Professional Documents
Culture Documents
Günther Anders - Umutsuzsam Bana Ne, Değilmişim Gibi Devam (Günlükler)
Günther Anders - Umutsuzsam Bana Ne, Değilmişim Gibi Devam (Günlükler)
GUNTHER ANDERS
UTSUZSAM
BANA NE!
E İLMİ İM İB. DEVAM!
Günther Anders
ISBN: 978-625-7650-41-0
lthaki™ Penguen Kitap - Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A.Ş.'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-lstanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
editor@ithaki.com. tr - www .ithaki.com. tr - www.ilknokta.com
UMUTSUZSAM
BANA NE!
DEGİLMİŞİM GİBİ DEVAM!
Günlükler
Çevirenler
Herdem Belen-Hüseyin Ertürk
it haki
İçindekiler
Çevirenlerin Önsözü ......................... ................................ 7
Notlar ............................................................................ 1 18
7
kurar. Tanıklık ettiği çağın sefaletini ve esaretini ortaya koyar
ken kişiliğiyle hep arka planda kalır; ne itiraf sevdası vardır
"düştüğü notlarda" ne mahremin ifşası ne de dedikodu. Ken
dine dönük bakışı hep hayatı gözden kaçırmama, hep perde
gerisini ortaya koymadır; yoğurmadığı, genleşmemiş hiçbir
izdüşümü yazıya dökmez; savaş sonrası Avrupası'nın ruh hali
bambaşka boyutlar kazanır onun günlüğünde.
Kitabın 'Ölüler Diyannı Ziyaret' başlıklı son bölümü, ken
dini en yoğun anlattığı sayfalardır. Nihayet biraz yakından gö
rürüz, "aksi ve çekilmez" denen düşünürü; duygu hacmine
tanıklık ederiz. Çıplaktır sanki içini dökerken; çarpıtmaz ama
kalbini başıboş bırakır. Muhasebesinde zikzaksızdır yine de;
çağın ipliğini pazara çıkarmayı ihmal etmez.
Günlüklerde, her zamanki tavizsiz üslubundan uzakta
gönlünce tatile çıkmıştır adeta A nders. Felsefe kaçaklığını sür
dürür. Neden filozoflarca fazla edebi, ozanlarca fazla feylesof
görüldüğünü daha iyi anlarız. Ne sanat yapmaya gönüllüdür
ne de iç dünyasını gevelemeye:
"(. .. ) Günlüğe düştüğüm notların, sadece beni değil tüm
çağdaşlarımı ilgilendiren (ya da beni sırf bu yüzden ilgilen
diren) çığır açan altüst oluşları ele almayla sınırlı kaldığının;
dolayısıyla yazılanların, psikolojinin Augustinus'tan Freud'a
uzanan yelpazesi babında psikolojik açıdan ilgi uyandırmaya
cak, albenisiz notlar olduğunun elbette farkındayım. Ne var
ki yazdığım onca günlüğe rağmen ben de kendimi aslında pek
öyle ilgilendirmedim; yaşamımın 1914'ten bu yana olan tüm
dönemlerinde olup biten her şey o denli önemli ve tüyler ür
perticiydi ki insanın kendi derinliklerini merakla kurcalama
sına fırsat verecek gibi değildi, hatta bunun cazibesine dönüp
bakılmazdı bile. Buna dönük bir iştah benlik değildi hiç. Hem
bu denli felaket bolluğunda o tür bir uğraşı (teyzelerim ya
şamlannın yansım bununla geçirdi) yakışıksız olduğu kadar
banal de buluyorum. Bilimselliği idareli kullanan analizcile-
8
rin , 'sözcük dağarcıklarının çatal bıçak takımları'nın biçare
liğine bakmadan egolarının bağrını deşip ortaya dökmeleri
konusuna hele hiç girmeyelim O şeylere benlik de denemez
kaldı ki, çünkü sabahtan akşama dek, gizlisi saklısı kalmamış
medya lapasından oluşan birbirinin aynısı yemlerini tıkınmış
halleri nedeniyle hiçbir zaman özel benlikler olma bahtiyarlığı
na ya da bedbahtlığına erişemeyecekler, yahut şu artık çoktan
kabak tadı vermiş deyişle 'kendilerini gerçekleştiremeyecekler'
(bir bilsek kimi, neyi ya da ne diye) ! Postpsikanaliz dönemin
deyiz, en azından başlamış olması gerekir bu dönemin. Benim
günlüklerse gizli ruhsal süreçleri konu etmiyor asla. Arada bir
kişiselmiş gibi gözükmesinin nedeni, her şeyden önce, gün
lüklerde tasvir ettiğim (özellikle de geride kalmış ya da olası
felaketlerin sebebiyet verdiği) kişisel deneyim ve duyguların
aslında kişisel olmadığı yani aslında çağımızda yaşayan herke
sin keza hissedip duymasını beklediğiniz ya da zorunlu gördüğü
nüz şeyler olduğu gerçeğidir hoş, öyle olmadığını, eskiden de
-
9
Günther Anders günlüklerinde eski ve yeni birkaç dilden kullandığı
kelimeleri, farklı kavramlara ya da isimlere yüklediği farklı vurgula
n, ilave niteliğindeki düşünceleri vs belirtmek için birçok noktalama
işaretine başvurmuştur. Bu doğrultuda <> parantezi Türkçe edisyon
da da kullanılmışur.
lümün sonundadır.
IO
Charlotte'a
Tarihin ölü yıkayıcısı
LOS ANGELES
Mart 1 941
7 Mart
13
Tarihin ölü yıkayıcısı oldum resmen. Geçen haftadan beri
HOllYWOOD CUSTOM PALACE'ın temizlikçi takımına
dahilim.
Buradaki 'custom' sözcüğünün gümrükle ilgisi yok, kos
tüm anlamına geliyor. Artık içinde günlerimi geçirdiğim bu
on iki katlı kutu, <palas> yani, insanlığın tüm giysi geçmişinin
bir müzesi, bir mühimmat deposu. Büyük film şirketlerinin
kiralaması için zamanında atalarımızın ya da çağdaşlarımızın
halen giydiği - onların kölelerine, ev ve süs hayvanlarına ait
olanlar da dahil her şey var envanterde. Havva'nın taktığı
( <opak balmumlu bez> ve <yırtık parça> olmak üzere iki ayn
versiyondaki) incir yaprağından SA çizmelerine varana dek.
Sonuncular, burada diğer çağların ayakkabı takımıyla - ne so
luk kesici bir iyimserlik -yan yana asılı duruyor bile anlayaca
ğınız. Gören de der ki Yunan sandaletlerinin ve İmparatorluk
zamanından kalma zırhlı süvari çizmelerinin kardeşleri bun
lar, geçmişe ait yani. Bu çizmeleri cilalamam söylense, temiz
lik ekibinin acemi üyesi sıfatıyla, yapmam diyemezdim. Ori
jinallerinden kaç, birkaç yıl sonra da Dünya'nın öbür ucunda
para karşılığı kopyalarını temizleme tehlikesiyle karşı karşıya
kal, hayata bak. Neyse, bu işten birtakım şeyler, hatta tüm kı
yafet felsefesinin en temel gerçeği bile öğrenilebilir: Meğer biz
insanlar çıplaklığımızı, donup ölme korkusuyla değil, başka
nedenlerle örtmüşüz. Kıyafetlerin yardımı olmasaymış ken
dimizi önemli biriymiş gibi satamaz, hiyerarşiler oturtamaz,
insanları cezbedemez, kimilerinin gözünü korkutamazmışız.
'Kıyafet' denen fantastik buluşun sorumlusu ihtiyaçlar şüphe
siz, ama fizyolo jik olanlar en son sırada geliyor. Burada asılı
gördüklerim arasında ısınma gereci olarak adlandırılabilecek
ya da salt ısıtmaya yarayan bir şey yok denecek kadar az. Ne
redeyse hepsi asalet, korku ve dalkavukluk aracı, yani sosyal
gereçler. Bu gerçek, sekiz saatlik kursta, yani buradaki objeleri
cilalar, fırçalar ya da kuruturken her gün kafama dank ediyor.
14
lO Mart
15
mıdır? Sanmam. Bildiğim, bu işten nemalananların asla böyle
bir duyguya kapılmadıklan Meseleye tersinden bakarsak, o
akademik özen sayesinde onlara göre hava hoş. O halde ya
rın bir gün Hollywood'un berbat tarihi filmlerinde gladyatör,
haçlı şövalyesi, kardinal, hafif süvari, jakoben ya da SS subayı
rolünü oynayacak oyuncular, geceleri rahat uyuyabilir; kos
tümlerindeki tek bir düğmenin bile yanlış dikilmediğinden,
pilili yakalarında fazladan tek kıvrımın olmadığından emin
olabilirler. lşte benim iş yaşamım. Öbür taraftaysa birbirini
boğazlayan milyonlarca insan.
1 1 Mart 1 941
16
zamanda hem çok eski hem gıcır gıcır gözükene kadar - MGM
gibi büyük bir şirkete, on iki yıllık, dolayısıyla eski püskü eski
eserleri takdim etmek yakışık almazdı. MGM, bunu prestij
meselesi yapar, belirlemiş olduğu 1935 yılından önce üretil
miş ürünleri geri çevirmek zorunda kalır ( <tqat's the lowest
date we could consider>) ,* hatta acil durumda New York'tan
yeni eski eyerler ısmarlayıp, uçakla getirtirdi.
1 4 Mart 1 941
17
15 Mart 1941
18
iş için evde bıçaklan temizlemede kullandığım özel gümüş
temizleme sabununun aynısını kullandım, bundan böyle sa
dece <tarih sabunu> diyeceğim ona) - ya da yarına üç adet
<birbirinin aynı> Napolyon'u (<1812, Beresina, üstünde kar
izleri dikili>) adamakıllı toparlama direktifi iletilmişse iyice
yadırgamamak mümkün mü!
1 6 Mart 1 941
19
tamamının, tek nüshaları barındıran devasa bir lskenderiye
Kütüphanesi'nden, daha doğrusu hiç durmaksızın kasıp ka
vuran ve bu tek nüshaları ister kitap ister yasa, kurum ya da
insan, fark etmez, küle çeviren devasa bir yangından ibaret
olduğu kafamıza dank etse, siz telaşı asıl o zaman görün. Tek
bir Sezar! Düşünmesi bile korkunç! Tek bir Perikles! Yo hayır,
bugün artık atalarımızla aynı riski alıp, Napolyon gibi vazge
çilmezliği su götürmez - take him or leave him -· bir objeyi,
yakışık aldığı gibi seri halde, en azından bir koleksiyonunu
üretip pazara fırlatmak yerine, solo bir parça olarak üretecek
birinin çıkacağını aklım kesmiyor. Böyle bir hoppalığı düşü
nünce dahi fenalaşıyorum. Şöyle bir gözünüzde canlandırın: O
t:ek adet Napolyon'un başına, vaktinden önce, diyelim 1800'de
ya da 180l'de bir iş gelseydi, 19. Yüzyıl tarihi kimbilir ne hal
lere düşerdi! Gerçi tabii, adamımıza bir şey olmadı, onun için
öngörülen görevi programa bağlı kalarak yerine getirdi. Çok
şükür. lyi de bu neyi kanıtlar, kimsenin marifeti değil ki, ata
larımızın vicdansızlığını da affettirmez. Böylece yeniden Bere
sina üniformalarına dönüyorum. Şimdi bizim pılı pırtı sarayı
mızın yönetimi, Napolyon'ları üçe çıkarmakla, bilerek ya da
bilmeyerek eskinin insafsızlığıyla arasına masafe koyma ve işe
yaramayacaksa da yedek parça bulundurma dürtüsüne yenik
düşmüşse, bu motifi, ayıplamak ne demek, tam da gönlümden
geçen şey olarak selamlarım.
1 7 Mart 1 941
20
var ki gerçeklikle görüntü arasındaki bağıntının ters çevrilmesi
meşru olsun ya da olmasın en azından şu kadarım sorabiliriz:
Eskinin silahlan, zırhlan, kalkanları, bu bizdekiler kadar sağ
lam ve güvenilir olsaydı, acaba geride kalmış tüm tarih, özel
likle savaş tarihi, tamamen farklı cereyan eder miydi? Bana
öyle geliyor ki birçok savaşa, örneğin lkinci ve Üçüncü Karta
ca Savaşı'na, yine lkinci ve Üçüncü Silezya Savaşı'na hiç gerek
kalmazdı. Hiç değilse tarih bambaşka bir tempo yakalar, bin
bir zahmetle elde ettiği, savaşlarla kazandığı konuma çok daha
önce ulaşabilirdi. Sahiden, llkçağ haddinden fazla eski usulde
hareket etmiş, Ortaçağ ne feci bir Ortaçağ kafasıyla davranmış;
yüzyıllar, ileri gidelim derken ne dehşet verici bir mıymıntılık
la sürünmüş, bize gelene, hedefe varana kadar yani.. Bu kadar
değerli ve asla bir daha geri gelmeyecek onca zaman saçılıp
savrulmuş, bu saatten sonra hesabını bile tutamayız. Diyelim
ki merhametli bir Tanrı, Dünya tarihi oyununu baştan başlaya
rak, hiç değilse son iki bin yılı, yeniden oynamamıza izin verdi
- acaba bu iki bin yıllık etaptan tek bir yüzyılda mezun olabilir
miydik dersiniz? Lakin ne çare! Olmuş bitmiş bir kere. Bizim
pılı pırtı sarayının elinden de bir şey gelmez artık.
20 Mart 1 941
Bazı kostümlerse çok daha garip. Burada işleri ne, yani mev
cudiyetlerini mazur gösterecek ticari değerleri var mı yok mu
anlaşılmıyor. Dün örneğin on takım Karmelit rahibe getirdiler
önüme (<big and very big sizes, made 1930>); her birinin
üzerinde bir karış toz, bütün günümü aldılar haliyle. Dövüp
tozlarını silkelerken, acaba bu on adet, kimi dolgun kimi duba
gibi Karmelit, hangi <historical picture>da •• kullanılacak ya
da günün birinde kendilerine sıra gelecek mi diye kafa yorup
21
durdum Galiba tümden abes sorulardı bunlar, en az bu on
kostümün kendi kadar abes. Eşya aleminde de işsizler var anla
yacağınız, hani lümpen proletarya desek olur. Köle olma, yani
başkalarının yararına varlık gösterme lütfundan dahi mahrum
kalmalarına rağmen başıboş var olup durmaya mahkumlar. Bu
tür keyifsiz yaratıklar - temizlediğim Karmelitler örnek sadece
- günün birinde anlamsızlıktan telef olacaklar diye beklemek
o kadar yersiz ki. Anlamsızlık, var olma ve hayatta kalma şan
sım harap eden bir şey olsaydı, bu yıkımın çoktan gerçekleş
miş olması gerekirdi. Aksine bu krallıkta, toplatma diye bir
şey olmadığını, kostüm sarayının nüfusuna geçen birinin ya
da bir şeylerin, geriye dönüş işini tümden unutması gerektiği
ni rahatlıkla söyleyebilirim. Benim Karmelitler de tıpkı daha
şanslı, yani kullanılabilen kardeşleri gibi <kostüm sarayı>mn
tunçtan yasasına tabi. Anlayacağınız - <sonsuzluk> tanımı bu
raya uygun düşerse - sonsuza dek buradalar. Günün birinde
yepyeni on tanesi onlardan nöbeti devralırsa, ancak o zaman,
tüm diğer kumaşlarla aynı kaderi paylaşmalarına izin var.
Gerçi buna dahi kefil olamam. Çünkü yeni gelen on tanenin
gerçekten <başka> mı olacağı, yoksa neresinden baksak o on
eski kostümle özdeş mi sayılacağı sorusuna, bu çetin ontolojik
soruya ancak yönetimdekiler yanıt verebilir.
İşte buranın dertleri, trajedileri, sorunları, umutlan bunlar.
Diğer taraftan oralarda, okyanusun öte yanında, uzakta ama
ne yazık ki gerçek, yüz binlercesi birbirini boğazlıyor.
21 Mart 1941
22
daha da göz kamaştıran ve iyice arkaik bir görünüm alan 'yeni'
kılıçlar üreten elektrikli şahmerdanlar ve Batı dünyası batma
sın, insanlık mirası yerinde dursun, yo hatta - daha ne olsun
- yükselsin diye uğraşan, dikiş makinelerinin başında 'yeni'
kumaşlar dokuyan bir dizi Penelope dışında kadınlı erkekli
bir başka çalışanlar sınıfı daha var. Çünkü aynı zamanda - işte
burada mesele sahiden diyalektik olmaya başladı - gıcır gıcır
her parça, eğer sahtelik ve güvenilmezlik duygusu yaratmak
istemiyorsa, bir yandan da hırpani gözükmek zorunda. Her
kostüme daha başından, belli bir yıpranmışlık ekleniyor haliy
le. Yeşil pas, çatlak, saçaklanmış yerler şeklinde verilen bu asli
pejmürdeliği eksikse, hiçbir zırh, miğfer ya da hükümranlık
robmantosu bitmiş sayılmıyor. Yine de bu ilk donanım yet
miyor, uzun süre dayanan bir şey değil. Yıpranmışlık da aylar
yıllar geçtikçe gösterişini yitiriyor, tabiri caizse, yıpranıyor di
yelim. Hal böyle olunca, tek işleri, zaruri paralanmışlığı dur
madan konservelemek ve solmaya yüz tutan hasarların zinde
kalabilmelerini sağlamak olan uzman kişiler çalıştırılmasına
şaşmamak gerekiyor. Bu çalışmalar için özel bir salon var.
Bu salona objelerin makyaj odası da denebilir (orada objelere
<gençleştirmek> için değil <yaşlandırmak> için makyaj yapıl
dığını gözden kaçırmamak koşuluyla) . Tabii orada çalışanlar
başka bir isim kullanıyorlar, <conservation room>* diyorlar,
bir ağız tadıyla ve gururla ki hem de. Anlayışla karşılanabi
lir bu. Ne de olsa listelerde <conservators> olarak geçiyorlar;
özel uğraşları, Correggio'ların restorasyonuyla ya da zedelen
miş goblen köşelerinin yeniden dokunup onarılmasıyla aynı
mertebedeymiş gibi. Ciddiyetimizi takınırsak, bu benzetmeyi
ayakta tutmak zor elbette. Kafa karışıklığı yaratıyor çünkü. Bir
kere bizim elemanlar hiçbir eğitim görmeden bu işi kotarabi
lirler, gerçek 'conservator'lar·· içinse böyle bir şey söz konusu
23
bile olamaz. lkincisi, bizimkiler diyalektik bir iş beceriyorlar,
defoları kurtarıyorlar, uzmanlarsa tabloları iyileştireboyuyor
lar yahut goblen köşelerini sağlıklarına dokuyorlar, diyalekti
ğin adım bile duymamışlardır eminim. Keza bu <conservation
room>a ilk girişimde gördüklerim şunlardı: Örücülerin fana
tik yüz ifadesiyle, 'antika' çamaşırların (Romalıların lejyoner
gömlekleri ya da benzer şeyler) üzerindeki solmuş kan lekele
rini yenilemeye konsantre olmuş kadınlar (aralarında bir za
manların Bauhaus öğrencilerinin de olduğu söyleniyor) vardı.
İşlemden geçmiş parçaları evlerdeki taze ütülenmiş gömlekler
gibi titizlikle istifliyorlardı sonra da. Makyaj salonunun bir
diğer köşesinde yaşlı beş bey, zırhların ve Etrüsk ya da Gi
rit kalkanlarının üzerindeki epey aşınmış yapay yeşil pasları
hayata döndürmeye uğraşıyorlardı. Alışılagelmişin dışındaki
bu ressamlar topluluğunun başında, en gençleri olmasına kar
şın, Berlinli R. var. Daha beş yıl önce Kokoschka'nın, parlak
bir gelecek vadeden, yetenekli öğrencisi idi. Ne parlak gele
cek ama. R.'nin hastalıklı annesini Yirmili yılların Berlini'nde
uzaktan tanıyordum. Bildim bileli oğlundan çok daha yete
nekliydi. Birinci Dünya Savaşı'nda oğluna hamile kalmış, onu
dul bir kadın olarak doğurmuş, savaş sonrası tüberkülözlü
haline rağmen yememiş içmemiş, biricik yavrusuna bir Remb
randt olabilme fırsatı yaratabilmek için didinmişti. Bütün o
fedakarlıklar oğlunun God's own country'de· ustabaşı unva
nıyla Romalıların kan lekelerinin ve pul pul olmuş yeşil pas
izlerinin yenilenmesini denetlemesi içinmiş, bunu düşündük
çe kusacakmış gibi oluyorum. Burada ant içiyorum, eskiden
gelişigüzel kullandığımız, aptalca ve törensel 'hayatın anlamı'
ifadesini bundan sonra darda kalmadıkça ağzıma almayaca
ğım. Sic transit gloria mundi:· Yine de R.'nin yeşil paslardan
sorumlu mevkiinin az da olsa parlak bir tarafı var. Bu iş özel
24
yetenek gerektiriyor diye, silip süpürme işlerine bakan bana
oranla, çok daha fazla kazanıyor. Bu arada ben de artık işimde
yetkinleştim, hem de hiçbir önbilgim olmadığı halde. Kısacası
R. sarayın elit takımından, en azından çalışanlar arasındaki
elitlerden sayılıyor. Bunu da iyi kullanıyor. Bugün öğleden
sonra, sırtımda bir sürü temizlik aleti, oflayarak, elektrikli sü
pürgenin metal hortumunu arkamdan sürüklerken, bu ressam
kolonisinin yakınına düştüm. R. beni tanımadığını gösteren
kötü bakışlar fırlattı, bu demekti ki ne olursa olsun, benim
onu tanımamı istemiyordu. Belli ki emrindekilerin önünde,
köken benzerliği nedeniyle benim gibi ayaktakımından biriyle
tanışıklığını açık etmekten ödü kopuyordu. Zaten yeteri kadar
alçalmış bu adamın üstüne gitmeye hevesli değildim, onu bu
zevkten mahrum bırakmadım, temizliği neredeyse ayağının
dibinde sürdürmeme karşın, yedi göbek yabancı gibi davran
dım lşte buranın sevinci tasası bunlar, öte taraftaysa yüz bin
ler dur durak bilmeden birbirini doğruyor.
23 Mart 1 941
25
nallerin ve taklitlerin sandığına ayrışmış olduğunu düşünmek
saflıkla açıklanabilir ancak. Sahte alun hep sahte kalacak diye
bir şey yok ki. insanlık kendini bildi bileli sandıklar arasın
da sürekli bir gidip gelme olmuştur. işte bu dalgalanma es
kiden ya da çok eskiden nasıl idi ise bugün de öyle cereyan
etmektedir. Tarih boyunca hep tekrarlandığını görüyoruz, üç
misli aktarılmış ve on misli türetilmiş nesneler, hatta bildi
ğimiz kopya olan nesneler orijinallere dönüşmüştür. Aynen
öyle: Dönüşmüştür. Buysa hep, o tür nesnelere dini esaslara
uygun bir rol modeli biçildiğinde gerçekleşmiştir. Peki bu rol
onlara ne zaman biçilmiş? Taklidi oldukları idoller büsbütün
arada kaynayıp gittiğinde, yani kaybolmakla kalmayıp aynı
zamanda unutulduklarında. işte ondan sonra (ve sırf birinci
dereceden, yani asıllarının zaman itibarıyla en yakın komşu
ları olan kopyalar değil, ikinci ya da üçüncü dereceden taklit
ler de, hatta kimi zaman çok sonraki dönemlerden, şans eseri
kurtulmuş, seri üretimin çıkardığı eşantiyonlardan kalan tek
numuneler) evet ancak ondan sonra kopyalar asıllarının yeri
ne geçmiş, derken onlar orijinal <ol muştur> . 'Orijinaller kopya
edilir' demek yetmez, 'kopya edilen böylelikle orijinalleşir' de
bir o kadar doğrudur. Bir şeyin orijinal olup olmadığı tari
hin akışı içerisinde kendiliğinden karara bağlanıyor. Hayata
gözlerini sahte ya da önemsiz şeyler olarak açan bazı heykel
ya da vazolar, ancak yüzyıllar sonra açılıp saçılıp <sahici> ol
muşlardır. Bunu, kendilerine örnek aldıkları (ki onların çoğu
da bizzat taklitti) şeylerden daha uzun ömürlü olmalarına ve
şahsen idole dönüşmelerine borçlular. Ebeveynin ölümü ev
ladı saygınlaştınr. (Diğer taraftan şu da mümkün, sonradan
sahicileşmiş herhangi bir yapıt, bakarsınız günün birinde,
sözgelimi uzun zamandır kayıp orijinalinin ummadık biçimde
bir altyapı inşaat işçisinin küreğine ya da bir balıkçı teknesi
nin ağına takılmasıyla yeniden eski düşük mertebesine çeki
lebilir) . Neyse, Avrupa'daki yakıp yıkma hızlanarak sürdük-
26
çe, oradaki orijinaller sistematik biçimde yıkıntılar arasında
kayboldukça, buradaki pirit malzeme bir o kadar çabuk, halis
kültür hazinesine dönüşecek. Kimbilir. Sakın bizim kostüm
sarayı en verimli yıllarını "gerçek numunelerin" bir sergisi, bir
tür Louvre olarak yaşamasın? Hem de ben daha sağken? Bu
tamamen Hitler'e bağlı. Avrupa'nın ne kadarına dokunmaya
cağına. Başlarında 'cultural value· öğretmenleri', bizim kıyafet
ahırının kapısının eşiğinde, saygılarını takınıp sessiz olmaları
söylenen, kümeler halinde okul çocuğunu ve torunu şimdiden
tasavvur edebiliyorum. Tıpkı çok eski bir tarihte, (Breslau'da
mıydı yoksa Berlin'de mi? ) ilk kez gittiğimiz bir antik eserler
müzesinin girişinde çıt çıkarmadan bekleyişimiz gibi. İçeride
bizi (tahminen Roma dönemi kopyalarının kınk alçı kalıplan
olan) eski Yunan plastik sanat eserleri bekliyordu.
26 Mart 1 94 1
27
manda <yeni satın alınmış bir geçmiş>tir . Eskiye bakışları duy
gusal olarak da bizimkinden farklı. Birçoklarının gözünde, bil
mediği eskiler, kuşku uyandırıcı bir geçmiş adeta, tıpkı bizim
köylülere çok fazla modem buldukları yakın geleceğin kuşku
lu gelmesi gibi. Giotto röprodüksiyonlarını, hatta arkaik sanat
eserlerini duvarına asan genç <intellectuals> onlara göre hem
•
Entelektüeller -yhn
Fazla Avrupalı -yhn
Ezoterik -yhn
Siz nasıl söylüyorsunuz? -yhn
••••• Lojistik -yhn
28
azından yepyeni bir geçmiş demek. Ebeveynlerinin ve onların
ebeveynlerinin haberdar olmadığı bir geçmiş. New York'la
başlayan altı yıllık ikametim boyunca bazı şeyler değişti gerçi
ve sağda solda mantar gibi Antique Shops· bitmeye başladı.
Ancak bu dükkanlara günün birinde güvenilir, günlük, taze,
eskinin artıklarından mal gönderecek gelişmiş bir 'geçmiş en
düstrisi' yok henüz. Bu endüstrinin patlaması biraz zaman
alacak. Popüler, yani ticari açıdan karlı, yaygın modaya dö
nüşmek için halihazırdaki esoterik gustonun zamana , üstelik
savaş sürüyorken daha da fazla zamana ihtiyacı var. Kısacası,
geçmişte kalanın arifesindeyiz henüz bu ülkede. Burada eski
malların bolluğu fırtınası koptuğunda , umarım ben çoktan
eski Avrupa'ya dönmüş olurum. Eğer yerinde kalırsa tabii. Ye
niden var olursa ya da .
4 Nisan 1 941
Dün evine kadar eşlik ettiğim B.'ye, berbat bir işte çalışmamla
ilgili olarak sinirli birkaç laf ettim.
"Yanlış kapıyı çaldınız ," diye tersledi beni. Şaşkınlıkla yü
züne baktığımda: "Zerre anlayış beklemeyin benden," dedi
Sonra da açtı ağzını yumdu gözünü: "Doğru kadını seçen biri,
tecrübe kazanma şansını heba eder. 'Kendi' mesleğini bulan,
sadece kendinde kalır. Kendi ölçüsüne göre hazırlanmış tuş
larda çalan birinin parmakları yerinde sayar. "
"Ya ne peki ? "
"Aynen öyle, y a ne ! " diye bağırdı. "Demem ş u ki yalnızca
uymayan, yalnızca sizin için biçilmiş kaftan olmayan, yalnızca
şurası uzun burası kısa olan, yalnızca yanlış doğrudur! Yalnız
ca budur tecrübe kazandıran ! Dünya sırf budur ! " Alaycı bir
tarzda söylememişti bunları. "Gerçekten de," diye devam etti,
"hayatınıza yön verişinizde korkunç bir yanlışlık var. Neyin
Antikacı -yhn
29
peşindeydiniz şimdiye dek? Hep doğru olanın. Hep uygun
olanın. Hep amaca ulaşmanın. Hatta kimi zaman da tesadüfen,
amacınıza erişmenin talihsizliğini yaşadınız. Şu kadında, şu
arkadaşta, şu şeyde, şu işte. Sanki size göre ölçülüp biçilmiş,
sırf sizin için hazır edilmiş gözüken, rasgele yaşam parçacıkla
rında. Ama bana sorarsanız dostum, bu epizotlar yaşamınızın
en yanlış kısımlarıydı. Doğru olanlarsa sırf aradaki sıkıntılı
dönemlerdi. Rastlantılarla dolup taşmış yıllardL Çalıştığınız
işlerden lanet okuduklarınızdı. Eğer birazcık deneyim kazan
mışsanız, bunu zaman kaybı dediğiniz zamanlara borçlusunuz
sadece." Evinin önündeki yolu ziftleyen Meksikalıları göster
di: "Şu insanların da <içsel eğilimleri> yok muydu dersiniz?
Ne sanıyorsunuz, başka işlere uygun yetenekleri yok mu da,
gelip burada South Los Angeles'ta sokakları ziftliyorlar? Onla
ra hitap edecek, belki de 'becerilerine kalıp gibi oturan' mes
leklerde hayat bulacak bir 'yeterlik' duygusuna hiç sahip ol
madıklarını mı düşünüyorsunuz? Ama işte görüyorsunuz, bu
adamlar, ehli olmadıkları, kendilerine yaraşmayan, paylarına
düşen işleri, kısacası yanlış olanı yapmak zorundalar. Peki ki
min Dünya'dan haberi var dersiniz? Sizin mi onların mı?"
30
Vertigo temporis*
31
itibara, aileye, servete kavuşmuş ve artık şakakları ağarmaya
başlamışken, bir gün Molusyalı bir ajan tarafından fark edile
rek Penx polisine ihbar edilmiş, ardından tutuklanıp eskortla
Molusya'ya iade edilmiş. Böyle beklenmedik biçimde yurduna
geri dönmüşken derhal aynı yere, otuz yıl önce son dakikala
rım geçirdiği Galgenberg'e götürülmüş, infaz öncesi eksikler
tamamlanırken de darağacının dibinde tam bir saat bekletil
miş. Bu bir saatin ona hiç bitmeyecekmiş gibi geldiği ya da
tepesinde ilmik, ayaklarının altında akşam güneşinin kızıllı
ğında ışıldayan kent, öyle bekleyip dururken, paniğe kapıldığı
sanılmasın. Aksine, otuz yıl önce Dünya'dan son görüntü ola
rak aklına kazıdığı çatılar denizine bir kez daha tepeden baktı
ğında, kavuşmanın yarattığı mutluluk ona öyle tatlı bir huzur
vermiş ki, 'yenidenölmekzorundaolma' korkusu sarmamış hiç
bedenini. En sonunda doğup büyüdüğü kentin tepelerinde
ipte sallanırken, Paton'un yüzünde nurlu bir gülümseme be
lirdiğini aktaran cellat yamaklarına inanmamamız için hiçbir
neden yok.
Ibi patria. Kendini yerinde yurdunda hissedip hissetme
men hiç de sözümona <bene>ye bağlı değil
32
dünya denk geliyordu. Çevrelerin, dostlukların, aşkların inci
kolyesi hiç kopmamış, inci taneleri birbirine karışmamıştı.
On dokuz yaşımda, 21 yılında Freiburg'da öğrenciyken tanı
dığım insanlar, daha sonra Berlin'de yakınlaştıklarımla, yine
Berlin'dekiler Paris'tekilerle, onlar da New York'takilerle karış
mamışlardı - kısacası, vitam, en azından vitalarımın sıralanışı
rahatlıkla seçilebiliyordu.
Bitti artık. Kolye koptu. Düzenli bir dizilişten söz edemem
bundan böyle. Yaşam kompozisyonumda tersine çevrilemeye
cek bir sıralamayla dizilmiş motifler birbirine karıştı, şu anda
hepsi dannadağın, her şey hic et nunc.* Bir ölüler ülkesini
andırıyor adeta. Öyle ya, ölüler ülkesinde de büyük olasılık
la böyle karmakarışık pinekliyorlardır. Yeni gitmiş acemiler,
yüz yıl önce ölenler, iki bin yıldır orada yerleşik olanlar. Hem
de yukarı dünyadaki kısa ikametleri sırasında öncekilere mi
yoksa sonrakilere mi mensup olduklarım, atalardan mı yoksa
torunların torunlarından mı sayılmaları gerektiğini merak bile
etmeden; yukarıda bu tür bir öncelik ve peşpeşelik bulundu
ğunu hatırlamadan, bir yuha n dünya olduğunu dahi bilmeden.
lşte benim şimdi yaşadığım böyle bir şey.
Dün akşam olup bitti her şey. Başıma geleceklerden ha
bersiz, Broadway 96. Cadde'deki kafeye gittiğimde. Kafenin
döner kapısından içeri girer girmez kalakaldım (daha ileri
gidemedim) : lçeriye bakmamla üçünü aynı anda fark etmem
bir oldu. Solda pencerenin dibinde bir apple pie atıştıran,
Berlin'in 1 930'undandı. Benzi kül gibiydi gerçi, kendi baba
sıymış gibi duruyordu ; ancak bu yüzü taşıyan başka birinin
olması imkansızdı. lki masa arkada Paris 1 926'dan M., adı
gurmeye çıkan. Önünde serves him right, .. kafenin en ucuz
yemeği <baked fish with beans.>'*' Eski gurmelik günlerinde
33
olsa, tabaktakileri, yenilebilir madde olarak sınıflandırmazdı
kesinlikle. Yan masada sigarasını gerginlikle tüttürense, her
halde yemek söylemeye parası yetmemişti, ağarmış saçlarına,
sağ gözünde tike rağmen, kuşkuya yer yok, o da Freiburg, yani
1 921'di. Gotik seminerinden, yaz sömestrinin hors de conco
urs en sıradışı kızı. Adı da? Tabii ya <Nefertiti> diyorduk ona.
Sic transit gloria mundi? O da var. Ama yaşlanma diye bir
şey olduğunu, tikleri, kartlaşma olgusunu ve ölümü keza,
öğrenecek kadar zamanımız olmuştu ne de olsa. O an beni
dehşete düşüren bunlar değildi. Bu üç kişinin, farklı yıllara
ait oldukları halde aynı mekanı paylaşmaları, yan yana oturu
yor olmalarıydı, tıpkı önceki ve sonraki ölülerin tek bir ölüler
ülkesinde olmaları gibi. Dahası bu 'kafeterya-Orkus'ta kafamı
biraz daha kaldırdığımda, önceki yüzyıl ya da binyıllardan
iki kişi daha görmüş olmamdı. Biri, kel kafalı olmasına rağ
men tamdım, benim 1 912 Breslausu'ndan sınıf arkadaşımdı -
ya da öyle olsa gerekti - sırıtması hiç değişmemişti; diğeriyle,
1 921'deki Cassirer'in derslerinde - yine başka bir döneme ait
- aynı sırayı paylaşmıştık. Asla birbirleriyle işi olmayacak, en
azından benim hayatımda diyelim, bu beş hortlak bana fazla
geldi haliyle. Oltamı daha uzağa atmaktan kaçındım. Avlan
manın sonu gelmeyecekti yoksa. Artık eski düzenimin son
bulduğuna, <önce>nin ve <sonra>nın feshedildiğine dair daha
fazla kanıta hakikaten ihtiyacım yoktu.
Bununla bitse iyiydi. Hortlakların her biri kendi başına
oturup dursaydı, elmalı payını ya da kızarmış balığını solo
eşeleseydi neyse. Ama ne gezer, kimin eli kimin cebinde belli
değildi, A. C.'yi tanıyordu, B. D.'yi vesaire. Bir düşünsenize:
Nihayetinde benim yaşam evrelerim olan ve nihayetinde ne
reden baksanız birbirleriyle kendiliğinden ilişkisi olamayacak
bu insanlar, benim yokluğumda, bana, yani sahiplerine danış
maya bile gerek duymadan, bağlantı kurmaya cüret etmişlerdi.
Örneğin Paris 1926 birden yerinden kalktı (gözlerime inana-
34
madım, ancak müdahale etmeye kalkışmadım, edecek halde
değildim, kaskatı kesilmiş duruyordum) , evet, Paris 1926 ye
rinden kalktı ve (tanımadığı, en azından benim yaşamımda
tanımadığı, asla tanıyamayacağı) Nefertiti'yi hararetle selamla
dı. O da bunu gayet doğal karşıladı, hemen sırnaşıp berikinin
kulağına bir şeyler fısıldadı, neydi bilemem - ancak dediğim
gibi, benim geçmişlerim yaptı bunu, resmen iznimi almadan
benimkiler kalkıştı bu küstahlığa. Bu denli inanılmaz bir diğer
şey de (çünkü aralarında anlaşarak mı böyle yaptıkları ya da
birbirlerini itici bulup bulmadıkları hiç önemli değildi, mesele
birbirleriyle görüşüyor olmalarıydı) şuydu: Bir ikisi, örneğin
Berlinliyle Hamburglu birbirlerine öyle bakışlar fırlatıyorlardı
ki bundan her birinin diğerini cüzzamlı gibi gördüğü, tahmi
nen Stalinist ya da Troçkist ya da Siyonist ya da ne bileyim işte
buna benzer bir şey yerine koyduğu sonucunu çıkarabilirdi
niz; kimin kimi neyle yaftaladığı ise önemli değil.
Yirmi dört saat önce oldu bu anlattıklarım. Sonunda ken
dimi nasıl dışarı attığımı hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey,
Broadway'e çıktığımda deniz tutmuş gibi bir duyguya kapıldı
ğım ve şu sıralar <evim>in bulunduğu Columbus Circle'a ka
darki 40 blokluk mesafeyi, kendime gelmek için yürüdüğüm.
Ama şimdi, bir gün sonrasında dahi, bu 'vertigo temporis'i at
latmış değilim, hala ayağımı bastığım her yer kayıyor sanki.
35
ki? Beş dakika sonra birbirimize düşman gözüyle bakmak
(yirmi yıllık molanın ve onca Dünya tarihinin ardından pekala
mümkündü) istemediğimiz için hiçbir hassas konuya değin
medik. Duraksayarak <hani hatırlıyor musun> diye başladık,
anlayacağınız 1925'te bıraktığımız yerden sürdürmeyi dene
dik; sözü o zamanki tanıdıklarımıza, o zamanki kitaplarımıza,
yani tamamen masum şeylere getirmeye çalıştık, ıstırap dolu
birkaç dakikadan sonra dayanamadık, neredeyse sustuk di
yebilirim. Buna rağmen oturduğumuz yerde mıhlanmış gibi
kaldık. O niye öyle kaldı bilmiyorum. Galiba benim varlığım
1925'in yitik dünyasını geri getiriyordu. Ama beni orada tutan
şeyi gayet iyi biliyorum. 1925 yılına ait biriydi o, karşımda
oturdukça, çoktan akıp gitmiş, l 925'ten bu yana olan zaman,
daha başlamamış gibi çılgınca bir duyguya kapılıyordum. R.
R.'yi tanıdığımda örneğin H.'ye (artık o da, keza yıllardır geç
mişte kaldı) rastlamamıştım henüz. Bu geçmiş, R. R.'nin yüzü
ne baktıkça bir bakıma önümde duruyordu, yeni baştan kap
karanlık bir gelecekti henüz.
R. R., onun varlığında nasıl çılgınca bir baş dönmesi yaşa
dığımı, beni nasıl bir zaman sarmalına ittiğini bilemezdi kuş
kusuz. Ama belki o da benim yüzümden aynı şeyi hissediyor
du, benim başıma gelen onun da başına gelmiş olabilirdi. Hiç
bilemeyeceğiz bunu. Sessiz randevumuzu tekrarlayacağımızı
sanmıyorum çünkü. Yirmi yıl önce bir daha görüşmemek üze
re vedalaşmışken, yeniden bir daha görüşmemek üzere veda
laştığımızda, üçüncü bir nihai vedanın üstesinden gelemeye
ceğimiz kesinlikle belli olmuştu.
Yası tutulan gelecek
37
Öylece yatıyordu, belli ki uyuyor ve içten içe bir daha
uyanmamayı umut ediyordu. Gaipten bir ses.
<Sen> diye mi hitap ediyordu yoksa <ben> diye mi yoksa
ne <birinci> ne <ikinci tekil şahısla> mı; dinliyor muydu sırf
yoksa kendi kendine konuşuyor da kendi sözlerini mi yineli
yordu, artık hatırlamaz herhalde. Ama uyanık birinin lehçesi
ne tercüme edildiğinde konuşmalar aşağı yukarı şöyleydi:
"Var olmak nasıl bir şey biliyorsun." "Biliyorum," diye yi
neledi.
"Biliyorsun madem, bildiğini ne diye her gün yeniden öğ
reniyorsun? Her gün yeni korkular, yeni acılar ve her gün yeni
güçlüklerle." Yineledi, "Evet ne diye?"
" Çünkü yeni tanıdığın her şeyde karşına bildiğin bir şey
çıkacaktır öyle değil mi? Daima zaten bildiğin bir şey olarak.
Daima <var olmak böyle bir şey işte> şeklinde." "Öyle," diye
yineledi. Bu ikna sözleriyle gardı düştü, daha da derin bir uy
kuya daldı, bu kez hiç sesi çıkmadı.
Saatler sonra geri döndüğünde (yoksa günler sonra mıy
dı?) acaba yine sırf bir ağrı cehennemine mi gözlerini açmıştı?
Eski ölüm korkusu da birlikte uyanmıştı. Gecenin gerçekleri
ni ise unutmuştu.
39
Kriz sonrası. Nasıl da mühürlenmiş bir izolasyondu ağrının
beni hapsettiği ! Hastanede başka yataklar olduğundan, başka
odaların varlığından, sokaktan, New York'tan, Dünya'dan, dün
akşam 'altıdan bugün sabah beşe dek hepsinden habersizdim.
Yam başımdaki adamdan, benden daha fazla hırpaladıkları ve
benim gibi inleyip bağıran adamdan da habersizdim.
Bütün gece birlikte bağırdık anlayacağınız. Yo, eşzamanlı.
Birbirimizin bir metre ötesindeydik, ancak aramızdaki mesafe,
iki sabit yıldızın birbirine uzaklığından daha genişti. lki eziyet
toplanınca hiçbir şey etmiyordu. lki ses bir düo yapmıyordu.
Sadece dıştan bakan, sadece sağlıklı biri, sadece nöbetçi hem
şire için iki sesliydi bağırtımız.
Savaş meydanlarında aynı şeyin olup bitmediğini kim bile
bilir? Binlerce insanın bağırdığı, kimsenin bir diğerini duyma
dığı, öyle ki uzakta yakında başka canlı yokmuş gibi, herkesin
<beden> denilen acının hapishanesinde kapalı kaldığL Acaba
milyarlarca canlısıyla tüm Dünya, böyle acıyla birbirinden izo
le edilmişlerin savaş meydanıdır denemez mi?
Kendi acı çeken başkasına acıyamaz. Sağlıklıların tekelin
dedir merhamet, seyredenin lüksüdür.
Derken bu izolasyonu yaran acayip bir şey oldu. Şafak vak
tiydi. Saat beş ya da altıydı. Bir ses ulaştı bana. Hatta benim ya
da <bizim> ağrıdan bağırmamızın yanında pek cılız bir sesti.
Uzaklardan geliyordu hatta, başka bir odadan. Belki de başka
bir kattan.
Acının ses geçirmez duvarı delinecekse, sesin yüksekliği
nin bir önemi kalmıyor anlaşılan. Bir seslenmeyi işitip işit
memeniz karşıdakine, onun çağrı gücüne bağlı. Bir çocuğun
minicik sızlamşıydı duyduğum. Galiba ameliyattan çıkmıştı.
Bu ağlamaklı perişan ses, tüm dünyaya bir sesleniş gibiydi, en
azından yardım edebilecek herkesin dünyasına, bütün yetiş
kinlere , dolayısıyla bana da.
Bu acıklı ses, bana ulaşmak için bir çatlak bulan ilk şeydi.
40
Yanımdaki yatakta yatan yaşlı adamın durumu da farklı değil
di. Kulak kabarttığım anda onun inlemesini de duydum. (Öte
yandan odaya birden sessizlik hakim olmuşken, henüz fark et
tim inlediğimi ve anlaşılan yam başımda keza inleyen bir baş
kasının da bulunduğunu.) tık defa kafamı yana çevirdim, bir
metre ötemde saatlerdir bağırıp duran adama ilk defa baktım.
Yaşlı bir Meksikalının yüzüydü gördüğüm, kahverengi değil
de acaip griydi. O da benim varlığımı aynı anda fark etmiş
gibiydi. Bir yağ kütlesi gibi yatıyordu ama dikkat kesilmişti,
aynı şeye kulak kabarttığımızı hemen anladık. Yine aynı şey
sayesinde, acının yarattığı aynı korkunç yalnızlaşmadan çıkıp
yeniden doğmuş olduğumuzu da fark ettik. Bir şekilde birbi
rimizi selamladık, elbette sessizce, konuşmaya ne benim ne
onun takati vardı. Ama dilsizler de selamlaşabiliyor bir şekil
de. Özellikle de yan baygın halimiz bizi birbirimize yakınlaş
tırdı. Gözleri <ne kadar da zavallıyız, daha da çaresiz olanlara
yardım edemeyecek kadar çaresiziz işte> der gibiydi. Karşılıklı
tek kelime dahi etmemişken dayanışma içindeydik.
Ah, sadece sessizliğimiz boyuncaydı bu dayanışma. Öğleye
doğru böyle güzel başlamış dostluğumuzu birkaç sözcükle ha
reketlendirmek istedi haliyle. Ne söyledi bilmiyorum, çünkü
İspanyolca konuşuyordu. İspanyolca bilmediğim yönündeki
açıklamamı anlayıp anlamadığını da bilmiyorum. Ancak be
nim İngilizce yanıtlarımın onu incittiği açıktı, kendisini al
dattığımı düşünüyordu. Sözle gösterilip onaylanmayan daya
nışma, ölüme mahkum. Kuşku içinde duvara döndü yüzünü,
hala da öyle yatıyor. Dostluğumuz geçmişte kaldı.
Bu ihtiyar, nasıl da direniyor ölüme. Oysa aralıksız acı çeki
yor, herhalde ilerlemiş kanserden muzdarip. Bir şey yiyemiyor
artık. Sağ eli hastaneye yatırılırken de yokmuş. Akrabası yok
gibi. Belli ki arkadaşı da. Tek ziyaretçisi, aceleyle, iri adımlar
la yatağının başına gelip onunla İspanyolca dua eden ve yine
aceleyle çekip giden bir din adamı. Ama ihtiyar ondan hiç hoş-
41
lanmıyor, daha doğrusu korkuyor. Galiba onun şahsında bir
elçi, bir cehennem habercisi görüyor. Kendisini - kimin kanı
na girmiş ya da ne suç işlemişse - cehennemin beklediğinden
emin. Elçiyi başından savmak için yanın kolunu kaldırdığında
odadaki herkes sözleşmiş gibi yüzünü duvara dönüyor. Elden
yoksun bu savunmanın boşunalığı Şeytan'a da fazla gelirdi
herhalde.
Derin bir soluk alıyoruz. Ziyaretçi birkaç dakika önce gitti;
kol yorganın altında; ihtiyar uyuyor. Ama acı dolu yüzü bile -
yüz yaşındaki bir lnka'nın mumyalanmış başı gibi görünüyor -
onu bekleyen şeyin korkusuyla gerilmiş. Yüzündeki bronzdan
çizgilere vuran ikindi güneşi de kar etmiyor.
Aslında ölmeyi arzu etmeli. Yaşamın ona acıdan başka bir
şey sunduğu yok artık. Yatakta yatan şey bir insan değil, onun
adını taşıyan bir ağrı bohçası. Çocukken sadece kendi dünyası
nın değil, Dünya'nın kendisinin de bir keder deryası olduğunu
öğrenmiştir kuşkusuz; buna karşın seve seve ölmek aklına bile
gelmiyor. Bunun nedeni bir yandan da bu gözyaşı deryasından
çok daha beterinin olduğunu, kıyaslandığında, buranın hali
nin o kadar da fena olmadığını, öbür tarafta onu, bu dünyada
başına gelenden daha dehşetli bir şeyin beklediğini <bilmesi>.
O yüzden with claws and nails· direniyor bu dert diyarını terk
etmemek için ya da ne kadar geç olsa iyidir diyerek. Bir acı
yumağı olarak sürdürüyor yaşamını haliyle.
Ara sıra yanın saat süreyle inliyor ne var ki sesi zor du
yuluyor. Sona doğru düzenli olarak, anlaşılmaz bir nakarat
mırıldanıyor. Tercüme ettirdiğim bu İspanyolca nakarat, ihti
yarın derdinin ne olduğunu fena halde anlatıyor: <I don't want
to get somewhere else>, <başka bir yere gitmek istemiyorum>.
Sadece bu bile onu ürkütüyor demek ki. Sırf yolculuğun başka
bir yere olduğu, hayatın başka yerde devam ettiği düşüncesi,
aşinası olmadığı bu yolculuğun ya da bilmediği yaban ellerin
42
tasavvuru. Kimbilir, belki cennete gidebilme ihtimali dahi işi
ne gelmiyordur, çünkü oranın da yabancısı. Halini, şu ünlü
<Partir, c'est mourir un peu>den· çok <Mourir, c'est partir
beaucoup> •• anlatıyor asıl.
Korkularının ne denli yersiz olduğunu anlayıp ferahlama
fırsatına asla kavuşamayacak.
Hayatın ölümden sonra sürmesi olasılığı genelde avutucu
bulunur. Bunun tersi doğru olamaz mı? Asıl biz inançsızlar
değil miyiz, avunmuş, en azından gönül rahatlığıyla ve insana
yaraşır biçimde ölebilen? Yani kayrılanlar? Öyle ya, vakit gel
diğinde bizi kimsenin taciz etmeyeceğini, ölünce gitmek zo
runda kalacağımız bir yerlerin olmadığını bilmenin huzuruyla
ayaklarımızı rahatça uzatacağımız düşünülürse.
Benim buluşum değil. Budizmden daha saygın bir örnek
arasak bulamayız. Buda, çömezlerine, tüm dünya cenderele
rinden kurtulmayı salık verirken - buna her türlü dogma, her
türlü inanç, her tür metafizik, dinsel ya da teolojik tutukluk
dahildi - Dünya'dan ve yargılardan arınma tekniği öğretisiy
le, reenkamasyon zincirini kesmekten, yani gerçekten ölmeyi
mümkün kılmaktan başka bir amaç taşımıyordu.
Gerçi o teknik de korkunun diktesiydi ama ölüm korku
su değildi mesele. Aksine, asla ölememe yani <ölümsüzlük>
korkusuydu. Amacına kurtulmuş bir yaşamla değil yaşamdan
kurtularak varmayı ümit ediyordu.
Herhangi bir enkamasyona kapılma korkusunu aklım al
mıyor doğrusu. Tarihsel önkoşulları beni ilgilendirmez. Ölüm
korkusu olmaması bir yana, ondan da beter bir korku, o yüz
den önemsiyorum. Öyle olmasaydı Buda, yaşamı ölebilme
amacına adayabilir miydi?
Biz doğuştan inançsızların işi ne kolaymış! Sadece ölüm
korkusunu bilmek ne büyük lüks! Yaşamımızı, ömür boyu
43
süren engelleme tekniğiyle ve ölümden sonraki var olmaya
hazırlanmayla çarçur etmemiş olmak ne büyük ayrıcalık! Ne
cehennem korkusu işkencesi çekmiş olmak ne tuhaf bir şekle
bürünme korkusu! Tuzumuz kuru, ölüm geldiğinde (belki de
şu anda just around the corner· bekliyordur) sahiden yalnızca
ve yalnızca kendisi olduğu konusunda ona güvenebilmek, baş
ka bir firmanın, mesela <araf ve cehennem> firmasının çırağı
falan olmadığını bilmek gibisi yok. Ancak ölüme güvenen biri
doğru dürüst yaşayabilir. Yoksa öyle yaşamadık mı?
Doğru. Hepten eziyetsiz ve korkusuz kalmak bizim de har
cımız değil. Özellikle tam kapı kapanırken bu dünyadaki şan
sımızı, bu bir kerelik şansı iyi değerlendiremediğimiz kanısına
vardığımızda. Ancak (biliyorum, bağışlanamaz bir cüretkarlık
adeta, en azından vicdan azabı meraklılarının kulağına öyle
geliyordur) bizim de kendimizi kurtaramadığımız bu korku
lar, daima geriye dönük korkular; sırf pişmanlıklar, sırf geçmi
şi hatırlama, sırf kaçırdıklarımıza hayıflanma. Bunlar nedir ki
oysa? Ömürlerini cehennem korkusuyla geçiren milyonlarca
acınası haldeki kişinin yanında biz inançsızlar kesinlikle yer
yüzünün en şanslılarıyız. Hem de olası bir mükafata da olası
bir cezaya da hazırlıksız olduğumuz halde. En son anımızda
bile avantajlıyız, çünkü o anda da biliyoruz ki ister hergelelik
etmiş olalım ister evliyalık, ertesi gün bu farkların anlamı kal
mayacak, en azından bedel ödemeyeceğiz; yani azaplarımız ve
endişelerimiz de, bunlar hak edilmiş vicdan azapları ve haklı
endişeler olsalar da temizinden ve kesinlikle ölüp gitmiş ola
caklar, tıpkı bizim gibi. Amin.
44
lamladık, kısmen, biz uyurken götürülen selefine sabitlenmiş
düşüncelerimizi bastırmak için kısmen de bacağının kırık ol
duğunu aktardığı için. Bu bize henüz Dünya'da sağlığın soyu
nun tükenmediğini gösteriyordu. Bir kırık nedir ki, hastalık
tan sayılmaz,* şans dileği değil mi. Sonuçta işi espriye döktük.
Tabii o ciddiyetini bozmadı.
Yeni gelen hastanın yattığı yatak, hiçbir şeyden haberi yok
muş gibi davranıyor.
McK'nin selefinden bu ana dek kimse söz etmedi. Kafalar
onunla meşgul olduğu halde - tabii herkesin yaklaşımı fark
lıydı - bir daha asla sözünün geçmeyeceğini sezinliyorum. Ben
de onu düşündüm. Onun yerine ben rahatlamıştım. Önünde
uzandıkça fiilen içinde dolandığı cehennem, ardında kaldı ar
tık.
Şunları deseydi ya ölüm:
45
bu kadar eski bir şeyi Amerika'da hiç görmedim, nereden bul
muştu acaba?) , yüzüme tuttu ve dikkatle inceledi. Uyuyormuş
gibi yaptım ancak gözüm üzerindeydi, pek tekin gelmemişti
bana. Teftiş sona erince arkasını döndü, üç gün önce tutturul
muş kırık bacağını bir aksesuarmış gibi arkasından sürükledi,
bir sonraki yatağa geçti, aynı denetime orada da devam etti.
Tüm salonu turladıktan sonra - ne amaçladığı ya da tatmin
olup olmadığı kolayca anlaşılmıyordu - ortaya geçti, birkaç
saniye yere baktı (herhalde bir dua okudu) ve birden açık ha
vadaymış gibi etkileyici bir sesle bağırdı: "Kardeşler, uyanın!"
"Uyanığım ben," diye seslendim, en az onun kadar yüksek
bir sesle, aklını başına toplaması için.
"Hayır kardeş ," diye yanıtladı. "Değilsin ! Çünkü bu gidişle
torunlarımızdan biri son insan olacak! "
"Kardeş" hitabından ve anlamsız beyandan daha da şaşır
tıcı olan, cümleyi başlattığı "çünkü" sözcüğüydü. Hiç değilse
elindeki yanan mumu kenara koyduğunu , bu arada diğerleri
nin kımıldadığını görüp rahatlamıştım.
Pencere kenarındaki yataktan "Susun ! " diye bir ses yük
seldi.
McK transta değildi, sanmıyorum. Benim seslenmemi de
şimdikini de duymuştu. Kendi tarzında bilinci yeterince açıktı
hatta, sözcüğü hemen kendi amaçlan için kullanacak kadar.
"Evet susun," diye devam etti çünkü. "Sükunete vakitlice ka
vuşacaksınız. Hepiniz. Nitekim şimdiden görebiliyorum, nasıl
da uzanıp yatıyor."
"Nitekim," diye yineledim, onu gülünç duruma düşürmek
için.
4. yataktan bir bağırtı: "Sen de yat uyu! "
Ancak başarılı olamadık. Üçüncü bir kişi bize rakip çıktı,
hem de anında zaferini ilan etti. "Kimi görüyorsun ki?" diye
sordu, yakaran bir ses tonuyla. Sesin sahibi Oklahomalı bir
çiftçiydi. Alay etmediği ve sorusundaki içtenlik açıktı. Belki
de McK'yi tanıyordu, en azından vaaz veren sesteki otorite
sini seçebiliyordu. Yan doğrulmuş halde, ağzı açık, McK'nin
yanıtını beklediğini fark ettiğimde anladım, hiç kuşku yoktu,
kendini mesaja ya da halisünasyona hazırlamıştı. Parmağını
dudağına götürerek sessiz olmamı tembihledi. Freedom of
Religion· dokunulmazdır. Böylece McK'nin statüsü kesinlik
kazanmıştı.
Durumun kendi lehine dönmesi McK'yi şaşırtmamıştı.
Bunu program dahilinde bir düzenleme olarak kabullendi.
Derken yeniden konuşmasına döndü. Şimdi artık, gürültü,
dikkatsizlik ya da ilgisizlik var diyemezdi. Benden şikayetçi
olması için de bir neden yoktu. Bu arada vaazı şöyleydi:
"Torunlanmızdan biri son insan oluyor, anlayacağınız. Na
sıl yatıp uyuduğunu şimdiden görüyorum. Onunla birlikte
herkes ölecek. Sadece kendi çocuklan, torunları ve onların
torunları değil; aynca biz de, bizim anne babalanmız ve atala
rımız da. Bu ikinci ölümleri olacak. Ama bu seferki nihai bir
ölüm."
("Amin! " diye seslendi Oklahomalı çiftçi.)
"Borazanlar çalmayacak," diye sürdürdü vaiz, "gök ka
rarmayacak, düşen yıldırımla boydan boya yırtılan bir perde
olmayacak. Bu kez öyle olmayacak. İnsanlığın sonu gelmiş
olduğundan, Dünya'nın hiçbir takviminde bu gün yer almaya
cak. Yeni bir takvim başlamayacak. Yıllar sükunetle geçmeye
devam edecek. Soyu tükenmiş bir tür bile olamayacağız. Çün
kü bizi hatırlayacak kimse yoksa, daha önce de kimse olma
mış demektir, o halde sözünü etmeye de değmez."
(Bu kez "Amin" sesinin yükseldiği yatak sayısı üçe çıkmış
tı.)
"Savaşlar savaşılmamış, barış umut edilmemiş, tarla sü
rülmemiş, un öğütülmemiş olacak; çocuklar doğurulmamış,
ölümler ölünmemiş, işkenceler görülmemiş, avutulanlar avu-
47
tulmamış; güzellikler düşüııülmemiş, kötülükler yapılmamış.
Bunların hiçbiri olmamış olacak. Piramitler veya beş kıtanın
lanetli verici kuleleri yerlerinde dikili dursalar da, birer kaya
lık ya da çelikten iskelet olarak ömür çürütecekler. Ne insan
eliyle inşa edildiklerini ne de ellerin sahibini hatırlayacaklar.
Anlaşılmayacak bile bu."
(Bütün salondan "Amin" sesleri geldi. Korkarım ben de
dudaklarımı oynattım. Ama o konuşmaya devam etti:)
"Son kişi de yatıp uyuduğu gün böyle olacak işte. Açın gö
zünüzü! Onu şimdiden görebilirsiniz."
(Fal taşı gibi açılmış gözlerle onu izliyordu hepsi.)
Bir süre mola verdi. Yeniden başladığında, konuşmasını
bezdirici bir yavaşlıkla sürdürdü , bir şeyin hazırlığını yapıyor
gibiydi.
"Öyle yavaşça olmayacak," dedi vurgulu bir sesle, "önü
müzdeki binlerce yıl zarfında da olmayacak bu yok oluş, ne_
idiysek, ne yaptıysak. .. biz de, son birkaç bin yılımızın kalaba
lık ailesi de ... Adem'den ve lbrahim'den beri ne olduysak, öyle
yavaşça son bulmayacak. . . "
49
lendiren, hatta korkutan, sızlananların verdiği konser ve o an
yükselen ağlamaklı tiz seslerdi. Daha önce böyle bir şey yaşa
mamıştım. Şimdi anlıyorum - L. Hemşire biraz önce aydınlattı
beni - "that's one of those things that happens" ,* söylediğine
göre "revival meetings"** türü bir şeydi patlak veren. Tek fark
la ki teselliye ya da merhamete yer yoktu. Yeniden doğmuşla
rın değil, kıyamet sonrası yatıp kalmak için uzanmadan önce
son bir kez isyan eden ölülerin konseriydi.
