spekülatörler önceden
aldıkları dövizleri satarak bu işlen kâr ederler. Bunun aksine,
dalgalı kur sisteminde, spekülasyonun istikrar kazandıran et­
kisi, rasyonel oldukları varsayılan spekülatörlerin kurlar dü­
şük olduğunda alacakları ve yüksek olduğunda satacakları ol­
gusuna dayanır.
Söylenebilecek en hafif şey, 1973'ten beri belli başlı dövizle­
rin karşılıklı kurlarındaki hareketler dikkate alındığında, bu
istikrar kazandıran erdemlerin şimdiye kadar pek görülmedi­
ğidir. Finansal küreselleşme sayesinde hiç olmadığı kadar ko­
lay ve güçlü bir hale gelen spekülasyon, dalgalı kur rejiminin
iç istikrarsızlığını azaltmadığı gibi en şiddetli noktasına yük­
seltti. En azimli monetarist merkez bankaları bile (Paul Volc-
ker’in yönetimindeki Federal Reserve Bank veya Bundesbank)
para paritelerini temel ekonomik verilere daha uygun seviye­
lere çekebilmek için zaman zaman döviz piyasalarına müdaha­
le etmek zorunda kaldılar. Pratikte, döviz piyasalarında ger­
çekleştirilen işlem değerinin yüzde 95’i mal ve hizmet işlemle­
rindeki hareketlerden bağımsız mali hareketlerin karşılığıdır.
Döviz kurlarının aşırı hareketleri ve spekülasyonlar böylece,
finansal alanla reel ekonomi arasında büyüyen mesafeyle açık­
lanabilir.
Paraların dalgalanmaya bırakılmasıyla teoride para politika­
larına sağlanan özerklik, küreselleşme sırasında, döviz kuru
kadar stratejik bir değişkeni dikkate almayabilir. Oysa, döviz
kurlarındaki dalgalanmalar ekonomik gelişmeyi çeşilli şekil­
lerde etkileyebilir. Bu dalgalanmalar öncelikle, mal ve kıymet­
lerin döviz cinsinden fiyatlarının gelişminde belirsizlik yarata­
rak dış ticarete zarar verirler. Daha sonra içerde arzın rekabet
gücünün azalmasıyla da iktisadi faaliyetler ve dolayısıyla istih­

116
dam da bundan kötü etkilenir. Fiyatlar genel seviyesinin yük­
selmesi hükümetin ekonomik politikalarını da olumsuz etki­
ler. Mevcut ve gelecekteki belirsizlikten yararlanan spekülatif
eğilimler de böylece cesaretlenirler.
Para dalgalanmalarıyla para politikalarında kuramsal olarak
yeniden oluşan özerklik, bu politikaların küreselleşme sırasın­
da döviz kurları gibi stratejik bir değişkeni göz ardı edebilecek­
lerini varsayar. Oysa kur dalgalanmaları ekonomik gelişimi çe­
şitli biçimlerde etkiler. Her şeyden önce döviz bazında mal ve
hizmet fiyatlarında ciddi bir belirsizlik yaratır, bu da dış ticaret
için zararlıdır. Ardından ulusal arzın rekabet gücünü, dolayı­
sıyla da çalışma ve istihdamı etkiler. Fiyatların genel düzeyine
yansır ve böylece hükümetin ekonomi politikasını bozabilir.
Nihayet, gelecekle ilgili belirsizlikten beslenen, aynı zamanda
bu belirsizliği canlı tutan spekülatif girişimleri teşvik eder.
Tüm bu nedenlerden dolayı bir paranın dalgalanmasının saf
olduğu, yani para politikasının özerkliğinin mükemmel olduğu
enderdir. Bretton Woods sisteminin çöküşünden beri paraların
dalgalanması çoğunlukla her merkez bankasının kendi iç ve
dış hedefleri doğrultusunda yönelildi. Döviz kurlarındaki istik­
rarsızlığın ekonomik bütünleşme için önemli bir engel sayıldı­
ğı Avrupa’da, hükümetler paraları arasında gecikmeden sabit
ama uyarlanabilir bir parite sistemi kurdular (1972'den sonra
“parasal yılan” tecrübesi [Avrupa paraları arasında dalgalanma­
ya doların dalgalanması etrafında bir alt ve üst sınır getiren sis­
tem, - e.n.l, 1979’dan sonra da Avrupa para sistemi APS).
Bu arada saf bir dalgalanmanın sıkıntılarına tamamen sabit
bir döviz kuruna dönüş rejiminin son derece tehlikeli ve zor­
layıcı niteliği cevap verir. Burada Ekvator örneğini verebiliriz.
Bu ülke, hiperenflasyona son vermek için 2000 yılında ekono­
misini dolara çevirmeyi tercih etti ve ulusal parasını Amerikan
dövizi için piyasadan kaldırdı. 1991’de Arjantin, 1992’de Es-
tonya, 1994’te Litvanya ve 1997’de Bulgaristan’ın tercih ettiği
currency board biraz daha az radikal bir seçenek. Bu rejimde
merkez bankası bütün para emisyonunu sabit döviz kurunda
sahip olduğu döviz rezervine teminat gösterir. Bu, sonuç ola­
117
rak, Birinci Dünya savaşı öncesindeki altın sistemine dönüş
demektir. Yalnız arada bir fark vardır. Bu kez altının yerini,
dolar veya başka bir güçlü döviz almıştır. Somut olarak, mer­
kez bankasının para arzını özerk yönetme olanağından bütü­
nüyle vazgeçmesi demektir bu. Bu durumda para arzı yalnız
ödemeler dengesi sonuçlarına bağlı gelişir. Ödemeler dengesi­
nin eksi olması para hacmini otomatik olarak daraltır. Bu ise
faiz hadlerini yükseltip, talebi, üretimi ve istihdamı düşürür.*
Sabit ama ayarlanabilir bir kur rejimi olan Avrupa Para Siste­
mi, para politikasını son derece sınırlar ama bütünüyle bağımlı
kılmaz. 1990’h yılların başından itibaren bazı Avrupa ülkeleri­
nin uygulamaya başladığı türden ve Avrupa ortak pazarı kurul­
ması için ön şart olarak sürülen bir eksiksiz mali liberalizas-
yon, bu sistemdeki son özerk poliLika kırıntılarını yok eder. İç
pazarın gerçekleşmesiyle sermaye hareketlerinde tam serbest­
leşmeye gidilmesinden çok kısa bir süre sonra; 1992-1993 yıl­
larında Avrupa Para Krizi ile bir kez daha, finans piyasaların­
daki küreselleşmenin hükümetleri baskı altına aldığı görüldü.
Nitekim, bir düzenleme mevcut değilse, özellikle de sermaye
hareketlerinde uluslararası bir düzenleme yoksa, finansal glo-
balizasyon, küreselleşen üretim hareketini izlemeye daha fazla
yönelirken, küresel büyümeye, yatırımlara ve ticarete de bir
yandan ters düşmemeye çalışır. 1992 Meksika ve 1997-1998
Asya krizleri, yükselen piyasaların küresel mali hareketlerin
gelgitleri karşısında nasıl korumasız olduklarını ve bu gelgitle­
rin yarattığı yayılma etkilerini gözler önüne serdi. Buna karşı
yaratıcı bir yanıt, 1999’da dünyaya gelen Avrupa Para Birliği’y-
di. Bu yeni sistem ileride dünyanın diğer bölgelerine örnek
oluşturabilir. Böyle bir sistem olmadan ve dünya mali sermaye
hareketleri düzenlenmeden, mali küreselleşmenin dünya ikti­
sadi büyümesi üzerinde yarattığı dinamik etkinin bedeli kro­
nik bir para istikrarsızlığı olacaktır. Bunun etkileri de, reel
ekonomi ve toplumlar üzerinde son derece yıkıcı olabilir.

( * ) Arjantin'de Aralık 2 0 0 1 ’de yukarıdaki son u çlan nedeniyle currency board sis­
temine son verildi - e.n.

118
SONUÇ

PİYASALARIN İNTİKAMI

Küreselleşme olgusu, kapitalizmin doğası, özellikle de politik


ve sosyal alanlarla ilişkisinden ayn analiz edilemez. Küresel­
leşme, geçm işte tercih edilen uluslararasılaşma tabirinden
farklı olarak kapitalizmin evrensel zaferi değil, kendi kendini
düzenleyici küresel bir pazarın ortaya çıkışıdır. Bu da piyasa­
larla devletler, sermaye artırma yasalarıyla toplumu yöneten
yasalar arasındaki güç ilişkilerinde derin bir sapmayı ifade et­
mektedir.
Bu sapma, her devletin ekonomik büyümesini, bize uzun
gelse de tarihsel olarak kısa olan bir süre hayatta kalan bir ku­
rumsal yapılandırma döneminin ardından geldiği için bizim
dönemimizde daha da çarpıcı olmuştur. Genellikle Keynesgil
dönemi olarak anılan bu dönem, 1933’te Amerika’da ortaya çı­
kan New Deal ile başladı. Bretton Woods sisteminin çöküşü ve
Ekim 1973’teki birinci petrol şokuyla da bitti. Kari Polanyi’nin
yaptığı aydınlatıcı betimlemeye uygun olarak, Sosyal devlet
kırk yıl boyunca, sanayi devriminin, makinalaşmanın genelleş­
mesinin ve emek, toprak ve paranın piyasa mekanizmasına bo­
yun eğmesinin yol açtığı korkutucu sarsıntılara çözüm aradı.
Ekonomik olanın toplumsal ve politik olanla çevrelenmesi,
kapitalizm in uluslararası köklerini, dolayısıyla gözlerimiz

119
önünde gerçekleşen başkalaşımın uzak geçmişini daha iyi be­
lirlemek için ana başlıklarıyla anlatmaya çalıştığımız tarihsel
gelişmenin tersine bir gelişmedir. Yaklaşık bin yıllık bir geçmi­
şi olan bu gelişme, pazar kanunlarının ve kapitalist zihniyetin
yavaş yavaş toplumsal ve politik yapıların içine girmesidir.
Oysa bu yapılar bu zamana kadar enerjilerinin büyük bir kıs­
mını bundan korunmak için kullandılar. Başında toplumsal ve
politik olanın içinde kalan ekonomi, devletlerin denetiminde­
ki topraklar arası ticaretin açtığı alanda patlayarak bu konum­
dan kurtulabildi. Akdeniz ya da Kuzey Denizi’nde her türlü
imparatorluk ve monarşi himayesinden kurtulan tüccar şehir­
leri, 10. yüzyıldan itibaren devletlerin deneLiminin ağır baskı­
larından arınmış bir zenginlik artırma ve egemenlik biçimi
keşfettiler. Bunun sonucunda ticari ağlar gelişti, 15 ve 16. yüz­
yıllarda dünyanın her köşesi dışa açıldı. Aynı zamanda o za­
mana kadar toplumsal yapılan rekabetin tehlikelerinden koru­
yan düzenlemeler teker teker kaldırıldı.
M erkantilist dönemde tüccar sınıflarla devletler arasında
kurulan ittifak, bunu izleyen iki yüzyıl boyunca patlayacak ge­
rilim ve anlaşmazlıkların büyük bir kısmını belirginleştirecek-
tir. Sermayelerini, ağlannı ve iş bilgilerini devletlerin hizmeti­
ne veren ulusal iş çevreleri iki yönden kazançlı çıkıyordu:
uluslararası alanda, ticari başarılarına sömürgesel büyüme bi­
çimi veren bir krallık himayesinden faydalanıyorlardı; içeride
ise, ulusal pazann birleşmesini engelleyecek her şeyi ortadan
kaldırmak için devlet gücünün desteğine güvenebilirlerdi.
Toplumsal yapılar, periferik uluslar kadar merkez uluslar da,
sermaye birikimi dinamiğiyle zincirinden boşanan dev güçlere
karşı savunmasızdılar. Periferik dünyanın trajik biçimde ezilişi
ve 19 ve 20. yüzyıllarda Avrupa’daki toplumsal ve politik fela­
ketler büyük ölçüde zincirinden boşanan bu güçlerin ve sebep
olduğu yıkıcı tepkilerin korkunç ürünleridir.
Her ulusta ekonomik ve politik güçlerin toplumun sırtında
kurduğu bu ittifak, merkantilist dönemden itibaren devletler
arası sistemden ve uluslararası ekonomik sistemden bağımsız
olan mantıkların kesişmesini açıklar. Bu iki mantığın birleş­

120
mesi bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’na yol açan impara­
torluklar arası düşmanlıkların şiddetlenmesinden büyük ölçü­
de sorumludur. Devlet denetiminde, sermaye birikimi dinami­
ğini toplumu koruyacak kurumsal girişimlerin içine yerleştir­
meyi hedefleyen Keynesgil tepki içeride özel sermaye için yeni
perspektifler açmıştır. Genişleyici olan büyüme yoğunlaşmaya
başlamış ve toplumun en geniş sektörlerinin yararına işlemeye
başlamıştır. Büyümeyi oluşturan toplumsal uzlaşmalar ne ka­
dar sağlamsa o da o kadar istikrarlıdır.
Siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlar arasındaki ilişkilerin
yeniden düzenlenmesi, uluslararası planda, uluslararası eko­
nomik ilişkilerin kurumsallaşması yolunda yepyeni ilerleme­
ler şeklinde ortaya çıkar, Bretton Woods kurumlarmın ortaya
çıkması da bunu kanıtlıyor. Anlamlı bir biçimde, periferik top-
lumların açık bir biçimde şiddetine maruz kaldıkları bir sis­
temden kurtuldukları yanılsamasını yaratan bağımsızlık hare­
ketleriyle aynı döneme rastgelmektedir.
Bu açıdan baktığımızda kürselleşme olgusu, ekonominin
toplumsal ve siyasi olandan intikamı gibi görünüyor. Hem
Keynesgil sosyal devletin hazırladığı toplumsal uzlaşmaların
gözden geçirilmesiyle, hem de, ideolojik rasyonelleştirmenin
ötesinde, yetmişli yılların sonunda başlayan kuralsızlaştırma
dalgası şeklinde devletlerin ekonomik otoritesini yavaş yavaş
yok etme çalışmasıyla kendini gösterir. Yatırımların yer seçi­
minde ve tasarrufların yönlendirilmesinde kendi aralarında re­
kabete sokulan devletlerin sermayenin gerektirdikleri ve top­
lumsal yapıların ihtiyaçları arasında denge kuracak hiçbir ara­
cı kalmamıştır. Çoğu durumda toplumsal ve ekonomik düzen­
leme aygıtlarının bir kısmını kaybettikleri ya da bıraktıkları
için güçlerinin gittikçe artan bir parçasını ulusal alana serma­
ye çekmek ve sermayeyi içeride tutmak için, kendilerine lojis­
tik, eğitici, toplumsal, mali, parasal, düzenleyici alanlar yarat­
mak yönünde kullandılar.
Bu arada devletlerin düzenleme çerçevesinin parçalanması,
uluslarüstü düzenleme çerçevesi oluşturmak için bir imkân
-ve fırsat- var mı sorusunu gündeme getirdi. Bu da bölgesel
121
entegrasyon arayışları ve çok taraflı kuramların artan otoritesi
demektir. Sonuçları itibariyle insanların yaşam koşullarını
doğrudan ve çok bariz biçimde ilgilendirmesinin ötesinde, ilk
defa tüm dünya ölçeğinde gündeme gelen demokrasi sorunu­
dur bu.

122
İKİNCİ CİLT

Sorunlar
GİRİŞ
KAPİTALİZMİN KÜRESELLEŞMESİ

Küreselleşme sürecinin tarihsel kökenleri ile kendine özgü di­


namiğinin incelenmesi, bu sürecin oluşumunda siyasi ve eko­
nomik çevrenin iç içe geçmiş olmasının ne denli önemli oldu­
ğunu ortaya koymuştur. Ortaçağ Avrupası’nda devlet gücünün
zayıflamasıyla ortaya çıkan kapitalizm büyük bir hızla dünya
geneline yayılmıştır. 15 ve 16. yüzyıllarda dünyanın her köşe­
sinin dışa açılmasında önemli rol oynayan ticari faaliyetler o
sıralar hızla gelişmekte olan ulus-devletlerden bağımsız ola­
mazdı. Merkantilist dönemde milli ekonomilerin ticari ilişki­
ler dinamiğine açılmasını ve sanayileşmeyi getirecek iç pazar­
ların birleşmesini mümkün kılan bu iki gücün karşılaşmasıdır.
19. yüzyılın sonu, henüz küreselleşmemiş, ama devletler
arası rekabetin hem periferik bölgeleri hem de merkez ulusla­
rın toplumsal yapılarını kendi uyruklarına alarak ulusal kapi­
talizmlerin rekabetini kestikleri, kuvvetle uluslararasılaşmış
bir ekonominin zirveye çıktığı dönemdir. Rusya’yı kapitalist
dünya ekonomisinden kopartan ve Almanya’da nasyonal sos­
yalizmi iktidara taşıyan sarsıntıların başlangıcı olan Birinci
Dünya Savaşı bu uluslararası düzenin çöküşünü belirler.
Avrupa’yı viran eden Nazi barbarlığının yıkıntılarından, iki
savaş arası Avrupa’da görülen toplumsal ilerlemelerle ABD’de

125
iş örgütlenmesine getirilen radikal yeniliklerin sentezi olan ye­
ni bir toplumsal düzen ortaya çıkar. Yoğun ve iç pazarların bü­
yümesi üzerine odaklı hale gelmiş bir birikim dinamiğiyle top­
lumsal sözleşm elerine getirilen devlet düzenlem esinin bu
kombinasyonuna genel olarak verilen ad Fordizmdir. Böylece,
geriye dönük bakarsak, Keynesgil refah devletinin tarihsel
planda kapitalist birikim dinamiğiyle, toplumu kapitalizmin
kötü etkilerinden koruyan bir dizi kurallar ve uzlaşmalar bü­
tününü birarada düşünen tek arayış olduğu görülür.
Milli kapitalizmlere getirilen bu Keynesgil düzenleme eko­
nomilerin uluslararasılaşmasına ancak bu uluslararasılaşma
mal ve hizmet alışverişlerinin birbiriyle karşılaştırılabilir sos-
yo-ekonomik sistemlere sahip uluslar arasında yapıldığı ko­
şulda razı olabilirdi. Üretimin düşük ücretli bölgelere kayması
ve Avrupalı sosyal demokratların yaptığı sözleşmeleri hiç uy­
gulamayan uluslarla yeni bir rekabetin ortaya çıkması duru­
munda finans akışlarının küreselleşmesine karşı özellikle güç­
süz olması gerekirdi. Hiyerarşik bir devletlerarası sistem çer­
çevesinde uluslararası ekonomi ancak, milli ekonomi politika­
larının özerkliği konusu tartışılarak yönetilebilirdi. Buna kar­
şılık altmışlı yılların ortalanndan itibaren ortaya çıkan küresel
ekonomi milli düzenleme kadrolarını yok etme eğiliminde ve
uluslarüstü denetim mercilerinin yokluğunu ya da zayıflığını
gösteriyor. Hem Kuzey’de hem Güney’de istikrarsızlık ve dış­
lama, bu denetimsiz entegrasyonun, pazarların devletlerden
intikam almasının acı meyvalarıdır ve Keynesyen dönemin so­
nunu belirler.
Ekonominin küreselleşmesinin getirdiği burada belirtilen
sorunların incelemesi iki eksende oluşuyor. Entegre olma ve
dışlama diyalektiğinin belirlediği birincisi, kapitalist alanın
uzaya kadar genişlemesinin etkileriyle ilgili. Çatışma ve ortak
çalışma mantıklarını karşı karşıya koyan İkincisi ise bu alanın
içinde, özellikle de merkez çekirdeğinde ekonomik ilişkilerin
örgütlenme derecesini değerlendirmeye çalışıyor.

126
B İR İN C İ B Ö L Ü M
En t e g r e O lm a ve D iş l a m a

Kapitalist üretim tarzının yayılmasının en çarpıcı özelliklerin­


den biri yol açtığı ikili entegre olma ve dışlama olgusudur. Duy­
gusal bir anlam taşıyan bu iki kavram genellikle sosyalleşmeyle
ilgili, yani toplumsal bağlar kurmak ya da yaratmakla ilgili kul­
lanılmıştır. Bugünkü ulus-devletlerde asıl vektör aile, vatandaş­
lık, eğitim sistemi ve meslek hayatıdır. Din gibi sanayi öncesi
toplumlarda merkez! bir rol oynayan diğer sosyalleşmeler eko­
nomik olarak en gelişmiş toplumlarda yavaş yavaş geri plana
itilmiştir. Ekonomik olarak azgelişmiş birkaç toplumda toplum­
sal bağlılığın hâlâ en önemli etmeni olmaya devam ediyorlar.
Sosyalleşmenin daha çok kitlesel işsizlik durumunda, yeni­
den ortaya çıkan yabancı düşmanlığında ve aile dağılmaların­
da görülen antitezi ise dışlamadır. Yukarıda bahsi geçen top­
lumsal bağlardan bir veya birkaçının kopmasının sonucudur:
okuldaki başarısızlık, zorla işten çıkarılma, aile çekirdeğinin
parçalanması, oturma izninin yenilenmemesi, vb. Üretim sis­
teminin ve toplumsal koruma araçlarının açıklarını kapatmak­
ta ve hatla temel bir sosyal dayanışmanın kaybolan refleksleri­
ni yeniden harekete geçirmekte devlet aygıtları çoğu zaman
yetersiz kalmıştır.
Ulusal planda oluşan bu kavramlar uluslararası planda da

127
yeni bir geçerlik kazanmışlardır. Bireylerin ulusal toplumda
geleneksel ve modern sosyalleşme biçimlerine, içinde enteg­
rasyon ya da dışlama taşıyan ulusların dünya ekonomisine gir­
me biçimleri denk düşer: küresel büyüme dinamiğine katılma
anlamında entegrasyon; küresel ticaret, yatırım ve finansman
akışının dışında kalma anlamında dışlama, bunun semptomla­
rından biri uluslararası yardıma bağımlı olmaktır.
Her ulusun içinde ve uluslar arasında bu entegre olma ve
dışlama süreci birbirleri arasındaki karmaşık ilişkileri devam
ettirir. Rekabet mekanizması genel kural olarak pazar payları­
nın ve dolayısıyla istihdamın yeniden dağılımını sağlayan sıfır
toplamlı oyundur. Yani küresel kapitalist dinamiğe yeni bölge­
lerin (mesela Uzakdoğu) ya da ulusların entegre olması, yara­
tacağı yeni rekabetle, kendini yeni koşullara uyduramayan es­
ki sanayileşmiş bölgelerde kitlesel dışlamalara sebep olabilir.
Bunun aksine, istihdam ve harcama çarpanlarının Kalın ve
Keynes’in ortaya koyduğu makroekonomik oyunu büyümeyi
hem ulusal hem de uluslararası planda bir faaliyet kutbundan
diğerine geçirme eğilimindedir.
Entegrasyon ve dışlanma olguları arasındaki ilişkiler, istih­
damı yok etme ya da artırma mekanizmalarının birbirlerine
girmesiyle sınırlı değildir bu arada. Bazı dünya ekonomisine
entegre olma biçimleri iç planda şiddetle dışlayıcıdır. Bu özel­
likle, kapitalist üretim tarzı geleneksel, ailevi ve üretici top­
lumsal yapıları bozup iş gücü kazanarak yeni alanlara yayılır­
ken görülür. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk bölümünde sö­
mürge bölgelerinin periferileşmesi sürecinin bir örneği olduğu
bu olgu, yeni ihracat kültürlerinin gelişmesi topraksız kalan
köylüleri büyük kent merkezlerine attığında birçok gelişmekte
olan ülkede (GOÜ) görülebiliyor hâlâ (mesela Latin Ameri­
ka). Daha da radikal bir biçim de, bazı periferik bölgelerde
(özellikle Afrika’da Sahraaltı bölgede) sömürge döneminden
kalan ve küresel talebe kendini uyduramayan bir uzmanlaş­
mada ısrar edilmesi hem uluslararası planda dışlanma ve mar­
jinalleşme hem de içeride toplumsal yoksullaşma ve çözülme
demek oluyor.
128
Doğu Avrupa ülkelerinin yaşadığı tarihsel tecrübe ise başka
bir örnek olayı teşkil ediyor, onlar içeride daha iyi bir enteg­
rasyon sağlamak için kapitalist dünya ekonomisinden kopma­
ya çalışıyorlar. Çoğu zaman maruz kaldıkları bu mantık, ko­
münizmin içinde sarsılmalarından önce de yaşadıkları küresel
ekonomiye yarı periferik bir konumda sokulmalarını değiştir­
me imkânı hiçbir zaman vermemiştir. Uzun süre uzak tuuuk-
ları rekabet mekanizması orada çoğunlukla anarşik bir biçim­
de gelişmiş, kitlesel bir istihdam eksikliği yaratmıştır. Yürür­
lükteki politikalarla da kısa zamanda bunun düzeleceği yok­
tur. Önemli bir sanayi potansiyeli olmasına rağmen bu ülkele­
rin dünya ekonomisine entegre olma sorunsalı temel olarak,
sanayileşme yolundaki diğer bölgelerden farklı değildir.

KAPİTALİST ÜRETİM TARZININ DÜNYAYA YAYILMASI

Kapitalist üretim tarzının uluslararası yayılışı aynı anda hem ra­


kip hem tamamlayıcı iki mantığın ürünüdür: kapitalizmin baş­
ladığı merkezden sistemin periferisine doğru uzaysal genişleme­
siyle ilgili olduğu anlamda dışsal diye tanımlayabileceğimiz bir
mantık; ve çoğu zaman bu genişlemeye bir tepki olan içsel bir
mantık, kapanma değil, ama bu genişleme güçlerini içselleştir­
me, kapitalist büyüme dinamiğini ulusal düzeyde üstlenmek
anlamında. Meiji döneminin Japonyası bu tip tepkiye en temiz
örneği oluşturmaktadır. Başarılı olması bir ölçüde oradakilerin
yabancı üretim tarzının getirdiği çalışma örgütlenmelerini ve
sosyalleşme mekanizmalarını kabul edişlerine bağlıdır. Devletin
bu sosyalleşmeyi örgütleme, ithal edilen üretim tekniklerini ba­
şarıyla uygulama ve rekabet mekanizmasının çok hızlı yayılma­
sının ya da fazla sistematik uygulanmasının yıkıcı etkilerinden
toplumu koruma yeterliğine de bağlıdır aynı zamanda.

Yabancı Sermayenin Nüfuz Ediş Biçimleri

Gezegenin her köşesinin dışa açılmasını takip eden dört yüzyıl


boyunca sömürge imparatorluklarının oluşmasına, -daha önce
129
de görmüştük- bağımlı ekonomilerin periferileştirilme süreci,
yani üretimlerinin merkez ulusların tüketim ihtiyaçları doğ­
rultusunda yeniden yapılandırılması eşlik etmiştir. Bu arada
kapitalist üretim ilişkileri o dönemde tarım ve madencilik sek­
törleriyle sınırlıydı. Periferi bölgelerinin ilk sanayileşme dene­
meleri bağımsızlaşmadan sonradır. Bağımsızlıklarını yeni ka­
zanan devletler, yeni doğan yerel burjuvaziyle sıkı ilişkiler
içinde, doğal olarak sanayileşmenin öncüleri oldular. 19. yüz­
yılın başından beri siyaseten bağımsız bir bölge olan Latin
Amerika’da ilk adımların atılmış olması, otuzlu yıllardaki bü­
yük krize kadar çok başarılı olmasa da, oldukça mantıklıdır.
Gelişmekte olan diğer bölgelerde sına! ekipman ve ekonomik
altyapı stokları, İkinci Dünya Savaşı yüzünden hâlâ aşırı azdı,
hatta yok gibiydi [Lacoste, 1965].
Geçen yarım yüzyılda GOÛ’lerde sanayi merkezlerinin ço­
ğalması sömürgelerin bağımsızlaşmasıyla da çok ilintilidir. Bu,
sömürge anlaşmaları yoluyla baskı altına alınmış güçlerin ser­
bestleşmesinin, ulusal gelişmeyi gerçekleştirmek amaçlı bir
devlet müdahalesinin ya da hatta artık gümrük engeline bağlı
olan piyasaları kaçırmak istemeyen veya ucuz el emeğinden
çıkar sağlamak isteyen çokuluslu şirketlerin (ÇŞ) yatırım stra­
tejilerinin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Yabancı sermaye
girişi sadece doğrudan uluslararası yatırımlar (DUY) ya da on­
ların türevleri (lisans verme veya taşeronluk, vb.) ile sınırlı de­
ğildir. Yetmişli yıllarda avrodolar piyasasının gelişmesiyle ya­
bancı sermaye girişi yeni biçimler aldı, sınaî bütünde ya da alt­
yapı komplekslerinde kredi ortaya çıktı. Ekonomik olarak ge­
lişmiş ulusların siyasi etkilerinin bir başka taşıyıcısı olan geliş­
mekte olan ülkelere yapılan kamu yardımları buna ilave olur.

Doğrudan Yatırını

Farklı biçimlerde yabancı sermaye girişleri içinde DUY’lar,


sanayileşmeye katkısı en doğrudan olanlardır. İdeal olarak,
hem döviz hem yeni üretim -dolayısıyla yeni istihdam- hem
de teknoloji transferi getirir. Ekipman ithal edenlerin tersine.
130
teknoloji, ithal eden ülkenin sadece makineler sistemine ek­
lenmekle kalmaz. Yaptığı işin efektif ve kârlı olmasından çıka­
rı olan DUY’un yabancı ajanlarınca da kontrol edilir. Yani
DUY, bir iş bilgisi transfer etme, öğrenme, hatta yabancı tek­
nolojileri, örgütlenme ve yönetme yöntemlerini, girişimin yer­
li işletmecileri yoluyla sahiplenme fırsatıdır: ortaklar, idareci­
ler, teknisyenler ve işçiler.
Teorik erdemlerine rağmen birçok gelişmekte olan ülke ve
gelişme ekonomisti DUY’ları uzun zaman sanayileşmiş ülkele­
re bağımlılığın başlıca göstergelerinden biri olarak algıladı.
Sağlanan kârların ülke içinde yeniden yatırıma yönlendirilme-
mesi, çoğu zaman çokuluslu şirketin başlangıç ülkesine geri
dönmesi, sermayenin tamamının çokuluslu şirketlerce kontrol
edilmesi, idare yapısına yerli katılımın olmaması, çoğunlukla
kadınlardan oluşan (özellikle tekstil ve elektronikte) genç iş
gücünün hızla işe alınıp çıkartılması ve düşük maaş ödenmesi
bu görüşü destekliyor, ayrıca söz konusu şirketlerin yerel siya­
sette bazen aşırıya kaçan etkisi, madencilikte, ulusal gelişime
katkısı olmadan ülkenin doğal kaynaklarının lalan edildiği
hissi de bunlara ekleniyor.
Çokuluslu şirketlerin yetmişli yılların sonuna kadar açıkça
hâkim olan bu görünümleri muhakkak gelişmekte olan ülke­
lere nüfuz etmelerini frenledi. Otuz kadar gelişmekte olan ül­
kede seksenden fazla şirketle, 1975 yılında kamulaştırılan şir­
ket sayısı doruğa çıkmıştır [The Economist, 1993]. Uluslararası
taşeronluk uygulamalarının hızla yayılması da bu dönemde
çokuluslu şirketlerin kamulaştırma riskinin artmasına karşı
önemliydi.

Seksenli Yıllardaki Dönüm N oktası

Gelişmekte olan ülkelerin DUY’lar karşısındaki tutumları


seksenli yıllarda köklen değişti. İlk başta borç krizi DUY’larm
bu ülkelere gelmesini engellese de, daha sonra döviz sıkıntısı
Ve yerli yatırımlardaki gerileme hükümetlerin tutumunda net
bir değişikliğe yol açtı. Seksenli yılların ortalarına doğru ka-
131
mulaşlınlan çokuluslu şirkel sayısı yeniden sıfıra inmişti. Ak­
sine, DUY’ları çekmek amacıyla her türlü vergiden ve engelle­
yici toplumsal düzenlemeden muaf, serbest bölgelerin sayısı
giderek artıyordu.
Bununla beraber, daha önce görmüştük, çokuluslu şirketler
gelişmekte olan ülkelere yerleşme kararı verirken aşırı seçici
olmaya devam ediyorlar. Yatırım stratejileri genellikle önceden
var olan iç dinamiklere ekleniyor, bu dinamikleri kendileri
pek yaratmıyorlar. Önemli bir gelişme potansiyeline sahip ül­
kelere (madencilik yatırım ı durumunda ciddi kaynaklarıyla
öne çıkan), asgari bir siyasi istikrann ve yetkin devlet aygıtla­
rının bulunduğu ülkelere ayrıcalık tanıyorlar. Özellikle Latin
Amerika'da ellili ve altmışlı yılların özelliği olan zayıf devlet­
lerle dev çokuluslu şirketlerin arasındaki çalışmalı ilişki yeri­
ni, devletlerin ortak teşebbüs oluşumunu ve yabancı lisans
edinmeyi teşvik ederek teknoloji transferini maksimuma ulaş­
tırmak amacıyla DUY’lar için uygun ortam hazırlamaya çalıştı­
ğı dikkatli bir ortak çalışma ilişkisine bıraktı.
Bu arada, birçok devlet çokuluslu şirketlere şart koşacak
güçle değil ve istihdam ve ödemeler dengesi için olumlu so­
nuçları olacağını umarak DUY’lar için olabilecek en çekici
şarlları sunmakla yetiniyorlar. Afrika’nın güneydoğusundaki
Mauritius Adası bu tutumun bir örneğidir. Bunun tersine, Gü­
ney Kore ya da Tayvan gibi büyüme dinamiği en sağlam gibi
görünen devletler DUY’lar için çok sıkı bir denetim uygula­
maktan hiç çekinmediler. DUY milli sermaye yatırımı yapıl­
mayan sektörlere gönderildiler ve ancak ortak teşebbüs şeklin­
de gerçekleşebildiler.
Çokuluslu şirketlerin gelişmekte olan ülkelere yerleşme ka­
rarı verirken aşırı seçici olmaları, sınaî büyüme dinamiğinin
olmadığı ya da aldatıcı olduğu bölgeler için çarpıcı bir ilgisiz­
liği de açığa çıkarıyor. Doğrudan yatırım şeklindeki yabancı
sermaye, birçok Arap ulusunun sanayiinde fark edilir biçim­
de eksiktir, Kuzey Afrika ve Ortadoğu 1 9 9 2 ’de gelişmekte
olan ülkelere yapılan toplam DUY stokunun yüzde 5’inden
azını alıyordu. Bu ülkelerin sanayileşmesi altmışlardan beri

132
hidrokarbûr (petrol, dogalgaz) ya da Fas’ta olduğu gibi fosfat
işletmelerinin rantına dayalıdır. Bütünde azgelişmiş imalat sa­
nayii genellikle devletin eseridir, o da, gerektiğinde anahtar
teknolojiyi ele geçirmek için dış finansmanı bulabildiğinde.
Devlet eliyle sanayileşme stratejisinde Cezayir prototip örneği
oluşturmaktadır. Dışarıya kapalı, petrol rantına dayalı ağır sa­
nayi m erkezli devlet sanayileşm esinin tipik örneği Ceza­
yir’dir.
İmalat sanayiinin küresel üretim içinde gülünç bir yer işgal
etmeye devam ettiği Kara Afrika'da da (Nijerya ve Güney Afri­
ka hariç) yabancı sermayenin her şekli gözle görülür biçimde
eksiktir. Kolaycı bir yaklaşım, bu bölgenin sanayiinin durgun
olmasını burada yabancı sermayenin olmayışına bağlamamızı
gerektirebilir. Oysa nedensellik ters yöndedir. Batılı ya da As-
yalı sermayenin dünyanın bu bölgesine karşı ilgisizliği, özel
sektörün atıllığına ve sömürgelik döneminden beri örgütlen­
me ilkeleriyle işletme yöntemlerini hiç geliştirmemiş görünen
devlet aygıtlarının hiçbir sınaî kalkınma stratejisinin olmama­
sına bağlıdır.

Kredi

Dış finansman, gelişmekte olan bölgelere yabancı sermaye


sokmanın en geleneksel şeklidir, ama aynı zamanda en tehli­
kelisidir. 19. yüzyıldan itibaren bundan doğacak bağımlılık ya­
rı periferik ülkelerde tecrübe edilmiştir. Genellikle özel sektö­
re yönelen DUY’dan farklı olarak, uluslararası kredi aslında
borçlu devleti yükümlülük altına sokar. Bir taraftan, alınan
borç bizzat devletler tarafından istendiği için bu öyledir. Diğer
taraftan, döviz olarak geri ödenmesi, borç alanın kendine ait
ödeme gücüne, merkez bankasının sahip olduğu döviz rezer­
vine bağlı olduğu içindir.
Borç alınan kaynakların kullanılma şekline göre her zaman
zorlayıcı olması gerekmese de, dövizle borçlanma borç alan
ülke için üretim aygıtlarını dünya pazarına uygun hale gelir-
nıe zorunluluğu yaratır. Bu üstü kapalı kuralı yerine getireme-
133
yen devlet, içişlerinde alacaklının doğrudan müdahalesine açı­
lır. Bunlar, genellikle özel bankalar, haklarını dayatmak üzere,
alenen ya da üstü kapalı bir biçimde kendi devletlerinin deste­
ğini alırlar doğal olarak. Latin Amerikalıların, Dogu AvrupalI­
ların ve Akdenizlilerin borçlannı ödeyememelerinin uzun hi­
kâyesi de bu bakımdan, alacaklılarla borçlular arasında görü­
len şaşırtıcı unutkanlık becerisini kanıtlıyor.
Borç verenlerin tarafından bakıldığında, borç alan devletle­
rin sağladığı garantiyle, ciddi potansiyeli olan bölgelere yapıla­
cak çok kârlı plasmanların çekiciliğine genellikle direnilmez.
Bu arada, finansman biçimindeki evrim gösteriyor ki, geçmişte
kalmış sıkıntıların izi tamamen silinmiyor. Yani, Latin Ameri­
kalıların borç senetlerinin otuzlu yıllarda Loplu halde değerle­
rinin düşmesiyle bir sürü Avrupalı küçük çek hamili zarar
edince, yetmişli yıllarda yeni bir finansman biçimiyle faiz en­
deksli konsorsiyum banka kredilerine geçildi, bu borç veren
için çok daha güvenliydi. Seksenli yıllarda uluslararası banka­
cılık sistemini ciddi bir biçimde sarsan borç krizine karşılık,
doksanlı yıllarda kurumsal yatırımcıların çok daha faal katılı­
mıyla doğrudan finansa zorunlu bir dönüş yapıldı.

Dış Finansman ve İç T asarruf

Gelişmekte olan ülkeler tarafından bakıldığında ise, dış fi­


nansmana başvurmak, ulusal ekonom ik kalkınma yolunda
kestirme yol olduğu için işin kolayı gibi görülebilir. Bunun
doğruluğu, teorik olarak, ellili ve altmışlı yıllardan itibaren
kalkınma ekonomisinin bazı kurucu babaları tarafından gözler
önüne serildi. İlk tahlilde tamamlayıcı bir tasarrufa benzeyen
dış finansman, öncelikle Ragnar Nurske’nin [1953] tanımladı­
ğı fakirlik kısır döngüsünü kırmayı sağlar: gelirlerinin zayıflığı
nedeniyle fakir ülkeler önemsiz bir tasarruf hacmine sahiptir,
dolayısıyla istihdam ve gelir yaratacak yalırım finansmanlarını
olanaklı hale katiyen getirmezler.
1966’dan sonra H ollis C henery’nin sunduğu “iki a çık ”
modeli [1 9 8 1 ], dış finansmana başvurmayı haklı kılan tek
134
etmenin iç tasarruf olmadığına dikkat çeker. Kalkınmakta
olan ekonomilere yapılan yatırımlar, yerli sanayiin ıırelecek
yapıda olmadığı donanım ürünleri ithalatıyla da sınırlıdır.
Oysa, içerideki arzın kıtlığı, özellikle de ihracat arzının kıtlı­
ğı, bir tasarruf fazlasının ille de dış açığın kapanması, dola­
yısıyla ulusun finansman ihtiyacının giderilmesi anlamına
gelmez.
Bu makroekonomik argümanlara daha ideolojik bir başkası
eklenecektir: dış krediye başvurmak, DUY'ların tersine, serma­
yenin mülkiyetinin yabancılara ait olmaksızın en modem tek­
nolojileri edinmeyi mümkün kılar. Yetmişli yıllardaki petrodo-
lar bolluğu ve uluslararası bankacılık sisteminin bunları dola­
şıma sokması, birçok gelişmekte olan ülkenin ele geçirmek
için can attıkları teknoloji olduğu varsayılan sınaî üretim bi­
rimlerini edinmesini sağladı.
O dönem gelişmiş ülkelerin petrol faturalarını halletme im­
kânı buldukları için çok değer verdikleri bu “büyük sözleşme­
ler”, teknoloji transferi bakımından bariz bir fiyasko oldu [Ad­
da et Smouts, 1989], Satılan teknoloji, satan ülkenin mühen­
dis ve teknisyenleri tarafından hazırlanan, yerleştirilen ve
kontrol edilen makina sistemlerine sokulunca, çoğu durumda
yerli teknisyenlerin uzanamayacağı bir yerde kaldı. İhracatçı
çokuluslu şirkete olan bağımlılık DUY’lara olan bağımlılık ka­
dar güçlü olmaya devam etti, üstüne de, projeyi gerçekleştir­
menin neredeyse her aşaması -fizibilite çalışmalarından ürü­
nün pazarlanmasına kadar- kendine özgü bir maliyet çıkardı.
Biriken borçlar sonunda IMF ve Dünya Bankası’nın müdahale­
sine sebep olurlar ve bunlar doğrudan ülkeye yatırım yaptıkla-
n zaman, olabilecek bağımlılık çokuluslu şirketlere olandan
çok daha ağırdır.
Makroekonomik planda, dış finansmanın getireceği hazır
para, borç alan ülke için ille de yatırım artışı demek değildir.
Daha yetmişli yılların başından itibaren birçok yazar iç tasar­
rufu dış tasarrufla ikame etmenin riskine işaret etmiştir (örne­
ğin Papanek [1972]). Birçok ülkede döviz bolluğu, reel kam­
biyo geçerdeğerini yükseltip ekonom inin küresel tasarruf
135
oranlarını düşürerek tüketimi hareketlendirmiştir. Bu ikame
etme fenomeni, tüketim ürünlerinin ihracatı serbestleştirildi-
ğinde ve dövizle finansman kurallara bağlanmadığında çok
daha kolayca etkili olur. Henüz olgunlaşmamış bir finans pi­
yasasının açılması, cari ödemeler dengesini kaçınılmaz olarak
bozup, bunun neticesinde döviz kurunun değer kaybetmesine
yönelik beklentilerin artmasına ve sermaye kaçışına neden
olur. 1970'lerin sonunda pek çok Latin Amerika ülkesinin ya­
şadığı bu tecrübe, Kasım 1994 Meksika finans krizinin de ne­
denidir.

Yardım

Birinci petrol şokundan sonra avrodolar piyasasındaki aşırı


likiditeye rağmen, uluslararası banka kredisi, gelişmekle olan
ülkeler arasında hızlı büyüyen ya da önemli doğal kaynaklara
sahip epey dar bir ülkeler grubuyla sınırlıydı. Ve başta Sahra-
altı Afrika ve Güney Asya ülkeleri olmak üzere diğer geliş­
mekte olan ülkeler için, kamu yardımı ana dış finansman arte­
ri olarak kaldı. Yardım, finansal açıdan liberal koşullarıyla öz­
günleşir. Büyük bir kısmı hibedir, geri kalanı da sembolik faiz­
li, onlarca yıla yayılabilen ve ciddi bir muafiyet dönemi olan
borçlardır. Milli kalkınma kurulularından gelse, çok yanlı ku­
ruluşlardan da gelse, yardım neredeyse bütününde sanayileş­
miş ülkelerin ulusal bütçeleriyle finanse edilir. Toplamda elli
ilâ altmış milyar dolar her yıl çeşitli şekillerde gelişmekte olan
ülkelere aktarılır, bu da OECD ülkelerinin 1999’daki GSY1H’-
larının yüzde 0,24’üdür ve bu yüzde doksanlı yıllarda belirgin
bir biçimde düşmekledir.
Soğuk savaş ve bağımsızlaşma döneminden kaynaklanan iki
taraflı yardım, veren devletler için bir dış siyaset aracıdır, pa­
rayla stratejik bir nüfuz, siyasi ve kültürel bir etkileme gücü
alınır. Ekonomik işlevini de unutmamak gerekir. Yardım ger­
çeklen güçlü bir ticari nüfuz aracıdır. Her yıl OECD’nin Geli­
şime Katkı Komitesi’nin yaptığı varsayıma göre, sanayileşmiş
ülkelerin iki taraflı yardımlarının sadece yarısı ticari bağlantısı
136
olmayan yardımlardır, bir başka deyişle, yardım yapan ülkele­
rin ürünlerinin salın alınması -yapılan yardımın lamamı ya da
bir kısmıyla- koşulunu gütmez. Zaten sübvansiyonlu olan ti­
cari kredilere karıştırılan yardım, veren ülkeler için, gelişmek­
le olan ülkelere yaptıkları ekipman ürünleri ihracatının fi­
nansman aızı fiyatını düşürmek için bir araçlın
Ticari nüfuz demek ille de kapitalizmin yayılması demek
değildir. Uzakdoğu’ya göre adam başı yedi misli yardım alan
Sahra-altı Afrikası DUY akışlarının ve gelişmekte olan ülkele­
re yapılan portföy yatırımlarının ancak en küçük kırıntısını
alır (bkz. Tablo I). Kuzey Afrika-Ortadogu için de aynı şey
söylenebilir, ki petrol kaynakları ticari planda bu bölgeleri çe­
kici kılmış -gelişmekte olan ülkelere giden ticari krediden al­
dıkları pay bunu kanıtlıyor- ama sanayileşme büyük ölçüde
cılız kalmıştır. Bunun aksine, altmışlı yılların ortalarına kadar
ABD'nin Güney Kore ve Tayvan’a stratejik amaçlı ve büyük
hacimlerle akıttığı yardım, atılımı aslında içeride arayan sana­
yiin kalkınmasına yetkin bir biçimde katkıda bulunmuştur.
Daha sonra özel sermayenin de giriştiği bu işin bütün Uzak­
doğu’ya yayılması, bu sına! dinamizmi hem kanulıyor hem de
destekliyor.