Birden kapı açıldı, koridorun göz kamaştırıcı ışığı içeri
doldu. Eşikte, güçlü kuvvetli nöbetçi hemşirenin silueti be
lirdi, ellerini beline koymuştu . Hemşire Angelica, McK'yi bel
ki de önceden tanıyordu. Fırsat bulduğumda soracağım. Her
halükarda durumu ilk bakışta kavradı. Yapması gerekeni bi
liyordu. Ondan başka kimse de bunu akıl edemezdi. Sadece
erkek çocuklara özgü yüksek perdeden, parsiyel sesleri olma
yan bir diskantla bir şarkı tutturdu. Herkesin bildiği, herkesi
cezbeden bir kilise şarkısıydı. Kulaklarıma inanamadım, daha
birkaç ölçü geçmeden McK'nin keskin tenor sesi karıştı ara
ya, sonra bir bas, derken sesler ardı ardına geldi. Bir gürültü
karmaşası göz açıp kapayıncaya kadar nasıl da seslerin berrak
akışına dönüşecek bir düzene girdi, hiç tekin gelmedi bana,
bu işte bir sihir vardı. Ama güzelliğine diyecek yoktu . İkinci
dörtlüğe geçildiğinde, seslerimiz mükemmel bir ittifakla yük
selip alçalıyordu, bizim basların iki oktav üstünde Angelica
hemşirenin vox angelicası··· salınıyordu, bir o yanda bir bu
yanda çınlayarak, şarkıyı söylerken dolaşmaya başlamıştı ni
tekim ya da dolaşarak şarkı söylemeye ve daha şarkı esnasında
veya tam da o sırada şarkı söylediği için, McK'yi yatağına geri
götürmeyi becermişti - o da bir uyurgezer gibi gitti peşinden -
üstelik kaşla göz arasında nefis bir hileyle Oklahomalı çiftçiye
50
damlasını da damlatmıştı, çiftçinin her zamanki gibi şiddetle
direnmesine aldırış etmeden. lkinci dörtlüğün sonunda, me
leksi varlık, erkeklere karşı muharebeyi kazanmıştı, sağlam ve
sakin duruşuyla yeniden kapının eşiğinde gördük onu, son
dörtlüğü orada durduğu yerden söyledi.
Angelica hemşirenin bu beklenmedik olayın bahsini açaca
ğını düşünüyordum. Oysa o ne yaptı, "Hi folks," diye seslendi,
"you know whaff Bu gece ikizlerimiz oldu. Erkek. Üçer kilo."
Sonra işaret parmağını kaldırdı ve fısıldayarak: "Duydunuz mu? "
Bir sürü duvarın ötesinden minnacık bir viyaklama geldi.
"Sizin seslerden hallice ha? "
"Pretty sweet,"** dedi biri.
"Bence de," deyip dışarı çıktı.
Angelica hemşireye bayılıyorum. O durumda yapılabilecek
en dahice şeyi yapmıştı. Çıkan korku yangınına bir anda set
çekmişti sahiden de. Meleklere özgü bir ses ve yılan kurnaz
lığının yanı sıra bir mareşalin cevvalliğine ve okul çağındaki
bir kız çocuğunun canlılığına sahipti. Herkesçe seviliyor, her
kesin hayallerinde o var, dert edilecek bir şey yok doğrusu,
şikayetçi olduğu söylenemez, bu durum hoşuna gidiyor hatta;
kabullenip dalgasını geçtiği gibi, kullanıyor da statüsünü. Bir
kadına dört dörtlük bir ilanı aşk daha nasıl olur.
Ancak mesele daha ciddi. Gerçekten ciddi. Hemşirenin
korkunun için için yanan korunu tamamen söndürdüğü yar
gısına varmak gülünç olurdu . Böyle bir beklentiye yer yok.
Angelica hemşire, sorunu hallettiği kanısındaysa, bu onun ne
kadar ilahi ve ne kadar dünyevi olursa olsun, çocuk kalmışlı
ğını ve şeytani rakibini tam anlamıyla küçümsediğini gösterir.
Tam bir yargıya varacak kadar tanımıyorum onu elbette. Bu
günkü oyundan haberli idi ise gözümüze kum atmaya çalıştı.
Başaramadı bunu .
51
Bu yaşadığımız şeyden sonra burada yeni bir takvimin baş
ladığı tartışılmaz. Her ne kadar herkes öğleden önce tekrar
uyumuş ya da uyuma numarası yapmış da olsa. Kimse konuyu
açmadı. McK'ye davranışları da değişmedi; hiçbirimiz yaptık
larına içerlemiş değiliz, onu suçlayan ya da ondan çekinen de
yok. Ancak dediğim gibi, olaydan sonra salondaki atmosfer
değişti. Artık radyo açık değil örneğin. Doktor, güleç yüzüyle
düğmesini çevirdiğinde beklemediği bir toplu protestoyla kar
şılaştı ve hemen kapatmak zorunda kaldı. Şu anda , on beş da
kikadır hayallere dalmış Oklahomalı dışında, hepimiz suskun
yatıyoruz. Her birimiz diğerlerinin de "konuyu" kafasından
atamadığını biliyor.
52
kozmik kayıtsızlığın metaforlannın öç aldığı ve kelime anlam
larını geri istediği bir döneme sürüklenmiş bulunuyoruz. Bize
bugün korku salan şey, gerçekten batma olasılığı, er ya da geç
her şeyin sahiden bitebileceği düşüncesi. Bir firmanın şubesi
nin ya da ailemizin, yahut senin benim değil, ömrümüzün ar
dından kapı kapandığında arkamızda bıraktığımız şeylerin de,
Dünya'nın da <batması>, buraların <batması>.
Meksikalı, Dünya denen evi ardında bırakmaya karşı boş
yere ayak direrken, onu korkutan şeyler yolun karanlıkları ve
cehennem ateşinin tehdidiydi. Başına geleceklerden korku
yordu. Oysa bizim eşikten ürkme nedenimiz, evin başına bir
şey gelebileceği endişesi, hem de her an. Bir de kilerde saatli
bombanın yerini tutacak bir şeyin istiflenmiş durduğunu , hat
ta büyük ihtimalle bu şeyin saatli bomba olduğunu bildiğimiz
den. Özellikle de o anda yolculuğa çıkmaya ya da bu felaketi
önlemeye omuz veremeden yola koyulmaya katlanamadığı
mızdan.
Hayır, ölmekten korkmuyoruz (cehennem konusunu da
geçelim) , geride kalacaklar için endişeleniyoruz.
Molusya'da Mendozza adında yaşlı bir adam varmış. Aslın
da hayattan bıktığı halde, ölmeye bir türlü yanaşmıyormuş.
Gece gündüz, iyi terbiye veremediği oğullan için endişele
niyormuş. Gün yokmuş ki ölmesi durumunda işe yaramaz
oğullarının kalkışacağı düşüncesizlikleri aklına getirmesin ve
huzuru kaçmasın. Bu durum onda ölecek takat de bırakmıyor
muş. "Dert adamı mezara götürür, hayırsız evlat tabut çivisi
dir derler, inanmayın, kocakarı masalından başka bir şey değil
bu," diyormuş. "Aksine onlar yüzünden hayata tutunuyoruz,
ölümümüzü sabote edenler onlar." Gerçekten de yaşlı adam,
bu arada kendi de yaşlanmış olan en küçük oğlunu defnettiği,
nihayet defnedebildiği gün ruhunu teslim edebilmiş ancak.
Bizimki buna benzer bir korku. Tek farkla ki bizim kor
kumuz daha büyük. Mendozza şanslıydı, çünkü onun endi-
53
şesi oğullan yüzündendi bir tek. Oysa biz - McK yerden göğe
haklıydı - babalar ve oğullar, geçmiş ve gelecek, bütün tarih;
olmuş, olan ve olacak her şeyin toptan varlığı için endişe
duyuyorduk. Çünkü eğer yıldırım düşerse, geçmişimizin en
karanlık köşelerine kadar ulaşacak, lbrahim'le Hesiodos'u da
yakıp kül edecek, McK'yi de, bu salonda yatan seni de beni
de, bu şehirdeki, bu kıtadaki, Dünyamızdaki herkesi. McK'nin
kehaneti de doğrulanacak: "Atalarımız doğmamış, ölümlerini
bile görmemiş olacaklar. Amin."
54
karlı bir geçmişler birikiminden oluştuğu fikri, ilk Hıristiyan
lann beklentilerinin suratına inen bir yumruk gibi. Onlar için
zaman, insanlığın (belki bir parça kendi çabasıyla da tırmana
rak) üzerinde durup ad infinitum· yükseğe çıktığı bir yürüyen
merdiven değildi; aksine eğer (en iyi olasılıkla) <dolmamışsa> ,
olsa olsa bir ayak boyunda, uçuruma doğru sarkmış, kendisi de
dökülmeye başlamış bir son çıkıntıydı zaman. Mecaz bir yana:
Zaman <ivedilikle> <had safhada>ydı, o halde bir mühletti.
Dert deryasının terfi edemeyeceği, gittikçe daralan çembe
rin mühlet denen şeyin dahilinde olduğu , bugünkü Dünya'nın
dünkü Dünya'dan daha az ömürlü olması dolayısıyla, dünkü
ne oranla esasen daha fazla tehdit altında bulunduğu - tüm
bunlar, apokaliptik durumda kendiliğinden anlaşılır şeylerdi .
Hayır, <mühlet> kavramından <ilerleme>ye geçmek - düz
yolda mümkün değildi bu. Ancak ilk Hınstiyanlık, zamanı
<mühlet> olarak anladığı için, içine apokaliptik korku işle
miş, seküler ilerleme düşüncesini hala benimsememiş, dahası
bir sürü çağı atladıklarını ya da o çağlar tarafından atlandık
lannı bilmeyen, zamanımıza sürüklenmiş, tamamen asenk
ron, soylan tükenmiş Hıristiyanlar, anlayacağınız McK gibi
kaçıklar, hiç hesapta yokken, bugünkü durumla şaşılacak ka
dar senkronizeler. <Henüz>leri kısa devre yaparak en güncel
<çoktan>a dönüyor. Ne de olsa söyledikleri, zamanların sonu
nu konu ettikleri için - ne denli eğitimli olurlarsa olsunlar - bu
son düşüncesini erteleyenlerden ya da W H. gibi <Dünya'nın
Sonu> kavramının tarihçesiyle ilgilenenlerden daha fazla fet
hediyor kalbimizi. Ne var ki bu eski vaizler de turnayı gözün
den vuramıyor. Tersine, tam da bu yüzden tehlikeliler. Şöyle
ki bugün vadesi gelmiş bir meseleden söz ediyor görünüyorlar,
ama bugün yeri gelmiş bir mantaliteyi yarattıkları yok. Çünkü
intiharcı bir teslimiyeti salık veriyorlar. lşte bu yüzden şu sıra
gerekli şeyi, felaketle mücadeleyi baltalıyorlar.
55
Gerçekten de yüzyıllardan bu yana apokaliptik duygulan
ilk olarak (belki de mutlak biçimde son olarak) bizler taşıyo
ruz. Her durumda, ilerlemenin hep daha yükseğe çıkan ve hiç
son bulmayan yürüyen merdiveninde herhangi bir (her defa
sında en üstteki) basamakta durduklarından emin olan babala
rımızın, dede ve büyük dedelerimizin iyimserliğini adamakıllı
kaybettik. Onlar kendi dönemlerini her defasında had safhada
zaman olarak görürlerken, bugün zaman mutlak anlamda <had
safhada>. <Had safhada> ifadesinin anlamı daha radikal dö
nüşemezdi - ve bu dönüşümle, tarih bilincinin en keskin açı
değişikliklerinden biri gerçekleşti. Ama bu, tarih felsefesi bağ
lamında kimi ilgilendirebilir ki? Vaziyet <had safhada>ysa ta
rih felsefesiyle uğraşmaya zaman mı kalır?
Açık denizde hem kalkış hem vanş limanına eşit uzaklık
tayken, yolculardan A. ambarda bir şeyin tutuştuğunu fark
etmiş. Geminin pamuk yüklü olduğunu bildiği için de alev
lerin akşama doğru her yam sarmasının kaçınılmaz olduğunu
düşünmüş. Kamarasına girmiş, arkadaşlarım çağırmış, onlarla
son bir kez hoşça sohbet etmiş. Sonra da dikkatlerin dağıldığı
bir anda aradan sıyrılıp suya atlamış. Akşamüstü gerçekleşe
cek, doğal olmayan, zoraki ölümden kurtulmakmış arzusu.
Günümüzde <doğal ölüm> denen şey, bu suya atlayıştan fark
sız bence.
Belki de gemi açık denizde yanıp kül oldu.
Yalnız şu da olasılık dahilinde: Mürettebat ve yolcular el
ele verip yangını kontrol altına almayı ya da söndürmeyi ba
şarmış olabilirler; yani A.'nın boşu boşuna derinliklere atladığı
söylenebilir.
Gemi yanmış olsun diyelim. Ancak fazladan tek bir el daha,
yani A 'nm eli olsaydı ve tulumbayı kullansaydı belki de yan
gın söndürülebilecek ve bir sonraki limana vanlabilecekti diye
düşünmekse en beteri.
Nasıl iddiasız, nasıl hamaratça oradan oraya koşturuyorlar,
apokaliptik çağın cahilleri şu doktorlar, hemşireler, temizlikçi
kadınlar. Hamaratlıkları korkunç bir ikna gücü içeriyor. lnsan
yalancı çıkmış olma duygusuyla yerin dibine geçiyor. Onları
seyredince, evrensel sonun yaklaştığı düşüncesi ahmakça bir
kuruntudan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. Davranış
larıyla ortaya koydukları argümana uzun soluklu bir direnme
kimin harcı?
<Cahil> sözcüğünün bugünkü anlamı nereden gelmiş
olursa olsun, ben, kavramı felsefi anlamda kullanıyorum, hat
ta düpedüz tarih felsefesi kategorisiymiş gibi <Cahil> denince
- tüm zamanların tüm insanlarının çoğunluğunu oluşturuyor
lar - bundan, (kendi dönemlerine ait oldukları, hatta - başka
çareleri yok - damgalarını vurdukları halde) esas itibarıyla,
tarihi tarih olarak kabullenmeye ayak direyenleri anlıyorum.
Bu cahillerin, tarihi gerçekten yapanlarca, yani egemen sınıfı
temsil edenlerce çoğu kere önü açılan ya da yaratılan arızası,
doğum tarihlerinin olumsallığının getirip onları koyduğu te
sadüfi tarih katını en naif biçimde apriori saymalarında yatı
yor. Aynı naifliği kendilerini ya da doğum yerlerini apriori ka
bul ederlerken de ortaya koyarlar. "Bir insan nasıl Frankfurtlu
olmaz! "a "Bir insan nasıl günümüzün insanı olmaz! " denk
geliyor. Tabii bu onların, söz konusu bugünlerini tanıdıkları
gibi bir anlama gelmiyor; yaptıkları sadece, bugünü asıl Dün
ya, Dünya'nın asıl doğal hali saymak; bir de bu bugünlerini
yaşarken, sanki bugün hemzemin bir şeymiş gibi bir tavır ser
gilemek. Görünürdeki anlamında Dünya'nın dün, önceki gün,
ondan önceki gün, bugünkünden farklı olduğu gerçeğinden
haberleri var aslında. Ancak nihayetinde bu gerçek yine de bi
raz gücendirmiş onları. Ayrıca bundan da önemli bir gerçeği,
Dünya'nın yarın ya da öbür gün, bugünkünden farklı olmakla
kalmayıp hiç var olmayabileceğini kestirmekse onların bo-
57
yunu büsbütün aşan bir şey. Değiştirilebilirlik olgusu ile tek
uzlaşılan, Dünya'nın daha iyiye gittiği biçimindeki lütufları.
Ancak dediğim gibi - bu arada bunun da bir lütuf olduğunu
belirtmeliyim - küçük burjuvazinin ilerleme fikri karşısında
sergilediği duruşların izi sürüldüğünde, umutlandıracak olan
lar kadar kızdıracak yanlara da rastlanacaktır.
Cahili tutucu olarak nitelemek, onu gereğinden fazla onur
landırmak olurdu. Ne de olsa tutucu, tarihe bakışında pozitif
bir tavır benimsemiştir: Değişiklik olasılığını hesaba katar, bu
nunla birlikte, olanı (hiç değilse kendi iktidarının konumunu)
sonuna dek korumak ister haliyle, oysa cahil, olanı eo ipso·
ebedi sanır.
Gerçeklik tarafından çürütüldüğünde ise bunu kabullen
mek yerine, metafiziksel bir alınganlıkla meydanı terk eder,
tıpkı kendini beğenmiş ağabeyleri, filozof havalarındaki sis
tematikçiler gibi. Bu da genellikle daracık ve sabit dünyasının
kabuğuna çekilmesiyle ya da hayli dar kapsamlı ve değişme
yen bir uğraşa el atmasıyla olur.
Çekildiği kabuğunda değişikliğe maruz kalmayacağını um
duğu gibi, bulunduğu yeri bir tür <apotropaion>,.. büyülü bir
savunma aracı olarak görür.
Londra'da T'nin kaldığı pansiyonun sahibi, bombardımanı
haber veren sirenler her çaldığında, bodruma inmek yerine,
ayaklı kocaman saatini 72 saat sonrasına kurup, karşısına ge
çer, sarkacın ritmik hareketinin saniye saniye onayladığı yet
miş iki saatlik güvencenin koruması altında sükunetle, saldı
rının bitmesini beklermiş.
Ta ki günün birinde saatiyle birlikte, çöken binanın enkazı
altında kalıncaya dek.
*
58
Ne kadar normaller! Ne kadar anlamsız normal!
Aklen normalliğin ve normal davranış biçimlerinin sade
ce normal bir dünyada <anlamı> olabilir de ondan. Yollan
na güvenilir bir dünyada; gidilsin gidilmesin, tasvip edilsin
edilmesin, yolların önceden kestirilebildiği ve bilindiği. Böyle
güvenilir bir dünyanın yokluğunda buna rağmen (bu eksik
lik kavranamadığı ya da sırf inat olsun diye kabullenilemediği
için) gündelik işler peşinde normal yaşamaya kalkışmak, in
sanın kendi yıkımını getiren bir provokasyondur. Tıpkı l'.nin
babasının 33 Martı'nın üçüncü pazan, Gestapo' dan kaçması o
gün henüz mümkünken, pazartesi günü gaz faturasını ödeye
ceği tahsildan bekleyip bu kaçışı savsaklaması gibi.
l 933'te nisbeten istisnai olan, günümüzde Dünya ölçeğin
de bir durum. Bu işten kaçış yok. Herkes ahiretle birlikte pa
zartesi günü gelecek gaz tahsildanm bekliyor sanki.
59
etmemek için aralarında gizlice anlaştığına kalıbım basar. Ne
çarpık bir kuşku. Dilsizin suskunluğu övülür mü? Danışıklı
hareket etmelerine ya da bir düşünceyi akıllanndan çıkannala
nna gerek yok; pek öyle kafaya bir şey takacak yetenekte değiller
çünkü.
Rastlantı sonucu yan yana yataklara düştüğümüz McK ile
aramda gizli bir yakınlık varmış hissine kapılmamda şaşıla
cak şey yok. Ne de olsa benim dışımda, sabit fikirden yakasım
kurtaramayan bir o var. Hemen her gün yatağımla onun yata
ğı arasındaki uçurumu aşmaya yeltendim <Konu hakkında>
konuşmak istiyordum onunla. Bahaneler, girizgahlar her de
fasında hazırdı. Ama hep son anda irkilip geri durdum. Söze
başlamak için arkama her dönüşümde - iri kemikli Protestan
yüzü çıkıyordu karşıma aklıma kısa süre önce tertiplediği
maskeli balo geliyor, kafam karışıyordu ; sonrasında ise ortak
bir konuşma zemini bulabileceğim düşüncesi resmen budala
ca geliyordu bana.
Derken gene de cesaretimi topladım biraz önce. Büyük bir
iştahla ve minnet duygusuyla konunun üzerine atılır sanıyor
dum. Yanılmışım.
Sessiz bir itirazla kafasını oynattı.
"Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz?"
"Yo çok iyiyim. Sağ olun."
Yerime dönmek üzereydim ki telaşla sağına soluna baktı,
parmağını dudağına götürüp bu konuda konuşma izni olma
dığını fısıldadı.
"Hemşire mi yasakladı?"
"O yasaklamaz. O şarkı söyler sadece."
"Dr. L. mi?"
"O da değil."
"Peki ya kim?"
Yüzüne, artık kalıcılık kazanmış, tahtadan oyulmuş bir hü
zün yerleşmiş olmasına karşın, tüm maharetini ortaya koydu-
60
ğu saniyelik bir iskambil hilesini sergiliyormuşçasına, bir an
muzipçe gülümsedi. Ardından parmağıyla tavanı işaret etti:
"Yukarıdaki."
Önce anlamadım. Bir süre sonra ancak, "Haa anlaşıldı," de
dim.
Zavallı ! Hangi çelişkilerin ortasında kalmış. Tanrı tarafın
dan, bilmediği bir dilde konuşmakla görevlendirildiğini düşü
nürken ve bu görevi yerine getirmeye başlamışken, çenesini
kapaması söyleniyor, hem de onu elçi tayin eden tarafından.
"Sizi o mu uyardı?" diye sordum.
Kafa salladı.
lçime doğmuştu. Usulca: "Oklahoma mı? " dedim.
Hareketsizce tavana baktı ve bir kez daha kafa salladı.
Meseleyi kavramıştım. Oklahomalının ölümü bir işaretti.
Onun ölümünden kendisini sorumlu tutuyordu. <Sonuncu>yu
konu alan vaazından ötürü.
Bu kez de ben tavanı gösterdim. "Ama görev de size - ora
dan gelmemiş miydi?"
Önce bir süre daha hareketsiz kaldı. Sonra yavaşça omuz
larını kaldırdı. Kuşkudan kıvranıyordu . Söylemek istediği şeyi
açıktan açığa ifade edemiyordu. En sonunda, "Ben nereden
bileyim?" dedi. "O sırada sesi kimin taklit ettiğini biliyor mu
yum ki?" Kötülüğün sahibinin adını vermedi. "Başka kimin
sesini taklit etmek istiyordur acaba?"
Bu tür sorulara verecek yanıt bulamıyorum.
"Belki de," diye devam etti, bu arada yeniden tavanı gös
terdi, "belki de O yollamıştır onu. SESlNl taklit etmesi için
talimatı O vermiştir. Beni sınamak istemiştir, ONUN sesiyle
sahte sesi ayırt edebiliyor muyum diye." Sonra da boyun eğen
bir el kol hareketiyle: "Veremedim sınavı işte."
Donup kaldım. Tasavvur ettiği şey katışıksız bir teolojik
düşünceydi. Ters olmasına tersti gerçi, ne var ki diğer düşün
celerin de terslikte aşağı kalır yanları yoktu . Alık birinin sırf
61
kendine eziyet etmesi sayesinde bu denli yaratıcılık kazanma
sını ve düşünce gücünü sırf absürdlükle bu denli hareketlen
direbilmiş olmasını trajik buluyorum. Ancak söyledikleri ze
kice tasarlanmış izlenimi verse de huzursuzluğunun sahiciliği
su götürmezdi.
Derken "Sen ne düşünüyorsun kardeş? " diye sordu. Bakış
ları bir itiraz ve karşı argüman dileniyordu . "Sence de müm
kün mü bu? "
"Yani O , şeyin sesini mi kullandı? " Bu Şeytan fikrini sırf
tekrarlamak dahi vicdanımı sızlattı ve ağzımda kötü bir tat
bıraktı.
Kafa salladı ve hevesle bana baktı.
Kurnaz Tanrı savını, sözünü etmeye bile değmeyecek kadar
anlamsız bulduğumu yüzüne söyleyemedim sonuçta. Öte yan
dan teologluğa soyunup lehte ya da aleyhte argüman düşünüp
bulmak bana göre değildi. Merhamet duygusuyla dürüstlük
kapıştı. Her iki olasılığı tartıyormuş gibi yaptım. lş, teolojik
savını olanak dışı gördüğümü söylercesine sessizce kafa salla
mama vardı. Bundan fazlasını yapamazdım.
Ne var ki yetmedi bu. Kafa sallamam onu ikna etmemiş,
rahatsızlığım yüz ifademe yansımış olacak ki birden kaşlarını
çattı , yüzündeki rica ve merak kayboldu, anlamsız bakışlarla
kısaca "I don't trust you ,"· dedi. Sonra da arkasını döndü .
Onunla bir kez daha konuşmayı deneyeceğimi pek sanmı
yorum.
*
65
Doğuştan ölümlü olduğumuza göre, ölmek istemeyişimiz,
fiili varoluşumuza (ölümlü olanına) denk düşmeyen bir varoluş
hakkını (yani ölümsüzlüğü) talep etmenin doğamızda olduğu
anlamına gelir haliyle. Demek ki doğal yapımıza doğuştan razı
değiliz. Doğuştan var olan bir şey demek ki kendimizi doğamı
za uymayan bir ölçütle değerlendirmemiz. Vaka bu olsa gerek.
Hatta büyük olasılıkla öyle. Bu gayet doğaldır demek doğru
mu peki?
Kendimizi <var olarak> hissedince ne oluyor? <Sınırlı var
olarak> duyumsuyor muyuz peki? Örneğin çocukken durum
ne alemdeydi? Yaşıyor olmanın nasıl bir tadı vardı o zamanlar?
Varoluşumuzu fanilik olarak algılıyor muyduk sahiden? Sonu
olan bir yaşamı gerçekten kanıksamış mıydık? Yoksa <aslında
ölümsüz> olarak mı görüyorduk kendimizi?
Galiba hiçbiri Kendimizi var olarak hissediyorduk, hayat
taydık işte. O kadar. Tabii bu <O kadar>, akademik dile tercüme
edildiğinde, henüz başka seçenek olmadığı, zıt olasılığın henüz
sökün etmediği, varoluşumuzun ne ölümsüzlük ne ölümlü
olma tadı verdiği, ne geçicilik ne de sonsuzluk ifade ettiği anla
mına geliyor. Öyleydi, var olmak kesinlikle açıklama gerektir
miyordu. Varoluş duygusunun mutlak olumluluğu dolayısıyla,
var olunamayabileceği düşüncesine daha baştan kapılar kapan
mıştı. O kadar ki varoluşumuz ebediymiş gibiydi "Tannlar öl
mekten anlamaz" (Molusya atasözü) . Başka türlü ifade edersek:
Varoluşumuz belli ölçüde bir <negatif apriori>ydi - demek is
tediğim, var olmama anlayışım boşa çıkardığı için <olanaksız
lığın önkoşulu> işlevi görüyordu. Ölmek diye bir şey var mıydı,
o zamanlar bunu düşünmek ne mümkün.
Bir aralar hiç olmamış olduğumu bir an bile aklıma getir
mediğim için de sanının, yaşam benim gözümde sonsuzdu.
Anımsamadan kastım, pozitif biçimde geriye doğru sonsuz
luğa uzanabilirmiş olması gibi bir şey değil elbette. Sadece,
anımsamanın henüz olmamışlığın alanım açıklıkla belirleyen
66
sınıra hiçbir zaman dayanmadığını anlatıyorum. Vaktiyle hiç
Dünya'da olmadığını geç kavrıyorsun ve ağır bir şok geçiriyor
sun. Günün birinde artık olmayacağını kavradığındaki kadar
derin bir şok bence. O anı net anımsadığımı düşünüyorum:
Annem bana çok önceleri ölmüş aile büyüklerinin fotoğrafla
rım gösteriyordu. (Karlsbad'lı bir saray fotoğrafçısı çekmiş, ya
şadığım şok o kadar içime oturmuş ki bu da aklımda kalmış) .
Arada öylesine, "Sen henüz Dünya'da yoktun o zamanlar,"
deyivermişti. Hiçbir art düşünce gütmeden. Ama sanki ayak
larımın altından zemini çekip almıştı. O günden sonra merak
la kolladığım <ölü> ifadesi, bana öncelikle henüz olmadığım;
benim ölü olduğum (yani henüz ölü olduğum) zamanı anla
tıyordu, yoksa öyle büyüklerimizin ölüp gitmiş oldukları bir
zamanı değil. - Ölümle tanışmam böyle oldu. Şaşıracak bir şey
yok Annem, benim ölmüş olacağım dönemden fotoğraflar ya
da ölüm sonrası belgeler gösterecek değildi ya. Lakin yaşamın
geriye doğru olan sınırım keşfetmeme rağmen 'varoluş' ifade
sinin gözümde <sonu olan> bir içerik kazandığını anımsamı
yorum. Galiba böyle bir şey beklenemezdi de, çünkü gelecek,
sınırlarım açık etmemişti henüz ve ileriye doğru hala sonsuz
luğa uzanıyordu.
Yo, belki de tam sonsuzluğa değildi, bir sının vardı herhal
de. Ama bu, ölümün belirlediği bir sınır değildi. tleriye-doğ
ru-yaşamak ve ileriye-doğru-düşünmek hep en kestirme ve en
yakındaki, şu toptan <yarın> da denen geleceğe ilişkindi. Tam
da böyle olduğu için, bu <yann>ın sının çabucak bulanıklaşıp
puslandığından, tam da beklentiler kısa erimli olduklarından,
bu beklentiler ve onlarla birlikte düşünceler, ölümün apaçık sı
nır çizgisine asla temas edemiyorlardL Sisli manzara sınırsızmış,
açık görüş mesafesinden de sınırsızmış izlenimi uyandırıyor.
Ama bu sırf, siste görüş alanının ufuktan önce son bulmasından
kaynaklanıyor. Kısacası: Yaşam sonsuz değildi ama ufuksuzdu.
Ameliyat sonrası.
Ilaçlann etkisi geçmeye başladı, kasvet artıyor. Hadan git
tikçe belirginleşmeye başlamış ağn, bana, sanki anestezinin
etkisi sürerken de narkozun dokunamadığı, belki de hiç do
kunulamayan derin bir katmanda , boğuk bir şiddetle azgınlı
ğını aralıksız sürdürmüş gibi geldi. Bir anlamda, algılanması
güç bir tarzda.
Çelişkili bir saptama. <Bilinçsizce> ifadesi çelişkiyi çöz
mez . Sadece adını koyar.
Semptom yine de açıklanamayacak gibi değil. Sanıyorum
ağn, atipik biçimde var olmayı sürdürmüştü , yani özgün duyu
niteliğinde bir <ağrı> biçiminde gerçekleşmemişti. Asıl zara
rı gören organizmaysa onu gerçek anlamda da <fark etmişti>
şimdi tabii, hatta olmadık bir tehdit ve sarsılma biçiminde ,
ama işte dediğim gibi <ağrı niteliğinde> değildi.
Önceden de defalarca fark etmişimdir, ağn, dayanılabildiği
sürece , özgün duyu olma özelliğiyle tutunabiliyor. Bizzat bu
ifade bile ağrıyla duyu niteliğinin aynı düzleme ait olduğunu
varsayması itibarıyla tartışmaya açık. Aksine denebilir ki du
yuların aktardığı izlenimler belli bir yoğunluğun üzerine çık
tıklarında ağrıya dönüşürler; özgün duyu özelliklerinden nitel
anlamın da ötesinde ayrılırlar sonuçta.
Beri taraftan, ağrının kendi de bir sınıra, maksimum yo
ğunluğa ulaşabilir veya ötesine geçebilir. O durumda kendi
ağrı karakteri de keza çökecek biçimde tümden sarsıntıya dö
nüşür, tıpkı duyuların aşırı boyutlara vardığında alabora olup
ağrıya dönüşerek yerle bir olması gibi.
Algı psikolojisinin bu olguları ele aldığını pek sanmı
yorum. <Eşik sorunlarıyla> ilgilenmişse de bu <henüz his
sedilmeyenin> <hissedilir> hale geldiği (Leibniz'in <petite
perception>u*) eşikle sınırlı kalmıştır. Niteliğin ağrıya döndü
ğü ikinci eşik, büsbütün üstü kapalı biçimde ve nadiren ele
68
alınmış; ama felsefi açıdan belki de en ilginci olan üçüncü eşiğe
asla değinilmemiştir. Söz konusu eşik, uyarımın çok artıp ola
gandışı hal aldığı, artık özgün (ağrı) niteliğiyle kaydedileme
diği, organizmanın bir tür özgünlük sonrası genel hal olarak
ortaya çıktığı durumlarda aşılır salt. Çok küçük uyarımlara
<bilinçaltı> diyorsak, çok büyüklerine (yalın bir <uyarım>dan
çok daha başka bir şeydir ve tepki göstermekle ya da ayırdın
da olmakla altından kalkılamaz) <bilinçüstü> adım vermekte
sakınca yok. Üstesinden gelinemeyecek ve <yanıtlanabilir>
olmaktan çıkmış böyle bir duruma iyi örnek baygınlıktır. Et
kin bir ayırdına varma boykotudur baygınlık. Dayanılabilir
ağrıya "sahibizdir" daha; yani onu bizimle bütünleşmemiş bir
şey olarak teşhis edebiliriz henüz. Oysa aşırı ölçüdeki ağrının
ayırt edici özelliği bize <el koyması>dır. Acı çekerken acıyla
öylesine kaynaşırız ki, kendimizi, o da mümkünse tabii, sırf
acıdan ibaret hissederiz. Ameliyattan sonraki on iki saat bo
yunca yatakta yatan şey, ağrısı <olan> ben değildim, katışıksız
ağrıydı. Daha yeni yeni sancı duyuyorum, yani <kendime gel
meye> başlamışken, yani düzelmeye başlamışken ancak.
Hiç kuşkusuz , karakteristik algı verileri ve aşırı olmayan
(dolayısıyla <tipik ağrı> biçiminde ortaya çıkan) duyumsama
lar narkozla örtbas edilebilir. Ama organizmanın hasar gör
mesiyle oluşan somut travmalar öyle mi? Onlara bir şey ya
pılamıyor. Maruz kaldığım kesip biçme işlemi sırasında acıyı
hissetmemekle birlikte şoke edici etkisinden kurtulamamışım
ki, sancı dolu zor anlar geçirdim. Yalnız sancıya neyin yol açtı
ğını ne doğru dürüst çıkarabildim ne teşhis edebildim. Bunun
fazladan yarattığı kafa karışıklığı da cabası. Tanımlanabilir bir
nedeni yoktu ama aşırı derecede acı çekiyordum
Bu arada artık o berbat şoku atlattım ya, kendime geldim
ve yara (sadece kapladığı yerin gittikçe daralması bile yetiyor)
benden bir parça olmayı bıraktı ya, ağrı ağrı gibi artmaya baş
ladı böylece: Yani kendine has özelliğiyle. Yani bir anlamda
şiddetini artırıyor gibi Artmasının, aynı zamanda ayırt edile
bilirliğinin artmasının, iyileşmeyi gösterdiği kuruntusuna ka
pılıyorum. Öncesinde aşın ağrı gözümü almışken, şimdi yavaş
yavaş görmeye başlıyorum.
70
"Rahatladınız mı?" diye sordum.
Henüz tatmin olmamıştı. Sabit fikirden kurtulup kendini
toparlaması o kadar kolay değildi
"Her şey gönlünüzce olsun," deyip gitmek istedim.
"Bir dakika ! " diye ısrar etti.
Durdum ve bekledim.
"Size de teşekkür ederim bu arada," diye mırıldandı sonra
da, gözünü çorba kasesine dikerek.
"Rica ederim. Bunu boş yere dert etmenize üzüldüm ben
de."
"Her işte bir hayır vardır," dedi anlamsızca. Yanılgısı
Tann'mn kesinlikle dalga geçmek için ona bahşettiği bir arma
ganmış gibi. Ardından ilk kez kafasını kaldırıp bana bakarak:
"Beni mutlu ettin, kardeş! "
"Buna sevindim."
Bu arada amacıma da ulaşmıştım hani, sohbet gerçekleş
mişti. Her ne kadar asıl gözüme kestirdiğim konu hakkında
olmasa da. Kurnaz bir gülümsemeyle baktı yüzüme ve yukarı
yt işaret etti: "Öyleyse beni kandırmamış o desene."
Sorarcasına başparmağımla tavam gösterdim
"Aynen öyle," dedi Neşesi yerine geldi, yataktan fırlamak
ister gibiydi "O halde hemen kaldığım yerden devam edebi
lirim."
tık anda anlamadım. Sonra birden "Ha öyle mi," dedim,
ardından: "Elbette." El salladım ve çıktım. Vaazını kastediyor
muş.
Geride kalanlar büyük olasılıkla bu sabah gün ağarırken
McK'nin "Kardeşler uyanın ! " sözleriyle gözlerini açtılar. Dün
benim yattığım hasta yatağında kimbilir kim vardı, zoraki
aminleri üstlenen. Torunlarımızdan birinin "sonuncu" olaca
ğını, o uykuya daldığında borazanların ötmeyeceğini, göğün
kararmayacağını, hiçbir yıldırımın perdeyi yırtmayacağını öğ
rendiğinde dehşet içinde kalmıştır. Nesli tükenmiş bir tür bile
71
olmayacağız: Çünkü bizi hatırlayacak kimse yoksa, daha önce
de kimse olmamıştır, öylelikle sözünü etmeye de değmezdi.
Yo, halefime gıpta etmiyorum. Artık benim yerime Angeli
ca Hemşire'yi beğenecek ve vox angelicasını dinleyecek olma
sını bile kıskanmıyorum. Meleksi görünümüne rağmen, tam
da bu yüzden, o görünümü belleğimden sileceğim. Çünkü
acilen yapılacak bir şey varsa o da bir <sonuncu> olmasını ön
lemek ve onun adına duyulan endişe kadar onun için peşinen
dökülecek gözyaşlarım da gereksiz kılmak.
72
Geçmişten Notlar
15 Ağustos 1944
73
1 6 Ağustos
1 7 Ağustos
74
misali bedenden bir parça olmasa da gözün kifayetsizliğini de
taşımayan, yani miyopluktan uzak bir gereç olmalıdır. Tıpkı
teleskopun görme yetimizi ıskartaya çıkarmayıp, tam tersine,
kullanıldığı yerlerde bakışımıza ve ayırt edişimize adamakıllı
fırsat yaratması gibi düş gücü de algımızı gereksizleştirmek
şöyle dursun, bilakis ona işlerlik ve etkinlik kazandırır. Hiç
değilse kendi yarattığımız ve yol açtığımız şeyleri düşleyebile
cek durumda olmalıyız. Diğer <devasalıkların> tasavvurunu,
Tanrı'mn ve Evren'in sonsuzluğu tartışmasını rafa kaldırmaya
dünden razıyım; böylesi bir dönemde metafiziğe bulaşmayı
münasebetsizlik, teolojiyle uğraşmayı ise Tanrı'ya ve kutsal
değerlere hakaret sayarım. Buna karşın biz insanların karış
tırabileceği ve fiilen karıştırdığı haltların ölçüsüzlüğü , daha
doğrusu işlediğimiz ağır suçların devasalığı fikrinden vazgeç
meye hiç ama hiç niyetli değilim. Ah şu yedi bin sayısı.
1 7 Ağustos
18 Ağustos
Acaba diyorum, ruhu perişan iki kişinin, ruhu perişan bir ki
şiden daha fazla olmama olasılığı var mı? Hatta hakikat mi?
Binlerce kişinin çektiği acının çoğalıp birikmediği, binle çar-
75
pılmış acı olamadığı doğru mu? Bir anlamda acılan toplamaya
çalışmanın saçmalık olduğu? Aritmetik alışkanlıkların yersiz
kullanımı mı, ekmek ya da kitap sayfası yahut gün saymaya
alışmışların rutini mi bu işlem? Yoksa aslında boyut hep aynı
mı kalıyor, doğa günahların yekununu hasıraltı ettiği için mi
miktarların toplanacağı bir merkez ve merci yok? Çekilen acı
ların ve eziyetlerin - mantar gibi yerden bitseler de - <bir>
olmaktan çıkamadıkları, hiçbir yerde bir araya gelemedikleri
için ne kadar toplansalar da birden fazla etmedikleri gerçeği
ya? Sayılabilirliğin sınırını saptamak ne muazzam bir fırsat !
Şu <ilkel> denen topluluklar örneğin, malumunuz, kendile
rinden beş savaşçıyı düşman saflarından beş savaşçıyla top
lamayı, yani toplamanın sonucunu on savaşçı olarak bulmayı
akıl etmekten acizlerdi. Ne kadar yerinde bir akıl fukaralığı,
ne de olsa bu on savaşçı tek bir öbek, yani bir yekun oluştur
mak uğruna ahirette bile bir araya gelmezdi; en fazla birbirle
rini haklamak için çarpışırlardı. tlkellerin elmalarla armutları
toplamayı becerememelerine acizlik diyemeyiz o halde. Aksi
ne bizim becerimizi zaaf olarak görmeli; beşle beşi topladığı
mızda akla aykırı davranıp bazı nitelikleri göz ardı ediyoruz
çünkü.
Benzer şey bu meselede de geçerli olsa ne muazzam bir
perspektife kavuşurduk! Milyonların çektiği cefanın ifadesi
olan, Dünya'daki milyonlarca ağızdan çıkan sızlanma hiç sa
yılıp toplanamasa, sayılmasına gerek kalmasa, toplanmasına
izin olmasa . . . Dünya'daki tüm acıların toplamı böyle devasa
olmasa ! Bu devasa miktar, benim kendi acılarımdan dahi az
olsa ! Keşke sadece ben, yani sayan, haksız ve yersiz toplama
işlemi yapan ben sadece, bu sayıyı şişirip böyle astronomik bir
rakama ulaşsaydım demek ne şeytani bir avuntu ! Bu temanın
ardına düşmeli.
Akşam
29 Ağustos
77
aklın sınırlarının eleştirisini kaleme almıştı. lç dünyanın da
sınırlan var keza. On litre sıvıyı bir litrelik kap almıyor işte.
Avrupa'daki bazılarının, bir çırpıda mahkum ettiğimiz yak
laşımı, ne kadar anlaşılır bir tavırmış. Gördüklerini <görmez
likten geldikleri>, olup bitenleri algılamayı reddedip gözlerini
kapadıkları iddiası, bu kısırlığıyla ayakta kalabilir mi? Belki
de bu insanların, en azından çoğunun, gözlerini kapatması
bile gerekmiyordu. Devasa realite onların gözlerine ulaşmıyor
du çünkü. Çünkü gözleri bu realiteyle tıka basa doluydu. Öte
yandan, bu sınırlılık bizi teskin etmeli mi?
9 Eylül 1 944
79
hiç ilgilendirmiyor) daha yüksek olarak algılayacağın herhan
gi bir sayıyla karşılaşmayacaksın. Anlayacağın dostum, elimiz
deki gereçlerin yardımıyla yiyeceğimiz haltların altından kalk
mak harcımız değil artık. İnsanoğlu, kendinden de küçüktür
çünkü."
Sözünü bitirdi. Bekledim. Bu kadarla kalacağı aklıma yat
mıyordu; en azından nasihat ya da bir ipucu vermeden beni
başından savmaz diye düşündüm. Lakin bekleyişim boşunay
dı. Benim varlığımı unutmuş gibiydi, konuşmamızdan önceki
donuk haline dönmüştü. Rüyamın geri kalan kısmını hatırla
mıyorum. Rüya görmeye devam ettim mi, onu bile bilmiyo
rum.
1 1 Eylül
80
kabahatleri de büyür> değil, şudur: <Suç büyüdükçe çekince
azalır, dolayısıyla pişmanlık duymak bir o kadar zorlaşır.>
Başka sözcüklerle ifade edersek: Sadece düş gücümüzü ge
nişletmeyi, salt, bize hükmeden ya da hükmettiğimiz yaşamın
ufkunu layıkıyla tasavvur etmeyi değil, aynı zamanda metodik
bir biçimde hissetme yetimizin hacmini artırmayı da öğrenme
liyiz.
81
kıntı (diye yanıtlar Kant) , <kendi de aşkın> olan kapasitemize
işaret eder; aşkın bir ölçüte sahibiz ve bu ölçütle kıyaslayınca
kendimizi yetersiz addetmekteyiz. Çuvallamanın belirgin bi
çimde görünür kıldığı bu durumsa hazzı yaratır.
Dolayısıyla imgelem performansımızdaki yetersizliğin
ölçütünün bizzat kendimiz olduğunu söyler Kant. Çuvalla
yanlar olarak bu ölçütün dengi değilizdir. Bu, aynı zamanda
herhangi bir şeye <yüce> gözüyle bakıp hayranlık duyduğu
muzda, daima kendimize de hayran olduğumuz anlamına ge
lir; hatta meşrudur bu hayranlık. Sadece <hileyle>, el altından
yer değişikliğiyle 'yücelik' objenin bir niteliği olarak gözükür.
Başarısızım ve başarısızlığımı hissediyorum. Başka türlü
bunu başarısızlık olarak algılamam mümkün olmadığı için de
doğaüstü bir ölçüte sahibim, dolayısıyla bizzat aşkın bir varlı
ğım. Bu saptamanın <insanın kendiyle aynı hizaya gelmemiş
liğinin> teorisi olduğu tartışılmaz.
işte bu teorinin bugün içinde bulunduğumuz durumda işe
yaramaz oluşu hiç işimize yaramıyor. Çünkü birincisi, devasa
boyutları nedeniyle hayal gücümüzü aşan <şeyler>, Kant açı
sından <fikirler>di, bizim açımızdansa insan edimleri ya da
insanın ürettiği nesneler. ikincisi, <ölçüsüz olan> yüce değil,
aksine azman, çirkin ve korkunç. Yani ahlaki anlamda asla
kavrayamayacağımız, dizginsiz katliamlar. Üçüncüsü , çağı
mızda önümüzde duran ve şöyle ya da böyle aşmamız gereken
uçurum <akıbla <hayal gücü> arasında değil, <edim>le hayal
gücü arasında. Bizler açısından kavranamaz olan meselenin
(örneğin binlerce, milyonlarca insanın katledilmesi) , Kantçı
anlamda bir <sonsuzluk> ya da <devasalık> fikriyle hiç ilgisi
yok.
Kant hayal gücümüzden sınırlarının ötesinde bir perfor
mans talep etmekten geri durmayışımızla gurur duymamız
gerektiği kanısındaydı. Nitekim bu talepteki ısrarımızı, hatta
özellikle de boşa çıkması gerçeğini doğaüstü bir ölçüte sahip
82
olmamızın göstergesi olarak değerlendirmişti. Oysa biz zama
nelerin böylesi bir kıvancın yanından bile geçmemesi gerekir.
Kapasitelerimiz arasındaki uçurum neyi görünür kılarsa kıl
sın, bu metafiziksel ya da antropolojik sorun şu içinde bulun
duğumuz çağda bizi zerrece ilgilendirmemeli. Asıl mesele söz
konusu uçurumun hangi sonuçlara yol açuğıdır. Bu sonuçla
rınsa doğaüstü olanla hiçbir ilgisinin olmadığı apaçık. Meğer
ki devasa korkunçluğu da <doğaüstü> olarak niteleyelim. Ka
dir olduğumuz kötülüklere hayal gücümüzle ket vuramayaca
ğımız gerçeği, her halükarda sıradışı felaketlerin, bir anlam
da düpedüz cehennemin habercisi. Ad libitum suç işlemeye
•
28 Kasım
85
ihmalkarlıktır. Ayrıca bu tür es geçmeler - tıpkı <ölüm>ün ve
<şiddet>in görmezden gelinmesi gibi - baştan sona yanılsa
madır nihayetinde. Biz aşkı devre dışı bırakabiliriz ama o bizi
kolay kolay ıskalamayacaktır.
28 Kasım
86
şamın diğer kaynaklarını ve önceliklerini elimizden alan bir
dünyada, mahrem alanımızdaki duygularımızın, tutkularımı
zın zarafeti de güdükleşecektir.
30 Kasım
1 Aralık
88
Artık anahtar deliği de yok zaten, çünkü anahtarlara ihti
yaç kalmadı; ne diye anahtarlara ihtiyaç olsun ki, günümüzde
kapı diye bir şey hak getire; kapılar yok, çünkü eski zamanla
rın karanlık odalarının diğer odalardan hiç farkı kalmadı artık.
Eskinin göz korkutan tabularının çoğu sahiden etkisini yi
tirdi. Artık var olmayan kapılardaki artık var olmayan anahtar
deliklerinden içeri baksak görüp göreceğimiz, albenisiz, mun
tazam bir şekilde ortalıkta duran tinsel öteberidir.
Yalnızca toplumun o ürkütücü tabularım kabullenen, tüm
sarsılmışlığıyla benliğinin bir parçasını bu tabularla örtüşme
yen bir karanlık oda olarak gören birinin kapıya, bu kapıyı
kilitleyecek anahtara ve içeriyi gözetleyeceği anahtar deliğine
i htiyacı vardır. lnsan <iç dünyasını> kilitlemez; tam tersine
kilitlenen �1er <iç dünya> olur çıkar. Tabu , ruhun mimarıdır.
Dahası vicdan (anlamına gelen conscientia) , bilinç (anlamına
gelen conscientia) olur. Augustinus ta o devirde bunu biliyor
du; günah bulma peşindeki bakışlarıyla ruhunun kubbesini
araladığında belleğin kovuklarının nasıl biçimlenip saydam
laştığını betimlemişti. Ruhumuza ilgisizliğimiz ya da eksik <iç
dünyamız> (olumlarsak: Ketumluğumuz, kibirden uzaklığı
mız, meraksızlığımız) doğrudan tabuların yıkılmasıyla ilintili.
Tabunun mayasıyla yoğrulmuş ruhun soykütüğü üzerine bir
araştırma hiç fena olmazdı doğrusu. . . günümüzde hiç yan
kı uyandırmazdı gerçi böyle bir şey, çünkü psikoloji ve etik
birbirlerinden nihai anlamda koptular. En fazla bazen etik,
<psikolojik açıdan temellendiriliyor>. Ama ruhun ahlaktan
peydahlanmış olabileceği düşüncesi çağımızda pek kavrana
bilecek gibi durmuyor.
1 9 Ocak
90
yükü demek. Kendi yaşanılan söz konusu olduğunda kuşağı
mın kayda değer kişilikleri, akıl almaz bir dar kafalılık, sada
kat ve suskunluk sergiliyorlar.
Lakin - işte bu da meselenin tarihsel anlamda yeni tarafı
galiba - ne dar kafalılıkları önyargı içeriyor ne sadakatlerinde
tabu korkusu var. Bu kuşağa ait olmasam bu durumu ben de
kavrayamazdım herhalde.
91
Post festum *
1 962
Bir <vita> isteğin beni zor durumda bıraktı. Vitam olmadı be
nim. Hatırlamakta zorlanıyorum. Sığınmacılarda bunu arama.
Tarihsel akışın önüne katıp kovaladığı bizler, tekil bir kavram
olan <yaşam> konusunda ihanete uğradık.
İtirazını duyar gibiyim: Hiçbir yaşam tekil değildir, diyor
sun; kimsenin <vita>sı yoktur ki; parçalanıp tek tek dönemlere
ayrılmamış yaşamöyküsü mü var; <yaşam> denince bu dağılıp
birbirinden kopmuş dönemlerin oluşturduğu birliği anlıyoruz
aslında; ayrıca yaşamın farklı evrelere bölünmüş olması belle
ği tahrip etmez ki. Haklısın. Ne var ki olağan durumlarda bir
evreden diğerine geçiş, arka plandaki ya da çerçeveyi oluştu
ran bir çevrenin varlığında gerçekleşir. Bu çevre, değişse bile
değişmez olarak algılanır. lşte ortamın bu aynılığı , genellikle
yaşamın farklı dönemleri arasındaki bağı kurar.
Ama yaşam bütünlüğünün bu önkoşulu , biz ortamdan or
tama itilmişlere çok görüldü . Bizim yaşamımızın evrelerini
birbirinden ayıran yarıklar, genelde yaşam kesitlerinin sınır
larını belirleyen yarıklardan çok daha derin. Öylesine derin
ki artık evrelerin tek bir yaşama aidiyeti, hissedilemez, hatta
92
objektif açıdan kuşkulu hale geldi. Tırtıl olarak başlayan, kışı
koza olarak geçiren ve şimdi karşımızda kanat çırpıp dolaşan
kelebeğin özyaşamöyküsü dahi bir bakıma tek bir tane sayıla
bilir. Bu bakışla aynı şey bir köpek için söylenemez.
Eh, bir yaşamöykümüzün olmayışı, yaşamımızın yetersiz
malzemeden ibaret olduğu anlamına gelmiyor elbette. Zama
nında beni temsil etmiş ya da omuzlarına alıp farklı mekan ve
zamanlardan geçerek buraya ve şimdiye taşımış tüm figürleri
rtrafıma toplasam ve karşılaştığım tüm <faits divers>i* önüme
yığsam, bunların miktarı ve sayısı, içeriği zengin bir yaşamı
mümkün kılmaya dahi yeterdi. Ne var ki buradan bir <vita>
çıkmazdı. Olsa olsa <vitae>, yaşamın çoğul hali çıkardı sadece.
<Sadece> diyorum. Burada aritmetiğin hükmü yok çünkü .
Çoğul <vitae> tek bir vitadan fazla olacak diye bir şey yok.
lersine , bizim gibi çokluğa mahkum edilmişlere geçmişi hiç
yaşamamışız gibi gelir sıklıkla ya da en fazla o an ne yaşıyorsak
onu biliriz. Tamamınaysa hakim değiliz artık. Geniş, zamansal
hoyutları kavrayıp toparlama yetimizi çoktan yitirdik. Bu hali
mizle , tek bildikleri , dinledikleri senfoninin alkış isteyen son
kısmına (hatta çoğu kez başka senfonilerde final de olabilecek
ı aktlara da) el şaklatmak olan müzik cahillerine benziyoruz.
Bir farkla, bizim dumura uğramışlığımız onlarınkine oranla
daha mazur görülebilir. Çünkü bizim ardımızda bıraktığımız,
hir senfoni bütünü değil , sadece bir sürü dönemin peşpeşe di
z i lmiş hali ya da olsa olsa çok bölümlü bir süit.
Böylece seni çekmek istediğim noktaya geldim.
Bir süitin de bir senfoni kadar kolay hatırlanabileceğini
varsaymak (senin yaptığın gibi) ya da mecazı bir yana bıra
kırsak; yaşamın her türlüsünün sonrasındaki hatırlama edi
mi aynı şekilde işler ya da işlemek zorundadır demek bir ön
yargıdır. Tıpkı fizikte bir cismin görünürlüğünün sadece ışık
yayma gücüne ya da gözlemcinin göz keskinliğine değil aynı
93
zamanda içinde bulunduğu ortamın yapısına ve türüne de
bağlı olması gibi, hatırlanması gereken bir nesnenin hatırla
nabilirliği de tek başına o nesnenin parlaklık derecesine ya
da hatırlayanın bellek gücüne değil, aynı zamanda içinde yer
aldığı yaşam sürecinin özelliklerine de bağlıdır. Son göç dalga
sının patlak vermesinden önceki kuşakların, yani (bir kerelik)
hayatlarını, doğup büyüdükleri yerlerde geçiren dedelerimiz
ve ninelerimizin gözünde Dünya bir im ormanı demekti. Her
bir işaret hayatlarının belli bir gün ya da saatine göndermeydi.
Hatırlamak gibi bir dertleri yoktu. Her şey onlann bir şeyleri
hatırlamasına hizmet ediyordu, 'memoria'nın· inisiyatifine ve
zahmetine gerek kalmıyordu. Dünyalarında yer alan şeyler,
onlara çoğu şeyi çıtlatıyordu. Sanırım, o zamanlardaki anım
samanın bugünkünden esaslı biçimde farklı olduğu savı sana
garip gelecektir. Öyle ya, sen psikologların yanında öğrenim
gördün. Onlar sadece (sözde tarihi açıdan nötr) bir hatırlama
(türü) biliyorlar. Anlayacağın, kavramlar tarihiyle benzeşen,
dönüşen ruhsal zenginlikler ve performanslar tarihi diye bir
şeyin de olduğundan habersizler; psikolojinin de çalışmaları
nı bir tarih bilimi olarak sürdürmesi gerektiğini göremiyorlar.
Benzer şekilde farkında olmadan bana tavsiye ettiğin <Rec
herches des temps perdus>'' ile karşılaştırıldığında, babaları
mızın <Recherches du temps perdu>'.. olma uğraşı o zamanki
tüm zorluklara rağmen çocuk oyuncağı sayılır. Bunun nedeni
sadece, babalarımızın ellerinde, özetleyip toparlayacak tek bir
yaşam olması ya da dünyalarının gereken imleri barındırması;
buna karşın bizimse ardımızda birçok yaşam bırakmamız ve
üstelik bugünkü dünyanın önceki dünyalarımızı çağrıştıracak
ögeleri içermemesi yüzünden, bu yaşamları kendi çabamızla
gözümüzde canlandırmak zorunda oluşumuz değil: O zaman
94
kotarılması gereken şeyle bugünkü arasındaki fark, çoğul ve
tekil arasındaki farkla sınırlanırsa hatırlama işinin üstesinden
gelinebilir belki. Ama mesele bu değil işte. Bizlerin durumun
da birden fazla yaşamın söz konusu olması sırf öyle sayısal
hir olgu değil. Aksine bir yandan da yaşamımızın izlediği yo
lun fazlasıyla özel bir krokisinin olması sonucunu doğuruyor.
()yle ki bu kroki hatırlamayı, zorlaştırıyor ne kelime, düpedüz
o lanaksız kılıyor. Demek istediğim, çok sayıda yaşamın hak
kından gelmek zorunda kalan birinin hayatının akışı, ortala
ma bir vitanın nehir yatağından farklı seyreder. Aşağı yukarı,
Ren'inkiyle karşılaştırıldığında, Mozel'ın izlediği yolun farklı
lıklar göstermesi gibi: Mozel kavislidir, kıvrımlan çoktur, yer
yer labirente dönüşür.
Bir anlamda senin için bile geçerli bu. Kısa süre önce bana,
savaş sırasında yaşadıklarını şaşılacak kadar seyrek anımsa
dığını anlatmıştın. Bu seyrekliğin o yıllan aklına getirmek is
lrmemenle ilgisi yok yalnızca - o zamanki yorumumuz buy
du - bir başka nedeni de, düz bir çizgide geçmişi hedefleyen
ımımsamayla aradıklarını asla bulamayacak olmandır. Çünkü
o yıllar yaşamının <gövde>sinden ayrılıp tamamen bilinme
yen yönlere sapmışlardır ve artık bir anlamda bu gövdenin gö
rüş açısında değillerdir.
Sürgün yıllarının ardından ülkelerinin yolunu tutmuş, ta
nıdığım Fransız göçmenlerden bazılarının, eskiden yaşadık
lan, (diğer geri dönülen bölgelerle kıyaslandığında) olduğu
gibi ve sağlam kalmış Paris'e döndükten sonra başlarına gelen
de bu durumun benzeriydi. Sürgün dönemi (ki devam ettiği
süre boyunca yaşamlarının belki de en yoğun geçen, belirleyi
d kısmını oluşturuyordu) unutulmaya, deyim yerindeyse bü
zülüp küçülmeye yüz tutmuştu. Yuvaya dönmüş bazılarında,
a ranağme sürgünün açtığı yaralar hiç iz bırakmadan kapan
dı gitti. Anlayacağın, aradaki zaman, bir tür <temps perdu>, •
95
şimdi hiçbir <recherche> ile yeniden keşfedemeyecekleri bir
•
97
verdiği kararların bile bundan etkilenmediğini eklemeden
edemiyordu. Başka deyişle yeniden doğma işi bunca zaman
yolunda gitmişken bunun hep böyle sürmeyeceğini, hoş ya da
nahoş, bir gün gelip sökmeyeceğini aklına dahi getirmiyordu.
K.'nin, vitalarının çokluğuna tepkisi keskin, neredeyse hasta
lıklı bir istisnai vaka oluşturuyor elbette. Ama tam da istisnai
vakalar olağan vakaları aydınlatırlar. Benim durumum için de
geçerli bu.
Yirmi yıl önce Kansas'ta müzisyen bir palyaço görmüştüm.
Üç yerinden düğümlenmiş tubasımn ağızlığını sanki dürbün
müş gibi gözüne tutuyor, enstrümanın huni şeklindeki ağzı
m aya doğru çeviriyor, yapmacık bir çaresizlikle dolambaçlı
boru düzeneğini yarıp geçmeye çabalıyordu. Sonunda da sey
redenlere dönüp omuzlarım silkerek gökte yeni ay olduğunu
söylüyordu. Ricam kırmayıp yaşamımın tümüne göz atmayı
denesem, gayretimin sonucunda ben de bundan fazlasını elde
edemezdim.
99
lılo olmaya dayanacak yapıda değildir. Belki üzücü ya da rezil
bir saptama gibi görülecektir, ama bir düzeneğin bünyesinde
kendilerinden salt verilen görevleri yerine getirmeleri istene
rek aşağılamaya uğramış olanların yaşamı bile çıplak bir işlev
sizlikle yaşamaya mahkum edilmişlerinkinden daha katlanılır.
Ancak ben sana bu heveslilerden değil, <meslekten göç
menler> topluluğundan söz edeceğim, yani külfeti ağır <faz
lalık olma>yı kendilerine bizzat reva görenlerden, hatta uzak
diyarlar kollarını açarak onları beklemiş olsaydı dahi bu yaz
gıyı tercih edecek olanlardan.
Yanlış anlama. Gözüme kestirdiklerim öyle (ister yenilgi
leri yüzünden ister yenilgiye rağmen, hiç fark etmez) , davala
rına kök salmış <siyasiler> ve davaları ya da umutları coğrafi
açıdan nötr olduğundan başka yere dikilmeye ne ihtiyacı ne
hali kalmış olanlar değil bir tek.
Uyum yeteneği bulunmayanları ve esneklikten yoksun
olanları, taşralılıkları ya da dar kafalı sığlıkları yabancı ülke
lere ayak uydurmaya engel oluşturanları da kastetmiyorum
keza. O kadar da basit değildi (o zamanki perişanlığımızı
konu alan şimdiki doktora çalışmalarındaki dangalakça ifa
deyle söylersek) <sığınmacı göçmenliğin sosyopsikolojik so
runsalı>. Aksine tam da aramızdaki <Heilbronnlular> (onları
nitelemekte kullandığımız bu terimi hangi adaptasyon deha
sından devralmıştık bilmiyorum), yani küçük burjuvalar ve
kasabalılardı, çekincesizce gurbetin boynuna atılan, iki haf
ta geçmeden Paris'in yerlisiymiş ya da doğma büyüme New
Yorkluymuş gibi caka satan - her durumda biz Berlinliler ya da
biz Viyanalılardan çok daha çabuk - <biz> deyince <biz Paris
liler> ya da <biz New Yorklular> anlayan. Beni ilgilendirenler
daha çok üçüncü bir grup. Dil bilmelerine, seyahatlere alış
kın, geniş ufuklu ve esnek olmalarına karşın ihtiyatı elden bı
rakmayanlar; oradaki bayağılığa yenik düşmeyi ve bir çırpıda
Fransızlığa ya da Amerikalılığa soyunmayı bayağı buldukları
100
için böyle davrananlar. Doğal ortam çilekeşi bu adamların ço
ğunun, siyasi bir felaketin kurbanı olmaları nedeniyle makul
bir çıkarımda bulunmaları yani aynı şekilde şöyle ya da böy
le politize olup bir gruba katılmaları o kadar anlaşılır bir şey
ki. Bu, belli ölçüde, artık tamamen boşlukta sallanmadıklarım
ve bir ülkeye değil de bir kader ortaklığına aidiyetlerini ifade
etmekle birlikte, salt sığınmacı statüsünde kalmada gösterdik
leri ayak diremeyi, bir tek söz konusu politizasyona borçlu
oldukları anlamına gelmez.
Yeniden el üstünde tutuluyor olma duygusu ve bir çevreye
katılabilme ayrıcalığı; sonradan görme geçinenlerden esirge
nen veya olsa olsa ancak onur kıncı bir bekleme süresinden
sonra lütfedilen bu ayrıcalık, çilekeşlerin gözünde ayrıcalık
tan sayılmıyordu. Kendiliklerinden dikkate almadılar o tür bir
şeyi. Kendi rızalarıyla hiç kimseydiler. Öyle yaşamaya devam
ettiler. Bu yeni dünyayı gönüllü olarak kendi doğal çevreleri
haline getirmeyi, içine rahatça yerleşmeyi , bu dünyayla özdeş
leşmeyi, orada kendilerini kanıtlamayı, sözü dinlenir biri ol
mayı, hatta itibar görmeyi istemediler.
Sürgün döneminde karşılaştığım yüzlerce sosyal çevre fa
kiri arasında, dünyadan böyle elini eteğini çekmiş olmanın
bedelinin fahişliğinden yakınan tek bir kişiye dahi rastladı
ğımı hatırlamıyorum. Oysa bu bedeli hemen hemen hepimiz
ödemiştik.
Neydi bu bedel?
ıoı
yetkin, deneyimli, güvenilir bulduğu ve yararlandığı; kendisi
ne atfedilen bu itibar nedeniyle onu takdir edenler için taşıdığı
sorumluluğu günlük alışkanlığı haline getirmiş biri kavuşup
vakıf olabilir.2 <Var olma kanıtı> için geçerli olan, yetişkinlik
kavramı için de geçerlidir: O da bize başkaları tarafından sağ
lanır, sosyal partnerler olmaksızın yol alamaz. Hiç kimsenin
var saymadığı, yabancılar, maceracılar, anarşistler ya da ermiş
ler, yetişkin olma şansından mahrumdurlar, tıpkı kendi başına
hareket edemeyen büsbütün bağımlı biri gibi.
Yabancı olarak kalmayı programı haline getirmiş bizle
rin, bundan hepten nasibini alacağı besbelliydi. Ama lütfen
bunu da yanlış anlama, en azından bir kusurun itirafı işte de
yip geçme. Lehte ve aleyhtenin hesabı o kadar da basit değil.
Yetişkinliğin her koşulda bir erdem olduğundan emin miyiz?
<Yetişkin> nitelemesini, insanların zaaflarım ve başkalarına
bağımlılıklarını tanıyan, <Dünya'nın yollarının> nereye çıktı
ğını bilen ve bu bildiklerini aktifliklerine ya da pasifliklerine
dayanak alan - imajlarına bu da dahil muhtemelen - birileri
için kullanıyorsak, bu aynı zamanda onların kendilerinden
de başkalarından da <imkansızı> asla istemediklerini ve yine
ilkelere sadakat diye bir şey bilmediklerini anlatır. llkeler on
ların gözünde daima dikkafalılık ve çocuksuluk ifade eder. Ye
tişkinlik ve kayıtsız şartsızlık: Bu ikisini aynı tarhta açarken
gördüğümü hiç hatırlamıyorum.
Ödediğimiz bedelin yetişkinlik oluşu, ebedi gençlik fırsatı
yakaladığımız anlamına gelmiyor elbette. Vazgeçme durumu
nun yarattığı zorluktan gerçek bir genç kalma meziyeti elde
etmeyi çok az kişi, sadece hayata en bağlılar ve en atılganlar
becerebildi. Genç değildik; büyümemiştik, o kadar. Gençler
henüz büyümemişken, bizler hala büyümemiştik, hatta biyogra
fik oryantasyonsuzluğun en berbat varyasyonlarındaysa artık
büyümüş değildik. Bazı yüzlere, üstelik aynı hızla, ürküten bir
tempoyla, aynı anda hem kocamışlık hem delikanlılık ifade-
102
si yerleşiyordu. Bu yüzlerde, ileriye dönük gelişmeyle geriye
dönük olan, üstünlük sağlama peşinde başabaş güreşiyordu
sanki. <İhtiyar delikanlı> tanımı birden yerine oturuyordu.
Gerçekten de gençlikten payımıza düşen onun en berbat
kısmıydı. Geçiciliğin <chambre gamies>sinde· kiracı oldu
ğumuzdan, gündelik yaşantımızı bir aranağme olarak gördü
ğümüzden, yaşamımızı uzak geleceğe önhazırlık biçiminde
düzenlediğimizden, zoraki bohemliğimizi sürdürürken kıt
kanaat geçindiğimizden, bizi çevreleyen gerçekliği kendi dün
yamız olarak tanımayı ve o dünyanın içinde aktif biçimde yer
almayı reddettiğimizden, gerek dışarıdan bakıldığında gerek
bizim açımızdan bütünüyle geçersiz bir hayata, henüz olgun
laşmamış insanların hayat tarzına benzemesi dolayısıyla <er
genlik> denebilecek bir duruma razı olmuştuk. Bir farkla ki
bizim örneğimizde aslolan <uzamış ergenlik>ti ya da - en sık
görülen buydu - (çoktan geçilmiş) bir ergenliğe gerilemeydi
yahut nihayetinde (geçmişteki yaşamı geçerli, aktüel yaşamı
da bir tür gölge oyunu olarak değerlendirenlerde) bir <sonra
dan ergenlik>ti.
Fakat ergenlik, ne denli akla yatkın görünürse görünsün,
son derece dikkat gerektiren bir terim. Bu terimi, tanımladığı
gerilemenin onurunu kurtaracak argümanı da birlikte sunar
sam kullanabilirim ancak. Üstelik bu hayatı yaşamış ve ona
tanıklık edebilecek olanların sayısının günden güne azaldığını
göz önüne alırsak, bu daha bir ivedilikle yapılmalı. Aksi halde
itibarı iadede geç kalınabilir. Öte yandan o zamanki yaşantı
mızın karalanması gitgide sevilen bir uğraş olmaya başladı. Ne
var ki çok da zor değil bu iade-i itibar. Yılışık bir asimilasyon
ve sözünü ettiğim gerileme dışında üçüncü bir seçenek bu
lunmadığı yolundaki basit açıklama yeterli. Demem şu ki tam
da o sıralar korkunç biçimde küçük düşürülmüş ve bu yet
miyormuş gibi bir de kendi kendilerini küçük düşürme tehli-
10 5
zi kandırmayla sonuçlandı elbette. Qartier-Latin'daki bir ote
lin çatı katında yan odada kalan o sıralar pekala yetişkin bir
sendikacıyı hatırlıyorum örneğin. 33 Martı'nda kıl payı kaçıp
kurtulmuştu. Röhm Darbesi* gerçekleştiğinde bir yıldan fazla
olmuştu yan yana ikametimiz, ama yanında getirdiği gariban
işi bavulunu o güne dek boşaltmamıştı (ya da Penelopevari bir
titizlikle hep seyahate hazır halde tutmuştu ) ; öteberisini dola
ba yerleştirmeyi, boş bavulu yatağın altına itmeyi ve böylece
sembolik bir kesinlik yaratmayı u tanılacak şey, yo hatta ağır
ihanet sayıyordu herhalde. Buna bir de Fransızca okuyamadı
ğı için ötedeki gelişmeleri yeterince izleyememesi eklenince . . .
Bu sonuncu etken, zamanın onun için aslında artık <akmama
sında> epey rol oynuyordu .
Derken Röhm Darbesi'nin haberi geldi. Soluk soluğa kapı
kapı dolaşan ve radyodan duyduğu zaten aşırı abartılmış ha
beri kapı kapı daha da abartan biri odasından içeri seslenerek
ona dehşeti aktarmıştı. Aradan beş dakika geçmemişti ki za
vallı , topladığı (ya da hala toplu duran) bavulunu almış, kar
şıma dikilmişti. Suratı kıpkırmızı kesilmişti, ona göre çoktan
bitmesi gereken bu geçici durum nihayet ve gerçekten son
bulmuştu. Zafer kazanmış gibi bir edayla <artık gitme vakti
nin geldiğini, kaldığı yerden devam edeceğini> söylemeye ve
bana onunla birlikte dönüp dönmeyeceğimi sormaya gelmişti.
ihtiyatlı yaklaşımımı, kavrayış kıtlığının ve teslimiyetçiliğin
tipik göstergesi olarak niteleyip kaale almamış, kafa sallamıştı.
Geçerli yaşamının kopup kesintiye uğradığı güne geri döne
bileceğine gözü kapalı inanıyordu besbelli. Gayet tabii gide
meyecekti, gayet tabii gidemeyip kaldı. Bir o kadar doğal olan
ıo6
bir başka şey de o günden sonra odamın kapısını açmaması
ve tesadüfen koridorda karşılaştığımızda, nefret dolu bakış
larla bana <onun dönüşünü sabote etmiş olmamı> (anlaşılan
o böyle yorumlamıştı) asla bağışlamayacağını ima etmesiy
di. (O düşmanlıktan eser kalmadı artık. lki buçuk yıl sonra
lspanya'da bir yerlerde ölüp gitti. Hiç değilse son nefesinde
bildik takipçilerini yeniden gördüğü için <kaldığı yerden de
vam etme> fırsatını buldu. Anısına ve sadakat sembolü , hiç
boşaltılmamış bavuluna saygıyla.)
Haksızlık etmeyelim. Bitişik komşumun tavrını çiğlikle ya
da tuhaflıkla açıklayamayız. Bu adama (ve böylece kendimize)
karşı adil olmak istiyorsak, uzakta olanın psikolojisinin, (ken
tli dünyasında) var olanların psikolojisinden tamamen farklı
olduğunu ve özlemin (eski sorumluluklara duyulan da dahil)
zaman kavramıyla özel bir ilişkisinin bulunduğunu kafamızda
berraklaştırmamız gerekiyor. Başka yerde olanın (görmeyen)
gözüyle, uzaktaki değiştirilemez özelliktedir, böylelikle de de
ğişmez; zamanın boyunduruğunda değildir. <Dost ne kadar
uzaktaysa o kadar yavaş yaşlanır> (Molusya atasözü) . Hatta so
nuçta ölümsüzlük düşüncesini bile aklımıza sokan yitikliktir
(yani artık hayatta olmayanların yitikliği) . Diyeceğim, uzakta
olan ve geri dönmeyi ümit edenin düşündüğü ya da beklediği
hiçbir zaman, yalnızca mekan kavramı içindeki bir yere dönüş
değildir, aynı şekilde daima (çoktan düşselleşmiş) bir zaman
kavramı içindeki yere dönüştür. Böyle bir şeyin, yapısal açıdan
tutucular için geçerliliği de ortada zaten. Amerika'da, 1900'le
rin başında oraya göçmüş Alman kökenliler tanıdım, yirmili
yılların sonunda sıla özlemine dayanamayıp büyüdükleri yeri
ziyarete gitmişler, o kadar gazete okumalarına ve tüm <bil
gilerine> rağmen, umdukları Wilhelm Dönemi Almanyası'nı
bulamayınca kendilerini kandırılmış hissedip süklüm püklüm
Amerika'ya geri dönmüşlerdi, yurt özlemleri de ıslah olmuş
vaziyette tabii. Bu tür bir kuruntuya karşı biz <oradan gelmiş
düşmanlar> da en az onlar kadar korunmasızdık. Yaşadıkları
devri lanetleyen, lağvedileceğini ümit eden ve yeni döneme
geçiş hazırlıklarına katılan yan komşum gibiler de buna dahil
di. Çünkü daha önümüzde duruyor dedikleri bu yeni döne
me geçiş için en azından sıçrama tahtası olarak bir de şu eski,
lanetlenesi zaman gerekiyordu. Ortadan kalkması için hayat
boyu ter döktükleri şu eski zaman. Yeni dönem umutlarını
nasıl yitirmedilerse ve <dönüp dolaşıp> taze tuttularsa, yeniye
yelken açacakları eski sıçrama tahtasını da öyle gözden yitir
mediler, onsuz yapamadılar, <dönüp dolaşıp> yeniden bulma
yı umdular ve aynısına dönebileceklerine inandılar. Eski bir
umuda veda etmek, <geleceğin geride kalmış> olabileceğini
itiraf edebilmek, yeni bir şimdiki zamanın yeni bir <yeni ge
lecek> ve yeni bir sıçrama tahtası tasarlamayı zorunlu kılabi
leceğini teslim etmek, sadece zekayla olacak şey değiL bunun
için cesaret de gerekiyor. Kendini haksız bulma cesareti; on
yıllan alan çabalan ve riskleri (böylece bir anlamda kendini
de) heba olmuş görebilme cesareti; korkak ya da hain olarak
karalanmayı göze alma cesareti; en iyi ihtimalle öncekinden
daha komple bir dünyasızlığa katlanabilme cesareti. Bütün
bir hayatı muhalif olarak yaşamak ve akıntıya karşı yüzmek
zorun zoru; bir de hem akıntıya karşı yüzmek hem ona karşı
yüzenlerle yüzmemek ve bizzat bu yalnızlaşmada bile kayıtsız
biri olup çıkmamak ya da saf değiştirmemek var ki bu öyle
kolay kolay kimsenin harcı değil. Ayrılma kararı verebilenler
den bazılarının, uzaklaşırken gösterdikleri aşın beceriksizlik
kesinlikle şaşırtmamalı bizi. Bu kopuşu gerçekleştirecek gücü
denkleştirmişlerdi ama başka bir kıyıya ulaşmak için büyük
bir hamle yapamayacak kadar bitkin düşmüşlerdi. Öyle ki
kendilerini melankolinin ya da intiharın derin çukurunda
buldular. Tökezleyip karşı kamplardan birine düştüler ya da.
Tabii orada şantaj yaparcasına artırılmış bir ikamet ücreti öde
diklerinde kalmalarına izin vardı ancak. Başka deyişle propa-
108
gandaya alet olup suistimal edilmeye ses çıkarmadıklarında.
Bazıları sahiden yanaştı buna, sanırım o şekilde kendilerine
asgari oranda bir süreklilik, en azından görünürde böyle bir
asgari oran, yani eski belirledikleri hedefi (kuşkusuz öndeki
artı-eksi işareti değişmişti) yaşatma olanağı bahşedilmişti.
Görüyorsun: Onurunu korumanın zorlukları vardı. As
lında bıçak sırtındaydık, attığımız her adımda, baştan beri
dengesiz yaşamımızın son dayanağından da olabilirdik. Bu
durumun akıl almazlığını kafanda berraklaştınrsan, sürgün
yaşamımıza yönelik belli eleştirileri neden sineye çekemediği
mizi anlarsın. Asla kendi başına karar veremeyen, hele Hitler
döneminde bunu rüyasında bile göremeyen bir sürü tipin, bi
.dm o zamanki yaşamımız hakkında ahlak yargıçlığı taslaması,
hakikaten adet haline gelmişe benziyor. Dahası, organize ah
ınaklıkların tamamına aktif katılmalarına rağmen falan değil,
Lam da o yüzden, yani o ahmaklıklara <sadece katıldıkları>
için kendilerinde bu yetkiyi görüyorlar. Bu <sadece>de ısrar
etmeye bayılıyorlar; kendilerinde kusur bulmamalarının ne
deni, tam da ahmaklıkların sorumluluğunu hiçbir zaman üst
lenmeyecek kadar uyanık olmaları.
Biz de defalarca yanlış, akılsızca ve zarar verici davranışlar
da bulunduk. Aklıyla hareket eden örnek biriyle karşılaştırıl
dığımızda yetersiz kaldığımız ortada. Ama en azından insanlık
onurumuzu bir parça koruyabilmişiz ki aptallıklarımızı baş
kalarının etkisi altında kalmadan yaptık. Bizzat dert ettiğimiz
çekinceler yüzünden, sonuçlarına katlanmamız gerektiğinin
bilincinde olarak ve de. Boşunaydı gerçi, lakin altını çizmek
gerekir. Daha geçenlerde bir bakan çıkıp, sürgüne zorlanmış
tanınmış birini kastederek, Hitler döneminde gitmeyip ülkede
kalmış olanların ne yaptığını herkes biliyor yollu laflar etmedi
mi? Bir de o sıralar sürgündekilerin nasıl yaşadığını sormayı
denese hiç fena olmazdı. Merak ediyorsa bu satırları okuyup
biraz bilgi edinebilir.
10 9
Yüzkarası
Gerçekten böyle miydi? Yoksa aslında her şey biraz farklı mıy
dı dersin?
Galiba biraz farklıydı. Böylelikle sonuncu nedene geliyo
rum. Sonuçta üçüncü bir çeşit dert daha vardı ve bu derdin
kumaşı farklıydL <İnce> psikolojik sorunlar gibi gönül rahat
lığıyla geçiştirilip bir yana itilecek türden değildi.
110
tlkel bir dert olan geçinme derdinden söz ediyorum. He
pimiz (istisnaların sözünü etmeye bile değmez) öncelikle as
gari geçim için gereken şeylerin peşine düşmek zorundaydık.
Yatacak yer, çalışma izni, para, yemek kuponları, kaçak iş, en
önemlisi de (oturma izni denen) yaşama izni şeklinde sayabi
lirim bunları. Bu yaşama iznini kovalama işi (çoğunlukla ko
ridorlarda beklemekten ibaretti) ümitsizdi, çünkü yağmurdan
kaçmıştık, lakin bizi güneşli hava değil yine yağmur bekliyor
du (yani bir işsizlik dünyasından diğerlerine gelmiştik) . Bazı
durumlarda son derece iyi düşünülmüş bir eziyet sarmalıyla
karşı karşıyaydık: lş peşinde koşmak yasaktı, cezası büyüktü
(gerisin geri sınıra yollanmak) . Bu da bir anlamda bizi resmi
yollardan yasaları çiğnemeye zorladıklarının ifadesiydi. Yani
kaçak çalışmak zorundaydık, öyle yapmasak, güçlükle karnı
mızı doyurabilmemize yarayacak üç kuruş bir yana, oturma
izni için istenen daha büyük miktarda parayı da kazanamaya
caktık. Diğer bir deyişle: Resmi olarak ödenmesi talep edilen
miktarların kazanılması yine resmi olarak yasaktı.4 Kısaca: Sö
zünü ettiğim ilkel sıkıntı, en azından sürgünün ilk yıllarında
öyle aşın boyutlarda ve öyle sinir bozucuydu ki diğer sıkıntı
larla girdiği yarışların çoğunu açık ara önde bitirdi.
Bu da demekti ki gündelik tasalar bizi <ince sorunlara>
karşı körleştirmekle kalmadı, asıl ve daha önemli sorunları
görmemizi de engelledi - hem de öyle ara sıra değil - onları da
lüks sayıp bir kenara itmemize yol açtı. O kadar sık oluyordu
ki sağa sola koşturmaktan bitap düştüğümüz ve - hayır bile
medin, uyku değil, tam tersi - uykusuzluk yüzü göremediğimiz.
Oysa asıl dertlerimizle layıkıyla ilgilenebilmek için uykusuz
kalmaya o kadar ihtiyacımız vardı ki. <İhtirasa takat mi kaldı>
der bir Molusya atasözü.
<İhtirasa takat mi kaldı> - Bu, maruz kaldığımız alçalma
nın dip noktasını anlatıyor. Kendi gerçek sorunlarıyla haşır
neşir olacak, dahası onları dert edecek kadar zamanı ve gücü
111
bulamayan birinin, sorunlan üzerindeki hak iddiası da, dertleri
üzerindeki hak iddiası da gaspedilmiştir. lşte bu noktada, hak
lardan mahrum bırakılma, katıksız bir yüzkarasına dönüşmeye
başlar. Elbette bu sözlerle, böyle bir utançla yaşamak zorunda
kalanları mahkum etmiyorum; çünkü utanç çok nadir haller
de suçun sonucudur.5 Benzer şekilde, bizimle aynı dertlerden
muzdaripken yalancı dertlerin adamı olan kişilerin düştüğü
acıklı hallere tanıklık ettiğim anlar vardı. Örneğin vazgeçil
mez olduğu kadar aptalca da denebilecek bazı belgeleri cebe
indiremedikleri için çöküş yaşayan, öte yandan tesadüfen bir
yerlerden düşürdükleri bu belgeler yüzünden soytarıca şama
ta yapanları gördüm - sözün kısası: Beş para etmez sefaletimi
ze yaklaşımımızı gören, hiç başka derdimiz yok sanırdı. Hiç
öbür kıtadaki kanlı cinayetleri duymamış ya da lkinci Dünya
Savaşı'nın yaklaşan kara bulutlarını görmemiş gibiydik.
<Yalan yanlış gözyaşları> başlığını taşıyan Molusya kroniği
(hem de oh olmuş der gibi bir vurguyla - bu da iyi kotarıl
mış bir komployu akla getiriyor ister istemez) , Mo adında bir
mahkumun boynunun vurulmasını beklerken ayakkabısında
ki çivi yüzünden korkunç ızdırap çektiğini, duyduğu acının
ona ölüm korkusunu unutturduğunu, idamına ramak kala bu.
işkenceden kurtarıldığını, bunun üzerine boynunu kılıcın al
tına yüzünde bir gülümsemeyle uzattığını rivayet eder.
Bu haince öykü bir anlamda bizim de öykümüzdü . Haki
katen başka sorunlar gündemdeyken, <ayakkabı çivisi> soru
nunun bizi de çılgına çevirdiği çok olmuştur. Biz de az <yalan
yanlış gözyaşı> dökmedik. Duygusal şizofreniyle başa çıkabil
mek, sıkı disiplin ve titiz ayrım gücü ister. Aynı anda ortaya
çıkan, tamamen farklı türde ve farklı basamakta iki sıkıntıyı
eşzamanlı çekmek, her ikisini de eşzamanlı taşıma lüksüne
sahip olmak, her ikisinden de gözünü ayırmamak ve buna
rağmen birbirinden ayn tutmayı bilmek; kimden, ne zaman,
nerede öğrenecektik bunu? Bu güçlüğün üstesinden gelebi-
112
lcnlerin, örneğin işbölümünün zorunluluğunu kavrayıp bir
derdi gündüze, diğerini geceye havale edebilenlerin - onlardan
hirazdan söz edeceğim - sayısı yok denecek kadar azdı.
Her şeye rağmen: Tam da o <kötü gözle bakılan sıkıntı
ların> kahrolası deneyimini iyi ki yaşamışım diyorum. Tam
da bir yüzkarası dönem olması nedeniyle. En azından, kendi
deneyimlerini ancak onları günümüzün genele mal olmuş de
neyimleri olarak görebildiğinde ilgiye değer bulan biri için;
anılarını ancak öylelikle bugünün dünyasında bir şeyler keş
lcdebilmeyi umduğu takdirde seferber eden, kişiliğini bunun
için masaya yatıran ve nihayetinde günümüz insanlığının baş
l ıca ahlaki sefilliklerini görmezden gelmeyi bencilce bir so
rumsuzluk olarak algılayan biri - böyle biri için o yüzkarasını
yaşamışlık, paha biçilmez bir deneyim.
Dünya'yı sarmış o felaket günlerinde yüzünü olan bitene
ı,·evirmesinin engellendiğini, onun yerine en şahsi ekmeğini
t'n şahsi gözyaşlarıyla yemeye mahkum edilmiş olduğunu asla
görmeyip dehşete kapılmayan biri, şimdiki cehennemi güç
odaklarını tanımaktan bihaberdir; günümüzün esas rezaletini
kaçırmıştır. Çünkü bu rezalet, bizlerin - bununla yeryüzünde
ki milyonları kastediyorum - Dünyamızın başlıca, sefaletlerini
duygusal açıdan paylaşmasının sistematik olarak önlenmesin
de yatıyor. <Yalan yanlış gözyaşları> dökmek için zora koşu
luyoruz. Önemsize ve banale dökülüyor gözyaşları; böylelikle
onları hak edecek, hatta hak edecek de laf mı, gözyaşlarımız
üzerinde tekeli olanlara ağlama gücümüz, vaktimiz ve hakkı
mız elimizden alınıyor. Yüz yıl önce <yanlış bilinç> kepazeliği,
Marx'ın içini karartmıştı. Ama günümüzün yanlış duygularıy
la kıyaslayınca o yanlış dünya görüşü kepazeliği, insan onuru
na ne kadar da yaraşır kalıyor.
Öylesi bir utancın orta yerinde acemilik, elbette utanılacak
bir şey değil. Tıpkı o utancı birebir yaşamış olmanın yararlık
ya da erdem ifade etmemesi gibi. Öte yandan ne yaparsın ki
11 3
bu yüzkarası bugünkü insanlığın esas sefaleti. O yüzdendir ki
bu sefaletin derinden sarsmadığı şanslı insanlar, aynı zaman
da günümüzün milyonlarca insanına ilişkin makul bir yorum
yapma hakkına da sahip değildir. Tersinden bakarsak, bu hak
(ve böylece bugünkü insanlık adına konuşabilmenin cüz'i
olanağı) yalnızca, baştan sona haksızlık olan o rezaleti birebir
yaşamış olanlara ait. Bu yanıyla o tür bir deneyim bakarsın
fırsata da dönüşür. Kimbilir ! <Bakarsın> ve <kimbilir>.6
Kem küm ederek yaşamak
O haldeki bir yaşamın , konuşmamız açısından vahim so
nuçlar doğurması kaçınılmazdı. İnsanın genel tanımının
(i\6yov i:xnv), * biz sürgündekiler için de geçerli olduğunu
pek öyl e çekincesi z i d d i a edemeyi z doğrnsu . Yen i , hatta onun
için hükmü olmayan bir dünyada her şeye baştan başlamak,
dahası bu başlangıcı da ikide bir yinelemek zorunda kalan
biri, yalnızca bir ülkeden diğerine değil, aynı zamanda bir dil
den diğerine sürüklenir. Onun kendini birdenbire düzeyinin
birkaç kat altında bir ortamda bulması demektir bu . Üstelik
hem boş konuşan açısından hem dile hakim biri açısından
böyledir7• Dahası bu ilkelleşme bumerang gibidir. Kem küm
eden, nihayetinde, bunun nedenleri üzerinde kafa yormaya ve
o nedenleri göz önünde tutmaya zamanı olmayan bir çevre
tarafından alt kademedeki konuşmasına göre sınıflandırılır.
Bu süreç yalnızca ıstırap verici ve onur kıncı olmakla kal
maz, aynı zamanda vahimdir de. Hiç kimse, hakim olmadığı,
en iyi ihtimalle sadece kusursuz papağanlık yaptığı dillerde
yıllarca düşüp kalkamaz, er ya da geç konuşmasındaki basit
liğe kurban gider. Nasıl ifade edersen öyle olursun. Konuşan
varlık olarak (artık ya da henüz) beceremediğimiz ayrımlar,
çok geçmeden duyusal ya da ahlaki yanlarımız için de anlam
taşımamaya başlar. Bu tür durumlara düşen herkes için geçerli
olan, biz göçmenler açısından da geçerliydi. Kurtulup sürgüne
114
geldiğimiz ilk andan itibaren yeni bir tehlikeyle yüz yüzey
dik, konuşmanın alt düzeyine alçalma ve kekeleyip duran biri
haline gelme ihtimali vardı. Çoğumuz gerçekten de öyle ol
duk, üstelik her iki dilde birden. Öyle ki daha Fransızcamızı,
lngilizcemizi ya da lspanyolcamızı öğrenemeden Almancamız
lime lime olup dökülmeye başladı, hem de çoğu durumda hiç
belli etmeden, yavaşça. O yüzden, yetişkinliğimiz konusunda
olduğu gibi buradaki zayiatı da pek fark edemedik. Hatta tek
başlarına yabancı bir ülkenin herhangi bir köşesine savrulma
talihsizliğini yaşayanlar, dillerinin artık hasar görmüş olduğu
nu konuşarak anlama şansına dahi sahip değillerdi.
Yine de - bilinçli şizofreni yeteneği olanlara geliyorum böy
l ece teh l i ken i n fark ı n a va r a n l a r ol d u , umarsı z kt>ndil eri ni sa
vunanlar, kendilerine her iki tarafta da çok görülen anadilleri
ne balıklama atlayan ve Almanca yazabilmek için her fırsatta
ortadan kaybolmayı alışkanlık haline getiren, hatta yazmayı ilk
kez deneyenler. Bunu hayata geçirebilenlerin böyle yapmala
rının nedeni sırf, yabancı dil öğrenme konusunda esneklikten
yoksun olmaları ya da Almanca yazmakla yurt özlemlerini bir
parça giderebilmeleri değildi. Yazdıklannı sadece (bütünüyle
meşru bir <sadece> kuşkusuz) karşı kıta, en azından karşı kı
tanın yarını için öngörmeleri de değildi sırf. - Bir diğer önemli
neden de kem küm ederek yaşamanın onursuzluğuna daya
namamalanydı. Çünkü dil, ellerindeki tek araçtı. Onun yar
dımıyla fiziksel çöküşten olmasa da dibe yuvarlanmanın son
etabından korunuyorlardı. Gaspedilemeyen tek mülkleriydi
dil, tek yerleri yurtlan ve savunup korumasını bildiklerinde,
gururlarının tamamen kırıldığı durumlarda dahi hakim olduk
lan ve (her ne kadar sadece kendilerinin fark edeceği biçim
deyse de) nereye ait olduklarını gösteren tek şeydi. Malum,
kamplarda bile yazanlar çıktı, hatta şiirle uğraşanlar. Alman
diline de işkence eden o paralı uşakların ya da işkencecile
rin kurbanı olmadan önce, gazete kağıtlarına ya da kendileri-
ıı 5
ni numaralayan kağıtların arka yüzlerine Almanca dörtlükler
yazma girişimlerinde bulunmuşlardı. Bu dörtlüklerin günün
birinde dışarıya ulaşacağına asla ihtimal vermemişlerdi. lşte
onların kardeşleriydik bizler, şüphesiz tarif edilemeyecek ka
dar şanslı kardeşleri.
Bu sözünü ettiklerimden daha sıradışı dil tutkunları ve ya
zarlar görülmemiştir herhalde. Dahası <hommes de lettres>e·
özgü yaşam tarzını bu denli az andıran başka bir yaşam tarzı
na rastlamak da zor. Ne de olsa herkes gibi onlar da sabahtan
akşama dek asgari geçim için gereken şeylerin peşine düşmek
zorundaydılar. Ellerinde sabun ya da salam, çaresiz, kapı kapı
dolaşıp duruyorlardı (tabii bu iş için gerekli evrakın lütfuna
ermişlerse) . Bu arada bir tek, tesadüfen , ken dileri yle aynı sı
kıntıyı paylaşan birinin kapısını çalmışlarsa, onları anlayan
birileri çıkıyordu. Öte yandan o birileri de yatacak yer kar
şılığı Almanca dersi vererek, evlere temizliğe giderek, kaçak
çalışarak ya da ev yapımı reçellerini satarak geçindikleri için
müşteri olmaktan uzaktılar. lşte o zamanın tesadüfi edebiyat
çılar buluşması böyleydi. Aslında sözcüklerle uğraşmaya hiç
ama hiç vaktimiz yoktu . Bir tek uykumuzdan kıstığımızda,
başka bir deyişle, gündüzün ve gecenin yer değiştirmesini,
gündüzün diliyle gecenin dilinin yer. değişikliğine çevird,iği
mizde fırsat buluyorduk buna. Öylelikle gece dili sayesinde
yaşamımızın sürekliliğini sağladık, telaş yüklü gündüz saatle
rinin, sineye çekilmesi gereken doku yırtıklarından başka bir
şey olmadığına kanaat getirmeye vardırdık işi.
Bu koşullar altında bazıları yazar oldu . Kimbilir belki koşul
lar o kadar da kötü değildi. Sıkça, yazı masasında değil, dizle
rimizin üzerinde, hiç kimseye hitap etmeksizin, sıkboğaz eden
editörler için değil, daima yarının editörlerine, kitaplık rafları
için değil, hep çekmeceler ya da bavullar için yazmak - ne öğ
retici yıllardı onlar ! Geleceği belirsiz müsveddeleri elimizden
116
kapacaklarına dair en ufak bir söz çalınmamıştı kulağımıza.
Bu konuda kim, nerede, ne söyleyebilirdi ya da yazdıklarımız
<halihazırda> bitecek gibi miydi (ne zamana?) peki ya <gider>
miydi (nereye gider miydi? ) - bu sorular bize uzak kaldı. Yaz
dıklarına kimsenin ihtiyacı var mı ya da kimin için yazıyorsun
diye sorabilme şansını yakalayabilmek ne kadar imrenilecek
bir durum ! Yazdıkların içinde bir şeye benzemeyeni kırpmak,
tıkandığında kaldırıp atmak ve öylece sırt çantanda çizmeleri
ne ya da ekmeğe yer açmak gibisi var mı ! lyi kurgulanmamış
bir eseri, bir yerlerde unutulup kalan ve herhangi bir merdin
ahmakça el koyduğu bavulla birlikte nihai olarak yitirmek ve
böylece yazım hatalarının yüzüne vurulmasından kurtulmak
ne büyük bahtiyarlık ! Kuşkusuz o sefalette birçok şey kaybo
lup gitti. Aralarında başarılı olarak niteleyebileceklerimiz de
vardı. Birçoğumuz da yan yolda kaldı. Bazıları buna rağmen
tesadüfen de olsa yolun kenarına yığılıp kalmadı, aksine haya
ta yeniden tutunabildi. Bu tesadüfen arta kalanlardan üçü ya
da dördü bugün hani derler ya <yazabiliyorsa> eğer, ulaşmak
istedikleri kulaklara gerçekten ulaşan tonu tutturabiliyorlarsa;
hedefledikleri noktaya isabet edecek sözcüğü yakalayabiliyor
larsa; resmetmeyi gerekli gördükleri bağlam için tek geçerli
sentaksı oluşturabiliyorlarsa; bu ustalıklarını, böylesine uzun
ve hiçbir şanslarının bulunmadığı bir öğrenme döneminden
geçmiş olmalarına borçlular. Bu arada, yazdıklarımızı bazı in
sanların anısına ithaf ettiğimizi belirtmeliyim. Ama galiba hiç
kimse ithaflanmızı asıl ustamız, sürgün yoksulluğunun o tatlı
zamanı kadar hak edemez.
117
Notlar
n8
idealin çöküşünün başka bir nedeni de vardı aynca: Dünyamı
zın, daha doğrusu, üretim tarzlarımızın, ürün modellerimizin
ve taleplerimizin baş döndürücü hızdaki dönüşüm temposu.
Güncelliği sürekli takip eden genç yaştakilerin her şeyi daha
iyi bilmesi, başka deyişle deneyimsiz olma korkusuyla gittik
çe yeni paniklere kapılan ileri yaştakilerden <daha deneyimli>
olması, bu dönüşüm temposunun getirdiği bir şey. Roller hızla
değişiyor. Yaşlıların gençlerden öğrenmesi, hatta çoğu kez öğ
renmek zorunda kalması, istisna olmaktan çıktı artık.
3 . Ölme biçimimizle çağımızın gerçek çocuklarıydık, bunu
da belirtmeliyim. Tüm cephe aidiyetlerinin tersine, dönemi
mizin belirleyici nitelikte bir sefaleti varsa o da milyonlarca
insanın, (tabii öldükleri yerler saptanabilirse) yanlış mezar
larda yatmasıdır. Geride kalanların hiçbir zaman arayıp bula
mayacakları yanlış yerlerdeki mezarlarda. Paris'in ulaşımı zor
kenar mahallelerinden birinin mezarlığında yatan, <geçerli
ölüm>ünden edilmiş o kadın, külü Amerika'mn güneyinde,
bir tütün diyarında ayak altında duran babam, Pireneler'de
ki bir fundalıkta kaçaklığı noktalanan Walter Benjamin - bir
adada balta girmemiş ormanda çürüyen Amerikan askerleri
nin, bedenleri Kafkasya toprağına karışmış Alman gençleri
nin, Breslau'da, bu arada yenilenmiş asfaltın altında kemikleri
kalmış Kırgız çocuklarının çağdaşları onlar.
4. Her şeye rağmen binlercemizin, bitmek tükenmek bil
meyen bir enerjiyle imkansızı gerçekleştirmesi ya da bunu
sürdürebilmesi, bugünün gözüyle kavranabilir bir şey değil.
O sıralar her başarı, istisnanın ta kendisi olarak görülüyordu.
Bolca istisna çıkmış belli ki. Kafka bunun, kuralın çiğnenme
sinin idari olarak planlandığı bir kural olduğuna hükmederdi
herhalde. Haksız da sayılmazdı hani.
5 . Utanca maruz kalanlar örneğin, potansiyel çöp olarak
toplama kamplarına yollanan ve geride kalan günlerini yok
edilmeyi bekleyerek geçiren insanlardı. O utancın yanında
11 9
bizim yaşadığımıza ayncalığın hası denir. Hakikaten hala ha
yatta olanlar, hak etmediklerini düşündükleri bu ayncalığı bir
başka yüzkarası olarak duyumsuyorlar. Bir tür, tesadüfen gaz
odalarını boylamamışların hicap dolu topluluğundan söz edi
lebilir.
6. lnsan için yüzkarasından daha kötü bir yanlış olmaması
na karşın, yüzkarasını tecrübe etmekten daha fazla <tecrübe>
tanımını hak edecek bir tecrübe zor bulunur. Nedenine gelin
ce - <karşın> çok eğri durdu - tecrübe ettiğimiz şey, bizim açı
mızdan ne denli az makulse tecrübe o denli gerçe ktir. Olumlu
olanın görülmez kaldığından söz etmiyorum sırf (örneğin has
talıkla karşılaştırıldığında bize makul gelen sağlık) ; bir kere
her şeyden önce - < talihin güçlüğü> budur bize kalıp gibi
oturan ya da kendi ölçülerimize uydurduğumuz şeylerin ve
koşulların, Dünya'ya rast gelme şansını elimizden aldıklarını,
bu da demektir ki bilakis tecrübeden ettiklerini, vurgulamak
istiyorum. Bize özel yapılmış ayakkabı, taşı toprağı tanımamızı
engeller. Gerçek tecrübe adaequatio* (res** ve intellectus'un***
ya da Güneş'in ve <Güneş'e uygun göz>ün ya da insanın ve
konforlu dünyasının) değil, aksine tam da inadaequatio···· ne
deniyle, onun, collisio'su····· şeklinde somutlaşır. Oradaki bize
yabancı şey, yabancı olma sıfatıyla, bize hiç makul gelmeyecek
biçimde gücünü ve gerçekliğini gösterir. Sub specie······ tecrü
be diye bilinen şey şudur esasen: Asıl doğrusu, yanlış olandır.
O yüzden hem de teknik sayesinde doğayı ve Dünya'yı tanı
ma çağındayız diye düşünmenin tek bir dayanağı dahi yoktur.
Aksine ne denli tabiat bilgisi şart koşarsa koşsun, teknoloji,
hedonist bir tarzda yaşamı bize konforlu yani uyarlı kılma ve
120
onunla sürtüşmeyi en aza indirme peşinde olduğu için bizi
tecrübeye ihtiyacı kalmamışlara, böylelikle tecrübe yoksunu
na, böylelikle de tecrübe iktidarsızına çevirir. Bu etik açıdan
da geçerli olduğu için ahlaken en uygunsuz şeyi, yüzkarasını
yaşamak, tecrübelerin en gerçek olanıdır denebilir.
7. lşin dikkat çekici yanı, emek vererek kendine has bir jar
gon ve tartışılmaz bir dil düzeyi geliştirenlerin, o güne dek dile
vasat biçimde ilişme dışında bir şey yapmamış olanlara - buna
yazarlar da dahil - oranla yabancı dile, en azından yabancı dil
konuşmaya yaklaşımlarındaki tu tukluktu. Diğerleri, er ya da
geç ikinci ya da üçüncü bir dilde kaynatacak kadar, (<yete
nek> denen o) avantaj sağlayan karakter defosuna sahipken,
Thomas Mann ya <la Brccht gibikri kendi düzeylerinin altına
inmeye ya <la eveleyip geveleyerek konuşmaya o kadar gönül
süzlerdi ki. Bir o kadar dikkat çekici olan da uluslararası dilin
şanslı malikleri müzisyenlerin gittikleri yere bir çırpıda uyum
sağlamaları ve ancak çok azının, hurdaya çıkmış bir tavırla
taşrasının şivesine bağlı biz yazarlar gibi <meslekten göçmen
ler> olarak kalmakta diretmesiydi.
121
Kavuşmak ve unutmak
122
Güvertede, Nisan
Güvertede, Nisan
Southampton, Nisan
123
Paris, Nisan
12 4
her şey o kadar yekpare ki on beş yıla, o genişlikteki Amerika
aranağmesine yer kalmıyor. Daha ne olduğunu anlayamadan
baktık ki o zamanla bu zaman bitişip kaynamış. Öbür kıtadan
akılda kalan, en iyi ihtimalle buruşturulup minicik boyuta in
dirilmiş bir resim belki de . Olup biteni, ters çevrilmiş bir ope
ra dürbününden bakıp da hatırlıyormuş duygusuna kapılıyor
insan . Peki bu tür bir şeye <anı> denebilir mi? Aslında sadece
orada bulunduğunu biliyorsun, bunu çıkarmak zor değil; ama
ne zamandı (amma da yaptım, ne zamanmış diyelim asıl) , his
setmek çok zor. Buradaki her şeyin varlığı, o zamanlar-bura
da-olmakla şimdi-burada-olmayı törpüleyip, tarihselliği olma
yan tek bir zamana çeviriyor.
Kısacası ikimiz de tam tımarhaneliğiz. Dalga geçmi y o
rum. Amneziden mustarip oluşumuz bir yana, çünkü yakın
geçmişimizi, dolayısıyla kendimizi unuttuk, aynı zamanda
birden pozitif beceriler de edindik. Durup dururken, oraday
ken asla aklımıza gelmemiş bir sürü şeyi yeniden bilir olduk.
Dil geri geliyor, sokak adlan tepemizde uçuşuyor, otobüslerin
numaraları dilimizin ucunda . . . oysa öte kıtadaki telefon nu
maralarımızı ezberimizden söyleyebilmek için ne zahmetler
çekiyoruz . . . Hem <bizim> de nereden çıktı? New York'taki
adaşlarımızın telefon numaralan demek istiyorum; biz burada
on beş yıl gençleşmiş olarak geçmişin yasak kırlarında dola
şırken , onlar orada gürültülü daktilolarının başına oturmuş
uzaktaki Avrupa'yı gözlerinde canlandırmaya çalışıyorlar.
Cite'deki çiçek pazarından Notre Dame'ın ön kısmına çık
tık , oradan - bense galiba muğlak bir yuvaya dönmüş olma
duygusu içindeyim - Quai ile Rue St. jacques'ın kesiştiği kö
şedeki otele geldik. Yirmili yıllarda iki yıl boyunca oturduğum
bu sokağa 33 Martı'nda (daha o zamandan bir iç sıkıntısıyla)
yeniden yolum düşmüştü . Doğrudan tabelaya, <Hôteb yazı
sına baktım, bildim bileli <O> harfi yerinde yoktu , inceltme
işareti o desteksiz haliyle, evi olmayan bir çatı olarak yıllara
1 25
meydan okumuştu. Tabii ki <O> hala yoktu (daha doğrusu
şimdi de demeliyim, içinde bulunduğumuz zamanın durgun
sularında hala diye bir şey yok) . Ama eksik <o>yu gördükten
sonra birden sakinleştim; anladım ki Paris buradaydı, kalkışa
hazırdım, seslendim: Kimse kalmasın !
Paris, Nisan
Paris, Nisan
126
tında yatan şey, bir denklem, hatalı ama <Logique du creur>e •
1 27
bunu , sanki tam da kalıcı olan yasakmış, olanaksızmış, akıl
almazmış gibi.
Biliyorum, esaslı yanlış anlamalara yol açabilir söyledikle
rim. Duyan da sanır ki her şeyi, harap olmuş, taş taş üstün
de kalmamış bir halde görmeyi istiyorduk. Üstelik Avrupa'da
çöken her ev diğer kıtadaki bizlerin rüyalarının üstüne çul
lanmışken. Ne mi demek istiyorum? Kendilerini ilgilendiren
bir mesele değilmiş gibi kıyameti atlatan rasgele şeylerin utan
mazlığını kastediyorum; çenelerini tutup ölülerden tek keli
meyle söz etmemelerini.
Örneğin bugün öğleden önce Boulangerie N . 'nin önüne
gi t t i m ; on dört yıl önce orada Wal ter B . 'yle son kez sohbet
128
Paris, Nisan
1 29
Paris, Nisan
Paris, Nisan
Paris, Nisan
1 33
Basel yakınlannda, trende, Nisan
Zürih, Mayıs
1 34
Zürih, Mayıs
Trende, Mayıs
Viyana, Mayıs
Sağlam bir yeri kaldıysa, durağım burası. işte <geri döndüm. >
Ama sanki yabancı olmaya alışmışlıktan, yıllar süren sürgün
yaşamının alışkanlıklarından hemen kurtulamazmışım gibi,
daha önce hiç yaşamadığım bir ülkeye geri döndüm.
Viyana, Mayıs
1 35
İçindeki Bechstein piyanosu , parlak avizesi, süs eşyası ve
biblolarla dolu dolabı, altın kenarlıklı meyveleri, ortalıkta
duran bakırtaşı sütunu ve yüksek, süslü çalışma masasıyla
1 885'in kentsoylu ortamının havasını verir gibi görünmeye ça
lışan, yo hayır, düpedüz öyle olan . . . bir evde, otuz beş yıl önce
ölen anneannemin evine tıpa tıp benzeyen bir evde. Üstelik
Hitler'i ve Dünya Savaşı'nı yaşamışlık sonrası. Hemen oracıkta
<sığıntı> hayatıma geri dönmek istedim birden. Bu zamana
dek olan hayatımı yadsır gibi oldum bir anda. Son kırk yılımla
özdeşliğim, yani kendimle özdeşliğim sinsice sorgulanır duru
ma düşmüştü.
Bana en tüyler ürpertici gelen de hiçbir anlamı olmayan,
bakırtaş ın<lan yapılmış sütun<lu. Kırk yıl ö nce bu sütunun
örnek modeli ya da ikizi önünde durup "Bu ne işe yarıyor? "
diye sormuş ve aldığım yanıt karşısında afallamıştım: "Yavru
cuğum bu sanat. " Yaşamımın yazılı mahsullerini demek şimdi
bu salonda iyice elden geçirip değerlendireceğim. Öyle olsun.
Ancak her bölümü bu sütunla karşılaştıracağım. Aynı onun
gibi boşta duran , nedensiz ve onun taşıdığı anlamda <sırf sa
nat> olan her şey çöp sepetini boylayacak.
Ev sahibimiz, laf açılmışken, bir rastlantı sonucu geldiği
miz bu evin, arileştirme öncesinde kime ait olduğunu söyle
diğinde şaşırmadım. Gerçekten de anneannemin çok yakın
dostları H. ailesininmiş ev. Anneannemin bu yazı masasını
kullanmış olması - çünkü H.'leri o kadar sık ziyaret ederdi ki
- mümkün ne kelime çok akla yakın.
İnsanın yerine yurduna . . . savrulması ne garip .
Viyana, Mayıs
Viyana, Mayıs
Viyana, Mayıs
13 7
artık özelliğimiz sayılan nefes tekniğini, ses gücünü ve ahenk
rengini ondan aldık.
Şimdiyse artık buradayız. En azından gürlemeksizin ve
trombon çalmaksızın kimbilir belki de bir pikolo flüt se
siyle erişebileceğimiz insanlar arasındayız. Lakin çalmayı bil
diğimiz tek enstrüman trombon işte. Yarı işlenmiş halleriyle
öte kıtadan birlikte getirdiğimiz tüm kısımları trombon için
bestelemişiz . Pikolo flüt için değil.
Ne yapacağız peki onları? Burada durduk yerde trombon
üflemenin alemi yoksa da hepsini trombon için yazılmış ha
liyle bırakıp öyle mi tamamlayalım? Bunu becerebilir miyiz?
Hala uzaktayız, hala <ötedeyiz> diye zorbalıkla kendimizi
kan d ı rmamı z gerekiyor resmen , iyi beste yapmak için. Hala
özlemini duyalım diye buraların, bulunduğumuz yerin yani.
Yahu , hala aradaymışız numarası yapmak için mi kalkıp bu
ralara geldik?
Yoksa başta trombon için yazılmış kısımlar üzerinde daha
alçakgönüllü enstrümanlara göre değişiklik yapmayı mı dene
sek? Olanaksız bu .
Öte yandan yeniden konuşmayı öğrenmek ve öte kıtada on
beş yıl boyunca hazırladığımız her şeyi toptan kaldırıp atmak
çok mu kolay sanki?
Viyana, Mayıs
Viyana, Mayıs
1 39
Tuşların başında yeniden o zamanki ergen doğaçlamacı olmak
sonuçta öylesine eziyet vericiydi ki piyanonun kapağını bun
dan böyle hiç açmamaya karar verdim.
Viyana, Mayıs
14 0
yorlar. Mülkiyetin kutsallığı bunu gerektiriyor çünkü . L.'nin
temizlikçisinin bizden beklediği de buydu.
Ben de soruyla karşılık verdim, "Zaten enkaz altında olan
bir ülkede lafını etmeye değmeyecek şeylerin peşine mi dü
şeyim? " Ancak ona göre bu yanıt sadece, onun kutsal saydı
ğı prensiplere bir saldırıydı. Tabii bu arada bu avı başarıyla
sonuçlandırmamız da işlerine gelmiyor. Çünkü örneğin Dr.
N . gibi biri çıkıp da onca zahmet ve koşturmadan sonra , kay
bettiği evine yeniden kavuştuğunda, göstermiş olduğu beceri
ve hırsla, gerek mülküne el konulması işine gerek kendisine
kuşkuyla yaklaşılmasının ne denli haklı olduğunu ortaya koy
muş oluyor.
141
le nefret etmek ve nefretle yaşamak zorunda bırakanları asla
unutmayacaktık.
Sonra, 1 945'te, nefret edilesi şey çöktü . Nasıl dediğimizde
bile bu , nefretimiz açısından kötü ve ani bir düşüşü ifade et
mişti. Aslına bakarsak kötülük kendiliğinden son bulmamıştı;
ülkede olduğunu umduğumuz daha iyi güçler tarafından da
altı oyulmamıştı; aksine dışarıdan masif bir güç kullanımı ge
rekmişti. İşte o zaman nefretimiz iki arada bir derede kaldı.
Uzunca bir süre bir halef bekledi, nöbeti devralacak bir duygu ,
sevinç örneğin ya da matem, bilemedin bağışlama. O da olma
dı, daha iyi bir şeye dair merak ya da umut. Yeri ve zamanıydı
çünkü . Gerçek bir başlangıcın vereceği sevinme duygusundan
medet umdu ya da. Ne var ki boşuna bekledi nefretimiz. Der
ken çaresizleşti, yaşamaya devam etme yükümlülüğü taşıyor
muydu yoksa herhangi bir halef bulamadan (çünkü artık da
yanacak takati kalmamıştı) çekilmesinde bir sorun yok muy
du , bilemedi.
Çoklarındaki nefretin saltanatını terk ettiği söylenemez.
Tüm olan biten, daha çok yavaşça bir saplanıp kalmaydı; tut
kuyu ayakta tutma yeteneksizliğiydi; ta ki günün birinde tüm
izler sahiden silinene dek (bu da ancak sonradan anlaşılıyordu
hep ve şaşırtıcıydı) . Diğer bazıları, nefretlerine öylesine alış
mışlardı ki nefret idollerini yitirince paniğe kapıldılar. Zehir
bağımlısı insanların zehir bulamadıklarında yaptıkları gibi,
ellerine geçen, düşkünlüklerini dindirecek her şeyi gözlerini
kırpmadan denemeye vardırdılar işi. Yedek düşmanlar buldu
lar. Nefretsiz yapamayacak duruma gelmişlerdi çünkü . Niha
yetinde üçüncü bir grup daha vardı, bıkıp usanmak bilmeyen,
en sadıkları (belki de bazılarına göre en rahatına düşkünler)
nefret obj elerini asla değiştirmeyi düşünmeyenler yani. Nefret
lerine alışmış olmaları bir yana, aynı zamanda bu tiksinmele
rinin yeri doldurulamayacak eski idollerine kafayı takmışlardı
hepten. Çoktan ölmüş olan Hitler ve Himmler tayfası karşı-
sında duydukları, günlük taze dehşet olmadan yaşayamazlar
dı. Nefretleriyle bu idollerin peşinden koşmaya devam ettiler;
<cansız bir geçmişe doğru> demek üzereydim tam; ama bütü
nüyle yanlış olurdu bu ek. Öyle ki tutkuları tam da nefret et
tikleri şeyin ortadan kalktığını kabullenemeyişlerinde yatıyor
du . Sıkı dindarların taptıkları ilahları ebedileştirmeleri ya da
yeniden diriltmeleri gibi, adamakıllı nefret duyanlar da kötü
ruhları ebedileştiriyorlar. Bu yaptıkları onlara o kadar olağan
geliyor ki ayırdına varmaları çok zor. Anlaşılmaz buldukları,
bunun tam tersi. Nasıl oluyor da katliamlara ve canilere duy
dukları nefreti yarıda bırakabilen insanlar çıkıyordu . Dıştan
bakan biri için, kaçık odun kömürü işçilerinden farksız bu
n efret sürdürenleri n , n efre t idoll eri n i n beyaz külleri n i tekrar
tekrar küreyip, duygularının sönmeye yüz tutmuş kor ateşinin
önüne azık olarak atmaktan geri durmamalarına tanık olmak
kaygı vericiydi. Peki hiç mi haklı yanları yoktu? Yaptıkları,
aynı şeylerin yarın da olabileceği yolunda bizi uyarmak mıydı
yoksa? Dünü unutan yarını da unutur.
Sürgündeki on iki yılımız nefretle geçti. Nefret etmeyi be
cerebilmiştik. Nefretimizi ayakta tutan şeyin ne olduğunun
sorulması durumunda yanıtımız hazır: Uzaklığımız.
Alçaklığın başlangıcına, birçoğumuz, en azından bizzat
maruz kalarak tanık olmuştuk. Sadece başlangıcına işte, çün
kü paçayı kurtarabilmiştik. Ondan sonra da orada yoktuk.
Geride kalanlar açısından o ilk manzara, 1 933'ün manzara
sı, sonradan olup bitenlerin yoğunluğu ve enkazı altında kal
mıştı: Nazi rejiminin yalancı altın çağının, savaşın, zaferlerin,
bozgunun, istilanın, çöküşün. Oysa biz uzaktakilerin gözünde
ilk dönemin o şoke edici manzarası baştaki eski halini koru
muştu. O ilk, akıldan silinmez izlenimle karşılaştırınca, duy
duğumuz (ama işte o kadar, ancak duyduğumuz) sonraki tüm
gelişmeler bizim için gerçeklikten uzaktı. <Gerçek> saydıkla
rımızsa ilk izlenimin lütfundan başka bir şey değillerdi. O ilk
1 43
dehşet manzarasının devamı ve sonuçlan biçiminde algılayışı
mızdan ötürü öyleydiler.
1 933'ün baştaki o manzarasına, bizim sürgün görüntüleri
miz de dahildi. Sürgün devam ettiği için belli anlamda <baş
langıcın> da bir türlü sonu gelmedi bi�m açımızdan. lşte o
başlangıca takılıp kalmıştık.
Derken Almanya'nın çöküşü gerçekleşti. Tabii sadece aldı
ğımız habere göre; bizzat tanık olmadığımız, yalnızca duydu
ğumuz, sonra da <bildiğimiz> bir şey olarak. Perişan, cılız bir
şey bu sadece bilme , her tür birebir deneyimin fersah fersah
gerisinde. Bu <sadece bilme>nin, bizim hala - tüm hücreleri
mizde hissettiğimiz - sürülmüş birileri olduğumuz gerçeğiyle
yarışa girmesi çok zor. Sürgün d evam ettiğine göre <l ogique
du coeur>den hareketle basit bir çıkarımda bulunursak, sür
günün nedeni olan şey de hala duruyordu . "Hala acı çekiyo
rum - demek ki o, bana acı veren kişi de hala orada" ya da
"hala uzaktayım - o halde o oradaki hala yerinde" yahut "ya
ramın sızısı geçmedi, darp edeni unutamıyor - o halde onun
ölmüş olduğuna inanmıyorum. "
Elbette sürgün yüreklerindeki bu <o halde>ler yüksek ses
le dile getirilmedi hiçbir zaman. Ama dile getirilselerdi böyle
ifade edilirlerdi.
Yine de döndük işte , işte yine buradayız. Bu yanlış <o
halde>lerle yüklü ve şu <passion demodee» ile dolu olarak.
Buradakiler için hiç anlaşılır bir şey değil bu . Bizim ne diye
böylesine kızgınlık taşıyan laflar ettiğimize cidden anlam ve
remiyorlar. Düşmanlıklarına son vermek zorunda kaldıkları
(çünkü hayat devam ediyordu , dost düşman yan yana, bir
likte ve iç içe) bir beş yılı geride bırakmışlardı. Hatta bu beş
yıldan önce bile , Hitler'in boyunduruğu altındayken de, öyle
ya da böyle bir modus convivendi** bulmak zorundaydılar,
144
gitgide bir şeylere bulaşmak (hem de özel bir gayret <göster
meksizin>) , işin içinde olmak zorundaydılar (açık bir ihanet
te bulunmaksızın hem de) . Çünkü tam da hiç bulaşmamak
ve onlardan olmamak, büyük sıkıntı yaratabilir hatta bazen
ölümle sonuçlanabilirdi. Burada bulunmayışımız nedeniyle,
saflardaki netliği belirsizleştiren bu durumu biz yaşamadık.
Dış düşman cepheleri ve sınırlar oluşturarak insani ile alçak
ça arasındaki ülke içi sınırlan tanınmaz hale getiren savaşı da
yaşamadık keza. Bu sınır çizgisinin payına, bombardımanlar
zamanında tamamen silinmek düştü . Çünkü bombalar kim
olduğuna bakmaksızın, <iyi>yi <kötü>yü ayırmaksızın her
kesi tehdit ve yok ettiklerinden, bu ölümcül tehdidi düşman
ol arak görmemek, hatta müttefik olarak karşılamak için gay
riinsani ve doğaüstü bir ahlaki soyutlama gücü gerekiyordu.
Kaç kişi becerebildi bunu , bilmiyorum. Her halükarda bunu
yapabilenlere hayran olmamak elde değil. Yapamayanlar için
se insanlık hali demek gerekiyor.
Şurası çok açık, bomba yağmuru altında yaşamak zorunda
kalanların nefreti , doğrudan ölüm getiren şeye konsantre ol
mak durumundaydı; iki nefret objesi tek bir yürekte yan yana
barınamayacağı için de gerçek suçlulara, Hitler ve destekçile
rine duyulan baştaki asıl nefret sürüp gidemezdi . Muhtemelen
alevler içindeki Bedin, Dresden ya da Köln'deki birileri, tepe
lerine neden bomba yağdığını, bu işi başlarına açanın aslın
da kim olduğunu iyi biliyordu. Böylesine kuru kuruya bilme
ne kadar da etkisiz ve gerçeklikten uzak. İnsan yüreği sadece
doğrudan olana bakar, asla çok eskide, geçmişte kalmış bir
sebebi dikkate almaz. Nedensellik kalbe yabancıdır. Öylelikle
caniler unutuldu . İşledikleri suçların yol açtığı korkunç so
nuçların enkazı altında kaldılar bir bakıma.
Bizler, uzakta olduğumuz için darbe almadık. Bize ulaşama
dılar bile. Bu arada <biz> derken, tesadüfen arta kalan küçü
cük bir azınlığı kastediyorum. Ezici çoğunluk suskun çünkü ,
145
yollarda ölüp gitmiş o insanlar konuşamaz artık. Bizler, canını
kurtarmış az sayıda kişi, gerçek nefreti, işin asıl nedenine ve
suçlulara olan nefreti, sonuna dek sürdürmeyi ve yaşatmayı
becerebildiysek de, bu sadakat konusunu abartmanın anlamı
yok. Bizim nefretimiz neredeyse lüks sayılırdı. Aklımızı çele
cek yanlış nefret duygularıyla kafamız karışmadan bu lüksü
sürdürebildik. Gerçeği elden bırakmama ve sadık kalma gibi
bir şansımız vardı. Harabeye çevrilmiş Almanya'da kalanlarsa
böyle bir şanstan yoksundu.
Oysa yine de söylediklerim, zorlayıcı güç yüzünden asıl nef
retlerinden saptırılan bu insanların hatırı için eski tutkumuzu
köreltmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine bu tutku
yu onlarda da yeşertmemiz gerekiyor. Bugün dahi . Dahası asıl
bugün. Yakılıp yıkılmış kentlerin üstündeki toz bulutları yeni
yeni dağılmaya başlamışken, nefret edilen eski düşmanın diri
lişini gören biri, afallamışlığıyla, nefret takıntımızın, ne kadar
katıymış gibi gözükse de bir efor, sadakat ve sağduyu örneği
olduğunu , aynca düne olan eski kızgınlıklarını koruyup kol
layarak, yarının yararına bugüne taşımış birilerinin varlığının
fena bir şey olmadığını teslim edecektir.