TABLO t
Gelişmekte Olan Bölgelerin Serm aye Türüne Göre Yararlandıkları
M ali Kaynaklar (yüzde olarak)

Kamu Ticari Banka Doğrudan Portföy


yardımı krediler kredileri* yatırım yatırımları
net akışları stoku stoku akışları akışları
1997 1994 1997 1997 1997
Sahra-altı Afrika 39 13 5 3 5
Kuzey Afrika-Ortadoğu 12 19 6 3 8
Güney Asya 8 4 5 3 8
Uzakdoğu 15 19 24 39 30
Güney Amerika 9 24 39 38 33
Doğu Avrupa 17 21 21 14 16
Toplam 100 100 100 100 100
(*) Borçlu ülkelerin devletlerince garanti ed ilen bir yıldan yüksek vadeli banka kredileri
ve garantili tahvillere (evrilen banka alacakları.
Kaynak: Dünya Bankası. World Debt Tables (19961 ve Global Development Finance (1999].

137
İki taraflı yardımın aksine, toplam yardımın yüzde 3 0 ’unu
oluşturan çok taraflı yardım veren ülkelerin ticari ya da strate­
jik hedeflerine a priori tâbi değildir. Çok taraflı yardımları dü­
zenleyen kurumlann -BM, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma
Fonu, vb.- prensiple alıcı ülkelerin kalkınmasından başka he­
defleri vardır, başka bir deyişle, kapitalizmin bu ülkelere yayıl­
ması. Yaptıkları şey, özel ya da toplumsal rantabilitesi uzun va­
dede sağlanacak üretici ya da kolektif yaLırım projelerini fi­
nanse etmek ya da hatta, tarım, enerji veya iletişim gibi sektö­
rün bütünün yeniden yapılandırılması ve modernleştirilmesi­
ne katkıda bulunmaktır.
Bu anlamda, kalkınmanın lojistik koşullannı meydana ge­
tirmekte yetersiz kalan devletin nöbetini, halta yerini alır. Bu
arada seksenli yıllardaki borç krizi ve bir sürü projenin boş
çıkması, borçlu ülkelerin ödemeler dengesinin doğrudan fi­
nansmanı için yapılan çok laraflı yardımlarda muazzam bir
değişimi fişekledi. Buna karşılık, borçlu ülkeler Dünya Banka-
sı’nın hazırladığı ve AB gibi başka kurumlann benimsedikleri,
yapısal denen uyum programlarını hayata geçirmek zorunda
bırakıldılar. Bu programların genel amacı, hem dış ticaret ala­
nında hem de finansal sistem içinde ve devletlerin geleneksel
olarak düzenlediği sekörlerde pazar mekanizmalarının borçlu
ekonomilere sistematik olarak sokulması ve yayılmasıdır. Ka­
pitalist üretim tarzının doğrudan yerleşmesinin mümkün ol­
madığı durumlarda çok taraflı finansman kurumlan gayretleri­
nin büyük bir kısmını kapitalist üretim tarzının yayılmasına
elverişli yapısal koşulların oluşması için harcarlar.

Sanayileşme Stratejileri

Toprak ve yeraltı kaynaklarının işletilmesi dışında, yabancı ya­


tırımlar gelişmekte olan bölgelere her zaman bir iç etken saye­
sinde girerler, çoğu zaman da bu devlettir. Üç bölgesel örnek
sunuluyor burada, bunlar da gelişmekte olan ülkelerde ger­
çekleştirilen üç sanayileşme stratejisine denk düşüyor.

138
Latin A m erika’d a ithal ik a m esi Yoluyla Sanayileşm e

Latin Amerika’da otuzlu yıllardan itibaren gelişen ithal ika­


mesi yoluyla sanayileşme, özünde devletin de sistemalik ola­
rak teşvik ettiği spontane bir olgudur. Başlangıç noktası, Avru­
pa ve ABD’deki krizle ihracat gelirlerinin yok olması yüzün­
den ihracat gelirlerinin aniden daralmasıdır. Yerli imalat ürün­
leri piyasalarında bu şekilde ortaya çıkan kıtlık oralı girişimci­
ler için beklenmedik yatırım imkânları yarattı, bunlar da o za­
mana kadar ithal edilen gündelik ürünleri ikame edebildi. Bu
dinamiğin uzun vadeli getirilerinin farkına varan bazı devlet­
ler, yüksek gümrük vergileri ve yatırıma yapılacak her tür yar­
dımla bu dinamiği desteklemeye çalıştı. Buna paralel olarak,
Brezilya’da Getulio Vargas’ınki gibi popülist rejimler iç pazar­
larda daha destekli bir talebin koşullarını yaratmaya çalıştılar
(bir asgari ücret belirleme, sosyal güvenliğin başlatılması...).
Otuzlu ve kırklı yıllardaki gündelik tüketim ürünleri ve
anında girdisi üzerine odaklı bu sınaî dinamik, ellili yıllardan
itibaren ağır sanayi ve dayanıklı tüketim mallarına da yayıldı.
Ama bu tip sanayilerin gerektirdiği teknolojiye yerel girişimler
sahip değildi. Çokuluslu şirketler bu teknolojiyi, doğrudan ya­
tırım şeklinde ya da ağır sanayide olduğu gibi (siderürji, pet-
rokimya) işleyişi için gerekli donanım ve patent satışı şeklinde
getireceklerdi, devlet de genellikle sermayenin oluşumunu
üstlenecekti. İç pazarlardaki hızlı büyümeye kapılan ve devlet­
lerin artırdığı yüksek gümrük vergileri yüzünden yerinde yatı­
rım yapmaya teşvik olan çokuluslu şirketler, bu ülkelerin eko­
nomik kalkınmalarına yeni bir dinamizm kazandırmış ve be­
raberlerinde Batılı dünyanın hem tüketim normlarını hem de
üretim yöntemlerini getirmişlerdir.
Altmışlı yıllarda bu modelde yaşanan kriz, o dönemde hafif-
letilememiş iki büyük güçlüğün sonucu olarak yorumlanıyor.
Birincisi sanayiin finansman tarzıyla ilgili. Üretim yatırımı, gi­
rişimler için, donanım ürünleri ithalatı ve bunun gerektirdiği
gelirlerden elde edilen dövizlere ulaşma imkânına bağımlı ka­
lıyor. Oysa ekonominin ithalat kapasitesi tarım sektörünün ih-

139
racai geliriyle sınırlıdır. Bütün bölgede kurun değerinin aşırı
yüksek tutulması, tarım oligarşisinin zararına sınaî yatırım
maliyetini düşürmeyi sağlar. Aynı zamanda, bütün sınaî ihra­
cat atılımmın önünü keser. İhracat değeri hammade fiyatların­
daki gelişmelere göre istikrarlı bir eğilim üzerinde çalkalandığı
için, yatırımların büyümesi, bölgedeki devletlerin dış borçlan­
ma kapasiteleriyle sınırlıdır, o da mecburen düşüktür.
ikinci sıkıntı, iç pazarın boyu ve birim fiyatı yüksek mal
üretimini hiç verimli kılmayan, halkın ortalama gelir düzeyiy­
le ilgilidir. Altmışlı yıllardan itibaren sistematik gelir yoğunlaş­
tırma politikaları orta sınıfın bir kısm ında Batılı tüketim
normlarının yayılmasını sağladı, bu sıkıntı da kısmen çözüldü.
Otoriter rejimlerin yürüttüğü bu politikalar seksenli yıllarda
iktidara gelen hükümetlere dev bir dış borcun yanında aşırı
ağır bir toplumsal borç bıraktılar.

U zakdoğu’da İhracat Teşviki

Ellili yılların sonlarından itibaren Latin Amerika ülkelerinde


karşılaşılan iki engel, imalat ürünlerinde ihracat teşviki strate­
jisinin kabul edilmesiyle belirgin bir biçimde aşılabilirdi. Üre­
ticilere piyasa diye dünya pazarını göstererek, iç pazarların ye­
tersizliği sorununu ve ödemeler dengesindeki sıkıntıları bu
strateji çözer. Brezilya gibi bazı Latin Amerika ülkeleri altmışlı
yılların sonundan itibaren bunu kabul etliler, ağır sanayide it­
hal ikamesini de tümüyle terk etmediler [Adda, 1984]. Ama
asıl bu uygulamayı sistematik olarak hayata geçiren, ellili yıl­
lardan itibaren Tayvan ve Hong Kong, altmışlı yıllardan itiba­
ren de Güney Kore ve Singapur gibi Asya'nın yeni sanayileş­
miş ülkeleridir, elde ettikleri başarıyı biliyoruz.
Hammaddeden yoksun olan bu ülkelerin ödemeler dengesi­
ni sağlamaları için mamul madde ihracatından başka seçenek­
leri yoklu. Soğuk savaş ortamında hacmi iyice büyüyen Ame­
rikan yardımı, ihracat teşvikinin hayata geçirilmesiyle ellili yıl­
ların sonundan itibaren şartlı hale geldi. Tekstil sektöründe Ja ­
pon rekabetiyle karşılaşan Amerikan şirketleri üretimlerinin
140
bir kısmını bu düşük ücretli ülkelerde yapmak konusunda ce­
saret kazanmışlardı. Buna bağlı olarak Amerikan pazarı, men­
şei ABD olan ara malının içinde yüksek oranda bulunduğu ge­
lişmekle olan ülkelerin ürünlerinin ihracatına açıktı [Bouteil-
ler ve Fouquin, 1995].
Yeni sanayileşen Asya ülkelerinin her biri kendi tarzında
üretimi kolay, fazla sermaye gerektirmeyen ve çok iş gücü ge­
rektiren ürünlerin ihracatına yöneldi. İçeride, bu strateji ta­
rımdan azat olan işgücü fazlasını istihdam etmekte gözle gö­
rülür bir avantaj sağlıyordu. Faaliyet oranının artması, özellik­
le de kadınların çalışmaya başlaması, reel ücretlerin yükselme­
si ve ücretli nüfusun artması hanelerin tasarruf oranlarının
hızla büyümesini sağlayarak dış finansman ihtiyacını o oranda
azalttılar. İhracatta rekabet, kambiyo geçerdeğerini düşük tut­
mak ve üretim birim maliyetini, reel ücretleri verimlilik ka­
zancının altında tutarak bastırmak yoluyla sağlandı.
Yine de, Ricardocu ilkelerin tersine, bu ülkeler uzun süre iş­
gücü sanayiine sıkışıp kalm adılar. D evletlerin iteklem esi
(Hong Kong hariç) ve çokuluslu şirketlerin yardımıyla, ulusla­
rarası uzmanlaşmalarını yavaş yavaş daha incelikli, daha fazla
sermaye ve teknik bilgi gerektiren, buna mukabil daha fazla
kâr getirebilen üretimlere doğru geliştirebildiler. Böylece, bu
ülkeler otuz yılda, konfeksiyon, deri ve ağaç ürünleri, oyun­
cak, küçük elektrikli aletler gibi basil ürünler ihraç eden bir
yapıdan, ağır sanayiin hâkim olduğu (gemi inşaatı, siderürji,
petrokimya) bir sanayi yapısına, aynı zamanda da bilgisayar,
elektronik ve otomobil gibi daha yüksek teknoloji içeren sana­
yi yapılarına geçtiler [OCDE 1994], Çoğu zaman dünya gene­
linde dolmuş olan sektörlere yaptıkları yatırımlardaki başarı
kapasiteleri, kendilerine yeni karşılaştırmalı üstünlükler yara­
tarak geleceği hazırlamak, dolayısıyla da küresel lalebin uzun
vadeli eğilimlerinden en iyi payı almak üzerine kumlu bir
stratejinin başarısını kanıtlıyor.
İlk yeni sanayileşen ülkelerin çizdiği bu dar yolda zengin
ülkelerin himayeciliği ve yeni gelenlerin rekabeti -Tayland,
Malezya, Endonezya, Çin-, bu kalkınma stratejisinin üzerinde­
141
ki başlıca tehdidi leşkil ederler. Demokratikleşme yolundaki
bazı rejimlerin, halkın daha uygun yaşam ve çalışma koşulları
özlemini karşılama ve büyümeyi iç lalebe göre yeniden denge­
leme yeterlilikleri, artık karşı karşıya oldukları en önemli
meydîyı okumaların başında geliyor.

Petrol Rantlı Ü lkelerde Ağır Sanayi

Hem ithal ikamesi hem de ihracat teşviki sınaî yükselme


stratejileridir. Sınaî kalkınma basitlen karmaşığa, aşağıdan yu­
karıya doğrudur, aşağıdaki sanayilerin kaydettiği ilerlemeler
(nihai lüketim malları) yukanda bulunan sanayilere (ara mal­
lar, donanım malları) yavaş yavaş pazar sağlar. Pelrol rantına
sahip bazı ülkelerdeki (Cezayir, İran, yetmişli yıllarda Irak) sa-
nayileştirici sanayi denen slraleji ters yönde gider. Hedefi sa­
nayileşmiş ülkelere olan teknolojik bağımlılığı mümkün oldu­
ğu kadar çabuk aşmak ve bu sayede bir an evvel ağır sanayiin
(siderürji, pelrokimya) ve donanım ürünleri sektörünün geliş­
mesini sağlamaktır. Mantığı, yukarıdaki ucuz ara ve donanım
mallan arzının kullanılabilirliğinden kaynaklanan hızlandınna
etkisinin aşağıya yayılmasıdır. Yöntemlerini eski komünist ül­
kelerin merkezî planlamalarından ilham almışlardır, üretim
fazlasının kolaylıkla kentsel sektöre nakledilebileceği kolekıi-
visl bir tarımcılık ütopyasını da bazen bu ülkelerle paylaşırlar.
Bu stratejinin başarısızlığına bugün hiç kimse itiraz etmiyor,
ilk başta, üretim düzensizliği, randıman düşüklüğü ve kırsal
kesim çalışanlannın göçüyle belirginleşen tarımsal başarısız­
lık. Ardından, kapasitelerinin çok alımda çalışan, yerli talebe
uygun ürün üretemeyen ve nitelik, güvenilirlik ya da küresel
pazar fiyatının gerekliliklerini karşılamaktan uzak fabrikaların
anahtar teslim satın alınmasıyla gelen sınaî başarısızlık. Ağır
sanayie büyük ayrıcalıklar tanınması, üstelik bunlar taşınmaz
sermaye ve demografik gelişim karşısında çok düşük bir istih­
dam yaratabilirken, işsizliğe, düşük tüketime ve aşağıda hız­
landırma etkisi yokluğuna sebep olmuştur, bu da ekonomik
başarısızlığı getirmiştir. Finansal başarısızlık ise, gayri safi kü­
142
resel fiyatına göre hacmi inip çıkan bir petrol rantı karşılığın­
da kabul etlikleri bağımlılıkla açıklanabilir. Bütün stratejiyi
baştan gözden geçirmeyi gerektirebilecek her türlü ihracat çe­
şitlendirme çabasının yokluğunda, petrol fiyatlarının 1986’da
çökmeden önce seksenli yılların başında düşmeye başlamasıy­
la, ithalat kapasitesini korumak için borçlanmaktan başka ça­
releri kalmamıştır. Nihayet, İran’daki İslâmî devrim ve Ceza­
yir’deki iç savaşın ortaya koyduğu ve Irak’taki rejimin içeride­
ki irtica ve dışandaki saldırganlığının ele verdiği siyasi başarı­
sızlık ortaya çıkıyor.

İç Dinamiklerin Önceliği

Tarihsel planda kapitalizmin uluslararası yayılışı, Avrupa’dan


çıkan bir üretim tarzının merkezkaç şeklinde yayılma hareketi
olarak tanımlansa da, onu toplumların içselleştirme, sahiplen­
me, kendi versiyonlarını yaratma yeterliliklerinden bağımsız
anlayamayız. Bu içselleştirme güçlerinin çok zayıf olduğu ya
da hiç olmadığı yerlerde, gelişmiş ülkelerin sermayeleri, dona­
nım ve tüketim ürünleri içeri girer, ama kapitalizm kapıda ka­
lır. Uluslararası yatırımın bu periferik bölgeye ilgisi sadece,
başka bir yerde pek kullanılmayan bazı temel ürünleri burada
üretmek içindir. Tarımsal ya da madeni bir rant var olduğun­
da, kredi ve yardım yabancı sermaye girişinin en yaygın biçi­
midir. Bu durumda ekonomik büyüme, dünya piyasalarının
belirlediği rant değerine, uluslararası yardıma ve ithalat fiyat­
larının gelişimine bağlıdır. Sahra-altı Afrikası, Arap dünyası,
Orta Asya ve Güney Asya’nın en azından bir kısmı dünya eko­
nomisinin bu periferisinin şimdiki sınırlarını çizer.
Buna karşılık, kapitalist üretim tarzı, Avrupalı dünya ekono­
misiyle çok çabuk ilişkiye giren üç diğer bölgeye yayılabilmek
için uygun bir alan buluyor: Doğu Avrupa, Latin Amerika ve
Uzakdoğu. Kapitalizmin çok çabuk ele geçirdiği ilk ikisi, ta­
rihleri ve Avrupalı halklarıyla, Avrupa medeniyeti birliğinin az
ya da çok dışında kalmış bileşenleridir. Üçüncüsü ise burada
değinmeyeceğimiz ciddi anlayış sorunları yaratıyor (Dünya
143
Bankası, 1993; Krugman, 1994; Bouteiller ve Fouquin, 1995].
Yine de, Dogu Asya loplumlarının kapilalisl büyüme dinami­
ğini kendi milli kalkınm alarında üç anahtar unsur içinde
özümsediklerini ve içselleştirdiklerini söyleyebiliriz: eğitim,
yerli bir burjuvazinin varlığı ve devletin ekonomik örgütlenme
yeterliliğidir.

Eğitim

Sanayi hamlesinin gerçekleşmesi için gereken pek çok un­


surun içinde eğitim şüphesiz en temel olanıdır. Eski sanayileş­
miş ülkeleri tarihsel olarak incelerken gördüğümüz okuma
yazma öğreniminden nüfus devrimine, sonra da siyasi ve ikti­
sadi dönüşümlere giden yol bugünkü kalkınma sürecinde olan
ülkelerde de aynı seyri izliyor [Todd, 1984]. 1999 yılında bü­
tün dünyada 130 milyon çocuk ilköğrenim görmemişti, bu­
nun yüzde 60’ı da kızdı. Dünya Bankası’na göre [1991, s.43],
toplumun ortalama eğitim düzeyinde bir yılda görülen artışın
uzun vadede GSYİH üzerindeki etkisi başlangıç seviyesine gö­
re yüzde 4 ile yüzde 9 arasında değişmektedir. Ellili yıllarda
Uzakdoğu ülkelerinin eğitim yatırımlarına verdikleri olağa­
nüstü önem, ekonomideki başarılarının temel öğelerinden bi­
rini oluşturmaktadır.
Bu ülkelerin eğitim politikalarının ayırıcı özelliği, hem bu
amaç için ayırdıkları devlet kaynaklarının fazlalığında, hem ilk
ve ikinci öğrenime verdikleri öncelikte hem de kızların eğitim
düzeyini artırma çabalarında yatmaktadır. Hindistan ve Latin
Amerika’dakinin tersine Uzakdoğu’da devlet bütçesinden yük­
sek öğrenime ayrılan pay asgaridir. Ama devlet kaynaklarına
ilave olarak, oria ve yükseköğrenim finansmanına önemli bir
katkı da özel sektörden gelmektedir. Bazı karşılaştırmalı çıkar­
samalar Tablo ü ’de sunuluyor. Bu rakamlar, Doğu ve Güney­
doğu Asya’nın yirmi yılda Güney Amerika’yı yakaladığını, bu­
na karşılık diğer bölgelerde ortalama eğitim düzeyinin hâlâ
çok düşük kaldığını gösteriyor.
Uzakdoğu’nun eğilim alanında gösterdiği çarpıcı gelişmenin

144
TABLO II
Gelişmekte Olan Ülkelerde Eğitim Seviyesi
(yüzde olarak)

Yetişkinlerde okuma yazma Eğitim için


------------------------------------- kamu
Toplam Erkek Kadın harcaması
1970 1998 1998 1998 1980 1997

Sahra-altı Afrika 21 59 68 51 5.1 4,1


Kuzey Afrika-Orta Doğu 30 63 74 52 4,1 5,2
Güney Asya 32 53 65 41 4,3 3,1
Uzakdoğu es 84 91 78 2,7 2,9
Güney Amerika 12 88 89 87 3,7 3,6
Kaynak: Dünya Bankası, Dünya kalkınma raporu (2000).

ekonomik kalkınma üzerinde üç etkisi olmuştur. İş gücünün


yüksek eğitim seviyesi öncelikle modern tekniklerin öğrenil­
mesini, dolayısıyla da verimliliğini artmasını teşvik etmiştir.
Eğitimin elitist değil kitlesel olması, gelir dağılımına olumlu
yönde yansımıştır, böylece modern tüketim pazarına erişebile­
cek geniş bir orta sınıfın ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. So­
nuncusu, kızların eğitimine verilen önem doğum oranının
düşmesini hızlandırmış, böylece uzun dönemde demografik
ve loplumsal basınç azalmış, bu da ailelere, gelirlerinin daha
büyük bir kısmını tasarruf etme imkânı vermiştir.

Girişimci Bir Sınıfın Varlığı

Kapitalist gelişmenin merkezdeki aktörü olan girişimci ço­


ğunlukla periferik toplumlarda bulunmayan bir figürdür. O
olmadığı zaman ancak devlet ve yabancı sermayeler bir biri­
kim dinamiği başlatabilecek güçtedir, ki bunun da otoriter ve
bağımlı kalma şansı çok yüksektir. Bu bakımdan Uzakdoğu,
yerli tüccar sınıflarının ve Çin Denizi’nin etrafındaki Çinli di-
asporasının ördüğü olağanüstü bir ticaret ağının varlığıyla
kendini gösterir. 21 milyon Tayvan Çinlisi ve 6 milyon Hong
Konglu’nun dışında, yaklaşık 24 milyon mülteci Çinli bu böl­

145
gede yaşamaktadır, bunun 8 milyonu Endonezya’da, 6 milyo­
nu Tayland’da, 6 milyonu Malezya’da, 2 milyonu Singapur’da
ve 1 milyonu da Filipinler’de yaşamaktadır.
Bu diaspora, bulunduğu her ülkenin milli kalkınmasında
önemli bir rol oynamıştır, adı geçen yedi ülkede GSYİH’yı 700
milyar dolara çıkarmıştır, bu da kıla Çin’inkinden daha fazla­
dır. Filipinler'deki deniz aşırı Çinliler nüfusun sadece yüzde
l ’ini temsil ediyor ama borsa sermayesinin yansından fazlasını
onlar oluşturuyor. Bu oranlar Endonezya’da sırasıyla yüzde 3
ve yüzde 70, Malezya’da yüzde 32 ve yüzde 60'tır [The Econo­
mist, 1996 ve 1998]. 1985’le 1994 arasında Çin ve Güney Ko­
re’nin önünde küresel büyüme rekorunu elinde tutan Tay­
land'da (kişi başı ortalama yıllık gelir artışında, yüzde 8,2)
milli servetin yarısı Çinli azınlığın ellerindedir [a.g.e.].
Hem otoriter hem ademi merkeziyetçi olan Çinli girişim, bi­
rikmiş bir ailevi iş bilgisine ve son derece güçlü bir zorunluluk
duygusuna dayalıdır. Çoğunlukla aile bağlarıyla örülen ulusla­
rarası ağı, sermayeyi kolayca harekete geçirme ve talepteki oy­
namalara hızla cevap verme imkânı verir. Güney Çin’in bu­
günkü kalkınmasında bu çok geçerlidir, yatırımlan da Ameri­
ka, Japonya ve Avrupa karışımı şirketlerinkini geçer. Orta-
çağ’da Avrupa kapitalizminde olduğu gibi uzun süre uluslara­
rası alana sıkışan ulus-aşırı Çin kapitalizm i, Çin kıtasının
kontrolünü, şaşırtıcı bir biçimde Avrupa’daki merkantilist dö­
nemi hatırlatan bir ilerleyişle ele geçirmeye hazırlanıyor.

Devlet, Milli Kalkınm anın Öncüsü

1997’de Çin’e bağlanana kadar tamamen liberal bir ekono­


minin dünyadaki tek örneği olan Hong Kong’un dışında, As­
ya’nın kalkınmasında devlet her alanda var olmuştur. Güney
Kore’de siderürji, Singapur’da petrokimya ve gemi inşaatı gibi
devlet yatırımı sayesinde gösterişli sınaî başarılar olduğu halde
girişimci olarak değil elbette. Daha çok milli ekonomik kal­
kınmanın öncüsü ve düzenleyicisi olarak vardır devlet, yol
gösterici bir planlamayla, aşırı seçici bir sanayi politikasıyla

146
-özellikle ithalat denetimine, bütçe sübvansiyonlarına, kredi
indirimi ve dağıtımına dayalı- büyüme için gerekli fiziksel ve
toplumsal altyapıları yaratarak, sistematik olarak araştırmaya
teşvik ederek ve çoğu durumda, özel sektörle sıkı bir işbirli-
giyle tavrım gösterir.
Devlet, pazarın yerini almak gibi bir iddiada olmadan ona
yol gösterir, bilginin dolaşımını düzenler, özel sektördekilerin
karar koordinasyonlarını kolaylaştırır ve kalkınma için strate­
jik olduğuna karar verilmiş yatırımlara gereken kaynakların
harekete geçmesini temin eder. Kamu hizmetlerinin yerine ge­
tirilmesi ve kolektif ve toplumsal altyapıların finansmanı için
gerekli kaynakları vergi yoluyla toplayan devlet aygıtlarının
yerleşmesiyle, çoktaraflı kurumlar tarafından uzun zamandan
beri yayılan liberal amentüden apayrı bir yol izleyen devletin
bu müdahale yetkinliği mümkün hale geldi. Sürekli devam
eden yakın askerî tehditlerin (Kuzey Kore ve Çin) canlı tuttu­
ğu güçlü bir milliyetçilik duygusu ve çok eskilere dayanan bir
devlet örgütlenme yapısı, bu anlamda önemli bir koz teşkil
ediyor, birçok Afrika ve Güney Amerika ülkesinin de yoksun
olduğu budur.

KUZEY GÜNEY İLİŞKİLERİNİN YENİ BİÇİMİ

Milli kalkınma stratejileriyle çokuluslu şirketlerin özel yatırım


stratejilerinin birleşm esinin sonucunda kapitalizm in, eski
uluslararası işbölümüne geleneksel olarak tâbi tutulmuş bölge­
lere yayılması, aslında dünya ekonomik haritasında köklü bir
yeniden şekillenmenin başlangıcıydı. Kalkınmalarını, ithalat
temellerini çeşitlendirmeden kendi doğal kaynaklarını daha iyi
değerlendirmek üzerine kurabilmeyi ummuş uluslar, uluslara­
rası ekonomik ilişkilerinde amansız bir marjinalleşmeye uğra­
dılar, ki bunun içerideki toplumsal ve politik sonuçlan çok va­
him olabilir. Uluslararası uzmanlaşmalarını değiştirmeyi ve
küresel imalat ürünleri pazarlarına adım atmayı başarabilenler,
artık küresel boyutta serbestçe dolaşım halinde olan sermaye­
ler için kuvvetli bir çekim alanı oluşturuyorlar. Gelişmiş bir
147
Kuzey’le gelişmemiş ya da gelişmekle olan bir Güney arasında­
ki ilişkiyi tanımlayan geleneksel bağımlılık ilişkilerinin üslüne,
artık, hem Kuzey’de hem Güney’de, uzun vadede kendi milli
ekonom isinde rekabeti gerçekleştirm eyi becerem eyen, her
devleti kırılganlaştırabilecek bir rekabet ilişkisi eklendi.

Hammaddelerin Önenısizleşmesi

Sömürge sözleşmesi, hatırlayacaksınız, sömürgeleşmiş ülkele­


ri, iç pazarlarını metropoliten imalat ürünlerine ayırıp, temel
ürün ihraç eden bir role sokmuştu. Savaştan sonra gelişmekle
olan birkaç ülkenin gerçekleştirdiği ithal ikamesi stratejileri,
birincisini tartışmaya açıyordu, ama sömürge döneminden ka­
lan ihracat uzmanlaşmaları için bir şey yapmıyordu. Altmışlı
yıllarda, çeşitli uluslararası kurumlarda (özellikle UNCTAD)
birleşen gelişmekte olan ülkeler arasında, uzun vadede kalkın­
mayı sağlamak için, temel ürünlerin fiyatlarının daha kârlı bir
seviyede sabitlenmesi için sanayileşmiş ülkelerle pazarlık yap­
ma umudu doğdu.
1970’lerin başında üretici karteli olarak OPEC’in ilk başarı­
ları, gelişmekte olan ülkeleri, uluslararası ekonomik düzenin
değişmesi için daha radikal talepler oluşturma konusunda ce­
saretlendirdi. Ekim 1973 ve Aralık 1974 arasında petrol fiyat­
larının dörde katlanması üzerine patlayan petrol şoku, yetmiş­
lerin ikinci yarısında gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülke­
ler arasında daha dengeli ilişkiler kurmaya yönelik bir Kuzey-
Güney diyalogu başlatma imkânı verdi. Hiçbir anlamlı tedbi­
rin yolunu açamayan bu diyalog, Kuzey-Güney ilişkilerinde
devletlerarası temsilciliğin hem zirve noktasını hem de başarı­
sızlığım belirledi. Öyle ki, paralel olarak, çokuluslu şirket yatı­
rımlarının en dinamik gelişen ekonomilere açılması ve OPEC
fazlasının yeniden dolaşıma girmesiyle beslenen uluslararası
finansın fırlaması, artık bitmiş bir dönemden esinlenen diplo­
matik çabalan bütünüyle etkisiz kılan küreselleşme olgusu nu
bariz biçimde kışkırtıyordu.
Pek çok gelişmekte olan ülkenin başlıca kaygısı olan ham­

148
madde fiyatlarının sabitlenmesi sorunu, Kuzey-Güney ilişkile­
rinde kamu sektörü ile özel sektör arasında açılan uçurumu
tüm derinliğiyle ortaya koyuyor [Adda ve Smouts, 1989], Bu
ülkeler için temel ürünlerin sabit ve kârlı bir fiyatı olması de­
mek, teoride, kalkınmaları için gerekli teknolojiyi ele geçirme­
lerini ve ihtiyaç halinde, uluslararası finansmanın özel kay­
naklarına erişmelerini sağlayacak uluslararası satın alma gücü­
nün garantisi demektir. Satır aralarından, pazarın nesnel yasa­
larına tâbi olmayan bir ekonominin, burada uluslararası bir
düzeyde yansıtılan toplumsal bir alana gömülü bir ekonomi­
nin -Polanyi’nin ifadesiyle [1944]- prekapitalist anlayışı görü­
lüyor. İstikrarlı ve kazanç getiren fiyat, bu açıdan bakıldığın­
da, Ortaçag’ın Avrupalı Hıristiyan dinbilimcilerinin ifade etliği
"adil fiyat” kavramının güncellenmiş versiyonundan başka bir
şey değildir, bu kavram ticari faaliyetlere ve zenginleşme olgu­
suna olan korkularım anlatıyordu.
Böyle bir fiyat belirlemenin teorik güçlüğü, halta imkânsızlı­
ğının yanı sıra, hammadde istikrarıyla ilgili kalıcı hiçbir politik
uzlaşmanın başarılı olamaması, bu ürünlerin reel fiyatlarının
düşme eğilimini bilen gelişmekte olan ülkelerin isteklerini ne­
yin yönlendirdiğiyle açıklanabilir. Burada iki sorunu birbirin­
den ayırmak gerekiyor: Birincisi temel ürün fiyatlarının dalga­
lanması, İkincisi de bunların uzun dönemdeki eğilimleridir.
İmalat ürünlerinin fiyatından ya da hizm et fiyatlarından
farklı olarak, temel ürün fiyatları pazarlarda oluşan reel ya da
beklenen dengesizliklere karşı aşırı hassastır. Bu onların, üre­
tim zincirinde yukarıdaki spesifik pozisyonlarından kaynak­
lanmaktadır [Giraud, 1989], Herhangi bir aksaklığın nihai ürü­
nün bütün üretim zincirini felç etme riski taşıdığı sına! dönü­
şüme yönelik maddeler için (tarımsal ya da madeni) bu doğru­
dur. Dolayısıyla kısa dönemde talebin esnekliği çok düşüktür.
Mevcut ya da muhtemel bir kıtlık durumunda, fiyat artışı lalebi
kesinlikle durdurmayacaktır, aksine, koruyucu olduğu kadar
spekülatif de olabilen stokların oluşumuyla artacaktır.
Besinsel tüketime yönelik ürünlerde de fiyat karşısında tale­
bin esnek olmadığı doğrulanmıştır (tahıllar, tropik ürünler).
149
Fiyatın düşmesi kesinlikle nihai tüketimi kışkırtmaz, daha zi­
yade, imalat ürünü ya da hizmet satın alma gücünü etkinleşti­
rir. Buna karşılık fiyatın artması, stok oluşumunu teşvik ede­
cektir. Hem bu ürünler hem de sınaî maddeler için fiyat dalga­
lanmaları kısmen üreticilerin marjı tarafından absorbe edilir,
kısmen de aşağıya yansıtılır. Çoğu durumda, nihai ürünün fi­
yat oluşumuna asgari oranda yansır.
Ayrıca fiyatların istikrarsızlığı, arzın kısa vadede esnek ol­
mayışıyla da desteklenir. Bu, maden sanayii için geçerlidir,
ama aynı zamanda, arzın büyük ölçüde gelişmekte olan ülke­
lerde yoğunlaştığı tek sektör olan tarımsal işletmeler için de
geçerlidir. Bu iki sektörde kapasite artırılması, fiyat yükselişi­
nin uzun süreli olduğunu varsayar, ağır sermaye katkısı gerek­
tirir ve önemli gelişme sürelerine tâbidir. Bunun aksine fiyat
düşerse, kapasiteyi bu düşüklüğe uyarlamak, toplam üretim
maliyetinin önemli bir kısmının sermaye ve finansman gider­
lerini karşılayacağı oranda ağır olacaktır. Burada da, arzın ye­
niden kımıldamaya başlaması için fiyat düşüklüğünün kalıcı
olması gerekir.
Nedenleri başka da olsa, tarım ürünleri arzı için de durum
aynıdır, iklim değişikliklerine yoğun biçimde bağlı olan bu
sektör, sanayileşmiş ülkelerin iktidarları tarafından genellikle
katı bir biçimde korunur. Gelişmekle olan ülkelerde nüfusun
önemli bir kısmını kapsar. Her iki durumda da fiyatlardaki bir
düşüş kısa dönemde arzı düşürmez. Pierre Noel Giraud’nuıı
belirttiği gibi [1989, s .110], “köylüler işten çıkarılamaz”. Di­
ğer yandan gelişmekte olan ülkelerde ürelim ihracata yönlen­
dirildiğinde, arzın kısa dönemde eğilmezliği artar. O zaman
ülkenin döviz ihtiyacı zarar eden bir ürünün yerli parayla des­
teklenmesini, döviz cinsinden net bilançosu arlıda oldukça
doğru olabilir. Ödemeler dengesi kriziyle boğuşan ülkelerde,
uluslararası fiyatların düşmesinin sonucunda, ihracat gelirle­
rindeki düşüşü engelleyecek şekilde arz hacmi büyüyecektir.
Yani fiyat istikrarsızlığı, temel ürün pazarlarının kısa vadede
kendi kendini düzenleme yetersizliklerinin diğer yüzüdür.
Uzun vadede fiyat değişikliklerinin arz ve talepte uyarıcı etkisi

150
olabilir, ama kapasite uyarlamaları kısa vadede fiyat dalgalan­
malarını hiç azaltmayarak geleceği riske sokarlar. Bu dalgalan­
maların gelişmekle olan ülkelerdeki üreticilerin gelirleri ve dış
finansları üzerindeki felaket sonuçları, kurları uluslararası
alanda sabitleme arzularını tamamıyla meşru kılıyor.
Bununla beraber, kısa vadede gözlenen dalgalanmaların
uzun vadede iyi kötü istikrara kavuşacağı varsayılır. Kesinlikle
böyle bir şey yok. Dünya temel ürün pazarlarında istikrar sağ­
lama p ro jelerin in tem el h alasın a düşülüyor bu noktada.
1950’den sonra Paul Prebish ve Hans Singer’in uzun süre red­
dedilen, temel ürünlerin reel fiyatlarının düşeceği tezine artık
itiraz edilmiyor. Grili ve Yang [19881 ve Reinhart ve Wick-
ham'ın [1994] yakın tarihli çalışmaları, enerjetik olmayan te­
mel ürünlerin reel fiyatlarının 1900 yılından beri yüzde 6 ora­
nında bir düşüş irendi içinde olduğunu gösteriyor. Buradaki
reel fiyat kavramı» temel ürünlerin göreli fiyatlarıyla sanayileş­
miş ülkelerin ihraç ettiği imalat ürünlerinin fiyatlarının oranı­
na işaret ediyor. Böyle hesaplandığında, ham m addelerin
1999’daki reel fiyatı 20. yüzyıl boyunca gözlenen en düşük se­
viyedeydi, 1900 yılında kaydedilen seviyenin yüzde 57, 1917’-
deki tarihî zirve noktasının yüzde 68, 1973’le kaydedilen do­
ruğun da yüzde 62 altındaydı.
Temel ürünlerin reel fiyatlarındaki bu ağır düşüş trendi aynı
zamanda ihracat ürünlerine bağımlı ülkeler için ticaret hadle­
rinin düşme eğilimi anlamına da gelir ve gizemli hiçbir tarafı
yoktur. Temel olarak, smaî üretim ve küresel tüketim için ge­
rekli temel ürünlerin içeriğindeki düşüşten ileri gelir, başka
bir deyişle, talebin gelir-esnekliğinin zayıflığından kaynakla­
nır. 1972-1992 arasında, OECD ülkelerinde hammadde tüke­
timinin sabit fiyatlarla GSY1H içindeki payı üçte bir gerileye­
rek yüzde 0.9 ’dan yüzde 0.6 ’ya düşmüştür. Gelişmiş ülkelerin
sanayilerindeki dönüşümler olsun (ağır sanayilerin azalması,
büyük hammadde tüketicileri ve bilgisayar sanayiinin yükseli­
şi), geleneksel maddelerin (bakır, demir, kalay...) yerini daha
güvenilir, daha verimli ve daha ucuz yeni maddelerin (plastik,
fiber optik, kauçuk, sentetik) alması olsun, ürünlerin minya-
151
türleşlirilmesi ya da yeniden kullanma tekniklerinin mükem­
melleştirilmesi olsun, her şey, aşırı bir uluslararası rekabet
içinde, küresel temel ürün talebinin faaliyet ritmine göre azal­
masına yol açıyor.
Gıda ürünleri pazarlarında tablo daha da karanlık. Ku-
zey’deki talebi karşılamak için hem sanayileşmiş ülkelerdeki
arzın sübvansiyonu destekleniyor hem de başta Asya olmak
üzere Güney’de kendi kendine yeterlilik konusunda gözle gö­
rülür ilerlemeler kaydediliyor. Toplamda, dünya ticaretinde
eneıjetik olmayan temel ürünlerin payı 1973'te yüzde 27’ye
ulaşırken, 1997’de yüzde 13’ten fazla değildi.
Temel ürünler ihracatına bağımlı kalan gelişmekte olan ülke­
ler için durum, sanayileşmiş ülkelerin bu tip ürünleri ithal etme
konusundaki özerklikleri artmaya devam ettikçe daha da zorla­
şacak. UNCTAD’a göre, gelişmekte olan ülkelerin petrol dışında
dünya hammadde ihracatındaki payı 1970’len beri azalmakta­
dır, o dönemde bu pay yüzde 43’ken 1990’ların başında yüzde
30’a düşmüştür. Bir tek Brezilya petrol dışı hammadde ticaretin­
de dünya sıralamasında onuncu sıraya çıkabilmişti. Madencilik

TABLO III
İhracatta Uzmanlaşmalarına Göre Gelişmekte Olan Bölgelerin
Ekonomik Performansları
(1982-1999 arasında yıllık ortalama büyüme oranları, yüzde olarak)

İhracatta
imalat
İhracat İthalat ürünlerinin
GSYİH hacmi hacmi payı 1998

A ğırlıklı ih ra c a tla r
Petrol 2,4 3,2 -0,4
Diğer ham ürünler 3,2 4,5 3,0
Çeşitlendirilmiş temel ürünler 3,1 5.1 4.4
İmalat ürünleri 6,1 9.8 7.7
Bölgeler
Sahra-altı Afrika 2,1 3.0 2.7 36
Kuzey Afrika-Orta Doğu 3.3 3,6 1.7 19
Güney Amerika 2,4 6,7 4,6 49
Asya 7,3 9,8 7,5 86
Kaynak: IMF, World economic Outlook, Mayıs 2000 ve Dünya Bankası, Rapport sur le de-
veloppement dans le monde, 2000; (yazarın hesaplamaları).

152
sektöründe, yüksek istikrarsızlık ve siyasi belirsizliğin olduğu
ülkelerde, özellikle de Afrika’da yatırımlar sistematik bir şekilde
yok oldu ve Batı’daki “maden kemeri”nde yoğunlaştı (Kanada,
Avustralya, Latin Amerika, Güney Afrika).
Bu koşullarda, bu tür ürünlerin ihracatını yapan gelişmekte
olan ülkeler için gerçek sorun yakalayamayacak oldukları fiyat
istikran için savaşmak değil, kalkınmalarını engelleyen en
güçlü etmenlerden biri olan ve sömürge döneminden kalan
uzmanlaşma tuzağından kurtulm aktır (bkz. Tablo 111). Sırf
dünya ekonomisinde onları marjinal bir konuma iteceğinden
değil, aynı zamanda tarım ve maden sektöründen elde edile­
cek üretim fazlasını sahiplenme mücadelesinin her türlü zen­
ginlik yaratma sorunsalını orladan kaldıracağı rant ekonomi­
lerinin oluşmasını teşvik edeceği için bunu yapmalılar.

Petrolün Özel Durumu

Hammaddeler için geçerli olan, petrol için de geçerli midir?


Stratejik olarak en önemli ürün olan petrolün fiyat dalgalan­
maları dünyanın ekonomik ve finansal dengelerini hemen et­
kiler, dolayısıyla kartelleşme girişimlerine her zaman maruz­
dur, zaten kontrolü hep az sayıda grubun elinde olmuştur. Alt­
mışlı yıllara kadar üretiminden dağıtımına kadar bütün zinciri
elinde tutan “yedi kardeş”ten sonra, üretiminin kontrolü yet­
mişli yıllarda OPEC ülkelerinin eline geçti.
1973-1974’te Kippour Savaşı, 1979-1980’de de İran devri-
minin ardından fiyatların olağanüstü yükselmesi üretici ülke­
ler için ciddi bir rant getirdi. Bu rantın yapay tarafı, seksenli
yıllarda OPEC ilk defa, fiyatları varil başına 30 dolar dolayla­
rında tutmak için ülke başına üretim kotalarını sabitlemek zo­
runda kaldığında ortaya çıktı (1973 yazına göre on misli, 1978
sonuna göre iki misli fazladır bu), üstelik dünya pazarlarında
fiyatlar düşme eğilimindeyken.
Dünya petrol arz ve talebinin, işlenmemiş petrol fiyatların­
daki değişimlere, bunlar çok büyük de olsalar, kısa vadede es­
nekliğinin zayıf olmasına karşılık, uzun dönemde bu talep fi­
153
yat değişimlerine karşı hassastır. Arz açısından, yetmişli yıllar­
daki yüksek fiyat seviyesi ve OPEC ülkelerinin önceden kesti­
rilemez tutumu, lslâmt-petrol bölgesinin dışında arayışa gir­
meyi sağladı ve teşvik etti. 1979’dan 1985’e, OPEC üyesi ol­
mayan ve komünist bir rejimle yönelilmeyen ülkelerin petrol
arzı, özellikle Kuzey Denizi ve Meksika’da yüzde 26’ya yüksel­
di, oysa OPEC’in küresel üretimdeki payı yüzde 4 7 ’den 30’a
düştü.
O dönemde küresel brüt petrol tüketimi de yüzde 10’dan
daha fazla azaldı (sadece OECD bölgesinde yüzde 18). Bunda
faaliyetin dört kat yavaşlamasının, enerji tasarruf programları­
nın, enerjinin yerini nükleerin almasının, kömür ve doğal ga­
zın, sınaî üretimde enerji tüketen sektörlerin payını azaltan
yapısal değişimlerin etkisi olmuştur. Toplamda, GSYIH içinde
petrolün ağırlığının azalması -GSYIH ile brüt tüketim arasın­
daki ilişkide sabit fiyatlar dikkate alınmıştır- hammaddelerin-
kinden daha az şaşırtıcı değildir: OECD’nin hesaplamalarına
göre 1972 ilâ 1992’de OECD bölgesinde petrolün GSYIH için­
deki payı yüzde 5,6’dan yüzde 3,4’e inmiştir.
OPEC orta vadeli eğilimlerinin çok üstünde fiyatlar dayata­
rak aslında kendi bindiği dalı kesmiş oldu, hem petrolün diğer
enerji kaynaklarına karşı rekabet gücünü azalttı hem de dünya
genelinde petrol sağlama payını azalttı. Fiilen bir tampon üre­
tici rolünü kabul etmiş olan Suudi Arabistan, üretimini ilan
edilen resmi fiyatlar seviyesine göre ayarlayarak 1985’in yaz
aylarında kapasitesinin dörtte birini üretir hale gelmiştir. En
geniş rezerve ve dünyanın en düşük üretim maliyetine sahip
böyle bir ülke için bu durum pek alışıldık değildir.
Suudi Arabistan’ın fiyat savaşıyla 1985 Aralık’ından beri
OPEC’e dayattığı pazar paylarını yeniden ele geçirme strateji­
si, uzun vadede servetini üzerinden oluşturduğu rantın kalıcı­
lığını koruma arzusu olarak yorumlanıyor. Petrol fiyatını ulus­
lararası satın alma gücü cinsinden 1974’teki seviyeye (15-18
dolar arası) çeken Suudi Arabistan ve diğer körfez monarşileri
küresel tüketimi yeniden ele geçirebilecekleri, lslâmî-petrol
bölgesi dışındaki arayışları yavaşlatabilecekleri ve marjinal
154
üreticileri ortadan kaldırabilecekleri şartları yeniden oluşturu­
yorlardı.
1998 yılında O PEC’in dünya üretimindeki payı yeniden
yüzde 4 2 ’ye gelmişti, oysa brüt dünya tüketimi yüzde 24 civa­
rında duruyordu ve 1985’teki seviyesinin altındaydı. Kuveyt’i
işgalinden bu yana petrol üretimine uluslararası ambargo ko­
nulan İrak dışında, O PEC’in üretimdeki kapasite kullanım
oranı yeniden maksimum seviyesine yaklaşmıştır, diğer yan­
dan sanayileşmiş ülkelerin OPEC petrolüne olan bağımlılıkları
artarak devam etmektedir. Açıkçası, 1 985 ’ten beri gözlenen
küresel brüt tüketim büyüme ritmi sürecekse, reel anlamda fi­
yat yükselme şartlan yakın bir gelecekte oluşabilir, Irak’taki
ambargo kalkmazsa.
Borçlu ve kalabalık nüfuslu petrolcü ülkelerin (Meksika,
Cezayir, Nijerya, vb.) pahalıya ödediği Suudi stratejisinin ba­
şarısı, tek bir kartelin başarısından ziyade OPEC üyesi birçok
ülke açıkça karşı çıktığı halde milli bir stratejinin haklılığını
gösteriyor. Rezervi düşük olan ülkeler için, ki çoğunlukla nü­
fusları kalabalıktır, brüt kurun düşmesi ya da istikrarsızlığı ih­
racatı hemen çeşitlendirmelerini gerektirir, Endonezya’da ol­
duğu gibi. Brüt dünya rezervlerinin üçte ikisini elinde tutan
Körfez ülkelerinin bugünkü stratejileri, kısa vadede rant de­
ğerlerini maksimize etmeye kalkmadan uzun vadede petrol­
den elde edecekleri çıkarları daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu­
nun bu ekonomilerin potansiyel büyümesine etkisi büyük öl­
çüde belirsizdir, nitekim bu konu rantın seviyesi kadar bu
menfaatin ekonomiye üretkenlik kazandırıp kazandırmadığım
da ilgilendirmekledir.

Üretim Faaliyetlerinin Küresel Dağılımı

Batı Avrupa dışında ilk sanayileşme dalgası 19. yüzyılda, Ame­


rika Birleşik Devletleri, Doğu Avrupa ve Japonya’da ortaya çık­
mıştır. Buna paralel olarak, sömürgeleşmeden önce iki büyük
güç Hindistan ve Çin, sömürge politikalarıyla dünya sanayileş­
me haritasından silinmişlerdi. 20. yüzyılın ilk iki çeyreğinde,
155
sanayileşen tek yeni bölge Güney Amerika oldu. Buna rağmen,
yüzyılın başında olduğu gibi 1960 yılında dünya imalat sanayii
üretiminin dörtte üçü şimdiki gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmıştı
(Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya ve Japonya). Eldeki
verilere göre [Bairoch, 1982], Doğu Avrupa dünya üretiminin
altıda birinden biraz fazlasını, gelişmekte olan ülkeler ise onda
birinden biraz azını (Çin dahil) gerçekleştiriyorlardı. Altmışlar­
dan itibaren Asya’nın hızlı bir şekilde sanayileşmesi ve Sovyet
Bloku’nun yakın zamanda iktisadi bakımdan çökmesi bu hari­
tayı değiştirmiş oldu. Doksanlı yılların ortalarında, gelişmiş ül­
kelerin dünya imalat sanayii üretimindeki payı en az üçte ikiye
ulaşmıştı, eski komünist ülkelerin payı onda bir; gelişmekte
olan ülkelerin payı ise dörtte bir oranındaydı.
Gelişmekte olan ülkelerdeki bu sanayileşme hamlesiyle bu
ülkelerin dünya ekonomisine olan küresel katkılarında gözle
görülür bir artış ortaya çıkmıştır. lM Fnin elindeki verilere göre
satın alma gücünün parite geçerdegeri ölçüldüğünde, geliş­
mekte olan ülkelerin dünya GSYlH’sındald payı 1999 yılında
yüzde 40’a geliyordu (bkz. Tablo IV), oysa on beş yıl önce yüz­
de 34 ’ıü. Bugünden itibaren gelişmekte olan altı ekonomi (Çin,
Hindistan, Brezilya, Endonezya, Meksika ve Güney Kore), Rus­
ya ile beraber ekonomik hacim olarak dünyanın ilk on beş ül­
kesi içinde yer alıyorlar. Çin Japonya’dan daha ağır basıyor,
Hindistan ise Almanya’yı geçmiş, Meksika'nın GSYllTsı Kana-
da’nınkini aşmış durumdadır. Dünya Bankası’nın verdiği bilgi­
lere göre [1994], Tayvan ve Tayland 2020 yılında dünyanın ilk
on beş büyük gücü arasında yer alacaktır (İspanya ve Kana-
da’nm yerine). Çin de Amerika Birleşik Devletleri’ni geçecektir.
Dünya GSYİH’s ının yarısından fazlası gelişmekte olan ülkelerde
gerçekleşecektir, Doğu Avrupa’yı burada saymıyoruz.
Aslında gelişmekte olan ülkelerdeki bu ekonomik sıçrama,
Asya’ya ve özellikle de Uzakdoğu ülkelerinin yaptığı sıçrama­
dır. 1979’dan bu yana kalkınmakta olan Asya dünya üretimin­
deki payını ikiye katlamış ve 1999 yılında bu payı yüzde 28’e
ulaştırmıştır (bunun dörtte üçten fazlası Uzakdoğu’ya aittir),
Kuzey Amerika ya da Batı Avrupa’ya göre daha öndedir. Aynı
156
TABLO IV
1999‘da Küresel GSYİH, İhracat ve Nüfus Dağılım ı (yüzde olarak)

Kişi başı
GSYİH<*> lhracat<b> Nüfus GSYİH™
Sanayileşmiş ekonomiler 54,1 68.1 14.2 381
ABD 21,9 14,0 4.6 476
AB 20.3 39,3 6.3 322
Japonya 7.6 6,7 2,1 362
Diğer sanayileşmiş ülkeler 4,3 8,1 1,2 358
Gelişmekte olan ekonomiler 40.1 27,5 78,9 51
Afrika 3,2 1,8 12,0 27
Sahra-altı kısmı(c) 1,4 0,7 8,0 18
Orta Doğu 4.0 3,4 5,0 80
Güney Amerika 8,4 4.5 8,5 99
Asya 24,5 17,8 53.4 46
Yeni sanayileşen AsyaW) 3,3 10,3 1,3 254
Geçişte olan ekonomiler 5,8 4,4 6,8 85
Dünya 100 100 100 100
(a) Satın alma gücü paritesinln döviz kuruyla. Dünya = 100
(b) Mal ve hizmet
(c) Güney Afrika ve Nijerya hariç
(d) Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan
Kaynak: IMF, World Economic Outlook, Ekim 2000; (yazarın hesaplamaları).

dönemde, gelişmekte olan diğer üç bölgenin dünya üretimine


katkısı -Güney Amerika, Arap Dünyası, Sahra-allı Afrikası-
borç krizleri ve petrol şoku nedeniyle azalmıştır.
Asya’nın yükselişi, daha önce de görüldüğü gibi, uluslarara­
sı ticarete dinamik bir şekilde girmesine epey bağlıdır. Bu hem
ihracatla hem de ithalatta görülüyor. Uzakdoğu’daki amansız
rakipler, gelişmekle olan ülkelerin dünya mamul madde ihra­
cat paylarındaki arLişm, 1970’le yüzde 5’ken 1998’de yüzde
3 0 ’a varan artışın dörtte üçünü oluşturuyorlar. İthalatla da As­
ya, bütün himayeciliğine rağmen 1 997 -1 998 ’deki mali krize
kadar küresel talebin lokomotifi gibiydi. 1995 yılında dünya
ithalatındaki ağırlığı ABD ve Kanada’nın toplamından fazlaydı.
Bu ticari dinamizm, bölgenin uluslararası uzmanlaşma ko­
nusunda hızlı gelişme gösteren özelliğinden ayrı düşünülemez.
Bu gelişme, teknojik skala yükselişle ve gelişmenin her aşama­
sında elde edilen avantajların bölgeye yayılmasıyla açıklanır.
157
Bu iki olgu birbirine bağlıdır. Birinci nesil yeni sanayileşen ül­
kelerde üretimin teknolojik içeriğinin gelişmesi, bu ülkelerin
reel döviz kurlarının değer kazanmasını ve böylece de skalanın
altındaki ürünlerde, üretimlerini kendi periferilerine taşıyarak,
rekabet güçlerinin azalmasını teşvik etmiştir. Bu sefer, el emeği
gereken sanayilere yeni girenlerin rekabeti ve üretim zincirin­
de yükselme çabalan, öncekileri teknolojik olarak daha ileri
sektörlere girmeye zorlar. Burada da Doğu Asya, gelişmekte
olan ülkeler arasında, bölgesel ölçekle emeğin böylesi bir azal­
ma sürecinin tek sahnesidir. Bu anlamda, üretim faaliyetlerinin
küresel olarak yeniden dağılımı her şeyden önce, dünya eko­
nomisi üzerinde Balı hegemonyasını tehdit edebilecek yeni bir
güç odağının ortaya çıkışıdır.

Yatınm ve Tasarruf Çekme Rekabeti

Seksenli yıllardaki borç krizi nedeniyle uluslararası finans pi­


yasalarının dışında kalan gelişmekle olan ülkeler, doksanların
başından itibaren uluslararası sermaye hareketlerini çeken
önemli bir kutup olmuştur. Dünya Bankasından alınan verile­
re göre 1991’den 1 99 6’ya kadar, yaklaşık 900 milyar dolar,
borç, plasman veya yatırım olarak özel sektör aracılığıyla Do­
ğu Avrupa dahil gelişm ekle olan bölgelere girmiştir. Oysa
1985’le 1990 arasında bu bölgelere sermaye akışı ancak 170
milyar dolar civarındaydı. Bu rakamlar uzun dönem olarak ta­
nımlanan net akışları, yani ana para geri ödemeleri ile yatırım­
dan çekilen meblağların toplamdan düşmesinden sonra geriye
kalan, bir yıldan uzun vadeli mali katkıyı gösteriyor. Alman
borçlar için ödenen faizler ve yabancı yatırımcının ülkesine
geri dönen kârlar da göz önüne alındığında, gelişmekte olan
ülkelere aktarılan kaynakların net transferlerinin gelişimi hak­
kında anlamlı bir sonuç ortaya çıkacaktır. 1983’le 1990 arasın­
da negatif olan özel sektör kaynaklı net transferler, 1992’de 50
milyar ve 1996’da 140 milyar dolara yaklaşıyordu. Bu da. Do­
ğu Avrupa dahil, bütün gelişmekte olan ülkelerin GSYİH’sının
yüzde 2’si demek oluyordu.
158
Böylece yetmişli, ellili ve yirmili yıllara damgasını vuran
borçlanmalardan sonra yeni bir Kuzey-Güney borçlanma dön­
güsüyle yüzyıl kapandı. Gelişm ekte olan ülkelerin büyüme
potansiyeline kapılan özel sermayeler, gelişmekte olan ülkeler­
deki ödeme gücü koşullan oluştuğunda ya da oluşmuş gibi
göründüğünde ve yavaşlayan faaliyet sanayileşmiş ülkelerdeki
yatırımların verimliliğini azalttığında büyük paralarla oralara
yatırım yaparlar.
Konjonktürel bir açıdan bakılırsa, doksanlı yıllarda başla­
yan döngünün öncekilerden hiç farklı olmadığı görülür. Gü­
ney Amerika’nın yine en önemli sahnesi olduğu ve seksenli
yılların sonundan itibaren, en azından bankacılık sektörüne
borçlanan ülkelerde ciddi çözüm lerin aranmaya başladığı
önemli bir borçlanma krizi ortaya çıktı. Ünce Anglosakson
cephede, ardından kıta Avrupası ve Japonya’da olmak üzere
sanayileşmiş ülkelerde bir durgunluk şeklinde başlamıştır. Bu
konjonktürel dönemlerin özelliği olan özel tassarruf Tazlası
ve gevşek faiz oranları, dünyanın başka yerlerine plasman
yapma arayışını teşvik etti ve seksenli yıllarda sermaye hare­
ketliliğinin önündeki engeller büyük ölçüde kaldırılmış ol­
duğu için bu istek daha da arttı. Uzakdoğu ülkelerinin, özel­
likle de Çin’in olağanüstü büyümesi ve parasal istikrar prog­
ramlarının reel faiz oranlarını başka yerlerde görülmemiş se­
viyelere yükselttiği Güney Amerika ülkelerine yapılan kısa
vadeli plasmanların yüksek getirileri Kuzey’le Güney arasın­
daki mali transferlerin birdenbire tersine dönmesine katkıda
bulunmuştur. 1990’dan 19 96 ’ya kadar gelişmekte olan ülke­
lerdeki özel sermayelerinin net getirilerinin dörtte üçünü bu
iki bölge tek başlarına çekmişlerdir. Bu akışların üçle birin­
den fazlası sadece iki ülkede yoğunlaşmıştır: Çin (yüzde 23)
ve Meksika (yüzde 12). Diğer gelişmekle olan ülkeler arasın­
da sadece Doğu Avrupa anlamlı bir çekim odağı teşkil ediyor
(yüzde 15).
Kuzey-Güney arası yeni finans döngüsünün başlıca özelliği,
banka aracılığının tuttuğu yerdir (bkz. Tablo V). 1990-1996
döneminde bir yıldan uzun vadeli özel kökenli net akışın yarı­
159
sı doğrudan yatırımlara denk düşer. Yaklaşık beşle biri, yaban­
cıların salın aldığı yerli hisse senetlerinden ya da yerli iktisadi
aktörlerin yurldışında tahvil emisyonları yapmalarıyla gerçek­
leşen portföy yatırımlarından oluşur. Yetmişli yıllarda olmayan
bu olgu, döviz kurlarının serbestleştirilmesi ve gittikçe arlan
sayıda gelişmekle olan ülkede finans piyasalarının açılması sa­
yesinde orlaya çıkmıştır. 1993’Le gelişmekte olan ülkelerden
“çıktığı" söylenen pazarlar, portföy yatırımlarının küresel akı­
şının yüzde 12’sini bu şekilde kapmıştır. Bu oran 1987’de yüz­
de l ’in alımdaydı. 1996’da bu tür on üç pazarın toplam borsa
sermaye değerleri 2 4 0 0 milyar dolara yaklaşıyordu, bu da
1983’te 100 milyar dolara karşılık küresel borsa sermayeleş-
mesinin yüzde l l 'i demek oluyor.
Doğrudan finans mekanizmalarının bazı gelişmekte olan ül­
kelerde yayılması, artan bir finansal istikrarsızlığı getirdi bera­
berinde. Aldıkları finansmanın en büyük parçası, özellikle ye­
rel tahviller adı altında kısa vadeli borç ve plasmanlara tekabül
eder. Bu tarz finansal getirilerin istikrarsızlığı kısmen ABD’nin
çıkarlarıyla uyuşmayan yatırımcıların gerçekleştirdiği alım sa­
tım işlerinin hassaslığından, kısmen de yerli para üzerindeki
kur beklentilerinden kaynaklanır. ABD’de faiz oranlarının

TABLO V
Gelişmekte Olan Ülkelere Yönelik Bir Yıldan Uzun Vadeli
Net Finansman Akışının Bileşimi
(Yıllık ortalama yüzde olarak)

1977- 1981- 1985- 1990- 1994-


Yüzde olarak yapı 1980 1984 1989 1993 1996
Devlet finansmanı 37 43 70 40 19
özel finansmanlar 63 57 30 60 81
- Banka borçları 44 42 3 10 12
- Tahviller 3 2 1 10 14
- Portföy yatırımları 0 1 4 11 15
- Doğrudan yatırımlar 16 12 22 29 40
Toplam 100 100 100 100 100
Milyar dolar olarak toplam 71 103 85 145 243
Kaynak: OECD, Cooperation pour le developpement, yıllık raporlar ve Dünya Bankası,
Global Development Finance, 1997; (yazarın hesaplamaları).

160
yükselmesi ya da içerideki ödemeler dengesinde bir bozulma
sermaye akışlarında ani bir ters dönüşe sebep olabilir. 1994
Aralık’ında Meksika’yı 1 99 7’de Güneydoğu Asya’nın büyük
bir bölümünü silkeleyen mali krizler bu açıdan, kötü kontrol
edilen, halta erken bir mali liberalleşmenin tehlikelerini göste­
riyor.

AZGELtŞMİŞLİĞİN İNADI

Uzakdoğu’nun sanayideki atılımı gerçekten 20. yüzyılın ikinci


yarısına damgasını vuran en önemli ekonomik olgulardan bi­
ridir. Geniş bir tarihi perspektif içine yerleştirildiğinde, az ge­
lişmişliğin bir kader olmadığını ve Japonya’nın ardından, ka­
pitalizmin sadece Avrupa’da yayılabilir bir şey olmadığını ka­
nıtlamıştır. Çin Denizi'nin etrafındaki ülkelerin kapitalizmi
yeniden keşfetmesi [Bayart, 1994], ulusal dinamizmlerin ve
bu üretim tarzının yayılması sırasında yabancı teknikleri sa­
hiplenme sürecinin önemini ön plana çıkarmıştır. Ayrıca, dün­
yanın başka bölgelerinde sermaye biriktirme mantığına direni­
şi ve giren sermaye lümüyle dış kaynaklı olunca işlemeye baş­
layan dışlama fenomenlerinin önemini de bu şekilde ortaya çı­
karmıştır.

Dışlamanın Boyutları

Ulusal bir çerçevede, yoksulluk ve işsizlik toplumsal dışlan­


manın en büyük iki boyutudur kuşkusuz. Bu iki boyuta ulus­
lararası planda bakıldığında, küresel anlamda zengin ülkeler
ve eski sömürge ülkeleri arasında hep bir ayrım çizgisi çizdik­
leri görülür. Gelişmekte olan mikrodevletlerin çok azıcık öte­
sine geçebildiği bir çizgidir bu (BAE, Singapur, Kuveyt, Hong
Kong ve Maurice Adası). Gelişmekte olan pek çok ülkenin or­
tak özelliği olan aşırı gelir dağılımı eşitsizliği, bu çizginin
ulusların da içinde bir ayrım yarattığını göstermektedir. Uzun
bir süredir bu ülkelerde ortaya çıkan zengin adacıklar eski sa­
nayileşmiş ülkelerde yoksulluk adacıklarının artmasına denk
161
düşer. Uzun bir süre üçüncü dünya demeyi uygun gördüğü­
müz bölgelerin sanayileşmesi, Batı’da da bir üçüncü dünyalaş-
maya sebep olmuştur, bu da geleneksel Kuzey Güney antago-
nizmine ulus-aşırı bir boyut kazandırmıştır.

U luslararası G elir F arklılıkları

Bağımsızlaşmadan dolayı beslenen üm itlerin aksine, son


kırk yılda zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir farklılıkları
hiç kapanmadı. Dünya Bankası’ndan edinilen verilere göre
1966-1997 arasında Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki geliş­
mekte olan ekonomilerde kişi başı gelir yıllık ortalama yüzde
2,5 artmış, sanayileşmiş ülkelerde ise bu rakam yüzde 2,3. Bu
ortalamalar ciddi bölgesel farklılıkların olduğunu göstermek­
tedir. Uzakdoğu’da ise, kişi başına düşen gelirdeki artış,
1966’dan bu yana sanayileşmiş ülkelere göre neredeyse üç kal
daha hızlıdır. Uzakdoğu dışında, petrol şokundan önce Arap
dünyası, yetmişli yıllarda Doğu Avrupa ve seksenli yıllardan
itibaren de Güney Asya bir süre için sanayileşmiş ülkelerden
daha hızlı bir büyüme kaydedebilmiş yegâne bölgeler olmuş­
lardır. Ama bütün bir dönem içinde, Arap dünyası ve Doğu
Avrupa’daki kişi başı gelir zengin ülkelere göre daha yavaş art­
mıştır.
Yine de kişi başı gelir artışı uluslararası gelir açığının bü­
yüklüğünü kavramamızı sağlamıyor. Bunun için reel gelir dü­
zeylerini, yani satın alma gücünü karşılaştırmak gerekiyor, bu
da sadece cari döviz kuruna başvurarak çözülebilecek bir so­
run değil. Satınalma gücü parkesine (SGP) dayalı döviz kurla­
rı bu sorunun çözülmesini sağlar. Bu teorik döviz kurları,
farklı ülkelerdeki fiyal düzeylerini ortalama olarak eşitler. Tab­
lo VI, çeşitli bölgeler için, toplum lann farklı dönemlerde
ABD’dekine oranla ortalama satın alma güçleri hakkında bir
ölçü sunuyor. Bu tablo, bir parça sanayileşmiş ülkelerin kendi
aralarında ve bir parça da Asya’yla sanayileşmiş ülkeler arasın­
da yaşam düzeylerinin yakınlaştığı süreçler olduğunu gösterse
de, diğer gelişmekte olan ülkeler için böyle bir şey yoktur.
162
TABLO VI
Büyüme ve Kişi Başına Düşen Uluslararası Gelir Farklılıkları

Kişi başı uluslararası


Kişi başı GSYİH'nın GSYİH farklılıkları
yıllık ortalama artış oranı (SGP oranları)
(yüzdeyle) (ABD = 100)
1965-1980 1980-1996 1960 1978 :1996
ABD 100 100 100
Japonya l 31 68 86
3,0 2,2
15 ülkeli AB | 58 71 71
Diğer sanayileşmiş ülkeler J 45 54 65
1. nesil yeni sanayileşmiş
Asya ülkeleri (a) I 11 23 63
2. nesil yeni sanayileşmiş > 5,1 6,7
Asya ülkeleri (b) I 11 14 21
Çin 4 5 13
Güney Amerika 3,2 0,1 26 29 24
Doğu Avrupa ve Orta Asya 4.4(c) -0,9 29 34 16
Arap dünyası 4,0 -1,8 21 31 15
Güney Asya 1,4 3,2 6 5 6
Sahra-altı Afrika 1.3 -0,6 9 8 4
(a) Güney Kore, Tayvan. Hong Kong ve Singapur
(b) Malezya, Tayland ve Filipinler
(c) 1970-1980
Kaynak: Dünya Bankası [1991] ve Global Economic Prospects and the Developing Countri­
es; CEPII [2000] ve CHELEM Database.

Sahra-altı Afrika ise -1 9 99 ’da nüfusu 640 milyon- en drama­


tik olanıdır. Bu bölgede kişi başına reel gelir altmışlı yıllann
başında neyse, bugün de pratik olarak aynıdır. Uzun bir eko­
nomik durgunluk döneminden sonra seksenlerde patlayan Af­
rika krizi bu bölgede birçok devletin temellerini bile sarsmış­
tır. İç savaşlar, kıtlık ve kargaşa, yabancı sermayenin uğrama­
dığı, uluslararası ticaretin dışında kalmış bu kılanın büyük bir
bölümünü küreselleşme sürecinin ölü bir noktası haline geti­
ren bütün bir krizin göstergeleridir.
Demografik ağırlığı iki kat fazla olan Güney Asya da dünya
ekonomik haritasındaki yerinin düzeldiğini ancak yeni yeni
görebilmekte. Yakın dönemde uygulamaya geçirdiği ekonomik
liberalleşme politikaları, kendisine, uluslararası örgütlerin ar­

163
lan desteğini ve özel sermayelerin yeniden ilgisini kazandır­
mıştır. 1980’den beri yılda yüzde 3,2’lik kişi başı ortalama reel
gelir artışı ile, Uzakdoğu’dan sonra (yüzde 6,7) en iyi bölgesel
ekonomik performansı göstermiştir. Yetmişli yıllarda sergile­
dikleri ekonomik marjinalleşme durdurulmuş gibi görünüyor
dolayısıyla. Bu bölgenin karşılaştığı en önemli sorun halkın
geniş bir kesiminin çok yoksul olmasıdır.
Yetmişli yılların sonuna kadar gelişmekte olan bölgeler ara­
sında ekonomik anlamda en ileri iki bölge olan Arap Dünyası
ve Güney Amerika seksenli yıllarda reel gelirlerinde önemli
bir gerileme kaydettiler. Bir tarafta petrol fiyatlarının düşmesi,
diğer tarafta borç krizi, bu iki bölgenin bu süre boyunca ulus­
lararası ticari ve finansal akışlarda marjinalleşmesini açıklayan
başlıca travmalardır ilk bakışta. Birinde hâlâ süren ranl alış­
kanlığı, diğerinde de dış borç alışkanlığı, bu iki bölgenin uzun
vadede toparlanmasının önündeki en önemli engelleri teşkil
ediyorlar.
Eski Sovyet Bloku’nu oluşturan Doğu Avrupa ve Orta Asya
ülkeleri de, Berlin duvarının yıkılmasından sonra bir çöküşe
girip, nispi gelirlerinde önemli bir gerilemeyle karşılaşmışlar­
dır. Dünya mal ve hizmet ihracatının yüzde 5’inden azını ger­
çekleştiren bu bölge, temel ve ara malların hâlâ öncelikli oldu­
ğu birçok gelişmekle olan ülkedeki ihracat yapısına sahiptir.
Doksanlı yılların başında bölgeler-içi ticaret ağlarının çözül­
mesi ve pazar ekonomisine geçişin gözle görülür toplumsal
maliyeti, kişi başı reel geliri tekrar Arap dünyasının seviyesine
indirmiştir.
Toplamda, kişi başına düşen gelirleri uluslararası düzeyde
karşılaştırdığımızda [Dünya Bankası, 19 9 5 ], gezegenin geliş­
miş ve görece az nüfuslu kısmıyla son derece kalabalık üçüncü
dünya arasında bir süreklilikten ziyade gerçek bir uçurumun
var olduğunu görüyoruz. 1999’da, en kalabalık yüz kadar dev­
letin kişi başına düşen reel geliri, Amerika Birleşik Devietle-
ri’ninkinin üçte biri düzeyindeydi. Ölçeğin diğer ucunda, on
beş kadar sanayileşmiş ülkede (ve yukarıda belirtilen dört
mikro-devlet) yaşam düzeyinin en düşük olduğu durumda bile

164
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaşam seviyesinin en fazla
yüzde 30 altındaydı. Bu iki kutup arasında bir avuç devlet, Gü­
ney Avrupa, İsrail, İrlanda, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Tay­
van, birinci dünya ile üçüncü dünya arasında geçiş oluşturarak
dünyanın ikinci grup ülkelerini kapsamaktadır.

Eşitsizlikler, Düşük İstihdam ve A zgelişm işlik

19. yüzyılda ekonomi politiğin başlıca konusu olan yoksul­


laşmadaki aşırı artış, sanayi devriminin neden olduğu çalkan­
tıların en önemli sonuçlarından biriydi. Savaş sonrası başlayıp
devam eden büyümenin rahatlığı içinde ekonomik düşünce­
nin kenarına atılan bu konu, onlarca yıl boyunca gelişme ikti­
satçılarından başka kimsenin ilgisini çekmedi. Batı Avrupa’da
uzun süreli işsizliğin endişe verici yükselişi ve Atlantik’in her
iki kıyısında fakirliğin kitlesel artışı bu konuyu tekrar ekono­
mik düşüncenin birinci maddesi haline getirdi. Sanayileşmiş
dünyanın her tarafında sosyal devlet krizi, bu unutulmuş, ka­
pitalizme özgü zenginlik biriktirme özelliğiyle herkese iş ve
doğru düzgün yaşam koşulları sağlaması arasında hiçbir man­
tıklı ilişkisinin olmadığı gerçeğini acı bir biçimde hatırlatıyor.
Sanayileşmiş toplumların 20. yüzyıldaki toplumsal kazanımla-
rı (sosyal sigorta, asgari ücret, toplu sözleşme, vb.) bu açıdan
bakıldığında, hiçbir zaman kapitalizmin kendiliğinden gelen
şeyler değildi, daha çok toplumsal mücadelelerin ve bunların
devlet aygıtları üzerindeki siyasi ve ideolojik yansımalarının
ürünüydü. Kari Polanyi’nin anlattığı büyük dönüşüm karşı­
sında, toplumların kendilerini koruma tepkilerinin ifadesiydi.
Bu anlamda gelişmekte olan ekonomilerin durumu, Avrupa
sanayi devriminin getirdiği bazı karakteristik gelişmeleri hatır­
latıyor, bu ekonomiler, dinamiğinin kendilerine başta yabancı
geldiği ve çoğunlukla öyle gelmeye devam ettiği bir sistemin
periferisine atıldılar bir anda. Rekabet mekanizmalarının ya­
yılmasıyla hızlanan gelenekse] toplumsal bütünlük yapılarının
birer birer çözülmesi, kapitalizmin dışladığı insan kitlelerini
bu toplumların kenar kısımlarına ve büyük şehirlerin periferi-
165
lerine atar. Kent nüfusunun artma ritmiyle ilgili bunun kadar
açıklayıcı gösterge pek yoktur. Yabancılaştıran bir modernleş­
menin kışkırttığı, hâlâ patlama düzeyinde bir nüfus artışı ve
kitlesel nüfus göçü bunun ürünüdür.
Tablo V ll’nin de gösterdiği gibi, kentleşme oranındaki artış
sanayileşme hızına doğrudan bağlı değildir. Mesela Sahra-altı
Afrikası’nda Uzakdoğu’ya göre daha yavaş değildir. Yanlış kal­
kınmanın başlıca belirtisi olan kentlerin anarşik büyümesi, be­
raberinde işsizlik düzeyi hakkında resmî anketlerin göstermedi­
ği bir düşük istihdam getirir. Uluslararası tanımına göre, sadece
anketten önceki bir hafta boyunca bir saat çalışmamış ve fiilen
iş aramış kişilerin işsiz olarak kabul edildiğini biliyoruz. Bu kri­
terler, her türlü işsizlik tazminatı ve iş bulma kurumu sistemin­
den yoksun ülkelerde geçerli değildir. Bu ülkelerde, çoğunlukla
kent ortamında çok belirgin olan düşük istihdam part-tim e ça­
lışmanın önemi ve faaliyet oranlanmn zayıflığıyla açıklanır.
Genellikle zanaatçılık gibi gayriresmî denen, çok örgütlü ol­
mayan ve bildirimi yapılmayan geçim faaliyetlerinin bolluğu
[Lautier, 1994], ekonominin modern sektörünün iş talebiyle

TABLO VII
Gelişmekte Olan Bölgelerin Sosyo-Ekonom ik Özellikleri

Kentleşme
----------------------------------- Çocuk Doğur-
Nüfusun Yıllık ölüm ganlık
yüzdesi büyüme yüzdesi oranı

1970- 1980-
Nüfus 1970 1995 1980 1995 1995 1970 1995

Sanayileşmiş ülkeler 74 75 1,1 0,7 7 2,3 1,7


Doğu Avrupa
ve Orta Asya 51 65 2,1 1,6 26 2,7 2,0
Uzakdoğu 19 31 3,4 4,2 40 5,7 2,2
Çin 17 30 3,0 4,2 34 5,8 1,9
Güney Amerika 57 74 3,6 2,8 37 5,2 2,8
Arap dünyası 41 56 4,3 4,2 54 6.7 4,2
Güney Asya 19 26 3,8 3,4 75 5,8 3.5
Hindistan 20 27 3,7 3,1 68 5,5 3,2
Sahra-altı Afrika 19 31 4,8 5,0 92 6,6 5,7
Kaynak, üünya Bankası, Rapport sur le dâveloppement dans le monde, 1995 ve 1997.

166
kırsal kesimden göçün şişirdiği iş arzı arasındaki dengesizliğin
büyüklüğünü gösterir. Sahra-allı Afrika'da 1990’da gayriresmî
istihdamın kentsel işgücünün yüzde 6 0’ına denk düştüğü tah­
min ediliyor. Aynı tarihlerde Güney Amerika’da tanm dışı fa­
aliyetlerde gayriresmî istihdam payı yüzde 3 1’e yükselmişti.
Bildirimi yapılmadığı için sayımı da yapılamayan gayriresmî
bu faaliyetler gelişmekte olan ülkelerde üretim miktan ve ya­
şam seviyeleri hakkında düşük tahmin yapılmasına sebep ola­
bilir. Bunlar, belli bölgelerde azgelişmişliğin kalıcılığının bir
göstergesiyken, eski sanayileşmiş ülkelerde de geçici işler top­
lumsal dışlanmanın eşanlamlısı haline gelebilir.
Devletin resmî istihdamın gelişmesine uygun bir kadro sun­
maktaki yetersizliği, geniş bir ölçekte yasallıgın sınırında, hat­
ta basit suç statüsünde ve örgütlü faaliyetlerin kontrol edilme­
yen bir biçimde artmasına da eşlik eder. Gelişmekte olan bir­
çok ülkede ciddi bir rolü olan uyuşiurucu ekonomisi de kendi
tarzıyla küreselleşme sürecine katılıyor. Ticari planda büyük
ölçüde uluslararasılaşan uyuşturucu, hem uluslararası finan-
sın bazı çarklarına giriyor hem de uyuşturucunun kaynağını
ya da hammaddenin işlenmesini doğrudan ve dolaylı olarak
istihdam ve dövizle besleyen ekonomilere katılıyor.
Kitlesel düşük istihdamın bir başka özelliği olarak, seksenli
yıllarda çalışan çocuk sayısında dramatik bir artış olmuştur.
UNlCEF’e göre [1992] on yıl önce on beş yaşın altında çalıştı­
rılan çocuk sayısı 50 milyon civarındayken, doksanların ba­
şında bu rakam 100 ilâ 200 milyondur. Ekonomik kriz duru­
munda yetişkinlerin gelirlerindeki düşüş çocukları da iş piya­
sasına itmektedir. ILO’ya göre Meksikalı ve Brezilyalı çocukla­
rın yüzde 18’i eskicilik, işportacılık ya da ev işlerinde ekono­
mik faaliyete katılırlar. Hindistan, Bangladeş ve Endonezya gi­
bi bazı Asya ülkelerinde iş gücünün yüzde 10’undan fazlasını
on beş yaşının altındaki çocuklar ifa etmektedir.
Devletlerin bu olguyu yok etmekte gösterdiği yetersizlik
gerçek bir siyasi giderme isteğinin olmadığını pek gizleyemi­
yor. Dünya Bankası’na göre [1990], bir milyar kişiden fazlasını
375 dolar olduğu varsayılan (1985'teki fiyatlar ve döviz kurla-
167
rina göre) mutlak yoksulluk sınırının üzerine çıkarmak için
yapılması gereken kaynakları yeniden dağıtmak, bu bölgelerin
küresel tüketiminin duruma göre yüzde 1 ve yüzde l l ’inden
fazlasını oluşturmuyor. Yoksullukla mücadele olsun, çocukla­
rın çalışması olsun, suç ekonomisi olsun, devletlerin pasifliği,
Batı’daki Keynesgil dönemin özelliği olan toplumsal uzlaşma­
ların evcilleştiremediği vahşi ve soyguncu bir kapitalizmin
egemenliğinin görünmeyen tarafıdır.
Eğer toplumların, maddi refahlarını artırıp bu refahtan fay­
dalanma imkânlarım en fazla bireye sunabilme becerisine kal­
kınma diyorsak, kişi başı gelir düzeyiyle halkların eğitim ve
sağlık seviyesini birleştiren Birleşmiş Milletler’in sunduğu in­
san kalkınma göstergesinin [PNUD] anlattığı gibi, azgelişmiş­
lik haritası hassas bir biçimde değişir. Bazı eski komünist ül­
kelerle (Çekoslovakya, Macaristan, Ballık ülkeleri) Asya’nın
birinci nesil yeni sanayileşen ülkeleri, bu bakımdan gelişmiş
ülkelere yaklaşıyorlar. Bunun tersine, tüm Arap dünyası, Latin
Amerika’nın büyük bir kısmı ve zengin ülkeler içinde gelir da­
ğılımı en eşitsiz olan Amerika Birleşik Devletleri de gelişme
ölçeğinde düşmüşlerdir. Kanada, İskandinav ülkeleri, İsviçre
ve eski Federal Almanya bu kriterlere göre gelişmiş ülke sıfatı­
na en çok sadık kalmış ülkelerdir.

Küresel Ekonominin Hiyerarşik Niteliği

Eski sanayileşmiş bölgelerle gelişmekte olan ülkelerin hemen


hemen tamamı arasındaki büyük gelir farklılığının sürüp git­
mesi, bu ekonom ik alanların farklılaşmasındaki yapısal et­
menleri araştırmaya yönlendiriyor. Bu açıdan, bağımlılık ko­
nusu uzun bir süre bu sorunla ilgili literatürün merkezini işgal
etti. Çelişkili bir biçimde, borç krizi ve koşullar [“conditiona­
lity”] mekanizmasının daha önce görülmemiş sayıda geliş­
mekte olan ülkeyi finansal açıdan zengin ülkelere bütünüyle
bağımlı duruma getirdiği anda, hem bağımlılık hem de üçün­
cü dünya kavramları çok çeşitli düşünce çevrelerinin keskin
eleştirilerine maruz kaldı [Bayart, 1991]. Kokuşmuş hükümet­
168
lerin, ülkelerinin kalkınmasının becerilememesindeki sorum­
luluklarını iyice unuLturabilmek için küresel ekonomik siste­
min kusurlarını göstererek bağımlılık dogmasını yeniden can­
landırmaları, bu ülkelerin çoğunda bu kavramların inandırıcı­
lığını kaybetmesine sebep oldu. Aynı anda, sanayileşmiş bir
merkezi ve azgelişmiş bir periferiyi hedef alan sistemsel yakla­
şımlar Uzakdoğu’daki sınaî atılım karşısında şiddetle eleştirili­
yordu. Yine de bu kavramlar, her türlü determinizm ve ideolo­
jik anlamdan uzak tutulmak kaydıyla, kalkınma sorunlarının
incelenmesinde kaçınılmaz olmaya devam ediyorlar.

Kuzey-G iiney Farklılaşm asının G eçerliği

Üçüncü dünyanın çok farklı yörüngelere oturmuş bölgeler


olarak parçalanması ve komünist dünyanın içpatlaması, soğuk
savaş ve bağımsızlaşma dönemlerinden kalan uluslararası iliş­
kilerin (Batı-Doğu, Kuzey-Güney) temellerini yeniden tartış­
maya açtı [Coussy, 1986], Ne de olsa, ekonomik ve siyasi ev­
rimlerin her bölgede homojen olması -Güney Amerika, Sahra-
altı Afrika, Arap dünyası, Hint dünyası, Çin dünyası- Bra-
udel’in bahsettiği “uzun, bitip tükenmeyen, sürekli kaderleri­
ne uyum sağlayarak, diğer bütün kolektif gerçekliklerin varlı­
ğını aşan gerçekliklerin üstünlüğünün, medeniyetlerin kalıcı­
lığının en güzel kanıtı değil midir [1969, s.3 0 3 ]? Dünya alanı­
nın, özel bir kriter üzerine kurulu her türlü başka paylaşımı
(kişi başı gelir gibi), her şeyleriyle birbirleriyle zıt olan ulusla­
rın tarihsel-iktisadi bir konjonktür temelinde birbirlerine ya-
kınlaşunlmaları son derece keyfi olmaz mı?
Şüphesiz, daha önce de belirttiğimiz gibi, son tahlilde bu
bölgesel alanların kendilerine özgü nitelikleri bu bölgelerin
küresel ekonomiye dahil olmalarını ve küreselleşme sürecin­
den faydalanma yeteneklerini açıklar [Adda, 1986]. Yine de,
kapitalizmin Avrupa’dan başlayıp dünyanın geri kalanına ya­
yılmasının gerçekleştiği tarihsel koşullar, küresel ekonomiyi
etkilemeye ve kapitalizmin yola çıktığı ve karşılandığı kutup­
larda temel eşitsizlikleri sürdürmeye devam ediyor.
169
Kuzey-Güney çatışmasını oluşturan bu eşitsizlik, bütün bi­
rikim süreçlerin in esas içerikleriyle ilgilid ir: serm aye ve
emek. Neoklasik uluslararası ticaret yaklaşımı, her ülkenin
uluslararası düzeyde uzmanlaşmasını onun faktör donanımla­
rı ile açıklayıp, üretim faktörlerinin farklı kombinasyonları
hakkında herhangi bir eşitsizlik ortaya koymadan ve dolayı­
sıyla ilgili devletlerin faktör donanımlarının yarattığı bu uz­
manlaşmaların eşitsizliğini göz önüne almaz. Bununla bera­
ber, gelişmekte olan ülkelerin bir özelliği olan sermaye kay­
nağı eksikliği, gelişmiş ekonomiler için de olası bir iş gücü
kıtlığı şeklinde cezalandırıcı olabilir. Bu ülkeler de, daha çok
sermaye üzerine kurulu üretim tarzlarım ya da hatta üretimin
daha çok sermaye üzerine kurulu sektörlere kaydırılmasını
teşvik ederek böylesi bir olasılığı geçici olarak durdururlar,
Asya’nın yeni sanayileşmiş ülkelerinde yakın tarihte bu yol
kullanıldı. Bazen de azgelişmiş ülkelerden gelen göçmen iş
gücüne yönelirler, altmışlı yıllarda Batı Avrupa’da görülen du­
rum budur örneğin.
Kuzey-Güney arasındaki “sınır” nerede olursa olsun (Ame­
rika Birleşik Devletleri/Meksika, Doğu Avrupa/Mağrip-Türki-
ye, Japonya-Avustralya/Güneydoğu Asya) Güney’den gelen
emek arzı neredeyse sonsuz bir esneklik içerir ve kendi ülke­
sindeki istihdamla maaşlar ne kadar düşükse, emeği alan ülke­
deki normlara oranla o kadar kötü şartlarda istihdam edilmeye
razıdır. Konjonktür değiştiği anda da, sınır kapatma ve sınırdı-
şı etme önlemleri, göçmen işçi arzını kontrol etmek üzere sa­
nayileşmiş ülkelerin büyük ölçüde yararlandıkları uygulama­
lardır.
Gelişmekte olan ülkeler dışarıyla finansal ilişkileriyle ilgili,
uluslararası finansal akışların dışlanması anlamına gelen borç­
larını reddetmekten başka hiçbir karşılaştırılabilir düzenleme
aracına sahip değildir. Dış finansman ihtiyacı, ister bir iç tasar­
ruf yetersizliğinden, ister yetersiz bir ihracat kapasitesinden
kaynaklansın, bu ülkeleri alacaklıları karşısında nesnel bir ba­
ğımlılığa itiyor. Gerekli sermaye hacmi deyin, finansmanın do­
ğası (yardım, kredi, plasman, yatırım) ya da finansmana özgü

170
şartlar deyin, Kuzey-Güney sermaye akışını yönlendiren para­
metrelerin tamamı, gelişmekte olan ülkeleri dışlayan bir karar­
lılığa hedef oluyor, böylece bu ülkeler uluslararası finansal
konjonktürün hareketlerine karşı savunmasız hale geliyorlar.