Viyana, Haziran
Viyana, Temmuz
1 47
<biliyor> gözüküyor gerçi; ancak bu bilgi çok azında bir Dün
ya ve yaşam anlayışına dönüşmüş durumda. O kadar geride
kalmışlar ki başka insanlara bakışlarında bile tutucular. Mizah
dergilerine bakıyorsun, Amerikalı siyahların adı <Afrikalı zen
ci>. Sanki söz konusu olanlar, Venedik ya da İspanya üzerin
den gelip beyaz halkın arasına karışmış Mağripliler. Karikatü
ristler de Çinlileri, onyıllar öncesinde kalmış örgülü saçlarıyla
çizmeye yeminli gibiler.
Kuşkusuz tarihsel açıdan gayet anlaşılabilir anakronizm
ler bunlar. Diğer Avrupa ülkelerinin halkları , emperyalistliğe
soyunup Dünya çapında gezginliğe girişirken, Avusturya do
nanmasız ve sömürgesiz bir ülke olarak kaldı. Öylelikle hal
kın düşünce yapısı da büyük keşiflerden ve kolonil erin ku
ruluşundan önceki dönemin Avrupası'ndaki halini korudu .
lngiltere'nin, Portekiz'in, lspanya'nın, Fransa'nın gençleri,
<Dünya görmek> için denizlere açılırken, Avusturyalı genç,
kayak turuna çıkıyordu. Böylelikle az çok <dışarı çıkmış> da
olsa pazar akşamı gerisin geri Ottakring'e evine dönüyordu .
Avusturyalı entelektüellerin alaycılığına konu olan <sumper>*
dar kafalılığı , büyük ölçüde coğrafi konumun ve ülkenin dış
politikalarının bir sonucu .
Dış Dünya'ya kapalılık, uzunca bir dönem, özellikle 1 9 .
Yüzyıl'da, 'meşrutiyet' nedeniyle psikolojik açıdan o kadar
doğal bir şeydi ki bugün hayata geçirilen izolasyonu anormal
bulan çok az kişi vardır herhalde. Bir insan, bazı kitapları oku
mamış olduğunu ya da o kitapların piyasada satılmadığını ne
reden bilecek ki, daha söz konusu kitapların varlığından bile
haberi yoksa. Belli bazı düşünsel akımların tezgahından geç
memiş olduğunu nasıl anlayacak ki, geçmişteki ya da güncel
akımlardan hiç haberdar olmamışsa ya da Dünya'da bir aralar
böyle akımların bulunduğunu bilmiyorsa. Hele kendi gibi,
kapı komşuları da böyle şeyleri duymamışlarsa hiç.
Viyana, Temmuz
14 9
çıkarmak istiyorum şimdi. Ama öncelikle şunu belirtmeliyim
N . , bu işte kendisinin de kabahati olduğunu reddetmiyor as
lında . . . hiç kendine güveni olmayan haline bakılırsa sırf varlı
ğının bile başkalarının yargısını meşrulaştırdığını düşünen bir
insan olduğu hissini uyandırıyor. Öte yandan hiç tanımadığı
halde bana bu kadar açılmasının, benim ağzımdan çıkacak bir
takdir sözcüğü , en azından farklı bir yorum bekliyor olmasın
dan kaynaklandığı izlenimine kapıldım.
Soruna, komşularının onu neden dışladığına gelince:
Birincisi, büyük olasılıkla ilk baştaki o tepki ona değil, an
nesineydi. Belki de yaşlı kadının hala hayatta olmasına bozu
luyorlardı. Ekonomik açıdan karlı olmayan bir şeyin varlığı
nın gereksiz olduğu yönündeki berbat nazi doktrininin, tam
da o kuşatmalar sırasındaki umutsuzlukta son parlak günle
rini yaşadığını düşünmemizi gerektirecek pek çok neden var.
Yaşlı kadın, onlar için zaten gereksiz <fazladan bir boğaz>dı,
bir yüktü .
Ama adamın komşuları, aynı zamanda (bu da ikinci ne
den) , o cehennemde bir yetişkinin hala bir annesinin olmasını
absürd buluyorlardı. N. evli değildi , çevresinde ana kuzusu
olarak biliniyordu tahminen. Onun, bombardıman ya da kur
şun yağmuru altındayken annesine akıl danışması ya da ona
sığınması komşuların gözünde katlanılır şey değildi muhte
melen.
Üçüncüsü, yaşlı kadın sağken bile onların sinirini bozuyor
du sonuçta . Ama onun varlığından ve henüz N .'nin başında
< oluşundan> çok, komşuları şimdi asıl kahreden şey, kadının
doğal ölümle yaşamını yitirmesiydi. . . utanmadan kalkıp ölme
siydi. Kızgınlıklarının acısını artık ondan çıkaramazlardı. An
cak bir insanı sadece suç değil, aynı zamanda başına gelenler
suçlu kıldığı için, suçlu artık N .'ydi. Ortalık sakat kalmış ve
enkazla üstü kapanmış insanlarla doluyken, tutup annesini
150
koyu bir barış dönemindeki gibi ebedi uykusuna uğurlama
münasebetsizliği, komşularının ona iyice gücenmesine yol aç
mıştı haliyle. Açlıkla cebelleştiğimiz günlerde, bir komşumu
zun mutfak penceresinden gelen tas kebabı kokusunun biz
de yarattığı gücenikliğin aynısı. Bir şekilde, diye kalpsizliğin
mantığıyla bir sonuca vardılar, bir şekilde N . dayanışmayı boz
muş sayılır; onlarda olmayan bir şeyi gizlice bir kenara koy
muştu demek ki. Evinde, onlara hiç sözünü etmediği, hiç gös
termediği, dışarıdaki cehennemden etkilenmeyen korunaklı
bir odası olmasındı? Şiddete maruz kalıp ölmenin önünü alan
ve doğal ölümün rıza göstereceği bir ikametgah?
Dördüncüsü : Dediğim gibi N. Bey, kansız cenazeyi bir bey
girin çektiği arabaya taşıtmıştı. Cenazenin arabaya yüklenişini
gözleriyle görmüşlerdi. Hem de ne zaman? Mermi yağmuru
nun bir süreliğine dindiği, kendi ölülerini evlerinin bahçesi
ne apar topar, yanın yamalak gömdükleri aralardan birinde.
N . 'nin onların yaptığını yapmaması, üstelik sürüden ayrılma
sı; sokağa çıkmanın neredeyse olanaksız olduğu , at arabasının
adının geçmediği, atların mitolojik varlıklar sayıldığı (yardım
edecek birilerini bulmak da şöyle dursun) bir zamanda, böyle
bir günde hem de, kalkıp cenaze töreni düzenleyebi lmesi , ser
gilediği başına buyrukluğun üstüne tüy dikmişti. Kimbilir sa
man altından ne sular yürütüyordu , kimbilir ne kirli ilişkileri
vardı, mutlaka her şey elinin altındaydı.
Annesini defnedebiliyor diye birini kıskanmak, <normal
zamanlar>da saçma gelebilir. Ancak N . , komşularının tepki
sini basit bir ifadeyle özetlerken pek de haksız sayılmazdı:
"Kıskanıyorlar işte, ne olacak. " (Şunu da söylemeliyim, biraz
da saptırarak, bu sözlerine dayanışma dilenen bakışlar ekle
di, benden onay koparmak için: "Yahudileri de böyle çeke
miyorlardı işte. " İşler iyice sarpa sarmasın diye kafa salladım
çaresiz. )
151
Viyana, Temmuz
Viyana, Temmuz
152
manhğını peydahlayan şey korkaklığıydı, en azından acziydi.
Mermi yağmurundan ya da alevlerden ödü patlasaydı nor
maldi. Ben kendim ateş altında kalmadığım için ve o bu kor
kuyu yendiği için diyecek sözüm olmazdı pek. Oysa başka bir
şey karşısındaki korkusu daha büyüktü. Ölüm korkusunu hiçe
saydıran bu korku , örfe karşı gelme korkusuydu . Sohbet sıra
sında alnında biriken terleri silip harfi harfine şunları söyledi:
"Tabii bilseydim o zamanlar insanların yakınlarını evlerinin
bahçesine gömmesinin ayıp bir şey olmaktan çıktığını , hiç o
1 53
Viyana, Temmuz
154
ölüsü muamelesi yapıp evlerinin bahçesine öylece gömen o
adiler var ya, onlar biliyor ölülerinin yattığı yerleri . "
Ayrıldım oradan. Ama kulaklarımda hala o sözler çınlıyor:
"Kıskanıyorlar işte, ne olacak. "
Viyana, Ağustos
1 55
kozmopolit ve başlı başına çekim merkezi olan bir kent, başka
bir çekim alanının yörüngesine girmekte idmansızdır haliyle.
<Alıcı> rolüne soyunmakta, Dünya'ya bu yolla dahil olmakta
zorlanır; en azından bu konuda herhangi bir küçük kentten ya
da ülkeden daha acemidir.
Meseleyi zorlaştıran bir şey daha var. llhak girişimi sıra
sında Avusturya, <taşra>, belli bir taşra olmayı, başka tarafa
savrulmayı denedi bir kere. Hazin bir sonu oldu bu deneme
nin. Almanya'yla aradaki köprüler siyasal nedenlerle neredey
se tamamen atıldığı için de taşradan geriye bir çeşit kör nokta
kaldı.
Viyana'nın oryantasyonsuzluğunun bir başka nedeni de
kentin, tam da kötü denebilecek bir zamanda, hors de <lis
cussion Dünya merkezi diye bir şeyin kalmadığı sırada öne
•
Viyana, Ağustos
15 6
silueti arka plandan çekip almak esaslı bir performans gerek
tiriyordu. Sürekli değişen ışıklann balta girmemiş ormanında
kırmızıyı ya da yeşili, yayalar ya da sürücüler için olan sinyal
leri açıkça ayırabilmek her seferinde yorucuydu. Buradaki bi
çimler, eskinin biçimleri, ne kadar rahatlatıcı. Külfetsizlikleri
ne çabuk belli ediyor kendini: Bir kere en başta duyular için
rahatlık sağlıyorlar.
Elbette ötedeki kıtada, asıl tam da orada , uygarlığın bü
yük bölümü yaşamı kolaylaştırmaktan oluşuyor. iyi de kimin
için kolaylaştırıyor? Artık yürümeye gerek yok, otomobil var;
hesap yapmak gerekmiyor, hesap makinesinin kolunu çevir
mek yeterli. Peki ama bu konfor sonuçta insanların yararı
na olmaktan çok, işlerin tıkınnda gitmesi için değil mi? Her
durumda bu konfor sayesinde insan bedeninin fonksiyonları
azalmıyor. Lüzumsuz kılınıyor sadece. Bu yüzden duyuların
güme gittiğini hiç kimse hissetmiyor. Tek bir görüş alanında
elli tane ışıklı reklam; tek bir salonda elli tane gürültülü dakti
lo; tek bir kafeteryada elli çeşit koku varken. Yo , gözün de ku
lağın da bumun da işi <kolaylaşmıyor> öyle pek. Daha ziyade
bakımsızlıktan telef olup gidiyorlar.
Buradaki ortamsa hem göz hem kulak için biçilmiş kaftan.
Şimdilik nesneler de evler de köyler de duyuların ölçüsüne
göre düzenlenmiş haldeler. Klavyenin ellere göre yapılmış ol
ması gibi . <Kullanışlılar> yani, duyulara gereçlik yapıyorlar. . .
oysa öte kıtada algılar ya karmakarışık kalıyorlar ya da örne
ğin sürücülerde olduğu gibi aralıksız üstesinden gelinmeleri
ve hizmetlerine koşulması gerekiyor. Orada algılar, gereç de
ğil, makine.
Buradaki ince işlerin , insancıl sanatlann yarattığı şaheser
ler olduğunu düşünmek saçmalamak olurdu . Ölçüsüzlüğün
üretimi, makul ve ölçülü olandan çok daha zahmetli, bir o
kadar da yapay. Nihayetinde biz insanlar, insanlara çalışıyo
ruz; dolayısıyla el, göz gibi (birlikte ve birbirleri için gelişmiş
1 57
ve karşılıklı uyumları oturmuş) organların sahibi bizlerin ilk
önce sadece tek bir ölçü kullanması doğaldır. Şaşırtıcı olan
tam tersine, iki performansın, <üretme>nin ve <algılama>nın
birbirinden bu kadar uzak olabilmesi; duyularımızı ve kavra
yışımızı aşan şeyler üretebilmemiz ya da tersinden söylersek,
hiç üretemeyeceğimiz şeyleri aklımızın alması. Homo faber*
ve homo percipiens * * tek tek her insanda birbirine yabancı kal
mış durumdalar. Yabancılaşmanın bir alt türü bu ve gariptir ki
Marx'ın ilk yapıtlarından bu yana yabancılaşmayı konu alan
literatürde hep ihmal edilmiş.
Elbette bu uyumsuzluğun Amerika'yla ilgisi yok. Sadece
endüstriyel üretimin gösterdiği gelişmeden kaynaklanıyor.
Buralarda, duyu organlarına kalıp gibi oturan nesnelerden
varsa, başlıca nedeni bu nesnelerin hala olmasıdır. <Duyular>
uğruna teknoloji düşmanlığı yapıyor gibiyim.
Wienerwald, Ağustos
158
ardındaki, göze çok büyük gözüken şeylerin, algılanabilir bü
yüklüğün çok ötesinde kaldığı ikinci eşik.
Bu ikinci eşiğin ardındaki büyük şey öyle zorunlu olarak
<yükselen> (bu haliyle hiç değilse <düpedüz büyük> olma
fikrini hissedilir biçimde ortaya koyan) bir şey değil. Aksi
ne bildiğimiz, geniş yer tutan, kapsamlı şeyler: Alabildiğine
büyümüş kent, alabildiğine karmaşıklaşmış ekonomi ağı, ala
bildiğine irileşmiş konglomera, transcendens proportionem
humanam,* her biri parçalara ayrıldığında duyularla algılana
bilir nitelikte, ancak bir bütün olarak duyumsanıp kavrana
mayan, yani perişan bir anlamda, <doğaüstü> obj eler.
Şimdi bu açıklamadan sonra, günümüz Amerikalısı'nın do
ğaüstü bir gündelik hayat yaşadığını söylersem, yanlış anla
malara yol açmam. Ayrıca boyunu (ve gözlerini ve ruhunu da)
çoktan aşmış bu hayatın içinde soluklanabilmek için insani
koşullardan gelen özel obj elere, yani sanat yapıtlarına ihtiyaç
duyması o kadar anlaşılır bir durum ki. Sanat ona hijyen için,
ayarını ve dengesini yeniden sağlayabilmesi için gerekli. Geç
tiğimiz yüzyıldaki Avrupalı, gündelik yaşamın sıradanlığın
dan sıyrılmak için sanat alanında <yüksek> ve aşırı boyutlarda
yapıtlar ortaya koyarken, gündelik yaşamının iğrenç doğaüstü
yanlarından kendisine gına gelmiş avangard Amerikalı, çok
tan <küçük obje>, rustik bir şeyler ve <antika> avına çıkmış
durumda; yani duyulara kalıp gibi oturan şeylerin peşinde . O
sayede duyularını iyileştirmeyi ummakta.
Doğrusu büyük sanat yapıtlarının sırtından, gündelik ya
şamın dışına çıkmaya çalışmak onlara artık anlamsız geliyor.
Günlük sıradan futbol maçının ve hoparlörlerin yanında, en
muhteşem opera binası dahi çelimsiz kalıyor; her gün gördük
leri Wallstreet gökdelenlerinin arasında yanlışlıkla yıkılma
dan kalmış kilise de göğe değil elli katlı komşusunun onuncu
katına uzanıyor sadece. Devasa ve <doğaüstü>, Amerikalılar
159
için sıradanlaştı artık. Şimdi onlar için tam da duyusal açıdan
elle tutulabilir obj eler, 1 9 . Yüzyıl'da aşın boyutu temsil eden
şeylerin oynadığı (sanat) rolü (nü) üstlenebilir bunun da
hakiki Helenizmle hiç ilgisi yok. Ölçülülüğe özerk bir alan,
yani sanat, ayrıldığı anda, ister istemez kültürün ölüm çanları
çalmaya başlar.
Viyana, Ağustos
Goisem, Ağustos
160
güneşiyle mest olup, kendini ırmağın sularına bırakmış ve az
ilerisinde yükselen dağlan seyreden biri, taş çatlasa yirmi ya
şındadır.
Goisem, Ağustos
161
mı var? Varlıklarına ve göz önünde olmalarına karşın onlara
methiyeler düzmek, bir bakıma nesnelere arka çıkmak olarak
yorumlanamaz mı? Saydıklarım, <sözcüklerin kurtarıcılığına>
(bu ifade Rilke'nin, şiir yazmasına bulduğu mazeretti) ne diye
tenezzül etsinler ki?
Armut ağacı bir ada <sahip> değil. Yapraklan ve meyveleri
var. Ona iliştirdiğimiz adı bilmiyor. Bilse de ona seslenmemi
nereden duyacak.
Öyleyse buradan şu sonucu çıkar: Şiirden şarkıdan uzak
dur. Halihazırdaki şeylerin karşısında her dörtlük münasebet
sizlik olurdu .
Tarhı selamlama merasimi de münasebetsiz bence. Sela
mımı almadığına gön' . Kuzukul ağıyl a senli benli olmak da
öyle, karşıdakinin varlığından haberi mi var sanki. Taya, be
nim uyaklar çok gerekiyormuş gibi tavırlar takınmak da keza.
Döndün, daha ne istiyorsun? Hem kendini de kandırma. Ka
vuşma anında dilin sadece iktidarı değil, haklan da ortadan
kalkar.
Sesler
162
Ne kadar uzakta olsak da
her seda bir şarkıdır bize
sözcüğün içinde saklı ses
cisimlerin ağzından dökülmüşse.
Gelin haberciyi onurlandıralım,
yokmuş gibi cisimlerin önemi artık.
Söz çünkü tüm ölülerin sözcüsü
ve de son portresidir.
Kalifomiya 1 939
Viyana, Ağustos
1 65
Viyana, Eylül
166
Viyana, Ekim
168
mızdan savamayacağımız içerikleriyle, henüz bakımlı ve ide
olojik bir nitelik kazanmış sanat tarzları arasındaki çelişki
açıklıkla ortaya konsaydı yeterdi. Brecht'in Mahagonny adlı
yapıtında amacından hiç sapmadan yaptığı gibi örneğin. Dün
kü seyrettiğimiz Fidelio'daysa buna benzer bir şey amaçlanma
mıştı elbette.
Acaba Beethoven'ın aklından da böyle şeyler geçmemiş mi
dir diye düşünmeye değer. O sahnelerde tarz olarak balenin
saçmalığını gözler önüne sermeyi istemiş olması uzak ihtimal
değil.
Gerçi bu varsayımı belgeleyecek kanıt yoktur herhalde. Üs
telik Fidelio'dan birkaç yıl önce (Prometheus'un Mahluklan'yla)
baleyle uğraştığını biliyorum. Ama öte yandan onca gelenek
sel sihirli librettoyu dikkate almamışken, bildik kozmik un
surlann değil de mahzen karakterlerinin yer aldığı bir metni
görünce kaçırmaması rastlantıyla açıklanamaz. Denebilir ki
opera dünyasında normalde doğaüstü figürlerin cirit attığı bir
zamanda Fidelio'da <doğaaltı> olanın, yani genelde gözlerden
uzak, kimsenin haberdar olmadığı mağdurların sahneye kon
ması, kültür tarihi açısından olay sayılır.
Dediğim gibi gösteride bunların hiçbirinden eser yoktu.
Rejinin yaptığı, Beethoven'ın balenin yerine geçirdiği şeyi ye
niden baleye dönüştürmek olmuş. Gayet naifçe yapmışlar bunu,
ne de olsa Fidelio <bir opera>ydı ve operaların hala kendine
göre <yasaları> vardı ve beklentilere yanıt vermek gerekiyordu.
Öylelikle sefalet <süslenmiş>, hor görülenler <yükselme>nin
aleti haline gelmiş, açlar da sanat açlığını doyurmada kulla
nılmış.
Vay be, bundan daha hayalperest sanat içeriği mi bulacağız,
zindanlar bile bir fildişi kulenin iç dekoru yapılıp harcanmış,
bizzat keyfiliğin kurbanlarını bile işin kaymağı olarak görüp
tadını çıkarmak mümkün. Daha ne olsun !
Viyana, Ekim
17 0
<tenselliğin> dünyasına ait değildir; Kantçı anlamda <aşkın
dır> yani. <Doğaüstü> varlık olarak cinslerüstü de olması an
laşılır bir şey. Gerçekten de Leonore, lsolde değildir, aşk uğru
na ölmek ona ters gelir, göze aldığı sadakat uğruna ölümdür.
Librettoda böyle <Kantvari> bir kahraman yer aldığı içindir ki
Beethoven onun cazibesine bu denli kapılmıştır.
Ancak bir tür olarak sanat, tüm haşinliğiyle, böyle bir şe
yin karşısındadır. Çünkü opera tensel anlamda herhangi bir
iletişim aracı olmakla kalmaz sadece, tensellik alanında gel
miş geçmiş en karakteristik sanat biçimidir. Opera sanatında
her figür bir kulak ve göz zevkidir. En alegorik opera figürle
ri bile cismanilikten patlayacak haldedir. Bu figürler arasında
utangaçlık alegorisi olsaydı, utanmazlık sergilemek ve üstelik
kimden utandığını da gözler önüne sermek zorunda kalırdı.
lşte aşkın Kantvari <birey>, sahnede Leonore rolünde kı
sacası. <Aşkınlığı>nın, cinsiyetsizliğinin, erkekle dişi arasında
salınan bir eşeylik izlenimi uyandırması, erkek rolündeki ka
dın, kahraman içoğlam, en iyi olasılıkla bir amazon rolü gö
rüntüsü vermesi adeta kaçınılmaz oluyor. Fidelio'nun bıraktığı
bu etkilerse yanıltıcıdır resmen. Amazon etkisi yaratması da
öyle. Rumuz <Fidelio>dan da anlaşılacağı gibi, bir amazonun
öncelikle <sadakat> timsali olması absürdlük.
Kant'ın opera diline çevrilmesiyle oluşan bu absürdlük, ne
yazık ki yumuşatılmamış, aksine ısrarla vurgulanmış. Çün
kü Marcelline, Leonore'nin tensellik dışı oluşunu dişilik dışı,
bunu ise erkeklik olarak yorumlayıp daha başta ona sırılsıklam
aşık olunca, bu ince ruhluluktan bihaber haliyle Leonore'nin
anlamım en başta absürd biçimde tahrif eder.
Viyana, Ekim
1 71
değindiğimiz güçlüklerin hiçbirinin tehdidi altında değildir.
Dini oratoryoda bir şehidin, hatta çarmıhtaki lsa'mn bile sız
lanması sağlanabilir, operadaysa bu olmaz. Leonore'yi özgür
lüğün sesi olarak bir oratoryoda dinlemek. . . kontra ses olarak
da şirretlik ve koro halinde mahkumlar; böyle bir şeyin muh
teşemliğine diyecek olmazdı doğrusu.
Dini bir tarafı bulunmayan oratoryonun Beethoven'ın za
manında olanaksızlığı biçimindeki itiraz, bana inandırıcı gel
miyor. Haydn'ın Mevsimler'de yaptığı dünyevi oratoryodan
başka bir şey miydi?
Viyana, Ekim
17 2
bulunduğunu ve keyfiliğe duyulan hiddeti savunduğunu bi
liyoruz çünkü. Ancak opera giriş kısmından yoksun başladığı
ve özgürlüğün yalnızca fikrini işlediği içindir ki muğlaklığını
korumaktadır. Evet diyenler belli bir şeye evet demediğinden
de oyun herkesin evet diyebileceği özelliktedir.
Elbette bu belirsizlik siyasi açıdan gerekliydi. Kamuflajsız
bir özgürlük yapıtı olanak dışıydı o zamanlar. Her durumda,
böyle kamufle edilmiş de olsa, özgürlüğü konu alan bir yapıtı
herhangi bir 'sihirli' librettoya tercih edip operaya model al
mak az şey değildi doğrusu. Bu kamuflajın opera eserini zarar
sız hale getirdiği de bir o kadar gerçektir. Hitler iktidardayken
de oynanıp alkışlanabiliyordu, tıpkı eskiden ya da günümüzde
olduğu gibi. Hatta Beethoven'ın yaşadığı dönemde de zararsız
dı. 1814'te Viyana'da buluşan Franz , lll. Friedrich Wilhelm
ve Aleksander, Avrupa esaretinin bir nevi garantörleri bu üç
monark için Mettemich'in de onayı alınarak kuşkusuz, opera
galası olarak hem de Fidelio'yu programa almak riskliydi. lyi
ama , bu üç monarkın eserin konusunu anlamalarına ihtimal
verilmemişken, günümüz insanlarından çok daha derin bir
kavrayış beklemenin alemi var mı?
Viyana, Ekim
173
N. telaşla dış kapıyı açtı, beni loş apartman boşluğuna bu
yur edip kapıyı içeriden kilitledi. "Dr. R. bu işte," diye fısılda
dı.
"Ne demek 'işte'?" diye sordum. İsim yabancı gelmişti.
"Amma yaptınız doktor. Geçenlerde söz etmiştim ya size
ondan, bayrak asmadığım için beni makamlara bildirmişti
hani?" (<Şikayet etti> değil de <bildirmişti> dedi.)
O an jeton düştü. "Onu mu selamladınız? O gammazı mı?"
Sağ elini kaldırıp, kullandığım ifadenin önüne geçmeye
çalıştı. Kafa sallayıp hoşgörülü bir tonda "Siz daha yenisiniz
burada doktor," dedi.
"Bunun konuyla ne ilgisi var?"
"Doktor, hele bir seneniz geçsin burada."
"O neden?"
"O zaman bu tür ifadelerin bir çuval inciri berbat ettiğini
anlayacaksınız. "
"Hangi ifadelerin?"
"Bilmiyormuş gibi yapmayın."
"Gammazı mı kastediyorsunuz?"
"Şşşt ! "
"Neyi berbat ediyormuş bu ifadeler?"
"Her şeyi."
Hiçbir şey anlamadım. lşi yokuşa sürmemek için "lyi peki,"
deyip bıraktım. "Gördüğüm kadarıyla ona kırgın değilsiniz.
Nedeni nedir?"
Yanıtı hazırdı: "Aradan yedi yıl geçtikten sonra kırgınlığı
bırakmak gerekir çünkü."
"Gerekir," diye yineledim. "Bunun böyle olduğundan emin
misiniz peki?" Bana derin bir bakış fırlattı ve yanıtladı: "O da
bana kırgın değil ki."
<Ü> dediği gammazdı.
tık anda doğru duyup duymadığımdan emin olamadım.
"O?" diye sordum. "O ne diye kırgın olacaktı ki?" Sonra bir-
1 74
den kuşkuya kapıldım: "Yoksa ödeştiniz mi? Siz de onu mu
yaftaladımz bir şekilde?"
"Ben mi?" diye kafasını iki yana salladı. "Yo doktor, beni
tanıyamamışsınız ! " Ardından, kibirden geçilmeyen üzüntülü
bir ses tonuyla kozunu kullandı: "Hıristiyanlığa daha da yakış
mayan bir davranışta mı bulunayım yani ?"
Bu sorunun abesliği bir anlığına sersemletici bir etki yarattı
bende. Tekrar etmekten başka bir şey gelmedi elimden. "lyi
ama, selama bu şekilde karşılık vermeniz," diye mırıldandım
"'Evet'in evet, 'hayır'ın hayır olsun," diye aktardı. Bu arada
takatsiz kalmış eli kararlılık ve karakter numarası yapmak için
havada gitti geldi. Herhalde şunu demek istiyordu: Onursuz
luksa sonuna kadar. Tam onursuzluk o halde.
Sesim çıkmadı.
"Sizce de öyle değil mi?"
"Ama böylesi bir selamlama," deyip yanıt vermekten kaçın
dım, "bu, nereden baksanız kırgın olmamanın ötesinde bir şey.
Onu kibarca görmezlikten gelemez miydiniz? "
"Hayır," diye yumuşak bir yanıt verdi. " O kadarı da fazla."
"Nedenmiş o?"
"Bakın doktor, Dr. R . Bey ve ben yıllardır tanışıyoruz. Hatta
onyıllardır. Hitler'den önce gerçekten çok nazik bir insandı.
Tam bir centilmendi. Şimdi yine öyle."
Lakin arada öyle değildi.
Uzatmamak gerektiğini anladım. Çabucak veda ettim. Eve
gidip aramızda geçen konuşmayı kağıda döktüm. Şimdi özet
liyorum:
Düşmanım temize çıkarıyor. Şöyle ki
( 1 ) Kendisine haksızlık etmiş insanların arasında yaşamak
tan korkuyor. Onlara karşı haklı konumda yani ve bu haklılık
la onların huzurunu kaçıracağını düşünüyor.
(2) Büyük olasılıkla, belli etmese de bugün hala o zamanki
ihmalkarlığını suç olarak görüyor.
175
Viyana, Ekim
Viyana, Ekim
177
- "Yani doktor, elinizi vicdanınıza koyun, Hitler haksız mıydı
ama?"
Halkın iki gruba bölündüğünü ve her grubun yukarıda dile
getirdiğim görüşlerden birini savunduğunu düşünmek naiflik
olurdu. Bir görüşü savunan hiç sıkılmadan diğerini de savu
nabiliyor. lki görüşün birbirine ters düşmesi kimseyi rahatsız
etmiyor. Çelişkiye dikkat çekince, bu da yine <marifet>ten
başka bir şey olmuyor.
Viyana, Ekim
Viyana, Ekim
1 79
"İşte ! " diye tekrarladı davetlilerden biri.
"Ha, şunu da unutmayın," diye sürdürdü konuşmasını mi
mar, "iki yıldır yanımda çalışıyordu. Hayli işe yarar bir ele
mandı. Kafası çalışıyordu, çizim tahtasında çok becerikliydi,
iriyan, iri kemikli biriydi, suratı köyden gelmiş bir ilahiyat
öğrencisini andınyordu. Sol ayağını sürüyerek yürürdü. Bu
da bende güven uyandırmıştı, bilmiyorum neden. Antipatik
bulmuyordum kendisini anlayacağınız. Ara sıra fıkra da anla
tırdık birbirimize. Ama o anda birden onlardan biri olmuştu.
Meğerse hep öyleymiş.
Karşımda öylece duruyordu. Baktı ki biraz teselliye ihtiya
cım var, 'Ama Doktor,' diyerek keyfimi yerine getirmeye çalış
tı, 'emir kuluyduk biz, isteyerek yapmadık. Anlayın ama işte.'
Beklemeye başladı.
Epey bir süre sessiz kaldı. Bekleyişinin bir şey getirme
yeceğini hissedince de sanki ben <ha öyle mi> demişim gibi
davrandı. 'Şanssızlık hiç yakamı bırakmadığı için de,' diye ta
mamladı çünkü, 'sonradan teşhis edebildikleri tek kişi ben
dim. Şundan tanıdılar.' Bunu söylerken de alnındaki yara izini
gösterdi. Sonra bir sandalye çekti, meseleyi hepten basitleştir
mek için, 'lzin var mı?' diye sordu ve oturdu.
O arada hiç değilse düşünebilecek kadar kafamı toparlaya
bilmiştim. Ya tutup dışarı atacaktım hemen ya da konuşacak
tım kendisiyle. Konuşmayı tercih ettim.
'Şimdi ben size akıl hocalığı yapayım istiyorsunuz öyle mi?'
Sanırım anlamsız bir yüz ifadesiyle söyledim bunu. 'Hem de
ben?'
'Benden hatırşinaslığınızı esirgemezseniz doktor.' Aynen
öyle , <hatırşinas> dedi. Bu söz hiç hasar görmeden çıktı ağ
zından.
'Benim Yahudi olduğumu bildiğinizi farz ediyorum,' de
dim.
'Biliyorum.' Ardından kafa salladı, bunun ne önemi var der
180
gibi. Sonra sözüne devam etti: 'Duyduğuma göre siz çok gezip
tozmuşsunuz Doktor. Düşündüm de . . .'
'Gezip tozmuşum,' diye tekrarladım
'O yüzden bu işlerden anlarsınız diye tahmin ettim ... yani
böyle durumlarda kime başvurmak gerekir diye. O yüzden cü
ret ettim . . . '
181
sizlik belirdi. Tekrar kafa salladı, ancak bu kez bir şeyi kabul
e tmemek için değil, inanamadığı bir şeyler olduğu için. Ama
neydi bu bilmiyorum. Birkaç kez ağzım açmak istedi, yalvarır
gibi ve umarsız bir yüz ifadesiyle.
'Ama doktor! ' diye seslendi sonunda, kocaman elinin ter
siyle alnındaki terleri silerek. 'Ama ben o zaman on yedi ya
şındaydım daha !"'
*
182
Kafa salladı.
Başımla ayağını işaret ettim. 'Stalingrad falan mı?'
'Tobruk.'
'Hepsi aynı. Bir sonucu da bu işte.'
'O zamanların mı?'
'Evet, o on yedi olduğunuz zamanların.'
'O da bir sonuçtu bir bakıma.'
'Peki siz hala o musunuz?'
'On yedi yaşındaki mi?'
Kafa salladım.
Omuzlarını kaldırdı.
'Tam bilmiyorsunuz yani öyle mi?'
'Ama benim sorumlu olmadığımı gördünüz işte. Hala pe
şimi bırakmadığını da. Siz de yine bununla yaftalıyorsunuz
beni.'
Burada biraz haklıydı galiba.
'Bu kadar örselenmiş yirmi dokuz yaşında biri sizce de gü
nahının bedelini ödemeye devam etmeli değil mi? On yedi ya
şında birinin yediği halt yüzünden. Hem de emir almışken.'
Aniden iki kişi oldu anlayacağınız. Belki de gerçekten çift
kişiydi, on yedi yaşındaki ve şimdiki. Yanıt vermedim.
'Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz?'
'Öyle kolayca hayır'la geçiştirilebilecek bir şey değil bu,' de
dim kaygıyla. 'Çok kişi bedel ödedi. Bedel ödemek denebilirse
buna tabii. Tamamen masumları kastediyorum anlayacağınız.
Kız kardeşlerimi örneğin. Canlarına kıydığınız kız kardeşleri
mi. Hiçbir şey olmamış gibi davranmalıyız şimdi sizlere öyle
mi? Ölenler peki? Onları geri getirebilir miyiz?'
Soru soran gözlerle baktı.
'Auschwitz'tekileri örneğin,' dedim.
'Haa.'
'Şimdi gelmiş, her şeyi unutalım diyor ve günahlarınızın
affını diliyorsunuz . . . yo, derdiniz günahlarınızı affettirmek de
değil gerçi, hiç ihtiyacınız yok buna anlaşılan. Ama bir çözüm
önermemi istiyorsunuz Huber.'
Evet, durup dururken adıyla seslendim ona. <Bey> deme
den. Nasıl oldu anlayamadım. Hemen şaşırdığımı hatırlıyorum
şimdi, çünkü daha önce asla böyle hitap etmemiştim. Azar işin
içine girdi mi aradaki mesafe kalkıyor işte. Böyle durumlarda
yapacak bir şey yok. Aslında bir an önce kapıyı gösterseydim
daha iyi olurdu. Hassas konular bunlar çünkü. <Auschwitz>
lafını da asla onun önünde sarf etmemeliydim, en azından o
şekilde söylememeliydim. Boş bulunup ona adıyla hitap etti
ğim için de o an hemen bu samimiyeti kullanacağından, <ba
kın gördünüz mü> türünden tepkiler vereceğinden o kadar
emindim ki. Ama ya yeterince uyanık davranamadı ya da ne
bileyim, bir parça dürüstlük kalmış demek ki içinde. Gerçek
ten meseleyi anlayamıyordum artık.
'Doktor,' diye söze başladı oysa, güvensizlik yaratmayan
bir ses tonuyla, 'sizinle açık konuşmak istiyorum. Yargılama
başlamadan çok daha önce , o on yedi yaşındakinden eser kal
mamıştı. Öyle uzun süre de yatmadım içeride. O süre zarfında
da canlanmadı. On yedi yaşındakini kastediyorum. Ne de olsa
gece gündüz onu düşünecek durumda değildim. Çok uzakta
kalmıştı çünkü. Demek istiyorum ki o zamanlarla. . . aldığım
<ceza> arasında bir bağlantı kurmak öyle her zaman mümkün
değildi. Zaten çok daha kötüsünü görmüştüm bu arada. Sa
vaşta yani. Cezasız kaldı çoğu. Ne yapalım. Geride kaldı. Tek
rar özgürlüğüme kavuştuğumda on yedi yaşındaki yine gö
rünürde yoktu.' Göğsünü gösterdi. 'Şuramda hiç hissetmedim
onu en azından. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?'
Kafa salladım.
Ta ki şu evrak avı başlayana dek. Avustralya meselesini yo
luna koymak için oradan oraya koşturup duruyordum. lşte
ondan sonra çıktı saklandığı yerden o on yedi yaşındaki.'
Anlamamıştım.
'Açıklayayım. En yüksek makama çıktığımda oldu. On yedi
yaşındakini gömülü bulunduğu yerden çıkardılar.'
'Hala anlamış değilim.'
'Şimdi Doktor, ben yurtdışına çıkış izni için bir merciden
diğerine postalanıyorum ya. En üst merci kim dersiniz?'
Hiçbir bilgim yoktu.
'O zamanlardan birisi. 38 yılından yani.' Baktı ben hala an
lamıyorum:
'Yani benim o zamanki komutanlarımdan birisi. Yüksek
rütbeli bir SA subayı.'
Aşağılayıcı bir yüz ifadesi takındı. Bense sustum.
18 5
çıkardım onu nereden tanıdığımı ve kim olduğunu. Eskiden
duyduğum korkunun aynısını yaşadım, çok ama çok perva
sızdı bizlere karşı; sizin düşündüğünüz şey ancak ondan son
ra geldi aklıma: <Dört ayak üstüne düştüm resmen> dedim.
<Bugüne bugün eski dostuz ne de olsa> diye, bir de <Koştur
macanın sonu geldi artık> diye düşündüm. Karşısına geçmiş,
muzaffer bir edayla sırıtıp duruyorum. Kafasını kaldırıp baktı,
o an bende sırıtmadan eser kalmadı, saçları biraz kırlaşmış,
dediğim gibi biraz saray müşaviri kılıklı olmuş ama eski bildi
ğimiz halini koruyor, tıpkı eskisi gibi, aynı gözler; ne bir kırp
ma var ne bir bakış, göz değil cisim aslında, gördüğü falan yok
denebilir, olsa olsa karşıdakinin içinden geçip giden bakışlar
için gerekli ona. Beni tanıdığını hissettim, meseleden önceden
haberi olmuştu belki de, başvurum nedeniyle . . . ama hiç ora
lı değildi, kendini başka biriymiş gibi göstermeye kararlıydı
ve dediğim gibi, coşkumun üstüne bir bardak su içebilirdim
Kimbilir belki de benimkine benzer vakalar daha önce de ol
muştur. Onun için sıradan meselelerdir bunlar belki de. Der
ken işte iyice yüzüme baktı, adımı, doğum tarihimi, nüfusa
kayıtlı olduğum yeri falan sordu, hiç tanımadığı birine sorar
gibi. Bana hiç ama hiç tanımadığı biri gibi muamele ederek,
yanılmış olabileceğim duygusuna kapılacağımı ümit etti her
halde. Ne muhteşem bir yurttaşlık örneği.'
186
doldurdum halbuki, daha fazlası beklenmesin benden, sakin
kalabilmeyi isterdim doğrusu; ama dediğim gibi heyecanımı
başka kaynaklardan toparlıyorum. Anlayacağınız aynı şeyleri
tekrarlamaya yanaşmadım, sadece 'Siz de pes edip oyuna ortak
oldunuz öyle mi?' diye sordum.
'Başta evet. Soru üstüne soru sordu, o kadar ki araya gir
mek mümkün değildi. Eskiden de öyleydi. Bir tek sözcük se
çiminde daha bir saray müşaviri gibiydi. Beş dakika sonra, ben
tam mülakat başlıyor derken sandalyesini geriye çekip: <Hak
kınızdaki dava, ne olduğunu biliyorsunuz, üzgünüm, yapacak
bir şey yok, sağdaki kapıdan lütfen> demez mi? Sonra da ses
lendi: <Sıradaki gelsin ! >
'Ee, mesele kapandı mı böylece?'
'Evet kapandı,' diye yanıtladı Huber. Tabii ki o an tutup
gırtlağına yapışasım geldi. Ne var ki insan zamanla olgunla
şıyor işte.'
'Hiç mi bir şey söylemediniz?'
'Sonradan. Merdivenlerden inerken. Sokakta. Açtım ağ
zımı yumdum gözümü. Ne var ki o bunları duymadı. Saray
müşaviri bey ! diye bağırdım suratına, o zamanlar 38 yılında
resmi unvanınız başkaydı, daha fiyakalıydı. Benim o zamanlar
kaç yaşında olduğumu biliyor musunuz? On yedi. Siz peki?
Kırk falandınız. En fazla kırk beş. Kocaman adamdınız yani.
Kim kimi SA'.ya soktu? Cevap verin lütfen ! Kim kimi kandırıp
etti? Emirleri kim kime verdi? Ben mi size verdim? Yoksa siz
mi bana? Ne diye yargılandım? Hem de kimin yüzünden? Ya.
Anladınız mı şimdi ! Bir de kalkmış diyorsunuz ki üzgünüm,
yapacak bir şey yok. Buna benzer şeyler söyledim ya da n e bi
leyim, bağırdım ona, demedik laf bırakmadım, ama işte ne var
ki demin de dediğim gibi, sokakta . . . derken insanların dönüp
bana baktığını fark ettim, sustum ve bitti dedim kendi ken
dime. tlişkilerden de hayır yok. Yolculuk da Avustralya işi de
suya düştü. Sonra da işte size geldim."'
Mimar L. sustu ve alnındaki terleri sildi. Sonra da "Evet, siz
ne diyorsunuz tüm bunlara? " diye sordu. "Tam da benim ona
yardım edebileceğim fikri absürd bir şeydi. Peki ya yarın bir
başkası çıkıp gelse, haltları on yedi yaşında yemiş biri, bir il.
Huber, ama bu kez yerine getirebileceğim bir istekte bulunsa.
Ne yapmalı dersiniz? Yardım etmeli mi? Bir sakıncası olur mu
ya da ben yardım eder miyim acaba? Ne yapsan yanlış. Hiçbir
şey yapmasan yine yanlış. Yanılıyor muyum?"
Davetlilerden kimse yanıt vermedi.
Birden bağırmaya başladı: "Size bir şey söyleyeyim mi? Bu
rama geldi artık! Aynen öyle, burama geldi ! Bir insanın kolay
kolay hazmedebileceği bir şey değil bu ! Kafaya koydum, gi
deceğim buralardan ! Aynen öyle, ikinci sürgün ! Çok çok uza
ğa ! Bu işlerin başıma gelmeyeceği bir yerlere ! Avustralya bile
olur! "
Huber'in sinik bir insan olduğunu sanmıyorum. Öylesine
sıradan biri bence, tarihin akışı tarafından hırpalanmış sadece
ve herkes gibi, çıkarları söz konusu olduğunda titizliği elden
bırakan biri. Kalkıp da bir Yahudiye akıl danışmaya gelmiş
se, bu rezilliğinden değil, ahlaki zevksizliğinden. Sinirlerine
hakim olamamasında da samimiyetsizlik yok. Her ne kadar
kuşkuyla yaklaşılması anlaşılır bir şeyse de. Vasatlık çaresiz
liğe engel değil, düzeysizlik de samimiyetsizlik anlamına gel
mez. Üstelik Huber'in çaresizliğine yol açan şey için de pekala
müstahaktı denebilir. Otuz yaşında birinin on yedi yaşınday
ken baskı altında yaptığı şeyin sonuçlarına katlanıp katlanma
ması gerektiği sorusu geçerliliğini koruyor, <mağdur>a hangi
insani mertebeyi yakıştınrsak yakıştıralım, hiç fark etmez.
Huber'in sorusu yanıtsız kalıyor elbette. Sürgünden dön
müş olanın <perdeyi> kapatan ahlaki sorusu da keza. Benim
kağıda döktüklerim, nottan ibaret. Ama sadece not tutmak
bile bence önemli, çünkü yarın öbür gün burada içinde bulun-
188
duğumuz vaziyetin yarattığı bütün bu korkunç saçmalıklar ya
unutulacak ya da inkar edilecek.
Viyana, Ekim
18 9
hepsinin ahiretteki patırtıya uyanıp, apar topar gaiplerden çı
karak kademe kademe ayrılıp, şehit mertebesinde olanlar bu
yana, günahkarlar şu yana diye sıraya dizildiği, lblis'in olan
biteni yattığı yerden seyredip hiç istifini bozmadığı. . . ta ki
Tanrı'nın kıpırdadığını duyana dek; sonra da zil takıp oyna
yarak denemeyi yarıda kestiği; ortalıktaki iyiler, kötüler, her
kesin, hiç itiraz etmeden nasıl da hemen yerlerine döndüğü
ve nasıl da yeniden birkaç bin yıllığına hiçbir şey olmamış
gibi mezarlıklarında ve savaş meydanlarında alt alta üst üste
uzandığı.
Evet, sanki hiçbir şey olmamış gibi Tek fark şimdi burada
işin içinde olanların ölü değil diri olmaları ve anlaşılan o ki
diriler, meselenin prensipte o türden genel provalarla sınırlı
kalacağından, gerçek temsillerin hiçbir zaman sahneye konul
mayacağından adlan gibi eminler.
Viyana, Ekim
Viyana, Ekim
191
Viyana, Ekim
Viyana, Kasım
1 93
Viyana, Kasım
Viyana, Kasım
1 94
Viyana, Kasım
1 95
lar için hala Orient'in parıltısına sahip. Bizse kenti bir içdeniz
bölgesi olan Akdeniz'de bir yer olarak görüyoruz.
Oysa Viyana eskiden ve zamanımızda da uzunca bir
süre - çok renkliydi, bir dolu yabancıya ev sahipliği yapıyor
du. Kısmen Balkanlar'ın yakın olması kısmen de Monarşi'nin
çokulusluluğu dolayısıyla. Bu hayatın renkliliğiyle (artık sa
dece menü kartlarında kalmış parıltısıyla) karşılaştırılınca
diğer bazı başkentlerdeki, örneğin Berlin'deki hayat, renksiz
kalıyordu bile denebilir. Ancak Avusturya hala renkliyken ulus
devletler de filolarıyla, Dünya pazarlarını ele geçirmeleriyle,
kolonileştirmelerle, göçlerle vesaire eşsiz bir renk yelpaze
sine kavuştular. Öyle ki Viyana'yı, hatta en renkli dönemin
deki Viyana'yı, sonradan bir taşra kentine çevirdiler. Paris'te
Çinhindi'nden gelmiş binlerce kişi öğrenim görürken (kim
bilir belki de artık böyle değildir, çünkü Fransa'nın sömür
gecilik dönemi kapanmak üzere) , burada hala - bu türden bir
çizime birkaç gün önce buradaki mizah dergilerinden birinde
rastladım - Çinliler, kırk yıl öncesinde kalmış saç örgüleriyle
resmediliyorlar. New York'ta yüz binlerce 'coloured people' , ·
Viyana, Kasım
1 97
sipte tarihin akışının görüş alam dışına çıkacaklar. Sütten ağzı
yanmamış tek bir kişi yok gibi. Şöyle ya da böyle bir tercih
yapıp da şansı yaver gitmiş birine rastlamak zor. Bir kez daha
tercihte bulunma riskine girenlerin sayısı her zamankinden
daha az. Teorisiz şüphe Avusturyalıların bir özelliğiydi zaten.
Ülkenin aczi bunu daha bir pekiştiriyor.
Ne olacağını bilemezsin. Yarının ne getireceğini bilemez
sin. Yarın kimin hükmedeceğini, şimdilik kalkıp kime biraz
cüretkarlık edebileceğini asla bilemezsin. Gündelik ilişkilerde
şu anlama geliyor bu: Öylesine bir öğle yemeğine çıkıp gel
miş müşterinin yarın bir gün nüfuzlu biri olup olmayacağını
nereden bilebilirsin ki. O halde ilgilenip yakınlık göstermeli,
yarına dönük bir gerekçe uğruna. Apolitiklik de revaçta, yarın
bir gün geçmişte apolitik olunduğunu kanıtlamak için. Kibar
lığın, güvensizliğin ruhundan yeniden doğuşu.
Bu (bahanelerini karşılıklı olarak sundukları) bahanecilik
oyununun tam da nesilden nesile aktarılmış nezaket kalıplarıy
la vuku bulması pek şaşırtıcı değil. Korku ve güvensizlik, yeni
olumlu görgü kalıplan bulamayacak kadar <yaratıcılık>tan
yoksundur zaten.
Modası geçmiş olana yeniden el atılarak ek bir haşan da
elde edildiği, üstü örtülen Hitler aranağmesi gerçekliği hü
kümsüz kılındığı içindir ki Avusturya-Macaristan İmparator
luğu zamanının tarzları şeref veriyorlar aslen.
Viyana, Kasım
Viyana, Kasım
199
yıllarda sık sık oluyordu - duyduğum zaman sanki hiç iyileş
meyen bir yaraya dokunmuşlar gibi acı veriyordu bana bu.
Dün Dr. N., Sorbonne'daki bir sempozyuma katılacağından
söz etti. Her zamanki reaksiyonumu bekledim. Acıyı. Nafile.
Bu arada Paris'e gitmiş olduğum için iltihap kurumuş ve yara
iyileşmişti açıkçası.
Dr. N.'ye kıskançça bir yanıt vermek yerine, New York'taki
Public Library'de izine rastladığım, <Morbus Helveticus>
(yani yurt özlemi hastalığı) üzerine eski bir inceleme yazısının
konusunu açtım. Yazıda, hastalığın ölümcül olabileceğinden
söz ediliyordu. Ama çabucak iyileşme sağlanabilirmiş, yeter
ki hasta çok kısa süreliğine de olsa düşkünlüğünün ereği olan
yere götürülsün. Kısacası bu saptama doğrulanmıştı.
Daha frapan bir doğrulama: Amerika'ya göç edenler ara
sında, birkaç yıl geçmeden, yurt özlemine dayanamayıp <old
country>lerinr ziyaret edenler olmuş hep, hala var böylele
ri. Çok azı sonradan bu ziyareti tekrarlama ihtiyacı duymuş.
Anlaşılan iyileşmişler. Rivayet odur ki ülkelerine geleli daha
birkaç gün olmuşken, bu kez <new country>lerine.. <yurt
özlemleri>nin depreşmesiyle geri dönenler olmuş.
Viyana, Kasım
Memleket -yhn
Yeni ülke -yhn
200
barlık ve <kamusallığının> bir aldatmaca olduğunun hiçbir
önemi yok aynca. Ama biri için algıyla optik yanılsama arasın
daki ayrımın ne kadar önemi varsa bu tipler için de düzmece
olanla olmayan arasındaki ayrım o kadar önemli.
<Meselesi olmamak> ifadesi bu insanların yalnızca özel
hayatlarına dönük yaşadıkları şeklinde anlaşılabilir. Öyle de
değilmiş ama. <Meselesi olmamak> kendine ait ve kendine
has bir hayat anlamınaysa hiç gelmiyor. Tam tersine: Eski
çağların ve başka sınıfların tüketilip bitirilmiş töre, kültür ve
din ögelerinden beslenerek sürdürdükleri gelenekselliklerinin
eline kimse su dökemez. Apokaliptik çağın bağnazlanydı bu
insanlar.
Tarihsel açıdan bakarsak, Mettemich döneminin son to
runları bunlar. Oldum olası yurttaş sorumluluğundan tek an
ladıkları şey <huzur>lanymış. Meziyet olarak gördükleri şey,
daima bir güvenceyle altını çizdikleri muhalefet etmemeydi....
kime muhalefet etmediklerinin de onlar açısından zerrece
önemi yoktu. Bir yazgılarının olmaması için ellerinden geleni
yapmışlar. En iyi bahane olarak hiçbir şey yapmamayı gördük
lerinden de esas itibarıyla hiçbir şey yapmamışlar. Derken Hit
ler rejimi sırasında olmadık bir şeyle karşılaşmışlar:
Hiçbir şey yapmadıkları için başlarına gelene kaderin cil
vesi denebilir; en azından içlerinden bazıları açısından. Ko
laylıkla anlaşılacağı gibi. Çünkü nasyonal sosyalist devlette
muhalefet etmemek ve parmağını kıpırdatmamak yetmez.
Hatta böylesi düpedüz sabotaj sayılır. Sonra bir şeylere maruz
kaldıklarında da şaşkınlıklarım yenememişler. Bağlılığın pren
sipte hiç kanşmamadan ibaret olduğuna dair inançları da hala
sürdüğünden, bir şeye karışmadıkları halde cezalandırılmala
rına anlam veremememişler. Böylece onların içinde de rejime
karşı kötürüm bir öfke oluşmasında şaşılacak şey yok. Ancak
kendilerinin vurguladığı nokta esas itibarıyla suçsuz oldukla
nydL (Dün duyduğumu aktarıyorum: "lyi ama ben hiçbir şey
201
yapmamıştım ki") Bir antifaşist hem düşmanının suçunu
hem çok az şey <yaptığını> düşündüğü için kendi suçunu vur
gular oysa.
Dün sohbet ettiğim, bilgili, donanımlı diyebileceğimiz, tut
kulu bir Hitler düşmanının ağzından çıkan umarsız sözleri,
Mettemich zamanının bu mirasçılarım tanıma fırsatı bulmuş
biri kavrayabilir ancak. "Ne muazzam bir fırsat yakalamış
olurduk," diye hayıflandı yüksek sesle, sözünü ettiğim kişi,
"şöyle gerçek bir naziyle karşılıklı oturup konuşabilseydik. En
azından bir meselesi vardı, yanlış ve akıl almaz derecede bar
barca da olsa. Hiç değilse yanılgısını gözüne sokardık, yanlış
hedeflerini düzeltebilirdik, yanlış tutkusunu gerçekten daha
iyi şeylere kanalize edebilirdik belki, kimbilir."
Biliyorum rezilce sözler bunlar, kulakları tırmalıyor. Keza
benim kulaklarımı da. Ancak anlaşılır bir şeydi patlaması.
Nasıl bir zaman bu böyle, ciddi diyeceğimiz insanlar, eski
can düşmanlarım diğer insanlara tercih ediyorlar! Lakin çe
kiçle pamuk dövülmez, demir dövülür. Diğerleri pamuk olu
yor işte.
Viyana, Kasım
202
kadının pürüzsüz cildinden ya da şen şakrak haliyle kur yap
masından etkilenmiş, <aynca> insanlan ve insan onurunu pe
rişan edenlere tezahürat yaptığını unutmuştur. Biz uzaktakiler
için bu tür <bundan başka bir de> diye bir şey yoktu. Tek tek
izlenimlerden kaynaklanabilecek tehlikeyle bağlantımız ko
puk, ampirik hiçbir şeyle kafamız karışmadan, doğruluğunda
ısrar ettiğimiz içeriklerin dayandığı düsturu göz ardı etmeden,
<sağlam karakterli> kalabildik. Öte tarafı (yani burayı) düşün
düğümüzde, insanlar bizim açımızdan profesyonel naziydiler,
başka da bir şey değildiler. Ne denli yanlış bir inançsa da bu,
ahlaki açıdan da yanlış olduğu kanısında değilim.
Bir düşmanın <aynca> ne olduğu - böyle bir şeyi telaffuz
etmek korkunç - insanı ilgilendirmemeli yazık ki. Bir SA üye
sinin sakatladığı birini, bu suçu işleyenin, suçunu <sadece
bir> nazi olarak işlemişliği, bunun haricinde araba tamircisi
ve nazik bir insan olması ne ilgilendirir. Belki gerçekten de şu
ya da bu kişi, cinayetlerini sadece nazi <olarak> işlemiştir; ne
var ki hafifletici diyeceğimiz bu <olarak>, cürmünün sonuç
larına dahil değil. Onun sadece bir nazi <sıfatıyla> öldürdüğü
ve sadece Hitler düşmanı <sıfatıyla> canım yitiren adam, artık
ölü biri ve hiçbir vasıflandırmaya girmiyor. Hesaba katılması
gereken vasıflandırma değil, sadece öldürme eylemi ve ölmüş
olma gerçeğidir.
Viyana, Aralık
20 3
yok. Bodrumdakilerden biri alınıp karşılık vermiş: "Beğene
mediyseniz, geldiğiniz yere dönün kardeşim."
Viyana, Aralık
20 4
camlarının tepesinden beni süzdü, sonra da ellerini sildi, bir
şeye hazırlık yapar gibi.
Başka deyişle: Savaşı hatırlama onun açısından izole
bir görüntü oluşturuyordu. İşsizlerin olmadığı eski <güzel
zaman>ın görüntüsünün de daha az izole olduğu söylene
mez. lki resmin de gözünün önünde hala net mi yoksa çoktan
silikleşmiş mi durduğu bir yana; belirleyici olan, kafasındaki
resimlerin hiçbirinde bir diğerine göndenne olmaması; izole
edilmiş iki unsur <savaş ve herkese iş sağlanması> arasındaki
ilişkinin canlı anısına dair üçüncü bir resmi tasavvur etmek
ten aciz olması.
38'e gelindiğinde tam istihdamın <güzel zamanları>yla sa
vaş arasında henüz dolaylı olarak bile bir neden-sonuç iliş
kisinin bulunmaması da onun bu konudaki aczini daha bir
artırıyor. Sonuçta Polonya'nın işgali, tam istihdamın sonucu
değil, aksine tam istihdam, savaş planlarının bir sonucuydu.
Zamansal açıdan sonrakini zamansal açıdan öncekinin ne
deni, önceki refahı ise sonraki felaketin sonucu olarak kav
ramasını ve böyle hatırlamasını beklemek insafsızlık olurdu
doğrusu.
Ayrıca şu da var, tamircinin o sıralar yaptığı iş ve ortaya
çıkardığı ürün, hiçbir biçimde savaşı <hatırlatmıyordu>: lşi
bombardımanla değil gizli pençeyleydi. Tam istihdam, devam
ettikçe, savaş hazırlığı olduğu ikide bir ayırt edilemeyecek ka
dar tatlı geliyordu nihayetinde. lşin içyüzünü anlamak, verdi
ği keyfi berbat ederdi ne de olsa.
Anlayacağınız ta o zamanlar bile olguyla anlam arasında
ki bağlantı kesikti onun açısından. Tamircimizden, <güzel za
manların> görüntüsüyle, evinin üstüne düşen bombaların
görüntüsünü, başlangıçtaki algısında da aynı tabloda bir ara
ya gelmemiş bu iki resmi sonradan geniş, yekpare bir hatıra
freskinde toplamasını beklemek hiç akıl karı değil.
20 5
Viyana, Aralık
206
yani Büyülü Dağ'a değinmek, Kübizm benzeri <modem akım
lara> açık olmak.
Devre dışı kalışı da çoğu kez daha bir radikal. Belirgin ço
cukça bir hazla yatağına uzanıyor, "bir-iki yıl önce" (gerçekte
1927'de) ölmüş anne babasının kahverengi bir sürü fotoğrafı
m çıkarıyor, ne kapı zilini duyuyor ne telefona yanıt veriyor:
Yani bir bakıma bir zaman boykotuna başlıyor ve bellek yitimi
ni kasten yaratıyor.
lşte sinirleri zayıf olanlar, felaketi böyle <unuttular>, akıl
da tutmaya ya da üstesinden gelmeye güçleri yetmedi çünkü.
Peki ya dar kafalılar neden unuttular? Tas kebabı önüne
gelince dünkü açlığını unutursun da ondan; bu arada tas ke
babı da hem hiç fena değildir hem zamanla kamksamışsındır
artık.
Sinir hastalarının bir şey bildiği yok dedik. Ahmakların da
öyle. Peki olup biteni kim akılda tutacak, kim ders çıkaracak,
uyarılan kim dile getirecek yahu? O zamanlar burada olmayan
bizler mi? Mümkün değil.
Yoksa acaba vahşetin bastırılmaya çalışılan etkisi yıllar geç
tikçe yeniden mi su yüzüne çıkacak? Yıkıntılar, onarıldıktan
sonra mı gerçeklik kazanacaklar?
Viyana, Aralık
20 7
Ama sonuçta Hitler, tesadüfen ona kurban gitmeyenleri, özel
yaşamlarının en ince ayrıntısına dek etkilemedi mi? Bugün
yirmi beş yaşında olanlar, on üçünden yirmisine dek; otuzun
da olanlar, on sekizinden yirmi beşine dek, onu neredeyse bir
tanrı gibi yüceltmediler mi? Bu insanların, ilahlarını ve bu
ilaha adanmış yaşam kesitlerini unutmuş olmaları olanak
sız. Bunu ümit etmek bile istemem. Böylesi bir unutkanlığı,
hani neredeyse, kendilerini öyle bir adama adamış olmaları
gerçeğinden daha içler acısı bir durum sayardım doğrusu. Yo
hayır, sözünü etmeyerek onu yok saydıkları aklıma yatmıyor.
Kimbilir. Tam tersine <sözünü etmeyerek yaşatıyor> olma
sınlar onu? Belli etmeden tabulaştırıp bir mite dönüştürüyor
olmasınlar? Suskunluk zamanı, Hitler'in belki de siyaset dışı
kalmış bir mesih saygınlığına doğru evrildiği, tehlikeli bir ku
luçka devresi mi yoksa?
Paris'te, kentteki onca heykel arasında bir tek Napolyon fi
gürünü göremezsiniz. Heykel sanatında onu yok saymışlardır.
Ama bu onun 19. Yüzyıl'ın efsaneleşen tek hükümdarı olma
sını önleyemedi.
Viyana, Aralık
208
adamın panayırda atıcılıkta kazandığı ödülleri de. Hal böyley
ken savaşta yitirdikleri oğullarından (komşulardan öğrendim
bu gerçeği) asla söz etmemeleri, onu nadiren hatırlamaların
dan kaynaklanıyor kanımca; benimle konuşurken öleni bile
rek yok saymalarından değil.
Bu durumsa bir istisna değil. Onca kişiyle karşılaştım, sa
vaş kayıplarından hiç söz eden olmadı. Bu dönemin kurban
larından konuşacak olduklarında, akıllarına sadece Viyana'da
bombardımanda ölenler geldi hep. Neden? Taşkalplilik mi?