Bağım lılığın Yapısı

Gelişmekte olan ülkelerin özelliği olan sermaye eksikliği so­


runu kalitatif bir boyut da taşıyor. Aslında ithal ettikleri teknik
yeniliğin yapısına oldukça bağlıdır bu. Eski sanayileşmiş ülke­
lerin neredeyse lekelinde olan teknik gelişme, ürün ve üretim
sürecini yenileme anlamında, gelişmekte olan ülkelere doğru
herhangi bir kaymaya sebep olmaz. Genellikle araştırma-geliş-
tirme çabasını ortaklaştırmayı hedefleyen şirketler arası strate­
jik birleşmeler, bu alanda bir uluslararasılaşma olduğunu ka­
nıtlıyor ama bu sanayileşmiş ülkelerle sınırlı kalıyor.
Teknik yeniliğin gelişmekte olan ülkelerde yayılması, kulla­
nılmaya başladıktan sonra, çokuluslu şirketlerin yatırımları,
taşeronluk anlaşmaları ve lisans devirleri kanalıyla gerçekleşir.
En iyi durumda, yerli üreticilerin yabancı teknikleri sahiplen­
mesinin önünü açar, ama yeni keşiflerin bu ülkelerde devamı
nadiren gelir. Bunun gelişmekte olan ülkeler için getireceği so­
nuçlardan biri de, ihracat hacmi ve ticaret hadleri tarafından
belirlenen ithalat kapasitesi ve üretim yatırımı arasındaki yapı­
sal bağdır. Chenery’nin “iki açık” modelinde açıkça belirttiği
bu engel, özellikle ihracat tabanını çeşillendirememiş ve ulus­
lararası uzmanlaşmalarım değiştirememiş ülkeler için büyük
önem taşımaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin bir eksikliğine
işaret eder, bu eksikliğin en önemli özelliği, donanım ürünleri
sektörünün yokluğu ve sanayide bilinç ve iş bilgisinin zayıflı­
ğıdır. Bu durumda, teknik yeniliğin içselleştirilmesi sürecinin
başlaması, azgelişmişlikten çıkmanın başlıca ölçütlerinden biri
haline geliyor.
Gelişmekte olan ekonomilerin gelişmiş dünyaya olan ba­
ğımlılığı bu durumda iki ana boyut taşıyor: mali ve teknolojik.
Çoğu zaman özerkliğin tamamen kaybedilmesine neden olan
171
bu bağımlılık [Caporaso, 1978] dünya ekonomisinin hiyerar­
şik özelliğine bağlı engellerin bir sonucudur ve bu engeller kı­
sa vadede bir ekonominin gelişmesine izin vermiyorlar ama
uzun vadede kesinlikle dokunulmazlıkları yoktur. Toplumla-
nn uzun dönemde bu engelleri kaldırma yeterliliklerinin ana­
lizi, bir disiplin olarak ekonominin alanını fazlasıyla aşıyor.
Diğer bilimlerin arasında, her topluma özgü tarihi, yaşadığı
çatışmaları ve onu birleştiren değerleri devreye sokuyor. Kısa
vadede doğru dürüst baş edilemeyen, uzun vadede de ortadan
kaldırılamayan bu engeller, ödeme dengelerinde ikide bir
meydana gelen krizlerin sebebidir. Bu krizler de, alacaklı ülke­
lerin ekonomi siyasetinin nasıl yürütüleceğine karışmalarına
fırsat doğuruyor. Bu karışma, Bretton Woods anlaşmalarının
imzalanmasından sonra koşullar ( “conditionality”) mekaniz­
masının kurumsallaşmış şeklini alıyor.

Peri/eri Alanının Yapısal H eterojenliği

Küresel ekonomik alanın yapısal bakımdan farklılaşmasın­


daki bir başka etmen maaş koşullarıyla ilgilidir. 1994’te geliş­
mekte olan ülkelerin imalat saanayiinde, cari kurdan, saat başı
ortalama iş gücü maliyeti (sosyal ödenekler dahil) en iyi du­
rumda (Singapur) altı dolara ulaşıyordu, bu rakam sanayileş­
miş ülkelerdekinin ortalama üçte biri kadardı. Çin, Hindistan
ve Endonezya’da bu rakam bir dolar civarındaydı, Batı Alman­
ya’daki karşılığı ise yirmi yedi dolardı.
Üç etmen bu farkları anlamamızı sağlıyor. Birincisi, nüfus
patlamasına bağlı iş gücü arzı fazlasıdır. Kırsal göçü buna ek­
lersek, geleneksel azgelişmişlik yorumlarında, bu durum iş
gücünün yeniden üretim maliyetini oluşturan reel maaşları
hâlâ asgaride tutuyor. Bu nüfus patlaması, eşitsiz gelişmiş top-
lumlarm ilişkiye girmesiyle ortaya çıkan geleneksel nüfus re­
jimlerinin istikrarsızlığından ayrı tutulamaz. Batılı tıp yöntem­
lerinin yayılmasıyla ölüm oranının hızla düşmesinden ve do­
ğum oranlarının da, Çin ya da Singapur gibi devlet dayatma­
sıyla değilse bile esas olarak iç belirleyiciler (özellikle kadınla­
172
rın din ve eğitim i) tarafından fazlasıyla durdurulmasından
kaynaklanır.
İkinci etmen, gelir paylaşımım alt üst edecek işçi örgütleri­
nin kapasitesiyle ilgilidir. 19. yüzyılın sonundan itibaren Batı
Avrupa'da sendikal örgütlerin güç bakımından yükselişi, ulus­
lararası rekabetten büyük ölçüde korunan ekonomilere müda­
hale elti. Diğer yandan otuzlu yıllarda ekonomik liberalizmin
çöküşü sosyal koruma aygıtlarının genelleşmesine ve ikinci
Dünya Savaşı’ndan sonra maaş belirlenm esinde devletlerin
araya girmesine büyük ölçüde katkıda bulundu. Buna karşılık,
maaşla kâr arasında katma değer paylaşımı gelişmekte olan ül­
kelerde ciddi bir biçimde dengesizliğini sürdürmüştür. Sendi­
kalaşma çabalan oralarda, baskıcı devlet aygıtları tarafından
iyice küçültülmedikleri zaman bile yapısal iş gücü arz fazlası
yüzünden engellendi. Oraya yatırılmış yabancı sermayelerin
hareketliliği ve dünya pazarının dayattığı rekabet baskısı ma­
aşların artmasını birlikte engellediler. Devletlerin egemen sını­
fa hâkim olmaktaki yetersizliği sendikal örgütlerin güçsüzlüğü
gelirin yeniden dağıtılması ve sosyal korumanın gelişmesi için
gösterilecek çabanın önünü tıkadı. Anlamlı bir biçimde, maaş­
lı tabakayı örgütlemek ve gelir dağılımını değiştirmek için ba­
şarılı sayılabilecek nadir girişim ler dış rekabetten korunan
hızlı sanayileşme evresinde meydana gelmiştir (kırk ve elliler­
de Güney Amerika’da, seksenlerde Güney Kore’de).
Daha genel olarak, bir pazar ekonomisinde toplumsal ürü­
nün yeniden paylaşımının, karşılıklı toplumsal güçler arasın­
daki güç ilişkileri dışında hiçbir spesifik yasaya boyun eğme­
diği söylenebilir. Büyük ölçüde modem kapitalist ekonomiler
çerçevesinde kurumsallaşmış toplumsal uzlaşmalar adıyla bili­
nen bu ilişkiler farklı üretim tarzları iletişime girdiği anda öz­
lerindeki şiddeti dışa vururlar. İş gücünün yeniden üretimi en
azından kısmen parasal ekonominin dışından karşılanabilir
hale geldiğinde bu durum oluşur, gelişmekte olan ülkelerde
sık rastlanan bir şeydir. Böyle bir durumda maaşın hiçbir ta­
ban fiyatı olmaz: verili fiyatların genel bir düzeyine göre iş gü­
cü üretiminin parasal değerinin altında olabilir, o da, pazarın
173
gerekliliklerinden kurtulm uş bir geçim lik ekonom i içinde
kendi yaşam koşullannı yaratabilir [Meillassoux, 1979]. Kapi­
talist üretim tarzının nüfuz edişindeki tamamlanmamışlık du­
rumu, gelişmekle olan ülkelerdeki maaş gelirlerinin oluşu­
munda olumsuz etkileri olan üçüncü etkendir. Teknik yenilik­
lerin dışarıda bırakılması ve donanım mallan üretim sektörü­
nün olmaması hususunda daha önce de değinmiştik, kapita­
lizmin bu tamamlanmamış nüfuz edişi periferik alanın en
önemli özelliği olsa gerektir ve bu anlamda eski sanayileşmiş
ülkelerin homojen alanından özü itibariyle ayrılır.

Periferi ve Yan Periferi

Savaş sonrasında Birleşmiş Milletler’in Latin Amerika Eko­


nomik Komisyonu’nun (CEPAL) ekonomistleri tarafından ha­
zırlanan -özellikle Raul Prebish ve Hans Singer- “merkez-peri-
feri sistemi” teorisi periferik alanı tanımlamak için üretim ya­
pılarının ikililiğini vurguluyordu. Teori bu ilk kritere, dünya
pazarlarındaki reel fiyatların ekonomilerin büyüme potansiye­
lini belirlediği birtakım brüt, tarımsal ya da madeni ürünlerin
ihracatında aşırı uzmanlaşmayı ekliyordu. Merkezin özelliği
ise aksine, kapitalizmin sosyo-ekonomik alana bütünüyle hâ­
kim olması, üretilip ihraç edilen ürünlerin aşırı çeşitliliği ve iç
pazarla ithalatların dengeli bir biçimde büyümesidir.
Şüphesiz, bu kriterler eski sanayileşmiş ülkelerle Sahra-altı
Afrika ya da Arap dünyası gibi bazı gelişmekte olan ülkeleri
karşı karşıya getirmeye devam ediyordu. Bununla birlikte bu
kriterler, altmışlı yıllardan itibaren birçok gelişmekte olan ül­
kede yayılan sanayileşme süreci ve duruma göre başarısızlığı
ya da başarısı hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. Yukarıda sö­
zü edilen bölgelerin konumları tipik olarak periferik olmaya
devam etse de, Uzakdoğu, Brezilya ya da Meksika için aynı şey
söylenemez, çünkü bu ülkelerin sanayi hamleleri ve imalat
ürünleri piyasalarındaki payları onları dünya ekonomisinin
peri ferisinden kopartıyor. Benzer şekilde, eğitim düzeyi, bilim­
sel potansiyel ve Doğu Avrupa’nın eskiden sanayileşmiş eko­
174
nomilerinin sermaye stoku bu bölgelere ne merkezi ne de pe­
riferik olan ayrı bir statü veriyor.
Braudel ve Wallerstein tarafından kullanılan yarı periferi
kavramı CEPAKin yorumuna esneklik ve dinamizm katarak
yararlı bir şekilde tamamlanır. Kapitalizmin dünya ölçeğinde
genişlemesi, sadece eşitsiz gelişen ekonom iler arasında ege­
menlik ilişkilerini ortaya koyması anlamına gelmez. Aynı za­
manda sermayenin, tekniğin ve yönelim metodlarının yayıl­
masının motorudur, bu da elde edilmiş avantajlar üzerine sü-
regiden bir tartışmanın sebebidir. Rekabet dinamiğinin hege­
monya döngülerinin zincirlenmesiyle tarihsel düzeyde nasıl
gerçekleştiğini görmüştük. Bunun en çarpıcı yönü, genellikle
ağır krizlerin ardından kapitalist ekonomi-dünyanın ağırlık
merkezinin yer değişmesidir. Bugüne kadar dünya sahnesine
yeni ekonomik güçler hep neomerkanlilist politikalarla, hem
yabancı tekniklerin faal bir biçimde sahiplenilmesi, hem de
ulusal pazarların yan kapalı hale getirilmesi yoluyla çıkmıştır.
Yani yarı periferi, öncelikle sermayelerin merkezden yüksek
büyüme potansiyeli olan bölgelere geçmesiyle açıklanan ulus­
lararası kapitalizmin yayılmasının, genellikle devlet tarafından
teşvik edilmiş bir ulusal kalkınma dinamiğiyle karşılaştığı yer­
dir. Güney Kore, Tayvan ve Çin bu anlamda sadece muzaffer
öncülerinin çizdiği yolu takip etmiştir: ABD, Almanya ve Ja ­
ponya, üçü de 19. yüzyılın sonunda “yeni sanayileşmiş ülke­
le rd ir, ticari ve siyasi saldırganlıklarını burada anımsatmak
lüzumsuz.

Periferi A lanmın Küçülmesi

Aslında yarı periferik ulusların geleceği, kapitalizmin yayıl­


ması ve içselleştirilm esi, hatla ulusal olarak üstlenilmesine
bağlıdır. Önceleri Japonya’da, bugün Çin Denizi ülkelerinde
olduğu gibi büyümenin içselleştirilme dinamiği ne kadar güç­
lü olursa, finansal ve teknolojik bağımlılık o kadar az ve son
derece kapalı merkez uluslara erişim de o kadar mümkün
olur. Tabii karşılarındaki meydan okuma da o kadar korkunç
175
olur. Bunun tersine, büyüme itkisini esas olarak dışarıdan al­
maya devam ederse, mesela bir borçlanma krizi sonucunda,
periferik konumda gerileme (sermaye kaçışı ve sanayisizleş-
me) riski sürer.
Birinci durumda, ekonomik yeterliliğe geçiş özellikle ülke­
nin net finansal konumunun yeniden dengeye oturtulmasıyla
açıklanıyor, başka bir deyişle, seksenli yılların sonunda Güney
Kore’nin yaptığı gibi, net borç stokunun mutlak değerde orta­
dan kaldırılmasıyla açıklanıyor. İkinci durumda ise, dış tasar­
rufla iç tasarruf arasındaki ikamenin sonuçlan ödemeler den­
gesini kalıcı bir biçimde kırılganlaştırıyor, konjonktürel dön­
güye hasar veriyor, bunun sebebi de yabancı sermaye akışları
ve geri çekilmeleri olduğundan, ulusal sermaye de ülkesine
geri dönüyor ya da kaçıyor. Siyasi istikrarsızlık ve toplumsal
dışlanma da, her zaman kendini ulusal çerçeveden soyutlama­
ya hazır olan kapitalizmin dışsallığımn gerektirdiği doğal so­
nuçlardır, bütün bir yüzyıl boyunca Güney Amerika’da gör­
dük bunu.
Uzakdoğu’yla Güney Amerika’nın arasında kalan Doğu Av­
rupa, küresel ekonomi içinde üçüncü bir yarı periferik ko­
numlanma biçimi gösteriyor. Komünist dönemden bu yana,
edindikleri sanayi kültürü onları yabancı sermaye açısından
potansiyel olarak çekici kılmaktadır. Temel sorun tabii ki söz
konusu toplumların rekabet mantığının onları dağıtmasına
izin vermeden o mantığı özümsemeleriyle ilgilidir. Sanayileş­
melerini tarihsel olarak komünist kampa katılmadan önce ger­
çekleştiren Orta Avrupa ve Baltık ülkeleri, bu sebeple ciddi
kozlara sahip gibi görünüyorlar. Avrupa Birliği ile muhtemel
birleşmeleri, dünya ekonomi sahnesinde onlara Güney Avrupa
ile karşılaştırılabilir bir statü kazandıracaktır. Buna karşılık
Rusya ve Orta Asya ülkeleri, kapitalist aşının başarısının yanlış
anlaşılmasına yol açarcasına bir iç çözülme tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Üretimin çökmesi, eşitsizliğin gözle görülür biçim­
de artması, ilkel ihracat uzmanlaşmasının devam ettirilmesi ve
yoğun dış borçlanmaya gidilmesi, periferik ülke konumuna
gerilemelerinden ya da sert bir siyasi tepkiyle karşı karşıya
176
kalmalarından başka seçenek bırakmıyor gibi görünüyor. Çal­
kantılı bir yüzyılın sonunda kapitalizmin Rusya’ya nüfuz edişi
hâlâ hassaslığını koruyan bir sorun.
Sonuç olarak, gelişmekte olan bazı ülkelerin hızla sanayileş­
melerinin sonucu ortaya çıkan üçüncü dünya patlaması, peri­
ferik alanı dört büyük bölgede daraltmıştır: Sahra-altı Afrika,
Arap dünyası, Orta Asya ve Güney Asya, Hindistan’ın da Gü­
ney ve Güneydoğu Asya’nın büyüme dinamiğine katılma ye­
terliliği hakkında büyük bir soru işareti var. Azgelişmişliğin
özellikleri olarak bilinen nitelikler bütünü bu bölgelerde var
aslında: yaygın işsizlik ve fakirlik, düşük ücretler, yüksek do­
ğum oranı ve çocuk ölümleri (bkz. Tablo VII). Bunlara bir de,
siyasi yapılarının zayıflığı ve dinî ya da etnik şiddetin yayılma­
sı ekleniyor. Uluslararası ticarette marjinalleşmiş, özel serma­
yeden yoksun bu çalkantılı periferi, kaosun eşiğine gelmiyorsa
eğer, gelişmiş ülkeler tarafından ancak kendi istikrarı için bir
tehlike -nüfus, göç, terör- teşkil ettiği zaman dikkate almıyor.

177
İKİNCİ BÖ LÜ M
ZITLAŞMA VE ÎŞBİRLtĞt

Bağımlılık hakkındaki tanışm a ellili ve altmışlı yılları kasıp


kavurmuştu. Yirminci yüzyılın son çeyreğinin hâkim sözcüğü
karşılıklı bağımlılık oldu. İlk dönem boyunca fiyat değişkenle­
rinin istikrarı uluslararası ekonominin en önemli özelliklerin­
den biri olmuştu: döviz kurları, ticaret hadleri ve faiz oranlan.
Küresel ekonominin yapısal biçimleri -ABD’nin egemen duru­
mu, Güney’in Kuzey’e bağımlılığı- tabii ki işleyişi hakkındaki
düşüncenin merkezindeydi.
Yetmişli yılların başındaki enerjetik ve parasal çöküş, bu ulus­
lararası düzenin sonunun geldiğini bildiriyordu. 1973 yılından
itibaren paralann dalgalanması ve beraberinde petrol şokunu ge­
tiren ticaret hadlerinin alt üst olması yeni bir karşılıklı bağımlı­
lık bilinci oluşturdu ve uluslararası ilişkiler ve ulusal politikalar
açısından en stratejik fiyat değişkenleri üzerinde radikal bir be­
lirsizliğe sebep oldu. Bu altüst oluşlar, küresel ekonomi hakkm-
daki araştırmalara yeni bir yön veriyordu. Küresel teorik yakla­
şımların yerine küresel fiyat dalgalanmalannın ulusal ekonomi­
lere etkisinin ampirik tahlilini, uluslararası konjonktürde daha
kesin teşhisler konmasını ve başlıca sanayileşmiş ekonomiler
arasındaki ilişkilere egemen olan bazı bağları nicelendirmeyi
sağlayacak çokuluslu modellerin oluşturulmasını getiriyordu.

179
Karşılıklı bağımlılıktan daha keskin olan bu bilinç uluslarara­
sı ticaret koşullarını etkileyen değişkenlere dayanmaya devam
ediyordu. Avropazarlann ortaya çıkmasının para politikalarının
sürdürülmesi üzerindeki etkisi hafife alınacak gibi değildi. Ama
birinci petrol şokunun yarattığı daralma etkisine “Para Yıla-
nı”nın hiç direnç göstermediği Avrupa dahil, bu etki kur dalga­
lanmalarıyla hafifletildi. 1970’li yıllarda finansal global izasyon-
daki gelişme, ekonomi politikaları üzerinde yoğunlaşan bütçe
açıkları, dış borçlar gibi çeşitli baskıların bir sonucu olarak orta­
ya çıkmıştır. Cari ödemeler dengesindeki geleneksel sorunlar
bundan böyle iç ve dış borçlar sorunu olarak sürmektedir.
Kuzeydeki finansal entegrasyonun kısmen tamamlanması ve
1980’li yıllarda üretken sermayenin artan hareketliliği, devletler
arası bağımlılığın sınırlarını belirledi. 1980’li yılların sonuna
doğru ABD’nin ekonomi politikalarındaki canlanma, dünya ser­
mayesini yakalamada uluslararası rekabetin yeni bir biçim aldı­
ğına işaret ediyordu. Gelişmekle olan Ökelerin dünya finans pi­
yasalarının dışında kalmasıyla, Amerikan ekonomisinin dünya
tasarruflarını kendine çekmesi, Latin Amerika’da krizin çıkma­
sına ve giderek diğer bölgelere de yayılmasına yol açtı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde reel faiz oranlarındaki yük­
seliş sanayileşmiş diğer ülkeleri para politikaları konusunda
yeniden sıkıştırıyordu. Bu ülkeler finans piyasalarını kurutan
bu durumu engelleyemiyorlardı. Amerikan ödemeler denge­
sindeki açığın büyüklüğü ve 1980’li yılların ikinci yarısında
durumun giderek güçleşmesine, döviz ve hisse senedi piyasa­
larının alt üst olmasına yol açtı. Uluslararası finansal ilişkiler­
de anlaşmazlıkların çözümü de zorlaşmıştı. Ayrıca, bilgi tek­
nolojisindeki gözle görülür ilerlemeler ve iletişim araçları ge­
nişlemesi sayesinde üretimin küreselleşmesinde kaydedilen
ilerleme doğrudan yatırımları çekme ve iş gücü akışı konu­
sunda ülkeler arasında yeni bir rekabet biçiminin ortaya çık­
masına yol açlı.
Para ve finans piyasalarındaki olumsuz etkilere açık kalan
ekonomi politikaları, vergi ve yönetmelikler konusundaki hâ­
kimiyetleri ile konjonktürel gelişmeyi sürdürme konusundaki
180
gayretlerini bir kenara bırakarak, uluslararası rekabetin getir­
diği zorunluluklar karşısında boyun büktüler. Küreselleşen
özel sektörün ulusal karakter taşıyan mevcut yasalarla çeliş­
mesi ancak uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi ile düzelti­
lebilirdi. 1980’li yılların ortalarından itibaren Amerika Birleşik
Devletleri’ni saran mali kriz korkusu ve ekonominin durgun­
luğa sürüklenmesi riski, bu işbirliğini, özellikle belli başlı sa­
nayileşmiş ülkeleri makro ekonomi politikalarının koordinas­
yonu konusunda cesaretlendirdi. Avrupa’da da, sanayide geri­
lemenin yarattığı panikle birlikte, Berlin duvarının düşmesi­
nin ardından ortaya çıkan yeni durum bölgesel bütünleşmeyi
kamçıladı. Devletlerin para politikaları üzerindeki muhtemel
baskıları kaldırmak amacıyla bir parasal entegrasyon planının
ortaya konulmasına yol açtı. Nihayet, Latin Amerika’daki fi­
nans sektörünün zayıflaması, Afrika’da istikrar politikaların­
daki başarısızlık ile Doğu Avrupa'da piyasa ekonomisine geçiş­
te karşılaşılan zorluklar, Bretton Woods sisteminin mirası olan
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası düzenleyici role sahip
kurumlann geleceğinin aynı zamanda da uluslararası para sis­
teminin geleceğinin sorgulanmasına yol açtı.

KARŞILIKLI BAĞIMLILIĞIN İLK DÖNEMİ

Bütün ekonomik sistemleri oluşturan karşılıklı ekonomik ba­


ğımlılık savaş sonrası büyümenin altın çağında bile yok olma­
dı. Ama döviz kurları ve ticaret hadlerinin istikrarıyla (Kore
Savaşı’mn hammadde fiyatlarını zıplatm asını istisna kabul
edersek) ve ciddi sermaye hareketleri düzenlemeleriyle etkile­
ri hafifletildi.
En önemli siyasi risk, doların uluslararası statüsü sorunu
küresel büyüme ritmini hiç etkilemiyordu. Avrupalılar Ameri­
kalıları enflasyonlarını ithal etlikleri için suçlayabilirlerdi, ser­
maye akışlarının kendi ekonomilerine dinamizm kazandırdığı­
nı biliyorlardı. Sonuçta 1971 Ağustosu’yla 1973 Şubatı arasın­
da Bretton Woods sisteminin çöküşünün küresel büyümenin
hız kazanmasına yol açması dikkat çekicidir. Kısacası, karşı­
181
lıklı bağımlılık vardıysa da, pratik olarak sadece yararlı tarafla­
rı ortaya çıkıyordu.
Karşılıklı bağımlılığın bir sorun olarak bilincine varılması
ancak birinci petrol şokundan sonra olmuştur, devletlerin
ekonom i siy asetlerin d eki seçenek yelpazesin i daraltarak
özerkliklerini tehdit eder hale gelmiştir. Seksenli yıllarda iki
önemli gelişme daha bu bilinci sivriltecektir: gelişmekte olan
ekonomilerin borç krizi ve ABD'nin dünyanın geri kalanı kar­
şısında mali konumunun ters dönmesi. Bunlara bir de doksan­
lı yıllarda Avrupa Para Sistemi krizi ve yeni ortaya çıkan eko­
nomilerin krizi eklenecektir.

Petrol Şoklan ve Ekonomi Siyasetlerinin Değişimi

Ekim 1973’le Ocak 1974 arasında petrol fiyatlarının dörde


katlanması şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileş­
miş ekonomilerin karşılaştıkları ilk küresel şoktu. Böylece ilk
kez dünya ekonomisinin izlediği seyir, sanayileşmiş merkez
ekonomilerinin dışında kalanların aldığı bir dizi kararla sar­
sıntıya uğramış oldu, ilk defa, tüm sanayileşmiş ülkeler aynı
zamanda ve neredeyse aynı şekilde bu dış şoktan etkilenmiş­
ler, o güne kadar hiç hesaba katmadıkları bir “dış çevre” karşı­
sındaki savunmasızlıkları ortaya çıkmıştı.
Şüphesiz, dünya üretim kapasitesindeki sürekli artış göz
önüne alındığında, yetmişlerin başından itibaren petrol fiyatla­
rında yüksek bir artışın olacağı büyük ölçüde öngörülebilirdi
(Chasseriaux, 1982; Criqui ve Kouznetzoff, 1987]. Yine şüp­
hesiz, düşük fiyat seviyesiyle üretiminde zarar gören ABD’nin
stratejik çıkarlarına uygun olduğu da birçok kişi tarafından
söyleniyordu. Yine de, ne fiyat artışının büyüklüğü, ne de ger­
çekleştiği koşullar dünya pazarı üzerinde biriken gerilimler-
den kaynaklanmıştır. Her şeyden önce, o zamana kadar arzın
mutlak hâkimi olan OPEC’le “yedi kardeşler” karteli arasında­
ki güç ilişkilerinin yön değiştirmesinden ve Arap ülkelerinin
petrol silahını İsrail’e karşı kullanma kararını vermesinden
kaynaklanmıştır.
182
Stagflasyonun O rtaya Ç ıkışı

Birinci petrol şoku, daha sonraki 1979-1980 şokunda da ol­


duğu gibi, onu enerji tasarruf politikalarıyla ve alternatif enerji
kaynaklan geliştirerek ortadan kaldırmaya -az ya da çok karar­
lılıkla* çalışan gelişmiş ülkelerin mutlak gücüne meydan oku­
makla kalmadı. Bunun ötesinde, enflasyon ve işsizliğin aynı
anda artmasıyla karşı karşıya kalan ekonomi politikası için de
korkunç bir sorun teşkil ediyordu. Stagflasyon, Phillips eğri­
siyle gösterilen enflasyon ve işsizlik arasındaki dengeyi kur­
maya yönelik geleneksel politikaları da berbat ediyordu. O gü­
ne kadar büyük ölçüde Keynesten esinlenilmiş ekonomi poli­
tikasının kuramsal temellerinin Lartışmaya açılması, bu krizin
ortaya çıkmasıyla aynı döneme denk düşer. Stagflasyonun or­
taya çıkması, monetarizm adı altında, neoklasik düşünceden
mecburen geri dönülmesine sebep oldu, etkileri de seksenli
yıllarda kendini açıkça hissettirdi.
1958’te A.W. Phillips’in ortaya attığı nominal maaşlardaki
artış oranıyla işsizlik oranı arasındaki ters ilişki, Keynesçiler
tarafından enflasyonu açıklayan sebep olarak yorumlanmıştı.
Faaliyetlerin hız kazandığı dönemlerde, emek piyasası üzerin­
deki gerilimler nominal ücretlerde daha hızlı bir artışa sebep
olur, bu da şirketler tarafından fiyatlara yansıtılır. Daha genel
olarak, küresel talepteki artış, şirketlerin üretim kapasitelerini
doyuracak bir düzeye gelir, onlar da fiyatlarını yükselterek bu
durumu karşılarlar. Bunun tersi, durgunluk dönemlerinde iş­
sizliğin artması nominal maaşlar üzerinde bir baskı oluşturur,
maaşların artışı yavaşlar ve enflasyon düşer. Beraberinde, üre­
tim kapasitesinin artması girişimleri fiyat düşürmeye teşvik
eder. Altmışlı yıllarda pek çok ülkede varlığı kanıtlanan böyle-
si bir ilişki, hükümetlere enflasyonun biraz üstünde bir fiyata
işsizliği ve böylece enflasyonu yenme olanağı sunuyordu. Bu­
nun için bütçe ve para enstrümanları yoluyla küresel talep dü­
zeyinde çalışmak yeterli olacaktı.
Petrol şokları bu çekici güvenceyi yok etti. İthalatçı ülkele­
rin milli gelirlerine, enerji bağımlılıklarına göre az ya da çok

183
yapılan kesinli (ABD’de yüzde 1, Japonya’da yüzde 3 ’ün üze­
rinde), ekonomiler üzerinde geriletici bir etki uyguluyordu.
1973’ün ortasından 1975’in ortasına kadar işsizlik oranı Ame­
rika Birleşik Devletleri’nde ve AET’de pratik olarak ikiye kat­
lanmıştı (sırasıyla, yüzde 5’ten yüzde 9’a ve yüzde 2,5’lan yüz­
de 5’e). Mantıken, enerji fiyatlarının artması maaşların satın
alma gücünü, milli gelirden alınacak orana göre azaltmalıydı.
Hiç böyle olmadı. Sanayileşmiş ülkelerin çoğunda yürürlükte
olan maaşları endeksleme mekanizmaları reel maaşların düşü­
rülmesine engel oldular, sonuçta enerjinin pahalılaşması şir­
ketler tarafından istihdam azaltılarak karşılandı. Fiyat endek­
sinde enerji ürünlerinin ağırlığını kabul edersek, petrol şoku­
nun enflasyon üzerindeki mekanik etkisi yüzde 2-2,5 seviye­
sinden yukarı çıkmamalıydı. Pratikte, endeksleme mekaniz­
malarının harekele geçirdiği fiyat-maaş spirali, sanayileşmiş
ülkelerde 1973’ün ortasında ortalama yüzde 8 olan enflasyonu
iki yılda yüzde 15’e çıkardı.
Maaşların endekslenmeşin in tek sonucu katma değer pay­
laşımının kârlar aleyhine bozulması olmadı. Buna paralel ola­
rak, bazı ülkelerin (özellikle Avrupa’da) aşmakla çok zorlana­
cağı enflasyonist bir durgunluğa da sebep olmuştur. O sırada
başlıca sıkıntı istihdam hakkındaydı. Sanayileşmiş ülkelerin
çoğunda bütçe enstrüm anları, iktisadi faaliyeti destekleme
yolunda kullanıldı. Durgunluğun artmasını kısıtlamaya yar­
dım etse de, talebin korunması temel olarak arzın verimliliği­
nin çöküşüne bağlı bir işsizliği yok etmeye yelmiyordu. Aksi­
ne, petrol fiyatlarının yükselmesi ve bundan kaynaklanan
uluslararası rekabet yüzünden zaten kırılganlaşmış dış denge­
ler üzerinde olumsuz etkileri vardı, çünkü her ülke petrol fa­
turalarını kendi pazar payını diğerlerinin aleyhine büyütecek
şekilde düzenlemeye çalışıyordu. Fiyatların düşmesini de sağ­
lamıyordu. Aksine, 1976’dan itibaren uygulanmaya başlayan
kemer sıkma politikalarının da, başlangıcını talep fazlasına
bağlayamayacağımız bir enflasyonun üzerinde hiçbir etkisi
yoktu.

184
Ekonom i Politikalarının D eğiştirilm esi

Keynesgil politikaların işsizlik, sonra da enflasyonla (so­


nuç olarak ikisiyle aynı anda) başetmekteki yetersizliği eko­
nomi politikasının kuramsal temellerini baştan sona gözden
geçirmeyi gerektirdi. Elli yıllık bir tutukluktan sonra neokla-
sik ortodoksluktan vazgeçmek de bunun en açık ifadesidir.
Pragmatik monetarizm, enflasyon-işsizliği düzeltme üzerine
kurulu konjonktürel düzenlemenin karşısına para miktarının
düzenlenmesini koydu. Paranın, potansiyel arza paralel ola­
rak düzenli olarak artmasının, enflasyonist beklentileri aşabi­
lecek ve fiyat istikrarını yeniden sağlayabilecek tek şey oldu­
ğunu gösterdi. OECD bölgesinde enflasyon oranını yüzde
13’e yükselten ikinci petrol şoku bu gelişmeyi teşvik etti. Bü­
tün sanayileşmiş ülkelerde, para sıkışıklığı ve buna bağlı ola­
rak işsizliğin artması, maaşlar ve sendikal örgütlere karşı bir
saldırının ve endeksleme m ekanizm alarının kaldırılmasına
sebep oldu.
Keynesgil politikaların monetarist eleştirisi para politikaları­
nın uygulanma koşullarıyla yetinmedi. Bütçe artırma politika­
larının başarısızlığa uğraması ve sosyal devlet krizi, devletin
ekonomiye müdahale etmesini sistematik bir biçimde tartış­
maya açtı. Keynes’in savunduğu kamu harcamalarının artan
etkisinin karşısına, neoklasikler özel talebin azalan etkisini
koydular. Buna göre, bütçe açığındaki her büyüme, borçla fi­
nanse edildiği zaman, faiz oranları artacağı için özel talebin
azalmasını teşvik edecektir.
Kamu finansman bakiyesi konjonktürel etkilerden mahrum
kalırsa, yapılan zorunlu kesintiler de ekonominin potansiyel
büyümesini olumsuz etkileyecektir buna karşılık. Devlet borç­
larını kontrol altına alamayan sanayileşmiş ülkeler, yetmişli
yılların ikinci yarısında kamu harcamalarındaki yükselişi ver­
gileri artırarak telafi etmeyi denemişlerdi. Laffer eğrisi olduğu,
tasarruf ve özel teşebbüse, dolayısıyla büyüme ve vergi girdile­
rine fazladan bir vergi koymanın olumsuz etkilerine dikkat çe­
kerek, böylesi bir politikanın sınırları olduğunu onaya koy­

185
muştur. ABD’den başlayan zorunlu kesintilerin azaltılma hare­
keti seksenli yıllarda bütün sanayileşmiş ülkelere yayıldı.
Aynı mantıkla, Avrupa ekonomilerinin krizi aşmakla ve iş­
sizliği yok etmekteki özgün sıkıntıları, Keynesgil dönemden
kalan yapısal sorunlara dayandırılıyordu: emek pazarındaki
aşınya varan düzenlemeler, finans pazarlarının bölünmesi, fi­
yat denetimi, kamu sektörlerinin ekonomiye egemen olması.
Ekonominin küreselleşmesinin getirdiği yeni karşılıklı bağım­
lılıklar ve yeni aktörlerin güçlenmesi karşısında ulusal ekono­
milerin çok esnek bir yapıya bürünmesi, bir başka deyişle pa­
zar ve özel teşebbüsün liberalleşmesi gerekirdi. Kuralsızlaştır­
ma, özelleştirme ve vergi baskısının azaltılması bundan böyle
liberalizme dönüşen ekonomi politikalarının düsturu haline
gelecekti.
Bu dönüşümü, sadece rakip düşünce ekollerinin sağlıklı re­
kabetinin ürettiği teorinin inceleşmesinin bir sonucu olarak
görmek yanlış olacaktır. Bu her şeyden önce, küresel ekono­
mideki değişimlerle her ulusal ekonomideki çeşitli sektörlerin
güç ilişkilerinin gelişmesi arasındaki dinamik ilişkinin ürünü­
dür. Böylece, örneğin, girişimlerin ve sermayenin vergi yü­
kümlülükleri uluslararası rekabetin artması nedeniyle her yer­
de azaltıldı. Özelleştirmeler, kamu işletmelerine yeniden işler­
lik kazandırmak amacı gütmekten ziyade, çoğunlukla devletin
finansman ihtiyacını ya da borç yükünü azaltmak için bir araç
olmuştur. Merkez bankalarının monetarizme geçişi ise, teorik
yaklaşımlardan (seksenli yıllarda finansal alanın değişimine
hiç direnmeyeceklerdir) ziyade dizginlerinden kurtulmuş bir
uluslararası rekabet bağlamında maaş gelişmelerini disiplin al­
tına alma ihtiyacıyla yapılmıştır.

Meksika Sendromu ya da
Uluslararası Finansın Tehlikeleri

Pelrodolarlar tedavüle sokularak OPEC fazlasının yaklaşık ya­


rısının yarı periferik ülkelere geçirilmesiyle petrol şoklarının
dünya ekonomisi üzerindeki durgunlaştırıcı etkileri telafi edi­
186
lebildi. Yetmişli yıllar boyunca, gelişmekle olan ülkelerin itha­
lat lalebi, sanayileşmiş ülkelere krizler sırasında değerli bir pa­
zar olanağı yaratarak küresel talebin en dinam ik parçasını
oluşturmuştu. Yetmişlerin sonuna kadar, Körfez ülkelerinin
tasarruf fazlası, uluslararası kredi sistem inin yarattığı dina­
mizm ile gelişmekle olan diğer bölgelere transfer edildi. Borç­
ların birikmesi ve kullanılma şekli hakkında bazı uzmanların
endişeleri de bu denli kârlı bir mekanizmayı durduracak çapta
değildi. Bankalann durumun ciddiyetini idrak etmeleri için
ikinci petrol şokunun, uluslararası faiz oranlarının artmasının,
küresel durgunluğun ve hammadde fiyatlarındaki düşüşün
borçlu ülkelerin ödemeler dengesini sarsacak duruma getir­
mesini beklemeleri gerekti.

B an kaların Kurtarılm ası

Ağustos 1982’de Meksika borçlarım ödeyemeyeceğini res­


men ilan ettiğinde, bankaların sadece Güney Amerika ülkele­
rinden bir yıldan uzun vadeli alacakları 200 milyar dolara ula­
şıyordu. Karşılaştırma yapacak olursak, dünyanın ilk yüz ban­
kasının öz kaynaklarının toplamı aynı tarihlerde 150 milyar
dolar kadardı. Oysa Amerikan bankalarının oluşturduğu pro­
vizyon seviyesi belirsiz alacaklarının yüzde 5’ini aşmıyordu.
Paniğe kapılan bankalar Meksika krizine, bütün Güney Ame­
rika ülkelerine yaptıkları finansmanı tamamen keserek ve böy­
lece krizi bütün kıtaya yayarak tepki verdi.
Borçlu ülkelerin zincirleme iflası ve uluslararası finans siste­
mindeki istikrarsızlıkla karşı karşıya kalan sanayileşmiş ülke­
ler, temeli zaman kazanmaya dayalı bir strateji geliştirdiler. Bu
stratejinin ilk hedefi ana borcun vadesi gelmiş kısmının zama­
na yayılması riskine çare bulmak (yeniden vadelendirme denen
teknik) ve borç faizini kısmen yeniden finanse etmekti. Borçlu
ülkelere sağlanan bu ödeme kolaylıkları, bu ülkelerin iç talep­
lerini cari işlemler dengesi ile uyumlu bir seviyeye getirecek şe­
kilde bir istikrar politikası uygulamaya koymaları koşuluyla
sağlanmıştı. IMF tarafından titizlikle uygulamaya konulan bu
187
stratejinin kuşkusuz borçlu ülkelerdeki büyümeyi durdurmak
gibi bir kusuru vardı. Yani seksenli yıllar Birçok Güney Ameri­
ka ve Afrika ülkesinin kalkınmasında kaybedilmiş yıllardır. Bu
resmi strateji, borçlu ülkeleri borç faizi ödemelerinin büyük bir
kısmını kendi kaynaklarıyla karşılamaya zorlayarak bankalara,
borçların ödenmemesi riskine karşı ve bilançolarını toparlama­
ları için zaman kazandırıyordu [Adda, 1990],
Bu toparlamanın yolu, bankaların alacaklarının temerrü­
dünden, öz kaynaklarının artırılmasından ve zararlar için pro­
vizyon oluşturulmasından geçiyordu. Bütün bu varsayımlar sı­
kıntıdaki ülkenin borç faizlerini ödeyebileceğini temel alıyor­
du. Bu olmadığında, alacaklarının “karşılanamayacağf’nı bil­
dirmeleri gerekiyordu, bu da kaçınılmaz olarak bu bankaların
hisse senetlerinin borsada kaybetmesi, uluslararası kotasyon­
larının da düşmesi demekti, böylece dünya finans piyasaların­
dan yapacakları borçlanmalar da daha pahalı hale gelmiş ola­
caktı [Norel, 1990], Yani yeniden vadelendirme tekniği yıllar
boyunca gelişmekte olan ülkelerin birikmiş borçlarının değe­
rinin muhafaza edilmesini sağlamış oldu. Halbuki bu ülkeler
ana borcu geri ödemiyorlardı.

B a ker Planının Yarattığı S erap

On yılın ortasında borçlu ülkelere dayatılan durgunlaştırıcı


ayarlama politikalarının etkileri tahammül sınırlarına ulaştı.
Bu politikalar görevdeki hükümetlerin politik olarak radikal­
leşmesini teşvik ederek borçların ertelenmesinin önünü aça­
bilme tehlikesi taşıyordu. Ekonomik olarak ise, Güney Ameri­
ka’daki borçlu ülkelerin iç pazarlarının daralması, Ameri­
ka’nın ihracatını durduruyordu, böylelikle Amerika Birleşik
Devletleri’nin ticaret açığını da giderek büyütüyordu.
Amerikan Hazine Müsteşarı, Jam es Baker, 1985 yılı sonun­
da, krizden çıkmak için yeni bir strateji öneriyordu. Borçlu ül­
kelerin talebinin konjonktürel düzenlemesine arzı artıracak
yapısal bir politika eklenmeliydi. Borcun ödenmesi, borçlu ül­
kelerin ekonomik durgunluğuna değil büyümesine bağlıdır

188
fikri vardı. Büyümeye dönüş için alacaklı ülkelere yapılacak
net transferin düşürülmesi, dolayısıyla bankaların finansal gir­
dilerinin artırılması gerekiyordu. Bu bankalar öncelikli on beş
ülkeye (on tanesi Güney Amerika ülkesidir) üç yıllık net 20
milyar dolarlık kredi açmaya davet edildiler. Buna paralel ola­
rak IMF ve Dünya Bankası’mn da koşullandırmanın uygulan­
masındaki karşılıklı rolleri yeniden dengelenm iş oluyordu.
Uluslararası Para Fonu, ülkelerdeki makroekonomik gelişme­
leri üstlenirken, Dünya Bankası da kaynak dağılımını düzelt­
mek, ekonomilerin küresel üretkenliğini artırmak ve onları
dünya ekonomisine sokmak için yapısal reformları teşvik et­
me görevini üstüne almıştı.
Yine de Baker planının ciddi bir eksiği vardı. Yeni stratejinin
temel taşı olan finansmanın canlandırılması, ticari bankalann
izlediği yükümsüzlük politikasına ters düşüyordu. Bu on beş
ülkeye verecekleri borçları artırmak konusunda tereddüt eden
bankalar, 1986 sonunda, petrol fiyatının düşmesinin sıkıntısı­
nı doğrudan yaşayan Meksika lehine bir yapılanmaya katıl­
makla yetindiler. Bunun yanında, bankalar, zaten karşılığını
bilançolarında oluşturdukları alacaklannı ikincil piyasada, ge­
nellikle borçlu ülkelerde yatırım yapmaya yönelen çokuluslu
şirketlere indirimli fiyatla devrettiler.
1987’de Brezilya’nın banka borçlarının faizi ile ilgili olarak
ilan ettiği moratoryum, büyük Anglosakson bankalarını sıkın­
tıya soktu. 1985’ten bu yana, ikincil piyasada kâğıtların bollaş­
ması bono fiyatlarının düşmesine yol açtı. Fiyatların düşme­
siyle alımı son derece cazip hale gelen bu kâğıtlann daha son­
ra değer kazandıklarında elden çıkarılmaları kârlı olacaktı.
Borçların piyasa mekanizmasıyla konversiyonu stratejisi, kriz
yönetiminde o güne kadar söz konusu olmayan borcun değer-
sizleşmesi sorununu gündeme getirdi. Böyle olunca, banka
alacaklarına karşı piyasanın verdiği fiyat, ilan edilen değerinin
çok altında olmuştu. Kota dışında kalan borcun değerinin %
90 ’ma ulaşıyordu. Bu dunım karşısında borçlu ülkeler borçla­
rının değersizleştirilmesini talep ettiler. Bu konuda bir anlaş­
ma mevcut olmadığından bankalar ikincil piyasalardan bu bo­
189
noları geri almak durumunda kalıyorlardı (aslında pratikte
böyle bir uygulama yasaktır).

B raây Planının Vaatleri

1988’de bankaların kredi vermekten vazgeçmeleri ve borçlu


birçok ülkenin hâlâ kritik olan durumu arasında büyüyen çe­
lişki siyasi açıdan patlayıcı bir hale geldi. Arjantin’de Peroncu
partinin seçim zaferi, Brezilya’da İşçi Partisi’nin başarısı, Mek­
sika’da da muhalefetin yükselişi tüm Güney Amerika’da siyasi
istikrarın tehlikede olduğunu gösteriyordu. Mart 1989’da Ka-
rakas’ta yeni ayaklanmalar kanlı bir biçimde bastırıldıktan bir­
kaç gün sonra, Amerikan Hazine Müsteşarı Nicholas Brady,
banka alacakları ikinci pazarında görülen düşük kurdan borç­
lu ülkelerin faydalanması için yeni bir borç stratejisinin ana-
hatlarını ortaya koydu.
Bankalar eski alacaklarını, piyasa faizlerinden düşük (sabit)
faizli ya da vergi muafiyetli otuz yıllık tahvillerle değiştirme
imkânı sağlamaya başlamışlardı. Ayrıca, borçlu ülkeye yeni
kredi vermek ya da uygun bir fiyata borcunu satın almasına
izin vermek arasında bir seçim yapabiliyordu. Her durumda,
faiz oranlarındaki düşüş, vergi muafiyetinin düzeyi ya da yeni
kredi miktarı borçlu ülkeyle birlikte kararlaştırılıyordu. Bu ise,
ikincil piyasada kaydedilmiş alacağa doğrudan gönderme yap­
madan, önerilen her opsiyon için gerekli finansal çabayı den­
geleyecek şekilde yapılıyordu. Bankaları bu uygulamalara teş­
vik etmek için anaparanın veya faizlerin geri ödenmesinde
IMF ve Dünya Bankası fonları ve borçlu ülkelerin rezervleri­
nin bir kısmı kullanıldı.
M eksika bu yeni tedbirlerden ilk yararlanan ülke oldu.
Onu, 1 9 9 0-1994 arasında Filipinler, Kosta Rika, Venezuela,
Uruguay, Nijerya, Arjantin, Ürdün, Brezilya, Bulgaristan, Do­
minik Cumhuriyeti ve Polonya izledi. Toplam olarak, 193 mil­
yar dolar tutarındaki borçta, bu ülkeler 35 milyar dolarlık bir
indirimden ve 22 milyar dolarlık faiz oranı indiriminden ya­
rarlandılar [Dünya Bankası 19951.
190
Bu anlaşmalar, kendilerinden faydalanan ülkelerin borç ser­
vislerinde doğrudan etkili olmalarına rağmen, ilk başla borçlu
ülkelerin ekonom ik durum larına gü venilirlik kazandırıp,
portföy yatırımını ve dışarı çıkan sermayenin yeniden içeri
girmesini teşvik ederek parasal istikrar polikalarına destek
verdi. Bankalar açısından, bir yükümsüzlük stratejisi benimse­
niyordu ve en büyük dokuz Amerikan bankasının en borçlu
on beş ülkeden alacağının oranı, 1 9 82’de öz kaynaklarının
yüzde 194’ünden on yıl içinde yüzde 21’ine indi. Ama banka­
lar bilançoları açısından kendilerini kurlarsalar da, 1994 so­
nunda Meksika’nın mali açıdan yeniden çökmesi, borç servisi­
nin hâlâ mal ve hizmet ihracatının yüzde 4 0’ını emdiği bu böl­
genin sürekli kırılganlığını gösteriyor.

Yoksul Ü lkelerin Silinen B orçları

Ticari bankaları sıkıntıya sokan borç sorunu karşısında sü­


rekli daha ustaca finansal çözümler öneren uluslararası finans
topluluğu -bankalar, devlet hâzineleri, çoktaraflı finans kuru­
luşları- bu konunun dünya finans sektörünü tehdit eden bir
sorun haline geldiğinin bilincinde olduğunu gösteriyordu. Bu
göreli ivedilik, çoğunlukla Sahra-altı Afrikası’nda bulunan, dü­
şük gelirli ülkelerin daha düşük ama aynı şekilde boğucu
borçlarında bu topluluğun gösterdiği tepkisizlikle çelişiyordu.
Güney Amerika ülkelerinin borçlarından farklı olarak, yoksul
ülkeler büyük ölçüde zengin ülkelerin devletlerine ve çokta-
raflı kuramlara borçlanıyordu. Dolayısıyla uluslararası finans
sistemi için bir lehdit oluşturmamışlardır. Devletlere yapılan
borçlanmalar, durumdan duruma borç veren devletleri ya da
ticari alacak kefillerini bir araya getiren Club de Paris nezdin-
de yeniden görüşülebilir. IM F ve Dünya Bankası kendilerine
olan borç tutarını yeniden görüşme ilkesini kabul etmek için
1996’yı beklemişlerdir.
1998 sonunda, IMF ve Dünya Bankası’nın çok borçlu ve
yoksul diye tanımladığı 41 ülkenin borcu (toplam 600 mil­
yonluk bu nüfusun yarısından fazlası buralarda günlük bir do­
191
lardan az kazanıyorlar) 200 milyar doları aşıyordu, yani mal
ve hizmet ihracat toplamının dört katına tekabül ediyordu
(Güney Amerika için bu oran 2,5 kattır). Bir sürü yeniden va-
delendirme anlaşmasına ve iki taraflı borç iptaline rağmen, bu
ülkelerin bazılarında (mesela Zambiya) borç servisi devletlerin
gelirlerinin yansından fazlasını emmeye devam ediyor.
1988’den itibaren alacaklıların getirdiği mali destek esas ola­
rak üç biçim aldı: yeniden vadelendinnenin iyileştirilmesi, ge­
lişme için kamu yardım alacaklarının iptali ve yeni banka bor­
cu alınmasına destek olmak (1988’de Toronto’da, 1994’de Na­
poli’de ve 1999’da Köln’de alınan G7 kararları). Bu desteğin
sınırlı etkisi dört faktörle açıklanabilir. Öncelikle, yeniden va-
delendirme anlaşmalarıyla borç servisinin azaltılması toplam
borcu kapsamaz ama genellikle 12 ile 24 aylık bir döneme
denk düşen vadeli ödemeleri kapsar. Ardından, alacaklı dev­
letlerin kamu borçlarını iptal etme tedbirleri sadece imtiyazlı,
pratik olarak tahsil edilemeyecek borçları içeriyor, dolayısıyla
borç servisini fazla etkilemiyor. Üstelik bu ülkelere verilen ka­
mu borcunun iptal edilmesi, zengin ülkelerin bu ülkelere yap­
tığı iki taraflı mali yardımı azaltmalarının ilk adımı demektir.
Yani finansal borçların tasfiyesi kamu finansman arzının azal­
masıyla bir arada gidebilir. Sonuçta, ödenmiş borç servisinin
yarısından fazlası, alacaklarını yeniden görüşmeyi uzun süre
reddeden IMF ve Dünya Bankası’na yapılan ödemelerdir.
Bu örgütlerin 1996’da aldıkları prensip anlaşması bir geliş­
me sayılsa da, pratik olarak sadece yedi ülkeyi etkilemiştir ve
son derece ciddi seçici kriterlerle doludur. 1999’da Köln’de G7
ülkeleri seçme kriterlerinin esnekleşeceğini, prosedürün basit­
leşeceğini ve zengin ülkelerin iki taraflı alacaklarının toplamı­
nı indirme programının genişletileceğini bildirmişlerdi. Buna
rağmen bir yıl sonra sadece dokuz ülke seçilebilmişti ve içle­
rinden ancak biri (Uganda) borcunun bir kısmının etkin bir
biçimde iptal edilmesi için bütün koşulları yerine getirebilmiş­
ti. Gerçek bir karşılıklı bağımlılık olmadığı için, gelişmiş ülke­
ler sanki durumun kötüye gitmesini tercih ediyorlar.

192
Kuzey-Kuzey Arasında Ticari ve Mali Dengesizlikler

Petrodolarların tedavüle girmesinden kaynaklanan uluslarara­


sı borçlanma ekonomilerinin kırılganlığı, borç kriziyle anlaşıl­
mış oldu. Seksenli yıllarda doğrudan finansa a priori geri dö­
nüş ve b irin ci b orçlu ku tu p olarak G üney A m erika’nın
ABD’nin yerini alması güven verici görünüyordu. Amerikan
ekonomisinin 1982’den itibaren bütün dünya tasarrufundan
aldığı payın büyüklüğü de bu arada uluslararası finans siste­
mini ilanihaye kırılganlaştıran görülmemiş bir mali ve parasal
istikrarsızlığa sebep oldu.

A m erikan Bütçe Açığının Oluşması

Reagan'ın çoğunlukla basil bir teorik yeniliğe indirgenen arz


politikası her şeyden önce Amerika’nın gücünün azalmasına
karşı bir tepkiydi. Yetmişli yılların sonuna doğru Amerika’nın
hem ekonomik anlamda (imalat sanayiindeki verimlilik gelir­
lerinin düşüklüğü, doların sürekli düşüklüğüne rağmen ihra­
cat pazar payının devamlı kaybedilmesi) hem de stratejik an­
lamda (Carler’m Iran politikasının başarısızlığı, Nikaragua’da­
ki Sandinista devrimi, Sovyetler’in Afganislan’i işgali) geriledi­
ği açıkça görülüyordu.
Cumhuriyetçi yönetimin bütün bu olumsuzluklara cevabı
üç noktanın üzerinde duruyor: yeniden silaha yatırım yap­
mak, sermaye ranlını kaldırmak ve ABD’yle dünyanın geri ka­
lanı arasındaki finansal akışları ters çevirmek. Sermaye gelirle­
ri ve yüksek kazançlarda vergi indirimi yapmak, iletişim ve
ulaşımın anahtar sektörlerinde dereglemantasyon ve “yıldız
savaşları” programı bu politikanın en iyi bilinen taraflarıdır.
Bunlara bir de, Londra’ya karşı uluslararası finansın merkezi
haline getirmek için New York’un çekiciliğini artıracak finan­
sal dereglemantasyonu eklemek uygun olacaktır.
Kısa vadeli faiz oranlarının yüksek seviyesine bağlı olarak,
bu yeni p olitikan ın etkilerin d en biri dünya tasarrufunu
ABD’ye çekmek olmuştur. Borsa fiyatlarının patlamasına ve fe­

193
deral borçlarla sunulan yüksek verimliliğe kapılan Avrupa, Ja ­
ponya ve Güney Amerika (Güney Amerikalılar hızla değer
kaybetmesinden dolayı yerel paradan kaçarak) sermayeleri do­
larla plasman yapmak için yarışa girip Amerikan dövizinin
olağanüstü artmasına sebep oldular. Ocak 1980’de 1,72 marka
düşen dolar Mart 1985’de 3,3 marka yükseldi. Yen karşısında
o kadar fazla değer kazanmasa da (beş yılda, “sadece” + % 25)
ABD’nin başlıca ticari partnerlerinin paralarının bulunduğu
bir havuz karşısında reel olarak yüzde 50 değer kazanmıştır.
Doların böylesine değer kazanm asının sonucunda tabii ki
Amerikan şirketlerinin fiyat-rekabet gücü azalmıştır, bu da ti­
cari açığı büyütmüştür. Yine de ithalat fiyatını büyük ölçüde
indirmeyi sağlıyordu, böylece dezenflasyon kolaylaşıyordu ve
şirketler de Avrupa ve Japonya’dan ucuz fiyata donanım ürü­
nü ithal edebiliyordu.
Cari alışverişlerin fiyatlarının hızla düşmesi (bkz. Tablo VIII)
aslında imalat ürünleri ticaretindeki fiyatların düşmesine isnat
edilebilir ve Amerikan pazarının hızla büyümesiyle daha da
artmıştır. 1979’daki şiddetli parasal sıkışıklık savaş sonrası en
ciddi durgunluğu yarattıktan sonra, parasal koşulların sürekli
gevşemesi ve bütçe açığının arlan yansımaları 1983 ve 1984’te
faaliyetin yeniden ele alınmasına sebep olacaktı ve bu da Avru­
pa’daki büyümenin durgunluğuyla bir çelişki oluşturacaktı.
Böylece, 1983’ıe 1985’e, ABD ve diğer sanayileşmiş ülkelerin iç
taleplerindeki büyüme oranı arasındaki fark yılda ortalama iki
puana yaklaşıyordu. Batı Almanya durumunda, yıllık eksi iki
puanlık bir negatif fark kaydedilmişti. Çelişkili bir biçimde, Ja ­
ponya ve G7 ülkeleri arasındaki talep farkı bu dönemde sıfırdı,
bu da cari fazlasının büyük bir bölümünü iç pazarını kapatma­
ya yönelttiği şüphelerini besliyordu [OFCE, 1988 ve 19891.

Dünyanın G eri K alanı için Sonuçlar

Ticari alışverişlere bağlı ilişkiler merkezli geleneksel karşı­


lıklı bağımlılık kavramına göre seksenli yılların ilk bölümünde
ABD’nin dış ticaret açığının artması dünyanın geri kalanı için
194
daha ziyade iyi bir haberdi. ABD küresel talepteki ağırlığını he­
saba katarak dünya ekonomisinin lokomotifi haline geliyordu,
dünya ekonomisi ikinci petrol şokuyla ve Federal Reserve Bo-
ard'un bunu izleyen tepkisiyle (FED) girdiği durgunluktan çı­
kabilirdi. Bunun üstüne, doların değer kazanmasının, Ameri­
kan ekonomisinin tekrar canlanmasından faydalanacak diğer
ekonomilerin rekabet gücüne olumlu etki yapması ekleniyor.
Üçüncü dünyanın aşırı borçlu ülkeleri için de dünyanın bu en
geniş, en dinamik ve dünyaya en açık pazarı olan Amerikan
pazarına girebilmek, krizden ihracat yoluyla sıyrılmalarının
muhtemel koşulu haline gelmişti. Bu bağlantılar kısmen de ol­
sa işe yaradı ama Amerikan ekonomisinin dünya finans piyasa­
larından çektiği paranın yarattığı istikrarsızlığı gizlememeliler.
1981’le 1987 arasındaki altı yıl boyunca, Amerika Birleşik
Devletleri’nin cari işlemler bilançosu 170 milyar dolar düşerek
denge pozisyonundan çıktı ve Amerikan GSYİH’sında yüzde
3 ,5 ’lik bir açık yarattı. ABD’nin dış finansman ihtiyacı birike
birike bu dönemde 600 milyar dolara yükseldi, bu da Güney
Amerika ve Afrika’nın 1987 yılındaki dış borç toplamına eşitli.
Böylesi bir uluslararası tasarruf hareketi mecburen diğer böl­
gelerin net sermaye talebinin daralmasına bağlıydı. Bu da, gö­
nüllü kemer sıkma politikalarıyla kendiliğinden gerçekleşebi-
lirdi. Böylece, 1981’den 1985’e kadar Batı Almanya ve Japon­
ya’da kamu açıklan GSYİH’nın yüzde 3 ’üne yakın bir orana
çekildi. Bu da, bu ülkelerde cari fazla oluşmasını sağladı. Re­
kor bir zamanda cari açıklarını kapatmaktan başka bir alterna­
tifleri kalmayan ve uluslararası sermaye piyasalarından dışla­
nan aşırı borçlu ülkelerin bu zorunluluğa uymaktan başka ça­
releri yoktu.
Bu son nokta, yetmişli yıllarda ortaya çıkan “Güney-Güney”
denen borçlanma ekonomisi (çünkü OPEC’in cari fazlasının
diğer gelişmekte olan ülkelerde tedavüle girmesi üzerine kurul­
muştu) ve ardından seksenli yıllarda orlaya çıkan "Kuzey-Ku-
zey" adlı borçlanma ekonomisi arasındaki çelişkinin doğasını
anlamamıza yardım etmektedir. Bu çelişki doğrudan finans­
manla banka aracılığı yoluyla finansman arasındaki bildiğimiz
195
farklılıkla sınırlı değildir. Dünya genelinde tasarruf ve yatırım
arasında yapılması gereken ayarlamanın doğasıyla ilgilidir. Fi­
nansal açıdan, bazı OPEC ülkelerindeki fazlanın birikmesi, bu
fazlalar uluslararası finans piyasalarında değerlendirildiği vakit
küresel borç verilebilir fon arzının artması demektir. Para poli­
tikası Amerika Birleşik Devletleri’nin istediği gibi olmaya de­
vam ettikçe, bu büyüme uluslararası faiz oranlarının düşmesi
anlamına gelmiştir, ki tarih boyunca en düşük seviyeye düşe­
ceklerdir. Diğer bölgelerin sermaye Lalebinin artması kısmen
bu dünya pazarlarının aşın likiditesine bir cevap olmuştur.
Bunun tersi, seksenli yıllarda Amerikan bütçe açığının art­
ması bütün dünya tasarrufuna yönelmesi demektir, halbuki
dışarıda böyle bir arz ille de var olacak değildir. Dünya finans
ayarlamasının bu kısmen zorlayıcı niteliği ikinci dönemdeki
reel faiz oranlarındaki artışı açıklıyor. Bu oranlar ancak diğer
sanayileşmiş ülkelerin katı bütçe politikalarıyla ve gelişmekte
olan ülkelerin cari açıklarının, zorla ya da kendiliğinden yok
edilmesiyle indirilebildi.
Diğer yandan, doların yükselişi sadece ekonomilerin göreli
rekabet güçlerini etkilemekle kalmıyordu. Amerika Birleşik
Devletleri’nin dışında, ikinci petrol şokuyla ticaret hadlerinin
değer kaybını artırıyordu. 1978 ile 1985 arasında dolar cinsin­
den, varil başına petrol fiyatları ikiye katlanmıştır. Alman mar­
kı cinsinden ise bu fiyatlar üçe katlanmıştır. Yani petrol vergi­
sinin durgunlaştırıcı etkisini kamçılayan “dolar şoku” olmuş­
tu. Petrol şoku dezenflasyonu Avrupa ve Japonya’da güçleşti­
rirken Amerika Birleşik Devletleri’nde kolaylaştırıyordu.
Bu dönemde, Avrupa Para Sistemi’ndeki gerilimin en azın­
dan bir kısmı doların değer kazanmasından da kaynaklanıyor­
du. Aslında, farklı farklı Avrupa paraları, dolar cinsinden plas­
manların çekiciliğine aynı biçimde kapılmamıştı. Daha zayıf
paralar daha kolay bırakılarak, Avrupa Para Sistemi’nin gerek­
tirdiği kur istikrarını sınava tâbi tutmuştu. Doların yükselme­
si, devletlerin ya da bazı ülkelerdeki ulusal girişimlerin dolar
cinsinden anlaştığı borçlanm aların m aliyetini de artırıyor,
kendi kamu finanslarının durumunu zorlaştırıyordu.
196
Sonuçla, doların sürekli değer kazanması arlık sadece kısa
vadeli arlı değer tahminleriyle destekleniyordu, oysa Amerika
Birleşik Devleileri’nin finansal konumunun bozulması uzun
vadede durumun lers döneceğinin sinyallerini veriyordu. Bu
çelişkinin büyümesi elinde Amerikan tahvili tutanların kur
riskini artırıyordu. Dünya finans portföylerinin doların aleyhi­
ne aniden yer değiştirmesi olasılığı giderek artarak. Amerikan
ekonomisi üzerinde ciddi bir risk oluşturuyordu. Amerikan
ekonomisindeki açığın kapatılması için faiz oranlarını yükselt­
mek ve ciddi bir durgunluk yaratmak gerekebilirdi. 1985’ten
itibaren Amerikan otoritelerinin, son derece uygun makroeko-
nomik bir koordinasyon yoluyla bozmaya çalışacakları kor­
kunç senaryo da buydu işte.

Yükselen Pazarlardaki Kriz

Seksenli yıllardaki, tasarrufun uluslararası dağılımında banka


sistem lerinin oynadığı rolü tartışmaya açan borç krizinden
farklı olarak, doksanlı yıllarda ortaya çıkan ekonomilerdeki
kriz bir doğrudan finansman krizidir ve dünya genelinde fi­
nans piyasalarının işleyişini gündeme getirir. Bir kere daha, bu
krizin de birinci etki noklası Meksika oldu. Brady planıyla zar
zor yoluna konan Meksika ekonomisi, 1990’dan itibaren yatı­
rım oranlarını artırmak için faydalandığı sermaye akışlarını
kesinlikle kâra çeviremedi. 1993’te, GSYİH’nın yüzde 22’sine
denk düşüyordu ki bu oran Uzakdoğu’da yüzde 35’ti. Bu ko­
şullarda büyüme hızının aniden kesilip, 1990’da yüzde 4,5’ken
1993’te yüzde 0 ,7 ’ye düşmesi hiç şaşırtıcı olmadı. Daha yük­
sek bir birikim düzeyini finanse etmek için iç tasarruf toplaya-
mayıp, onun yerine dış tasarrufu kullanarak ithal ürün tüketi­
minde ve kamu finansmanında bir patlamaya yol açtılar. İç ta­
sarrufun GSYİH’ya oranı 1988’de yüzde 22’yken 1994’te yüzde
16’ya düştü.
Bu gelişme, seksenli yılların sonunda girişilen enflasyonun
düşmesi sürecini tamamlamak için ithalata getirilen serbestleş­
tirme önlemleri ve döviz kuruna değer kazandırma politikala-
197
nyla teşvik edildi. Sonuçta, rekabet gücü hızla azaldı ve cari
açık olağanüstü bir biçimde büyüyerek, 1994’te GSYİH’nın
yüzde yedisine ulaştı. Gergin bir politik ortamda, cari açığın
büyümesi kur beklentilerinin tersine dönmesine yol açtı. Ame­
rika Birleşik Devletleri’nde faiz oranları yükselince, 1990’dan
1993’e kadar iç finans pazarına yatırılan sermayeler birkaç ay­
da uçtu ve döviz rezervlerinin çökmesine ve döviz kurunun
düşmesine neden oldu. On iki yılda üçüncü kez (1982, 1986
ve 1 9 9 4 ), Meksika ödeme im kânsızlığıyla yüz yüze kaldı,
Amerika Birleşik Devletleri de o güne kadar bağımsız bir dev­
let için girişilen en geniş çaplı kurtarma harekâtını başlattı.
Asya krizinin patlak vermesi de ilk bakışta Meksika’nınkiyle
bazı ortak özellikler taşıyor. Krizden en çok etkilenen üç ülke­
nin (Tayland, Endonezya ve Güney Kore) cari açıkları doksan­
lı yılların ilk bölümünde endişe verici boyutlara ulaştı. Tay­
land’da 1995’ten 1996’ya GSYİH’nın yüzde 9’unu aştılar mese­
la. Meksika’da olduğu gibi, kısa vadeli borçlanmalar ve plas­
manlar cari açığın finansmanında daha baskın bir rol oynadı­
lar. Yine Meksika’da olduğu gibi, kur politikası spekülatif ser­
maye akışlarını teşvik ederek Amerikan doları karşısında sabit
bir kurda kaldılar. Ulusal paralar değer kaybetmeyince, yaban­
cı sermayeler yerel aktiflerin sunduğu yüksek verimlilikten
dolu dolu faydalanabildiler. Cari açığın artmasına rağmen hızlı
büyüme, istisnaî bir biçimde artan tasarruf ve yatırım oranı,
düşük enflasyon ve düzenli kamu finansmanlarını devam et­
tirm ek M eksika’daki gibi bir senaryonun yaşanm ayacağı
umutlarını artırdı.
Dört etken ne olup bittiğini anlamamıza yardım ediyor. Bi­
rinci öge istikrarsızlık, Asya bölgesindeki rekabet koşullarının
dengesizliğiyle ilgilidir. Bölgedeki paraların nominal kur değer­
lerinin dolara bağlanması, onlan dolar/yen paritesinin dalga­
lanma etkilerine maruz bırakıyordu. Dolar, 1991’den itibaren
yen karşısında değer kaybetmeye başladı ve 1995 ilkbaharına
kadar 140’tan 80 yene düştü. Dolayısıyla dört yıl boyunca bu
bölgedeki ülkelerin rekabet gücü özellikle Japonya karşısında
doların düşüşüyle yap’ay bir biçimde yükseldi. Bu eğilim 1995
198
ilkbaharında, Amerikan ekonomisi hızlanıp Japon ekonomisi
durunca lersine döndü. Doların yen karşısında değer kazanma­
sı diğer Asya ülkelerinin paralan devalüe edilerek telafi edilme­
yince, bu paralar tehlikeli bir biçimde reel artış eğilimine girdi­
ler. Bu durum, bir başka büyük rakip olan Çin, 1994’te dolar
karşısında parasını yüzde 5 0 devalüe etme kararı alınca çok da­
ha ciddi bir boyuta ulaştı. Japon pazarının özerkliğine bağlı
olarak, rekabeti gücünün azalması cari ticaretlerinde en fazla
açık veren ülkelerin kur düzenlemelerini yeniden ele almaları­
nı teşvik etmeliydi. Döviz kurlarındaki bu dengesizlik de krizin
bütün bölgeye yayılmasında etkili oldu. Zayıf paralann değer
kaybetmesi (Tayland Bath’ı, Endonezya Rupi’si, Malezya Rin-
git’i...) aslında bölgedeki diğer paralann reel değerlerinin yük­
selmesi anlamına geldi (örneğin Güney Kore Won’u), bu para­
lar da bu şekilde spekülasyona iyice açık hale geldiler.
Krizin ikinci boyutu finansla daha da ilgili. Ödemeler den­
gesi krizine dönüşmeden önce, bölge ekonom ilerini vuran
kriz öncelikle arzı sınırlı olan aktif piyasalarını çökerterek or­
taya çıktı (gayrimenkul, arsa, hisse senedi). Mali serbestleş-
meyle ortaya çıkan yeni fırsatları sonuna kadar kullanan yerel
bankalar ve yabancı bankaların şubeleri, çok tehlikeli bir ulus­
lararası dönüşüm faaliyetine girdiler, orta ve uzun vadeli yerli
yatırımları kısa vadeli dövizle borçlanarak finanse etmeye baş­
ladılar. Bunun sonucu, borsa ve özellikle gayrimenkulde bir
kredi patlaması, sanayide aşırı sermaye birikmesi, yatırımlarda
ortalama verimliliğin azalması ve bankacılık sisteminden kay­
naklanan şüpheli alacakların hızla artması oldu. Bu koşullarda
kur beklentilerinin değişmesiyle bankalar, yabancı bankaların
onay verdiği kredi talepleriyle, yerli işletmelerin devalüasyon
yüzünden iyice pahalılaşan yatırımları arasında sıkışıp kaldı­
lar. Buna bir de gayrimenkul piyasasındaki değişim eklendi.
Sonuçla, üretim sektörünü darboğaza sokan ve durgunluğu
çabuklaştıran bir kredi donukluğu ortaya çıktı.
Bu parasal ve finansal boyutlara bir de kurumsal bir boyut
ekleniyor. Bu krizi Japonya’daki gibi yönetim tarzıyla ilgili bir
kriz haline getiren siyasi belirsizlikten ziyade (özellikle Tay­
199
land’da ve Endonezya’da, Güney Kore’deki çabucak dağılıldı)
finansal ve politik çevrelerin üst üste binmesi ve bu yüzden fi­
nansal faaliyetlerin şeffaf olmamasıdır. Spekülatif faaliyetlerin
ve riski yüksek banka borçlarının fazlalığı büyük ölçüde ban­
kacılık faaliyetlerini denelleme araçlarının zayıflığı ve banka­
lar ve büyük girişimlerin faaliyetlerinde var olan örtük devlet
garantileriyle açıklanabilir. Bu özellik, Krugman’a göre [19981,
hem arzı sınırlı olan aktif piyasalarında spekülatif kâğıtların
oluşmasını ve hızla artmasını, hem de krizin döviz piyasasına
da bulaşmasını açıklıyor.
Yerli kurumsal araçların yetersizliği krizin sistemik boyutu­
nu saklayamaz tabii [Sachs ve Radelet, 1998]. Bu boyut, krizin
hem ortaya çıkma biçiminde hem de yayılma mekanizmaları
ve giderilme koşullarında görülüyor. Krizin patlak vermesi,
her şeyden önce, Kuzey-Güney finans hareketinden ayrı düşü­
nülemez. 1994’te Amerika Birleşik Devletleri’nde faizlerin art­
masıyla Meksika’ya yatırılan sermayelerin kaçması gibi, Avru­
pa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin büyümesinin 1997’de
kazandığı hız Asya pazarlarındaki sermayelerin geri dönmesi­
ni teşvik etti. Böylece, Çin ve Tayvan gibi finansal liberalleşme
sürecinin dışında kalan ekonomiler bölgeyi vuran finansal fır­
tınadan pratik olarak etkilenmediler ve hızlı bir biçimde bü­
yümelerini sürdürdüler.
1998’de krizin uluslararası anlamda yayılması da sistemik
niteliğini gösteriyor. En önemli iki vektörü ise, hammadde fi­
yatları düştüğü halde 1998’de hacmi yarı yarıya azalan ulusla­
rarası ticaret ve 1998 sonbaharında, 1990’daki Kuveyt işgalin­
den beri en ciddi düşüşünü yaşayan finans piyasalarıdır. Ciddi
bir bütçe açığını finanse etmek için yabancı sermayelere ba­
ğımlı olan Rusya, 1998’de petrol fiyatlarının düşmesinden ve
Rus çeliğinin en büyük kısmını alan Asya pazarlarının küçül­
mesinden çok etkilendi. Ağustosun ortasında, IM F’yle 22 mil­
yar dolarlık yeni bir kredi anlaşması yapıldıktan bir ay sonra.
Ruble spekülasyona uğradı ve değeri yüzde 75 oranında düş­
tü. O zaman yetkililer dış borcun bir bölümünü erteleme kara­
rı verdiler, böylece IMF kredi işini askıya aldı.
200
Rus dominosu düşer düşmez piyasalar gözlerini Brezilya’ya
çevirdiler. Eylül başında Brezilya Real’i saldırıya uğradı ve onu
korumak isleyen Merkez Bankasfnın çabalan döviz rezervleri­
ni erilli. O vakit yetersizlik bütün pazarlara yayılarak Ameri­
kan plasmanlarının başlıca fonlarından biri olan uzun vadeli
sermaye yönetiminin [Long Term C apital M anagem ent] nere­
deyse çökmesine sebep oldu. Uzun vadeli tahvillerde verimli­
liğin artmasıyla islikrarsızlaşan, küresel ekonomiyle ilgili tah­
minlerdeki karamsarlıkla sarsılan borsalar iflas etti. Amerika
Birleşik Devletleri’nde Wall Street bir ay içinde yüzde 10 değer
kaybederken Avrupa’da bu oran yüzde 20’ye yaklaşıyordu.
Çok mantıklı bir biçimde buna tepki uluslararası paranın
emisyonundan sorumlu kuruluştan geldi. Federal Reserve Bo­
ard (FED ) iki ayda üç kere müdahale oranını çeyrek puan in­
dirmeye karar verdi, halbuki işsizlik oranı altmışlı yıllardan
beri en düşük seviyesine gelmiş ve cari açık büyümeye devam
ediyordu. FED ’in bu lavnnın sebebi sermaye piyasalarının
içinde bulunduğu durum ve finansal aracıların bilançolannın
hızla kötüye gitmesiydi. Biriken şüpheli alacakların fazlalığını
hesaba katan bankalar riske girmekten çekiniyor, böylece bir
kredi durgunluğu yaratıyorlardı. Kısa vadeli faiz oranlarının
düşmesi, finans sistemine likidite sokarak bu riskten kurtul­
mayı sağlıyordu. Aynı anda doların da düşmesine sebep olu­
yordu, bu da Amerikan şirketlerine, Asyalılarla rekabetinde
nefes aldırıyordu. Nihayet, dolar bazında borçlanan yeni eko­
nomilerin durumunu kolaylaştırıyordu. Her şey daha açık ol­
sun diye eylül sonunda FED Long Temi Capital Management
kurtarma operasyonunu başlattı, bunun yeni çıkan ekonomi­
lere getireceği finansal plasmanlar 100 milyon olarak tahmin
ediliyordu.
Yine de, Rusya’nın borç tehiri kararıyla başlayan panik ha­
vası olmasaydı finansal piyasalarda güven sağlanamayacaktı.
Bu noktada FED’in hareketine Amerikan hâzinesi de, Brezil­
ya’nın maruz kaldığı mali kanamayı durdurmak için işe karış­
tı. Buna göre, lM F’nin Tayland, Güney Kore, Endonezya ve
Rusya müdahaleleriyle boşalan kasası yeniden doldurulacaktı.
201
Ekim başında Am erikan Kongresi 1 9 9 7 ’de kararlaştırılan
IM F’nin kaynaklarını artırma (90 milyar) projesine katılma
kararı aldı.14 Kasım’da, Brezilya’yla bir anlaşma imzalandı,
buna göre IMF, Dünya Bankası, Amerika Birleşik Devletleri ve
başka ülkeler Brezilya’ya 42 milyar dolar vereceklerdi. Mali
krizin yayılması önlenmişti. Amerika Birleşik Devlelleri’nde
paranın rahatlaması ve Amerika'nın lider ülke konumuna ye­
niden yerleşmesi Hong Kong’dan New York’a bütün borsaları
yoluna soktu.

YENİ DÜZENLEME ÇERÇEVESİ ARAYIŞI

Yetmişli yılların sonundan itibaren liberal ortodoksluğun zafe­


ri, ekonomik küreselleşme sürecinin geri döndürülemez nite­
liğini gösteriyordu. Devletler, artan sermaye hareketliliği karşı­
sında sadece ekonomi politikalarının geleneksel araçlarını iş­
letme biçimlerinde baskı altında kalmadılar. Artık, yatırım ve
tasarruf kapmak için de rekabet içine girdiler. Bu rekabet de
onlan dereglemantasyon, özelleştirme ve vergi indirimi konu­
larında yarışa soktu, böylece Keynesyen dönemden kalan top­
lumsal anlaşmaları bozdu.
Milli politikaların hem rekabet gücü, hem de finansal kredi-
bilite baskısıyla bağımlılık altına alınması a priori çalışmalı bir
senaryonun koşullarını hazırlayabilecek ve finansal ve licari
gerilimi ciddi bir biçimde artırabilecek güçteydi. Gerçeklen
de, finansal gerilimler seksenli yılların başından itibaren an ­
maya devam etLiler ve 1994’leki olumlu Uruguay round'unun
sonucu ticari çatışmaların çoğalmasını ve para alanların bun­
ları iki taraflı çözme eğilimlerinin artmasını gizleyemedi. Yine
de, bu dönemde çeşitli şekiller altında uluslararası işbirliğin­
de, küresel pazarların mutlak gücü karşısında devletlerin ma­
nevra marjını genişletmeyi ve küresel ekonominin mustarip
olduğu düzenleme açığını kapatmayı hedefleyen bir hareket­
lenme görülmüştür. Bu oluşumlardan üçünü burada inceleye­
ceğiz: ekonomi politikalarının koordinasyonu, bölgesel birlik­
lerin oluşması ve çok taraflı kurumlann güçlenmesi.
202
Ekonomi Politikalarının Koordinasyona

Sanayileşmiş ülkelerin kriz baskınına ve genele yayılmış bir


karşılıklı bağımlılığın yeni farkına varılmasına getirdikleri or­
tak cevaplann birinci türünü oluşturur. Anlamlı bir biçimde,
en çok sanayileşmiş yedi ülkenin (G 7) ilk zirvesi 1975 yılında,
Bretton Woods sisteminin çöküşünün yarattığı kargaşa ve pet­
rol fiyatlarının dörde katlanmasından sonra gerçekleşti. Ame­
rika’nın hegemonya pozisyonunun zayıflaması ve OPEC ülke­
lerinin güçlenmesi bu tip uluslararası birleşmeleri mümkün
kılıyor ve krize ortak cevap arayışını cesaretlendiriyordu.

Bonn Zirvesi Öncesi

1978’de Bonn zirvesinde, ödemeler dengesi fazla vermeye


başlayan Batı Almanya ve Japonya’yı, bütçe harcamaları yoluy­
la ekonomilerini canlandırmaya ikna ederek, bir anlaşma sağ­
lanmıştı. Öte tarafla Amerika Birleşik Devletleri o zamana ka­
dar dünya fiyatının çok altında tuttuğu yurt içi petrol fiyatını
artırarak enerji bağımlılığını azaltmaya girişmişti. Kendilerin­
den oynamaları beklenen küresel ekonominin lokomotifi rolü­
ne karşılık, Batı Almanya ve Japonya ABD’den -birinci küresel
petrol ithalatçısı- küresel brüt talebi, dolayısıyla petrol fiyatını
çökertebilecek tedbirler elde ettiler, ikinci petrol şoku bunun
hemen ardından geldi ve bu çabaları yok etti. Amerika’nın ke­
mer sıkmasına, Almanya ve Japonya’nın sıkı bütçe önlemleri
karşılık verdi. Baş başa karar verilen yeni para sürme projesin­
den, oldukça çatışmalı, savaş sonrasında en ciddi küresel dur­
gunluğu yaratabilecek bir ekonomi politikasına geçilmiş oldu.
1981’den 1984’e, yeni Amerikan hükümetinin dünyanın ge­
ri kalanı üzerinde uyguladığı politikaların etkileri üzerinde
gösterdiği ilgisizlik her tür uluslararası işbirliğinin önünü tı­
kadı. Daha şaşırtıcı olan, bölgesel bütünleşme sürecine girmiş
olmalarına rağmen Avrupa ülkeleri de ortak sorunlarına bir­
likte bir çözüm getirmekte yetersiz kaldılar. Fransa’daki sosya­
list hükümetin bu yöndeki gayretleri, Almanya’daki, sosyal

203
demokrat SPD ve onu izleyen muhafazakâr CDU’nun paylaş­
tıkları enflasyon karşıtı açıkgözlülükle ters düştü. Bu görüş
ayrılıkları 1983’te doruğa ulaştı Fransa Avrupa Para Sistemi’ni
terk etmenin eşiğine geldi, bu da Avrupalı oluşum için ciddi
bir sıkıntı yarattı. Ardından, Fransa ve Batı Almanya arasında­
ki parasal gerilimin ortadan kalkması, iki ülke arasında bir
birliktelik kurulmasından ziyade Fransa’nın Almanya’yla siste­
matik olarak para kuru ayarlama politikaları sayesinde oldu.

Plaza H otel’den Louvre’a: K oordinasyonun D oruk N oktası

Uluslararası işbirliği seksenlerin ortasında güçlü bir ikinci


dönem yaşamalıydı. O zamana kadar Amerika Birleşik Devlet­
leri, bir para biriminin sahip olabileceği tek değerin pazarın
tanıdığı değer olması gerektiği iddiasıyla doların ve faiz oran-
lannm indirilmesini talep eden partnerlerini hiçbir şekilde ka-
ale almamıştı. Bununla birlikte 22 Eylül 1985’te G5 ülkeleri­
nin maliye bakanlan ve merkez bankası müdürleri ABD baş­
kanlığında New York’Laki Plaza Hotel’de bir araya gelip doların
aşırı değer kazanmış olduğu, indirilmesi için beş ülkenin ge­
rekli girişimlerde bulunacağına dair bir bildiri imzaladı. Bu şa­
şırtıcı geri adım Amerika Birleşik Devlelleri’nin cari denge açı­
ğının alarm vermeye başlamasına ve Avrupa’yla Asya’dan gelen
ucuz ithalatların bütün Amerikan sanayiini çökertmesi tehli­
kesine bağlanıyordu. İlginç bir rastlantı da, 1985 yılı aynı za­
manda Amerika Birleşik Devlelleri’nin dış finans konumunun
Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez eksi olduğu yıldır.
Sonuçla gerçekçilik galip geldi. Bu kadar ciddi bir açığın
kendi ekonomisi üzerinde oluşturduğu tehlikenin bilincine
varan Amerika Birleşik Devletleri paralarının ve ekonomileri­
nin yumuşakça aşağı inmesine izin vererek en sonunda ulusla­
rarası bir işbirliğine razı oluyordu. Amerika Birleşik Devletleri
için sorun doları indirmek değil, düşüşünü kontrol altında
tutmaktı. Bu nedenle Almanya ve Japonya ile parasal işbirliği­
ne ihtiyacı vardı. Bu ülkelerin merkez bankaları faiz oranlarını
yükseltmekten kaçınarak, gerektiğinde döviz pazarına FED’le
204
birlikte müdahale ederek önemli bir krizin önüne geçebilirler­
di. Enflasyonu yükselterek ve faiz oranlarını doruğa çıkartarak
doların kontrolsüz düşmesi Amerikan ekonomisini durgunlu­
ğa itebilirdi. Zaten, Alman Merkez Bankası (Bundesbank)
1985 Şubat’ında kısa vadeli faiz oranlarını hafifçe yükseltince
Amerikan dövizi fark edilir biçimde düştü (altı ayda yüzde
-20), bu da Amerikan ekonomisinin yabancı alacaklıları karşı­
sında ne kadar zayıf olduğunu gösteriyordu.
Büyük merkez bankalarının doların düşüşünü ortaklaşa ida­
re etme kararı tabii ki bundan bir çıkarları olmasını gerektirir­
di. Bu anlamda Amerika Birleşik Devletleri de önemli argü­
manlardan yoksun değildi. Birincisi yeni bir küresel durgun­
luktan kimsenin bir çıkarı olmadığıydı. İkincisi, dolar kontrol
edilmeden düşerse Avrupalı ve Japonyalı üreticilerin sıkıntıya
düşecekleri ve rekabet gücünü kaybedecekleriydi. Üçüncüsü
ise, dış açığın azaltılması doların kontrollü düşüşüyle sağlana­
mazsa, Amerikan hükümeti Kongre’nin himayeci tutumunu
karşılamakta büyük sıkıntı çekecekti. Zaten aynı yıl aralık
ayında Kongre, sabit hedeflerin gerçekleşmemesi durumunda
ciddi harcama kesintileri yoluyla 1991’deki bütçe dengesine
dönmek üzere Gramm-Rudman-Hollings yasasını oyladı. Kısa
bir süre sonra bu yasanın anayasaya aykırı olduğu ilan edilse
de, bütçe kısıntısı Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşti
ya da gerçekleşme aşamasına geldi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin dış ticaret açığını kapatmak­
taki kararlılığı, yine aynı dönemde iki önemli inisiyatif yoluyla
ortaya çıkıyordu. Birinciden daha önce de bahsetmiştik. Gü­
ney Amerika’daki aşırı borçlu ülkelerde büyümeyi yeniden
başlatmayı hedefleyen Aralık 1985 tarihli Baker planıdır. Za­
ten bu ülkeler de büyük ölçüde (yüzde 50’den fazla) Ameri­
kan şirketlerinin av sahasıdır. İkincisi ise, tarım ve hizmet sek­
töründe liberalleşmekte ısrar ederek Amerikan ekonomisine
uluslararası rekabetteki güçlü noktalarından ikisini değerlen­
dirme imkânı sağlayacak olan Uruguay raund’uydu.
Yine de bu dönemin en vahim olayı tartışmasız karşı-petrol
şoku oldu. Aralık 1985’te Suudi Arabistan OPEC aracılığıyla pa­
205
zarı yeniden ele geçirme stratejisini resmen ilân ediyordu, böy­
lece varil fiyatı 29 dolardan 10 doların alüna düşüyordu. Ameri­
kan ekonomisi için bundan daha iyi bir durum olamazdı. Karşı-
petrol şoku sanayileşmiş ülkelere önemli bir satın alma gücü
kazandırarak bu ülkelerin zaten başarmış olduğu dezenflasyon
çabasını devam ettirerek faaliyete yeniden hız kazandırıyordu.
Amerika Birleşik Devletleri açısından bu, enflasyonu artırmadan
dolann düşürülebilmesi demekti. Gerçeklen de, Eylül 1985’le
Şubat 1987 arasında dolann Alman Markı karşısında değer kay­
bı yüzde 30, Japon Yeni karşısında ise yüzde 36 oranında ol­
muştu. Beklenenin aksine, bu düşüş genel anlamda parasal bir
gevşeme yarattı, bu da ileriki yıllarda küresel faaliyetin hız ka­
zanmasına büyük ölçüde yardımcı oldu.
22 Şubat 1987’de Paris’te Louvre’da toplanan G7 ülkelerinin
Maliye Bakanlan ile Merkez Bankası Başkanlan dolann yeteri
kadar düştüğünü ilân ediyorlardı. 1 dolar 150 yen ve 1,80
marka denk geldiğinde, döviz kurlarının temel ekonomik veri­
lere uygun olduğuna karar verildi. Bununla birlikte ticari den­
gesizliklerin giderilmesi için girişimler başlamamıştı. 1986 yı­
lında hem Batı Almanya ve Japonya’nın cari fazlaları hem de
Amerika Birleşik Devletleri’nin açığı artıyordu. Geleneksel J
eğrisine uygun olarak, paritelerdeki değişimlerin dış ticaret bi­
lançosu üzerindeki etkisi yavaş olur. Pazar paylarının hacmen
yeniden dağılımı Amerikan şirketlerinin lehine işlemeye başla­
dıysa da, ilk etapta daha ziyade doların düşüşünden dolayı ti­
caret hadlerinin olumsuz bir gelişme göstermesini telafi elti.
Diğer yandan kur ayarlamaları, pazar payı kayıplarını durdur­
mak için her şeyi yapan Alman ve Jap on üreticilerinin kâr
marjlarının azalmasıyla amorti edildi (bkz. Tablo VIII). Tabii
ki pazar paylarının yeniden dağılımı üç kişilik bir oyun değil­
di. Paraları dolarla birlikle düşen Asya’nın yeni sanayileşmiş
ülkeleri, Amerikan şirketlerine gitmesi beklenen kârlannın bir
kısmını ele geçirdiler [OFCE 19871. Sonuçta, uluslararası dü­
zeyde bir ayarlama, devlet açıklannı etkin bir biçimde kapat­
maya çalışan Amerika Birleşik Devletleri’nde iç talebin yavaş­
lamasını sağladı.
206
TABLO VIII
Uluslararası Dengesizliklerin Oluşumu ve Giderilmesi: 1980-1996

1980 1982 1984 1986 1988 1990 1992 1994 1996


Göreli ihracat fiyatı,'31 1980 endeksi = 100
ABD 100 118 122 104 89 86 82 80 72
Japonya 100 100 102 116 120 112 129 156 154
Almanya® 100 93 92 102 103 105 108 110 113
İhracat hacmi, 1980 endeksi = 100
ABD 100 90 94 103 135 165 189 215 265
Japonya 100 108 135 141 148 162 169 168 175
Almanya® 100 110 120 129 141 155 158 162 181
İthalat hacmi, 1980 endeksi = 100
ABD 100 99 140 165 179 192 211 264 318
Japonya 100 97 109 120 153 173 178 210 245
Almanya'1») 100 96 105 116 130 158 179 174 190
Hacmen pazar payı,(£) 1980 endeksi = 100
ABD 100 89 86 88 100 107 108 105 112
Japonya 100 101 106 103 92 87 79 65 55
Almanya® 100 110 110 107 102 99 96 86 82
Cari bakiye (GSYİH yüzdesi olarak)
ABD 0,1 -0,4 -2,5 -3,5 -2,5 -1,6 -0,9 -1,9 -1,9
Japonya -1,0 0,6 2,8 4,2 2,7 1,5 3,0 2,8 1,4
Almanya® -1,6 0,8 1,6 4,6 4,2 3,3 -1,0 -1,0 -0,6
(a) Dolar bazında imalat ürünleri ihracat fiyatları endeksine göre rakip ülkelerin fiyatları
(b) 1992'den önce Batı Almanya, 1992'den sonra Birleşik Almanya
(c) Satın alan ülkenin ithalat hacmi endeksine göre im alat ürünü ihracat hacim endeksi
Kaynak: OECD. Perspectives iconomiques. Aralık 1997; (yazarın hesaplamaları).