Bu sadece bir sözcük. Unutkanlık da tam açıklamıyor mesele
yi. Daha derine ışık tutmak gerekir.
Savaşta ölmüş oğullarından söz etmemelerinin kuşkusuz
bilinçli olmayan ilk gerekçesi şu: O, bugün artık ya gerçekten
reddettikleri ya da reddetmek zorunda kaldıkları bir dava (ve
davayla özdeş bir figür) yüzünden öldü. Onun ölümünü akla
getirmek anlaşılan ruhsal açıdan kaldıramayacakları sıkıntıla
rı beraberinde getiriyor. Onu <kahraman> olarak hatırlasalar,
uğruna öldüğü davaya onay vermiş olacaklar ister istemez.
Oysa böyle bir şeyi istemezler ya da istemeye kalkışmazlar.
Öte yandan çocuklarının Hitler'in kurbanı olduğunu, yani bir
hiç uğruna öldüğünü itiraf edemeyecek, bu gecikmiş, boş ha
yallerden tamamıyla kurtulma işini pratiğe dökemeyecek ka
dar ahlaki bağımsızlıktan yoksunlar.
Oğullarının ölüm haberi onun kahramanca öldüğü, <canı
nı Führer'e feda ettiği> şeklinde tebliğ edilmiş onlara Yani ölü
mün haberi ile yorumu aynı anda tek bir şey olarak ulaşmış
kendilerine. Ölüm haberi tebligatta nasıl yorumlanmışsa öyle
kalmış akıllarında. Şöyle de denebilir: Savaş sonrası dönem
yüzünden bu yorumu o haliyle sürdürmek zorlaşmamış olsay
dı, oğullarını bugün hala netlikle hatırlıyor olurlardı. Bugün
artık kalkıp da komşularına (bereket versin ki) şunu diyemez
ler: "Bu çarşamba oğlumuzun Führer için can verişinin yedin
ci yıldönümü."
20 9
Yorumu gerçeğin üzerinden sonradan sıyırıp atmak ve çıp
lak gerçeği akılda tutmak ya da ona yepyeni bir yorum kazan
dırmak o kadar zor ki. Ama daha zor olanı kaybın tamamen
boş yere verilmiş olmasını kabullenmek.
İkinci neden: Çokları için gözleriyle görmedikleri bir şeyi
hatırlamak olağanüstü zahmetli bir iş. Tersinden ifade edersek:
Ancak bizzat algıladıklan bir şeyi akılda tutabilirler. Çocukla
rının Rusya'daki ölümünü gözleriyle görmediler. Böylelikle
hatırda kalan görünüm, herhangi bir sahnenin yaşadıkları ka
yıpla bağlantısı kurulabilirse tabii, mat ve bulanık. Delikanlıyı
hatırlıyorlar, ölümü ise akıllarına gelmiyor.
Viyana'ya yapılan hava saldırılarım ise bizzat yaşayıp gör
düler, ölüler gözlerinin önünde, yıkıntıların altında duruyor
du. Algıladıkları bu gerçek öylece kaldı ve hala hatırlarında.
Viyana, Aralık
210
salt algılamak için. Yani sadece algıda kalarak sonuçların ta
savvurunu bertaraf etmek için. Yalnız başına algı körleştirir.
Viyana, Aralık
Viyana, Aralık
211
diyelim. Birincinin, ikincinin, üçüncünün ya da dördüncünün
ne işe yaradığı sorusunu yanıtlayamaz doğallıkla. Oğullann
dan birini yitirecek olursa <onunla birlikte> neyi yitirdiğini
açıklayamaz. Ne kadar paradoksal gözükürse gözüksün: ln
sanın kendisi, <değeri> ve işlevi, yegdne ve önceden kestirilemez
olduğu için tam da, kaybı da belirsizlik taşır. Yitirilene duyulan
ihtiyaç tanımsızdır. (Erkeğin evin geçimini sağlayan niteliğiyle
ya da kadının ev kadım niteliğiyle <yitirildiği> durumlarda iş
değişir elbette.)
(2) "Peki Doktor, zannediyor musunuz ki insanlar bana tazi
yede bulundular?"
Yatak odasının çökmesinden sonra yani. Oysa amcasının
ölümünden sonra taziyede bulunmuşlardı. Yani bir yakınının
ölümü, telafi olarak, yastaki kişiye az ya da çok bir saygınlığı
beraberinde getirir; oysa maddi zararlarda böyle değildir. Da
hası toplum insanı yakınlanmn kaybına, hatta kendi ölümüne
bile hazırlamıştır: Annenin bir gün öleceğini herkes bilir; evin
öleceğini kimse bilmez. Kişi, en yakınının ölümüne hazırlıklı
olmasa bile toplum, örf ve adetleriyle bu tür durumlann ön
lemini almıştır. Ölümü , pozitif bir yaşamsal ve toplumsal ol
guya dönüştürmemiş tek bir uygarlık bile yoktur. Bireyin bu
tür durumlarda nasıl davranacağı, hatta ne ve kendini nasıl
hissedeceği ona ziyadesiyle öğretilmiştir.
Ama yatak odasının tavam üstüne çöktüğünde nasıl bir
tepki vermesi ve neler hissetmesi gerektiği hiçbir yerde ya
zılı değil. Ona, dayanağını belli bir örften alan bir davranışla
yardım edecek kimse de çıkmaz. Mülkünü aniden kaybettiği
hallerde , ortalama insan, serinkanlılıktan tamamen uzaktır.
Yaşadığı şok, örflerce savuşturulmadığı için bir yakınının ölü
münün yaşattığından daha şiddetlidir bir bakıma. Buna bir de
beklenmedik şekilde mülkünden olan birinin, <dul kalma> ya
da <öksüz kalma>ya eşdeğer belli herhangi bir sosyal statüye
kavuşamaması eklenir.
212
Sonuçta servet kaybı herhalde çoğu kez üstesinden geli
nemeyen, biçimlendirilemeyen bir factum brutum· olarak ka
lır. <Travma>nın doğası <üstesinden gelememe> olduğu için
de servet kaybının, sevdiklerinin ölümünden daha büyük bir
travmaya yol açması mümkündür.
(3) "Bizim gibi adamlann oturduğu evlere bak."
Yani insan neye sahipse odur (Feuerbach'ın ilkel cümlesi
<insan ne yerse odur> da neymiş) . Sahip olduğun şeyi yiti
rince, kendini de yitiriyorsun. Toplumda saygınlığın kalmıyor
bir anlamda.
Üç erkek kardeşini kaybetmek itibarı hiç zedelemediği gibi
çoğu kez yarar sağlar. Söz konusu üç kardeş, doğrudan yar
dımcı oluyor ya da saygınlığın artmasına aracılık ediyorlarsa,
kayıpları ancak o zaman zarar oluşturur. Ama eğer önceden
üç evin varsa ve birden kiracı olarak tek odayı iki kişiyle pay
laşmak zorunda kalmışsan, artık bir hiçsindir ve bitiksindir.
Bu durum sürdükçe de kaybın, yani sosyal konumundaki de
ğişiklik aklından çıkmaz. Hatırlamanın temel formu yokluğu
duyumsamaktır. O yüzden sürekli yokluğu nedeniyle sürekli
özlenen şey, yani mülk daha iyi hatırlanır.
213
ğişik çevrelerde ve işyerlerinde, (her defasında başka) başkala
rınca, hep başkası (oysa her yerde bir hiç) - yani kah özel öğ
retmen, kah Yahudi, kah tahta cilalayan biri, kah Alman, kah
sanat kuramcısı, kah Hitler karşıtı, kah Amerikalı, kah vasıfsız
işçi vesaire vesaire - olarak görülmüşse; böyle birinin kimliği
ni koruması hiç de kolay değil. Önceleri, yaşadığı dünya ve
onun değişmezliği, insanın karakter yapısını biçimlendiren ve
güvence altına alan etkenler arasındaydı. lnsan, hangi sınırlı
dünyada hangi sınırlı görevleri olduğunu bilirse, kendini ona
göre ayarlayabilir, bu doğrultuda direnmesinden de <karak
ter> dediğimiz şey çıkar. Yaşamdan ve onun belirlediği karak
terden bu tür bir yardım görme şansına sahip olmadık hiç.
Herkes kendi kişiliğini tek başına korumak durumundaydı.
Biz huzuru sadece çalışırken; sadece, hiç etkilenmeden, değiş
meyen ödevlerin başında oturmaya devam edersek bulabiliriz,
her ne kadar koltuklarımız seyahat koltuklarıysa da. Belki tam
da bu nedenle. Bunu becerebilenler, eskinin sabit bir yerde
yaşayıp her gün başka şey yazan gazeteci tipinin zıt örneğini
oluşturan, gayet modem bir tipi temsil ediyorlar: Çünkü biz
her günü başka bir yerde geçirip yine de aynı şeyi yazanlarız;
en azından deniyoruz bunu. Nerede olursak olalım. Yazılan
ların, ortalıkta savrulup duran kendi kök liflerimizden daha
derine kök salıp salmayacağıysa ayrı bir konu.
Viyana, Ocak
2 14
Haksızlık etmişim. Öğrendim ki böyle insanlar da vannış.
Sayılan hakkında fikrim yok elbette. Ancak ikisini tanıma
fırsatı buldum. lkisi de kadın, ikisi de hoş insanlar, siyasi fa
natizmin epey uzağındalar; biri çocuk doktoru, diğeri evli, ev
kadım Tabii her ikisi de sevdiklerinden birçoğunu rejime kur
ban vermişler. Duraksamadan ve her tür kibirden uzak, ama
hala sevinçten titreyerek anlatıyorlar: Yaklaşan uçak filosunun
çıkardığı gürültü her seferinde bir zafer coşkusu yaratmış iç
lerinde, hala uçak motorlarının uğultusu büyülermiş onlan;
yüzlerindeki, hoşnutluğun yol açtığı gülümsemeyi başkala
rından gizleyebilmek için akla karayı seçerlermiş; o derece
mutluluğa boğulurlarmış ki korkuya kapılmak hiç akıllarına
gelmezmiş; hava saldırısının olmadığı günlerde kendilerini
ihanete uğramış sayarlar, öyle günleri en azından kayıp olarak
değerlendirirlermiş. B. Hanım, ağır bombardımanlar sonrası,
kocasıyla çıkıp <denetleme gezintileri> (kendi sözleri) yaptık
larım da anlattı, bir yerde her tahribatı tek tek görüp doğru
lamak için; bata çıka arasında yürüdüğü kınkların ve dökün
tülerin takırdamasını hala duyar gibiymiş, o sesler, hınzırca
sevincinin müziği olarak kulağına çalınan seslermiş.
Sıkıcı bir tip olan S., bu bombalara pekala bizzat hedef ola
bileceği ihtimalini aklından geçirip geçirmediğini sordu kendi
sine. "Hedef olmak mı?" diye tekrarladı ve soruyu soran S'ye
baktı, naifliğin bu kadarı da fazla dercesine: "Ona bakarsan, çok
daha öncesinde, bombalar düşmeye başlamadan çok çok önce
hedef olabilirdim Tehlike açısından pek değişen bir şey olmadı.
Ama bu tehlikenin yarattığı fırsatlar o kadar önemliydi ki."
Viyana, Ocak
2 15
siyle birlikte çalışıyormuş. "Sorun yok," diyor, "pek dert et
miyorum."
O ikisinin kim olduklannı sürekli akılda tutmaya çalışsa,
sanının bu rezil heriflerle çalışmak epey zor gelirdi ona.
Böylesi bir ısrarsa bir çifte yaşamı gerekli kılardı; oysa çifte
yaşam pek az kişinin kotarabileceği bir şey. Yalnızca soyutla
ma virtüözleri, fabrikada, ofiste, mağazada ya da tiyatroda her
gün birlikte çalıştığı kişileri, bir yandan sürekli insan yerine
koyup, bir yandan da kendi içinden, yaklaşımından soyutla
yarak, ruhunun el altındaki gizli bölmelerinde <adi herifler>
ya da <caniler> olarak adlandırabilir.
Viyana, Ocak
Viyana, Ocak
216
Dr. L. anlattı:
"Baskı altındaki memurların o güne dek asla yeltenemeye
cekleri itirazlar, bu sihirli sözcüğün yardımıyla mümkün hale
geldi. Burnundan kıl aldırmayan nazi bürokratlarının talimat
larına, <Ne dersiniz, sizce bu, nihai zaferden sonra aleyhinize
kullanılmaz mı?> sorusuyla karşılık verilebiliyordu. Bu uyan
sorusundan sonra da baştaki talimatta ısrar edildiği nadirdi."
Bugün, aradan sadece birkaç yıl geçmişken, o kibirli bü
rokratların yeniden - ya da hala - iş başında olduğu bir gerçek.
Nihai zaferi atlattılar. O zamanlar bu <nihai zafer> tabirini ze
kice suistimal eden o memurlarınsa işi şimdi de zor.
Fakat sözcük yeniden eski anlamım, <suistimal> döne
minden önce sahip olduğu anlamı almaya başladı. Şöyle ki
veniden ca!llanan naziler, bugünü, gün doğmadan neler doğar
duygusunun ağır bastığı bir gece olarak görüyorlar.
Viyana, Ocak
217
Katil yakalanıyor bu arada elbette. Ama sanki bir yankesici
gibi. Cesedi dışarı taşıyorlar. Ama sanki düşüp kırılmış kap
kacak gibi. Pistteki kam siliyorlar. Ama sanki yere dökülmüş
kızartma sosu gibi.
Anormallik, peşi sıra hiçbir şey olmamasında.
Hepsi görgü tanığıydı; yani bizim tezimize göre, yaşanan
ları akılda tutacak fırsat geçmişti ellerine. Ancak beş dakika
sonra olayı hatırlayan yoktu. Yahut bu kısacık zaman aralı
ğında <hatırlama>nın sözü bile edilemeyeceği için olsa gerek,
daha aradan beş dakika geçmişken, olayın <kopyası> ruhları
nın retinasından silinmişti. Genç kızın az önce kanlar içinde
yattığı yere hiç bakmadan üzerinde patinaj yapıp durmuşlar.
Ne biçim bir kuşak bu! Durup bakmadan <hareket etmek
ten> başka bir şey öğrenmemişler. Öyle ya, daha on dört yaşın
dalarken ezberletildi bu onlara.
Şiddetin yol açtığı ölümlerin doğal karşılandığı bir dünya
da büyüdüler; ders programlan birilerinin enkaz altında kala
bileceği öngörüsüyle belirlenmişti, herhangi bir evin çökebile
ceği göz önüne alınmıştı - zavallı kuşak! Daha o zamanlardan
her gün her saat öğrenmek zorundaydınız olan biteni dikkate
almayıp işinize bakmayı. Ruhları körleşmişler olarak paçayı
kurtarabildiniz ancak. Sizden ne beklenir ki artık?
Sizleri suçlamak yersiz elbette. Ne var ki bayağısınız işte,
her ne kadar başkalarının bayağılıkları yüzünden bu hale gel
dinizse de. Bundan sonra da sizlere yardım edilebileceğine
inanmıyorum doğrusu.
Viyana, Ocak
218
geriye bakmanın sırası değildi. Birazdan neler olacağını kim
kestirebilir ki?
Olağan yaşamda asla tek tek noktalara ilişkin algı yoktur.
Yalnızca zamanın içinde akıp giden algının kesintisizliği var
dır. Her sahne bir önceki sahneye ya da olası bir sonrakine
gönderme yapar.
Oysa burada, olağandışı güvensizlik anlarında, facia ya
şanan durumlarda, algı dumura uğrayıp tek tek noktaların
bağımsız algısı şeklindeki bir anormalliğe dönüşmüştür. Her
biri sonuçsuz kalmıştır, her biri anlık görüntüden ibaret
tir. Parladığı anda sönmek durumundadır, belleğin diski bir
sonraki görüntü için boş kalmalıdır. Kısaca algı aslında ar
tık <kaydetmeyi> bırakmıştı, <kaydetmekten> kastettiğimiz
bir tür· <alıkoyma>ysa eğer. <İzlenim> olmaktan da çıkmıştı,
<izlenim>den <iz bırakan>, yani kalıcı bir şeyi anlıyorsak. Her
bir algı artık sadece bağlantısı kopmuş bir resim sunuyordu ve
her bir resmin hemen rafa kaldırılması zorunlu olduğu için de
hiçbirine tekrar dönmek mümkün değildi. Hatırlamanın körel
mesi demek ki ta algının körelmesine dayanıyor. Ruh körlüğü
<le keza, çünkü tek tek her algı körleşmişçesine ve iz bırakma
dan kaybolup gidiyordu.
Ancak algının körelmesi de sonuçtan başka bir şey değil.
İnsanın bir şeyleri sadece anlık yaşamasının nedeni fiili
olarak da sadece anlık yaşamasıdır: Yani geçmişi olmadan. Şu
anda olup biten o yüzden önemsizdir, çünkü ona dokunmamış
t ı r. Algının felaketler sırasında bildiği biricik zaman doğrultu
su, dolaysız (neredeyse şimdiki) geleceğe uzanandır: Burada
algılama denen şey sadece paçayı kurtarma fırsatını değerlendir
medir; hem de hemen o an.
Dolayısıyla: Can derdine düştüğünde insan için artık geç
miş yoktur. Zaman bilinci ağır hasar görmüştür, tek kolludur,
<geçmiş> boyutu ampütasyonla alınıp atılmıştır. Bu tür du
rumlarda, olup bitenler <geçmemiş>, resmen <geçip gitmiştir>.
2 19
İşte balo salonunda dans edenler için de kısa süre önce
gözlerinin önünde yerde kanlar içinde yatan kızcağız bu an
lamda <geçip gitmiştir>.
Afet ortamında yetiştikleri için bugün bile o zamanki tek
kollu zaman bilinciyle hareket ediyorlar. Bunca yıldan sonra
ikinci kollarının yeniden çıkacağını ümit etmek yersiz. Tek bir
noktayı dikkate alarak yaşayacaklar, bir <şimdi>den diğerine
hoplayarak. Bu hallerini, ders olacak bir geçmiş niteliğiyle ak
lımızda tutmazsak, yann bir gün kendileri de <geçip gitmiş>
olacaklar; bir sonraki kuşak da buna hiç aldırmadan, o kısmı
atlayıp müzik diye seslenecek ve tepinecek; keyifleri de prog
ramın akışına uygun olacak.
Viyana, Şubat
220
Yan yollar bunlar. Bir yere kadar gidip tıkanan ve şoseler
çoktan başka yerlerden geçtiği halde, kendilerini hala anayol
sanan.
Evet, akıl etmem gerekirdi bunu. Akıl etmiştim de. Daha
sürgündeki ilk yılımda bir fabl yazmıştım, uzakta olanı değiş
mez sanma eğilimine karşı bir uyarıydı. Ancak görüş sahibi
olmakla o görüşü sürdürmek farklı şeyler. Insan bazen oldu
ğundan daha aptaldır. O sıralar kendime doğru dürüst kulak
verseydim, bugün, edebiyatın <bir şekilde> Hitler'in boyun
duruğu altındayken de devam ettiği gerçeği karşısında bu ka
dar incinmezdim.
Merak ediyorum, tamamlanması gereken noksanlar bir
gün benim <doğal mülküm> haline gelecek mi acaba?
Viyana, Mayıs
221
Viyana, Mayıs
Viyana, Mayıs
222
başlatmış; radikal düsturunu da öylesine keskinleştirmiş ki o
iğrençliklerde <insanın gerçek doğasını> görüyor, <insanın ne
mal olduğu ortaya çıktı sonunda> diyor.
Bu çok sivri düstur, beni de varsayımlarımı aynı şekilde
sivriltmek zorunda bıraktı.
"lyi ama, birçokları baskı ve tehditle zorlandı buna."
Yüzünde kuşku ifadesi belirdi.
"Bundan kuşkunuz mu var yoksa?" diye sordum.
"Bana kalırsa o insanlar o iğrençliklere kalkışmamaları için
öncesinde baskı altındaydılar. Ama sizin <baskı> dediğiniz şey
gündeme oturunca, onlara baskının sona ennesi gibi geldi bu;
o zalimlikleri yapma ruhsatı gibi; bir bentteki gedik gibi: Böy
lece sular kendiliğinden boşaldL Keşke bir görseydiniz, insan
ların nasıl bir hafiflikle toplu infazlar yapmaya gittiğini; bu işi
nasıl hiç önemsemeden kotardıklarını; geri geldiklerinde ne
kadar serinkanlı olduklarını."
Ne de olsa tüm bu olanları ben değil o yaşamıştı birebir.
Epey bir süre suskunluğumu bozmadan yürüdüm yanında.
Fakat ikna olacak gibi değildim.
"Bana öyle geliyor ki," deyip söze girmeyi denedim sonun-
da. "Gözden kaçırdığınız bir şey var."
"Neymiş?"
"Bir ruh yasası."
"Psikolog değilim ben."
"Psikolojide bunun esamesi okunmaz."
"O halde?"
"Duygular ve davranışlar tersine çevrilebilir."
"Anlayamadım."
"Eğer birine karşı bir şey hissetmiyorsanız, ona karşı tavn
ııız da umursamazlık olur."
"Öyle. Sonra peki?"
"Tersine çevirin. Birine karşı kayıtsız davranıyorsanız, ona
karşı hissettiklerinizde de kayıtsızlaşırsınız."
22 3
"Aynen öyle," diye mırıldandı.
"Ne demek aynen öyle ?"
"İşte alçaklık tam da böylesi bir şey."
Sessizlik.
"İnsanlardan çok fazla şey beklenebileceğini nereden çıkar
dınız ?"
"Nasıl fazla şey? "
"Her iki edimi titizce birbirinden ayırma gücü ve özgürlü-
ğü."
"Edimmiş," dedi alaycı bir tonda.
Öfkelendim. "Ne zannettiniz ya, edim tabii Sabahtan akşa
ma kadar insanları hayvan yerine koyup onlara bağırdığınızı,
hayvan muamelesi yaptığınızı varsayalım, sonrasında duygu
larınızı bu davranışlarınızdan ayıracak gücünüz kalır mı zan
nediyorsunuz?"
Alaycı bir bakışla "Siz orada mıydınız?"
"Bu gücü bulabilir misiniz kendinizde ?" diye sordum tek-
rar.
"Aynen öyle," diye mırıldandı. "Alçaklık da burada ya za
ten."
"Kısa bir süre sonra insanları artık insandan saymamaya
başlarsınız. Onu bırakın, algılayamazsınız bile. Size dayatıl
mış her alçaklık sırasında, karşınızdakilerin insan olduğunu
fark edecek olsanız, bunu hissedecek olsanız, son verirsiniz
yaptıklarınıza."
Kaşlarım çattı. Kimbilir neyi hatırladı. Bir süre sonra da
özetledi: "Aklama çabaları işte."
22 4
yakınlık duyabileceği bir iç dünyası olan birini bulduğunu
zanneden o; diğer tarafta geri dönmüş ve yaşananlan kavraya
bilme yolunda şimdi ilk ürkek adımlan atmayı deneyen ben.
Vedalaşıp ayrıldık kısacası, birbirimizi karşılıklı hayal kınk
lığına uğratarak. Ben onu, çünkü kısa devre yaparak düşün
düğünden, benim <aklama> çabasında olduğumdan emindi.
O da beni, çünkü onun bu gözü dönmüşlük savının kimseye
bir yaran yoktu. lkimizin, burada kalmış olanla sürgüne gön
derilmiş olanın, birlikte hareket etmesi gerekirken bu denli
uyumsuz olmasında, suçun ne onda ne bende olduğunu nasıl
anlatabilirim ki ona.
22 5
Belki de böyle biri şimdi yan masalardan birinde oturuyor.
Şurada kestane ağacının dibinde, annesi ve karısıyla. Soldan
ikinci örneğin, dobermamyla oynayan adam. Yakayı ele verdi
ğini bir bilse. Ama burada insanları insan olarak görme şansı
na sahip; o da laf mı, başka türlü algılama şansı yok.
Demek istediğim, burada, tanındığı, görüldüğü ve değer
lendirildiği bir ortamda o alçaklıklara kalkışma cesaretini gös
teremeyecek olması bir yana, böyle şeyleri içinden geçirmesi
dahi söz konusu olamaz. Burada birilerine kötü davranmak ne
benim aklıma gelir ne onun.
Kısacası: Onu içine ittikleri o dehşet ortamında hakikaten
dehşet verici biri olup çıktığını ve tanınmayacak hale geldiğini
yadsıdığım yok. Ancak o ortam çözülüp dağıldığı için bu ada
mın hala o haliyle kaldığından ve nihai olarak hurdaya çıktı
ğından emin değilim.
Kuşkusuz bu <geridönüşüm>ün olumsuz bir yam da var:
Şöyle ki tecrübeden yoksun kalmış oldu. Hatta denebilir ki
tecrübe kazanacak kapasitede değildi.
Viyana, Mayıs
226
Üçüncü olasılık, doğruysa eğer, aynı zamanda hem avutu
cu hem cesaret kıncı. Bir arada yaşadığın kişilerin <canavar>
olmadıklarım bilmek avutucu. Her seferinde içine düştükleri
durumların birer varyantından başka bir şey olmayan insan
larla bir arada yaşadığını bilmekse cesaret kıncı.
Birinci ve üçüncü olasılık birbiriyle çelişmiyor. Sadece
farklı vakalara ilişkinler. B durumuyla biçimlenmiş binlerce
kişinin, yeniden A durumunda yaşayacak beceriyi göstereme
mesi mümkün (Birinci Dünya Savaşı sonrasında uygarlıkla
rına yeniden dönme becerisi gösteremeyen Baltıklılar gibi) .
Diğer (kafa yorduğum) binlercesiyse yeniden kavuşulan A
durumunun dayattığı davranış tarzı nedeniyle, yeniden <es
kisi> gibiler. (Hiç kuşku yok, yarın bir gün, yeni bir durumla
karşılaşınca yeniden <başka birileri> olacaklar) .
Viyana, Mayıs
227
Kendi çöplüğünde ahlaklı davranmak, orada insanı insan
olarak görmek marifet değil. Ahlaki sorumluluk ait olmadığın
yerlerde, yabancılaşmaların araya girdiği, insanı insan olarak
kavramanın güçleştirildiği durumlarda başlamaz mı asıl? Da
hası ahlaki edim tam da boğulmakta olanın her şeye rağmen
tavizsizce, sonuna kadar karşısındakini insan olarak algılama
sı ve ona asla <tutunacak bir şey> gözüyle bakmaması değil
midir?
Sorular. . .
Viyana, Mayıs
228
Viyana, Haziran
Viyana, Haziran
22 9
K de bu durumu bir süre izledi. "Balığın bu yaptığı da sizin
düsturunuza verilmiş bir yanıt," dedim.
"Hangi düsturuma ?"
"Vahşet uygularken insanın gerçek yüzünün ortaya çıktığı
yolundaki."
"Tecrübeyle sabit bu." Durmayıp devam edelim istedi.
"Tamam, tecrübe."
"Turnabalığının konuyla ne ilgisi var şimdi?"
"Her zamankinden farklı davranıyor da ondan. Bildiğimiz
<asıl halinde> ondan asla beklenmeyecek hareketler sergili
yor."
"Almancası: Suda olsaydı böyle bir davranışta bulunmaz
dı."
"Aynen öyle."
"Yanlış: Yalnızca sudayken böyle bir davranışta bulunur
du."
"Belki de. Çünkü yalnızca sudayken b u hareketler gerçek
anlamda <davranış> sayılabilirdi Suyun içinde ancak, isabetli,
anlamlı, koordine ve başarılı olurlardı. Oysa şu anda bir panik
ve oynatmışlık halini anlatıyor. "
"Oynatmış," diye tekrarladı.
"Aynen öyle, oynatmış. Sözcüğün gerçek anlamıyla. Sıfat
fiil anlamında. Çünkü kendi doğal ortamındaki yerinden oy
natılmış ve ters bir ortama kaydırılmış durumda. Her bir organ
oynatmış durumda. Çünkü bu organlar sadece suya hazırlıklı
lar, sadece suyu <kavrayabilirler>. Solungaçlarının nasıl çalış
tığına bir baksanıza. "
Bakışlarını kaçırdı balıktan.
"Hava sanki suymuş gibi resmen," diye açıkladım.
Omuzlarını silkti. "Bu iş için varlar.'.'
"Kuşkusuz. Ama sonuçta havaya da ihtiyacı var hayvanın."
"Suda," diye karşılık verdi.
"lşte taşı gediğine koydunuz. Havayı bile ancak sudan al-
<lığında kullanabilir sadece. Bu dışarıdaki hava ise kendisine
yabancı, hem de bildiğimiz havadan başka bir şey olmamasına
rağmen. Sırf havadan başka bir şey olmadığı için denebilir ya
da. Hava, balık için burada adeta bilinmeyen ve hava olarak
teşhis edemeyeceği bir şey. Her halükarda, hava olarak kapa
mıyor bu şeyi. O yüzden de hava olarak algılayamıyor. Hava
sızlıktan boğulup ölecek."
<Yabancı>, <bilinmeyen> ve <algılamak> tabirleri sırasında
kaşlarım çatmıştı. Paralellikleri seziyordu. "Lafı nereye getir
mek istiyorsunuz ?"
"Sizin meseleye," diye karşılık verdim. "Şu anda gelmiş bu
lunduğumuz."
"Yani?"
"Balığın bu oynatmış hali bize onu tanıma fırsatı verir mi
sizce?"
Yanıt vermedi.
Daha bir genelleyerek devam ettim. "Bir canlının, tam da
doğasına aykırı bu tür bir durumda gerçek <yüzünü> ortaya
koyacağına inanıyor musunuz?"
"Olmaz herhalde."
"Çünkü bir varlık," diye özetledim, "kendini ancak doğal
ortamında ortaya koyar."
Bu ilk galibiyetten sonra öncelikle susmayı tercih ettim.
Konuya yeniden dönen o oldu.
"Yani sizin iddianıza göre," diye tercüme etti, "Hitler'in
boyunduruğu altındayken de insanlar doğal ortamlarından
koparılmışlardı; doğal olmayan bir duruma itilmişlerdi. O du
rumda karşılaştıkları şeyleri neye benzeteceklerini bilmiyor
lardı, örneğin insanları insan yerine koyamadıkları gibi, kendi
yaptıklarım da ayırt edemiyorlardı."
"Böyle düşünmeye çalışıyorum en azından. O yüzden bu
durumun insanın gerçek doğasını 'gözler önüne serdiğini' söy
leyemeyiz."
23 1
"Hının, peki nerede gözler önüne seriyorlar insanlar doğa
larını?"
"Siz, 'bu durumda' derseniz, ben de derim ki doksan dokuz
kere de kendilerine ait, kendi doğal ortamları olan bir dünya,
o tür iğrençlikleri akıllarından dahi geçirmeyecekleri bir
dünya kurma becerilerini ortaya koydukları durumlarda. lşte
o zaman ortaya çıkar doğaları."
O anda hiçbir karşı argüman elle tutulabilirmiş gibi gelme
di ona. Ancak kuyruğu kıstıracak biri değildi, aykırılık içine
işlemişti. Ahlaki varoluşu buna bağlıydL Yüz ifadesi benim
tüm argümanlarımı birer saptırma olarak gördüğünü ele veri
yordu , bu meselelere saptırmalarla yaklaşmak da kabul edilebi
lir şey değildi onun açısından. Yolun ortasında durdu , "Bakar
mısınız ," diye sordu birden, "sahiden, mazeret madrabazlığına
soyunmaya mı geldiniz buraya? Vahşeti savunmaya mı? Böy
lelerinden yeteri kadar var başımızda."
Üzülerek kafamı iki yana salladım. "Aksine insanların yeni
den iğrençleşeceği durumların yine yaratılmasını önlemek . . .
bunu önlemeye yardımcı olabilmek için."
"Bilmez miyim," diye yanıt verdi. Beni bir ahmak olarak
gördüğü su götürmezdi. Çünkü acı çeken kasvetli birinin gö
zünde, pes etmeyen herkes ahmaktır.
Viyana, Haziran
2 32
"Ee?"
"Belirlenmiş olduğu içindir ki hakkında gözlem yapıp fi
kir yürütebiliyoruz. Örneğin akıllıca bir saptamayla, tezgahın
üzerine atılmış balığın ona ters bir ortamda bulunduğunu söy
leyebiliyoruz." Yüzünde benimle dalga geçtiğini gösteren en
ufak bir belirti yoktu.
"Felsefeci misiniz?" diye sordum.
"Öylesine hobi benimkisi. Bu doğal olmayan halde balığın
hiçbir şeyi ayırt edemediği ihtimalini dile getirirken kuşku
suz haklısınız da. Genelleyerek söylersek tek tek şeyler, aşina
olmadığımız ve bilmediğimiz ortamlarda karşımıza çıktığında
yadırgar ve teşhis edemeyiz."
Şaşkınlıkla yüzüne baktım.
"Şöyle diyelim ya da, balık kendi dünyasından koparıldı
ğında, onsuz yaşayabildiği süre boyunca, en azından henüz öl
memişse, her şeyi, hatta her girişimi, tek bir şey, asıl ortamına
geri dönebilmenin bir aracı olarak görür sırf. Ne yaparsa yap
sın, yaptığının bilincinde değildir. Doğru anlamış mıyım sizi?"
"Benim kendimi anladığımdan daha iyi anlamışsınız," de
dim.
"Teşekkür ederim. Bunlar ön açıklamalar sadece. Şimdi
bizi düşünün bir de. Insam yani. İnsanın da tumabalığı gibi
belirlenmiş olduğunu söyleyebilir misiniz ?"
Bekledim.
"Bir sürü dünyası yok mudur kurup ettiği? Toplum biçim
lerinin her türünü denememiş midir? Tarih boyunca demek
istiyorum. Hepsi yapay değil mi?"
Hak verdim.
"Teşekkür ederim. Peki hepsi yapaysa, <doğrusunun> han
gisi olduğunu nereden bileceğiz? Hangisi bir yaşamsal öge,
hangisi değil? Ne fark eder artık? Bu yapay dünyaların her
biri <ona ait> hale gelmemiş midir? Tercih ettiği sayısız yaşam
tarzı, onun ikinci doğası olmamış mıdır?"
2 33
"Öyledir belki de, ikincidir," diye kesin olmayan bir yanıt
verdim
"Elbette ikinci. Çünkü insanın birinci doğasını oluşturan
şey, tam da bir doğasının olmayışıdır."
İfade şekli benim için sarsıcı olmaktan uzaktı. Tersine, ay
nısını yirmi yıl önce hararetle ben savunmuştum. Hatta bu
yüzden Cassirer tarafından sertçe eleştirildim. "Açıklar mısı
nız," dedim.
"İnsanın ne belirlenmiş bir yaşam biçimi vardır ne belirlen
miş ve ona uygun �ir dünyası. Çünkü insan <doğası>, tam da
işte kendine ait dünyalan bizzat üretmesi, değiştirebilmesi ve
sürekli yeniden tasarlayabilmesinden oluşur. Tarihin akışına
baktığımızda örneklerini fazlasıyla görüyoruz. İşte insan <do
ğası> budur. Yapaylıktır yani. İsterseniz siz <özgürlük> deyin
buna: İnsanın özgürce şöyle ya da böyle olabilmesi Dünyası
nın şöyle ama aynı zamanda başka türlü de olabilmesi." Kü
çümser bir tavırla omuzlannı silkti: "Eski kulağı kesiklerden
tabii, hem de ne eskilerden."
"Yani?"
"İşte asıl mesele de burada ya. Dediğim gibi. İnsan tara
fından oluşturulmuş durumlann hepsi yapaysa ve bu yapay
ortamlar onun için doğal hale gelmişse, insanı anlatırken 'do
ğal' ya da 'yapay' terimlerini kullanamayız. Aradaki fark an
lamsızlaşmıştır artık. Sizi alıkoyup vaktinizi aldığım için özür
dilerim."
Sonra da beklemeyip gitti.
Viyana, Haziran
234
<dünya> da henüz önümüzde duruyor: Hepsinin benzer şe
kilde <doğal> ve <yapay> olduğunu da yadsıyacak değilim. Bu
dünyaları <gerçek> ve <sahte> diye ayırmayı ciddi hiçbir ta
rihçi düşünmez; ayıracak olsa da aradaki sınır çizgisi, insanla
ra sözde <doğal> gelen Dünya şeklindeki bir bölgeyle <yapay
dünyalar> arasında uzanmazdı. Aksine bu sınır, yapaylıkların
alam dahilinde kalırdı: Çünkü hepsi birer insan ürünü.
Ancak <sahte> dünyalar buna rağmen var ve <gerçek>le
<sahte> arasında ayrım yapmak her şeye rağmen meşru. Şöyle
ki bu ayrım yapabilme hakkı, sizin tayin ettiğiniz özgürlük
sorunuyla bağlantılı, gerçi <özgürlük> denince sizin anladığı
nızdan çok daha elle tutulur bir şey anlıyorum. Sizin sözünü
ettiğiniz insanın özgürlüğü sadece. <Ya kimin olacaktı?> diye
soracaksınız. Sorunuza soruyla karşılık veriyorum: <İnsan de
diğiniz kimdir? Bir bütün olarak mı insanlık?>
lnsan derken, dış görünüş itibarıyla hayvanlardan farklı
olmayı mı kastediyoruz? Bu arka planla forsalar bile özgür
sayılırdı kuşkusuz. Bu tür bir özgürlüğü ahlak tartışmalarına
dahil ettiğimizde, özgürlük kavramı dediğimiz şey bir perdele
me manevrasına dönüşmez mi? <Etik> adını verdiğimiz alan
da insanla hayvan arasındaki ayrım konu edilmez, insana da
rastlanmaz orada ayrıca. lnsan için kullanılan eril ön isim eki
bile bir aldatmaca: Dilini kullandığınız felsefi antropoloji de
böylelikle kolayca sistematik bir allayıp pullamaya dönüşür.
Demek istediğim, insanın insanlar olduğudur: İnsanın yal
nızca çoğul olarak var olduğudur. İnsanlar, <insan> fikrinin
tesadüfen seri üretimle imal edilmiş örnekleri değildir, aksine
çoğul kavramı bu modelin özelliklerindendir. <İnsanlar> te
kil <insan>ın çoğulu değildir, tersine tek tek her insan esasen
<insanlar>ın tekil halidir.
Biliyorum <insan> derken siz de tek bir insanı kastetmi
yorsunuz. Ne var ki tipin tanımlanmasına hizmet eden, dilde-
235
ki tekil, <insan doğası>mn özelliklerinden olan insanın çoğul
haline bakışı bulandırmakta ya da engellemektedir işte. Öte
yandan bu engelleme filozofların pek işine gelmektedir: Çün
kü tekil, sorunun diyalektiğini gözden kaçırmaya yol açmak
ta. Böylece şunu demek istiyorum:
<İnsan - insanlardır> formülünde dile getirilen çoğul da bir
bakıma yanın hakikattir. Çünkü 'insanlar' hiçbir zaman nicelik
olarak çokluğu ifade etmez, aksine her zaman toplum demektir.
Bizzat 'toplum' sözcüğü bile tam olarak hakikati ifade etmez.
Çünkü toplum bir de daima egemenlik içerir. Egemenlik de da
ima egemenlerden ve boyunduruk altındakilerden oluşur: Şu
adına yaraşır özgürlük ve bağımlılık meselesi ilk bu bağlamda
ortaya çıkar ancak. <İnsan> birçok ortama, tarzlann ve davranış
kalıplanmn sonsuz sayıdalığına açıktır, bu açıdan özgür olabilir.
Ne var ki insanlann çoğunluğu dilek kipinde özgürdür. Olabilmeyi
çok isterlerdi; ama olamazlar. Bunun nedeni ise başka birilerinin,
yani egemenlerin sahiden özgür olabilmesidir, bildirme kipinde
yani. Yoksa şimdi siz de mi kalkıp tutsaklığı bizzat özgürlüğün
göstergesi ilan edeceksiniz; insan özgürlüğünün bir yanıyla da
insanın insanı boyunduruk altına almak olduğu savım mı ileri
süreceksiniz? Umanın yapmazsınız.
Argümanlannız, insanın tarihte değişik çağlarda, tam üs
tüne oturan ve benzer şekilde yaşamının <esası> haline gelen
farklı dünyalar yarattığı varsayımım içeriyordu. Sizin insanın
yerine <toplum>u koymamız halinde bu varsayımın haklılığı
tartışılır doğrusu.
Hükmedenleri ve hükmedilenleri olduğu için bu dünya
lardan hiçbiri toplumun bütünü tarafından tasarlanmamış,
hiçbiri toplumun tamamının üstüne <oturması> amacıyla
kurulmamıştır. <Esasen insan> hakkında söylediğiniz her şey
yalnızca efektif anlamda özgür olanlar için geçerlidir. Egemen
bir sınıf, sahip olduğu dünyayı <bizim dünyamız> olarak ad
landırıyorsa, yerden göğe haklıdır. Onlar açısından, iyelik za-
miri sadece psikolojik bir anlam ya da sadece aidiyet duygusu
değiL aynı zamanda reel bir mülkiyet ilişkisi, reel bir karar
verme ve düzenleyip uyarlama yetkisi ifade eder. Dünya bi
çilmiş kaftan gibi üzerlerine <oturur> ya da bir klavye gibi
parmaklarına yakışır. O dünyada yaşamak, ona uygun davran
mak, egemen sınıfın gerçekten de <ikinci doğası>. Ama işte
sadece egemen sınıfın.
Peki ya hükmedilen açısından durum nedir? En uç örnek
ten yola çıkarsak, köle açısından?
Erk dünyasında onun da hesaba katıldığı doğrudur gerçi.
Ne var ki Dünya'nın ona göre de <ölçülüp biçilmiş> olması
anlamında değil. Onun yaşamı, daha çok diğerlerinin dünyası
na alet olacak şekilde düzenlenmiştir: Yani üzerine oturan bir
elbiseyi giymek yerine, egemenlerin üzerine oturan elbiseye
uyar. <Dünyam> ve <dünyamız> diye konuşmakta serbesttir -
uşaklar da <efendim> demiyor mu - ancak kullandığı iyelik za
miri neyin ona ait olduğunu değil, onun nereye, resmen kime
ait olduğunu gösterir. Bu gerçeği <insanın özgürlüğü>nün ka
nıtı olarak kullanmakta zorlanacağınızı düşünüyorum; meğer
ki insanın baskı altındayken de, dışlandığı dünyayı, en azın
dan psikolojik olarak, <kendi> dünyasına dönüştürebilecek ve
kendini o dünyanın yerlisi hissedebilecek kadar özgür (yani
mümkün olduğunca az belirlenmiş ve mümkün olduğunca
kalıba sokulabilir) olduğu yolundaki savı sahiplenmeye cü
ret etmiş olun. Buna karşın hayvan hayli tekdüzedir, pek az
özgürdür. Hayvandan adam olmaz, uşak hiç olmaz örneğin.
Böyle bakarsak, dışlandığımız dünyayı yine de <kendi> dün
yamız olarak algıladığımız olgusu elbette tartışılmaz. Sosyolo
jik olarak da büyük önem taşır bu. Böylelikle örneğin tipik bir
küçük burjuvayı, kendisini psikolojik açıdan aslen dışlandığı
bir dünyaya ait sanmasıyla tanımlayabiliriz düpedüz. Ancak
<olmak>la <bilinç>· arasındaki bu uyuşmazlığı özgürlük gös-
237
tergesi olarak kabullenmemiz mümkün değil. Ben, <insanın>
ayrıcalığı denince başka bir şey anlıyorum.
lşte böylece, sizin yadsıdığınız, <doğru> bir dünyayla
<yanlış> dünya arasındaki ayrımın, meşru, hatta zorunlu ol
duğunun açıkça görülebildiği noktaya gelmiş bulunuyoruz.
<Yanlış> dünya, tümüyle başkalarının dünyasına ait objeler
den oluşan dünyadır; sırf psikolojik anlamda <benim> olan,
buna karşılık kullanım alanında bana ait olmayan dünyadır.
Ahlaken de eo ipso yanlıştır: Köle, kendini, bir A erkinin A
dünyasına kusursuz biçimde uyumlu kılsa ve orada kendi do
ğal ortamında yaşadığını sanmayı becerse bile, belirleyici olan
o durumda kendini artık insan olarak <algılamayıp>, tersine
Kant'ın diliyle söylersek, <içindeki insanlığı> kaldıran bir araç
yerine koymasıdır.
Daha da ileri gideceğim. Köleyi adeta <dünyasız> biri ola
rak nitelediğimde, bir kere <Dünya'da> olduğu bile tartışılır
dediğimde de - üstelik akıllara zarar bir cümle kurduğumu
biliyorum - beni yanlış anlayacağınızı düşünüyorum açıkçası.
Bununla hedef tahtasına koyduğum şey, sizin argümanlarınıza
da sinmiş olan, Heidegger'in <var olmak> eo ipso <Dünya'da
olmaktır> şeklindeki tezi. Bu tez, maksimum bir geçerliliğe
ulaşıyormuş gibi görünse de kanımca butada yalnızca erk sa
hibi insan kastedilmiştir ya da insanın pekala <özgür> olduğu
varsayımından yola çıkılmaktadır. Ne demek istiyorum?
Siz de en az benim kadar biliyorsunuz, sözünü ettiğim
tezde <Dünya> sözcüğüyle kastedilen fiziksel evren değil,
Heidegger'in deyişiyle <Var olma>nın <çırpınıp durduğu>
durumdur. Bu Dünya kavramı ne kadar <idealistçe> gözü
kürse gözüksün, anlamsız olduğu söylenemez. <Bugünün
Dünyası>ndan söz ettiğimizde örneğin, evreni değil, tersine
güç odaklarının kendilerini sarmaladıkları, yani bizzat üretil
miş bir dünyayı kastederiz. lfadenin idealistçe gözükmesinin
nedeni, elle tutulur üretim gerçeğinin yerine spekülatif bir te-
rimi geçirmesidir. Aynı şekilde ona göre Dünya, tasarlanmış
bir şemadır, var olmanın bir ürünüdür. Biz de ekleyelim, ürün
olarak, özgürlüğün bir göstergesidir.
Böyle bakıldığında - ve dediğim gibi, bu kavram meşrudur
- <Dünya> tüm şeylerin toplamı değildir. Daha çok, mümkün
olan her şeyin ve deneyimlerin, kararların ve beklentilerin yer
aldığı ve yön bulduğu bir çerçevedir, yani bir şemadır. Biz
zat bilerek böyle düzenlenmiş bir Dünya'da yaşıyor olunca bu
şema, tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır. Öyle ki
belli bir amacı gözeterek özel kullanım için üretilmiş tek bir
aygıtın işlevselliği kadar açıktır. O kadar açıktır ki bizzat ken
disi bile bir <dünya görüşü>dür ve ayn bir dünya görüşünü
gereksiz kılmaktadır.
Oysa yönetilen, bir anlamı olan o şemaya, başkasının ken
di kullanımı için oluşturduğu dünyaya katılmaz, hem de bu
dünyayı asıl <yapan> o olduğu halde. O bu şemada eğreti du
rur, perspektifi kaymıştır. Bulunduğu yerden, sahne dekorunu
yanın yamalak gören (kendisi sahnede rol aldığı halde ya da
tam da bu yüzden) oyuncununkine benzer bir perspektifledir
aşağı yukarı. Başka deyişle hükmedenin dünyasında yer alan
konumuyla, yönetilen, başkalarının <dünyasını> oluşturan
şeylere yanlış perspektiften bakar, hatta o kadar yanlış bakar
ki, başkaları için <dünya> olan şey onun için yalnızca <şeyler
den> oluşur.
<Dünya görüşü yoktur da ondan>, diye itiraz edeceksiniz
şimdi Haklı olarak. Ne var ki bu saptama düşündüğünüzden
farklı bir anlama sahip. <Dünya görüşü> terimini sözcük anla
mıyla alırsak, şeyler <dünya> olarak görülebilir demektir bu.
Öylelikle, dünya görüşü olmayan da, o şeyleri <dünya> ola
rak elde bulundurma şansından mahrum kalana denir. Tam
da böyle birinin bir dünya görüşü peşinde koşmasında çelişkili
bir durum yok; böyle olmasının nedeni bir kere en başta bir
<dünya>ya sahip olmak için uğraş vermesidir.
239
Gördüğünüz gibi düşüncelerimin akışı, tasarladığımın çok
ötesine götürdü beni. Şunu ileri sürmüştünüz: Her türden
insan dünyası yapay olduğu, yani insan tarafından özgürce
oluşturulduğu için <gerçek> dünyayla <sahte> dünya arasın
daki ayrım meşruluğunu yitirir. Şimdi ben, sadece bu ayrımın
meşruluğunu koruduğunu iddia etmekle kalmayacağım, aynı
zamanda, her tür özgürlüğü gaspedilmiş insanın, adını hak
eden bir Dünya'da değil de başkaları için bir <dünya> ifade
eden şeyler arasında yaşadığını söyleyeceğim. Savaş sırasın
da Hitler tarafından Almanya'ya sevk ettirilmiş ve zorla çalış
tırılmış yabancı işçilerin hala bir <dünya>da yaşadığını öne
sürmek örneğin, katışıksız sinizmdir. Sözünü ettiğim o insan
lar, karşı koymadıkları sürece daha çok da aygıtların arasında
yaşıyorlardı sırf; nasyonal sosyalist şemada işlevleri fazlasıyla
belirlenmiş bu aygıtlar onlar için öylesine <objeler>di. Yaban
cı bir dünyada yaşamak şöyle dursun, hiçbir dünyada yaşamı
yorlardı. Keza Voltaire'in öfkesi sayesinde ünlü olmuş kürek
mahkumunun, dünya adını hak eden bir <dünya>da yaşadığı
nı iddia etmek akıldışı olurdu doğrusu. Bütün organları ve im
pulsları, elinden alınmış bir dünyaya göre biçimlenmişti onun.
Dünkü felsefi kelime oyununa yeniden dönersek, <oynatmış>
gibi davranması (tıpkı tezgahın üzerine fırlatılmış tumabalığı
gibi) doğal ortamından <oynatılıp> hiçbir şeyi kavrayamadığı
başka bir ortama kaydırılmış olması yüzündendir. En alışık ol
duğu şeyleri de kavrayamaz o ortamda; çünkü dünyasızlık du
rumunda - bunlar sizin sözlerinizdi - bilinen şeyler de tanın
maz olur ve anlamsızlaşır. Belki de son bir <anlam> kalmıştı
onun için, ama bu, çevresindeki tüm şeylerin ortak anlamıydı.
Her biri onun <Dünya'da olması>nın önünde bir engeldi, baş
ka da bir şey değildi (ya da her biri belki de kurtarma aracı
olarak denenebilirdi, başka da bir işe yaramazdı) . Yaşadığı pa
niğin dayanılmaz hale geldiği bir anda önündekini öldürme
siyle, tumabalığının tezgahta çırpınmasının nedeni aynı.
Bunun asıl konumuz açısından anlamı şu: Hitler"in bo
yunduruğu altında milyonlarca insanın - ve milyonlarca Hitler
yanlısının da - zaten her türlü perspektiften yoksun biçimde
eklendikleri <dünya>dan nihai olarak sökülüp koparıldıkla
nndan adım gibi eminim. Vahşete doğrudan katılmış olanla
rın birçoğunun <bir dünyası> yoktu artık; o dünyasız konum
larında hiçbir şeyin farkına varamıyorlardı; insanları insan
olarak algılamıyorlardı, algılayamıyorlardı; (yine sizin sözle
rinizle) <yabancı bir ortamda, bildikleri şeyler de yabancı> ge
liyordu kendilerine; en nihayetinde de daha önce asla olmaz
dedikleri eylemler mümkün hale gelmişti, çünkü o dünyasız
ortamda hiçbir ayrımın önemi kalmamıştı, her şey hem imkan
dahilinde hem imkansızdı adeta.
Gerçek bir dünyayla sahte bir dünyayı ayırt etmenin meşru
olmadığından emin misiniz sahiden?
Aradaki ayrıma itirazı olan biri, sadece teorik bir sav ortaya
atmakla kalmaz. Daha ziyade, günümüzün ahlaki görevini, bir
anlamda doğru bir Dünya'yı mümkün kılma ya da - aynı ka
pıya çıkar zaten - insanları sistematik olarak dünyasızlaştıran
ve insanlıktan çıkaran güçlerin ipliğini pazara çıkarıp onlarla
mücadele etme görevini doğrudan felce uğratır.
Her kim <insan özgürdür> biçimindeki genelgeçer iddiayla
yola çıkıyor ve bu özgürlük kavramını ahlak tartışmalarında
kullanıyorsa, çok geçmeden bu kavram elinden alınacak ve
o daha ne olduğunu anlayamadan, insanların insanları tutsak
edebilecekleri olgusu da aynı şekilde <özgürlük> olarak görü
lecektir. Tutsaklığa <özgürlük> mührünün basılıp onaylanma
sı bir ilk değil.
<İnsan özgürlüğü>nü benim argümanlarımın karşısına
çıkardınız ya, gerçekten sizin kendi argümanınız mıydı bu?
Çünkü kendi felsefelerini altlarındaki iradesiz topluluğun ku
lağına usulca fısıldamak, iktidarların yöntemlerinden biridir;
o denli usulca ki söz konusu topluluğun üyeleri, bu duydukla-
24 1
rı şeyin kendi içlerinden gelen sesten başka bir şey olmadığını
düşünür ve <işin felsefesini de> yaparak sırf kendilerini ya da
hakikati ifade ettiklerini sanırlar. Öyle mi gerçekten? Sahiden
kendilerini mi? Sahiden hakikati mi?"
Temmuz
1952/53
243
tanıklığını yaptıkları zaman patetik olabilmeleri; bu yitik dün
yanın izole olmuş elçileri olarak arta kaldıklarında ve şimdi
kendi çöküşleriyle, güçbela tanıklığını yapmaya devam ettik
leri dünyayı nihai olarak altlarına alıp gömecek gibi oldukla
rında yani.
Antikçağ'dan geriye harabeler dışında hiçbir şey kalmadı.
Bu 'hiçbir şey' harabeleri patetik kılıyor.
Ama bu harabenin tanıklığını yaptığı Rönesans dönemi
dünyasından harika şeyler duruyor hala. O yüzden de patetik
bir harabe değil.
Heidelberg, Ocak
244
Kimler olduğunu ortaya çıkarmak zor değil. Kynast harabe
lerini anımsadığımda, karşımda muazzam bir görüntü be
liriyor. Bugün dahi. Yaşanıp görülmüş olanın sonraki sureti
bile o zamanki epizodun ideali aracılığıyla oluşuyor. Elbette
sadece muazzamlığın payı yok bunda. Harabelerde özlemi
ni duydukları eskinin, yani darmadağın olmuş kutsal Alman
lmparatorluğu'nun kalıntılarım görmüş olan tüm Romantik
lerin idollerinin de rolü büyük. Vaftiz babalarımız onlar işte.
Ancak harabe kültünün kurucuları Romantikler de değildi
tabii ki. Onların zamanında vardı bu kült zaten; onlara bile,
defalarca empoze edilmiş bir anlayış olarak ulaşmıştı. Orijina
liyle karşılaştınldığındaysa tanınmayacak kadar dönüşmüş ve
Almanlaşmıştı.
Bu anlayışı hayata geçirenler Almanya'dakiler değildi kesin
likle, ltalya'dakilerdi; yüz elli yıl önce değil beş yüz yıl önce;
Romantik çağın değil Rönesans'ın temsilcileriydi. Harabeleri
gören gözleri bize onlar yerleştirdi. Vaftiz babalarımız onlardı.
<Harabenin güzelliği> denince bizim anladığımızdan farklı
bir şey anlıyorlardı onlar kuşkusuz. Memleketlerinin toprağı
m eşip kırık dökük parçalar aramış ve gün ışığına çıkardıkları
her yarım heykel gövdesine hürmette kusur etmemişlerse bu,
o bulgu yanm gövde olduğu için değil, aksine yanm gövde olma
sına rağmendi. Aradıkları güzellik (yani Antik Dünya) bir yer
lerde sapasağlam karşılarına çıkacak olsaydı, uğruna tüm o kı
rıkları hiç düşünmeden feda ederlerdi. Toprak, tek bir bulguyu
bile zarar görmemiş şekliyle sunduğunda nasıl da coşkuya ka
pılıyorlardL Ne var ki güzelliği harabelerde buldular işte - ne
yazık ki harabelerde: Bu <ne yazık ki>yi ne kadar vurgulayıp
tekrar etsek azdır. Sonuçta o sağlam parçalar da birer yarım
gövdeydiler: 'Aetas aurea'nın· birer sembolü olarak gördükleri
şeyler, eksiksiz haliyle boşuna geri getirmeye çalıştıkları bir
dünyanın, sadece kınklarıydılar bir bakıma.
245
Değişmeyen bir gerçek varsa o da aradıkları güzelliği kırık
larda da olsa bulmuş oldukları, hem de bir iki istisnayı say
mazsak, yalnızca kırıklarda bulmuş olduklarıdır. Böylelikle de
güzellikle harabe arasındaki bağlantı kök salmış oldu. Temel
sağlamdı artık; yanlış anlama serüveni başlayabilirdi.
Bu tür yanlış anlamalar hiç gecikmez çünkü. Tarih, bir
sendrom oluşturmayagörsün hele, anında bu sendroma nere
den vardığını unutur. Böylece çok geçmeden (kesin daha ikin
ci kuşakta) <güzellik-harabe> ilişkisi adeta tersyüz olmuştu.
Başta güzelin harabesi olan şey sonradan harabenin güzelliğine
dönüşmüştü, harika şeylerin mahzun elçisi niteliğiyle duran
şey, artık hüznün harika elçisi görünümündeydi demek istiyo
rum. Bu durum sürüp gitti, o kadar ki ressamlar peyzajlarını
bile (hatta mitolojik olanlarını ya da Antik tarihi konu edenle
rini bile) harabe manzaraları şeklinde resmetmeye başlayıp bu
peyzajları (tabloları ya da) <güzelleştirme> görevini resmen
harabelerin üzerine yıktılar.
Kuşkusuz melankoli yüklü bir güzellikti. Bulguların yarat
tığı şevke başlangıçta eşlik eden elem, şevkin içine geçmiş ve
bu alaşımdan coşkulu bir melankoli doğmuştur. Evet, melan
kolinin yarattığı coşkudur bu ve harabelerle tatmin edilebilir
ancak. Öylelikle harabeler resmedilmekle kalmamış, aynı za
manda gerçek manzarayı <pitoresk>leştirmek amacıyla fiilen
üretilmişlerdir de.
Bu söylenenler, hangi özgün tarihsel güç ve çıkarların, gü
zel olanın harabe halinin ani bir değişimle harabelerin güzel
liği olmasına yol açtığı ya da en azından yardımcı olduğu so
rusuna açıklık getirmiyor kuşkusuz. Ancak harabe merakım
doğuran, dolaylı yollardan ve sayısız karışımlardan geçerek bi
zim çocukluğumuzdaki döneme dek uzanan sürecin modeli,
biçimsel açıdan tanımlanmıştır.
Lakin çocukluğumuzda sarmaşıkla kaplı duvarlarda sevdi
ğimiz şey, Antikçağ değildi artık. Çünkü Rönesans'tan bu yana,
değişen sadece harabelere bakış değil harabe sevgisinin obje
siydi de aynı zamanda. Her yeni, özellikle de her yeni ulusal,
Rönesansçı akımla birlikte, yitik geçmişlerin başka <yeni> ka
lıntıları ön plana çıktı. Tapınakların yerini derebeylerinin şa
toları aldı. (Elbette bu şatolar yalnızca vurdumduymaz cahil
lerin gözünde imparatorluğun parlak döneminin simgesiydi.)
Ama hep aynı ters çevrilme vakıası baş gösterdi. lyi karşıla
nan şeylerin yıkıntıları, hileyle, yıkıntıların iyi karşılanmasına
döndürüldü; coşkuya eşlik eden hüzün, hüznün yarattığı coş
ku halini aldı. Çocukken, Kynast harabelerinin önünde dikil
diğim anlarda ben de bu coşkuya katıldım, bilirim.
247
arada gözde çağın unsurları olarak yüceltilen şeyler arasında
yerlerini alacaklar. Ağıt yakana gösterilecek derin hürmet, ar
kasından ağlanan şeyi <güzelleştirir.>
Dışarıda kentin ilk göze çarpan yıkıntıları.
Köln, 4 Ocak
Köln, Karnaval
249
kapanışı, Ren taraflarından uzaklardan ya da Deutz yakasından
gelen bir patlama sesi yapu. Kızıl palmiyeyi san bir salkım iz
ledi, onu mavi bir kuyrukluyıldız ve her Bengal işi görüntüyle
birlikte kemer de ortaya çıku, ilki sönünce diğeri de yok oldu.
lşte sekiz yılının karnaval gösterisini bu şekilde, bir kilise
nin ya da manastırın harap olmuş duvarları arasından, anlaya
cağınız kutsal Köln şehrinde nasıl icap ediyorsa öyle izledim.
Kemerin çerçevelediği serpilen ateş yağmurunun mu, yoksa
ateş yağmurunun kesip çıkardığı pencere kemerinin mi daha
güzel olduğunu söylemek zor. Eski yeniyi, yeni de eskiyi gü
zelleştirmişti
Birkaç adım attıktan sonra şaşırarak duraksadım. Hangi
romanesk yapı olabilirdi bu? Eskiden orada bir kilise mi var
dı? Bir manastır mıydı yoksa? Yakından incelemek için geri
döndüm.
Bir yan cephede, sokak lambasının aydınlattığı, elbette
yine romanesk tarzda bir giriş kapısının üzerindeki SÜVARI
KIŞLASI yazısı gözüme çarptı, bir de yılı belirten 188'le başla
yan bir sayı. Kilise ya da manastır değil demek ki. Romanesk
bir yapı olmadığı da açık. Hiç öyle eski falan da değilmiş. Sek
senli yıllardan kalma, tarihsel görünüm verilerek inşa edilmiş
kutulardan biri.
Bu kadar güzel olan bu muymuş yani?
Sağlam olduğu sürece eminim güzel değildi. Henüz değil-
di. Ama şimdi yerle bir olmuşken - ait olduğu dönem de keza
onunla aynı kaderi paylaşmışken - artık güzel.
Varsayalım ki Dünya'nın tüm romanesk yapılan tuz buz ol
muş, romantik dönemden geriye, yedi yüz yıl sonra gereksiz
yere, şevksiz ve bilgisizce inşa edilmiş bu taklitlerden başka
bir şey kalmamış olsun - bu kalıntı gerçek sanılıp yanlış an
laşılmaz mı? Ona ne şüphe. Haklı olarak yanlış anlaşılabilir.