Dolayısıyla politikaların koordinasyonu bir eşiği daha atla­


mak zorundadır. Artık, sadece para politikalarının değil bütç
politikalarının da koordinasyonu sağlanmalıdır. Hiç kimsenin
arzu etmediği Amerikan ekonomisindeki yavaşlamanın art­
masını önlemek için, başta Avrupa ve Japonya olmak üzere
dünyadaki talebin daha fazla desteklenmesi gerekir. Böylece,
Amerika Birleşik Devletleri’yle ticari rakiplerinin iç talepleri­
nin büyüme farkının mecburen tersine dönmesi, küresel bü­
yüme bundan rahatsız olmadan gerçekleşebilir. İşte Louvre
anlaşmalarının felsefesi budur. Amerika Birleşik Devletleri
bütçe açıklarını azaltmayı taahhüt etmişti. Buna karşılık Batı
Almanya ve Japonya da iç taleplerini artırmayı kabul etmişler­

207
di. Asya’nın yeni sanayileşmiş ülkelerine ise, hem pazarlarını
dışarıya daha çok açmaları hem de paralarına değer kazandır­
maları emredildi.

Borsanuı Çöküşü ve A lm an U luslararası Tedbirler

Bu sözler tutulmadı. Japonya para politikasına gerçekten


daha genişleyici bir yönelim kazandırdı ama bütçe politikası
kısıtlayıcı ve pazarı zor erişilir olmaya devam elti. Ekonomik
büyümesi bütün Batı Avrupa’nın ekonomik büyümesini koşul­
landıran Batı Almanya ise hiçbir bütçe atılımına gitmedi ve
1987’de, 1982’den bu yana en zayıf büyümeyi gerçekleştirdi.
Amerika Birleşik Devletleri’ne gelince, bütçe politikası biraz
daha az genişleyici bir hale geldi, ama iç talep hacmini elkin
bir biçimde frenleyecek kadar değil. Daha ilk dönemden itiba­
ren, talep farkının beklenen ters dönüşünün gerçekleşmediği
açıktı, bu da, Amerika Birleşik Devletleri’nin dış açığının dola­
rın bir daha düşürülmesine ihliyacı olduğunu gösteriyordu.
Bunun kaçınılmaz olduğuna hükmederek, merkez bankala­
rının kararlılıkla karşı çıkmalarına rağmen, piyasalar dolar
tahvillerini bıraktılar, böylece Amerika Birleşik Devlelleri’nde
uzun vadeli faiz oranları zıpladı. Tahvil gelirleriyle borsa piya­
sasının gelirleri arasında tehlikeli bir uçurum oluşmaya başla­
dı, borsa piyasalarında 1982’den beri kesintisiz süren kur yük­
selişi, faaliyet gelirlerini en düşük seviyesine indirmişti. Ekim
ayında Amerikan dış ticaretinin berbat rakamlarının yayımlan­
ması, Bundesbank’m faiz oranlarını yükselttiğini ilân etmesi
ve James Baker’ın doları düşürme lehdili, 1929’dan bu yana en
büyük borsa çöküntüsüne yol açtı.
Uluslararası işbirliğinin yetersizliğinin doğal bir sonucu ola­
rak bu çöküş 1987 yılının sonunda hükümetlerin bir kurtar­
ma harekâtına girişmesine yol açacaktı. 1929'daki hatalar akıl­
larından hiç çıkmadığı için hükümetler büyük miktarlarda li­
kidite sokmaya çalışıyorlardı, böylece zora düşmüş kuramla­
rın finansmanını kolaylaştırıyorlardı. Karşı petrol şokunun çe­
şitli etkilerine bağlı olarak, parasal gevşeme 1988 ve 1989’da

208
dünyadaki ekonomik faaliyetlerin yeniden canlanmasına kat­
kıda bulundu. Buna paralel olarak, Amerika Birleşik Devletleri
bütçe politikasını sertleştirdi ve devlet sektörünün finansman
ihtiyacı vergi gelirlerindeki artışın yarattığı pozitif etki ile azal­
dı. Dış planda, doların değer kaybı nihayet ihracat hacmi üze­
rinde etkisini hissettirmeye başlıyordu, böylece cari açık ma­
kul bir düzeye iniyordu (bkz. Tablo VIII). İstikrar sağlayıcı
tedbirler meyvalarını Japonya’da da verdi, öyle ki bu ülkede it­
halat hacmi olağanüstü bir biçimde artarken cari işlemler den­
gesi Amerika Birleşik Devletleri’ninkine simetrik çizgi çiziyor­
du. Buna karşılık Batı Almanya’nın tutumu pek işbirlikçi gö­
rünmüyordu, ekonomi politikası küresel anlamda sıkı olmaya
devam ediyor, böylece 1989 yılında cari fazlasını en yüksek
düzeye çıkarıyordu.
1990’dan itibaren Kuzey-Kuzey arasındaki dengesizliklerin
giderilmesi sorunu, sanayileşmiş ülkeler kaygıları arasında ar­
tık ikinci plana düşmüştü. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
konjonktürel değişim, iki yıl sonra da Almanya ve Japonya’da­
ki değişim Amerika’nın cari işlemlerinde dengeyi hemen he­
men sağlamıştır. Almanya'nın birleşmesi, dış hesaplarında açık
vermeye başlayan Batı kısmının tasarruf fazlasını eritti. Dola­
rın düşürülmesi, ABD ve ticari partnerleri arasındaki konjonk­
türel durumun etkilerini durdurdu. Bir tek, 1993’ten itibaren
Japonya’daki durgunluk ve Amerika’nın tekrar öne çıkmasıyla
yeniden önem kazanan Japonya-ABD arasındaki iki taraflı ti­
caret dengesizliğini korumaya devam etti.
Böylece, seksenli yılların sonundan itibaren Japonya ve
Amerika Birleşik Devletleri’ni kavgaya iten yeni bir dönem
başladı. Amerika Birleşik Devletleri bundan sonra bütün çaba­
larını ticarete getirilen yapısal engeller, başka bir deyişle kendi
şirketlerinin Japon pazarına girebilmesi üzerine yoğunlaştırdı.
Muhataplarından, bazı ürünlerde (cep telefonu gibi) Japon pa­
zarından pay almak gibi önemli vaatler aldılar. Ancak bu iki
taraflı ticaret an laşm alarının etk ileri sın ırlı olm uştur ve
1994’te ticari gerilimin artmasını teşvik etmiştir. Yapılmış an­
laşmalara uyulmadığını varsayan Amerika Birleşik Devletleri
209
ticari yaptırım ve yenin yükselmesine baskılarla cevap verdi.
1995’in başında dolar 100 yen çizgisinin altına düşerek dur­
gunluktan yeni çıkmış Japon ekonomisindeki sıkıniıları iyice
artırdı.
Japon ekonomisindeki çok taraflı zorlukları belirginleştiren
Asya krizi her şeye rağmen bu iki taraflılığın beklenmedik
yükselişini durdurdu. Aralık 1994’teki parasal sarsıntıdan son­
ra Meksika ekonomisi, Kuzey Amerika pazarının doğru tulu­
mundan dolayı kârlı çıkabilmişken, Asya ekonomileri 1997’de
Japon ekonomisinin düşüşüyle zarar gördü. Japon ekonomisi
bütçe politikasının durup dururken kısıtlanmasıyla istikrarını
kaybetmiş, bölgesel pazarının çöküşüyle zayıflamış, finans sis­
teminin yapısal zaaflarından mustarip bir halde, 1997’nin or­
tasında yeniden bir durgunluk dönemine girdi. Borsa ve gayri-
menkulden sonra, yenin döviz kuru da çöktü ve 1998’in orta­
sında FED ve Japonya Bankası’nın, 1 dolara karşı 140 yenin
altına düşülmesin ve bölgedeki diğer paralar da hassaslaşma-
sm diye müdahale etmesine yol açtı.
Uluslararası ayarlama sorunu on yıl sonunda yine doruğa
çıkıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1997’den itibaren
ekonomik büyümenin hız kazanması, bu ülkenin cari açığını
rekor bir düzeye yükseltiyordu (2000 yılında GSYİH’nın yüz­
de 4 ’ü). Yeni ekonominin vaatlerine kapılan sermayeler Ame­
rika Birleşik Devielleri’ne akarak doları yeniden yükseltiyor­
du. Yine seksenli yılların ortasındaki gibi bariz bir mali istikrar
zorunluluğuyla karşılaşan Amerika Birleşik Devletleri 2000’li
yıllarda uluslararası işbirliğinin avantajlarıyla yeniden baştan
çıkarılabilirdi.

Bölgesel Ekonomik Grupların Oluşumu

S erbest Ticaretin Ö tesinde

Bölgesel ekonom ik birlikler küreselleşm e sürecine karşı


devletlerin verdiği ikinci cevap türü olarak ele alınabilir. Bu
bakımdan, küresel ekonomik ortamın giderek bütünleşmesi

210
mantığına ters düşmeyen iki taraflı ya da bölgesel serbest tica­
ret anlaşmalarından farklıdır. GATT’ın ancak üçüncü dünya
ülkelerine karşı mevcut tarifeleri yükseltmemek koşuluyla, ya­
ni ticaretin küreselleşmesinin engellenmemesi şartıyla kabul
ettiği gümrük birliğinden de farklıdır. Nihayet, Uzakdoğu’nun
en çarpıcı örneği olduğu ve temelde bu bölgede kapitalist üre­
tim tarzının başarılı bir biçimde yayılmış olmasından kaynak­
lanan bölgesel kendiliğinden bütünleşme fenomenine de in­
dirgenemez. Bölgesel grupların oluşmasının spesifik özelliği,
ticaretteki rekabet çerçevesini düzenleyici ve sınırlayıcı ku­
rumsal normlar üretme niteliğidir. Avrupa Birliği’nin oluşumu
bunun en özgün örneğidir, 1994 ve 1995 yıllarında yürürlüğe
giren Kuzey Amerika’da ALENA ve Güney Amerika’da Merco­
sur Avrupa Birliği’ni ancak kısmen taklit edebildiler.
Liberal eleştiri tarafından gizli himayeciliğe benzetilen bu
teknik, vergici, mali ve düzenleyici normlar üretimi daha ziya­
de küreselleşme sürecinin gücüyle özünü yitirmekte olan dev­
letlerin uluslarüstü bir düzeyde egemenliklerini yeniden kur­
ma çalışmasına benzemektedir. Fransa, İtalya ya da İsveç gibi
ülkelerin istihdam ve tasarrufun dışarı çıkması korkusuyla ar­
tık dayatamadıkları bu düzenlemeler, önemli boyutta bir ülke­
ler topluluğu tarafından, yaptırımlara, hatta ele geçirdiği paza­
rı kaybetmeye razı olmayan dik kafalı özel teşebbüsleri ceza­
landırmak için gerçekleştirilebilir.
1 Ocak 1995’te Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in de katılma­
sıyla Avrupa Birliği’nin genişlemesi, topluluk dinamizminin ya­
rattığı siyasi gücün çekiciliğin in bir göstergesi olmuştur.
1992’de Avrupa Ekonomik Toplulugu’nu kuran anlaşma yoluy­
la, bu ülkeler zaten Avrupa pazarına mükemmel bir erişim
edindiler. Maastricht Anlaşması'yla birlikte, rekabete açılan
sektörler de dahil olarak, lam anlamıyla Avrupa pazarına giriş
olanağı elde ettiler. Bununla birlikte, son derece bağlayıcı olan
ortak tarım politikası ile topluluğun azgelişmiş bölgelerini de
ilgilendiren mali dayanışma mekanizmalarına katılmaktan mu­
af tululdular. Tam üyeliğin kendilerine sağladığı başlıca avan­
taj, gelecekteki Avrupa normlarının hazırlanmasına katılmak,
211
bir başka deyişle ileride kabul etmek zorunda kalacakları ka­
rarların oluşmasında ağırlıklarını şimdiden ortaya koymaktır.

Avrupa P ara Sistem i’nden Para Birliği’ne doğru

Avrupalı oluşum yine de, Ocak 1999'da Avrupa para birimi


Euro’nun tedavüle sürülmesiyle para alanında uluslarüstü bir
yönde gelişti. 1979’da Avrupa Para Sisiemi’nin oluşturulması
zaten döviz mekanizmasına katılan devletler arasında parasal
bir dayanışmanın temellerini atmıştı, böylece Avrupa Toplulu-
gu’nun seksenli yıllardaki mali çalkantıları göreli bir parasal is­
tikrar bağlamında aşmasına yardım etmişti. Paraları değer kay­
beden ülkelerin kısa ve orta vadede mali destek olanaklarını
artırarak, paralar kısa dönemli hedeflerinden tehlikeli bir bi­
çimde uzaklaşmaya başladıklarında merkez bankaları arasında
müdahale yükümlülüğünü paylaştırarak Avrupa Para Sistemi
Bretton Woods sisteminin hazırlanmasını sağlayan ilkeleri, ge­
nişleterek ve iyileştirerek yeniden ele alıyordu. Kuşkusuz para
politikalarının sürdürülmesi için bir kısım özgürlükten vazge­
çilmiştir -artık daha çok kurların korunması için-, ama devlet­
ler, fazlasıyla entegre olmuş ekonomiler arasındaki parasal re­
kabetin potansiyel yıkıcı etkilerinden korunmuş oluyorlardı.
Bu arada bu sistemin para şişkinliğini önleyici bir yan etkisi
vardı, bu sebeple Avrupa’da işsizliğin artmasından sorumlu tu­
tuldu. Hedef pariteleri sabit tutmak olunca da, enflasyon oran­
larının en düşük oranlara çekilmesi bir zorunluluk haline gel­
di, aksi takdirde enflasyonun en yüksek olduğu ülkelerde re­
kabet gücünün zayıflaması, bu ülkelerin zayıf olduğu düşünü­
len paralarına sürekli saldırılmasına sebep olacaktı. Avrupa
ekonomilerinin yapısı bu açıdan oldukça hiyerarşiktir. Ulusla­
rarası uzmanlaşmayı en iyi yapan Ban Almanya aynı zamanda
toplumsal uzmanlaşmanın da en yüksek düzeyde -bu da dü­
şük bir enflasyonu mümkün kılar- ve nüfus artışı da en az di­
namik olan ülkedir. 1999’a kadar parasının güçlü olması, fi­
yattan başka unsurlar üzerine kurulu ihracattaki rekabet gü­
cünü fazla etkilemiyordu, diğer yandan düşük istihdam yarat­
212
ma ihtiyacı yavaş büyümesiyle uyumlu olmasını sağlıyordu.
Boyu, sınai gücü ve parasal kredibilitesiyle Batı Alman ekono­
misi Avrupa’ya hâkimdi. Sabit kur rejimiyle büyüme ritmi, kı­
sa vadeli faiz oranlarını reel anlamda Bundesbank’m sabitledi-
ginden çok farklı ayarlayamayan partnerlerininkine yakındı.
Bu sistemin dezenflasyoncu erdemleri, petrol şoku yüzün­
den fiyat-maaş helezonunu kıramayan ve ulusal paralan konu­
sunda kronik bir güvensizliğin kurbanı olan ülkeler açısından
onu çekici kılan en önemli özelliğiydi. Fransa’da strateji hali­
ne getirilen rekabetçi dezenflasyon, seksenlerin sonundan iti­
baren pesetanın (Haziran 1989), sterlinin (Aralık 1990) ve es-
cudonun (Ocak 1992) Avrupa Para Sistemi’ne girmesiyle ve
İsveç Kronu’nun da gayri resmî bir biçimde marka bağlanma­
sıyla (Mayıs 1991) yandaşlar buldu. Çoğu durumda, dezenf­
lasyon yıldırım gibi olacaktı. Ingiltere’de 1990’da yüzde 10’ken
1992'de yüzde 4’e düşmüştü, İsveç’te de aynı dönemde yüzde
l l ’den 2’ye düşmüştü, Portekiz’de ise bir sürü devalüasyona
rağmen 1991’de yüzde l l ’ken 1993’te yüzde 7’ye inmişti. Ama
her yerde bu istihdam azaltılarak sağlanmıştı, reel ücretleri çö­
kertmek ve kısa dönemde verimliliği artırmanın en kesin yön­
temi buydu çünkü. İngiltere ve İsveç’te işsizlik oranı, 1992
sonbaharındaki para krizinden bile önce üç puan yükselmişti.
Sayısal değerlerin böylesine ortak yönelimi hiç kuşkusuz,
1969 La Haye zirvesinde tasarlanan ve 1989’da Delors raporu
ile tekrar ele alman para birliği projesinin yeniden ortaya atıl­
masının koşullarını hazırladı. Ama bu proje, parası zayıf olan
ülkeler için kolektif bir parasal özerkliğin kurulmasına giden
en iyi yolu teşkil ediyordu, başka bir deyişle Bundesbank’ın
tek taraflı aldığı kararlara indirgenmeyecek bir Avrupa para
politikasının hazırlanmasına katılmanın en iyi yoluydu. Sabit
kur rejiminde mali serbestleşmeyle uyuşmayan ulusal düzeyde
bir parasal bağımsızlık kurma gücü olmadığı için, tek para bi­
rimine geçiş teoride, para politikalarına kaybettiği esnekliği
yeniden kazandırmaktır, çünkü topluluk düzeyinde dalgala­
nan bir kur rejimini yeniden oluşturmak anlamına gelir.
Para politikasına bundan böyle ulusal ödem eler dengesi
213
baskılarını kaldırarak ve ortak bir biçimde yönetilen bir özerk­
lik kazandırarak, topluluk entegrasyonunun sağlanmasının,
Avrupa Birliği’nin büyüme potansiyelinin güçlenmesine katkı­
da bulunduğu kabul edildi. Üye ülkelerin dış ticaretlerinin
yüzde 70’ine eşit bir topluluk içi ticaretle Avrupa Birliği büyük
ölçüde kendinden merkezli, yani özerk biçimde idare edileme­
yecek bir alan oluşturdu. Dünyanın geri kalanı için bir örnek
ve etrafındaki ülkeler için bir çekim merkezi olarak Avrupa
Birliği, iyi idare edilen bölgesel bir bütünleşmenin uzun vade­
de, küresel ekonominin sıkıntısını çektiği kooperasyona göre
daha güvenilir bir alternatif oluşturabileceğini gösterdi.

Çok Taraflı Kurumlann Güçlendirilmesi

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletle­


rinin gerçekleştirdiği uluslararası ekonomik düzenin üç ayağı
vardı: bir para rejimi, cari dengesizlikler için çok taraflı bir fi­
nansman sistemi ve küresel ticareti başlatmayı amaçlayan bir
müzakere makamı (GATT). Birincisi, dalgalı kur rejimine ge­
çilmesiyle yetmişli yıllarda çöktü. İkincisi, devletlere sunulan
dış finansman olanaklarını artıran uluslararası sennaye piyasa­
larının ortaya çıkmasıyla önem ini yitirdi. Ticarete getirilen
vergisiz engellerin, bölgeciliğin ve iki tarafçılığın yükselişi de
üçüncüsü için Uruguay rauncî’unun yok etmeye çalıştığı ciddi
bir tehdit oluşturuyor.

Bretton W oods’un, İk iz K ardeşlerin K abuk D eğiştirm esi

Özünden çok şey yitirmiş olan Bretton Woods sistemi, o za­


mana kadar uluslararası para ve finans ilişkilerini düzenle­
mekle yükümlü ikiz iki kurum biçiminde -IMF ve Dünya Ban­
kası- yaşamını sürdürmeye devam etti. Her ikisi de yetmişlerin
çalkantıları sırasında geleneksel işlevlerini gözden geçirmek
durumunda kaldı. Kalkınma finansmanı konusunda uzmanla­
şan Dünya Bankası, Evropazarların ortaya çıkmasıyla marji­
nalleşti. Döviz kurlarını denetleme işlevini yitiren IM Fnin ise,

214
sanayileşmiş ülkelerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan de­
rin dengesizlikler hakkında söyleyecek bir şeyi olmadı. Bu iki
kurum için de borç krizi, uluslararası mali ilişkilerin yönetimi
konusundaki rollerinin yeniden tanımlanması için bir fırsat
oldu. Uluslararası parasal düzenin gardiyanı olması gereken
IMF, gelişmekte olan ülkelerin mali polisi haline dönüşüp,
borçlarını ödeyemeyecek durumdaki ülkelere ayarlama politi­
kaları dayattı. Koşullandırma mekanizması onu gelişmekle ve
pazar ekonomisine geçmekle olan ülkelerdeki mali kriz idare­
sinin merkezine oturttu.
Kalkınmayı hareketlendirmekten ziyade mali dengelerin ye­
niden kurulmasını sağlamaya eğilimli olan IMF ayarlama poli­
tikalarının merkezine iç talebin azaltılmasını ve paraların de­
valüasyonunu oturtarak misyonunu tamamladı. Bu politikala­
rın hem durgunlaştırıcı hem de enflasyonu kışkırtıcı etkisi ve
bu politikaların hedef olduğu sert eleştiriler IM F’nin, müdaha­
lelerini seksenli yılların ikinci yarısında daha yapısal tedbirler­
le tamamlamasına sebep oldu. Bunların hedefi ilkesel olarak iç
pazarların serbestleştirilmesiyle arzı artırmak (ürün ve hizmet
sektöründe fiyatların serbest bırakılması, iş ve finans piyasala­
rında dereglemantasyon), dış ticaret için engellerin kaldırılma­
sı ve ekonomide devletin ağırlığının azaltılmasıydı (özelleştir­
me, kamu harcamalarının azaltılması, vb.). Bunu yapınca IMF
faaliyeti gittikçe basit finansman projelerinden uzaklaşan ve
uzun vadede sürekli bir büyümenin temellerini atmayı amaç­
layan sektöre bağlı (tarım, enerji, sağlık, vb.) ve yapısal re­
formlara yönelik bir hale gelen Dünya Bankası’nın müdahale
alanına yaklaşmış oluyordu.
Genel felsefesi, kaynak dağılımının başlıca vektörü pazar
mekanizmalarının geliştirilmesi olarak özetlenebilecek yapısal
ayarlama, bu iki kurumun uyguladığı koşullandırmanın mer­
kez ekseni haline geliyordu, bu da faaliyetlerinin koordinasyo­
nunda ciddi sorunlar yaratmaktan geri kalmıyordu. Alacaklıla­
rın istekleri ve borçluların ihtiyaçları arasında hakemlik yap­
mak yerine, Bretton Woods’un kurumlan alacaklıların istediği
borçlanm a ekonom ilerinin reform aracı, başka bir deyişle
215
borçlanma ekonom ilerini kapitalizm in yayılımına açık bir
alanda rant ya da yarı devlet ekonomilerine dönüştürme aracı
haline geldiler.
Şüphesiz hiçbir yerde bu dönüşüm seksenli yıllarda Güney
Amerika’da olduğu kadar fazla olmadı. Uzun süre göz ardı
edilmiş toplumsal taleplerin ifade edilmesini mümkün kılacak
politik hayatın demokratikleştirilmesi bağlanımda bu reform­
ların tamamlandığı oranda özelleştirm e ve serbestleştirm e
programları ilgi uyandırdı. Ödemeler dengesini çökerten bas­
kıları gevşeten borçların özel sektör ya da devletçe dönüştü­
rülmesiyle, bölgedeki en borçlu ülkeler hiperenflasyonun sını­
rına gelip doksanlı yılların başında uluslararası sermaye piya­
salarına yeniden erişim kazanabildiler. Kırılganlığı İ9 9 4 Mek­
sika kriziyle tecrübe edilen bu mali doğrulma, yaşam koşulla­
rının daha da bozulmasını ve buradaki pek çok ülkeye hâlâ
yatırım yapılmamasını gizleyemedi (Şili en önemli istisnadır).
Eşitsizliklerin artmasından, toplumsal bütçenin azalmasından,
şiddetin yayılmasından ya da uyuşturucu mafyasının gittikçe
arlan hâkimiyetinden olsun, bölgedeki toplumsal bilanço ya­
pısal ayarlamanın, IMF ve Dünya Bankası’nm tasarladığı ve
vaat ettiği gibi, kalkınma için en emin yol olarak algılanama­
yacağını gösterdi.
Halbuki, vakaların büyük çoğunluğunda başan sağlanama­
dığı halde seksenli yılların başından itibaren şaşırtıcı bir inatla
Sahra-altı Afrika ülkelerine yine bu yol dayatıldı. “Ayarlama­
nın toplumsal m aliyeti” (yoksulluğun artması) ve çevrenin
korunmasına yeni yeni verilen önem, ayarlamanın felsefesini
derinlemesine gözden geçirme şeklinde tezahür etmek yerine
önceden var olan programlara basit hedefler ekleme şeklinde
tecelli etti.
Ve aldıkları mali yardımlar karşılığında Doğu Avrupa eko­
nomileri de aynı yolu izlemeye kalktılar. Her durumda temel
hipotez, rekabet mekanizmalarını kurmak ve kaynak dağılımı­
nın işlediği pazara geçmek, üretme ve yenilik yapma becerisini
doğrultmanın en emin yoludur şeklinde ortaya çıkıyor, ikinci
bir inanç ise, pazar ekonomisine aşama aşama değil, tek hare­
216
ketle girmek şeklinde, böylece şokun büyüklüğü reformun
kredibilitesini koşullandırmak. Üretimin çökmesi, hiperenflas-
yonun tehlikesi ve toplumsal bağların kopması, Bretton Wo­
ods kurumlarınm aydınlatıcı önderliğinde davul zurnayla ge­
len bu “büyük dönüşüm”ün acı meyvalarıdır.

N ihai B orç Veren Sorunu

Seksenli yıllarda borç krizinin ortaya çıkması, uluslararası


bankacılık faaliyetlerinde bir düzenlemenin olmamasından ve
ödeme güçlüğü içindeki devletleri krizden çıkaracak bir kurta­
rıcı borç verenin yokluğundan kaynaklanan risklerin büyük­
lüğünü ortaya koydu. Keynes tarafından merkez bankalarının
merkez bankası olarak adlandırılan bir kurum Bretton Woods
görüşmeleri sırasında ortaya çıkm am ıştı. Onun yerine, her
devletin kendi gelirlerine göre bir pay ödediği ve ihtiyaç halin­
de önceden belirlenmiş kurallar uyarınca kaynaklarından fay­
dalanabildiği bir yardımlaşma sandığı gibi işleyen IMF’yi kur­
du [Lenain, 1993],
Fonun araçları zamanla arttığı'-kota paylarının artması, özel
para çekme haklarının yaratılması, genel verme anlaşmalan-
ve zorda kalan devletlere yardım imkânları genişlediği -1974’te
petrol kolaylığının, 1986 ve 1988’de yapısal uyum kolaylığı­
nın, 1992’de sistemik dönüşüm kolaylığının (Doğu Avrupa ül­
keleri için) ve 1997’de ek kaynak kolaylığının (mali krizleri
giderme amaçlı) yaratılması- halde sermayenin neredeyse mü­
kemmel hareketliliğinden doğabilecek dengesizliklerin artma­
sı karşısında çok yetersiz kalıyorlar.
Asya krizi bu konuda aydınlatıcı. 1997’de paLİadıgı zaman
Tayland, Endonezya ve Güney Kore’ye dört ay içinde götürül­
mesi gereken para 117 milyar dolardı. Bretton Woods’un bü­
tün kurumlan 51 milyarını sağlayabildiler. Kalanı iki taraflı
avanslar (Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, vb.) ve Asya
Kalkınma Bankası tarafından finanse edildi. Böyle bir finansal
çaba çok önemli bir sorunun var olduğunu gösteriyor. Kasım
1997'de IMF’nin kredi kapasitesi 15 milyar dolara düştü. Kay­
217
nakları artmadığı için, IMF’nin Rusya ve Brezilya’da ortaya çı­
kan krizler gibi bu tip başka krizleri karşılayacak gücü yoktu.
Oysa böylesi krizler, şimdiki finansal küreselleşme ve yeni
finansla piyasaların ortaya çıkması bağlamında büyük olasılık­
la tekrar edebilirler. Her tür finansal montajın ana borcun ve
faizinin azaltılması ya da kapatılması için kullanıldığı banka
borçları krizlerinden farklı olarak, “doğrudan finans” krizleri­
nin hemen ve derinden sarsıcı etkileri var. Çünkü bu durum­
da döviz kuru beklentilerine bağlı olarak dışarıya yoğun bir
sermaye kaçışı olmakta ve bu önlenememektedir. En azından
tanımsal olarak, uluslararası bankacılık sistemi bu tür krizlere
karşı korunuyorsa da, ulusal bankalar, çok genel olarak da
ekonomiler dışarıdan kuvvetli destek almadıkları sürece kesin
olarak çöküntüye uğrama tehdidi altındadırlar. M eksika’da
kriz olduğunda müdahale rolünü Amerika Birleşik Devletleri
oynamıştı. Ancak bu rolü gelecekte de sürdürecekleri şüpheli.
IMF’nin nihai borç verebilecek bir konuma ulaşmasını sağ­
layacak köklü bir yeniden yapılanma olmadığı için, mesela
Özel Çekme Haklarının emisyon gücünü sistematize ederek,
böyle bir görev bir süre Uluslararası Ödemeler Bankası’na
((İBR) devredilebilir. Sanayileşmiş ülkelerin merkez bankaları
arasında işbirliği için çalışan bu kurum, ticari bankaların ulus­
lararası faaliyetlerinde ve aciliyeti olan düzenlemelerin kurul­
masında gözlemci rolü oynuyor. Uluslararası finansman haya­
tında gayriresmî bir düzenleme geleneğini sürdürerek hükü­
metler yerine merkez bankalanna bağlı olmak gibi bir avantajı
var. Yine de sırf sanayileşmiş ülkelerdekileri temsil edebilmek
gibi bir kusuru var.

GATT’dan Diınya Ticaret Örgiitü’ne (DTÖ)

Sekiz yıl süren pazarlıkların sonunda, Nisan 1994’te biten


Uruguay round'u, uluslararası ekonomik ilişkilerde çok taraflı­
lığın sağlamlaştırılması bakımından önemli bir aşamadır. Sek­
senli yılların başından itibaren ticarette gümrükle ilgili olma­
yan engellerin ve ticari çatışma durumunda iki taraflı yaptı-
218
rımlann artmasına engel olamayan GATT’ın güvenilirliğinin
kaybolmasını önledi. Aynı zamanda, uluslararası ticari alanın
parçalanması riskini taşıyan bölgesel anlaşmaların -1990’dan
1994’e kadar 3 3 ’ten fazla anlaşma dayatıldı GATT’a, bu da
1948’den beri dayatılanların tamamının üçle biri anlamına ge­
liyor- çoğalmasını da dengeledi.
Bu anlaşmanın daha önceki pazarlık döngülerine göre iki
özgün tarafı var. Bir yandan malların dolaşımının hem kapla­
nan alan hem de serbestleşme biçimleri anlamında liberalleş­
me hareketi yayıldı. Kaplanan alan özellikle, sübvansiyonlu
ihracat hacmi belirgin bir biçim de düşmesi gereken tarım
ürünlerinde ve tekstil ürünlerinde genişledi [Rainelli, 1996).
Nihayet önemli anlaşmaların imzalanabildiği hizmet sektö­
ründe (küresel ticaret toplamının beşte biri), bilişim (Aralık
1996), iletişim (Şubat 1997) ve finans sistemleri (Aralık 1997)
teknolojisi alanında ve düşünsel sahiplikte de (Ocak 2000)
hissedilir gelişmeler kaydedildi. Ayrıca, ticaretin serbestleşti­
rilmesi sadece gümrük kesintileriyle sınırlı kalmadı, uluslara­
rası ticaretin gri alanlarını, yani gümrükle ilgili olmayan alan­
ları ve gönüllü ihracat kısıtlamalarını da kapsadı.
Diğer yandan ise, 1995’te Dünya Ticaret Örgütü’nün kurul­
ması, ticari çatışmaları idare etme yöntemi olarak iki taraflılı­
ğın artmasını önleyebilecekti. Kararlarının bir değeri olması
için itham edilen taraf dahil bütün taraflarca kabul görmesi
gereken GATT’tan farklı olarak DTÖ’nün anlaşmazlık yönet­
meliği m ekanizması veto hakkı vermez. Alman bir karara
uyulmaması durumunda, şikâyetçi taraf tazminat talep edebi­
lecek ve bu olmazsa, ticari yaptırımlar dayatabilecekti. Bu ge­
lişme, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin uygu­
ladığı tek taraflı ticari yaptırım saldırılarını da durdurabilecek­
ti. Kuruluşundan itibaren Dünya Ticaret Örgııtü’ne yapılan
başvurular ve davalann çoğunda hakemliğine gösterilen saygı
çok taraflılığın yeniden kurulmasına yapacağı katkıyı gayet
güzel gösteriyor. Bu arada iki kere, Amerika Birleşik Devletle-
ri’yle Avrupa Birligi’ni karşı karşıya getiren anlaşmazlıkta ver­
diği kararlar (hormonlu muz ve et hakkında), kendi himaye
219
dispozitifini çok az değiştirmekle yetinen itham edilen tarafın­
dan uygulanmadı, böylece şikâyetçi taraf yeni bir mahkemeye
başvurm ak zorunda kaldı. 1 9 9 9 ’da yeni bir pazarlık ro-
und’unun ( “milenyum round”u) başlatılması için yapılan Se­
attle Konferansı’nın başarısızlığı, üçüncü bin yılın arifesinde
küresel bir liberal düzenin kurulmasına karşı devlet ve toplum
direnişlerinin gücünden hiçbir şey yitirmediğini gösteriyor.

KÜRESELLEŞME VE KRİZ DİYALEKTİĞİ

Dünya ekonomisi yetmişli yılların ortalarında yavaş bir büyü­


me evresine girdi. Angus Maddison’un topladığı ve IM F’nin
güncelleştirdiği verilere göre (2 0 00), kişi başına düşen ürünün
yıllık büyüme oranı 1950’yle 1973 arasında ortalama yüzde
3 ’ken 1974’le 2000 arasında yüzde 1,4’e düşmüştür. Bu krizin
belirtileri oldukça tanıdık: Doğu Avrupa’da kitlesel işsizlik, At­
lantik’in her iki yakasında yoksulluğun artması, sanayileşmiş
dünyanın tamamında parasal istikrarsızlık ve mali düzensiz­
lik, gelişmekte olan ya da pazar ekonomisine girmeye çalışan
ülkelerin çoğunda artan mali sıkıntılar ve ayarlamanın top­
lumsal maliyeti.
Yetmişlerin ilk başında para kesintileri ve petrol şoklarıyla
aynı döneme denk düşen bu kriz, küreselleşme sürecinden ay­
rı tutulamaz. Daha önce de gördüğümüz gibi, küresel ürün,
hizmet ve sermaye pazarlarının birleşmesi gibi, dünya ölçeğin­
de üretime entegrasyonun artmasıyla da tanımlanabilir. Bunu
yaparak, daha önce organizasyon ve tamamlayıcılığın değer ta­
şıdığı bir yerde rekabet alanını genişletmiştir. Bu dönüşüm üç
alanda özellikle hissedilmiştir: her şeyden önce, ticari alanda,
Güney’in sınaî rekabet gücü Kuzey’in Keynesyen dönemden
kalan toplumsal uzlaşmalarını sorgulamıştır; ardından mali
alanda, seksenli yıllardaki büyük dereglemantasyon dalgası
bankacılık sistemlerinin istikrarını bozmuştur; son olarak da
parasal alanda, en sağlam kur mekanizmaları bile her tür en­
gelden kurtulan sermaye hareketlerine direnememişlerdir.

220
Serbest Ticaret, İstihdam ve Sosyal Güvenlik

Krizin belirtileri

İki olay Batılı toplumların karşı karşıya kaldığı krizin kalıcı­


lığını her şeyden daha iyi simgeliyor: 1992’deki Los Angeles
ayaklanmaları ile Fransa’da sayıları giderek artan evsizlerin ar­
tışı. Ortaya çıkış şekli farklı olsa da Atlantik’in her iki yakasın­
daki hastalık aynıdır. Batı Avrupa’da yetmişli yılların başından
bu yana reel gelirlerdeki artış ancak istihdamın anormal dere­
cede yavaş büyümesi karşılığında sağlanabilmiştir (1970-1999
arasında, ABD’deki yılda ortalama yüzde + l,4 ’e karşılık yüzde
+0,5). OECD tarafından toplanan verilere göre, 1978’le 1994
arasında Avrupa Birliği’nin (AB) faal nüfus artışı istihdam artı­
şının sadece yarısına denk düşmektedir, aradaki fark işsizlik
istatistiklerini yılda yaklaşık 7 0 0 .0 00 ritm ine yükseltmiştir.
1994’te AB’deki 18 milyon işsizin yaklaşık yüzde 45’i en az bir
yıldır işsizdi, bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nde yüzde
10’un altındaydı.
Amerika Birleşik Devletleri, 2000 yılında Avrupa Birliğinde­
ki işsizliğin yarısından daha düşük bir işsizlik oranıyla, düşük
istihdam sıkıntısından kurtulmuş gibi görünüyordu. Bu ülke­
de yüksek istihdam yaratma ritminin korunması yine de istih­
damın giderek daha fazla güvenilmezleşmesi ve 1972’yle 1995
arasında ortalama reel ücretlerin sürekli düşmesiyle at başı gi­
diyordu. Bu düşüş özellikle en niteliksiz işçiler için geçerlidir
[Cohen 1997], reel ücretleri bu dönem boyunca yaklaşık yüz­
de 30 azalmıştır. Düşük gelirli sınıflar için Amerika Birleşik
Devletleri’nde Avrupa’ya göre daha belirgin olan toplumsal do­
kunun bozulmasıyla birlikte -Avrupa Birliği’ne göre ABD’de iş­
sizlik tazminatı ortalama yarı yarıya daha azdır-, bu veriler
Amerika Birleşik Devletleri’nde en azından doksanlı yılların
başına kadar kitlesel bir fakirliğin artışını açıklar.
Gelişmiş ekonomilerin çoğuna göre rekabet gücü daha yük­
sek, daha esnek ama daha az dayanışma içinde olan Amerikan
ekonomisi gelir dağılımında Kıta Avrupası ya da Kuzey Avru­

221
pa’ya göre çok daha belirgin bir eşitsizlik taşır. 1990’da gelir
yelpazesinin en üst dokuzuncu birimiyle birinci birimi arasın­
daki farkın oranı Avrupa’dakinin neredeyse iki katından daha
ciddiydi. On yıl sonra, Amerikalı maaşlıların yüzde 30’u orta­
lama maaşın üçte ikisinden azını alıyordu, oysa bu oran Fran­
sa’da sadece yüzde 15’ti.
Doksanlı yılların sonunda büyümenin hız kazanması kuş­
kusuz bu dışlama fenomenini kısmen ortadan kaldırdı. İşsizlik
oranının altm ışlı yıllardan beri en düşük seviyesine inerek
yüzde 4’e gelmesi ve verimliliğin hız kazanması, reel ücretle­
rin belini doğrultması, fakirliğin azalması ve daha ciddi bir is­
tihdam güvenliğiyle birlikte geliştiler. Geriye, bu değişiklikle­
rin faaliyetin ters dönmesine direnip direnemeyeceklerini an­
lamak kalıyor.

Yeni R ekabet Güçlerinin Etkisi

Batılı ülkelerde yüzyılın son çeyreği boyunca çalışma ve/ve­


ya ücret koşullarının genel anlamda bozulması, Japonya dahil
Asya ülkelerinin altm ışlı yılların başından itibaren küresel
imalat ürünleri pazanndaki olağanüstü başarısına bağlanıyor.
Batı ülkelerinde imalat istihdamında yaşananan hızlı ve sürek­
li erozyon, hele Asya’daki sınaî istihdamın görkemli yükseli­
şiyle karşılaştırıldığında bu endişeyi besliyor. Amerika Birleşik
Devletleri’nde olduğu kadar Avrupa Birliği ülkelerinde de, sa­
nayiin toplam istihdam içindeki payı 1970-1993 arasında 10
puan düşmüştür (ABD’de yüzde 3 4 ’ten yüzde 24’e ve AB’de
yüzde 40’lan yüzde 30’a).
Anlamlı bir biçimde, Japonya’da aynı dönem boyunca sınaî
istihdam payı değişmemişti (yüzde 34), halbuki imalat sektö­
ründeki reel ücretler yılda yaklaşık yüzde 2 artıyordu. Buna
paralel olarak, gelişmekte olan Asya ülkelerinde sanayi, dok­
sanlı yılların başında işgücünün, dört birinci nesil yeni sanayi­
leşen Asya ülkesinde yaklaşık yüzde 40 ’mı ve Çin dahil ikinci
dalganın da yüzde 20’sini eriterek istihdam artışının en büyük
bölümünü oluşturuyordu [Dünya Bankası 1995b], Daha genel

222
olarak, dünyanın diğer bölgelerinin -Güney Amerika, Doğu
Avrupa, Hindistan- sınaî ihracatı artırma stratejilerini benim­
semesi ve doksanlı yılların başından itibaren gelişmekle olan
ülkelere doğrudan yatırımların hız kazanması, düşük ücretli
bölgelerin rekabet gücünün şiddetlendiği tehdidini ortaya çı­
karmıştır, oysa çok kişi tarafından bu zaten tahammül edilmez
bir şey olarak nitelenmişti.
Bu tehdidin gücünü sınırlandırmak için genellikle üç argü­
man öne sürülür. Birincisi, gelişmekle olan ülkelerin imalat
ürünleri ihracatı, hızlı büyümesine rağmen ithalatlarının (yak­
laşık dörtte birini) ve sanayileşmiş ülkelerin GSYİH’larının an­
cak küçük bir bölümünü (ortalama yüzde 2’s ini) karşılamak­
tadır. İkinci argüman, Kuzey ve Güney arasındaki sınaî alışve­
rişin küresel anlamda dengelenmiş olduğuna, başka bir deyişle
Güney’in ihracatındaki ilerlemenin ithalatına paralel bir ilerle­
me karşılığı olduğuna işaret eder.
Bu, eğer aktivitelerini, yüksek teknolojik donanım ve yük­
sek verimlilik olan sektörlere yönlendirip geleneksel sektörleri
gelişmekte olan ülkelere bırakarak uluslararası uzmanlaşmala­
rını rekabetin yeni koşullarına uydurmayı başarabilirlerse, Batı
ekonomilerine sunulan fırsatları kanıtlıyor. Dönüşümü en ya­
vaş yaşayan ekonomiler istihdam açısından en çok zarar gö­
renler olacaktır. Her tür himayecilik politikası, istihdamı, teh­
dit altındaki sektörlerde, gelecek sektörlerin aleyhinde ve ilgili
ülkelerde genel bir fakirleşme pahasına yapay olarak koruya­
rak sadece sorunu ağırlaştırmaya yarayacaktır. Üçüncü argü­
mana göre ise, işsizlik ve eşitsizliklerin artmasının yapısal ne­
deni dışarıda değil içeride, teknolojik dönüşümün sağladığı
muhteşem verimlilik kazançlarında aranmalıdır.

Doğu-Batı A rasındaki Yeni Bölünme

Aslında bu argümanlar inandırıcı olabilmek için fazla statik­


ler. Her şeyden önce dünyadaki ticaret dengesi, gelişmekte
olan ükelerin ihracatlarının sanayileşmiş ülkelerinkine göre
çok daha yüksek bir istihdam içerdiği durumda, istihdam üze­
223
rinde küresel olarak olumsuz bir etkiyle tamamen uyuşur.
Tahminlere göre, sadece üretim faktörlerinin kompozisyon et­
kisi bile, 1970-1990 arasında sanayileşmiş ülkelerde niteliksiz
işçi talebini 3 ila 9 milyon azaltmış olabilir (yani toplam istih­
damın yüzde l ’inden yüzde 3 ’üne denk düşen bir azalma)
[Dünya Bankası 1995b]. Burada da, gelişmekte olan ülkelerin
doğrudan rekabetine maruz kalan işletmelerin yukarısındaki
istihdam üzerinde yapacağı dolaylı etkiyi hesaba katmayan
doğrudan bir etki söz konusudur. Çok fazla sözü edilmeyen
bir başka dolaylı etki de gelişmekte olan ülkelerin Batı pazarla­
rına sınırlı girme özelliğinin ex post bir sonuç olduğu ve Batılı
işletmelerin düşük ücretli ülkelerle rekabet edebilmek için ger­
çekleştirdikleri tutumluluk tekniklerinden kaynaklandığıdır.
Daha genel olarak, Batılı ülkelerin, gelişmekte olan ülkele­
rin henüz yatırım yapmadığı sektörlere hâkim olabilmek için
Japonya’yla ve kendi aralarında girdikleri acımasız rekabet de
yine istihdamın aleyhine işler. Dış tezlere -Güney’in rekabeti-
ve iç tezlere -teknolojik sarsılma- yapılan muhalefet büyük öl­
çüde yapaydır. Kuzey'in üretim yelpazesinin daralması otoma-
tize üretimi ve verimlilik kazancını teşvik etmiştir, bu da istih­
dam için oldukça yıkıcı olmuştur.
Aynca, Güney’in el emeğiyle sınırlı bir sanayi vizyonu da
gerçeklikten oldukça kopuk, Asya’daki teknolojik ilerleme bu­
nu kanıtlıyor. Uzun dönemde Asya ülkelerinin Batidaki ve­
rimliliği yakalaması benzer bir düzeyi maaşlarda da yakalama­
sını gerektirse de, kısa vadede sorun yok olmuyor, çünkü ve­
rimliliğin sektör düzeylerine göre çeşitliliği maaş gelişiminin
lektip olmasıyla çelişiyor. Demir-çelik gibi bazı imalat dallan
gelişmiş ülkelere oranla verimli olmaklaki gecikmelerini tama­
men kapatabilirler, oysa maaşlar açıkça daha yavaş olan eko­
nom inin ortalama kâr getirme ritminde gelişirler. Savaştan
sonra Japonya’nın deneyimi bu noktayı gayet iyi açıklıyor ve
günümüzde de bölgenin diğer ülkelerinde de bugün aynı şey
yaşanıyor.
Bu tür durumların makroekonomik sonuçlarından biri, sırf
ihracat sektörünün değil, ekonominin ortalama verimlilik dü­
224
zeyinin üzerine kurulan reel döviz kurlarının düşük değerlen­
dirilmesidir. Bu durum, cari ticaret dengesinin fazla vermesine
sebep olur, o da reel döviz kurunun artmasını teşvik edip ma­
aş farklarının etkisini azaltacaktır. Bunun olması için döviz
kurlarının, tamamen yayılmacı para politikalarıyla manipüle
edilmemesi ve sermaye girişilerinin katı denetimiyle yükselişi­
nin durdurulmaması gerekir, başta Japonya [Lafay et ali i,
1999] olmak üzere seksenli yılların sonuna kadar Asya ülkele­
rinin çoğunda bu yapılmıştı çünkü.
Sınaî faaliyetlerin yeniden dağılımı için girilen bu mücade­
lede en belirleyici kopmanın Güney’le Kuzey arasında değil,
Asya’yla Batı arasında olduğu da burada ileri sürülebilir, Uzak­
doğu’nun gelişmekte olan ülkeleri ise, bu açıdan bakarsak, Ja ­
ponya’nın birkaç on yıl önce çizdiği yolu izlemekten başka bir
şey yapmıyorlar. Bu sorunla ilgili yapılan niceliksel araştırma­
ların çoğunun Japonya’yı gelişmekte olan ülkelerin rekabetine
dahil etmemesi üzücüdür. Nihayet, istihdam üzerindeki bu
yeni rekabetin en büyük etkisinin, Çin’in yükseliş hızının gös­
terdiği gibi, henüz tam olarak hissedilmiş bile olmaması, Batılı
ülkeler açısından endişe vericidir.

Toplumsal Şartlar, E kolojik N orm lar ve Düşünsel Sahiplik

Güney’in sanayideki rekabet gücüne karşı Batılı ülkelerin


aldığı çeşitli savunma önlemlerinden pek çoğu, uluslararası
ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi açısından dikkat çekicidir,
işsizlik ya da niteliksiz işgücüne ödenen ücretleri düşürmek
arasında tercih yapmayı reddetmek, hem tehdit altındaki işçi­
lerin iç istihdam koşullan üzerinde, hem de Kuzey-Güney re­
kabetinin koşullan üzerinde düşünmeyi gerektirir. Genellikle
iki tür içsel nitelikli cevap ileri sürülür. Zaman isteyen birinci­
si, genel nitelik düzeyini yükseltmek ve iş gücünü getirisi
yüksek faaliyetlere dönüştürmektir. Başka bir deyişle, Kuzey’le
Güney arasında sabit b ir tekn olojik farkı koruyarak, yeni
uluslararası iş bölümü kurallarına uymaktır.
Uzun dönemde devamlı olması beklenen bu straleji kısa dö­
225
nemde ayarlamanın toplumsal maliyetinin sindirilmesini sağ­
lamaz. Bu sebeple ikinci tip cevap ortaya çıkıyor, buna göre
ise, yine dönüşümü destekleyerek, dönüşüm sürecinde nite­
liksiz istihdama sübvansiyon yapmak gerekiyor. Getirisi yük­
sek faaliyet sektörlerinin kârını kısmen düşük ücretli ülkelerin
rekabetine maruz kalan sektörlerin maaşlılarına transfer et­
mek şeklinde olur. Yeniden dağılım tedbirleriyle gelir yelpaze­
sinin daraltılması niteliksiz istihdamın önemli bir düzeyini
korumak için uygun olacaktır o zaman [GIPE-OFCE, 1994],
Böylece yeni toplumsal uzlaşmaların hazırlanması. Amerikan
tarzı esneklik taraftarlarının tavsiye edeceği iş piyasasının de-
reglemantasyonuna alternatif olabilir. Bunun güvenilir olması
için, Avrupalı ülkelerin bir araya gelip katılması ve Avrupalı
toplumsal uzlaşmaların kurulmasının yolunu açması gerekir.
Bir başka yöntem ise, farklı gelişme düzeyindeki ülkelerin
rekabet koşullan üzerine gitmektir. Tarihin bir cilvesi, günü­
müzde gelişmekte olan ülkelerle yaptıkları ticarette, öncelikli
ve simetrik olmayan koşullar talep eden ülkeler gelişmiş ülke­
ler, daha kesin olarak Batılı ülkelerdir. Bu yönde ileri sürülen
en önemli argüman, düşük maaşlı ülkelerin rekabeti Kuzey ve
Güney’de maaş koşullarım yukarıda eşitleyeceğine aslında aşa­
ğıda bir eşitlik olmasını teşvik ediyor, şeklindedir. Japonya’nın
ardından, Asya’nın yeni sanayileşen ülkeleri ve onları izleyen
diğer ülkeler, maaşları ve sosyal güvenlik seviyesini yapay ola­
rak düşük tutarak “toplumsal damping” uygulamakla suçlan­
maktadır. Aynı şekilde çevre koruma ve düşünsel sahiplik
normlarının yokluğu, Güney üreticilerine ve bu ülkelerde ya­
tırım yapmaya karar veren firmalara haksız bir avantaj sağla­
maktadır.
Genel bir biçimde, üretim koşulları ve üretilen ürünlerle il­
gili uluslararası normların bir uyumunun olmaması, duruma
göre dereglemanlasyona (ekolojik ve toplumsal normlar) ya
da kılık değiştirmiş bir koruma tekniği olarak aşırı-düzenle-
meye (tüketiciyi koruma) başvurulma tehlikesini teşvik eder.
İlginç bir biçimde toplumsal dışlanma sorunundan en çok za­
rar gören iki sanayileşmiş ülke -ABD ve Fransa- bu sorunları
226
Dünya Ticaret Örgüıü’nün gündemine getirm iştir. 1 9 9 3 ’le
Clinton yönetimi de NAFTA’yı oluşturan anlaşmanın başlangıç
metnine paralel olarak nitelendirilen ve çevre ve çalışma ko­
şullarını ele alan iki anlaşma ekletmiştir. Hijyen, emek güven­
liği, çocuk emeği gibi konulardaki yasaların çiğnenmesi duru­
munda şikâyetleri değerlendirecek hukuki bir makam yaratıl­
mıştır.
Toplumsal ve ekolojik koruma şartları, Güney ülkeleri tara­
fından haklı olarak adı konmamış bir yeni himayeciliğin ifade­
si olarak algılandı ve şiddetle eleştirildi. Bunlar uygulanma bi­
çimlerine göre, ya Güney’in sanayileşmesini durduracak sinsi
bir araç ya da lam tersine, Kuzey’deki maaşlıların eriştiği top­
lumsal avantajların ve çevre korumacılığında gerçekleştirilen
ilerlemenin yayılması için bir araç olabilirdi. İlgili ülkelerin
gelişme seviyesine bağlı olarak, bu hükümlerin dayatılmasın-
daki seçicilik, sanayileşmiş ülkelerin gerçek niyetlerini ölçmek
için önemli bir göstergedir.
Bundan böyle, Güney ülkeleri için tek yanlı ve ayrım gözet­
meyen bir önlem, çokuluslu şirkelleri, kendi ülkelerinde yü­
rürlükte olan güvenlik, istihdam ve çevre normlarına dışarıda­
ki faaliyetlerinde de uymaya mecbur edecektir. Bazıları, bu çe­
şit önlemlerin gelişmekle olan ülkeleri yabancı yatırımlardan
yoksun bırakma riski taşıdığı gerekçesiyle hemen itiraz edecek­
tir. Burada teme! soru, milli geliri artırdığı sürece tüm üretim
faaliyetlerinin haklı sayılıp sayılamayacağıdır. Çünkü ekonomi­
de çoğunlukla tartışma son tahlilde, orlak hedefleri yakalamak
için alternatif araçlar yerine değerler üzerinde yoğunlaşır.

Finans Sistemlerdeki Dereglemantasyon


ve İstikrarsızlık

B an kalar Sistem indeki Kriz

Seksenli yılların başında ABD’de başlatılan ve büyük sanayi­


leşmiş ülkelerin önemli bir bölümü tarafından benimsenen
dereglemantasyon dalgası aslında ulusal ve uluslararası finans
227
çevresi ve finansman akımlarındaki derin değişimin sebebidir.
Ayrıca, finans ve para piyasalarının her tarafa açılması, kur de­
netimlerinin kalkması ve finansal yeniliklerin gelişmesi doğ­
rudan finansın yerleşmesini teşvik etti, böylece bankaların ge­
leneksel aracılık rolü tartışılır hale geldi. Bunun ardından ban­
kalar, faaliyetlerinin iki tarafında iki ayrı rekabete maruz kal­
dılar: ekonomiye soktukları kredi ve topladıkları mevduat. Bi­
lançolarının bir tarafında, şirketler için maliyeti daha düşük fi­
nansman kaynaklarıyla yüzleşmek (hazine bonosu, iç pazarda
tahvil, dış pazarda orta vadeli senetler) zorunda kaldılar. Reka­
bet, geleneksel müşterilerinin (girişimler) kredi talebi kendi
otofinansmanları sayesinde azalacağı için çok daha ciddi bir
hale geldi. Diğer tarafta, rant getirisi daha yüksek plasman
araçlarının (kurumsal yatırım fonları) ortaya çıkmasıyla banka
mevduatlarından uzaklaşan hane tasarrufları, kaynaklarının
maliyetini artırdı [Aglietta 2000]. iki tarafta da, finansal akım­
ların küreselleşmesiyle şiddetlenen uluslararası bir rekabetle
karşı karşıya kaldılar.
Kapana kısılan bankalar hem marjlarının azaldığına hem de
müşterilerinin eridiğine şahit oldular. Bu tehdit karşısında,
kredi verirken daha fazla risk üstlenerek, seksenli yılların so­
nunda gayrimenkul fiyatlarının yükselmesinde aktif rol oyna­
mıştır, ayrıca bilanço dışı faaliyetlerini artırarak, yani finansal
aktif piyasalarında kendi hesaplan için araya girerek bu tehdi­
de tepki vermişlerdir. Bu gelişme, bankalann kültür değişimi­
ni ifade ediyordu, geleneksel mesleklerine bağlı ihtiyat kural­
larım bırakıp daha riskli faaliyetlere girmişlerdi. Seksenli yılla­
rın sonundan itibaren para politikalarının katılaşması, ardın­
dan konjonktürel değişim ve bununla birlikte birçok speküla­
tif piyasada (bütün sanayileşmiş ülkelerdeki gayrimenkuller,
ABD’de junhs bond’lar, İsviçre’de ticari evraklar, Japonya’da
borsa, vb.) aktiflerin değerlerinin düşmesi banka bilançoların­
daki gerilemenin büyüklüğünü gözler önüne serdi.
Bu da OECD bölgesinde faaliyetin canlanmasını yavaşlat­
mış, faiz oranlarının düşüklüğüne rağmen, bankalar, finansal
rahatlık yılları sırasında biriken şüpheli alacaklarını eritemedi-
228
gi için, krediyi canlandıramadı. ABD’de bankaların bilançoları­
nın düzelmesi ancak parasal koşulların olağanüstü bir durak­
lama dönemine girmesiyle mümkün oldu. Bu da 1989 yılın­
dan itibaren kısa dönem reel faiz oranlarını otuz yıl içinde en
düşük seviyesine çekmiş ve 1992’yle 1993’e kadar sıfıra yakın
bir seviyede tuttu. Bu politikayla FED bankalara, likiditelerini
alacaklı oldukları piyasalara daha yüksek faiz oranlarıyla süre­
rek kârlarını yeniden oluşturabilme ve böylece şüpheli alacak­
ları için provizyonlarının seviyesini artırmalarını sağlayarak,
kendilerini düşük maliyetle yeniden finanse etme imkânı tanı­
dı. Buna karşılık Avrupa’da bu süreç Avrupa Para Sistemi’nin
dayattığı kur sınırlamaları nedeniyle pek çok ülkede durdu­
ruldu (ileride görülecek), Japonya’da ise hem gayrimenkulün
hem de borsan ın iflası bankaların bellerini doğrultmasını en­
gelledi.

Sistemin Risklerinin C iddiyeti

Gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı borç krizinden ve Ekim


1987’de borsaların iflasından sonra doksanlı yılların başında
sanayileşmiş ülkelerin büyük bir bölümünü etkileyen banka
sistemlerinin istikrarsızlaşması, finans sistemlerinin ve bunları
düzeltecek araçların da dahil olduğu sistem riskleri tartışması
yeniden gündeme geldi. Sistem riski geleneksel olarak, bir
müdahille (batması) ya da belirli bir pazarla (iflas etmesi) ilgili
kendi başına bir kazanın, faaliyetlerin, müdahillerin tavırları­
nın ve pazarların entegre olmasının üst üste binmesiyle siste­
min bütününe yayılması riski olarak tanımlanır.
Bankalarla ilgili olarak genellikle üç tip risk belirtilmektedir.
Bunlardan ilki 1974’te büyük yankı uyandırarak balan Alman
bankasından adını alan “Herstatt riski”dir, uluslararası banka­
lar arası ödemelerdeki düzenlemelerin güvenliğiyle ilgilidir.
Dövizle yapılan finansal işlemlerde patlama boyutunda yaşa­
nan büyümeyle artan bu risk, dövizle yapılacak işlemlerin iki
kısmında aynı anda yapılacak bir düzenleme mekanizmasının
yokluğundan kaynaklanır. Önemli işlemlerin çoğu genellikle
229
merkez bankaları tarafından idare edilen elektronik sistemler
yoluyla yapılsa da, aralarındaki değiş tokuş ancak belirli bir
gecikmeden sonra gerçekleştirilebiliyor, böylece muamelenin
bir tarafı açık durumda kalıyor ve diğerinin yükümlülüğünü
yerine getirmemesi durumuyla karşılaşıyor. Uluslararası iş­
lemler söz konusu olduğunda, merkez bankaları aynı saatlerde
çalışmıyorsa gecikme çok daha ciddi olabilir. Herstatı Banka-
sı’nm karşılaştığı olayda, bankanın ödeme yapmaması nede­
niyle tamamlanamayan bir işlem neticesinde ödemeler siste­
mine karşı ortaya çıkan genel güvensizlik piyasaları kurutmuş
ve pek çok müdahil kurumu tehlikeye sokmuştur.
Halkın banka mevduatlarını büyük oranda ve yaygın bir bi­
çimde nakte çevirme talebiyle tanımlanabilecek banka paniği
de ikinci tip sistem riskini teşkil eder. Genellikle bir bankanın
sıkıntısıyla başlayan bu kriz, eğer mevduat likiditesi devlet
güçleri tarafından sağlanmazsa çabucak sistemin bütününe ya­
yılabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1933 yılındaki banka
krizi, bir devlet mevduat garanti sisteminin kurulmasına se­
bep oldu, banka aktiflerinin küçük bir kısmı bunu beslemeye
yetiyordu. Bu sistem daha sonra pek çok ülke tarafından kabul
edilmiştir. 1980’li yıllarda ABD’de ortaya çıkan tasarruf san­
dıkları krizi de (Savings and Loan Associations) büyük ölçüde
dereglemantasyonun sağladığı fazladan kaynaklanmıştır (Q
Yasasinın kaldırılması, mevduat çekmek için dizginsiz reka­
bet, kredi verme koşullarının serbestleştirilmesi gibi) ve bu tip
mekanizmaların sınırlarını göstermekledir. Sigorta mekaniz­
masının sıkıntıyı karşılamaktaki yetersizliği federal hüküme­
tin büyük meblağlarla (yaklaşık 300 milyar dolar) müdahale
etmesini, özellikle de mevduat sigorta şirketini yeniden finan­
se etmesini gerektirdi.
Bununla birlikte, bu sigorta mekanizmasının kötü sonuçlan
da yok değildir, çünkü bankaları ve diğer finans kuramlarını
verdikleri kredinin niteliğini gözetmeye teşvik etmezler. Bu
ahlâk! olasılık (ahlâkî riziko) bugün bankalar gittikçe daha da
fazla kendi özel hesapları için pazarlara müdahale eder hale
geldikçe çok daha fazla önem kazandı, çünkü bu şekilde sınır-
230
h personel kadrolarıyla ağır ticari acente ağlarının getirdiğin­
den daha fazla kâr edebilirler. Fazla maceracı işlemciler için
bir pazar yaptırımının korunması sistemin yolunda gitmesi
için demek ki hâlâ vazgeçilmez olmaya devam ediyor. 1998’de
FED’in organize etliği Long Term Capital Management kurtar­
ması bu ahlâkî gereklilikle uygulama arasındaki farkın, sıkımı
içindeki işlemci finans sisteminde ne kadar merkezî bir yer iş­
gal ediyorsa o kadar büyüdüğünü gösteriyor.

U luslararası D ü zenlem eler th tiy aa

Üçüncü lip risk ise borçluların borçlarım ödeyememesinden


başka bir şey değildir. Gelişmekle olan ülkelerin borç krizi ile
dramatik bir biçimde ortaya çıkan bu risk, büyük ölçüde sana­
yileşmiş ülkelerin bankacılık faaliyetlerinin ortaklaşa düzen­
lenmelerinden kaynaklanır. İBR tarafından (International Bank
o f Reglements) kurulan Cooke Komitesi’nin tavsiyeleriyle, baş­
lıca sanayileşm iş ülkelerin merkez bankaları 1988 yılında,
uluslararası bankalara zorlayıcı ödeme gücü normları dayat­
mayı hedefledikleri bir anlaşmaya vardılar. 1993’ten itibaren
bankaların uymakla yükümlü olduğu Cooke oranı, bankaların
verdikleri kredilerle öz kaynaklan arasındaki oran olarak La-
mmlanır. Bu da yüklenilen riske göre bir tabloyla dengelenir.
Örnek olarak, çok laraflı bir kalkınma bankasından alınacak
kredi yüzde 20'lik bir risk katsayısından etkilenir, bir gayri­
menkul kredisinin kalsayısı yüzde 50, OECD üyesi olmayan
bir devletten alınacak döviz kredisinin risk katsayısı ise yüzde
100’dür. Dengelenmiş risklerin toplamı provizyonlar dahil öz
kaynakların yüzde 8’inden fazla olmalıdır. Böylece aşırı bir
kredi rekabetinin etkileri prensip olarak sınırlanır, düzenleme­
lerin farklılaşması sebebiyle rekabet koşullarından muhtemel
sapmalar da sınırlandırılmış olmaktadır.
Paralel olarak, finans kuramlarının ve özellikle de bunların
bilanço dışı faaliyetlerinin IBR nezdinde izlenmesi de artırıldı.
Gerçeklen de bu bilanço dışı faaliyetler alanında altına girilen
riskler artık çok önemli bir hale geldiler, Fransada’ki Crâdits
231
Lyonnais’nin çektiği sıkıntı da bunu kanıtlıyor. Buraya kadar
tedbir çabaları bankaların geleneksel çalışmaları üzerine yo­
ğunlaşmıştı: kredilerin verilmesi. Bankaların gittikçe daha faz­
la yan ürün pazarlarına girmesi ve bu pazarlarda altına girdik­
leri riskin belirsizliği artık yürürlükte olan Cooke rasyosunun
menzilini daralttılar. Bu tespitler sonunda IBR, kredi riskinin
kapitalizasyon kurallarını (borçlunun borcunu ödeyememesi)
pazar riskini de (finansal aktif fiyatlarının değişkinliği) kapsa­
yacak şekilde genişletmeyi önerdi.
Norrovv banking adıyla bilinen diğer bir öneri, bankaların
kredi ve mevduat toplama faaliyetleriyle riskli faaliyetleri ara­
sına katı bir bariyer yerleştirmek şeklindedir. Buna göre ban­
kalar sadece bankacılık dışı faaliyetlerinden doğan risklerden
sorumlu tutulacaklar ve bunlar için geleneksel kaynaklarını
kullanamayacaklardır. Sahip oldukları sigortalı mevduatın
kullanımı düzenlemeler uyarınca sınırlanacak, ancak devlet
tahvilleri gibi güvenilir tahviller satın alabileceklerdir. Banka­
ların riskli faaliyetlerinin olası sonuçlarından korunan müşte­
ri, buna karşılık mevduat hesabından daha az kâr edecektir.
Ne kadar doğru olursa olsun, bu öneriler seksenli yıllarda,
hızlı bir finansal küreselleşme bağlamında rekabetçi bir dü-
zensizleşLirmenin neden olduğu aşırılıkların artık kesin olarak
bilincine varıldığını göstermektedir. Ne kadar faydalı olsa da,
IBR’nin üstlenilen riskleri engelleme çabası henüz çok kısmî
bir ilerleme sağlamıştır. Doksanlı yılların başından bu yana fi­
nans kesiminde birbirini izleyen krizler ve bunların reel eko­
nomiler için istikrar bozucu etkileri, bırakın dereglemantasyo-
nu, uluslararası düzeydeki sorunun tam da finansal düzenle­
me olduğunu gösteriyor.

Avrupa’da Para Krizi ve Euro’nun O rtaya Çıkışı

Finansal küreselleşmenin istikrar bozucu etkilerini en iyi orta­


ya koyan olaylardan biri 1992-1993’te Avrupa Para Sistemi’nde
ortaya çıkan krizdir. 1988’de AB’nin çıkardığı bir yönergeyle
sermaye hareketlerinin tümüyle serbest bırakılması, 1990’dan
232
itibaren pek çok ülkede gerçekleşti. Bu artan tasarruf hareketli­
liği ilke olarak, rant getirisi en yüksek yatırım projelerinin fi­
nansmanını, bulundukları yerden bağımsız olarak kolaylaştır-
malıydı. Bunun ardından da, kaynakların Avrupa Birliği alanın­
da daha iyi dağılması gelmeliydi, bunun mikroekonomik dü­
zeydeki karşılığı özel şirketleri çökerten finansal baskıların kal­
dırılması, makroekonomik düzeydeki karşılığı ise Avrupa eko­
nomisinin küresel büyüme potansiyelinin artması olmalıydı.

Finansal Entegrasyon ve P arasal Çoğulculuk

Parasal bir birlik ortamında geçerli olan bu anlayışlar, para­


lar arasındaki rekabet devam ettikçe ciddi tedbirler alınmasını
gerektirecektir. Tam anlamıyla yapılacak bir finansal entegras­
yon bu durumda para politikalarına yük olan baskıları azdır­
maktan başka bir işe yaramayacaktır. Sabit ama ayarlanabilir
kur rejiminde bu politikalar sahip oldukları manevra marjları­
nı sadece, hâlâ sermaye hareketliliğine engel teşkil eden dü­
zenlemelere ve ödemeler dengesindeki ciddi kriz durumunda
döviz kurlarını değiştirebilme imkânına borçludurlar. Zayıfça
bir finansal entegrasyon sayılabilecek Bretton Woods sistemi,
sabit kur rejiminde korunan en saf parasal özerklik türünü
oluşturur kuşkusuz. Avrupa Para Sistemi olayında, seksenli
yılların ortalarına kadar paritelerdeki değişikliklerin çokluğu,
hareketliliği artan sermayelerin para politikaları üzerindeki
baskısını kanıtlıyordu. Bunun tersi de, seksenli yılların ikinci
yarısında döviz kurlarının neredeyse mutlak sabitliği, parası
zayıf olan ülkelerin para politikalarının Bundesbank’ın politi­
kasından ayrı kur ayarlamaları olarak yorumlanmalıdır.
Parite ayarlamalarına bağlı olarak doksanlı yılların başında
finansal entegrasyonun tamamlanması ekonomilerin nominal
birleşmesinin hızlanmasını zorunlu kılıyordu. Bu zorunluluk,
parasal kredibilite oyununu, onu resmî olarak tek paraya geçi­
şin şartlarından biri sayarak sonuna kadar oynamaya kararlı
hükümetlerin gözünden kaçmadı. Maastricht anlaşmasıyla ko­
nan beş kriterden ikisi uzun vadede enflasyon ve faiz oranları­
233
nın uyuşturulması, iki tanesi kamu finansmanının düzeltilme­
si ve bir tanesi de döviz kurlarının istikrarıyla ilgilidir. İstih­
dam ve ekonomilerin göreli kalkınmışlık düzeyleri atlanmıştır.
Böyle bir yaklaşım ulusal ekonomi politikalarını pek destek-
lenemeyecek çelişkilerin karşısına koyuyordu. Büyümesinin
yavaşladığı bir durumda, Fransa gibi işsizlik oram zaten yük­
sek olan bir ülke kısıtlayıcı tedbirlerle bütçe açığının büyüme­
sini kolay kolay önleyemez. İtalya gibi parası zayır ve iç borcu
yüksek bir ülkede, pariteyi korumak için gerekli yüksek faiz
oranlarını sürdürmek, iç borcu kabul edilmez boyutlara çıkar­
tıp devlet açığının eritilmesini engelliyordu. İspanya gibi kom­
şularına oranla daha az gelişmiş bir ülkede nominal birleşme
için enflasyonu düşürmek büyümenin yavaşlaması tehlikesini
getiriyor, bu da ekonomik olarak yetişme sürecinin durması
ve zaten kabarık olan düşük istihdamın iyice şişmesi anlamına
geliyordu (bkz. Tablo IX).
ITer durumda, sabitlenm iş hedeflere oranla sahip olunan
serbestlik derecesindeki yetersizlikten kaynaklanan ekonomi
politikalarının kredibilite eksikliği, büyüme şartlarının bozul­
duğu durumda ulusal paraya karşı bir güvensizlik krizi yarata­
bilecek güçtedir. Böyle bir durumla eninde sonunda karşılaşı­
lacaktır. 1990’dan bu yana, Körfez krizinin ardından yayılan
karamsarlık, Amerikan ekonomisinin durgunluğa girmesi ve
Avrupa’nın üretim kapasitesi üzerinde biriken gerilimler, sade­
ce birleşen Almanya'da başta var olan büyümeyi hassaslaştırı­
yordu.

B irleşen A lm anya Şoku

Bu birleşme başlangıçta federal hükümetin harcamalarında


büyük bir artış ve tüketimle ücretlerde bir hızlanma şeklinde
kendini gösterdi. Bundesbank’ın uyanlarının aksine, ülkenin
iki kısmı arasındaki ekonomik ve parasal birlik -1 Temmuz
1990’dan itibaren- iki ülkenin verimlilik farkına bakıldığında,
tüketiciler için sembolik bir oranda bir Dogu-Markı'na karşı­
lık bir Batı-Markı şeklinde aşırı değerlendirildi. Böylece genel
234
TABLO IX
Beş Büyük Avrupa Ülkesinde Nom inal Birleşme ve Reel Farklılıklar
(aksi belirtilmedikçe 1997)

Referans Almanya Fransa İtalya İngiltere Ispanya

Maastricht kriterleri
- Yüzdeyle enflasyon
oranları 2,7 1.7 1-2 1,8 3,1 1,9
Uzun vadeli faiz
oranları, yüzdeyle 7,4 5,5 5,7 6,8 7,0 5,8
Bütçe açığı,
GSYİH'nın yüzdesi 3,0 2,7 3,0 2,7 1.9 2,6
Devlet borcu,
GSYİH'nın yüzdesi 60 61 58 122 53 69
1997 sonunda
APS'ye katılma evet evet evet evet hayır evet

îee/ farklılıklar
Kişi başına
düşen GSYIH,
AB = 100, 1999 101 110 102 102 82
Kişi başı GSYİH’nın
büyüme oranı,
1997-1999, yüzdeyle 0,6 1,7 1,6 1,7 2,7
İşsizlik oranı yüzdesi.
1999 9,0 11,1 11.5 5,9 15,9
Saat başı toplam
ücret maliyeti,
1998, Euro'yla 29 26 19 18 13
Kaynak: OECD, Perspectives iconomiques. Aralık 1997; OFCE, Tablonun ilk bölümü için
"Dossier: les provisions", Revue de l'OFCB, Nisan 1998. ikinci bölümü için Eurostat ve CEPII
[2000 ).

seçimlerden birkaç ay sonra Doğu Alman halkına cömert bir


biçimde yapay bir satın alma gücü verilmişti. Bununla birlikte,
Doğu topraklarında Batı rekabeti karşısında yaşanılan şok çok
şiddetli olmuştu. On sekiz aylık bir süre içinde sanayi üretim
endeksi üçte iki oranında düşerken işsizlik de çalışan nüfusun
üçte birini vurmuştu.
Yine de, Federal bütçe şokun yükünü büyük ölçüde üstlen­
di. Ayrıca, yeni topraklardaki sosyal güvenliğin genişletilmesi
ve Dogu-Alman ekonomisinin “yeniden kurulması” için yapı­
lacak harcamalarla, Batidan Dogu’ya 1991’den yıllık itibaren
eski Federal Almanya’nın GSYIH’sınm yüzde 4’ü kadar, yani
235
birleşme sırasında Demokratik Almanya’nın GSYİH’sınm yüz­
de 50’sine dek ve doksanlı yıllarda da yüzde 3 0’una denk bir
devlet kaynağı aktarıldı! Buna bir de Doğu Avrupa’nın her ye­
rinden akın eden Alman kökenli yüz binlerce göçmen işçinin
entegrasyonu için yapılan sosyal harcamaları da eklemek gere­
kir. Alman hükümeti ise, görülmemiş bir rahatlıkla söz konu­
su bu harcamaları vergilerle değil borçlanmayla finanse etme
kararı aldı. Berlin duvarının yıkılmasından itibaren bu anlayış
piyasalar tarafından da kabul edildi ve uzun vadeli oranlar bir­
kaç ay içinde hem Almanya’da hem de pazarların entegrasyo­
nunun etkisiyle diğer Avrupa ülkelerinde 2 puanlık bir sıçra­
ma yaptı.
Uzun vadeli faiz oranlarının yükselmesinin faaliyetler üze­
rindeki olumsuz etkisi ise sadece bütçe açığının büyümesine
engel oldu. 1990’da Batı Almanya ekonomisindeki büyüme hı­
zı yüzde 5,7'yle rekor bir seviyeye ulaşıyordu, bu da, 1980'le
1989 arasında kaydedilen ortalama yüzde 1,8’lik oranın üç ka­
tından fazladır. Avrupa’nın geri kalam için Almanya nihayet,
hacim olarak yılda yüzde 10’a yakın bir ithalat artışıyla ekono­
minin lokomotifi haline geliyordu.
Yine de bu görülmemiş durum Bundesbank’ın enflasyon ve
maaşların artışına tepki olarak başlatacağı kemer sıkmanın et­
kisiyle .hızla tersine dönecekti. Alman faaliyeti ve ithalatı
1991’in ikinci yarısında doruğa çıkarken ve uluslararası kon­
jonktürün ters dönmesinin etkileri bütün Avrupa’da kendini
hissettirirken, Bundesbank Ağustos 1992’ye kadar kısa vadeli
faiz oranlarını yükseltme politikasına devam ediyordu. Ameri­
ka Birleşik Devletleri’nin düşük faiz uyguladığı uzun bir evre­
ye denk geldiği için bu politika markı diğer bütün paralara gö­
re yükseltti. Avrupa Para Sistemi’ne bağlı ülkeler için bu, ken­
di paralarının mark karşısındaki paritelerini savunmalarından
vazgeçmedikleri taktirde, iktisadi faaliyetin yavaşlamasının
gündeme getirdiği parasal gevşemeyi başlatmanın imkânsızlığı
anlamına geliyordu.
Bu ihtimalin olabilirliği 1992 yazında DanimarkalI seçmen­
lerin Maastricht Anlaşması’m reddetmeleriyle birdenbire arttı.
236
Birkaç hafıa içinde, bu oylama üzerinde halkın ve siyasi grup­
ların bölünmesi tek para biriminin geleceği üzerine kuşku to­
humları ekiyordu. Artan işsizlik ve faaliyetin durgunluğundan
dolayı büyümüş bir bütçe açığı bağlamında, hükümetlerin Ma­
astricht kriterlerinin dayattığı nominal birleşme politikasını
sürdürme yeterlilikleri açık bir biçimde tehlikeye düşmüştü.
Mantıksal olarak, spekülasyon ilk önce sistemin periferisin-
de kalan ve Alman Markı'na gayriresm! bağlarla bağlı olan
Finlandiya ve İsveç paralarının üzerine atıldı. İsveç’te, Merkez
Bankası kendi parasını savunmaktan vazgeçmeden önce faiz
oranlarını yüzde 500’e çıkarıyordu. Eylülde, İtalyan Lireti ve
Ingiliz Sterlini de saldırıya uğrayıp Avrupa Para Sislemi’nden
çıkmak durumunda kaldılar, çünkü birkaç gün içinde mark
karşısında yüzde 10 ilâ yüzde 20 değer kaybetmişlerdi. Fran­
sız Frankı direnm eye devanı etm esini tam amen Bundes-
bank’m Fransa Bankası’na sağladığı eksiksiz desteğe borçluy­
du. Temmuz-Eylül 1993 arasında İspanyol Pesetası ve Portekiz
Escudosu birçok kez devalüe olmuştu, bu arada Fransız Fran­
kı, Danimarka Kuronu ve İrlanda Lirası (şubatta devalüe ol­
du) yeni saldırılara maruz kalıyorlardı.
Nihayet 1993 yazında, piyasaların kurulu paritelere karşı
devam eden güvensizliği, hâlâ kur mekanizmasına katılan ül­
keleri, dalgalanma marjlarını yüzde % ± 2,25ten yüzde ± 15’e
genişletmeye yöneltti. Kur istikrar ilkesi resmî olarak bırakıl­
mıştı. Hükümetler, yeni spekülatif saldırılar olduğu vakit ge­
nişletilm iş m arjları kullanm a haklarını saklı tutarak, eski
marjlara uymak konusunda yarı resmi olarak anlaştılar.

Tek Paranın iyi Yanlan ve Sorunları

1 992-1993’te Avrupa Para Sistemi’ndeki kriz, bir kez daha


Avrupa Birliği içindeki ekonomi politikalarının koordinasyon
eksikliğini ortaya çıkardı. Almanya’da vergilerin artırılması ve
marka yeniden değer kazandırılmasına yönelik optimal bir se­
naryo Almanya’daki enflasyonist gerilimi azaltacak ve diğer
ülkelerde de faiz oranlarını rahatlatabilecekken, seçim hazırlı-
237
gı yapan Şansölye Kohl ve paritelerin genel olarak yeniden dü­
zenlemenin kendi mali politikalarına ters düşeceğine inanan
yardımcıları bunu reddetti.
Piyasaların dayattığı ani yaptırım, Avrupa ekonomilerinin
reel değişimi (büyüme, istihdam) açısından Maastricht’te da­
yatılan kriterlerin aşırı katılığını gözler önüne serdi. 1992’den
1996’ya kadar zaten yüksek olan işsizlik oram, 1999’da “Avro-
land” adını alacak yerde 2 puan artarken Amerika Birleşik
Devletleri’nde ise 2 puan geriliyordu. 1995’te Fransız Frankı
yeni saldırılara maruz kalmıştı ve Fransa Bankası’m yeniden
sıkı para politikalarına mecbur bırakmıştı. Sonbaharda hükü­
met piyasaları rahatlatmak ve Maastricht hedeflerine uymak
için sosyal güvenlik edinimlerinden vazgeçmekte hiç tereddüt
etmiyordu, böylece 1968’den beri en ciddi toplumsal krize se­
bep oluyordu. Tek paraya kademeli bir geçiş düzenleyen para
birliği projesi aslında hükümetlere, parayı ortak yönetmekten
kaynaklanan enflasyonu ya da kamu finansmanını düzeltmele­
ri için zaman veriyordu. Ama onları, sermaye hareketlerine
karşı tüm engelleri kaldırdıktan sonra bu ayarlamayı yapmaya
zorlayarak, aynı proje ekonomi politikalarını daha da ciddi bir
parasal baskı altına sokuyordu.
1999 Ocak’mda on bir ülkenin katılımıyla yürürlüğe giren
para birliği, parasal egemenliğin paylaşılmasıyla, Avrupa Para
Sistemi’nin hiyerarşik yapısından kaynaklanan gerginliği ve fi­
nansal olarak entegre olmuş bir alanda yaşanan parasal reka­
betin getirdiği baskıları gidermeyi sağladı. Bu sayede parasal
koşulların bir anda gevşemesi, 1999’un ikinci yarısından he­
men sonra faaliyetin hızlanmasına ve işsizliğin azalmasına yar­
dım etti. Yine de tek paranın ortaya çıkması ulusal bütçe poli­
tikalarının koordinasyonu ve ulusal bütçe politikalarıyla ortak
para politikası arasındaki uyum hakkındaki sorunları neredey­
se hiç gidermiyor. 1997’de Amsterdam’da kabul edilen istikrar
ve büyüme paktı da bu soruna bir çözüm getirmiyor. Maasl-
richt’te yerleştirilen mali kriterlere kalıcı bir nitelik kazandıra­
rak, bütçe disiplinini gerçek bir finans politikası koordinasyo­
nunun önüne koyuyor. Asimetrik bir şok durumunda, bölge­
238
deki büyük ekonomiler arasında, özellikle istihdam üzerinde
ters etkileri olabilecek bütçe disiplini dayanılmaz hale gelebilir
ve para politikası konusundaki anlaşmazlıklar şiddetlenebilir.
İlk iki yılı boyunca euronun zayıf kalmasından kaynaklanan
endişeler (dolar karşısında yüzde 30 değer kaybetmesi) göste­
riyor ki, Avrupa parasının dalgalanması ortak para politikasını
mümkün kılmaktan uzak kalıyor. Avrodoların paritesi ve özel­
likle de fiyatların genel düzeyi üzerindeki etkisiyle ilgilenmeyi
bırakamadığı için Avrupa Merkez Bankası para politikasının
özerkliğini koruyacak güçte değildir, başka bir deyişle, faiz
oranlarının belirlenmesinde sadece ekonomi politikasının iç
hedeflerini bir araya getirecek gücü yoktur.

Ç arkların A raşm a Kum mu Girmiş?

Doksanlı yıllara damgasını vuran zincirleme mali ve parasal


krizlerle birlikte euronun düşüşe aşırı tepkisi yeni bir ulusla­
rarası parasal ve mali kurumun gerekliliğini gündeme getirdi
[Eichengreen, 1999]. Bretton Woods kurumlarının rolünü ye­
niden belirlemekten öte, bu konuda en çok tartışılan öneriler­
den biri, sermaye hareketleri için birtakım denelim mekaniz­
malarını yeniden devreye sokmak ve salt spekülasyon gözeten
işlemleri cezalandırmakla ilgilidir. Bunun için iki öneri getiril­
di [Eichengreen, Tobin ve Wyplosz, 1995], Tobitı tax diye bili­
nen birincisi 1978’de Jam es Tobin tarafından önerilmişti. Her
döviz değiştirme işleminden yüzde 0,5 gibi ılımlı bir vergi
alınmasını isliyordu. Bu seviyedeki bir vergi uzun vadeli yatı­
rımcılar için, getirisi pratik olarak etkilenmeyeceğinden hiç
ağır olmayacaktır. Buna karşılık spekülasyon amaçlı çok kısa
vadeli işlemler için fazlasıyla caydırıcı olacaktır.
Barry Eichengreen ve Charles Wyplosz’un önerdiği alterna­
tif bir çözüm ise, bankaların, yerli olmayanlara ulusal para
cinsinden verdikleri borçlar oranında karşılıksız ve mecburi
rezervler oluşturmaları şeklindedir. Bu durumda tipik spekü­
lasyon -saldırıya uğramış bir parayı, devalüasyondan önce sat­
mak ve daha sonra devalüe olmuş bir parayla geri ödemek
239
üzere borç almak- çok daha masraflı ve riskli olacaktır. Böyle­
ce paranın korunması ekonomide faizleri yükseltebilecek ve
halkı ayrım gözetmeksizin vuracaktır. Her iki durumda da
esas düşünce, uluslararası finans sisteminin çarklarına kum
serpip ekonomi politikalarına manevra marjı sağlamaktır. Her
zamanki gibi, bu tip tedbirlerin yeterliliği evrensel bir biçimde
uygulanmalarına bağlıdır, bu da, uluslararası bir kooperasyo-
nun araçlarını ya da küresel ekonominin uluslarüstü deneti­
mine doğru yeni adımlar konusundaki soruları tekrar günde­
me getiriyor.