Hatta <yanlış anlaşılması> dahi mümkün olmayabilir.
Her ne kadar bu baştan savma yapının mimarları o önemli
2 50
devrin ruhunu zerrece anlamamış, biçimlerini sıkıcı ve bas
makalıp bir tazda kullanmışlarsa da devrin tek tanığı olma
özelliğiyle bu yapı gerçek bir örneğe dönüşürdü. Arta kalan
türevde bile orijinalden izler bulunabilir, göz istesin yeter ki.
Bazen basmakalıp örnekler de yeşerir.
Otuz küsur yıl önce japonya'dan gelmiş birine Louvre'u
gezdiriyordum. Konuğum Ingres'ın bir tablosunun önünde
kalakaldı şaşkınlıkla. Ben ona bir Poussin gösterdiğimdeyse
heyecanlandı: "Hayır ! " diye bağırdı, "benim deminki resimde
kastettiğim şey buydu!" Raphael'in karşısındaysa büyülen
miş gibiydi, ağzından çıkan "Hayır, bu ! " sözcükleriyle Pous
sin için söylediklerini geri aldı; Milo Venüsü önüne gelince
de Raphael için söylediklerini tekzip etti. Ancak ondan sonra
mutlu olduysa da Klasisizmin araya girmiş tüm buzlu camla
rına rağmen orijinali tanıyabilmişti yine de.
Geçmiş kültürlerin tek nüsha olma özellikleriyle özenle
saklanan kırık parçalarının bir çoğu, sonraki bu, sahte ama
yıkıldığı için <gerçek> olmuş, romanesk kışlanın kardeşleri
olmasın? Kimbilir.
Kafamda tüm bu sorular, tökezleyerek ilerlemeye devam et
tim (bu arada sokakların karanlığını geride bırakmıştım, şim
di bulunduğum bölge tertemiz bombalanmıştı, yolu kaybet
meye neden olabilecek hiçbir şey kalmamıştı) , önümde artık
gerçekten eskinin kalıntıları vardı, diğer yakadaki havai fişek
gösterisi değişen mavi, kırmızı ve san ışıklarıyla kraterli arazi
yi gündüz gibi aydınlatıyordu. Bir solukta St. Martin Evi'nin,
derken eski belediye binasının olduğu yere ulaştım. lkisinin
arasında, sesler birbirine karışmış halde, 1930'lann hüzün
lü mü hüzünlü popüler Alman operet şarkılarıyla 1940'lann
popüler caz parçalan çalıyor, boş ve yağmurdan ıslanmış at
lıkarıncalar dönüyor, daha yüksekteyse bobslede benzer bir
eğlence treni hızla turluyordu.
lşte sekiz yılının, yani 1953 kışının Köln'ü.
2 51
Trenle Frankfurt'a giderken, 1 5 Şubat
Frankfurt, 1 5 Şubat
Almanca: "Nicht von schlechten Ehem iyi aile çocuğu" deyişi, "fena
=
Frankfurt, 1 6 Şubat
2 53
Yine de Römer'den geriye pek bir şey kaldığı söylenemez
doğrusu. lşin aslı, Römer'in ön cephesinde bulunan, dökül
müş iki yapıyı, ta bu yüzyılın başında yenilemişler. Aslına
sadık kalarak eskisinin aynısını, ama önceki olanakların el
vermediği biçimde daha sağlamım yapmışlar. lşte bu sahte
yedek parçalarmış, bu ikinci el Römer evleriymiş, demin bir
şeyler varmış daha derken kastettiğim. Yıkılıştan önce var ol
dukları ve o yıkılışı atlatıp kurtuldukları için şimdi artık bir
zamanların parçaları onlar. Eski olan onlar. Yarın bir gün, her
türlü sınırlamadan uzak ve art niyet taşımaksızın, <Römer>
adım alırlarsa, bu adı haklı olarak taşıyacaklar ve <Römer>
olacaklar.
Frankfurt, 1 7 Şubat
2 54
Frankfurt, 1 8 Şubat
Frankfurt, 1 9 Şubat
2 55
Elbette önce sağa doğru döndüm, parmak uçlarıma basa
rak, Aja Hanım'ın hakimiyet bölgesine, mutfağa girdim
Pasta kalıpları yerlerinde asılıydı, sayıları tamamdı, kazan,
ocağın üstündeydi, bakır ve kalaylar temizlenmişti; bir de taze
pişmiş hamur işi ya da dereotlu sos kokusu gelseydi hiç şaşır
mazdım.
Mutfağın çaprazında bulunan yemek odasında o kadar sı
cak bir atmosfer yoktu; duvarda hala, hem de kaldırılsın diye
Wolfgang kendini paraladığı halde, o zamanların jugendstil
canavarı, bir Venedik işi ayna kıvranıyordu. Ağır sandalyeler
se anneyle oğlun masaya oturduklarındaki içli dışlı halleriyle
kopardıkları şamatadan çok, babanın ağırbaşlılığına tanıklık
ediyorlardı.
Giriş holünde tatlı bir serinlik vardı. Merdivenlerse bildi
ğimiz eski konforunda: Hakikaten hali vakti yerinde bir ailey
miş, iki yetişkin, iki çocuk için böyle krallara layık merdiven
boşluğu yaptırmak herkesin harcı değil. Yavaşça yukarı çıktım
(Wolfgang'la Cornelia büyük olasılıkla buralarda atlayıp zıplı
yorlardı) - tabii ya, yerlerinde asılıydılar onlar da: Büyük boy
ltalyan gravürleri, konsey üyesi beyefendinin güneyden getir
diği, onlarsız hiçbir ltalya seyahatinin gerçekleşmediği gravür
ler. . . şurada mozole duruyor, şurada da. . .
" . . .işte dediğim gibi 4 4 Martı'nda bu ev, temeline varana
dek yandı. Alt katın ön cephesi orijinal parçalardan oluşuyor
gerçi; pencerelerin önüne takılan dövme demirler de bir yer
lerden çıktı. Ama geri kalan kısmı . . . "
Trende, 20 Şubat
2 57
Uçakla Berlin'e inmek üzereyken, 1 8 Haziran 1 953
Berlin üzerinde
25 8
ama hiç bilmediğin bir kent bile daha tamdık gelir - evet böyle
bir şeyin senin yurdun olmasını ve 'aşağılara böyle bakma'mn
kavuşma sayılmasını.
Seni terk ettiğimde, yirmi yıl önce - aşağılarda şuralarda bir
yerde Zoo Gan olmalı ya da vardı bir zamanlar - üzerindeki
gökyüzü kıpkırmızıydı, Reichstag yanıyordu. Ne tarafta acaba
sendeki o ilk suçun işlendiği yer? Fark edilmemek için kur
banlanmn arasına mı saklanmış? Yoksa başlangıcı orası olan
mahvoluş, misilleme yapıp onu haritadan mı sildi? Suç denen
şey, ne denli büyükse, kurbanlarının sayısı ne denli fazlaysa o
denli gizlenme şansı bulur. Görünen yalnızca küçük suçlardır,
yalnızca önemsiz cürümlerdir fark edilen. Büyük suçunsa, yol
açtığı sonuçlarca üstü örtülür.
Durduk. Tempelhof Havaalam.
Berlin, 1 9 Haziran
2 59
mamış: Ne oynamak, ne çalışmak - geçmişten hiçbir şey yok.
Geçmişin suretine nasıl geri dönebilir ki insan, bu yeni gö
rüntüler - odanın olması gereken yerdeki boşluk, evin olması
gereken yerdeki arka plan - evet bu yeni görüntüler, onunla
çocukluğu arasına girdiğinde ? Nasıl kanıtlayabilir ki tüm bun
ların eskiden gerçekten var olduğunu ve bugünkü sanrıdan
çok daha fazla şey ifade ettiğini?
Keşke bunu doğrulayacak biri olsaydı.
Bu ortalıkta dolaşanlar, sessiz ve işleri başından aşkın, ken
tin yalnızca şimdiki görüntüsünü değil, eski halini de yadsıyan
bu insanlarsa, onun gözünde yabancılar ve hiçbir şeye tanık
lık edemezler belli ki. Edebilecek olanlardan - bu yabancının
nerede bu kentteki kadar arkadaşı oldu ki? - (kimi sürülmüş
kimi yollarda ölmüş, vurulmuş, gaz odalarında zehirlenmiş,
savaşta yaşamını yitirmiş, kimi burada enkazın altında yatan) ,
onlardan geriyeyse tanıklık edecekleri şeyler kadarı da kalma
dı.
Böylece dolaşmaya devam etti yabancı, en uzak ülkede ol
duğundan daha büyük bir yabancılıkla. O uzak diyarları red
detmesinin bedelini de burada memleketinin onu reddetme
siyle ödedi.
Berlin, 1 9 Haziran
260
akşamüstü, perdeler çekilmişken? Dışanda yıkıntılar mı var?
Bir moloz okyanusuyla mı çevriliyim? Güldürmeyin adamı!
Dışanda Berlin var !
Niyetim kendimi kandırmak olsaydı, bu iş için bu odadan
daha uygun bir yer bulamazdım. Sapasağlam oluşu ve şirinliği
bir yana, benim öğrenciyken sık sık kaldığım Berlin'in tipik,
avluya bakan mobilyalı odalarından biri.
Kapıyla pencere arasında gidip gelip ikide bir "elli üç" diye
kendi kendime mırıldanmanın ne faydası olacak ki? Aynanın
tutup suratıma kır saçlı birini fırlatmasının ya da. Eşya, tek
kelime etmeden galip geliyor. Yıl 1925, bilemedin 1930, en
fazla 1933.
Hitler hiç iktidara gelmemiş. Hitler de kim? Hiç kaçmamı
şım. Kimden kaçacaktım ki? Bombalar yağmamış, kim bomba
atar ki?
At kendini dışan !
261
kentin yokluğunu karartmak için. Gören olmamız için değil,
gözümüzü almak için.
Olmayan yapı sanatlarını karanlığa gömüyor. Olmayan
anakapıları süslüyor. Gerçekdışı bir dünyada aldatıcı bir yapı
ustası. Parladığı için aydınlatıyormuş gibi gösteriyor. Hakika
ten gibi gösteriyor. Sözcüğün her iki anlamında da. Gösterdi
ğiyse kendisinden başka bir şey değil.
Saat 23
Ama daha büyük bir ışıktı karanlığı yaran ve her şeyi yaratan.
Bir de baktık oradalardı ve görünür olmuşlardı. Dünya'nın ışı
ğına gözlerini açtı her biri. Işıyan bir şeyin olduğu yerde ay
dınlanan bir şeyin de olmasına o denli alışmış, kadim Güneş'in
meziyetiyle o denli şımarmışız ki yeni olanın parlaklığı altında
amaçsızca dolanmaya başladık. Bizim de bu aldatmacaya di
renecek gücümüz yoktu, o yüzden bir dünya çevreledi bizi;
parıldayan bir şey olduğu için de etrafımızdaki şeyler görünür
oldu.
Geceyansı, evde
262
ve aldatmacanın ışığında yol alıyoruz. Karanlıkta parlayan
ama karanlığı daha da karartan ve gözlerimizi sadece bizi kör
etmek için kamaştıran aldatmacanın ışığında.
İşte böyle gözümüz boyanmış bir halde oturduk Cafe
Wien'in terasında. Queen Mary gemisindeydik sanki, açık
denizde bir yerlerde . . . sadece, gemideki yaşamın münasebet
siz zarafeti, bitmez tükenmez bir denizle değil, unufak olmuş
enkaz okyanusuyla çevriliydi Hemen önümüzde, arkamızda,
sağımızda, solumuzda, her yana doğru, sınırsız bir çevreye
yayılmış bu enkaz, Charlottenburg'a, Zoo'ya, ta Bayerische
Viertel'e uzanıyordu.
Sanrının eksiğinin kalmaması için de kafenin küçük or
kestrası çingene ezgileri çalıyordu. Gaz odalarına gönderilen
insanların ezgilerini. Ama acaba izleyenler arasında bundan
haberi olan var mıdır hiç ya da bunu bilen biri var mıdır
hala? Kıyıma uğramışların giysisi olan çardaş kostümü giy
miş Pankow'lu bir kemancı onların yerini doldurmaya çalıştı,
ayakta çalarak.
İşte böylece karanlığı daha da karartan ışığın göz boyama
sıyla ve katledilenlerin ezgilerinin coşturmasıyla çizdi rotasını
gemi, savaş sonrası tarihin sularında. Porsiyonlar devasaydı,
şikayet edilecek bir durum yoktu, sirenler ötmüyordu, sis bo
rusu çalmıyordu. Okyanusun diğer kesimindeki olaylar da
herhalde başka bir gezegende cereyan etmişti.·
Berlin, 20 Haziran
Berlin, 21 Haziran
26 5
nin her iki yanında Kaulbach'ın elinden çıkmış Hermann ve
Dorothea tabloları. Her ikisi de bugüne kadar hiç yerinden
oynatılmamış (arkalarındaki, açık renkli duvar kağıdı kareleri
bunun kanıtı) . Solda kanepenin önünde miskin ve keyifsiz bir
maun sehpa. Tek varlık nedeni, kendi kadar keyifsiz, bronz
dan gülleci kadın figürünün taşıyıcısı olmak. lki anlamsız par
ça, karşılıklı birbirlerinin gerekçesi olmuşlar. Sahiden de Toni
Teyzemin eşyası olmasınlar? Olmayacak şey değil bu, ne de
olsa teyzem karşıdaki, artık yıkılmış ve yeri boş binada oturu
yordu. Bir yerden sonra, gaz odalarına gönderilmiş insanların
sahipsiz eşyasına merhamet gösterilmesi gerekiyordu; bir de
en az teyzemin evine olduğu kadar buraya da aitler.
Aslında bu tür rastlantılar üzerinde durmanın gereği yok,
dönemin feci denebilecek tarzı meseleyi açıklar nitelikte. Zen
gin işi bu kocaman büfelerden Halensee'den eski batı bölgesi
ne kadar olan tüm evlerde vardı; Kaulbach tabloları her evin
büfesini sağlı sollu süslerdi; gülle atan kadın figürü - aynı fi
gürden binlercesi - bu sokaktaki tüm evleri sarmıştı, aslında
boş yere duran maun sehpalara varlık nedeni bahşetmek ve
o sehpaların bahşettiği kendi varlık nedenlerini kabul buyur
maktı işleri.
Karşı evdeki keza ışıksız Berlin tipi odanın içine bir göz
atabilseydim eğer, büyük olasılıkla orada da aynı büfeyi, fo
toğraf gravürlerini, bronz fügürü, süslü masayı görecektim.
Kıyamet günü arkanızda kaldı. Neyi bekliyorsunuz?
Berlin, 21 Haziran
266
Katlar sayılabiliyor gerçi, en azından duvar kağıdı kaplı dört
genlerden bir zamanki katlar seçilebiliyor. R. R. ü çüncü katta
oturuyordu. Bu duvar kağıdını, evet bu büyük çizgili benekli
duvar kağıdını hatırlıyorum. Glayöl desenli miydi neydi. inat
çılığı tuttuğu zaman, kafasını arkaya atar, bu duvar kağıdına
yaslanırdı. Konuşmaya çalışmak hiçbir yarar sağlamazdı. Şu
rada, yukarıda süzülüp duruyor sanki.
Bir yerde bir şey eksikse, bir zaman sonra eksik olan şeyin
eksikliğinin eksikliği de hissedilir. Bir yerde bir şey yoksa ar
tık, bir zaman sonra o şeyin yokluğu da yoktur artık. Her var
olmuş olan, böylece ikinci kez ölür. Bu ikinci ölüm olmasaydı,
geri getiremeyeceğimiz hiçbir geçmişin üstesinden gelemez
dik.
Lakin yıkıntılar bu ikinci ölümü engelliyorlar. Ya da erteli
yorlar. Çünkü onlar var olma kılığındaki yoklar; hatırda olma
kılığındaki unutulmuşlar. fon 'rO µTı ôv.* Onları akıl almaz ve
katlanılmaz kılan bu.
Anıtlar inşa etmek yerine obj eleri anıt olarak devralmalı. Örne
ğin bu kilisenin harabesini. Hitler'e bir anıt olarak. Her san
timi ikiyüzlülük anlatıyor. Ürkütücü boyuta yıkımdan sonra
ulaşmış. Hangi abide bir imparatora bu kadar yaraşırdı? Daha
sı onunla boy ölçüşebilirdi?
Korunsun bu kilise derim ! Bıraksınlar yerinde dursun ! Ha
sarları da öylece kalsın !
Berlin, 22 Haziran
Ormanda yaşayan bir hayvan için deli dolu açan şeyin çürü
yenle ve canlının ölüyle iç içe olması nasıl yaşamın bir parça
sıysa, animal Berolinse· açısından da dünyasının doğal görün
tüsünün beşte dördü ölü dişlerden ve çürüyen duvarlardan
oluşuyor.
<Kent manzarası> tabiri otuzlu yıllarda çok revaçtaydı. Ne
kadar nahoş bir deyişmiş meğerse.
Berlin, 22 Haziran
Berolina: Berlin'in eski adı. "Animal Berolinse" ile Berlin sakinleri kaste
dilmektedir -çn
268
değil Kentin dışına doğru değil de içine doğru başıboş dolaşıp
serserilik yapıyorlar bir anlamda. lçi dışına çıkmış bir dün
ya çünkü. Çevre kentin bağnnda; sağlam ve oturulabilir olan
<merkez>se dışarıda.
Bir zamanlar merkez sayılan Bülow Strasse artık banliyö
nün banliyösü. Caddenin ortasında durmuş (bir ağaç arama
zahmetine dahi girmeden, öylesine boşluğa doğru) ihtiyacı
nı gideren adam kimsede şaşkınlık yaratmıyor. Çünkü, a la
recherche du monde perdu: bu kadar içerilere ve bu kadar
dışarılara uzanan benim dışımda kimin yolu oralara düşer ki?
Berlin, 22 Haziran
26 9
sapasağlam durmaları gerektiğini, hiç kuşku yok, nahoş geçici
durum şeklinde algılamış ve bu süreyi kısaltmak için elinden
geleni ardına koymamış. Planladığı her şeyi yakın geleceğin
torsolan olarak planlamıştı; milyonlara haykırdığı "Heil" söz
cüğüyle felakete zaten davetiye çıkmıştı, ama o aynı zamanda
bu felaketi içten içe ümit de etmiştir.
2 70
olmuşlar. Efsaneye göre, çok geçmeden görünüşleri de örf ve
adetleri de ilk Molusyalılannkinden ayırt edilemez olmuş. Bir
zaman sonra da <kentlerinin> kadimliğiyle gurur duyup o ilk
Molusyalılan atalan olarak görmeye başlamışlar. Molusya'nın
geleneğinde bir çatlak, hatta bir dikiş izi olsun bulmak tarih
çilere bile nasip olmamış. Dahası o tarihçiler, Molusya'nın
geçmişini kesintisiz bir tarihin ideal örneği olarak niteleyip
övgüye değer bulmuşlar.
2 71
dem> diye adlandırdıkları bu evre hiç de son evre değil, sa
dece onlar açısından sonuncu, çünkü on iki yıllık Bitler ikti
darı nedeniyle Dünya'mn geri kalan kısmıyla eşzamanlılıktan
koparıldılar. Şimdi bu kadar gurur duydukları sürrealizm de
nereden bakılsa otuz yılı aşkın bir süredir var. Ama dediğim
gibi bu sergideki her şey ucube. En ucube tarafı da şuydu:
Darmadağın olmuş bir caddeden gelip salona giriyor ve dar
madağın olmuş dünyayı tekrar karşında buluyorsun. Fransız
ve Amerikalı ressamların röprodüksiyonları halinde yani; son
ra da bakıyorsun, sergiyi gezenlerin hiçbiri bu işte bir tuhaflık
görmüyor.
Molusyalılarla ilgili anlatılır, veba uyarılarım başta hiç
ciddiye almadıkları gibi uyarıda bulunanları da öldürmüşler;
salgının etkisini yitirmesiyle de önceki uyarıları, dönemin en
anlamlı lirik eserleri olarak değerlendirip yüceltmişler. Bu
hikayeye bir türlü inanasım gelmemişti. Artık inanıyorum.
Çünkü sergideki tüm resimler - bilsinler bilmesinler, ka
bul etsinler etmesinler - Dünya'nın ve insanların darmadağın
edilmesini anlatıyor. Bazıları, en iyileri diyelim, gerçek uya
rılar, abartılı karamsarlıkla tehlikeye dikkat çeken resimler,
utancın ve korkunun yarattığı, Dünya'mn yakılıp yıkılmasına
dair felaket tellallığı; bazıları bu tema üzerine uçarı rapsodiler;
yine bazıları açık sinik yapıtlar, insanın sökülüp parçalara ay
rılmasını ve nesneleştirilmesini konu edinen, oh olsunculuk
ibrazları.
Bu resimlerde önceden söylenen ya da açıklanan yıkımı,
bu sergiyi gezen herkes bizzat yaşadı - <bizzat yaşadı> kısmen
<katılmak>, kısmen de <katlanmak> anlamında. Şimdiyse sağ
kalanlar, çöküş arkalarında kaldığı için bu çöküşün o zamanki
beyanının tadını çıkarmakta ısrarlı. Vebanın tahmin edilmesi
ni de çağın en üst düzeydeki ifadesi olarak görüp yüceltiyorlar.
"Berbat bir dönemden sonra yeniden insan olmanın huzu
runa kavuşmanın verdiği derin bir memnuniyet duygusu için-
27 2
deyim," diye tamamladı sözlerini, açılış konuşmasını yapan
kişi. İzleyiciler de alkışladı. Anlayacağınız, konuşmacı, gerçek
yıkıntıların verdiği yorgunluğunu, tahribatın sorumlularınca
<dejenere> diye aşağılanan yıkıntı sanatları sergisinde atıyor.
Güzelce çerçevelenmiş enkaz sayesinde yakaladığı <aydınlan
ma> fırsatını da özgürlüğün ve kültürün göstergesi olarak gö
rüp tadını çıkarıyor besbelli. O da epey hasar görmüş demek
ki. Anlaşılan, ruhunun sanatı kavrayan hatta tadına varan kı
rık parçasıyla, gerçek olanı, cinayeti, ırza geçmeyi, sakat bırak
mayı, kentleri yakıp yıkmayı yaşamış diğer kırık parçasının en
ufak bir teması yok. Aynı şey izleyiciler açısından da geçerli.
273
Berlin, 23 Haziran
Berlin, 24 Haziran
Bu sabah bir kez daha gittim oraya. Çoktan bir anıt olmuş
doğrusu. Tabii başka türde bir anıt.
Çapraz kemiklerin ve kuru kafanın, bu zehir sembolleri
nin yasak olduğu yazmıyor ya bir yerlerde. Dört köşeli taşla
nn üzerinde bunlar var işte, dünün gamalı haçlarının yerini
almışlar. Semboller değişiyor. Ama nefret sürüyor.
Kime karşı duyulan nefret?
274
"Yazık ama, öyle değil mi?" diye yorum yaptı biri geçerken.
"Ne gibi?" diye sordum şaşırarak, bir anlığına bir parça
ümitlendim.
"Yani, bütün işi halletmişler ! " deyip uzaklaştı.
Hemen anlamadım ne demek istediğini. Ama şimdi biliyo
rum: "Yazık, bize iş bırakmamışlar; <bütün işi> sadece bir ke
reliğine halledebiliyorsun. lnsanlan sadece bir kere öldürmek
mümkün ne yazık ki."
Yahudilerin sonunun gelmesiyle antisemitizmin de sonu
nun geldiğini ve katillerin katlettikleri kimselerle birlikte ka
zara nefretlerini de öldürdüklerini düşünmek naiflik olurdu.
Antisemitizm için Yahudilerin varlığı gerekmiyor.
Gerçi <Yahudi> diye niteledikleri şey, şimdiye dek hep bir
görüntüydü. Ama şimdi, gerçeğinin katledilmesinden sonra,
onların bakışıyla tam bir hayalete dönüşmüş durumda. Bırak
tığı boşluk yüzünden ve nefretlerinin o boşluğa düşmesi nede
niyle, Yahudilere o kadar sinirleniyorlar ki. Bugün onlara lanet
okumaları 'yokluk'larından kaynaklanıyor.
Nedenler değişiyor.
Semboller de keza.
Nefret kalıyor.
275
Berlin, 25 Haziran
2 77
Berlin, 25 Haziran
Berlin, 26 Haziran
Güzel mi?
Hayır, hakikaten güzel falan değil artık bu harabeler.
Her ne kadar kıyametten önce düşünme deneyleri yapıp,
beklenen yıkımın güzel tarafım görmeye çalışan birileri çık
mışsa da (topyekun savaş antisipasyonuyla jünger gibile
ri, Hitler gibileri) bugün bu girişimler yankı bulmuyor her
halükarda. Çok şey denendi bu yıkıntılarla: Önemsiz göste
rildiler; görmezden gelindiler; kullanıldılar; satıldılar; üstle
rine nefretin bayrağı dikildi; ama yüceltilip güzel gösterilmek
istendiğini, çocukluğumuzun tapınakları ya da şatoları gibi
batmakta olan güneşin ışıklarıyla aydınlatılmaya çalışıldığını
duymadım hiç.
Alçakların bile ahlaki çekinceleri oluyor demek ki. En
azından cürmün ardından.
Berlin'de villalann bulunduğu bir semt, 26 Haziran
2 79
Geleceğini üreten bir ülke geçmişini de üretmeden edemez.
O zamanki sonradan görme Almanya'nın tamamı için ge
çerli olan, bizzat sonradan görme L. açısından da geçerliydi
haliyle. Adamımız, (yine X'in anlattığına göre) bir asalet un
vanı alabilmek için yanıp tutuşuyormuş. Harabeden de anla
şılıyor zaten bu . Bu yapı sayesinde onda eksik olan kökeni ve
mahrum kaldığı asaleti kendine bizzat yine kendi tevcih etmiş
oldu. Amerikalı milyonerlerden farklı olarak kendi kazandı
ğıyla gurur duymak yerine, kendi yaptığını miras kalmış gibi
gösterebilmeyi istiyordu . Ne ideolojik ne duygusal açıdan bir
selfmade-man· olduğu söylenebilirdi, tam tersine feodal kıs
taslara karşı derin bir hürmetle hareket ediyordu. O halde bu
harabenin şiarı şöyle olmalı: "Çalışarak edindiğini öyle göster
ki babadan kalma sansınlar. " Ya da: "Mirasına konamadıgın ata
lardan sende de olmasını istiyorsan onlan kendin imal et. "
Gedaechtniskirche'nin yanı başındaki bir kafenin terası, Ber
lin 26 Haziran
<Pitoresk> demiştik harabelere öyle değil mi ! Gerçeklik, o
kadar kıyamet kopardı ki zamanla bizi bu kategoriden vazge
çirdi !
Pitoresk olan hep istisnaydı çünkü. llerlemenin, temizli
ğin, hali vakti yerindeliğin ve güvence altına alınmış yaşamın
istisnası. istisna olma özellikleriyle de genelde tatildeki keyif
objeleriydi: Napoli'deki, giysisinin kollarından dirsekleri fır
lamış çocuk; yaşlı dilenci; her yanı dökülen kulübe. Çalışma
üzerine kurulmuş, iyi çekilip çevrilen, neyin ne olduğu dosya
larla belirlenmiş, imar polisince güvence altına alınmış, kendi
dünyamızın gerçekliğinde kesinkes <yasak> olan şeyleri <pi
toresk> görüp hoşlanıyorduk hasılı. Ne diye hoşlanıyorduk
peki?
Çok basit, güzellik ('iş'i sanatın konusu yapmaya çalışan
bütün politik girişimlere rağmen) çalışmanın karşıtı bir kav-
•
lng. Kendi kendini yetiştirmiş kişi -yhn
280
ramdır da ondan. Boş zaman, en azından iş olmayan şey, gü
zelliğin önkoşulu olduğu gibi sanata da enfes bir malzemedir.
Sanat, <alınterinin> lanetini görünüşte de olsa çürütmeye ça
lışır çünkü. Estetik olan, çalışmaktan yıpranmamış vücuttur;
güzel olan, işe ihtiyaç duymadığı anlaşılan 'aetas aurea'nın
dünyasıdır.
Şöyle ki, lazzarone, dökülen ev, yaşlı dilenci, hepsi de ça
•
281
bir de (anlaşılan yine de mesut saydıkları) 'dolcefar niente'nin •
282
duyduğundan, belli ölçüdeki bir gerçekçilikten vazgeçemez.
'Dünya ruhu' bir kez daha yapmış yapacağını: Merhamet ede
biyatıyla dolaylı olarak sosyal kurama götürmesine benzer
şekilde , pitoresk üzerinden de yolu gerçek realizme çıkar
mış. (Millet) .*
Bizimse böyle şeyler görmeye ihtiyacımız kalmadı. Gerçek
lik yeteri kadar gerçek oldu. Keyfini çıkaracağımız istisnalar
varsa da bunlar harabeler değil, <sağlam> dünyanın parçalan.
Bir zamanlar evlerinin duvarları harabe resimleriyle tıkabasa
dolu Kurfürstendamm'a şimdi harabe denizinde ada gözüyle
bakılıyor. Artık şiirlerimizin teması da sefalet değil lüks.
2 7 Haziran
Berlin, 28 Haziran
285
Basel, 29 Temmuz
286
EK 1 95 7
Berlin
Haziran
EK 1962
Roma, Aralık
288
olur. Bu harap olmuşluk onları kurtarmayacak. Bizi bekleyen
yıkım, Kansas City'deki yeni yapılmış bir iş merkeziyle Foro
Romano· arasında fark gözetmeyecek. Günümüzde mortur·
tıpkı halihazırda yaşayan bizler gibi morituri. •••
Pompei, Aralık
EK 1 962
Milano, Temmuz
Bugün artık başka bir harabe türü var. Tuttuğum notları <Gü
nümüzde Harabeler> başlığı altında özetlerken, böyle ha
rabelerin olabileceğinden haberim yoktu. Kastettiğim, geç
mişin değil de geleceğin harabeleri. Mar Tirreno·· kıyısında
sayfiye yerlerinden geçerken, apartman görünümünde, yan
da kalmış otel inşaatları gördük, <boş pencerelerden oluşan
kovuklan>yla çürümeye doğru yol alan. Tahminen bu inşa
atlara, henüz turist sayısının artacağı öngörüsüyle hareket
edilirken ve örneğin Yugoslavya'daki gibi ucuz kitle turizmi
merkezlerinin türeyeceği hesaba katılmıyorken başlandı. Bir
bakıma daha doğumlarından önce dağılmaya başlamış bu
devasa harabeler, çirkinliklerine rağmen zamanında görevini
yapmış ve adet olduğu üzere yaşadıktan sonra ölmüş yapıların
yıkıntılarından daha trajikler. Benim gözümde günümüzün
asıl sembolleri bunlar: Çünkü bu gidişle Dünyamız, günün
birinde yarım kalmış haliyle, 'in statu nascendi' ... gafil avlana
cak ve kaba inşaatı bitmeden mahvolacak.
(1962)
29 1
dum çabucak. Meraktan ya da seleflerimi kurtarma isteğinden
eser yoktu, ne de olsa ben onları aramıyordum, onlar beni bul
mak istiyordu.
Ne var ki son haftalarda durum hatırı sayılır oranda değişti,
hatta bana kalırsa gereğinden fazla değişti, üstelik kötüye git
ti. Yaygaracılar gittikçe cüretkarlaştı, geceyle de yetinmemeye
başladılar, bazen daha gün batarken duyulur oldu korku ve
imdat çığlıkları; derken sadece tornistanda değil, güverteye
her çıkışımda, bazıları bir yunus ya da martı gibi gemiye sağlı
sollu eşlik ediyor, hatta onunla yarışıyor gibiydi; bundan bir
kaç gün önce bir öğleden sonra ise, sisten göz gözü görmüyor
du, iki ya da üç tanesi ön taraftan karşıma çıktı, (kulaklarıma
inanamadım, nasıl olurdu da geçmişteki biri insanın önüne
geçerdi, ama yanılmadığım kesin) kah havadan kah - belki de
- sudan (bu kesif çamaşırhane havasında yerlerini belirlemek
olanaksızdı) seslenerek beni selamladılar, bunlar öncekiler
gibi edepli, yakaran ve dilenen değil, aksine düpedüz alaycı
ve oh olsuncu seslenişlerdi, sanki çok büyük bir dolap çevir
mişler de durumu tamamıyla kendi lehlerine çevirmeyi, yani
yolumu kesmeyi ve beni ricacı konumuna düşürmeyi başar
mışlar gibi.
Denebilir ki beni, bildik geleneksel yerlerinden, yani geç
mişten çağırmalarına göz yumulabilir, ne de olsa bu alışılmı
şın dışında bir şey değil. Ama benim de henüz ulaşmadığım
ve kendisine doğru yol aldığım, henüz keşfedilmemiş gelecek
diyarından önüme çıkıp beni karşılamaları biraz garipti doğ
rusu. Yoksa gemiyle yerküremizin çevresinde bir turu tamam
layıp, geçmişe bir ölçüde arkadan ikinci kez varmak gibi bir
gaflete mi düşmüştüm? Yo, cidden böyle bir şey söz konusu
olamazdı. Ama nedeni ne olursa olsun, şimdiye kadarki gibi
kayıtsız kalamaz, artık bu huzur bozanların varlığını görmez
den gelemezdim. Sanırım işte , hatta büyük olasılıkla, bir süre
duraksadıktan sonra ölçüp biçtim, dahası karar aldım, bu çı-
ğırtkanlara, tabii bu arada kaptanlığın her gün ve her saat başı
bana yüklediği sorumlulukları ihmal etmeden, bu konuda hiç
şakam yoktur çünkü; evet, dediğim gibi, ölçüp biçtim, bu çı
ğırtkanlara hiç değilse ara sıra güler yüz gösterecektim. Örne
ğin yerine göre kendilerine iyi niyetimden ufak tefek emareler
bahşedeyim ya da ne bileyim, önlerine birkaç takdir sözcüğü
ya da bağlılıkları için teşekkür ifadesi yahut bir iki lokma yü
reklendirici lakırdı atayım diyordum. Veyahut onları avutup,
endişeye kapılmalarına gerek olmadığını, unutulmadıkları
gibi hiçbir zaman unutulamayacaklarım, birisi ya da bir şey şu
ya da bu zamanda bir kez olmuşsa, bu gerçeği sonradan yok
saymaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini temin edecektim.
Kısacası geçimsiz birileri karşısında akla gelebilecek ne kadar
ucuz ilgi ve sakinleştirme yöntemi varsa hepsini uygulamaya
karar vermiştim.
Şimdi düşünüyorum da neler olup bitmiş bu arada. O za
manlar onlara karşı daha uzlaşmacı davranma kararı aldığımı
saptamamsa, aslında konuya hiçbir açıklık getirmiyor. Şöyle
ki geçmiştekilerin beni, yani güncel olanı geçip geride bıraka
bilecekleri olgusu kadar esrarengiz bir şey de benim gözümde
bu yaygaracıların nasıl ve hangi duyu organlarıyla - çünkü ne
de olsa uzlaşma niyetimi hiç belli etmemiştim - evet bu varlık
ların nasıl olup da benim göze batmayan dalgalanmamı kayda
geçtikleri sorusuydu. Böyle olduğuysa su götürmez, tartışıla
cak hiçbir yam yok. Neden derseniz, eğer öyle olsaydı, eğer
şu ya da bu şekilde zaafımı fark etmemiş ve bu konuda şu ya
da bu şekilde görüş birliğine varmamış olsalardı, birkaç saat
önceki, bana düzenledikleri, dramatik denebilecek karşılama
töreni asla vuku bulmaz, iş oraya varmazdL lşte kolay değilse
de bu karşılamayı anlatmam gerekiyor sanırım.
Geceleri motoru bir çeyrek saatliğine durdurup harita ka
marasına çıkan basamakları tırmanarak hava almaya yukarı
çıktığımda, genellikle, rotanın bundan sonraki seyri hakkında
2 93
derin düşüncelere dalmış olurum. Yanılmıyorsam dün gece de
öyleydi. Kafam tamamen boştu belki de. Her halükarda ya
karanlar ya da dünkü uzlaşma niyetim gelmedi aklıma hiç ya
da ne dersek diyelim artık bu çöküşe. Üstte güvertede olup
bitenin soluğumu kesmesinde şaşılacak bir şey yok anlayaca
ğınız. Aslında hala kendime gelebilmiş değilim. Denizin orta
sında yıldızlı gecenin sessizliğiyle haşhaşa kalacağımı düşün
müşken içine sürüklendiğim kargaşaya ilişkin derli toplu bir
rapor verecek durumda hissetmiyorum kendimi en azından.
Çünkü bağırarak ve öterek kulaklarımın dibinde süzülenler
ve uçuşanlar, sürüler halindeydi, sayılan binleri buluyordu.
Yaşadığım ilk şok ne kadar sürdü, bir saniye mi yoksa saatler
ce mi bilmiyorum. Galiba en fazla şu ya da bu ayrıntıyı tasvir
edebilirim. Örneğin daha ben açık havaya çıkar çıkmaz bir
sivrisinek sürüsü gibi vızıldayıp başımın etrafını saran, cılız
bağrışlardan oluşan bulutu, yüzümü ellerimle kapatarak sa
vuşturmaya çalıştım. Derken kart sesli bir bağırtı, fırlatılmış
bir taş gibi yüzümü sıyırıp geçti, karanlıklara çarparak düşüp
kayboldu; sonra da (galiba en etkili sahne buydu, en azından
en törenseli) aniden bir mola. Daha doğrusu görünüşte bir
molaydı, çünkü sadece ön plandaki bağırtı ve ötüşlerle kanat
çırpmalar durdu. Onun yerine bu kez birden yırtılan bir per
denin ortasından geçip gelen bir koro sesi duyulur oldu sanki.
Uzaklardan gelen, arka plan seslerinden oluşan bir koro. Belli
ki tüm o sesler sırasında bu koro da (nasıl desem) birlikte
bağırmış ya da birlikte müzik yapmış, diğerleri tarafından bas
tırılmıştı sadece. Alçak sesle, usulca inlemeler, çocuk sesleri,
güçlükle duyulabilen. Uzaklarda ufukta şamandıraların üs
tünde salınıp duruyorlarmış gibi geldi bana.
Şimdi bu anlattıklarım tek tek görüntülerle, sahnelerle ve
örneklerle sınırlı. Bana karşı dört koldan girişilmiş bu saldı
rının yoğunluğunu tüm ihtişamıyla aktarmak için örnekleri
rasgele çoğaltabilirdim istesem ama bunu anlatmaya bin ay-
294
rıntı yetmez. Şu kadarını söyleyeyim, en önemlisi de bu zaten,
üstelik ilk andan itibaren açıklık kazanmıştı: Bu kalabalık, be
nim önceki zamanlarımdan uçuşup gelmiş seslerin tesadüfi ve
başıboş buluşması değildi. Kendiliğinden toplanmalar böyle
olmaz. Burada söz konusu olan daha çok, sistematik ve müt
hiş organize bir ayaklanmaydL Tüm geçmişlerimdeki yığınlar
azmedip birleşmiş olmalılardı. Aralarında dayanışma sağlayıp
bana başkaldırıyorlardı. Şimdiye dek sadece tek başlarına ya
da ikişer üçer denedikleri ve bu yüzden de başarısız olmuş
bir şeyi, çoğalarak yarattıkları baş döndürücü şiddet sayesinde
zorla, geç de olsa kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Anlayacağınız,
beni ileriye doğru olan yolculuğuma bir daha devam etmemek
üzere son vermeye zorlayıp, ileri gitmektense yaşamımın geri
kalan yıllarını tamamen kendilerinin bakımına, onları besle
meye ve moral vermeye ve avutmaya ve şımartmaya, kısacası
onları kurtarma ve ölümsüz kılma işine atlamamı istiyorlardı.
Dediğim gibi, bana, bugünkü 'ben'e karşı düzenlenen bu
toplu saldırı ne kadar sürdü, ne kadar süre hareketsiz kaldık
tan sonra kendimi bir şeyler yapacak durumda hissettim (<bir
şeyler> diyorum, savunmadan ya da bir karşı saldırıdan söz
edip yüksekten atmanın alemi yok çünkü) , doğrusu bilmiyo
rum, fazla zaman da geçmedi üzerinden oysa - emin olduğum
tek şey (sonuçta yenilgimi tescilleyip kayıtsız şartsız teslim
olmama yol açtı çünkü) , evet tek şey, bu yaygaracılardan bazı
larını yakalamak için zıplayıp üstlerine atılmaya başladığım -,
çocuk oyuncağıydı bu ne de olsa; tam tersine, hiç tutamamak
büyük maharet gerektirir diye düşünmüştüm.
Neden böyle bir ava kalkıştığım sorulacaktır herhalde.
Bunun yanıtını da veremiyorum. Acaba birkaçını etkisiz hale
getirip, tutsak ederek öcümü almayı, hatta belki de parmak
larımın arasında ezilmelerini mi umut ediyordum? Yoksa tam
tersine onlara, kendileriyle ilgilenmeye, bakımlarını üstlen
meye kararlı olduğumu mu kanıtlamak istiyordum? Yahut
2 95
birbirleriyle çeliştikleri halde, her iki saike birden mi kulak
vermiştim acaba? Dediğim gibi, bunu da hatırlamıyorum. Ni
hayetinde pek de önemi yok. Nedenine gelince, onca kalabalık,
dahası sürüler halinde olmalarına rağmen anlaşılır gibi değil
di avlanma çabalarımın sonuçsuz kalması. Küçük bir tanesini
bile yakalamayı becerememiştim. Hep aynı şey tekrarlanmıştı:
Sağ tarafımdaki bir tanesinin üstüne atladığımda, hemen sol
taraftaki bir tanesi bağırıyordu. Onun üstüne atıldığımdaysa
sağdan bir ses yükseliyordu. O kadar yaratıcı bir uyum için
deydiler ki adeta orkestra gibiydiler. Bereket o sırada onlardan
başka kimse . tanık olmadı buna. Başka birileri, sergilediğim
görüntüler karşısında, sadece saçmaladığımı düşünmekle kal
maz , bana kaçık gözüyle bakar, sanal kelebek avına çıkmış mo
ruğun teki ya da dans eden bir palyaço sanırdı herhalde. Gerçi
olayın tanığı olmuş ya da olmamış fark etmez, hem kendime
hem onlara yeteri kadar rezil oldum doğrusu. Çünkü bu nafile
zıplamalarımdan birinde ayaklarımın üstüne düşmek yerine
dengemi kaybedip başımı geminin demirine ya da başka bir
demirden kütleye çarptım ve yerde bir süre hareketsiz kaldım.
Sanki dört gözle bu anı bekliyorlarmış gibi zafer kazanmış bir
edayla öyle cırtlak sesler çıkardılar ki. Daha önce böylesini hiç
duymamıştım. Onyıllar önce yedinci sınıftayken bir kutlama
sırasında sunum yapacağım podyumda okul arkadaşlarımdan
birinin taktığı çelmeden sonra orada toplanmış öğretmenle
rin, velilerin ve öğrencilerin gözü önünde iki seksen yere uza
nışım sırasındakileri saymazsak. lşte demin tıpkı o zamanki
gibi yatıyordum yerde, zafer coşkusu içindeki yüzlerce yayga
racı da başıma toplanmıştı. Oysa daha biraz önce beni sözde
kurtarıcı olarak görüp peşime düşüyor, başıma üşüşüyorlardL
Ne kadar budalaymışım, nasıl da yedim numaralarını ! Beni bu
komediye alet ettiler resmen ! Bana ihtiyaçları var ha ! Benden
bin kere daha dinç olmalarına bakmıyorlar hiç , sayıca bin kat
fazla olmaları da cabası. Tabii ya, bana göstermek istedikleri
296
buydu işte. Benim gibi tek başına yaşayan ve tam da bugün,
sırf bugün, keza onların da bir zamanlar benden önce taşıdığı
adı taşıyan birine, onlarca yılı temsil eden bu ezici üstünlüğün
yanında bir hiç olduğunu, hem de en bayağı ve en elle tutulur
şekilde kavratmışlardL
Yolculuğumun devam etmeyeceğini, kimbilir ne zaman
tayin ettiğim varış limanına ulaşamayacağımı, ulaşmayı da
denemeyeceğimi belirtmeme gerek yok sanırım. Şu anda et
raf sakin gerçi, doğuda şafak sökerkenki kızıllık. Seleflerim
ortalıkta yok, sesler kesilmiş - ama her an yeniden çıkıp gele
bilirler. Salınıp duran gemimin nereye gittiği belli değil. Hala
güverteye tırmanmadan önce hesapladığım ve - bu olan bite
ni nasıl adlandırsam ki - baskının diyelim, gerçekleştiği po
zisyondaysam, tahminen iki ya da üç saat sonra, belki de bu
mektubu güvertesine fırlatacağım bir posta teknesi çıkacaktır
yoluma. Ama bu arada - bu da ihtimal dahilinde - olur da ro
tayı kaybeder, başka taraflara sürüklenir, başka sularda gezi
nirsem şayet, işte o zaman bu anlattıklarım da temps perdu ye'
2 97
"Holocaust"tan Sonra
1 979
4 Mart 1 979
299
le yapılması gereken, yaşananlardan haberi olmayanlar ya da
<sadece üstünkörü bilgiye sahip olup> işin boyutlarını tasavvur
etmemişler için - ki çağdaşlarımızın % 99'u bu insanlardan
oluşuyor - olgulan gözler önüne sermekti. ikinci bir dizi çekil
se ne kadar isabetli olurdu. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Bi
rinci filmi görmüş olanlar ikinciyi izlerken ilkindeki sahneleri
hatırlar böylece. Tabii etiolojik olacak bu ikinci dizi ABD'de ya
da Almanya'da finanse edilip çekilebilir mi, doğrusu tartışılır.
Yapımcılar senaryoyu fazla <Marksist> bulacak ve bu işe ya
naşmayacaktır muhtemelen. Bu arada bu dizi, daha önce bin
türlü <detaylı> kitap ve istatistiğin ortaya koyduğundan daha
fazlasını görünür kılıyor. Şu teoremi akıldan çıkarmamalı:
Factum yalnızca fictio sayesinde, sınırsız olan yalnızca bireysel
vahaya indirgenerek açıklığa kavuşturulup zihinlere kazınabilir.
Filmde bu yapılmış. Şu eleştirellikten uzak onay ifadesini kul
lanırsak tam anlamıyla 'başarılı olmuş.'
Almanlar açısından Hitler sonrası dönem işte şimdi baş
ladı. Olan biteni o sıralar, 45 yılında henüz kavramamışlardı;
kimse dehşete kapılmamıştı. Arkalarında kalan on iki yılla bağ
kuramadılar, ne eleştirel olabildiler ne üzüldüler ne de piş
manlık duydular. 1945'te gündemde olması gereken şok daha
yeni baş gösterdiği için l 978'i aslında 1 945 olarak görebiliriz.
Aradaki 35 yılı kapsayan süreci tarihsel ve düşünsel açıdan
tanımlamak zor. Benjamin'in tema ettiği, Klee'nin tablosun
daki, tarihin akışının ileriye taşıdığı fakat kendi geriye bakan
<angelus novus> figürününkine benzer bir yaklaşımdan söz
•
30 0
yormak istemiyorlardı - müttefikler de bu toplumdan gerçek
bir yenilgiyi esirgediler, onaylamayacakları politik sonuçlar
doğurabilirdi böyle bir şey - tek dertleri şimdiki zamandı. Yani
ev, karın doyurmak, televizyon, seyahat etmek ve seks, hasılı
tüketimdi. Bu, tarihsellikten arınmış istekleri çarçabuk, feci
halde çabuk ve o güne dek görülmemiş bollukta yerine gelince
(daha doğrusu yerine getirilince) geleceğe dönüp de bakma
dılar bile. Onlara ait olmayan bir tarih rüzganyla sürüklenme
yi yeğlediler; en iyi ihtimalle başka bir tarih öznesi eşliğinde
tarihe iliştiler. Tüketim denen olgunun ne geçmişle bağı olur
ne gelecekle. Tüketici, ne yüzünü geleceğe dönüp plan yapar
ne de geçmişi anımsayıp özler. Doğrusu Almanya, son otuz
beş yıldaki yoğun gündeme rağmen ahistorik bir ülke olup
çıkmıştı. O savaş yıllarıyla bağ kurma yoluyla yeniden bir de
vamlılık sağlama, başka deyişle yeniden tarihsel olabilme fır
satını ancak bugün yakaladı. Muhtemelen çok geç kaldı. Artık
Dünya'daki emperyal güçlerin sayısı ikiyi-üçü geçmediğinden
bağımsız tarihsel özneler geçmişte kaldı.
5 Mart
3 01
atfeden animist, fikirlere ise örneğin <adalet>i kadın figürü
olarak biçimlendiren alegori ustaları kişilik kazandırır. Konu
muzla bağını düşündüğümüzde, bu sözcüğün burada işi yok
diyorum; kişiler, kişileştirilmez. Olsa olsa yeniden kişiliklerine
kavuşturulabilirler; şöyle ki köleleştirilmiş ya da nesneleştiril
miş veyahut (Auschwitz'te, hatta salt imha amacıyla kurulmuş
kamplarda olduğu gibi) bir posa yığınına dönüştürülmüş,
benlikleri gaspedilmiş, kısacası < kişiliklerinden edilmişlerse>.
Bu dizi film işte bunu anlatıyor, başarısı burada yatıyor. İn
sanların nasıl kişiliksizleştirildiğini, işlenip hurda yığınına
dönüştürülen varlıkların kısa süre öncesine dek bir benliğe
sahip olduklarını belgeliyor. <Prima materia> · kavramına ben
zer bir <ultima materia> * * kavramını hayata geçirmeli bence.
izlediğimiz film, o kamplarda <ultima materia> muamelesi gö
ren 'kütle'nin bir zamanlar <ben> ve <biz> diyebildiğini, umut
edebildiğini, aşık olabildiğini, velhasıl <persona>* * * olduklannı
gösteriyor.
Bireylerin ön plana çıkması ne diye bir defo olsun ki?
Aiskhylos'tan günümüze, hiçbir oyun yazarı dünya dertle
rini <kişiselleştirdiği> yolundaki bir eleştiriyi anlayamazdı.
<İnsanlığın ortak sorunlarını> işleyen tüm tragedya yazarla
rı bu sorunları tek tek insanların şahsında sembolize etmiş,
yani <kişiselleştirmiş> , kişiselleştirmek zorunda kalmıştır. Ne
kadar düzenbazca bir sözcük bu tema ettiğimiz. Sanırsınız o
korkunç muameleye maruz kalanlar birey değil. Sanki gerçek
lik, bireylerin şahsında bir genellemede değil, toptan bakışta;
numaralanmış insanlarda değil, sayılarda saklı. Yaşananların
<üstesinden gelmek> zorunda olan bizlerin kitle katliamcıla
rının kişiliksizleştirme suçuna ortak olması mı gerekir?
Caniler, insanların kargo misali yüklendiği trenlerin hare-
30 2
ket planlarını hazırlayıp düzenlerken hayata geçti bu kişilik
sizleştirme edimi. Annelerimizi, babalarımızı, kardeşlerimizi
<altinsan> diye niteleyip - bu yaftalamadan sonra işleri kolay
dı - onlara altinsan ya da sığır muamelesi reva gördüklerin
de. Birkenau'da trenden inenleri fiilen de <altinsan> olmaya,
yani bir önceki trenle gelenlerin kömürleşmiş cesetlerini fırın
lardan kazımaya zorlayıp sonra da bu insanlan da çırılçıplak
gaz odalarına tıktıklarında. Film <kişiselleştiriyor> öyle mi?
Asıl, canilerin yaptığı bireyleri kişiliksizleştirmek değil miydi?
Bunu göstermek için o insanları önce birey olarak canlandır
mak gerekir. Filmin kotardığı, bizim de yapmamız gereken,
sayılan yeniden insanlara dönüştürmek, böylelikle kamplarda
katledilmiş altı milyonun altı milyon birey olduğunu somut
laştırmak olmalı.
6 Mart
304
fırsatı kendi sadist zevklerini tatmin için kullandı hepsi. Yine on
lar da 'kişiliksizleştirilmemeli'; her ne kadar Kantçı anlamda
ahlaklı <bireyler> olmasalar da münferit varlıklardı; Hegelce
söylersek hiçbiri, yaptıklannın şahsen hesabını verme <hakkın
dan> men edilemez.
6 Mart
306
<maruz kaldıkları muamele> sonucunda <yanıp tutuşurken>
görülememesi; sadece anonim ölülerin kaydedildiği karelere
yer verilmesi; seyircilerin sağlıklarında tanıdıkları, hatta ya
kınlık kurdukları kimselerin ölüsüne bu belgesellerde rast
lamamaları. Dahası görüntülerin değil de metinlerin devreye
girdiği yerlerde ise donuk <altı milyon> sayısı okunuyor ya da
duyuluyordu; oysa işkence görenlerin inlemesi ve işkenceci
lerin gülmesi, bırakın altı milyonu ya da altı bini, altı kez bile
yansıtılmamıştı. Sayıyı <megacorp> misali bir nicelik olarak
•
308
kikaten de o topluluk <yüzleşme> dendiğinde kendilerinden
böyle bir adımın beklendiğini çok iyi biliyor. Gösterdikleri
reaksiyonlardan anlaşılıyor, çünkü <yüzleşme> sözcüğünü
tamamen kendilerine utanmazca bir müdahale olarak görü
yorlar. Lanet olsun deyip ayak diredikleri ya da <Holocaust>a
kadar ayak diremiş oldukları şey, o on iki yılda tanık oldukları
hiçbir sahne tarafından taciz edilmeyen bellekleriyle 'yan gelip
yaşadıkları', ebedi istirahatgahlara - cinayetgahlara desek daha
iyi olur - mahsus huzurlu ortamlarını bozacağımız korkusu.
Şişkin hodpesentlikleriyle masum olduklarından eminler. Üs
telik ortak oldukları kötülüklerden acı ve rahatsızlık duyma
dıklan için kendilerini suçsuz ilan ederek akıllara zarar bir
tavır sergiliyorlar. Vicdanlannın tutukluk yapmasını hakkaniyet
duygulannın kanıtı olarak kullanıyorlar.
Gündeme gelmesi gereken, bugünlerde bu filmle birlikte
baş gösteren gelişme, psikanalitik bir sağalma sürecinin tam
tersi dolayısıyla: Pekala sağlığın bozulması, deyim yerindey
se bir sarsılma. Hakikaten de <Holocaust> dizisini seyreden
binlerce insan, sürüklendiği ruh halini <sarsılma> sözcüğüyle
tammlayabildi ancak. Filmin tekrar gösterilmesini isteyenler
de bu 'sarsıntı' geçiren kişlerdi. Sarsıntı, ahlaken <sağalma>
ihtimalinin önkoşulu gerçekten.
lşin tuhaf ve üzücü yanıysa <sarsıldığını> söyleyenlerin
çoğunun, olup bitenlerde hiçbir suçu bulunmayan genç in
sanlar olmasıydı. Şunu da söylemeliyim, bu gençleri sarsan,
ebeveynlerinin böyle bir şeyin faili ya da yardakçısı olabile
ceği düşüncesi değil, aynı koşullarda kendilerinin de bu tür
den suçlara ortak olma ya da <yardakçılık etme> ihtimalinin
bulunmasıydı. Filmi izleyen ve gördüklerinin onda nasıl bir
izlenim bıraktığını sorduğum on altı yaşındaki gencin verdiği
yanıtsa (bu ifadeyi bu bağlamda kullanmakta sakınca yok her
halde) iç açıcıydı: "Korkuyorum." "Weiss ailesinin maruz kal
dığı şey senin de başına gelebilir diye mi?" şeklindeki soruma,
bir süre dalıp gittikten sonra usulca şöyle karşılık verdt "Evet
öyle de olabilir, ama beni asıl düşündüren, Dorf'un yaptıkları
m yapacak konuma düşme endişesi."
B Mart
3 10
yerek verdikleri yanıtlar kanıttır buna. Hatta içlerinden biri
şöyle demişti: "I didn't experience it at all. "* Benzer şekilde,
cürmün boyutu ne denli büyükse hatırlanması o denli güçle
şir; <üstesinden gelme> şansı da azalır dolayısıyla. Suç devasa
olduğu için pişmanlık doğmaz. Üçüncüsü, insanlar sadece dilin
araçlarıyla hakkından gelebildikleri şeyleri hatırlayabilir ya da
tasavvur edebilir, hatta layıkıyla algılayabilir. Velhasıl duyusal
lık ve bellek, dilselliğin hapsettiği alanın dışına çıkamazlar. Dil
bazında ustaca söze dökülemeyen izlenimler güdük kalmaya
mahkumdur. Auschwitz'ten sonra şiir yazılamaz diyen Ador
no, yargısındaki hakikatin bu derece doğrulanacağını tahmin
etmemiştir. Auschwitz'i sözcüklerle ifade etmeye dilimizin
yetmeyeceğini herkes bilir. Celan'ın bunun üstesinden geldiği
iddiası, Altmışlı yıllarda sırf revaçta diye tatlısu antifaşizmini
benimseyenlerin uydurduğu, modaya uygun safsatadan başka
bir şey değil
9 Mart
3 11
efsanesi>nin eğlenceli bir dalavere olduğunu <debunk> ama •
1 1 Mart
Çürütme -yhn
Hiroşima tamamdır -yhn
3 12
yor? Bu sözcüğün onca sanığın ağzından bir kez bile çıkma
mış olması korkunç bir şey değil mi? (E Novak hakkında açı
lan her iki davada da izleyici olarak katıldığım duruşmalarda
haftalarca bu sözcüğü duymayı bekleyip durdum. Nihayetinde
de Novak - toplama kamplarına trenle nakilleri planlama ve
koordine etme işine bakıyordu, doğrudan Eichmann'a bağlı
bir SS subayıydı ve zekasına diyecek yoktu [ daha doğrusu
zekasına diyecek yok, çünkü beraat etti ve elini kolunu sal
laya sallaya dolaşıyor] - tüm marifetlerini ve yol açtığı acıla
n görmezden geldi. Beklediğim sözcüğü duyamadım tabii. O
kadar masum pozlarındaydı ki vahşete ilişkin saatlerce süren
tartışmalar sırasında, üstelik tanıklara rağmen yerinden kımıl
dayıp, fısıltıyla da olsa şu ya da bu durumdan ötürü <üzüntü
duyduğum:> söylemedi.) Peki açıklaması nedir bu olgunun?
• Pişmanlık duymuyorlar, çünkü geriye dönüp baktıkların
da (hatta belki de edimleri sırasında) işledikleri suçu kendi
suçlan, kendilerini de o zamanın suçlulan olarak görmüyor
ya da hissetmiyorlar. Olan bitenlerle aralarında daha baş
tan bir mesafe oluşmuş. Bu mesafeyi (insanın kimliğinden
cayamaması gerçeğine nafile kafa tutarak) arzu eden, lakin
failin kendileri olduğunu bir an dahi akıllarından çıkara
mayan <normal katiller>le aralarındaki fark bu. Pişmanlı
ğın önkoşulu olan bu özdeşleşmeyi günümüzün kitle kat
liamcılarının önce bir öğrenmesi gerekir. Peki ama neden
bu denli uzağındalar özdeşleşmenin?
Cinayetleri çoğunlukla kendi iradeleriyle işlemediler, emir
leri yerine getirdiler; dolayısıyla kendi avukatlarının bile
olanca naiflikleriyle mazur göstermeye çalıştıkları gibi -
işin iğrenç tarafı da bu ya - yaptıklarım görev bildiler. Da
hası suçu kendileri değil, < ... sıfatıyla> işlediler. Sözümona
bu, nitelik'leriyle özdeş değillerdi, her halükarda şimdi ar
tık özdeş olmadıklarından eminlermiş. (Bkz. "Nitelikler,"
başlıklı mesel, "Kuleden Bakış," s. 1 )
Cinayetleri doğrudan değil dolaylı yollardan işlediler. Örne
ğin Zyklon B gazının üreticileri, bu gazı sonuçta kullanma
dıklarını, <sadece ürettiklerini> söylemişlerdi <Başkaları
nın bu ürünle ne haltlar karıştıracağı beni ilgilendirmez.>
Söz konusu olan tekil cinayetler değil, suçların aralık
sız sürmesiydi. Bir anlamda sıtf bu suçlarla dolu <rezil bir
yaşam>dı. Pek kolay olmasa da bir insanın, tek bir cina
yetin pişmanlığını duyması, başka deyişle ampütasyonla
yaşamından çıkarması sonuçta mümkün. Oysa yaşamı
handiyse boydan boya kaplamış bir bütünün rezeksiyonu
neredeyse imkansızdır.
Cinayetleri yalnız başlarına değil, çoğunlukla başkalarıyla
birlikte işlediler; birbirlerini <taşıdılar>, öyle hissediyor
lardı. Görüşlerince, kendilerini taşıyanlar bir <meşruiyet
efekti> yaratıyorlardı. Onlara kalırsa suçlan (başkalarıyla
birlikte, en azından başkalarının bilgisi dahilinde yapılan
ların <SUÇ> olduğundan da emin değiller tabii) en fazla
<suça ortak> olmaktı. Hasbelkader bir suç oluşturan şeyler
yapılmışsa da kendilerinin sorumlu olmadığı kesindi
Yukarıdan açıkça o yönde emir gelmemişse marifetleri
ni suç saymıyorlardı, çünkü açıkça yasaklanmamıştı tüm o
kötülükler. Yasaklanmamış bir şeye ise serbest, hatta yetki
verilmiş gözüyle bakıyorlardı.
Failler onyıllardır cinayetlerinden hiç söz etmediler. Üze
rinde konuşulmayan bir temaysa bir süre sonra hatırlan
maz olur. Epey bir süre sonra ise sanki hiç olmamış gibidir.
Söz konusu cürümlerle <sıradan ağır suçlar> arasındaki
fark esaslıdır. Çünkü bu cürümler, <transcendunt proporti
onem humanam> yani kavranamayacak, hatırlanamayacak
ve pişmanlık duyulamayacak kadar devasadır. Bu söyle
diğim imha kamplannda görevli herifler için olduğu kadar
Eatherly için de geçerli.