240
SON U Ç

Rek a bet ve O r g a n iz a s y o n

Modern pazar ekonomilerinin işleyişine iki ilke hükmeder: re­


kabet ve organizasyon. Birincisinden kendi dinamizmlerini,
yayılma güçlerini, yenilenme ve kendilerini yeni koşullara
uyarlama becerilerini elde ediyorlar. İkincisinin üstüne ise is­
tikrarlarını, kendilerini oluşturan toplumsal bağların kalıcılı­
ğım, yeniden dağıtım becerilerini ve kendilerini dış saldırılar­
dan koruma eğilimlerini kuruyorlar.
Bir sürü açıdan, kapitalizmin tarihsel gelişimi, bir vakte ka­
dar hiyerarşik bir biçimde, “alışveriş” oyunlarını ancak çok
küçük bir ölçüde ve belli kurallar içinde hoşgören toplumsal
düzene rekabet ilkesinin girmesi olarak yorumlanabilir. Ol­
dukça istikrar bozucu olan bu giriş bazı toplumsal yapıların
kendilerini koruma tepkisine yol açar. Bu tepki bazı durum­
larda kapitalizm aşısının reddi (19 1 7’de Rusya, 1979’da Iran),
bazı durumlarda ise toplumsal alandaki olumsuz etkilerini gi­
dermek üzere rekabet ilkesinin kurumsal çerçevelere sokul­
ması gibi ortaya çıkabilir. Otuzlu yıllarda Batı’daki kriz, ken­
diyle baş başa bırakıldığı vakit rekabet mekanizmasının ne ka­
dar yok edici bir güç olabildiğini gayet güzel anlatıyor.
Savaştan sonra her Batılı ekonomi kendi içinde rekabet ve
organizasyon ilkeleri arasındaki dengeyi kurdu. Amerika Bir­

241
leşik Devletleri’nden ziyade Avrupa’da yerleşik olan Keynesci
ekonomik ve toplumsal ilişkileri düzenleme yöntemi (sadece
konjonktürel dalgalanmaları yönelmek değil), hem genişliği
hem de kurallara uygunluğu açısından istisnaî bir büyümenin
tem ellerini attı. Anlamlı bir biçim de, organizasyon ilkesi,
Amerika Birleşik Devletleri’nin hâkimiyelçi leadership’i [lider­
liği] sayesinde damgasını uluslararası ekonomik ilişkilere de
vurdu. Sovyet tehdidi ve Amerikan nükleer şemsiyesi karşısın­
da birleşen gelişmiş kapitalist ulusların hepsi Amerika Birleşik
Devlelleri’nin dayattığı parasal, mali ve ticari kuralları kabul
ettiler. Altmışlı yılların ortasına kadar uluslararası ekonomik
düzen son derece hiyerarşik, dikine bir tamamlayıcılık ve re-
kabei ilkesiyle yapılanmış halini sürdürdü. Amerikan tarzı
üretim ve tüketim normlarının yaygınlaşması, uluslararası pa­
ra statüsündeki dolar, yabancı ülkelerdeki Amerikan yatırım­
ları, “yedi kardeşler”in petrol kaynaklarına ve tedarikine hâki­
miyeti, Kuzey ile Güney arasındaki geleneksel işbölümü bu
ekonomik düzenin baskın özellikleriydi.
Son gelişm elerine baktığımız zam an, küreselleşm eyi, bu
uluslararası hâkimiyetçi düzenin tartışmaya açılmasından, her
bir sanayileşmiş ekonominin içine savaş sonrası zenginliği ge­
tiren toplumsal kurallar ve uzlaşmaların tartışmaya açılmasına
kadar giden bir süreç olarak ele alabiliriz. Bu bakımdan küre­
selleşme, organizasyon yerine dünya çapında rekabet ilkesinin
zaferiyle aynı anlama gelir. Savaştan sonra Amerika Birleşik
Devlelleri’nin biçimlendirdiği uluslararası düzenin çözülmesi,
hâkimiyetçi bir döngünün tamamlandığını gösteriyor. Temel
olarak şu anda küresel ekonomiyi yönlendiren üç büyük ku­
tup, Amerika Birleşik Devletleri, Balı Avrupa ve Japonya ara­
sındaki teknolojik ve mali güç ilişkilerinin yeniden dengeye
oturduğunu ifade ediyor. Bu döngünün bitmiş olmasının özel­
liği, hemen yeni bir döngünün önünü açacak olmasından zi­
yade, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendine özgü Dogu-Batı
zıtlaşmasındaki askerî ve siyasi liderliğinin devam edecek ol­
masıdır. Sovyet tehdidinin kalkmasının, o güne kadar zorunlu
bir dayanışmayla bastırılmış çatışmaların gelecekle ortaya çık-
242
masma yardım etmesi muhtemeldir.
Bu hegemonya döngüsünün sona ermesinin bir başka özel­
liği ise, Robert Reich’ın da gayet iyi anlattığı gibi, gittikçe daha
fazla kendi bölgesinden uzaklaşan bir Amerikan kapitalizmi­
nin sürüp giden dinamizmidir. Diğer ulusal kapitalizmleri çe­
şitli yoğunluklarda etkileyen bu takip, küreselleşm enin de
özünü oluşturuyor. Uzun bir perspektifle, hem dünyanın çe­
şitli kaynaklarını sömürmeye susamış sermayelerin küresel
alanı sahiplenme sürecinin hem de yine bu sermayelerin, re­
kabet ilkesinin menzilini sınırlamak için devletlerin koyduğu
kuralların devamlı altını oymaya çalışmasının devamıdır. Alt­
mışlı yıllarda, avrodolar pazarının oluşması ve sanayi üretimi­
nin düşük ücretli bölgelere kayması, ilk izlerine Ortaçağ'da
rastladığımız bu, yasal boşluk yakalama mantığının en açık
göstergeleridir.
Böylece, hiyerarşi, organizasyon ve tamamlayıcılık ilkeleri
üzerine kurulu uluslararası ekonomik sistemin istikrarsız den­
gesinden, liderlik eksikliğiyle nitelenebilecek bir küresel eko­
nominin yapısal istikrarsızlığına, sadece şirketler değil, ulusla-
rarasında da genelleşmiş bir rekabet ve belirgin bir kural ek­
sikliğine geçilmiş oldu. Gittikçe daha fazla küresel ekonomiye
entegre olmanın gerektirdiği yeni düzenleme modelleri adına,
rekabetçi bir dereglemantasyon, uluslararası plandan ulusal
plana geçtikten sonra finansal alandan da toplumsal alana teh­
likeli bir biçimde geçerek gelişiyor.
Artan sermaye hareketliliğiyle rekabete sokulan, finans pi­
yasalarının himayesine m ecbur bırakılan devletler, özellikle
Batı’da toplumsal bağların kopmasını engelleyebilecek güçte
görünmüyorlar. Küresel bir liderliğin yokluğunda, uluslararası
işbirliği bugüne kadar kısa vadede önlem almakla yetindi, baş­
ka bir deyişle açık mali krizlerin (gelişmekte olan ülkelerin
borç krizi, 1987 borsa çöküşü, 1994 Meksika krizi, 1997-1998
Asya krizi, vb.) ya da gizli mali krizlerin ((Kuzey-Kuzey finan­
sal dengesizliklerin giderilmesi) yayılmasını durdurmak ve ge­
nel bir himayeciliğin yeniden ortaya çıkışını önlemekle yelindi
( Uruguay round’unun sonucu). IBR çerçevesinde, ufak ufak
243
bankacılık düzeyinde başlayan yeniden düzenleme çabası,
bankalarla finans piyasalarını tehdit eden sistem risklerine ce­
vap vermekten henüz çok uzak. Gerçek anlamda uluslararası
bir parasal sistemin oluşturulması ise döviz kurlarının getirdi­
ği sorunlara rağmen hâlâ gündemde değil gibi görünüyor.
Uluslararası boyutta gerçekleşmeyeceği belli olan organizas­
yon ilkesi hiç olmazsa, egemen ilke bu çerçevede yeniden ça­
lıştırılabilir (NAFTA durumu) ya da geleneksel güçlerin den­
gesi kaderi ortak olan ülkeler arasında işleyebilirse bölgesel
boyutlarda gerçekleşebilir (Avrupa Birliği örneği). Zaten ör­
gütlü biçimlerde yeteri kadar ortaya çıkm ış olan uluslararası
ekonomik ilişkilerin (Avrupa Birliği) bölgeselleşmesi, örgüt­
lenmek yolunda (NAFTA) ya da spontane olsun, tümüyle özel
ve rekabetçi bir küreselleşme mantığının inandırıcı bir alterna­
tifi olabilir gibi görünüyor.
Bu bölgelerin her birinde ekonomik alan, bir merkez ve bir
yarı periferinin, kapitalizme uygun bir alanın etrafında örgüt­
leniyor: Avrupa Birliği için merkezî çekirdek Avrupa’nın güne­
yi ve doğusu, NAFTA için Meksika ve potansiyel olarak bütün
Güney Amerika, Japonya için de Uzakdoğu ve yakın zamanda
merkezî konumlan hiç tartışılmayacak yeni sanayileşmiş Asya
ülkeleri. Büyük bir uluslararası kriz durumunda üçü de birbi­
rinden kopabilecek üç kendi merkezli bölge. Birbirine benzer
potansiyellere de sahip olan bu üç grup, bölgesel entegrasyon
süreçlerini tamamladıktan sonra küresel ekonomiyi üçbaşlı
yönetmek için gerekli anlaşmalann pazarlığını yapacaklardır o
zaman.
Bununla birlikte, bu farklı bakış açılan dünya ekonomisinin
bugüne ya da yakın zamana kadar kalkınmanın dışında kalmış
ve petrol dışında küresel kapitalizm için herhangi bir şey ifade
etmemiş periferik bölgelerinin -Kara Afrika, Arap dünyası, Or­
ta Asya, Güney Asya- gelecekleriyle ilgili sorunu karanlıkta bı­
rakıyor. Özel sermayenin önem vermediği ya da terk ettiği, ge­
nellikle kuvvetli mali baskılara maruz bırakılan bu bölgeler
bugün gelişmiş ülkeler için sadece nüfus patlaması ve göç bas­
kısı tehdidi yaratan yerlerdir. Burada, küreselleşme sürecinin
244
istenmeyen bilinç altına itilen cephesi, yani niteliksiz ya da az
nitelikli işgücünün uluslararası hareketliliği karşımıza çıkıyor.
Sermaye birikiminin temelleri hâlâ ulusal olduğu zamanlar
hoşgörülmüş hatta organize edilmiş olan göçmen işgücü, bu­
gün rekabetçi düzensizleştirme tehlikelerine en az maruz kala­
cak alandır.

245
KAYNAKÇA

B İ R İ N C İ CİLT: D O Ğ U Ş

BİRİNCİ BÖLÜM: ULUSLARARASI EK O N O M İK ALANIN O LU ŞU M U


Ashworth, W illiam [19871, A Short Story o f the International Economy Since 1850,
4. baskı, Londra, Longman.
Badie, Bertrand ve Sm outs M arie-Claude [1 9 9 2 ], L e Retoumement du monde: soci-
ologie de la setne intemationalc. Presses de la FN SP ve Dalloz.
Baech ler.Jean [1 9 7 1 ], Lcs Origines du capitalismc, Gallim ard, coll. “Idtfes”.
Bairoch, Je a n [1 9 7 1 ], Le Tiers Monde dans t’impasse, Gallim ard, coll. “Idees", 1983
(G allim ard, 1 9 7 1 ).
Bairoch, Paul [1 9 7 6 ], Commerce extirie ur el diveloppemcnt tconom iquc dc I’Hurope
au XIXe siicle, Mouton-HHESS.
Bairoch, Paul |1993], Mythcs el Paradoxes dc Vhistoire tconom iquc. La Decouvertc,
1994.
Bastid, M arianne [19781, L fO N içinde “Les m ondes asiatiques", [1 9 7 7 -1 9 7 8 ], 4 .
cilt: La Domination du capitalisme: 1840-1914.
Bcnnassar, Bartolom £ [1 9 7 7 ], LfiON içinde “Vers la premiere ebauche d’une eco-
nom ie-m onde”, [1 9 7 7 -1 9 7 8 1 ,1 . cilt: İOuverture du monde: XlVe-XVIe sitcles.
Bouvier, Je a n 1 1 9 7 8 ], LfiON için d e “Les m ecanism es de d o m in ation ", [ 1 977-
1 9 7 8 ], 4 . cilt: La Domination du capitalisme: 1840-1914.
B ra u d e l, F e rn a n d [1 9 6 3 1 , C r a m m a irt des c iv ilis a tio n s , F la m m a rio n , c o ll.
“Cham ps”, 1993 (Libraire E u g in e Belin, 196 3).
Braudel, Fernand [1 9 6 7 -1 9 7 9 ], Civilisation m atiriclle, econom ic et capitalisme:
XVe-XVIlIc sitcles, 1. cilt: Les Structures du quolidien\ 2. cilt: Lcs Jcux de I’Cchan-
ge; 3. cilt: Le Temps du m onde, Armand Colin.

247
B rau d el, F e rn a n d ( 1 9 8 5 ) , La D ynam ique du cap italism c, F la m m a rio n , c o ll.
“Cham ps". 1993 (editions. Arthaud, 1 9 8 5 ).
Braudel, Fernand [1 9 7 7 ], La Medilcnranie: I’espace ct I'hisloire, Flam m arion, coll.
“Champs”, 1985 (Arts et M etiers graphiques, 1 9 7 7 ).
Cam eron, Rondo [1 9 8 9 ], A Concise Economic History o f the World: From Paleolithic
Times to the Present, New York, Oxford University Press.
Caron, Fran ço is [1978|. LfiON içinde “La G rand e-B retagne, 1815-v ers 1 8 5 0 ",
[1 9 7 7 -1 9 7 8 1 , 3. cilt: Inerties el Revolutions: 1730-1840.
Caron. François 11978], l.HON içinde “La croissance jap o n aise”, [1 9 7 7 -1 9 7 8 ], 4.
cilt: La Domination du capitalismc: 1840-1914.
Chase-D unn, Christopher |1985], W. Ladd Hollisl end F Lamond Tullis, An Inter­
national Political Economy. Boulder içinde "H istorical D evelopm ent o f the In­
ternational Political Econom y”, Colorado, Westvievv Press.
Chaunu. Pierre [ 1 9 6 9 ], Conqutlc el Exploitation des nouveaux mondes, PUH
Chaunu. Pierre [19771, LfiON içinde “Des univers â l'univers: introduction gene­
rale” ve “C on clu sion", (19 7 7 -1 9 7 8 1 , 1. cilt: LOuverture du monde: XlVe-XVle
siides.
Crane, George T. et Amawi, Abla [1 9 9 1 ], The Theoretical Evolution o f International
Political Economy: A Reader, New York, Oxford University Press.
Deyon, Pierre [1 9 7 8 ], LfiON içinde “Entreprise m ercantiliste et dynamisme urba-
in”, [1 9 7 7 -1 9 7 8 ], 2. cilt: Les Hesitations dc la croissance: 1580-1730.
Em m anuel, Arghiri [1 9 6 9 ], LEchangc ill (gal, Maspero.
Favier. Jean [ 1 9 87 ], De I'or et des ipices: naissance dc t'homme d'affaires au Moye n
Age, Fayard.
Fourquin, Guy [1 9 7 7 ], LfiON içinde “La chrdtientg latine o c c id e n ta l disencla-
vantc1', [1977-1978| , 1. cilt: LOuverture du monde: XlVe-XVle siicles.
Frank, Andre Gunder 11978], LAccumulation dtpendante, editions Anthropos.
Galeano, Eduardo (1971 ], Les Veines ouverles de I'Amirique latine, Plon, coll. “Ter­
re h u m an e”, 1981.
Garden, M aurice [19781, LfiON içinde “Images industriclles dans 1'Europe O cci-
d e n la le”, ve “Les A m eriqu es avant leu r ind ep en d an cc p o litiq u e", [1 9 7 7 -
1 9 7 8 ], 3. cilt: Inerties et Revolutions: 1730-1840.
G ilpin. Robert [1 9 8 7 ), The Political Economy o f International Relations, Princeton,
New Jersey, Princcion University Press.
Godelier, M aurice 11975], preface â la traduction française de Trade and Markets
in (lie Early Empires, of. Polanyı el al. | 1957j.
Kennedy, Paul [ 1 9 8 8 ], Naissance et d(clin des grandes puissances, Payot, 1991.
Kindleberger, Charles |1973], The World in Depression 1929-1939, Berkeley, Uni-
versiy o f California Press, 1973.
Kindleberger, Charles [1 9 8 1 ], “D om inance and Leadership in the International
Econom y: Exploitation, Public Goods and Free R ides", International Studies
Quarterly, no 25.
LfiON, Pierre [1 9 7 7 -1 9 7 8 ], Histoire tconomique ct sociale du monde, 6 cilt. Armand
Colin.

248
Lopez. Robert S. [19711, The Commercial Revolution o f the Middle Ages, 950-İ350,
Preniice-Hall, Englwood Cliffs, N.J.
M orin, Edgar 119871, Pcnscr ['Europe, Gallimard, coll. “A ctu cP , 1990 (Gallimard,
1 9 8 7 ).
M orishim a, M ichio [1 9 8 2 ), Capitalism e et confucianismc: techn ohgie occidcntale el
(thique japon aise, Flam m arion, 198 7.
Needham, Jo sep h [ 19691, Ltt Science chinaisc et I'Occidcnt, Seuil, coll. “Points”,
1973.
P erson , Yves [1 9 7 8 1 , L£O N için de “E con om ies et so ciete s en A frique n oire”,
[1 9 7 7 -1 9 7 8 ], 4. cilt: La Domination du capitalisme: 1840-1914.
Polanyi, Karl [19441, La Grande Transformation: aux origines politiques et economi-
ques de noire temps, Gallimard, 1983.
Polanyi, Karl, Arensberg, Conrad M . et Pearson, Harry W. [1 9 5 7 !. Les Systlmes
tconomiques dans I’histoire et darts la thâorie, Librairie Labrousse, 1975.
Papp, Richard Tidden [ 1 9 7 5 1, “T h e Unm aking o f the M editerranean Trade Hege­
mony: International Trade Rivalry and the Com m ercial Revolution”, Journal o f
Economic History, XXXV, 3, Eylül.
Ricardo, David [1 8 1 7 ], Des Principcs de I'tconomie politique et de I'impdt, l-'lamma-
rion, coll. “C ham ps".
Rosenberg, Nathan et Birdzell, L.E. [1 9 8 6 ], Comment (’Occident s'est enrichi, Fa-
yard, 1989.
Sm ith, Adam [1 7 7 6 ], Rcchercht sur la nature el les causes de la richesse des nations,
Flam m arion, coll. “Cham ps", 197 6.
Valensi, Lucette [1 9 7 8 ], LfiON için de “L.e m onde m usulm an", [1 9 7 7 -1 9 7 8 ], 4.
cilt: La Domination du capitalisme: 1840-1914.
Vilar, Pierre [1 9 7 4 ], Or et monnaie dans Vhistoire: 1450-1920, Flam m arion, coll.
“Cham ps", 1978 (Flam m arion, 1974).
W allerstein, Immanuel [1 9 7 4 -1 9 8 0 ], Le sysltm e du monde du XVe siicle û nos jou rs,
tom e 1: Capitalism e et £conomie-monde, 1450-1560, Flam m arion, 1980; 2. cilt:
Le M ercantilisme et la Consolidation dc l‘(conom ie-m onde europienne, 1600-
1750, Flam m arion, 1984.
W allerstein, Im manuel [1 9 8 3 ], Crane et Amawi [1 9 9 1 ] içinde “T he Three Instan­
ces o f Hegemony in the History of the Capitalist W orld-Econom y", ( Internati­
onal Journal o f Comparative Sociology, 2 4, 1-2, 19 83 ).
W allerstein, Im manuel [1 9 8 5 ], Le Capitalism e historique, La D icou verie, coll. “Re-
peres", 1996.
W allerstein, Im m anuel 11993], “W orld System Versus W orld-System s: A Criti­
que", A ndrf Gunder Frank et Barry K. G ills, The World System: Five Hundred
Years or Five Thousand? Londres, Routledge, 1993.
W eber Max [1 9 2 7 ], General Economic History, New Brunsw ick, Transaction Bo­
oks, 1982.

249
İKİNCİ BÖLÜM: BÜTÜNLEŞTİRİCİ ÖZEL SEKTÖR MANTIKLARI
Aglietta, M ichel (20011, Macroiconomie financitre, La D ecouverte, coll. "Reperes".
Aglietta, M ichel, Brender, Anton ve Coudert, Virginie 119901, Globalisation finan-
d ir e : l'aventurc obligee, CEPII-Econom ica.
Andrcff, W ladim ir [1 9 9 0 ], Les Multinationales, La D ecouverte, coll. “Repferes”.
Andreff, W ladim ir 1 1996], Les Multinationales globules, La D ecouverte, coll. “Re­
peres".
Aroyo, Philippe ve Fouel, M onique [1 9 8 5 ], “Les petrodollars: une reserve liquide
en voie d’asstch em en i”, Revue de I'OFCE, no 10, O cak.
Bar.que, M ondiale 11 9 9 4 ], Trends in Foreign D irect Investm ent for D eveloping
Countries”, World Debt Tables, 3.bölü m , W ashington.
Banque, M ondiale, Global Development Finance (anciennem eni World Debt Tables:
External Finance jo r Developing Countries), W ashington, yıllık rapor.
Banque, Mondiale [1 9 9 6 ], “Foreign D irect Investm ent for Developing C ountries",
World Debt Tables, Appendix 6 , W ashington.
Boillot, Jean-Joseph ve M ichelon, N icholas, “Triangle de C hine du Sud: 2 2 5 m illi­
ons d'habitants”, Revue Asie Strategies, no 58, 2 7 M art 200 0 .
Bourguinat, Henri [1 9 8 7 ], Les Vertices de la finance intem ationale, E conom ics.
Brun. Denis [1991|, Le Commerce international dans le m onde au XXe siecle, Breal.
CEP11 [ 19831, Economie mondiale: la monUe des tensions, Econom ica.
CEPI1 [1 9 9 2 ], I’im peratif de croissance, ficonom ica.
CEP1I (1 9 9 7 ], Lficonomie mondiale 1998, La Decouverte, coll. “Repercs".
CEP11 [2 0 0 0 ], L£conomie mondiale 2001 , La D econuverte, coll. “Rcperes".
Chesnais, François [1 9 9 4 ], La Mondialisation du capital, Syros, coll. “Alternatives
econom iques".
Cnuced, World Investment Report, yıllık rapor, United Nations, New York ve C e­
nevre, 1999.
D ehove, Mario et M athis, Je a n [1 9 871 , Le Systtme m onetaire international, Ires,
Dunod.
Dehove, Mario et M athis, Je an [1 9 8 7 ], Le Commerce international, Ires, Dunod.
D ock ts, Pierre [1 9 7 7 ], preface â la traduction française des Principes dc I’economie
politique cl de I'impit de Ricardo [1 8 1 7 ], Flam m arion, coll. “Cham ps”.
Dunning, J.H . [1 9 8 8 ], Explaining International P roduction, l.ondres, Unwin
Hyman.
Dunning, J.H . [19931, Multinational Enterprise and the G lobal Economy, Londra,
Addison-Wesley.
Fm i, World Economic Outlook, W ashington, dönem raporu.
Fmi (19971, "M eeting the Challenges of Globalization in the Advanced Econom i­
es", World Economic Outlooh, Mayıs.
Fouet, M onique [1 9 8 9 ], Le Dollar, La Decouverte, co ll. “Reperes”.
Gatt, Le Commenrce international, rapport annuel, Cenevre.
Goldfinger, Charles 11986], La Geofmance: pour comprendre la mutation financitrc,
Seuil.

250
Krugman Paul [19861, Strategic Trade Policy and the New International Economics,
Cam bridge M ass., The M il Press.
Kenen, P eter B. [1 9 9 4 ], Managing the World Economy: Fifty Years After Bretten Wo­
ods, Institute for International Economy, W ashington.
Lafay, Gerard [1 9 7 9 ], Dynamique de la specialisation intem ationale, Econom ica.
Lafay, Gerard [1 9 8 7 ], “Avantage com paratif et com pgtitivite", Economic prospecti­
ve intem ationale, no 29.
Lafay, Ggrard. Herzog, Collette tt al. [1 9 8 9 ], Comm erce international, la fin des
avantages acques, CEPlI-ficonom ica.
Lafay, Gerard ve Unal-Kesenei, Deniz [ 1991 ], “Les trois pöles geographiques des
^changes intem ationaux", Economic prospective intemationale, no 45.
Lassudrie-DuchOne, Bernard [19 8 2 1 , "D ecom position intem ation ale des proces­
sus productifs et autonom ie nationale”, Bourguinat [1 9 8 2 ].
Laubier, Dom inique de [1 9 9 3 ], “Une decennie d’expansion des investissem ents
directs”, Economic prospective intemationale. no 56.
Lelart, M ichel [1 9 9 3 ], Le Systim e monetaire international, La D Scouverte, coll.
“Reperes".
Lenine, Vladim ir [19171, Umperialismc, stade supreme du capitalisme, Editions so-
ciales, 1971.
Maddison, Angus [1 9 8 2 ], Phases o f Capitalist Development, Londres, Oxford Uni­
versity Press.
M ucchieli, Jean-Louis [1 9 9 1 ], “D e nouvelles form es dS m ultinationalisation: les
alliances stratggiques”, Revue d'economic industrielle, no 55.
Ocde [1 9 9 4 ], “Trends in International Trade". Perspectives economiqucs de İOcde,
no 5 6 , Aralık.
Ocde [1 9 9 2 ], International Direct Investment: Policies and Trends in the 1980s.
O cde, Cooperation pour le developpcment. Kalkınm a destek kom itesinin yıllık ra­
poru, Paris.
O m an, Charles 11988], New Forms o f Inveslissement in Developing Countries, O c­
de, Centre de diveloppem enl.
Passct, O livier [1 9 9 5 ], “Interm ediations financifercs sur un march£ globalise”, Re­
vue de I'Ofce, no 52. Ocak.
Pisani-Ferry, Je a n [1 9 8 8 ], EEpreuve am iricam e: les Etats-Unis et le liberalism c,
Syros, coll. “Alternatives icon o m iq u es”.
Plihon, Dominique 11991 ], Les la u x de change, La D icou verte, coll. “Reperes”.
Porter, M ichael [1 9 8 2 ], Choix stratigiques et concurrence, Econom ica.
Porter, M ichael [ 1 9 8 8 ), LAvanlage concurrentiel des nations. Inter Editions.
Rainelli, M ichael [1 9 9 6 ], L'Orgtfnisafion mondialc du com merce, 1 j Ddcouverte,
coll. “R epires".
Reich, Robert 119911, LEconomie mondialisec, D unod, 1993.
ReifTers, J.L . ed. [1 9 8 2 ], Economic el Finance intem ationales, Dunod.
S a v a ry ju lien [19911, “Des strategies m u ltin a tio n a ls aux strategies m ondiales",
LEurope induslrielle: horizon 93, La D ocum entation française.
The Economist 11992], “Fear o f Finance: A Survey o f the World Economy", 19 Eylül.

251
The Economist 11993], “A Survey of Multinationals”, 27 Man.
The Economist 119 9 5 ], “A Survey o f M ultinationals” , 24 Haziran.
The Econom ist [1 9 9 8 ], “W orld Trade Survey”, 3 Ekim.
Vernon, Raymond [1 9 6 6 ], “Internationa! Investment and International Trade in
the Product C ycle", Quarterly Journal o f Economics, vol. 8 0 , Mayıs.
Vernon, Raymond [1 9 7 9 ], “The Product Cycle H ypothesis in a New International
Environm ent", Oxford Bulletin o f Economics and Statistics, 41. cilt, Kasim.

İ Kİ NCİ C İL T : S O R U N L A R

BİRİNCİ BÖLÜM: E N T E G R E O L M A V E D IŞ L A M A
Adda, Jacq u es 11 9 8 4 ], M odiles de diveloppement ct insertion dans l'iconomie mondi­
ale, uıte analyse comparative du Brasil et de la C orte du Sud. tez, Paris-I-Panıhe-
on-Sorbonne.
Adda, Jacq ues [1986|, “La Baisse du prix du petrole: quelies consequences pour
l'Opep et quelies retombges pour le tiers m onde", Revue de I'Ofce, no 16, Tem­
muz.
Adda. Jacq ues [1 9 8 6 ], “Les strategies d’industrialisation des nouveaux pays in­
dustrialists: vanite des representations ideologiques. efficacite des politiques
industrielles", Bchanges el Projets, no 4 8 Aralık.
Adda, Jacq u es [1 98 91 , “Petrole: le retour aux so u rces", Revue de I'Ofce, no 28 ,
Temmuz.
Adda, Jacques et Sm outs, M arie-Claude [1 9 8 9 ], La France fa c e au Sud, le miroir
brist, Paris, Karthla.
Assidon, Elsa [1992|, Les Thiories tconomiques du diveloppem ent, La Decouverte,
coll. “R epires".
Bairoch, Paul [1 9 8 2 ], “International Industrialization Levels from 1750 to 1 9 8 0 ",
Journal o f European Economic History, 11.
Banque M ondiale [1 9 9 1 ], Lc D ifi du diveloppement, rapport sur le de\’cloppement
dans le monde, New York, Oxford University Press.
Banque Mondiale [1 9 9 3 ], East Asian Miracles, Economic Growth and Public Policy,
New York, Oxford University Press.
Banque Mondiale, Global Developing Prospects and the Developing Countries, New
York, Oxford University Press, rapport annuel.
Banque Mondiale, Global Development Finance (anciennem ent World Debt Tables:
External Finance fo r Developing Countries), W ashington, yıllık rapor.
Bayart, Jean -Fran ço is [1 9 9 1 ], “Finishing with the Idea o f the Third World: the
Concept o f the P olitical T ra jecto ry ", dans J . M an or (e d .) Rethinking Third
World Politics, Londra, Longman.
Bayart, Jean -Fran ço is (sou s la dir de) 11994], La Riinvcnlion du capitalismc, Kart-
hala.
Braudel Fem and [ 19691, Ecrits sur I'liistoire, Flam m arion, coll. “Cham ps".
Bouteiller, fine et Fouquin, M ichel [1 9 9 5 ], Le Diveloppement iconom ique de I'Asie

252
orientaic, La Decouverte, coll. “Reperes".
Caporaso, Jam es A. |1978|, "D ependence, Dependency and Power in the Global
System: A Structural and Behavioral Analysis”, International Organizations, no 32.
C hatelus, M ichel [1 9 8 6 ], “Revenus pt-troliers eı diveloppem ent: leçons de l’expe-
rience du monde arabe", Revue fiers Monde, Temmuz-Eylül.
Chenery, Hollis B. el Stroul, Alan M. [1 9 6 6 ], “Foreign Assistance and Econom ic
D evelopm ent", American Economic Review, 56. cilt, n o 4 , Eylül.
Chenery, Hollis B. [1 9 8 1 ], Changement des structures et politiques de developpe-
ment, E con om ica-Dünya Bankası.
Chevallier, Agnes [1 9 8 6 ], Le P arole, La D ecouverte, coll. “Repferes".
Coussy, Jean [1 9 8 6 ], “Les representations iSconomiques de l'insertion du Sud dans
les relations cardinales”, Revue française dc science politique. Aralık.
Durufle, G illes [ 1989|, llAjustement structure! en Afrique. Karthala.
Fm i [2 0 0 0 ], “The World Econom y in the XXth Century: Striking Developments
and Policy Lessons", World Economic Outlook, Mayıs.
Furtado, Celso ] 1 9 7 6 ], Lc Mythe du dtveloppenmciit iconom ique, Anthropos.
Giraud, Pierre-Noel |1989], LEconomie mondiale des m atiires premiires, La Deco­
uverte, coll. “Reperes”.
Giraud, Pierre-Noel [1 9 9 6 ], Elnigalite du monde: economic du monde contemporain,
Gallimard.
Grilli, Enzo R. et Yang, Naw C h en g [1 9 8 8 ], "Prim ary Com m odity Prices, M anu­
factured Good Prices and the Terms o f Trade o f the D eveloping Countries:
W hat the Long Run Shows”, The World Bank Economic Review, 2. cilt, no 1,
Ocak.
Kahn, M ohsin S. et Reinhart, Carmen M. [1 9 9 5 ], “Capital Flow s in the Apec Re­
gion". IMF Occasional Papers, no 122, M an.
Krugman, Paul [1 9 9 4 ], "T h e M yth of Asia’s M iracle”, Foreign Affairs, Kasim-Ara-
lik.
Jacq u ein o t, Pierre ct Raffinot, M arc [1985| , Accumulation ct diveloppem ent: dix
itudes sur les iconom ies du tiers monde, UHarmattan.
Lacoste, Yves [19651, Geographic du sous-diveloppem m l, Quadrige/Puf, 1985.
Lacosie, Yves [19841, Uniti et divcrsiti du tiers monde: des riprisentations planeta-
ircs aux strategies sur lc terrain. La Decouverte/Hdrodolc.
Lautier, Bruno |1994], LEconomie infonnelle dans le tiers monde, La Dccouvertc,
coll. “Repfcres”.
Lipiciz, Alain 119851, Mirages et miracles, probltmes de /'industrialisation daiis le ti­
ers monde, La Decouverte.
M cillassoux, Claude 11 9 7 9 ], Femmes, greniers ct capitaux, Maspero.
N urkse, Ragnar [1 9 5 3 ], Les Probltmes de la form ation du capital dans les pays sous-
diveloppis, Cujas, 1968.
O cde, Coopiration pour le diveloppement, Rapport annuel du Comiie d’aidc au de-
vcloppcm eni de l’Ocde.
Ocde [1 9 9 4 ], “Tendances du com m erce international", Perspectives econ om ises
de İOcde, A raltk

253
Om inam i, Carlos 11 9 8 6 ], Le Tiers Monde dans la crise. La D ecouverte.
Papanek G .E (1 9 7 2 ], “The Effect o f Aid and O ther Resource Transfers on Savings
and Growth in Less Developing C ountries”, Economic Journal, Eylül.
Prebish, Raul 11950], The Economic Development o f Latin Am erica and Its Principal
Problem, New York, Birleşm iş Milletler.
Prebish, Raül [1 9 8 8 ], “Dependance, D evelopm ent and Intcrdependance", Ranis,
G. et Schultz, T.P. (ed s), The Stale o f Development Economics, Oxford, Basic
Blackwell.
Programme des N ations unies pour le diveloppem ent (PN U D ), Rapport sur le de-
veloppenıen t humain. New York, rapport annuel,
Reinhart, Carmen M. et W ickham , Peter [1 9 9 4 ], “C om m odity Prices, Cyclical
W eakness or Secular D eclin e", IMF Staff Papers, 41 . c ilı, Haziran.
Rodriguez, Octavio [19801, La Teoria del subdesarrollo de la CEPAL, M exico, Siglo
Veintiuno Editores, 3. baskı, 1983.
Singer, Hans 11950], “T he D istribution o f Gains Betw een Investing and Borro­
wing Countries", American Economic Review, 40 . cilt.
The Economist [1 9 9 3 ], “M ultinationals: Back in Fash ion ", 2 7 Mart.
The Economist [19941, “W ar o f the Worlds: A Survey o f the Global Econom y”, 1
Ekim.
The Economist 11 9 9 6 ], "A Survey o f Business in Asia”, 9 Mart.
The Economist 11998], “A Survey o f East Asian Econom ies” , 7 Mart.
The Economist [19981, “W orld Trade Survey", 3 ostobre.
Todd, Em m anuel |1984], UEnfance du monde: structures fam iliales el dtvcloppe-
ment, Seuii.
U nicef [1 9 9 2 ], Proieger les enfants a u travail, New York.

İKİNCİ BÖLÜM: Z IT L A Ş M A V E İŞ B İR L İĞ İ
Adda, Jacq ues (presenle par) [1 9 9 0 ], llAmirique latine fa c e d la dette, La D ocu­
m entation française.
Adda, Ja c q u e s [1 9 9 2 1 , “C o n tra in te extdrieure et lo g iq u e endogfcne de crise:
I’exem ple de 1'AmSrique latine", Politique ttrangire, no 3.
Aglielta, M ichel, Brender, Anton et Coudert, Virginie [1 9 9 0 ], Globalisation fınaıı-
ciire: l'aventure obligee, C EPIl-Econom ica.
Banque Mondiale, Clobal Development Finance (anciennem ent World Debt Tables;
External Finance fo r Developing Countries), W ashington, yıllık rapor.
Boissieu, Christian De (sous la direction de) [2 0 0 0 ], Les Mutations de l'âconomie
mondiale, Coe-Econom ica.
Bourguinat, Henri 11995), La Tyrannic des marches, Gconomica.
CEPII [1 9 8 4 ), Economie mondiale: la fracture, Econom ica.
CEPU 119941, “Cinquante ans apres Bretton Woods”, Economic intemationale, no 59.
CEPU (2 0 0 0 ], L’economie mondiale 2001, La Decouverte, co ll. “Reperes".
Chasseriaux, J.M . [1 9 8 2 ], “Une interpretation des fluctuations du prix du petro­
le", Revue d’iconom ic industriclle, no 22.

254
C line, W illiam (19951, International Debt Re-examined, Institute o f International
Econom ics, Longm an’s Higher Education.
Cohen. Daniel 119971, Richesse du monde, pauvrete des nations, Flam m arion.
Courty, Guillaum e et Devin, G uillaum e 11995), LEurope politique, La Decouverte,
coll. “Reptres".
Coville, Thierry [20001, “Les leçons dc la crise financierc des econom ies tm er-
genies", in Christian De Boissieu [2 0 00 ].
Criqui, Patrick et Kouznetzoff, Nina [1 9 8 7 ], Energie 1995: apris les chocs. CEP11-
Econom ica.
Dehove, M ario et M athis, Je a n [1 9 8 6 ), l.e Systlm e monetaire international, Ires,
Dunod.
Eichengreen. Barr)', Tobin, Jam es et W yplosz, C harles 119951, “Two Cases for
Sand in the W heels of International Fin ance", Economic Journal, Ocak.
Eichengreen, Barry [1 9 9 9 ], Towards a New International Financial Architecture: a
Practical Post-Asia Agenda, W ashington DC: Institute for International Econo­
mics.
Furm an, Jaso n ve Sliglitz, Jo sep h E. (1 9 9 8 ], “Econom ic Crisis: Evidences and In­
sights from East Asia", Brookings Papers on Economic Activity, 1.
Groupe International De Politique E c o n o m iq u e De LO fcc 119921, La Disinflation
competitive, le m ark et les politiques budgetaires en Europe, Seuil.
Groupe International De Politique E c o n o m iq u e De LO fce |1993|, Taux d'intirtt et
chomagc, Presses de la FNSP, “Rfferences/Ofce”.
Groupe International De Politique Econom ique De LOfee [1994|, Pour I'emploi et
la cohesion sociale, Presses de la FNSP, “R^ferences/Ofce”.
Hen, Christian et LEONard, Jacques [20001, llUnion europeenne, La Decouverte,
coll. “Reperes".
Jeanneney, Jean-M arccl (sous la dir. de) [19891 Leconomie fran çaise depuis 1967: la
traversec des turbulences mondiales, Seuil.
Kenen, Peter B. [19941, Managing the World Economy-Fifty Years after Bretton Wo­
ods, W ashington, Institute of International Econom ics.
Keohane, Robert O . [ 1 9 8 4 ], After Hegemony: Cooperation and Discord in the World
Political Economy, Princeton, Princeton University Press.
Krugman, Paul R. [2 0 0 0 ], La Mondialisation n'esi pas coupable: vcrtus et limites du
libre-echange, L i Decouverte/poche.
Krugman, Paul 119981, “W hat Happened to A sia", article disponible su r le site In­
ternet de l’auteur a I'adresse: hltpZ/web. mit.edu/krugman/www/
Lafay, G erard , Freud enberg, M ich el, H erzog, C o lette et U n al-K ezen ci, Deniz
[1 9 9 9 ], Nations et mondialisation, Econom ica.
Lairson, Thom as D. et Skidm ore, David [1 9 9 3 ], International Political Economy:
the Struggle f o r Power and Wealth, Fort W orth, Harcourt Brace College Publis­
hers.
Lenain, Patrick [ 1 9 9 6 ]. I.c FMI, Le D ecouverte, coll. "R eperes".
LHeriteau, M ane-France et Chavagneux, Christian 119901, Le FMI et les pays du
tiers monde, PUF (2. baskı).

255
Maddison, Angus (1995 i, Monitoring iht World Economy, 1920-1992, Paris, Ocde.
Marris, Stephen 110871, Ij c s Dfficits ft le dollar: t'tconomie mondiale at piril, Eco­
nomica.
Norel, Philippe [1990], Les Banques fa c e aux pays endcllts, Syros.
Ofce,.- Dipartement des diagnostics 11986], “Uonde de contre-choc”. Revue de
I'Ofce, no 15, Nisan.
Ofce - Dipartemcnt des diagnostics [1987], “La croissance confisquie”, Revue de
I'Ofce. no 19, Nisan.
Ofce - D^partement des diagnostics 11988], “Le krach: avertissemeni sans frais”,
Revue de I'Ofce, no 23, Nisan.
Ofcc - DiSpartement des diagnostics 119891, “La detente â mı-paıcours”, Revue dc
I'Ofce, n o 29, Ekitn.
Pisani-Ferry, Jean 11988], UÛprcuvc air(rica'm e: les Etats-l/ms el le libtralism e,
Syros, coll. “Alternatives tconomiques".
Rainelli, Michel 12000], /.’Organisation mondiale du commerce, La Decouverte, coll.
“Repfcpres".
The Economist [1995], “Who’s in the Driving Seat? A Survey o f the Word Eco­
nomy", 7 Ekim.
Sachs, Jeffrey D. et Radelet, Steven [1998], “The East Asian Financial Crisis: Diag­
nosis, Remedies, Prospects", Brookings Papers on Economic Activity, 1.
Wood, Adrian (199 4], N orik-South Trade, Employement and Inequality, Oxford
University Press.
World Bank 119981, East Asia, The Road to Recovery, The World Bank, Washing­
ton DC.

256
üresel ekonoıııi belki son yıllarda ortaya çık­

mış bır kaYraın, anıa ekonoıninin küreselleş­

mesi hiç de yeni değil. Dünyanın toprak altı

ve loprak üstü ka:naklan hern farklı f<lrklı ol­

dukları, hem de her yerde bu1unıı1adıklar1

için eski tarihlerden itibaren ticaret yoluyla gezegen etrafın­

da dolaşn1aya başladılar. B u dolaşım döngusü kim1 ulusların

lehine olurken birçoğunun da aleyhine gerçekleşli. Zengin

olaııl.ar daha da zenginleşirken fakirler ellerindekini de ka)­

betti. Dunya ekonoınisini yönettiklerini soylcyebilecegimiz

uluslar daha fakir ulusların heın doğal kaynaklarından he1u

de ucuz işgücünden faydalandılar ve buralara sahip oldukla­

rı yasam ve tüketinı alışkanlıklarını yerleştirerek kendılerine

yeni pazarlar yaratular. Dünya ckononıisinin nıerkez bölgele­

ri diye bilinen Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birligi ve

Japonya') a artık "Yeni Sanayileşen Asya Ulkcleri'' de katılıyor.

Bunlar dışındaki ülkeler1 dünya ekonoınisinin yarı perifcrik

ve periferik bölgelerini oluşturuyorlar hala. Bu kitap ekono­

ınil1in kurcselleşınesinin yanı sıra, dünya111n her köşesinin,

özellikle üçüncü dünyanın, dışa açılınaya başlayarak ıncrkez

uluslar yönctinıindeki küresel ekonomiye cnlcgre alına .,urcç­

lcrini ve bundan henı ekonomik hem de toplunısal acıdan ne

şekilde etkilendiklerini Larihsel boyutuyla inceliyor.

iLETiŞiM 818

ARAŞTIRMA
iNCELEME 125

You might also like