Kastettiğimiz alçaklıklar, belleğin, kişisel yüz karası suçlar
kadar kolaylıkla erişebileceği türden değil. Kişisel suçlar, geçmişe
dönük bir muhasebeyle çabucak kontrol altına alınabilir, pişman
lık konusu edilebilir. Mitscherlich'in, mateme mesai harcamaktan
aciziz demesi boşuna değil. Buna işaret etmekte haksız değil
elbette. Öte yandan böylesine bir uğraşın verilmesi talebinin
yepyeni bir şey olduğunu yeterince vurgulamıyor sanki. Vic
danının sesine kulak verip - Augustinus gibi - sözümona suçla
dolup taşmış gençliğinden ötürü yerinen birinin, hatırladığı
günahların orta yerinde kendini keşfetmek için <emek ver
mesine>, hatta herhangi bir zahmete katlanmasına dahi gerek
yoktur (her ne kadar yüreğinin sızlamasından kurtulamaya
caksa da) . <Ego feci> * O halde şu ya da bu günahı işleyen ben
dim ifadesi, ayan beyan, dahası aynı zamanda kaçınılmaz bir
tecrübeydi Yaşanmış olanı aramaya gerek yoktur, o kendili
ğinden <SU yüzüne çıkar>.
Sanıklara toplama kamplarındaki karman çorman üst üste
yığılmış cesetlerin fotoğraflan gösterildiğinde <bunu biz yap
tık>, ya da <bunu yapan bendim> şeklinde bir özdeşleşme gi
rişimiyle karşılaşılmadı belli ki. Eğer içimizden birileri içimiz
den birilerine bir daha asla böyle bir kötülük yapmasın, hatta
sırf yardakçılık edip olup bitenlere sessiz kalmasın istiyorsak
bu, kendini teşhis etme'ye yönelik girişimleri - hep çuvalla
mayla da sonuçlansa - hiç ara vermeden teşvik etmeliyiz. Yok
sa günün birinde yine istemeyerek de olsa yapacaklarımızla ve
yine ne yaptığımızı bilmeden (üstelik her şey apaçık ortaday
ken) yeniden dağ gibi yığılmış cesetlerle ve göğe yükselen mo
loz yığınlarıyla baş başa kalabiliriz. Gök demişken, oradan biz
insanlara - kendimizi kandırmanın alemi yok - en fazla baş
kalarına, yani öldürülebilen, gaspedilebilen, dolandınlabilen
hemcinslerimize yapmamamız gereken kötülüklere dair ahla
ki direktifler gelmişse de aygıtlaşmış bir dünyanın mensupları
olan bizlere neyin yasak olduğu söylenmemiş. Tarihteki dinsel
315
ve felsefi etik öğretilerinin tamamı baştan aşağı köhnemiştir ar
tık; bu öğretilerin hepsi Hiroşima'da havaya uçtu, Auschwitz'te
gaz odalannı boyladı. Yeni etik anlayışı açısından bakarsak sı
fır yılındayız. Yüksek yerden (hem de sıklıkla insandan değil
bir aygıttan) gelen emirle varlığından bihaber olduğumuz ve
gelecekte yokluğundan haberdar olmayacağımız bir kenti yer
le bir etme yahut akarbantta (Auschwitz'in modernizasyonun
dan ve tavuk üretim çiftliklerinin standardına kavuşturulmuş
olduğundan kuşkunuz mu var?) cesetleri fırınlara sürme işiy
le görevlendirilmek gibi bir musibetin hepimizin başına gele
bileceği öngörülebilir bir şey değildi elbette.
Günümüzün (bu işte materyalizmin parmağı falan yok, so
rumlusu teknoloji) Tanrısız dünyasında bir etik inşa etmenin
(kim ya da ne dayatacak bunu?) anlamı var mı? Dahası artık
- Dünyamız her an ahir zamandan zamanın sonuna devrilebi
leceği için - etiğe benzer bir şeyler yaratacak kadar (pek öyle
önemi de kalmamış) zamanımız var mı? Bilmiyorum doğrusu.
Yine benim de aklıma bir tek, Molusya hikayesindeki, gemisi
yan yattıktan sonra tayfalara direktif verip kamaralara gemide
geçerli yönetmeliğin asılmasını isteyen kaptan geliyor.
1 1 -12 Mart
316
daha baştan kapatılıyor. <Kolektif suç diye bir şey var mı?
Evet mi hayır mı?> şeklindeki soru ağızda iyice çiğnenip sufle
ediliyor. Oysa soruyu bu şekliyle sineye çekip yanıtlamaktan
uzak durmalı. Önce bir, ifadenin geçerliliğini masaya yatırmak
daha doğru. En önemlisi de bu soru kimlerin işine geliyor onu
sorgulamalı.
Bu ifadenin Nümberg davasında, şu naif re-edükasyon
girişimlerinde peyda olduğu muhakkak. 'Kolektif suç' tabi
rini ortaya atan Amerikalı sözde filozoflarsa kavramı çoktan
unuttular. Ayrıca son otuz yılda önemli hiçbir Alman düşü
nür ya da gazeteci tarafından kullanıldığını görmedim. Hayır,
bugüne dek sözcüğü koruyup, kullanma tekelini elinde tutan
muhafazakarlar, itham edenler değil suçlulardı. Hala öyle üste
lik. Hiçbir basın organı bu <kolektif suç> kavramını <Deuts
che National-und Soldatenzeitung>* kadar kararlılıkla, deyim
yerindeyse sadakatle kullanmıyor. Washington'daki cahil fi
lozoflardan biri akıl etmeseydi, böyle bir tabiri nazi eskileri
icat etmek zorunda kalırdL Bu kavram olmadan yapamazlar
dı. Sık kullandılar, çünkü amaçlan bu kavramın saçmalığına
işaret edip yadsımak, sözünün geçtiği yerde hiddetlenmek ve
hiddetlerine dayanarak haklı konuma geçmekti. Argümanları:
<Kolektif suç diye bir şey olmadığına göre kolektif olarak suçlu
değiliz, hiçbirimize suçlu muamelesi yapılamaz.> Kısacası kav
ramın geçersizliğini öne sürerek hem başkalarına hem de ken
dilerine kendi suçsuzluklannı kanıtladıklarını düşünüyorlar.
İroniye bakın, tam da bu güruh aslında eskiden beri var olan
kolektif suç kavramını çıkarlarına alet ediyor. Antisemitizm,
tüm Yahudilerin Yahudi (ya da hain) sıfatıyla suçlu olduğunu
varsaydığı için, kolektif suç savının orijinal hali çünkü. Ken
dilerini götürü bir yaklaşımla sanık sandalyesine oturtulmuş
gördükleri için şimdi kalkmış tam bir ukalalıkla "vaftiz edil
memişlerin eski masallarının ısıtılıp önlerine konulmasına"
317
(nasıl da çıkıyor ağızlarından bu sözcükler) hiddetleniyorlar.
Özellikle de meselenin yeniden güncellik kazanmasından ötü
rü, güttükleri kolektif kinin meşruluğunun doğrulandığından
eminler. "Şu Yahudilerin, Auschwitz'i bir türlü bağışlayamaması
Hıristiyanlarla aralannda ne büyük birfark olduğunu gösteriyor.
Biz çoktan unuttuk o günleri! " (Bir "Oysa biz onları çoktan af
fettik ! " demedikleri kaldı.) Tema ettiğimiz kavrama gösterdik
leri kulak tırmalayıcı tepkiye bakılırsa, bağırıp çağıran birinin
başka bir sesi bastırmak istediğini düşünmekte haklıyız. Qui
conteste, s'accuse. *
lşte şimdi bu film gösterildiği için kışkırtıldıkları vesvese
siyle kurumlanıp bastılar yaygarayı. Yadsınamayacak bu, su
çun sorumluluğuna ortak olma meselesine kafa yormak ge
rektiğini düşünenleri - haliyle ve haklı olarak filmin senarist
ve yapımcıları da bu gruba dahil - herkesin suçluluğu iddia
sına onay vermekle, bir anlamda 'kolektif suç' savının propa
gandasını yapmakla itham ediyorlar.
Savaşın galiplerinin <kolektif suç> nitelemesi, öylesine or
taya atılmış, psikolojik açıdan gerçekdışı ya da absürd bir ta
bir değildi; totalitarizme gösterilmiş gayet anlaşılır bir tepkiydi.
Sonuçta Almanlar, rejimin icraatına ve suçlarına şöyle ya da
böyle omuz vermişlerdi; totaliter rejimle yönetilmeyen hiçbir
ülkenin yurttaşları devletlerinin suçlarına bu ölçüde payanda
lık etmemişlerdi. Bu açıdan bakıldığında <kolektif suç> nite
lemesindeki haklılık payı görülecektir. Kolektif suçsa öyle sa
nıldığı gibi kolektif eylemlerde değil, böylesine ağır bir cürmü
işleyen ve insanı böyle kötülüklere bulaştıran bir devlete karşı
başkaldınnın kolektif olarak savsaklanmasında - ki bu suçun
da diğerinden aşağı kalır yanı yok - yatıyordu. Savsaklamak
da bir eylemdir.
Söylemesi kolay, şeklinde bir itiraz gelecektir; kafa tutmak
mümkün müydü o sıralar denecektir. Lakin o <imkansızlığın>
3 18
koşullarına giden sürece göz yumulmuş olması bile suçtu ben
ce. Suç, herkesin kendi benliğine karşı seferber edilmeye alet ol
masıydı; tüm toplumun eli kanlı baskı rejimiyle aynı hizaya
gelmeyi sineye çekerek, o rejimin muhafız alayı olup çıkma
sıydı. (Yahudilerin aşağılanmaya ve imhaya hiç direnmedikle
ri yolundaki suçlayıcı yaklaşımsa - bu iddianın gerçeği yansıt
madığının göstergesi olan Varşova'daki getto ayaklanması da
bir yana - anlaşılır şey değil, çünkü elinde [örneğin grev gibi]
silahlan olan o yetmiş milyonluk kitle, nazilere karşı koymayı
aklından bile geçirmedi. Zevahiri kurtarmak için adlan anılan
kahramanlarsa mikroskobik bir azınlıktı ve Alman halkının o
zamanki halini yansıtamayacak kadar atipiktiler. Bu olgu ne
deniyle o az sayıdaki direnişçi takdir edilmeyi daha bir hak
ediyor.)
Kaldı ki toplumdaki herkes başından sonuna, şüphesiz
oiabildiğince yalan dolanla, güncel gelişmelerden haberdar
edildiği için de rejimin operasyonlarına ateşli destek ver
meleri gelişmelere dair az çok bir şeyler bilmelerinden ge
çiyordu - sorumluluğa ve suça ortaktı. Kimse hiçbir şeyden
haberinin olmadığı gibi bir bahaneye sığınamaz. Neler dön
düğü - milyonlarca insanın katledilmesi de buna dahil elbet
te - biliniyordu haliyle. Yardakçıların ve tanıkların sayısı on
binleri buluyordu. Bu paydaşların, gördüklerini kesinlikle
kendilerine sakladıklarını, o denli dramatik, olağandışı vuku
atın haberinin ağızdan ağıza dolaşmadığını düşünmek insan
zekasını hiçe sayan bir küstahlık; sosyal psikolojinin en banal
aksiyomlanna bile ters. Hiçbir şeyden haberleri olmadığını
söyleyenler en fazla kendi ahmaklıklarını itiraf ediyorlar. O
sıralar Amerika'da yaşadığım halde toplama kamplarına dair
ilk söylentiler 43 yazında kulağıma çalınmıştı; söylentilerin
doğrulanması ise 44 baharına denk geliyor. Burunlarının di
bindeki kamplarda olan bitenin, oralarla doğrudan bağlantı
lı Almanya'da hiç duyulmamış olması mümkün mü? Binde
3 19
birinden haberdar olduklarını varsayalım; bu binde bir dahi
tüyler ürpertici değil miydi? Akarbant usulü gerçekleştirilen
imha aksiyonunun başlamasından üç yıl sonra bile toplumun
afallamadığı kesin; cinayetlerden doğrudan sorumlu olanlara
yapılan tezahüratlar biliniyor.
Tabiri belli anlamda bugünlerde yeniden kullanabiliriz.
Hala (ya da yine) toplama kamplarının varlığını inatla red
deden ve utanmazca, "Siyonizmin yumurtladığı bir palavrayı
yuttuğumuzu" orada yakınlarını kaybeden bizlerin yüzüne
haykıran, dirseğimizdeki matem bandını çekip çıkarmaya ça
lışan bu heriflere, düşünce özgürlüğüne duyduğumuz hür
metten ötürü yalan söyleme özgürlüğü tanırsak eğer, işte o za
man biz de bu işe bulaşmış, kolektif suça ortak olmuş oluruz.
Dahası nihayetinde kolektif olan, almamız gereken so
rumluluktur. Özellikle de yaşananların tekrarlanmaması için.
Benzer bir şey bir daha yaşanırsa, o zaman hakikaten hepimiz
suçlu konumuna düşeceğiz. Karşılaşacağımız bir sonraki kat
liamda "kolektif suç" tabiri, kullanılmasının yerindeliği şöyle
dursun, kaçınılmaz olacak.
13 Mart
32 0
R. Hochhuth'un eseri önemli bir istisna oluşturuyor. Bunun
ötesinde Holocaust üzerine yazılmış her şey tamamen ülke
den göçmüş olanların ya da kurbanların kaleminden çıktı.
Keza, saikler ne olursa olsun (ki bunları özellikle sorgulama
mızı gerektirecek bir neden yok) prodüksiyon, heyecan verici,
eğlencelik bir malzeme olmanın çok ötesinde - yapımcıların
elde ettiği kazanca rağmen (doktorlar da bedavaya çalışmıyor
sonuçta) politik ve ahlaki yanı olan bir ürün. ôyle de karşı
-
321
olma işlevi, yine Brecht'in bu bağlamda - Schiller'den pek de
uzağa düşmeyerek - didaktik oyunlarında yaratmayı hedefle
diği şey, bu filmle hayata geçti. Öte yandan <Holocaust> filmi,
hepsinin yapıtlarının toplamından bin kat fazla etki yarattığı
için, dar kafalı yaklaşımlarından kaynaklanan perişan bir ce
saretle bu filmi <tek yanlı angaje bir yapıt> diye niteleyip (o
halde hiçbir söylevin değeri yok, çünkü hepsi angaje) kayda
değer bulmayan; milyonlarca insanı gözyaşına boğduğu için
diziyi tipik Hollywood işi bir <acıklı film> yakıştırmasıyla aşa
ğılayan ve - işte bunu da filmdeki hakikatin karşısına argü
man diye çıkarıyorlar - ekranın bir uyan gereci olarak <kötüye
kullanılması>ndan - kötüye kullanmanın anlamını da öğren
miş oluyoruz böylece hoşlanmadıklannı deklare eden eleş
tirmenlerinse kendileri - hem de milyonların gözünde - alay
konusu olacak.
14 Mart gecesi
R., biraz önce alaylı bir ses tonuyla itiraz etti: "lyi ama ta o
zamanlar biliyorlardı bu gerçeği ve o günden bu yana, 35 yıl
dır, hep bildiler! " Bir soruyla yanıtladım: "Bilmek dediğin ne
dir ki?" Bilmek, ilginin en cılız biçimidir, ilgisizlik'ten daha
boylu poslu olduğu söylenemez. <Sadece bildiğim bir şey beni
ırgalamaz>. Elli yılı aşkın bir süre önce yazdığım, "Kuleden
Bakış" başlıklı kitaptaki fabllardan birinde bir kuleden etra
fı seyrederken oğlunun trafik kazasına kurban gidişini gören
bir kadın figürü yaratmıştım. Yüksekten bakınca aşağıdaki her
şey oyuncak gibi görünmektedir. Kadın, aşağıya caddeye in
meye ayak direr, çünkü böylece oğlunun ölümünü salt bilme
nin ötesine geçecektir. "Aşağıda olsaydım dayanamaz, üzün
tüden çıldırırdım! " diye çığlık atar. lşte milyonlarca Alman,
altı milyonun ölmesi karşısında fabldaki kadın gibi davrandı,
aşağıya inmemek, olup bitenle <göz göze gelmemek> için di-
3 22
rendi Şimdi ise aşağı indirildiler ve bilmenin ötesine geçmeye
zorlandılar. Artık moraller yerle bir. Hele şükür demek lazım.
Bereket versin - haklarını teslim etmeden olmaz - çokları, ger
çeğe ilk kez, göz attıktan' ve bu gerçeği şimdiye dek <sade
ce bildiklerini> gördükten sonra, bir tabuya dönüşmüş olan
şeyle, adım adım, sabırla yüzleştiler. Üstelik bazıları, öylesine,
gerçeğin müptelası' olmuşlar ki sadece kaçıranlar için değil,
kendileri için de dizinin tekrar gösterilmesi çağrısında bulun
dular.
1 6 Mart
Bir televizyon dizisinin böyle bir etki yaratmasına ilk kez tanık
oluyoruz. tık örnekler Vietnam'daki çatışmaların ekrana taşın
dığı programlardı, (25 yıl önce yazdığım "Fantom ve Matris
Haliyle Dünya" adlı makalemde kastettiğim şekliyle) <imge>
oldukları halde gerçek vakaları ilk defa gerçekten aktaran
nitelikteydiler. Gerçekliği (o sıralardaki anlatımımla) <şirin
göstermekten> uzak (bu terimi görüntülerin yarattığı etkiyi
sabitlemek için kullanmıştım) bu programlar, çoklarının biz
zat tanıklık edemeyeceği gelişmelerin, gerçeklik' olmalarını
sağlamış ve insanların sürece somut müdahalesinin yolunu
açmıştır. O <hayali görüntüler> olmasaydı, Vietnam'daki savaş
pekala devam ediyor olabilirdi
Lakin <Holocaust> filminde çok daha garip bir fenomenle
karşı karşıyayız. Seyrettiklerimiz, günümüzde gerçekten vuku
bulan gelişmenin kareleri değil, zamansal açıdan da uzağımızda
kalmış, yani 35 yıl öncesinde yaşananların - dahası izlediğimiz
aynntılarla gerçekleşmemiş, yani kurgulanmış olanın - ekrana
yansıtılmasıdır. İşin şaşırtıcı yanıysa bu kurgunun bize aktardığı
olgular sayesinde ancak, geçmişte kalmış bir vakaya dair 'son
gelişmelerden' haberdar olmamız. Bu kadarla da bitmiyor. Bu
türden bir kurgu, bize aktarılması amaçlanan gerçeğin artık
algılanamaz oluşu nedeniyle, daha da önemlisi günümüzde
olup bitenlerin (son Dünya Savaşı da buna dahil) korkunçlu
ğu ve masifliği hiçbir zaman kavranıp ayırt edilemeyeceği için
vazgeçilmezdir. Olduğu gibi görünmemesi, içyüzünü saklaması,
bir anlamda artık görünmez oluşu günümüz dünyasının belirle
yici özelliklerindendir. Gaz odalarının ya da imha silahlarının
yahut nükleer enerji santrallerinin görünümleriyle içeriklerini
açık ettiği mi var? Bu <görünmezlik> , sadece gerçeği yakala
mak için değil Yeryüzü'nde yaşamın sürmesi için de devre dışı
bırakılmalıdır. Bunun hayata geçebilmesi içinse <merceklere>
ihtiyacımız var; ama büyüteçlere değil, <küçülteçlere>.
lnsanın Eskimişliği'nin· birinci cildinde <hakikat doğrultu
sunda abartmamızı> salık vermiştim; şimdi ise tersini, <ha
kikat doğrultusunda küçültmeyi> öneriyorum, yani devasalığı
nedeniyle kavranamaz olan gerçekliği daraltmayı ve böylece
bu gerçeklik tarafından tamamen dışlanmayacağımız koşulla
n yaratmayı. Kastettiğim şey, <Holocaust> filmiyle kotarılmış.
Fena da olmamış. <Daraltılarak> ele alınışı, yani <understate
ment> sayesinde bu tema milyonların görüş alanına ve duygu
menziline girebildi.
19 Mart
324
nin yanında ]aponya'ya uçan pilotlar masum kalıyordu. Bunun
<ilerleme> olup olmadığı ise ayn bir tartışmanın konusu.
Hiroşima'da bir anlamda sadece <düğmeye basıldı> - bu
arada 1945'te bombalar en azından, olay yeri'nin semalarında
aşağı bırakılırken, günümüzde, <nuclear missiles>' açısından
bakarsak, her şey uzaktan düğmeye basmayla, halloluyor.' Gö
revlendirilmiş o adamlar, edimlerinin (yani tek bir el hareke
tinin) sonuçlarının uzağındaydılar; tıpkı çağımızda işçilerin
%99'unun pratikte, çalışmalarının doğuracağı sonuçlardan
soyutlanmış olması gibi. Aslında roketlerin icadından sonra
<olay yeri> kavramı anlamını yitirdi Esasen bu kavram, ön
ceden tek bir yeri, hem cürmün işlendiği hem acının çekil
diği tek bir yeri anlatıyordu. Bu sintopik duruma - kavramın
sonunun başlangıcı ateşli silahların icadıyladır artık nadi
ren rastlanıyor (Mylai bunlardan biri) . Pasifik Okyanusu'nda
ateşlenen bir füzenin erimi Sibirya'ya dek uzanıyor. Olay yeri
neresi o halde peki? Okyanus mu, Sibirya mı? <Sizotopya> ta
birini, günümüzün etik ve etikdışı kategorilerinin belirleyici
kavramı olarak literatüre kazandırmanın zamanı geldi. Ben
zer şekilde, bombalan talihsiz iki kentin üzerine bırakan iki
Air Force pilotu sayıları yüz binleri bulan kurbanlarım gün
lerce, yıllarca aşağılamak ve işkenceden geçirmek şöyle dur
sun - Auschwitz'te adettendi bunlar - görmediler bile, daha
doğrusu tasavvur dahi etmediler. Elleri tepeden tırnağa temiz
kaldı gibi bir şey söylerken elbette Eichmann ve şürekasının
tırnaklanmnkine benzer bir temizliği kastetmiyorum. Pilot
lar kitle katliamı için tüm ayrıntılarım düşündükleri bir plan
yapmamışlardı; zamanlarım titiz ve noksansız bir çalışmayla,
günlük ceset üretiminin aksamayacağı koşullan oluşturmakla
geçirmemişlerdi Sırf <misyon>da görev aldılar diye o pilotlar,
özellikle de eylemlerini doğrudan olay yerinde gerçekleştiren,
aralıksız her gün işkence, <şırıngalar>, insanları gaz odala-
3 27
dır. ('Geleceksizlik' üreten aparatlara <gelecek> yakıştırmak
mümkünse tabii) . Henüz endüstriyel gelişmesini tamamla
mamış ülkelerde Auschwitz'in daha uzunca bir süre model oluş
turması olasılığı devre dışı kalmıyor elbette. Henüz Hiroşima
üretecek konumda olmayan güçler Auschwitz'teki <işleyişle>
yetinmek zorunda. Hasılı <gelecek> henüz her yerde <başla
madığı> için Auschwitz modelinin de bir geleceği var. Modern
kitle katliamı metoduyla pek de yeni olmayan diğer metot -
tabii bu arada insanlığın 'sağ kalmasına' izin verirlerse - daha
uzunca bir süre <örtüşecek>.
22 Mart
328
lardan - çağın diğer savaşlarında ölenlere değinmiyorum bile
- tamamen farklı anlamda bir 'ölü' kategorisindeler. lçler acısı
koşullarda yaşamım yitirmiş, o yılların tüm kurbanları derin
bir saygıyı hak ediyor. Bizlerin diğer kurbanlardan daha rezil
bir biçimde katledilmesinde bit yeniği arayan, bir kere daha
özel muamele talep ettiğimizi, böylelikle boşuna gaz odalarım
boylamadığımızı düşünenlerse en esaslısından bir aşağılama
ya layıklar.
3 29
(doğa, aşk, sanat) nasıl sarıldılarsa, birikmiş agresifliklerini
ve dar kafalı hoşnutsuzluklarım üstüne salabilecekleri, yani
Şeytan'ın yerini doldurabilecek bir figür olmadan da yapamazdL
Hitler onlara <ikame Şeytan> olarak <Yahudiyi> bahşetti (Pek
bir tercih edilen, şeytanlaştırıcı tekil ifade, Şeytan'ı şeytanlaş
tıran tekile tekabül ediyor) . Bu 'vekalet', milyonlar tarafından
coşkuyla karşılandı. Dinin mantığına göre Şeytan, lekesiz bir
karşı figürü gerektirdiği ve mümkün kıldığı için de Şeytan'ı
armağan eden kişi kolaylıkla bu tür bir lekesiz figür, bir çeşit
kurtarıcı olarak boy gösterebilir ve bu sıfatla 'Heil haykırış
ları' eşliğinde ilahlaşabilirdi Yahudiler olmasaydı Hitler Tann
muamelesi göremezdi. Statüsündeki ihtişamı Yahudilere borç
ludur. (Şurası bir gerçek ki Yeryüzü'nde şeytanlaştırmaya baş
vurmayan kişilik kültü yoktur; Troçki karalanıp suçlanmasa,
Stalin hiçbir zaman Sovyet toplumunun 'manevi babası' ola
mayacaktı; Troçki'ye yönelik yapay nefret üretilmeseydi, nef
retleri üzerine çekmeden milyonun üstünde insanı katletmesi
mümkün değildi Bu arada Anti-Troçkizmin bir zaman sonra
Antisemitizme dönüşmesi rastlantı değildi elbette.)
2. Diktatörler, iyiyi ve kötüyü, belirlenmiş bir varoluş biçimine
sabitleme ihtiyacı duymuşlardır. Toplumun çoğunluğu da heves
lidir bu türden <ontolojikleştirmelere>. <Ontolojikleştirme>den,
uğraşı, erdemi, ayıbı, inançlı olmayı, kafirliği, görev aşkını, gö
revi ihmali ya da mizacı <iyi> ya da <kötü> saymama - aslında
çoğunluğun hiçbir zaman gerçek anlamda içselleştirmediği bir
etik anlayışı bu - <iyi> ya da <kötü>yü daha ziyade doğuştan
var olan şeyler olarak görme yaklaşımını anlıyorum. Buna göre,
örneğin paryaların değersiz görülmelerinin nedeni şu veya bu
edimleri, şundan veya bundan kaçınmaları, şu veya bu şekilde
düşünmeleri veya düşünmemeleri değildir; aksine bir parya,
parya olduğu - ve isyan etmediği sürece kendini de öyle kavra
dığı - için şöyle değil de böyle davranır, şundan değil de bun
dan uzak durur, şöyle değil de böyle düşünür. Hasılı bu <etik>
33 0
türünde <iyi> ya da <kötü>, varlık mertebesidir. Yunancadaki
<esthlos> = soylu, kavramının kökeninin <einai> = var olmak,
olması rastlantı değil. Benzer şekilde soyluların 'yükseklerde'
konumlandırılmış olmalarının (birçok yerde hala öyle) nede
ni de hünerleri ya da düşünce kapasiteleri - en azından önce
likli olarak bu yönleri - değildi. 'Üstlerde' olmalarının teme
lini (aristokrat diliyle kendilerinin de ifşa ettiği gibi) <iyi bir
(ahırdan) aileden geliyor olmalan> oluşturuyordu. <Prestij ve
erdem>, Schiller'in tarif ettiği gibi (<.Asalet sadece ahlakın temel
alındığı yerde olur>) bir <ahlaki> nitelik değil, <yetiştirildiğiniz
haranın nonnuydu>. lşte Hitler, burjuvazinin ahlak kavramlan
nı atlayarak bu soyluluk ölçütünü devraldı. Tabii gözü kara ve
paradoksal bir yaklaşımla. Köken - ya da dedikleri gibi ahır
- ölçütünü sürdürmekle birlikte bir de tutup sokaktaki ada
mı, yani (eskiden aristokrasinin kendisiyle bir tutmadığı) ava
mı asil ilan etti (bir ilkti bu, çünkü proletarya kendini en fazla
<tarihsel anlamda öncü> görmüştü) . Toplumun yüzde dok
san dokuzunu manipüle ederek elit tabaka olduklarına, daha
doğrusu elitin hası olduklarına inandırdı. Bunu başarabilmesi
için mutlaka bir karşıt figür yaratması gerekiyordu. Toplum bu
figürün varlığı sayesinde kendini <asil> ( üstün ırk) addede
=
33 1
birkaç bin kişiyi can düşmanı ve kurban ilan etmekten çekin
medi. Bu birkaç bin insanın önemini sonuçta aşın abartıp onla
rı Dünya çapında bir güç (<Siyonist Lobi>) olarak etiketlediler.
Karşıt figür - Yahudi - olmasaydı Alman halkına seçkin olduk
ları yutturmacası telkin edilemezdi. Bu şekilde asalete konan
%99, hatta kenar mahallelerde pinekleyen işsizler bile, gerçek
teki pek de seçkin denemeyecek yaşam koşullarını görmezden
geldiler. Ari ırk vesikası, kitlenin asalet rehberiydi, hangi sınıfa
ait olduklannın önemi yoktu, hep birlikte kayıtlıydılar bu rehbere.
Hitler, milyonlarca sıradan insanı soyluluğa terfi ettirerek, yol
açtığı hasarın - yani onların sınıfsal aidiyet bilincini ve yurttaş
lığın gereği olan tüm özgürlüklerini gaspetmesinin - tazminatı
nı ödedi. <Yahudi>ye ihtiyaç duymasının nedeni buydu.
Bu tür bir figür olmasaydı, hakikaten icat etmek zorunda
kalırdı, başka çaresi yoktu . Gerçi neden <olmasaydı> diyorum
ki? Hitler'in fon olarak ihtiyaç duyduğu ve kullandığı Yahu
di karakterleri sonuçta gerçeklikte değil, yalnızca "Stürmer"
gazetesinin kışkırtıcı karikatürlerinde vardı. Sonrasında - bu
söylediğim ne denli kulak tırmalayıcı da olsa - gerçekten vü
cuda gelmişlerse, gaddarca muameleyle kamplardaki insanları
Stürmer'deki karikatürlerin kopyalanna dönüştürmeyi başaran
SS güruhunun marifetidir bu. Ôlümcül karikatürlerin suretin
den gerçekleri yaratıldı. Bir varlık (Aryan) doğuştan ve geri
dönüşsüz biçimde iyiyi simgeliyorsa; diğer bir varlıksa (Yahu
di) yine doğuştan ve geri dönüşsüz, kötüyü temsil ediyorsa,
artık özgürlüğe (iyiyi ya da kötüyü tercihe) yer kalmamış de
mektir, aynca yine geri dönüşsüzlük geçerlidir. Dahası - keza
geri dönüşü yok - bu verili durumda <koşulsuzluğa> da yer
bırakılmamıştır; koşulsuzluk, varolmayla zorunluluk arasında
sıkışıp adeta ezilmiştir.
Nasyonal sosyalist diktatörlüğün hedeflediği şey tam da
buydu. Zorunluluğun hükmünün geçtiği yerde koşulsuzluğun işi
yoktur. Aryansan yapman gerekeni yapacaksın. Vice versa: Ya-
33 2
hudi doğmuşsan katlanman gerekenlere katlanacaksın.
Nasyonal sosyalizme <ahlaksızlık> atfetmek 'understate
,
ment of the century. . Çünkü nazizmin en çarpıcı <marifeti>
koşulsuzluk kategorisinin büsbütün yok edilmesinde yatar. Bu
imhanın başlıca kurbanlarının tam da 'On Emir'le ve 'Dağdaki
Vaaz'la <kategorik buyruğu> oluşturanların torunları olması
rastlantı değil; böylelikle 'koşulsuzluğun' hayata geçirilme
sinden tarihsel boyutta öç alınmış oldu. Kant'ın <kategorik
imperatifleri>nin sık sık sözünün geçmesine (<kategorik> sı
fatı cezbetmişti onu) rağmen Hitler, (Schiller'in <her şeyi çiğ
neyip ufalayan> dediği) Kant'ı çiğneyip ezmiştir.
28 Mart
333
oluyor. Benim için bu sözcük daima <Almanyayı Yahudiler
den annmış ülke yapacağız!> tümcesine kenetli. Anlık ülküsü,
sadece cinsel olanı da değil üstelik, her daim - sodomi kor
kusundan olacak, yabancılarla, değil evlilik, dirsek ve beden
temasından bile ödleri patlayan - fanatiklerin ülküsü olagel
miştir (<ırkın alnına sürülecek kara leke>) . lşte korktukları
bu şeyi <tabu> haline getirmişlerdir (<Dokunulmazlar>) . Bu
temas korkusu , en korkunç versiyonlarında yumuşaklığın göz
kamaştırıcı beyaz elbisesini giyer. Sonra da amaca uygun bir
iffet ve vejetaryenlik kılığında boy gösterir. Altmış milyon in
sanın kanına giren Hitler'in ciğer ezmesi sosisine el süreme
mesinde, yeşillik ve havuç düşkünü biri sıfatıyla Yahudilerin,
Sinti ve Romanların, Slavların canına okumuş olmasında hiç
de çelişkili bir durum yok. Bilakis, anlıkla aklını bozmuş biri
nin gözünde her şey (pis) domuzdur. Eh, domuzlara da el sür
memek olmaz, 'silip süpürmek' gerekir her birini.
5 Nisan
334
güçlü olduklarını ortaya koyarak çıktıklarının kanıtıdır, bu sa
yede yaşama hakkı elde etmişlerdir. Galip gelmemiş herhangi
bir türün dinozorlar gibi soyu tükenmiş olurdu; bir anlamda
yaşama hakkı yitip gitmiş demektir.
lşte Hitler bu Darwinci tezi bir ideale ya da postulata dö
nüştürdü. 'Yaşamak için, yaşama hakkını elde etmek için Dar
winciliği pratiğe dökmeli, başkalarına üstünlük sağlamalıyız'
- rakiplere her şey müstahaktır. <Rakibimden büyüğüm, onu
yok ediyorum, o halde yaşamak hakkım. Cinayet varolmanın ön
koşuludur.>
Hayatta kalmanın vazgeçilmez koşulu olan kurbanın ideal
türü ve sembolüyse - yeniden konumuza döndük - Yahudilerdir.
O yüzdendir ki Auschwitz, nasyonal sosyalist politika çerçe
vesinde - korkunçluğu malum - tüm olup bitenlerin ötesin
de bir vakadır; bir anlamda nasyonal sosyalist ontolojinin pa
radigmasıdır; merkezidir. Hala toplama kamplarının varlığını
yadsıyanlar belli ki bunu kavramışlar. Rettetikleri tek başına
olgunun kendisi değil, nasyonal sosyalizmin asıl ilkesi.
Bu arada bu türden bir sosyal Darwinciliğin böylesine
önemli, belirleyici bir rol oynaması çok garip doğrusu. Çün
kü ona bakarsanız özellikle de Yahudi halkı, tarihte herkes
ten daha frapan bir biçimde hayatta kaldı ve aslında var olma
hakkının gerekçesini sundu. Lakin sadece görünüşte çelişkili
bir durum var. Çünkü tam da Yahudiler benzersiz bir <survi
val>, deyim yerindeyse ölümsüzlük örneği sergiledikleri için
("Ezeli Yahudi" )' ciddiye alınacak tek rakip olarak görüldüler,
o yüzden ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. Aynca nasyonal
sosyalistler (yurttaş eşitliğinin başlangıcından itibaren var ol
muş antisemitizm geleneğini sürdürerek) yeni bir ölümsüzlük
kavramını kullandılar. Buna ben, Hegel'in bilinen ifadesini
biraz değiştirerek <murdar ölümsüzlük> diyorum. Nasyonal
sosyalizm, Yahudilerin kendi güçlerine dayanarak değil de
335
başkalarının sırtından, yani parazit olarak günümüze dek var
lıklarını sürdürdüklerini savunmuş ve öğretmiştir. 'En zayıf ırk
oldukları halde güçlünün sırtından <vurgunculuk yaptıklan>
ve <sırtımızdan geçindikleri> için Yeryüzü'nde hala mevcuttur
lar. Gücümüzü <emen>, görünüşte daha güçlü bu güruha göz
yumulamayacağı apaçıktı.' lki satır öncesinde tırnak içinde
aktardıklarımın aşın keskin, tahrik edici ifadeler olduğu açık;
kapitalistlerin kaba tasvirinde kullanıldığı için bu sözcükler
haliyle işçi sınıfı saflarında da geniş yankı buldu.
7 Nisan
20 Nisan
337
- bir insanın gıkım çıkarması bile benim düşünüşümdeki ra
dikallikten çok daha fazla <cesaret> gerektiriyordu. Her ne ka
dar bu düşünme tarzı başımı ağrıtıyorsa da bazen, fiziksel bir
tehlikeyle karşı karşıya değilim. . . düşünmedeki radikalliğin
vazgeçilmezliğini sarsacak bir durum değil bu aynca. Gerçek
ler gerçekliklerini, dile getirilmelerindeki gözüpekliğe borçlu
değillerdir. Bazı zırvaları söze dökmek de hayli riskli örneğin.
Kamplarda kaçıklar da katledildi.
Burada tüm kayda düşülenler, "Ahir Zaman ve Zamanların
Sonu" adlı kitabımda analiz edilmiş sorunlarla sıkı sıkıya iliş
kili. Hiroşima ve Auschwitz çağımızın gerçekten en büyük ah
lak skandalları oldukları ve önümüze en önemli ahlaki ödev
leri koydukları için bu iki temaya ilişkin yazılmış metinlerin
üst başlığı şu olmalı:
MAXIMA MORALIA
Ölüler diyarını ziyaret
TEMMUZ 1966
339
lığında. Bavulları, bavul yığınları, gözlükleri, gözlük yığınları,
saçları, saç yığınları, ayakkabıları, ayakkabı yığınları şeklinde.
Yani şunu gördük, tüm eşyamızın, kullanılacak durumdalarsa
eğer, affedildiğini, oysa bizleri affetmediklerini. lşte bunu gör
müş olmak, ceset görmüş olmaktan çok daha kötü."
34 0
lıyız buna? Sadece <ölüler> sözünü bile sarf etmemiz yetiyor
işte (Meyer'in şiirinde geçen <ölülerin daha büyük orduları>
da şöyle dursun) - bir de bakmışsın dildeki bu hileyle o ölü
leri nesnelere çevirmişiz. Haklarında görüş bildiriyoruz bir de
(ölü olmaları hakkında yani) , sanki bu ölü olma durumu, has
ta olma ya da aç olma türünden bir şeymiş gibi, <var> kabul
edilen objelerin var olma durumuymuş gibi. Oysa artık öyle
olmadıklarım biliyoruz. Öyle değiller artık Benim şu cümle
me bile hala hile yapışık.
Katoviçe, Temmuz
34 1
mi? Ama sadece bizce anlaşılmaz bir şey bu. Öldürmeyi teke
line almış meslekten canilerin gözünde, öldürülme dışı kala
rak ölen, hatta ölmek için bilinçli olarak yere uzanan toplama
kampındaki her tutsak, öldürülmekten kaytaran, cinayet teke
lini sabote eden, böylece intihar girişimindeki özgürlüğe cüret
eden utanmazın biri konumundaydı. Bu kaytarma sevdasının
ya da sabotajın yahut küstahlığın önüne geçip, tayin edilen
güne ve programa uygun olarak öldürülmesi için el altında
bulunsun diye, bu Simonsohn'a basmış tekmeyi anlayacağınız
SS elemanı. Şu işe bak ki bu tekmeyle yan ölü adamı hayata
döndürmüş ve sağ kalmasını sağlamış, ta ki - üç gün sonra
yani - adaba uygun bir şekilde gaz odasının yolunu tutacağı
ana dek.
M.'den bunları dinledik. R. ise toplama kampından sağ
kurtulup memleketlerine, Lemberg yakınlarındaki bir kasa
baya geri dönen ve vardıkları gün kasabadakiler tarafından
öldürülen beş Yahudiden söz etti. Nokta. Sadece şu söylene
bilir: Kuşkusuz tanınmayacak haldeki, iskelet görünümlü o
insanların Yahudi oldukları için değil de hortlak zannedilerek
öldürüldüklerini umut edelim. R.'den bu umudu destekleye
cek hiçbir yorum gelmedi elbette.
*
342
olan insanların da olduğu gerçeği, Auschwitz'te gördüklerimi
zi bile unutturuyor.
Yabancı biri, M. ve R.'nin Auschwitz'ten yeni gelmiş biz
leri mahcup etmek, hatta birbirlerinin anlattıklarını gölgede
bırakmak istedikleri gibi bir izlenime kapılabilirdi. Of, hiç de
öyle değil. Hiçbirimiz göz göze gelmeye cesaret edemedik.
Sessizce vedalaşıp ayrıldık.
Katoviçe, 6 Temmuz
343
Ara not, Viyana, Sonbahar
344
bundan kuşku duymamızı gerektirecek çok ama çok az neden
var elimizde.
345
Beuthen yönüne, kuzeye doğru
Yolda
347
söylenemez, ancak yine de biraz fazla terbiyeli, fazla küçük
burjuva, fazla şirin, fazlaca öksüz bir kız çocuğunu andırıyor
du , keyifsiz bir görünümü de vardı biraz, ağzının hali gözden
kaçmıyordu. Doğrusu o Edith'i gerçekten kendi gözlerimle mi
o şekilde görmüştüm yoksa fotoğraflardan mı böyle tanıyor
dum, elli yıl sonra bunu artık bilemeyeceğim. O zamanlar eğer
onu bizzat böyle görmüşsem, kafamı kaldırıp yukarı doğru
ona bakmış olmalıyım, babamın öğrencisi olan birinin otori
tesi tabii ki benim açımdan tartışılmazdı o zamanlar, dokuz ya
da on yaşındaydım herhalde, o ise yaşını başını almış bir genç
kadın olmalıydı, yani en az yirmiydi. Yo, yalnızca fotoğrafları
da hatırlıyor olabilirim pekala. Evde , babamın öğrencileriyle
çektirdiği fotoğraflarla dolu bir sürü albüm vardı. Sonradan;
madem Flandre'deki, Somme bölgesindeki ya da Galiçya'da
ki topraklara gömüleceklerdi, derslere girme zahmetine hiç
katlanmasalardı da olurdu diye hayıflanarak sözünü ettiği öğ
rencileriyle. Ancak babam, gönlünde taht kurmuş, çok fazla
sayıda kayıp vermiş, Breslau'daki bu vefakar öğrenci grubunu
yine de hiçbir zaman unutmadı. Çeyrek yüzyıl sonra bile, ar
tık kendisi de bir kuşak geride kalmış ve çoktan sararmış 35
yılında, uzaklardaki güney eyaleti North Carolina'da sürgün
devri başladığında bu fotoğraflar yanındaydı. Hatta 38 yılında,
ölümünden birkaç ay önce de orada albümlere birlikte bak
mıştık.
lşte bu fotoğrafların bazılarında o da vardı: lri gözlü, yete
nekli, Lublinitz'li genç bayan Stein , babamın gözde öğrenci
siydi, doktorasını babamda yapması planlanıyordu , ama sonra
kimseye haber vermeden Breslau'dan ayrıldı. Nereye ve kime
gittiğini (yani Göttingen'e Husserl'e) ve bu ayrılışın baba
mın gururunu pek okşamadığını sonradan öğrendim elbette.
Ama şu var ki fotoğraflardan gitmemişti ve bu fotoğraflardan
19l l'den ya da 1912'den olduğunu düşündüğüm bir tanesi
nin o kadar aklımda kalmış olmasının nedeni, büyük ihtimalle
öğrencilerin bir kıyafet balosunda çekilmiş olması ve fotoğraf
çının - bu da o sahneyi gerçeküstü yapmıştı - masalsı ve eg
zotik tarzda giyinmiş insanları olanca titizliğiyle ve mümkün
olduğunca simetriyle makinamn karşısına dikmişliğiydi. Ne
yapsın , lise mezunlarının, Corp öğrencilerinin ya da Protes
tanlık eğitimi alanların fotoğrafım çekerken öyle görmüştü.
lşte bu fotoğrafta bir Frizyalı olarak ölümsüzleşmişti genç ba
yan Stein - anlaşılan bir kereliğine bile olsa tam bir Alman
kızına dönüşme , bir bakıma bir geceliğine <asimile olup-öbür
tarafa geçme> fırsatını iyi değerlendirmişti Lublinitz'li genç
bayan. Daha az mutsuz olan diğerleriyse bir kereliğine de olsa
Alman olmamanın tadını çıkarıyorlardı, onun yerine Türk,
İspanyol ya da Kızılderili kılığında olmayı tercih etmişlerdi.
Edith'in melankolik ve gettoları çağrıştıran yüz hatları, folk
lorik kostümle kontrast oluşturması nedeniyle daha bir belir
ginleşmişti elbette . Derslerdeki parlak zekasına rağmen işin
bu kısmını gözden kaçırmıştı belli ki. Aklın bu tuhaf devre
dışılığı ise öyle kişisel falan değil tüm Dünya'da yaygın bir
defoydu. Düşünme gücü ile naiflik birbirini dışlamıyor ne de
olsa, hatta tersine çoğu kere kaynaşmış gibidirler. Alman Ya
hudilerinin düşünenlerinin hayli uyanık olduğunu zanneden
biri, olan biteni hiç kavrayamamıştır. Asıl yaygın olan acık
lı bir temiz kalplilikti. Polonya-Prusya sınırını ya da Yukarı
Silezya'nın o şehirciğiyle Breslau metropolü arasında uzanan
kültür sınırını geçer geçmez içlerinde (elbette yanı sıra va
tanseverliklerini ve güvenilir bir vergi mükellefi olduklarını
kanıtlamaları koşuluyla) bir umut, yo inanç desek daha iyi
olur, filizleniyordu sorun çıkmayacağına dair ve anında tüm
Almanlar tarafından doğma büyüme Alman olarak kabul edi
lip dostça karşılanmayı bekliyorlardı, bunun için Ortaçağ yazı
dili Almancasını araştırmanın ya da Beethoven'ın sonatlarını
çalmanın ya da Lessing, Kant ya da Goethe üzerine kitaplar
yazmanın yeteceğini düşünüyorlardı. lki bin yıldır o sayede
349
halk olarak kalabildikleri, bir kitap toplumu olarak yaşaya
geldikleri için benzer şeyleri karşıdan da bekliyorlardı: Yani
başka bir topluma o toplumun kitaplannı okuyup inceleyerek
ya da yorumlayarak hatta gerekirse yazarak ait olabilmeyi.
Ne Salomon Maimon'un ne Mendelssohn'un ne de babamın
sorguladığı naif düstur buydu. Şimdi gencecik Edith Hanım
kalkıp da bir adım daha ileri gitmeyi denemiş ve başkalarının
geçmişine de talip olmak ve bir geceliğine de olsa Kuzey Al
manyalı ya da Hollandalı köylü ya da balıkçıların torununun
torunu kılığında gözükmek istemişse bunun nedenini onun
ilk sadakat sınavım çoktan başardığından emin olmasında ara
mak gerekir. Okulda Goethe ya da Sebiller ya da Almanya'da
Romantik dönem üzerine ve elbette daima sınıfın en iyisi olan
kompozisyonlar yazmıştı çünkü. Diyeceğim, Frizyalı kılığın
da (kendisi derviş ya da benzeri bir şey olarak en ortada du
ran) babamın sol koluna girmişti, bu pozisyon <girmek> ola
rak adlandınlabilirse eğer, çünkü <motorik açıdan budalaca>
gözüken bir jestti. En azından, en hafif bedensel temastan ödü
kopuyormuş gibi korkunç beceriksizce ve utangaç duruyor
du; babamın sağ kolunaysa çok daha inandırıcı görüntüsüyle,
çünkü malın sahibi olduğundan emin, Venedikli ya da İspan
yol gibi giyinmiş (doğrusu bunun için o kadar uğraşmasına
gerek yoktu) annem girmişti.
Derken o isim, hiç beklenmedik bir anda - aradan geçen za
man en fazla on yıl olmasına rağmen yepyeni bir çağda, çünkü
ne de olsa bu arada bir Dünya savaşı yaşanmıştı ve ben dokuz
değil on dokuz yaşındaydım - yeniden karşıma çıktı. Yabancı
bir yerdeki ilk sömestrin, Freiburg'daki o harika ilk yaz sö
mestrinin ilk gününden söz ediyorum. Ev sahibem, Kybfel
sen'deki birahanenin karşısına düşen Günterstal'de bahçıvan
dı, benim kayıt belgemi heceleyerek okuduktan sonra birden
coşkuyla: <Breslau ! > diye bağırmış ve Breslaulu başka birinin
daha benim kaldığım odada kalmış, benim yattığım yatakta
35 0
yatmış olduğunu anlatmıştı. Bayan Stein, Edith'miş adı. Bres
lau o kadar da büyük değildi ya, onu oradan tanıyıp tanıma
dığımı sormuştu. Duyduğuna göre bu genç bayan, bir sürü
yabancı öğrencinin uğruna buralara geldiği ünlü bir profesö
rün <tam anlamıyla gözdesiymiş>, bundan da kimbilir ne an
laşılırmış. Nihayetinde ben de her şeyden önce bu profesörü
düşünüyorum, yani Husserl'i. Bana sonradan, doktoramdan
önceki sömestrlerde tekrar tekrar ve övgüyle Edith Stein'dan,
gökte ararken yerde bulduğu ideal asistan diye söz eden; daha
doğrusu , büyük bir ıstırapla ve biraz da şaşkınlıkla "onun son
zamanda yaşadığı düşünsel süreç"ten (yaşını başını almış bu
adamın daha keskin sözcükleri ağzına almamak için nasıl dişi
ni sıktığını görebiliyordum) - yeni öğrencisi ben olduğumdan,
Stein'ın asistanlık yaptığı güzel dönem geride kalmıştı artık
çünkü - onun <parlak gelecek vadeden>, doğrusu asla şimdiki
gibi bir gelişmenin ipuçlarım vermeyen o 'summa cum laude •
35 1
önceki çalışmalarını yayınlamayı sürdüren ve benim gözüm
de, hayal kırıklığına uğramasına rağmen sabırla bir kenarda
bekleyen aşığı andıran Husserl'in olup biteni kavradığını, şöy
le ki zavallı Stein Hanım'ın aslında sadece bir simge, yani tarifi
zor <ait olma ama yine de tam ait olamama>nın bir simgesi ol
duğunu - bu hiçbir Yahudinin yüzleşmekten kaçınamadığı bir
zorluktu - evet Husserl'in bunu kavradığını hiç sanmıyorum.
Ama bu mesele hakkında bildiğim kesin bir şey yok, ne kadar
zor gelmiş olsa da bu konuda hiç ağzımı açmadım. Her şeyden
önce Husserl'in başından da bir vaftiz geçtiğini öğrenmiştim,
Protestan olmuştu yani. Protestanlık hakkında hiçbir şey bil
miyordum ancak onun asıl felsefi görüşleriyle uzaktan yakın
dan ilgisi olamazdı - bu kadarı bir Husserl öğrencisi için açıktı
sonuçta - oysa Edith Stein'ın 'hona fide'sinden, hatta 'optima
fide'sinden* kuşku duymak için ilk etapta bir sebep yoktu. O
yüzden onun, bu çok sevdiği öğrencisinin attığı tuhaf adıma
ilişkin serzenişine katılmam mümkün değildi. Üstüne üstlük
benim, pek alışık olmadığı suskunluğumu tamamen yanlış an
laması da meselenin büsbütün çarpıklaşmasına yol açtı, bir
ara Edith Stein'ın yaptığına sempatiyle baktığım gibi bir kuş
kuya bile kapıldı diyebilirim. Ama yirmi ikisinde biri olarak
bu absürd durumu nasıl düzeltebilirdim bilmiyordum. Kendi
sinin, hiçbir ortak yönünün bulunmadığı bir dine inançsızca
bağlılığını içten ve dürüst olarak değerlendirip , Edith Stein'ın
oportünistlikle ilgisinin olmadığı bilinen adımına kuşkuyla
yaklaşmanın bana ters geleceğini ona nasıl açıklasaydım? An
lamazdı ki bunu. Avusturya'nın öyle bir yerinden geliyordu
ki kuşağının erkekleri, tacirler ve fabrikatörler kadar bilim
adamları ve sanatçılar da, vaftizi, halledilmesi gereken <ufak
bir formalite> olarak görüyor, bununla kalsa yine iyi, bu <for
maliteyi> halletmemeyi dar kafalılığın ve iflah olmaz tutucu
luğun göstergesi sayıyorlardL Büyük olasılıkla HusserL uydu-
35 2
ruk din değiştirmeyi, kendisinin dinlerle ilgisi olmayan felsefi
doğrularının önünü açma olanağı sunması olarak açıklamak
gibi bir argümana başvurur, ben de bu argümanı reddederdim.
Yahu bu Yahudiler, böyle ahlaki açıdan belirsiz ve çarpık du
rumlara düşmekten hiç mi kurtulamayacaklar? Nasıl bir ab
sürdlük bu ! Karşımızda Moravyalı Yahudilerin yaşadığı ücra
beldeden gelmiş ve Katolik Freiburg'da felsefe öğreten bir filo
zof vardı. Bu felsefede, değil dinlerin varlığı, belli bir dinin bile
adı geçmiyordu , filozofun ciddi ciddi , tüm felsefe tarihinde,
sıkı onur unvanı <felsefe>yi gerçekten hak eden ilk akım ol
duğunu iddia ettiği bir düşünme sistemiydi söz konusu olan.
İşte bu filozof aynı zamanda hala kökenini belli ettiğini, hatta
her geçen yıl daha da fazla bir aziz hahama benzediğini dahi
sezemeyecek kadar naifti. Dahası bu adam Freiburg'daki ünlü
felsefe kürsüsüne atanabilmesinin ve kendini sözde biricik
doğru felsefesine böylesine tümden adayabilmesinin sırf za
manında kendi dini olmadığı gibi yabancı da kaldığı , tanımak
için bir sebep görmediği bir dini kabullenmişliği sayesinde
olduğunu - bastırmaya çalışmamışsa tabii - unutmuştu anla
şılan. İşte ileri yaştaki , felsefi doğruları uğruna uyduruk bir
vaftizi gözünü bile kırpmadan sineye çekmiş ve bu durumun
hazin absürdlüğünü ayırt etmemiş bu insanın karşısında yir
mi iki yaşında, Musevi dininden bir o kadar anlamayan hatta
belki de Moravyalı bu yaşlı adam kadar da anlamayan (Büyük
dedesi bile Almanca tarih kitapları yazmış, ondan mıdır) - ne
de olsa profesör bir getto bölgesinden geliyordu - biri oturu
yordu . Ama bu yirmi iki yaşındakine, profesörü taklit etmek,
yani onun gibi, inançsızlığı nedeniyle ve doğruların gün ışı
ğına çıkması uğruna, hakikate aykırı birşey yapmak, başka
deyişle herhangi bir başka inanca aitmiş izlenimi yaratmak,
form doldururken bile yanıltıcı bir not düşmek, itici geliyordu
(yanlış anlamayın kişisel karakter sağlamlığının göstergesi fa
lan değil bu, sadece kuşak meselesi) . Kaldı ki öyle davranmış
353
olsa bile bunun ona hiçbir yaran olmazdı. Nasıl ki Thomasçı
ve Katolik ve hatta Karmelit olmak Edith Stein'ın işine yara
madıysa: Şu anda ardımızda kalan o yerde, hiç vaftiz edilme
mişlerle farkı gözetilmedi, kül olup gitti. Yaşça büyüğümüz
Husserl'den böyle bir son esirgendiyse eğer, tek nedeni daha
önce ölüp gitmiş olmasıdır.
Oppeln
354
Lublinitz'e dönmesi de. (Muhtemelen bu toplu seyahat <Ya
hudi aile, 1939'daki kaçış sırasında> gibi bir görüntüye sahipti
ya da onun bir genel provası görünümündeydi; ama kim daha
o zamandan bu benzerliği görebilirdi ki?) Hayır, hiçbiri fayda
etmedi, hiçbiri bir yere varmadı. Adam yerine mi koyulacağız
yoksa yakılacak mıyız, bizim elimizde olan bir şey değil bu.
Kendimizi o topluma ait hissedip hissetmediğimizin hiçbir
önemi yok, hissetmek de neymiş hem, aidiyetimizi gösterme
ye yönelik fedakarlıkların bile önemi yok, bunları düşünen
mi var, hatta belki de akla en az gelen şey bu. Bilakis her şey
kendilerinden olmayı umduklarımıza bağlıdır, onların kafala
rından geçene, varlığımızı ya da yokluğumuzu ne şekilde kul
lanmak istediklerine bakar her şeyden önce.
Ah, onun da bu sığır vagonlarından birinde bir ağıla tıkılı
olduğunu düşünmek;
onun da şuradan Oder Nehri'nin üstünden paldır küldür
geçip gittiğini;
iki saat sonra dumana dönüşmekten kurtulamayıp bacadan
tüttüğünü;
ve daha bir saat öncesinde Breslau'dan - Breslausu'ndan -
geçtiğini;
ve o sırada belki de vagonun aralığından dışarıya bakmaya
çalıştığını;
ve belki de - çünkü Breslau'nun ölü şeyleri sağlamdı daha o
zamanlar - Elisabeth Kilisesi'nin kulesini son bir kez görmüş
olduğunu;
ya da bir kez daha bir saniyeliğine okulunun görüntüsünü
yakalamış olabileceğini, o da olmadı, merkez garının çirkin -
bildiğin bir şey çirkinmiş ne gam, öyleyken en çirkin şey bile
güzeldir - arka avlusunun civarını;
ya da kayda değer kariyerinin başladığı üniversitenin geniş
ön cephesini;
ya da o absürd kaçışı sırasında ağlayan ailesiyle vedalaştığı
355
sokağı, sahi, yüz binleri bulan o zamanki kaçışlar içinde en
absürd olanı; kafese dönüşen Almanya'dan değil, ikinci dere
ceden bir kafese, kafes içinde bir kafese, manastırdaki kapalı
odasına kaçmıştı, bu oda tabii ki kafes işlevi görmedi, nihaye
tinde bulunup çıkarıldı oradan da;
ve son yolculuğunun diğerlerininkinden, onunla birlikte
fınnlara doğru yol alan binlerce başka insanınkinden daha
ıstıraplı olduğunu, üstelik yol arkadaşlarının tümünün onun
kendilerinden biri olduğunu ayırt ettikleri halde yine bu kez
de - ne dehşet dolu bir tekrar ! - bir tür kıyafet balosu oyunu
oynadığını, yani Karmelit kılık kıyafetiyle aralarında oturdu
ğunu tasavvur etmek.
Buna ilişkin bir şey öğrenmek asla mümkün olmayacak.
Burada yukarıda, hayatta olanların diyarında, bu konuda bir
şeyler anlatabilecek bir tanığı nereden bulacağız? Ancak uzak
ihtimal değil - büyük olasılıkla dememizde de sakınca yok ka
nımca - zavallı Edith'in ağır bir bedel ödemek zorunda kalmış
olması: Diğerleri gibi, canilerin sövgüsüne ve aşağılamasına
maruz kalması bir yana, yolculuğa birlikte çıktığı insanlardan
da aynı sövgü ve hakaretleri görmüş olması. Öyle ya Karmelit
rahibeyi bir dönek ya da hain olarak görmemeleri ve ona öyle
muamele etmemeleri için o insanların melek olması gerekmez
mi? Kusuru olmayan atsın ilk taşı.
35 7
<lığına göre doğru olduğunu kabullenmemde sakınca yok diye
düşünüyorum. Yalnız bu kitabın yazan rahibe Theresa Renata
di Spiritu Sancto, bu gerçeği neden böylesine açıklıkla aktar
mış, anlaşılır şey değil Belli ki bu beyandaki aleyhte içerikle
rin ne anlama geldiğini ne kendisi kavramış ne sansürcü. Ne
olursa olsun , Hochuth ve Friedlaender'in ifşaatlarından çok
daha öncesinde onların da konu ettiği Vatikan taktiğini göz
ler önüne seren bu gerçek, ilk kez bir Karmelit manastırının
baş rahibesi tarafından açıklanmış oldu. "Bu şekilde ricamı
yazılı olarak sundum" , deniyor, Edith Stein'ın bir mektubun
dan alındığı anlaşılan satırlarda, "mektubumun Aziz Peder'e
kapalı ve mühürlü olarak teslim edildiğinden eminim; bir süre
sonra da şahsım ve ailem için hayır dualarım aldım. Başka da
bir şey gelmedi. Ama sonradan sık sık düşünmüşümdür, aca
ba o mektup hiç mi aklına gelmez diye." Bu sözlere iyi kulak
verilmeli. Hiç de Papa'nın yanılmazlığına olan inancı ifade et
miyor. Çok şükür ki etmiyor.
Onur hak edenindir. Edith Stein bir girişimde bulundu. Bu
girişim sonuçsuz kaldıysa bu onun suçu değil, hiç şüphe yok.
Ama o zamanlar sesi çıkmayanların bu kadının azizeliğe layık
olup olmadığını incelemeye kalkması meşru mu? Önceki çu
vallayışlanm teslim ettikleri takdirde belki. Belki bu bile yet
mez.
<Azizelik> ya peki? Yardım etme ve insanların hayatını
kurtarma çabası, yani ahlaki açıdan kendiliğinden anlaşılır bir
şey, neden azizelik belirtisi olsun? En banal doğrunun tersyüz
edilmesi değil mi bu? Asıl doğru olan, yardımı savsaklayanın
hiçbir koşulda aziz sayılamayacağı. Tersine, kurtuluş için bir
şeyler yapmak Edith Stein'ın aklına hiç gelmeseydi korkunç
olmaz mıydı?
Bir azize mi? Çektiği tarifsiz acılar nedeniyle? Belki. Ah,
yaşadığı şeyleri kaldırabilmek, ölüme gidebilmek, yalnızca ka
tillerince değil, birlikte ölmeye mahkum edildiği kişilerce de
hor görülmek, bütün bunlar için bir azize kuvveti gerekebile
ceğini yadsımıyorum. Bu aşağılamalara dayanabildi mi, daya
nabildiyse nasıl, bunları kim bilebilir? Bütün o horlanmalara
katlanmaktan, yani kahraman olmaktan başka çaresi mi vardı
aynca? Kendini herhangi bir şey için feda etmemiş, tersine
kendisine kıyılmış bu insanı göğe yükseltmektense Oppeln
Köprüsü üzerindeki o gürültülü yolculuğu, büsbütün acı ve
öfke duyarak anmayı daha değerli ve yaraşır buluyorum. Anı
sına saygıyla. Ama yalnızca saygıyla.
Vatikan'ın Edith'i kutsama işini bu kadar önemsemesinin,
sırf kendilerine mazeret arama ihtiyacından kaynaklandığını
düşünmeden edemiyorum. Roma'nın, milyonlarca Yahudinin
imha edilmesini protestosuz - en azından duyulur bir protesto
yoktu, etkilisi de şöyle dursun - kabullendiği gerçeği ayyuka
çıktı. lşte bu ayyuka çıkan şey günümüzün milyonlarca insanı
tarafından duyulduğu ve yarının milyonlarca insanı tarafından
da duyulabileceği için Kilise'nin bu yükselen sesi bastırmak ve
çuvallayışını affettirmek için çareler ve yollar araması anlaşı
lır bir şey. Bu iş için o zamanlar zehirli gazla yok edilmiş bir
erkek ya da kadın Yahudinin post festum kutsanması prose
düründen daha inandırıcı ne olabilir ki? Yahudi bir kadını uy
gun gördü Vatikan. Elbette rasgele birini değil. Çünkü ancak
yaşarken ve yaşamıyla, yani Yahudilikten zamanında çıkması
ve Katolikliğe zamanında geçmesiyle bu işe uygunluğunu ka
nıtlamış biri söz konusu olabilirdi Kısacası yaşam - öyküsü ,
Kilise adına anlı şanlı bir sayfa oluşturan biri; yakılarak öldü
rülmesi <Biz de yakılarak şehit olduk> anlamına gelen, gök
lere çıkarılmasıyla Kilise'nin de kendini göklere çıkarabileceği
biri. Korkarım sırf bu nedenle Edith ideal adaydı, o yüzden
seçildi. Amacı Edith'in kutsanmasının ön hazırlığı olduğu an
laşılan kitabı okuyunca insan, zavallının bir Hıristiyan olarak
bu işkenceleri çekmesi için Hollanda'dan zorla alınıp Doğu'ya
götürüldüğü ve Auschwitz'te, ailesinin memleketinden kırk
359
kilometre uzakta yanıp kül olduğu izlenimine kapılıyor. Haki
katen bir tek, Edith Stein'ın Katolik Kilisesi mensubu olduğu
için odun ateşiyle yandığını ya da sözde, tıpkı çarmıha gerilen
gibi Yahudilerin kurbanı olduğunu iddia etmedikleri kaldL
Denecektir ki duyduğum acı tüm orantıları çarpıtıyor ve söy
lediklerimi haksız kılıyor. Hiç sanmıyorum. Söz konusu ki
tabın hiçbir yerinde Edith'in Hıristiyanlığına rağmen ortadan
kaldırıldığı açıklıkla yer almıyor. Bu <rağmen>i tüm açıklığıy
la vurgulamak, kutsama planlarına ters düşeceği gibi Edith'in
Hıristiyan şehit ününün parıltısını da söndürürdü.
Başka bir versiyon da var, buna göre Edith, din değiştir
mesinin ona sağlayabileceği her türden avantajı elinin tersiyle
itmiş, hatta içinden geldiği halkla dayanışma halinde ölüme
gitmesi nedeniyle de bir bakıma içi rahatmış. Bu versiyona
inanmamak için hiçbir neden görmüyorum. Ben de saygıyla
eğiliyorum önünde - yanlış bir şey de yapmış olmam, dışında
kalamadığı facianın devasalığı her koşulda saygı gerektiriyor,
hem de sonsuz bir saygL Ama ölmeyi göze aldığı gerçeği onun
kendini Yahudiler için feda ettiği anlamına gelmiyor - sözü
geçen kitapta bazı bölümler öyle anlaşılıyor - saçma sapan bir
düşünce bu. Çünkü Edith de diğerleri gibi katledildi, onun
tercihi değildi bu son, üstelik kurtulma şansı da yoktu. Doğ
rusu onun kendini feda ettiği iddiası sadece saçma değil aynı
zamanda yanıltıcı. Yahudilerin suçlu olduğu imasını içeriyor
sanki. <Sanki> de laf mı, 159. sayfada kaynak göstermeden
Edith'e mal edilen şu sözleri okuyoruz: "Kristal Gece, halkı
mın üzerine çektiği lanetin gerçekleşmesidir." Bu cümle yeti
yor. Öldürülen milyonlarca cezasını bulmuş Yahudiyle onun,
yani Hıristiyan şehidin arasındaki mesafenin açık tutulması
gerektiğini ifade ediyor çünkü. Edith Stein'ın yanarak ölme
sini ondan önce, sonra ve onunla birlikte yakılan milyonlarca
lanetlinin ölümünden farklı değerlendinnemiz isteniyor. "Yüz
hatlarında Yahudi kökenini ele veren hiçbir yan yoktu" cüm-
lesi rastlantı değil. Kitabın kapağındaki röprodüksiyonda yü
zünden Yahudilik akan genç kadın fotoğrafının yalanladığı bu
tümce, birtakım şeyleri feci şekilde ortaya seriyor. Sırf sakin
leştirme amacına hizmet eden bir tümce. Dolaylı olarak şunu
demek istiyor: Belki de yakında bu yeni Azize Theresa'ya dua
edecek olan sizler ! Endişe etmenize gerek yok, bir Rebecca'ya
ya da bir Sarah'a, "Stürmer"den· bildiğiniz bir Yahudi kadına
dua etmenizi kimse istemez. Yahudi görünümünün böylesi
ne açıkça yadsınması, gerçekte Yahudi tipinin aslında düşük
nitelikte bir görünüm arz ettiği yolundaki yargının açıkça ta
nınmasından başka bir şey değil; en azından açık biçimde , bu
görüşte olanların dikkate alınması demek. Kuşku yok: Antise
mitizm , bu kitapta bir olgu olarak kabul görmekle kalmıyor,
aynı zamanda kimi pasajlarda meşru bir olgu sayılıyor.
Brieg civannda
Elli yıl uzakta kalmak. Ch. , dile kolay bu, o kadar kolay ki
söylemesi, bu mesafeyi kafanda bir berraklaştırman gerekiyor,
hatta bunu benim de yapmam gerekiyor.
Şu an içine doğru yol aldığımız zaman, benim için fosil
çağının ilk dönemlerine ait. Çünkü her şey o zaman başladı.
Daha öncesinde de bir şeylerin var olduğu iddiasına hala gü
venmiyorum. Ama bu 1916'yla 1966 arasındaki zaman, yal
nızca benim kısa yaşamımın ölçüleriyle değerlendirildiğinde
değil, tarihin ölçülerini işin içine kattığımızda da uzun. Çünkü
şöyle diyelim örneğin, Haydn'ın hala beste yaptığı 1809'la, ar
tık Tristan'ın da olduğu 1859 arasındaki süreden kısa değil bir
kere. <Kutsal lttifak>ın imzalamşı, yani sonsuza dek kraliyetçi
statükoyla Kapital'in ilk cildi arasında geçen zamandan da aşa
ğı kalır yam yok; Goethe'nin ltalya Seyahati'yle ]ules Veme'in
Aya Seyahat'i arasındakinden de; Napolyon'un Helena'daki
ölümüyle Babamın Berlin'deki doğumu arasındakinden de.
Söz açılmışken, 1870'teki Fransa-Prusya Savaşı olmasaydı ba
bam Berlin'de değil Paris'te doğacaktı. Seninle Almanca ko
nuşmamı ve Breslau'da doğmuş olmayı sırf Bismarck'ın Ems
telgrafı üzerindeki dalaveresine borçluyum: Haliyle Breslau'ya
bu yolculuğumuz da dolaylı olarak Bismarck'ın eseri - ama
şimdi bunu ele almanın yeri değil.
O zamanlar Breslau, kırtasiyelerinde, üzerlerinde "Her
tekme izi bir lngilizi. . . " , "Her darbe ansızın bir Fransızın . . . " ,
"Her ateş bir Rus yerde leş . . . " benzeri rezil metinler yazılı
kartpostalların satıldığı bir kentti. Bir de hepimizin, evet biz
de dahiliz buna, hatta babam da - ne de olsa kafası çalışma
yan bir adam değildi, sıradışı şeyler düşünmekten, yazmak
tan ve yayınlamaktan çekinmemişti hem de - evet hepimizin,
Dünya'nın en doğal şeylerinden biriymiş gibi, Tanrı, impara
tor ve anavatan için (jimnastik kulübünden verdikleri keme
rimin tokasında bile yazılıydı bu) zaferden zafere, nihai za
fere koştuğu bir kentti. Bir kez bile evde kuşku taşıyan bir
söz ya da okulda hanedanlık karşıtı bir yorum yahut herhangi
Ohlau
37 0
<dört> numara olmasın bu? "Yarın sabah yedi buçukta" diyo
rum, yanımda pencere pervazına yaslanan Ch.'ye, "beni dokuz
yaşında okula gidiyorken görebilirsin şurada." Beni pek dinle
memiş olan Ch. kararlı biçimde yarın uzun uyuyacağını söy
lüyor. Bu son birkaç günden sonra bunu tam anlamıyla hak
etti doğrusu.
Valizleri boşalttıktan sonra odada duramıyorum. Ch. yor
gunluktan ölüyor, ama yine de benimle geliyor. Bir süre ote
lin önünde dikiliyoruz. Garten Caddesi eskisi gibi ana arter,
ortalık genç kaynıyor, Krakow'dakilerden ya da Katoviçe'de
kilerden daha kötü giyinmişler, Polonya'nın diğer yerlerindeki
gençlerden daha perişanlar. Büyük ihtimalle, yitik doğu böl
gesinden, Lemberg'ten falan gelip, kapağı buraya atmış anasız
babasız yalnız yaşayan gençler. Derken önce, kente girdiğimiz
sırada yakaladığım olasılık dışı görüntüyü tasdiklemek ya
da yalanlamak için sola doğru karşıya geçtik. Ama öyleymiş,
doğru görmüşüm, resmen o tren garıydı, benim hayatımda ilk
gördüğüm gar, ta o zamanlar bile çok eski ve gülünç <mer
kez gar>dı, kulecikleri ve mazgal dişleriyle, bizim o zamanki
adlandırmamızla <kocaman şövalye şatosu.> Buranın mimarı
(lmparatorluğun kurulmasından önce yapıldığı kesin) oraya
öyle daha ilk bakışta gar olduğunu belli edecek kadar roman
tizmden yoksun bir şey kondurmaktan utanmış belli ki. "Gü
zel dediğin, ne olduğunu inkar eden şeydir." Aynca bu gar öyle
bir şey olmalıydı ki biz Silezyalılara, yurtseverliğimizden ötürü
gerçek bir Ren Bölgesi şatosunu kafamızda nasıl canlandırma
mız gerektiğini de göstermeliydi İnanasım gelmiyor: Tam da
bu şey, her şey yerle bir olurken (kentin yüzde yetmiş beşi yok
oldu deniyor) , tam da bu şey ayakta kalsın, kentin batışını at
latsın. Yoksa? Yoksa Polonyalılar mı bu büyük kapılı, kuleli,
mazgal dişli Alman cengaverliğini bu şekilde yeniden yaptılar?
Bana, pek öyle olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor bu. Hatta
büyük olasılıkla öyle. Krakow'da, hem de biraz kibirlenerek,
37 1
sadece Krakow'da sağlam yapılar kaldığını, Polonya'da geriye
kalan her şeyin <sağlam hale getirildiğini> anlattılar. Ben de
bundan üç yıl önce Varşova'mn Ortaçağ'dan kalma, henüz bir
kaç yıllık sokaklarında dolaşmıştım. (Öte yandan Hitler'in bir
daha asla belini doğrultamaz dediği un ufak olmuş Varşova'yı
yeniden inşa etmedeki dikbaşlılıklan ve ölülerine gösterdikleri
saygı göz önüne alınırsa <sahte>likten ya da benzer bir şey
den söz etmek saçmalık olurdu.) Peki ya burayı? Ne de olsa
Breslau kendi kentleri değildi, hatta düşmanın kentiydi Neden
burayı da? Galiba savaşın bitiminde, bir moloz yığınına dönüş
müş Breslau'ya girdiklerinde bu <şövalye şatosunun> yansım
sağlam bulduklarından. Bu şatoyu tamamen başka biçimde
ve <modern> tarzda düzeltmeyi nasıl becereceklerdi, kim ya
pacaktı bunu? Ayrıca o sıralar ellerinde yalnızca cesetlerden,
kelepir mallardan ve kentlerin harabelerinden oluşan bir ülke
varken <modem> ne anlama gelirdi? Muhtemelen kullanıla
bilecek ve az çok ayakta duran ve bir çatısı da olan her şeyi,
o şeyin stili (ya da stilsizliği) nasıl gerektirmişse ya da gerek
tirir gibi gözükmüşse, öyle restore ettiler. Aynı şey üç dakika
sonra, Schweidinitzer Caddesi'ne doğru yürürken önünden
geçtiğimiz, her yanından Wilhelm Dönemi stili bir Barok fışkı
ran resmi bina için de geçerli. Çevredeki hemen her şey yerle
bir olmuşken, bir tabunun bu kasıntı binayı korumuş olması,
tıpkı merkez garın hedef alınmamış olabileceği ihtimali gibi
gerçekdışı bence. Acaba diyorum, bu dolgun göğüslü korkunç
yaratık, düzeltilip dört köşe bir yapıya mı dönüştürülseydi? Bu
arada, önünden geçerken, Ch.'ye (hiç farkında olmadan) "lşte
bu da eyalet binası" dedim. "Eyalet binası ne anlama geliyor? "
diye sorduğunda da "Binanın adı bu işte," diye yanıt verdim.
Devasa yaratığın o zamanki işlevi neydi hiç bilmiyorum, tıpkı
bugün ne için kullanıldığını bilmediğim gibi Ama hiçbir anla
mı olmayan bu isim, yarım yüzyıl önce her gün okula giderken
önünden geçtiğim için birden ağzımdan çıkıvermişti
37 2
<Yeni Schweidnitzer> Caddesi'ne sapıyoruz - yepyeni bir
cadde, ferah tasanın, Tauentziehen Meydanı'na dek makul
modem büyük yapılar göze çarpıyor. Meydansa şaşırtıcı, ye
niden inşa sonrası planlanmış oteller ve kafelerle (hepsinin
çatısı aynı hizada) sahiden güzel bir yer olmuş. Baş döndü
rücü bir ıhlamur kokusu. Meydanın ortasındaki anıt (her
halde Tauentziehen'di, her kimdiyse artık) yok olmuş. Bir de
şık görünen büyük bir lokanta var, oraya girmeye çalışıyoruz
ancak kapısında bekleyenlerin sayısı hayli fazla. Çok yorgun
olduğumuzdan sıraya girmek istemiyoruz. Aç dolaşmaya,
birkaç dakikalığına sahiden Breslau sokaklannda gezinmeye
devam: Hava kararmasına rağmen sağ kolda sur hendeği ve
kilise seçiliyor, sol kolda opera var, Borodin çalıyorlarmış bu
gün, biz gidemiyoruz, ama dış cephe eskiden nasılsa öyle kal
mış. Ch. saatlerce direksiyonda oturmaktan yürüyemeyecek
durumda. lki dakika sonra Schweidnitzer Caddesi'ni seçemi
yoruz, Ring'den hemen önce sağlı sollu, çehresiz, her küçük
kentte (ama sadece oralarda) inandıncı görünen, evlerin ve
dükkanlann yer aldığı binalar. Derken.
Bu gördüğüm doğru olamaz. Ring de Belediye Binası da
yerinde. O halde 1905 ve 1915 de yerinde duruyor. Evhamlı
bir tavırla etrafıma bakınıyorum, ama eksik olan bir şey yok.
Sol taraftaki, soylu kent eşrafına ait binalar bile yerlerindeler,
yeniden yerlerindeler mi desek acaba? Ch., içimden neler geç
tiğini saklayamadığını için boynunu büküyor, böyle geç doğ
muş olmaktan, böyle genç olmaktan utanır gibi bir hali var, ne
de olsa benim burada dikildiğim en son günden sonra doğmak
için bir on beş yıl daha beklemişti. Suskunluğumuzu bozmak
için "Yemeğimizi burada yiyeceğiz" , diye atılıyorum yapay bir
canlılıkla, bununla da ünlü <Belediye Mahzen Lokantası>nı
kastediyorum. Gotik tarzdaki çapraz kemerli tonozu, 1912'de
johanneum Lisesi'nde gördüğümüz <yurt bilgisi> dersinden
aklımda kalmış. Tabii ki sadece oradan biliyorum. Ama telafisi
373
mümkün şimdi işte, never say too late; bir de baktık, mah
zen gerçekten var, hala ya da yine, kimbilir - bir farkla, başka
bir şey daha var artık Derinden, geçmişin mahzenmezanndan
Amerika çalınıyor kulağımıza, caz yani, en azından burada caz
olarak geçen, cazla polka karışımı tuhaf bir şey. Bu karışımı
kaldırabilseydik, Auschwitz'ten gelmiş halimizle ve on saatlik
yorucu bir yolculuktan ve elli yıllık bir uzaklıktan sonra, on
dördüncü ya da on beşinci yüzyıldan bir çapraz kemerli tonoz
altında gulaş yiyerek caz dinleyecek gücü bulabilseydik bile
aşağıya kadar inmemiz çok zordu, merdivenler, çoğunluğu
uzun saçlı bir sürü genç ve bir iki senkop yakalamak isteyen
çok sayıda caz meraklısı tarafından işgal edilmişti, bunları,
karşı gelmenin, cüretkarlığın ve özgürlüğün sembolü olarak
görüyorlardı çünkü, aradan geçmeye kalkışmak, üstelik bunu
bizim gibi Almanca konuşan birilerinin denemesi, sonuçsuz
kalırdı. Biçare geri döndük, bugün bir yerlerde bir yemek izi
ne rastlamak bizim için ütopyaydı adeta. Tekrar merkez gara
döndüğümüzde son bir girişimde bulunuyoruz. Bir de ne gö
relim, bekleme salonunda, üstelik bu saatte de insan kayna
masına rağmen, iki yer boşalıyor. Polonyalı birileriyle aynı
masada oturuyoruz. Statülerini ve mesleklerini tahmin etmek
bizim için zor. Bizi Batı Alman olarak gördükleri halde çok ki
bar ve yardımseverler; nezaketimiz şimdiye dek hiç karşılıksız
kalmadı doğrusu. Menüyü bizim için tercüme etmeyi deniyor
lar, ancak yanlışlıkla Lehçeden Lehçeye tercüme yapıyorlar,
bunun üzerine karşılıklı konuşamadan gülmeye başlıyoruz.
Yanılgı, ortamı çekilir hale getiriyor. Menüden rasgele bir şey
gösterip ısmarlıyoruz, nefis sığır eti geliyor, yemeği beğendi
ğimiz ve tabaklan tertemiz yaptığımız için masadaki Polonya
lılar gururlanıyorlar. Çıkışta bir reklam panosuna çarpıyoruz,
kadın çorabı ya da Nivea reklamı falan değil de, arkeoloji mü
zesinin reklamı, bir taş balta resmiyle kısmen kültürün tanıtı-
374
mını yapıyor, kısmen de Breslau toprağının daima Slav toprağı
olduğu gerçeğinin altım çiziyor. tık gençliğimde öyle olmadığı
kesin, kafamda benim ilk gençliğimden daha arkaik bir geç
miş canlandırmayı ya da öyle bir geçmişi teslim etmeyi bece
remeyecek kadar yorgunum şu anda. Uyku hapı alıp dokuza
kadar külçe gibi uyuyoruz. Yani yedi buçuktaki dört numaralı
tramvayla okula giden, benimle aynı isimdeki oğlan çocuğunu
kaçırıyoruz. Biliyorum, biz olmasak da varacaktır okuluna.
7 Temmuz, sabah
375
kaldığın efsane. Paris'e kaçışın sayıklama, New York'ta bekle
yişle geçen yıllar düş, Avrupa'ya geri dönüşün efsane. Weimar
Cumhuriyeti bir sayıklama, SA'.mn bağrışları düş, Auschwitz
efsane. Hiroşima sayıklama, Cezayir'deki işkenceler düş, ya
nan Vietnam efsane. Hiçbiri, hiçbiri, hiçbiri, bunların hiçbiri
olmadı, inanma söylenenlere, yutma bu yalanlan, yürümeye
devam et, <Ring>e doğru yürü, on iki yaşındasın, hadi on üç
diyelim, Barasch mağazasının önünden geç, babanın enstitü
süne kadar git, seni bekliyor çünkü, birlikte, yolu uzatarak,
Weisgerberlohe'den geçip, Neue Graupen Sokağı'ndan eve gi
deceksiniz.
Yoksa öyle değil mi? lyice bak şuraya ! Öyle yerli yerinde
olmayan bir şey görüyor musun? Bu arada çok fazla değilse
de bir şeyler olup bitmiş midir acaba? Örneğin önümde at sır
tında İmparator 1. Wilhelm duruyordu. Her gün buradaydL
Nereye gitmiş olabilir ki? Bir de şu sol tarafta sur hendeğiyle
şehir tiyatrosu arası, ne kadar da boş görünüyor. Orada da bir
şeyler eksik, ne olduğunu bir bilsem. Anlaşılan bu arada bir
şeyler olup bitmiş, en iyisi dikkatli ol, daha ileriye gitme, baba
m bulup bulamayacağın belli değil, Neue Graupen Sokağı'nı,
Brandenburger Caddesi'ndeki evinizi bulup bulamayacağını
da bilemezsin. Geri dön, otelde kalıyorsun, yaşlı bir adamsın
sen ve itiraf et ki, elli yıl hiçbir şey değilse de elli yıldır.
377
sürdürüyorlardı, çünkü oralarda " taş taş üstünde bırakılma
mıştı. " Bunu yapanlar bizim kahramanlanmızdı tabii ki, Bel
çikalılar Belçika'yı istila edecek, Polonyalılar Polonya'yı tahrip
edecek, Fransızlar Fransa'yı dağıtacak değildi ya. Bu kadannı
biliyorduk, ama kalıbımızı basardık ki bunu kendileri istemiş
ti, dolayısıyla hak etmişlerdi. Aynca bizlerin kan ve enkazla
yüz yüze gelmesi sistematik olarak engellenmişti hep. Kan
lı meydan savaşlannın ve yakıp yıkmalann, gösterişçi, süslü
sözlerle ya da askeri-teknik terimlerle bezenip ima edilerek
söylenmesi ve üstünün sıvanması, daha o zamanlardan gele
nek halini almıştı. Böylece neyin söz konusu edildiğini hem
biliyor hem bilmiyorduk. Savaş meydanları hakkında çok az
şey duymuştuk örneğin, oysa <savaşın seyrine dair sahneler>
sözünü her gün duyuyorduk. lster istemez bu bizlerde, en
azından bende, bu kadar önemli sahnelerin içeriğinin gösteri
amaçlı olduğu duygusu yaratıyordu . Binlerce kartpostal, özel
likle Longwy'de at sırtında veliaht ve Lüttich önlerinde ateş
saçan <şişko Bertha> kartpostallan bu işlere bakıyor, bizimle
•
Birinci Dünya Savaşı'nda ilk kez kullanılan Alman ağır toplan -çn
Tramvayın burada boşlukta ne aradığını birden kavrıyoruz.
Bir duvar boyunca ilerliyorduk, üstünden morsalkımlar, sa
rısalkımlar sarkmıştı, daha arkada kavakların yam sıra gerçek
çamlar ve Böcklin işi selviler yükseliyordu. Çok açık, burası
mezarlıktı, daha doğrusu bir mezarlıklar kümesiydi. Yo hayır,
bu kadarım kaldıramazdım. Boykot ediyorum. Nihayetinde
tüm bu bölge, sadece Breslau'ya ait olan değil üstelik, ara
bayla katettiğimiz yüzlerce kilometre uzunluktaki, Tatra'dan
buraya kadar olan, üstünde Nowy Targ'ın ve Krakow'un ve
Auschwitz'in yer aldığı bu topraklar, nihayetinde bu toprakla
rın tamamı devasa tek bir mezarlık, devasa tek bir toplu mezar,
kuşkusuz bakımsız, kendini öyle de adlandırmayan, ölüleri
nin adını da vermeyen üstelik. Bir önemi var mı ki bunun? Bu
büyük ve karman çorman mezarlıkta, bu büyük toplu mezar
da şu lüks ölü bakım adacıklarının ne işi var? İçindeki bu me
zarlıkların ve tek tek mezarların anlamı ne? Geri dönüyoruz !
*
istihkam komutanlan H. von Ahlfen ve H. Niehoff'un kaleme aldığı So
hampfte Breslau (Breslau Böyle Savaşn) adlı kitaptaki önsözıin son cümlesi.
379
Almanya'nın kapitülasyonundan sonra ancak karşıt güçlere
tesliminden daha tüyler ürpertici.
Lat. nesneden önce ve nesneden sonra, yani söz konusu yapılar inşa
edilmeden önce ve sonra -yhn.
Güney Parkı'nın başladığı yer en azından eskisi gibi kal
mış. Orada iniyorum arabadan. Bu çölün adı Landsberger
Caddesi ya da ona benzer bir şeydi. Triest'ler Birinci Dünya
Savaşı'na dek burada oturuyorlardı. Robert, bir çingene gibi
keman çalardı. Onun böyle keman çalması ve enstrümanın
kestane rengindeki egzotik güzelliği nedeniyle annemle baba
mı bana da bir keman almana dek sıkboğaz etmiştim. Benim
ki daha çelimsiz ama açık doru renk, Stainer işi bir kemandı,
<cadı> adını takmıştım ona, gerçekten de bir on beş yıl kadar
üstünde tepindim. Ta ki 1933'te Paris'teki sürgünde önce bo
ğaz sonra müzik deyip elden çıkarana dek. Kadın taciri gibi
hissetmiştim kendimi, kimbilir nerede o keman şimdi, doru
rengi Hitler dönemini atlatabilmiş midir, öyleyse şimdi kimler
çalıyor onu acaba? Ne önemi var ki bunun, benim bu arada ar
tık eklem iltihabı olan yaşlı erkek ellerim zaten ses çıkaramaz
ondan. <Eklem iltihabı> da nereden çıktı, ağzı açık bir halde
burada dikilmiş, Robert'in arşe ve yay akrobasisini izleyen on
ya da on bir yaşlarında bir çocukta eklem iltihabı ne gezer, ne
demek olduğunu bile bilmez. Sarasate ya da Wieniawski olma
lıydı Robert'in çaldığı; zevk denen bir şey yoktu Robert'te , ama
harikalar yaratıyordu . Aynca sihirbazlığın yanında zevkin lafı
mı olur. O halde şu anda bulunduğum yerde, 1 9 1 2'de ya da
1 9 1 3'te olmalıyız en azından. Birinci Dünya Savaşı çıkmamış
henüz , <Dünya Savaşı>nm ne demek olduğunun bilinmedi
ği bir gündeyiz . Çünkü Robert, hani dulce et decorum es( ya,
daha 1 9 1 4 Ağustosu'nda savaşa gönüllü olarak katılmak için
Polonya'da kalmıştı, savaş başlayalı iki ya da üç haf ta olmuş
tu , ne kadar iyi durumdaymış ki (adeta kavranamaz bir şey, o
zamanki kuşak bu ayrıcalıklara sahip olmak için hangi numa
ralara başvurdu bir bilsek) o sıralar kafasına bir kurşun yeme
hakkından öncelikli yararlanması öngörülmüş. Kurşun, kah-
Lat. Dulce et decorum est [pro patria mori) . Türkçesi: [Vatan için öl
mek] tatlı ve onurludur -çn
ramanımızın göğsüne de gelmiş olabilir kimbilir, 'şafak vak
ti şafak vakti, ışığı göreyim erken öleyim',· keza Polonya'da
kalmış yeğenlerine benzememiş hiç. Biliyoruz ki çeyrek yüzyıl
sonra onlar, ama şafak vakti olmadan ve kafaya ya da göğüse
isabet edecek kurşunlara hedef olma hakkını saklı tutamadan,
daha çok çırılçıplak gaz odasının yolunu tutmakla ve - çalış
mak özgürleştirir - kül olup Birkenau'nun bacalarından Yukarı
Silezya'nın kurumlu göğüne yükselmekle yetinmek zorunda
kaldılar. Aklıma gelmişken, önceki gün Auschwitz'in kori
dorlarında dolanırken bavul yığınlarını oluşturan o binlerce
bavuldan birinin üzerinde iri ve beyaz matbaa harfleriyle TRI
EST yazıyordu. Bu ada az rastlanmakla birlikte, bavulun sa
hibi Robert'in yeğenlerinden ya da akrabalarından biri olacak
diye bir şey yok. Çünkü Triesteli bir Yahudiye ait olma ihtima
li de var, <yolculuğa çıkmadan> önce (işimizi sağlama alalım)
güzel bir liman kenti olan memleketinin adını bavulun üze
rine resmetmiş ve belli ki yanlış anlamadan kaynaklanan bu
seyahatten çabucak döneceği için bavulunu hiç beklemeden
teslim alabilme amacı gütmüş olabilir. Ne var ki bavulun sahi
binin kim olduğu sorusunun önemi yok artık. Bugün ne yazık
ki ne adı Triest olan o kişiden eser kaldı ne Triesteli olandan,
yirmi yıldan fazla bir süredir ikisi de listelerden silinmiş du
rumda, tıpkı elli yıl önce bundan nasibini alan Robert ve yirmi
yıl önce paçayı kurtaramamış, bir zamanlar bu Güney Parkı'na
bitişik olan ev gibi.
Park - bir kez daha görüyoruz ki doğa ebedidir işte - hiç de
ğişmemiş. Kavak ve kayın ağaçlan arasından küçük gölün pa
rıldadığını görebiliyorum. Altı yaşındayken o gölette - şimdi
artık çoktan unuttuğum - patenle kaymayı öğrenmiştim Yine
Krietem
Ancak bir kısmı imar edilmiş bir bölgeden geçiyoruz, tek tük
evler, hobi bahçelerinde kulübeler, herhalde Krietern burası.
Sınıfın ayrılmaz üçlüsüydük, yedi yaşında olmalıyım, 1909
ya da 1910'du, buralarda sürtmeyi severdik, iribaş yakalardık.
Bilimkurguya dair elimize geçen ne varsa, yani resimli Kos
mos uzay romanlarının hepsini, yalamadan yuttuğumuz için
sanıyorduk ki (ne <sanması>, biliyorduk) hızlı hareket eden,
bacaksız, aslında soyu tükenmiş bu minik varlıklar, milyon
larca yıl önceki bir çağa, uçan kertenkelelerin ve küçük başlı
dinozorların çağına aitlerdi ve - ne de olsa her şey ilerliyordu
- günün birinde milyonlarca yıl uzaklıktaki bir gelecekte, kur
bağa olacakları belirlenmişti. Bu dönüşümün sırrına, Wilhelm
Bölsche'nin Darwinci popüler yazılarını okuyarak varmıştık.
Bu hızlı hareket eden mahlukların sansasyonel tarafı ise bi
zim gibi okyanus devlerinin ve zeplinlerin çağdaşlarının geç
de olsa ilk çağlardan nasibini almasını mümkün kılmalarının
yanı sıra , bize (aslında çağlar boyu sürecek) bu dönüşümle
rini evde onları içine koyduğumuz , akvaryum adını verdiği
miz reçel kavanozlarında izleme olanağı da sağlamalarıydı. Bu
benzersiz varlıkları yakalamak için bata çıka içinde dolaştığı
mız göleti, o sazlığı , sivrisinek sürülerini ve yusufçukları gö
remiyorum gerçi ama belki de bu Pontine bataklığı yok artık,
belki de Hitler ıslah etti orayı ya da Ruslar yanan tanklarını
söndürmek için tulumbalarla su çekip boşalttılar; bir bilsem
çocukluğumu kimin kuruttuğunu. Ama yanılmadığım kesin,
tam buradaydı, çünkü sadece Krietern'den bakılınca Güney
Parkı solda, Zopten de ileride ufukta kalıyordu ve her ikisi
de her zaman oldukları yerde, olmaları gereken noktadaydılar.
Zopten bir sis bulutu olarak görünüyor o başka. Şimdiden,
sabahın onunda bile çok sıcak burası, havada sıcağın buğusu
ve Ch. - bu perişan tepe ona bir şey ifade etmiyor elbette -
benden daha keskin gözleri olmasına karşın, göremiyor orayı
hiç. Aynı şekilde burada demin gerçekleşen sahneyi, resmen
uğruna buralara geldiğim sahneyi de göremiyor. Artık hatırla
mıyorum, o üçlüden hangimizdik her şeyi başlatan, öbürünün
daha büyük ya da daha iyi iribaşlannı kıskanan, eline vurup
kavanozunu yere düşüren ve yerde kıvranan, bu henüz kara
daki yaşam için hazır olmayan hayvancıkları üzerlerine ba
sarak ezen. Ama çok iyi bildiğim bir şey varsa o da yerlerde
yuvarlandığımız, öfkeyle birbirimize vurduğumuz, cam kırık
larının ellerimizi, dizlerimizi kestiği ve bu arada o küçük var
lıkların tamamının milyonlarca yıl önce donatıldıkları, adları
na yaraşır gerçek bir kurbağa olabilme şansım her halükarda
yitirdikleriydi. Kimi doğranmış kimi ezilip sümük gibi olmuş
kimi kumların arasında havasız kalmış o küçük şeyler henüz
doğmamış bir dizi kuşağı temsil ediyorlardı, sadece bugünün
varlıklarını öldürmekle kalmamıştık, daha kötüsü , uzak gele
ceğe uzanan cinayetlerin sorumlusuyduk.
Şöyle ya da böyle buna ilişkin bir şeyler hissetmiş olmalıyız
o sıralar. Çünkü hatırlıyorum da sonuçta, giysilerimiz yırtıl
mış, her yanımız kir pas, yara bere içinde , tek kelime etmeden,
kaz adımlarıyla , Hanslar'ın evinin bulunduğu Kleinburg'un
yolunu tutmuştuk. Hans'ın annesi ya da ablası, her halükarda
bir yetişkin, eline bir fırça alıp bizi tepeden tırnağa iyotladı
ğında ve kızılderililere ya da palyaçolara benzediğimizde de
suskun kalmıştık. Diğerlerini bilmem ama ben, sayısız kuşak
ların ölümünden sorumlu olduğumuzu düşündüğüm için, her
yanımı yakan iyotun verdiği acıyı hak ettiğimiz bir ceza olarak
görmüştüm.
Ch. ye hitaben
Hohenzollem Caddesi
Saklambaç -yhn
Hırsız-polis -yhn
diğini, <Sudecka>nın eski SA bulvarı, SA bulvarının da eski
Hohenzollem Caddesi olduğunu, l 915'te Hamburg'a taşınma
dan önce üç yıl boyunca burada Hohenzollem Caddesi'nde
oturduğumuzu ve 1912'den önce (hatta Dünya'nın yaratılma
sından bu yana) bu caddeden sadece birkaç ev ileride, <Ho
henzollem Meydanı> denen aynı perişan yeşil üçgene bakan
Brandenburger Caddesi'nde oturduğumuzu, kısacası yaşamı
mın çemberinin birazdan kapanacağını, bir çırpıda eve vara
cağımı biliyorsam da - meğer ki önümüze ilk çıkan sokaktan
son anda sağa ya da sola kırıp ölüler diyarına hiç göz atma
dan , gerisin geri bugüne firar edecek cesareti bulmuş ya da
bunu yapacak korkaklığı toparlamış olayım. Yoksa hiçbiri ger
çek değil mi bunların? Buranın Hohenzollern Caddesi olduğu
yönündeki iddiayı ciddiye alabilmek için gündelik Tann'ya
güvenden daha fazlası gerekiyor gerçekten de. Ne de olsa cad
de o zamanlar orta tabakaya ait evlerden, hatta büyük ölçüde
asillerin ve gayet asillerin beş altı katlı evlerinden oluşuyordu.
Tarz: Berlin-Kurfürstendamm. Evlerin, ağır dövme demirden
yapılmış pnömatik giriş kapılan vardı, biz çocuklar okuldan
geldiğimizde , sırt çantalarımızı tampon olarak kullanıp tüm
bedenimizle yüklenirdik o kapılara, ancak öyle açabiliyorduk.
O tarihlerde caddedeki evlerin ön cephelerinden balkonlar
fışkırıyordu, çökmemeleri için de bu balkonları, kaslı deva
sa heriflerin göğe çevrilmiş avuç içleri taşıyordu. Aynca bu,
yalancı Barok Herküller, göbek altında da adam gibi aynen
devam etmek yerine ya pürüzsüz bir ampütasyona kurban git
mişlerdi (bunun, içimi bir hadım edilme dehşetiyle doldurdu
ğunu belirtmeliyim) ya da (yine pek imrenilecek bir durum
değildi) dikilitaşlara dönüşmüşlerdi yahut banyo havlusuna
benzer bir şeyde çözülmüşlerdi (hiç değilse bu katlanılır bir
görüntüydü), bu havlu gibi şeylerse hiç gereği yokken uçu
şup, uçuşma sırasında bir de taş kesilmişlerdi. Ne olursa ol-
sun, bu Herküller 'genii loci'ydiler,* Hohenzollem Caddesi'nin
cinleriydiler, caddeye karakterini vermişlerdi, hatta ben başta
onları bir nevi <Hohenzollem>ler, bu mağrur bulvara adını
verenler olarak görüyordum. Şimdi o cadde bu mu yani? Bu
rası mı? Ne taşkın balkonlardan, ne dövme demir pnömatik
kapılardan ne de Hohenzollem soyundan Herkül'lerden eser
kalmış, <evler>i geçtik, <ev> demeye dayanak oluşturabilecek
en ufak bir iz kalmamış. Sadece inşaatlar, bir iki de toprak
küreyen araç, herhalde yapılacak bodrum katlarının yerlerini
kazmaya yarıyorlar. Peki acaba, olası ya da gelecekteki bod
rumlar, Hohenzollem Caddesi mi yoksa? Bunu sorarken ara
bayı durduruyorum, çünkü geldik.
39 0
yan yolda kalıyor, çiçekler, geçiciliği, enkazından kendi güzel
liklerini devşirdikleri
.._
şeylerden bile daha çabuk öğrenmişler.
Ch.'ye bu iki kırmızı kadehi uzatmak istediğim anda elimde
iki saptan başka bir şey olmadığını görüyorum.
39 1
Sanırım buraya bir kez daha gelirim. Failin cinayet mahalline
geri dönmesi gibi. Sonra da beklerim, bakalım bu olay yeri
ağzını açıp da birkaç kelime eder mi diye. Bilemiyorum.
Kuryelik
39 2
daktilo bilmesi sayesindeydi. Yüksek bir bebek sandalyesine
oturarak hantal bir daktiloyla yapardı işini; bu aletin o cüce
kadının çocuksu parmaklarına itaat etmesini, diğer taraftan da
onca masifliğine rağmen makine yerine konduğu için ezilip
büzülmesini insan anlayamazdı doğrusu. İtalik harflerle ya
zan bir daktiloydu çünkü, yazılar sanki insan, hatta bir kadın
elinden çıkmış gibiydi. Yıllarca bu makinenin el yazısını Mat
şek Hanım'ın el yazısı zannettim gerçekten de. İşte ayda iki
ya da üç kez babamın baştan aşağı eksantrik hiyerogliflerle
dolu sayfalarını oraya götürür ve açık mavi renkte daktiloya
çekilmiş olarak (üç dakikalık mesafe için kumanya olarak bir
öksürük şekeri verilmeden çıkmazdım oradan) alıp geri ge
tirirdim, bunlar babamın sondan bir önceki hiyeroglifleriydi.
Bu kuryelikler her seferinde, benden otuz yaş büyük olmasına
karşın babamın, bu arada o zamanlar şimdiki benden otuz yaş
gençti, ona temiz nüshayı teslim ederken, kısmen kibarlıktan
kısmen de düşünce gücümü sınamak amacıyla beni, onun için
vazgeçilmez olduğuma, bu götürüp getirmeler olmasa hiçbir
kitabının çıkamayacağına, aksine her sayfanın ilk başta onda,
sonra da Steinitzler'de ortalıkta öylece duracağına iknaya ça
lışmasıyla son bulurdu . Söylediklerine pek inanasım gelmi
yordu ama hiç inanmamak da işime gelmiyordu . İşte böyle,
Steinitzler'e doğru gidiyordum ki Ch.'nin bana seslendiğini
duydum, daha üç adım bile atmamıştım. Ziyaretimden vaz
geçtim, dönüp arabaya bindim.
Grabiszynska
393
ilerliyoruz. Her biri tek başına duran, ayrıca ustalıkla birbiri
nin çaprazına oturtulmuş, komşusunun ışığını ya da havasını
engellemeyen apartmanlar. Mimarileri ve yapı planlan hayli iç
açıcı; pek deli dolu gözükmedikleri halde tutucu ya da göste
rişli de değiller, diğer büyük, ölçülü modern büyükkent proj e
lerindekilerden hemen hemen farksızlar.
Ch. rahatlıyor, geri döndü, yeniden Dünya'da. Buna kar
şılık ben kendimi asıl şimdi, yeraltında, ölüler aleminde his
sediyorum. Çünkü geçmişte kalanın yokluğu , demin Bran
denburger ve Hohenzollem Caddeleri'nde olduğu gibi gelip
yerlerine kurulan boşlukla değil, geçmişte kalanın ya da boş
luğun yerinde başka bir şey uzandığında tescilleniyor ancak.
Benim gözümde Breslau ancak bu olumsuzlamanın olumsuz
lanmasıyla nihai olarak yok edilmiştir. lşte bu deneyimi demin
Grabiszynska'da yaşadım. Bu ulica· bir zamanların Graebsche
ner Caddesi'nin olduğu yerde uzanıyor ya da bu muhteşem
modern Ulica Grabiszynska'nın, anlaşılan kalıcı olduğu yerde
bir zamanlar, 1 945 yılına dek, nedendir bilinmez <Graebsche
ner> denen bir cadde yayılıyor, pardon daralıyordu.
Şimdi, şu anda otel odasında oturmuşken söylemesi ko
lay. Oysa biraz önce, Grabiszynska üzerindeyken iki şeyi aynı
anda düşünmek asla mümkün değildi benim için. Eskinin kü
çük burj uvamsı kalabalık alışveriş caddesini, şu an önümde
gördüğüm Graebschener'i gözümün önüne getirmem olanak
sızdı demin. Görünür olan, hiçbir Breslaulunun öngöremediği
yeni şeylere bakışım, önümü kapatmıştı. Artık yer etmiş olan
bu yenilikler, tartışılmaz ve alt edilemez biçimde, geçmiştekini
bastırmakla kalmıyor, onun geçip gitmişliğine dair bir kavrayı
şa da yer bırakmıyor, öyle bir kavrayış dahi tasavvur edilemez
hale geliyor. Mekanda bir noktada aynı anda iki farklı nesne
nin olamayacağı yasasına, mekanda bir noktada aynı anda iki
farklı zamanın olamayacağı yasası denk düşüyor galiba.
394
Sebiller, "yeni yaşamın yıkıntılardan doğduğunu" öne sür
müştü; yeni yaşamın yıkıntıyı nihaileştirdiğini söylemek daha
doğru. Brandenburger Caddesi'nin yokluğunu, henüz tahrip
edilmeden (inşaat makineleri yıkıntıların olduğu boş arazide
duruyorlardı, çok geçmeden her şey tam anlamıyla bitecek)
son anda görmüş olmam ne büyük şans. Şimdi boşluğun he
nüz korunduğu yerde, yakın gelecekte herhangi bir şey yük
selecek büyük olasılıkla, yeni ve büyük bir şey, tahminen o
büyük Grabiszynska Yapı Kompleksi'nin devamı olacak.
395
Damdaki ağaç
Etrafı yeni yapılarla çevrili biraz tuhaf bir kule, bir meydanın
odak noktası olacak gibi görünüyor. Bir yerlerden tanıyorum
bu yapıyı ama çıkaramıyorum. Dört katlı, ilk üç katın her bi
rinde üç dar romanesk pencere deliği açılmış, en üst kat bü
yük, tek bir köprü kemerine benziyor. Çatıdaysa çalılar hatta
küçük ağaçlar var. Haritaya bakınca anlıyorum nerede oldu
ğumu. O zamanlar hayli taşralı, hiç şüphe yok, yapı olarak
da sıradan <Güzel Sanatlar Müzesi>nden tesadüfen arta kal
mış son parçanın önünde duruyordum. Ancak bu son kesit,
yalnızca bir parçadan ibaret haliyle, bütünün yok edilişinin
intikamı olarak, müzenin sağlam halinden çok daha güzel ol
muş bir bakıma; hatta içerisinde şimdiye dek duvarlarda asılı
olan her şeyden daha güzel olmuş denebilir. Üstelik belki de
daha sahici. Bir yapının gerçek bir harabeye dönüşmesi için
sağlığında sahici olmuş olması gerekmiyor ne de olsa. Taşra
lıymış, sıradanmış, doğrusu hiç önemi yoktu, on yaşındayken
içinde turlayıp durduğum bu müze benim için Akropolis'le
Louvre'un birleşmiş haliydi. O Antikçağ salonunda, Venüs'ün,
Ege'nin köpüklü sularından ilk çıkışı yok mu, benim için ora
daki kırık alçı mermerdi, mermer ten ve tense şahaneydi. Yağlı
boya resimler gördüğüm ilk yer de orasıydı. lkinci katta du
varlarda asılı o tablolar üçüncü sınıf da olsalar, okul çocukla
rının yaptığı şeyler ya da kopya gibi de dursalar, portre nedir,
peyzaj nedir, onlardan öğrendim. Çocukken yaptığım çizim
lerin her boş anımda resim yapıyordum üstelik Hals'ın,
ya da Rembrandt'ın ya da Ostade'nin ya da Goyen'in ya da
Cuyp'ın öğrencilerinin elinden çıkmış gibi gözükmesi başka
türlü açıklanabilir mi? Gerçekten de bu kulenin yukarısında
(yoksa sağında ya da solunda, şimdi boşluk olan yerde miydi,
acaba bu arta kalan taraf, müzenin orta kısmı mı yoksa sağ ya
da sol yan cephelerinden biri mi, bilemeyiz artık doğrusu) ,
işte ilk kez orada yukarıda açtı kapılarım bana sanat krallığı;
resimsiz ve tablosuz düşünemeyeceğim yaşam orada başladı
benim için; aynca yaşamım hala resimlerle ve resim sanatıyla
dolu. Selamlarımı minnetle o yana doğru yolluyorum. Tepe
sindeki ağaçla bu viran yer, benim en önemli öğretmenlerim
den biriydi.
Bir dakika sonra , Schweidnitzer şehir hendeği boyunca
ilerlerken, bir şeyin eksikliğini hissediyorum. Ne olduğunu
hemen çıkaramıyorum, etrafta bir eksiklik yok gibi görünü
yor, özellikle irice ve masif emniyet binası sayesinde. Olma
yanı saptamak çok zor. Şimdi ancak, yine kent planının yar
dımıyla , henüz yerinde duran asliye mahkemesinin yalancı
burcunun karşısında aynı şekilde tamamen yalancı romanesk,
kubbeli bir yapı olan sinagogun yerinde olmadığını görüyo
rum. Bu sinagogun neden <Yeni Sinagog> diye adlandırıldı
ğını bilmiyorum, vaktiyle yeni olmuştur haliyle ancak benim
zamanımda sanırım pek muhteremdi artık. Şimdiyse en azın
dan, tabii eğer hala ondan söz edebilirsek, düşünülebilecek
en yüksek yaşa vardı, çünkü artık o kadar ileri yaşta/eskimiş
ki eksikliği bile unutuldu , yo hatta eksikliğinin unutulduğu
bile unu tuldu çoktan. Bugün Wroclaw'da yaşayan hiç kimse
sinagogun kalıntılarını görmemiştir herhalde. Nazilerin daha
Breslau'yu mahvetmeden epey önce bu sinagogu yok ettiğini
tahmin etmek zor değil. Yahu kimse kavrayamadı mı hala , biz
Yahudilerin katledilmesi uğursuzluktan başka bir şey getirmi
yor. Gözlerini kırpmadan bizi yakanlar sonra gözlerini kırp
madan herkesi yakıyorlar. Breslau'yu yakıp kül eden yangın
l 938'de çıkarıldı; Kristal Gece'de.
397
havaalanı yolu olarak işaretlendiği 5 numaralı asker haritasın
da - gözlerime inanamıyorum - bu onyıllardır olmayan sina
gogu keşfediyorum, hem de sanki o zaman daha hiçbir şey
olmamış gibi eski adıyla yani <Yeni Sinagog> olarak yer alıyor.
1945'te başına neler geldiğini düşünürsek, hem sadece onun
değil, bütün sinagogların, dahası sadece sinagogların değil
onun içinde toplananların da, bu 45 yılının haritasına sina
gogu alanların ve bu kaydı 60 yılında devralanların avanak
lığına ve saygısızlığına resmen ne diyeceğini bilemiyor insan.
İnsanları ve o insanların kutsal saydığı şeyleri havagazı olarak
görüp yok ettikleri yetmemiş, onları yok ettikleri gerçeği bile
artık havagazı geliyor kendilerine.
Otelde
Otelde
399
Yeniden Brandenburger Caddesi No: 54
4 00
yor, bir amfi gibi, en iyi ihtimalle bir inşaat arsası. Çitin önünde
de balçıklı zemin var, şu anda durduğum, zamanında tabii ki
asfalt olan yerde - henüz asfalttı ya da çoktan asfalttı - bugün,
zamanında buranın asfalt olduğunu ayırt edebilecek insan da
çıkmaz artık Tanrı da, biliyorum. Her zaman öğrenilecek bir
şeyler çıkıyor. Örneğin yirmi yıldır kaldırım taşları olmayan
bir sokağın ya da ne dersek diyelim bu şeye , hiç kaldırım taş
lan olmamış bir sokaktan zerrece farkının olmadığı; öncesiyle
sonrasının birbirine benzediği, hatta adeta iç içe geçtiği; arada
bir şeylerin, kısa süren bir tarihin, karanlıkla karanlık arasın
da bir aranağme olduğu.
Çit, sanırım, burada Hohenzollern Meydam'nda , ya da adı
neyse artık , sağa sola koşturarak oynayan çocukları (bizim za
manımızdan bin kat daha iyi yapabiliyorlar bunu , çünkü mo
lozlar, vadileri ve zirveleriyle sıradağları aratmıyordu) , çitin
arkasında kalanlardan koruma amacına hizmet ediyordu. Ora
da çitin arkasında şimdilik bir şey belli olmuyor, sadece mo
loz ve toprak var, ama bugün tatil, ölü bir gün, orada hafriyat
için duran araç da bu boşluğun çoktan bir inşaat alam oldu
ğunun göstergesi. Dün burada sıkı bir çalışma yapılmadığını
kim söyleyebilir, belki de yarın bodrumun (elli beş yıl önce
Hilde'yle kıran kırana, unutulmayacak bir meydan muhare
besi yapmıştık orada, kilere istiflenmiş patateslerle birbirimizi
bombardımana tutmuştuk, akşam üzeri ancak, pislik ve kan
revan içinde bulmuşlardı bizi. Otuz küsür yıl sonra ise, yani
yirmi bir yıl önce, sonradan akıbetleri bilinmeyen genç çocuk
lar makineli tüfekler kullanacaklardı aynı yerde) , işte belki de
yarın bu bodrumun yeri kazılıp temizlenecek. Yerine bir şeyler
inşa edilebilsin ve hiçlikten geriye hiçbir şey kalmasın diye.
Balçık, gazete yırtıkları ve tuğla kırıkları arasında beyaz bir
şey göze çarpıyor, bir tavuk kemiği olmalı, ama belki de bir
insan kemiğidir, şaşırtmazdı doğrusu. Ama yinni bir yıl sonra
böyle bir insan kemiği, tavuk kemiğinden daha korkunç gö-
4 01
rünmezdi ve başka bir varoluş biçimine ait olması da düşü
nülemezdi. O zamanlar, daha hayattayken henüz, bir kuşun
bedeninde mi iş gördüğünü, yoksa bizden sonraki kiracılardan
birinin bedeninde mi yer aldığını, yoksa evimizin çöken tavan
larından birinin altında gömülü Sibiryalı bir piyade erine mi ait
olduğunu, bunu artık şimdi ne kemik söyleyebilir ne biz.
Tartışılmaz biçimde arta kalan bir şey varsa o da yolun
taşıtlara ait kısmındaki döşeli taşlar, belki bir de (kaldırımın
kendisi artık sadece balçıktan oluştuğu halde) az çok eşik ye
rine geçen oluklu kenar taşlan Ortalık yangın yerine döndü
ğünde yoldaki asfalt da eridi sanının.
Çocukluğumda, burada oturduğumuz zamanı takip eden
bir iki yıl boyunca arkeolog olmak istemiştim. lşte şimdi geç
de olsa arkeolog oldum. Tıpkı Claude Lorrain'ın, bir zamanlar
Augustus'un tezahüratlarla alkışlandığı, Forum Romanum'un
otlarla kaplı güzel taşlarının üstünde usulca gezinmesi gibi -
yam başında da inekler otluyordu - dikkatlice atıyorum adım
larımı, elli beş yıl önce Hohenzollem Meydanı sırıkla yürüme
yarışmasında üç-sekiz yaş grubunda birinciliğimi ilan ettiğim
bu fiyakalı beton zeminde. Her taraf çamur. Elbette çamur o
zaman da vardı, sırıkla yürüdüğümde de, ama <vardı> ne de
mek ki, ne görülüyordu ne biliniyordu ve hiç kimse, betonun
birkaç santimetre altında, yerkürenin merkezine dek, hatta
oradan antipoddaki yüzeye dek, her yerin çamur olduğunu
aklına getirmiyordu. O olduğu gibi duran kütleninse, insanın
müdahalelerinden ve fiyakalı beton zeminden çıkan seslerden
hiç haberi yoktu. lşte bu kütle burada şimdi yeniden baş gös
termiş durumda. Otele geri dönüyorum.
Babama gidişim
4 02
<lığı mesafenin kısalığına şaşırmadan edemiyorum. Breslau'da
yaşadığı yaklaşık yirmi yıl boyunca, garibim bu yolu birkaç
bin kere gitmiştir herhalde, üstelik sadece yürüyerek ya da
tramvayla. Otomobil mi? 1906'da ona, günün birinde, 66
yılında, benim bu mesafeyi hem de kendi arabamla katede
ceğim söylenseydi, babam bunu, oğlunun gelecekte Breslau
belediye başkanı olacağı kehaneti kadar avanakça bulurdu.
Oğulsa kahinin söylediklerine zaten hiç metelik vermezdi. O
vakitler benim gözümde arabalar bütünüyle doğaüstü varlık
lardı çünkü. Hele Breslau'da gördüğüm ilk araba var ki: Ko
caman tekerlekli Triumph markaydı, imparator - <imparator
manevrası>na gelmişti Breslau'ya - arabanın içinde süzülerek
yavaşça Garten ve Schweidnitzer caddelerinden geçmişti (ya
nılmıyorsam zırhlı süvari kılığındaydı, kıvrık çizmelerle ve
kafasında kuyruklu korkunç bir miğferle, belki de Bismarck
görüntüleriyle karıştırıyorum, neyse) . Gördüğüm ilk otomo
bil, içindeki imparatorun, birkaç yıl sonra sözde onun için
Mame'de ya da Karpatlar'da canlarını veren ve böylece artık
kendisine sevinç gösterilerinde bulunamayacak olanların al
kışlarını acele tarafından kabul etmesi için Breslau'nun ana
caddelerinde süzülerek ilerleyen 'fayton'du. O zamanlar işin
bu yanını bilmiyordum tabii, tıpkı ona el sallayan binlercesi
gibi. Tek bildiğim, daha doğrusu gördüğüm, kendisinin ya
da faytonunun ata ihtiyaç duymaması ve caddede <öylesine>
zahmetsizce ilerleyebilmesiydi. Bu olgu ona masalsı bir ihti
şam kazandırıyordu, bir tür kral-imparator ihtişamı, mutlak
kudret ihtişamı. At sırtındaki sürüyle generalin, bu doğaüs
tü taşıtın etrafında fır dönmesinin ve içinde süzülüp duran
haşmetli varlığa hürmet göstermesinin, benim açımdan an
laşılmayacak bir yanı yoktu. lşte yaşamımın ik otomobili
buydu. Üzgünüm, bu ihtişam kalmadı artık. Majestelerinin
zafer coşkusu yaşadığı yerde şimdi her geçen çöp arabası üs
tünlüğünü ilan ediyor, yirmi küsur yıl önce de zırhlı birlik-
ler üstünlüklerini ilan etmişlerdi. Günümüzde ben bile atsız
süzülebiliyorum, <öylesine işte>, Schweidnitzer Caddesi'nden
aşağı, milyonlarca İmparator Wilhelm'den biri olarak. Tabii
artık caddenin adı Schweidnitzer değil de Swidnica, oradan
da Schmiede Köprüsü'ne, tabii adı artık Kuznica olan. Daha
oraya bir dönüp bakamadan, 50 ya da 60 yıl önce olduğu gibi,
üniversitenin önünden geçtim.
Kendimi <Fechterbrunnen>in • önünde buluyorum. (Bu
gülünç ve baştan savma iş de zarar görmeden kalmış) . Tam,
babamı beklediğim yerde duruyorum, seminerlerinden çıktı
ğında sık sık karşılardım onu. Ne göreyim (hayır kesinlikle
<bir de ne göreyim! > değiL hiç şaşırmadım doğrusu, başka ne
olacaktı ki orada), babamın binası ! Kurduğu enstitüye tahsis
edilen o harika, Barok stili eğitim binası, o da - hem de eski
den nasılsa öyle - duruyor hala. Birazdan, yanında ona eşlik
eden bir öğrencisi, büyük olasılıkla en sevdiği öğrencilerinden
Hermsen, 191 5'te gönüllü olarak katıldığı savaşta Flandre'de
yaşamım yitiren Hermsen, evet birazdan Barok kapıdan dışarı
çıkacak, elini gözlerine siper edip beni görmek için bakına
cak, ben ona soyadımızla sesleneceğim. Peki ama bu arabayı
gördüğünde gözlerine ve de kulaklarına inanabilecek mi, duy
duğu sesin arabadan geldiğini fark edince ne yapacak? Benim
ben olduğuma inanacak mı?
Bir şeylerin yok olup gitmesi zaten yeterince üzücü. Daha
da kötüsü bazen yok olmayıp kalmış olmaları. O zaman baş
ka bir şey yok olup gidiyor çünkü: Bu arada kendi yaşamış
olduğun hayatın zamanı ve gerçekliği. Burada duruyorum şu
anda ve yine 191 0'dayız. O zamandan bu zamana olup biten
her şey silindi. Geriye kalansa yaşanmış olanın ölümü. Son
radan Berlin'de yaşadığım, olmamış hiç. Daha sonra Paris'te
yaşadığım olmadı. Daha sonra New York'a kaçtığım da olmadı.
4 10
Fransızca öğretmenlerini, piyano dersi verenleri, dikişçi kadın
lan gerekli kılan bu hatun imparatorluğunda büyüdüğü için ...
işte annemin dünyası bunlardan ibaret olduğu için; üstüne üst
lük, sert huylu büyükanne, bu mal mülk zengini, hem de erkek
reisi olmayan Yahudi imparatorluğunun, etraftakilerce her gün
gözlem altında, dahası her gün şüphe altında tutulduğunu ve
böyle bir tehlikeden korunmak için, hükümdarlığın yüksek
ahlaki düzeyinin her gün yeniden ortaya konması gerektiğini
bildiğinden, emrindeki bütün canlılara belli sorumluluklar
yüklemişti. Yerine getirilip getirilmediğini Argos misali izleyip
denetlediği kenarları yaldızlı olması zorunlu hayır işleri örne
ğin. Bütün bu ödevlerin konu komşuya mesafeli bir biçimde
açık edilmesi işine ise doğrudan ulaklar ve hizmetkarlar bakı
yordu. Yeniden anneme dönüyorum ya da o hatunlar dünya
sındaki adıyla Klaracık'a. Annem (pek yaratıcı oldukları söyle
nemeyecek altı kız kardeş içinde en beceriklisi) daha on beş
yaşındayken, yani 92'de ya da 93'te, yani bana hayat bahşetme
sinden on yıl önce, körler yurduna yollanmıştı. Alman kültü
ründen mahrum kalmışlıkları kendi suçlan olmayan genç kız
ve kadınların geç de olsa bu kültürden sebeplenmeleri için bu
garibanlara, onlar örgü ya da sepet örerken Schiller, Kömer,
Platen , en çok da tabii ki Geibel'den pasajlar okuyordu. Görme
yetisinden yoksun olmasalardı asla bir yerde duyamayacakları
şiirler. Neyse, taze tutkusuyla ya da gençliğinin verdiği tutkuy
la Klaracık (altmış yıl sonra, hem de sürgünde, tek sağ kalan
kız kardeş Wally bununla gurur duyuyordu) yalnızca bu yok
sul ve ama kadınlan belli aralıklarla duygulandırıp ağlatmakla
kalmıyordu - körler yurdunun müdürlerinin de Klaracık'ın ba
şanlannı övmede birbirlerinden geri kalır tarafları yokmuş de
niyor - asıl başarısı, bu hatunlar klanının onlarca yıllık tarihin
de, klana kazandırdığı itibar nedeniyle, sert mizaçlı büyükanne
tarafından hem de diğerlerinin gözü önünde alnına öpücük
kondurulan tek üye olma bahtiyarlığına erişmesiydi.
4 11
lşte yaşananların bir bedeli oluyor haliyle, iyilik de cezasız
kalmıyor aynca, bunlar annemin tuhaf yüz ifadesini açıklıyor.
Aslında bu yüz Tanah'taki <güzel ve şirin> kadar güzel olabilir
di, oysa o yüzde hiç yeri olmayan ifadeler kazınmıştı çehresine:
Aristokrat aile kızı ifadesi, kocamışlık, kılı kırk yaran bir titizlik
ve dediğim dediklik. Yüzü eğrilmemişti belki bu saydıklarım ne
deniyle, hatta yaşlandığında dahi bir <el oyması mücevher>i an
dıran profilini koruyordu. Fakat çeyizlerin en güzeline rağmen
ışıltılı bir Züleyha güzelliğiyle sivrilememiş olması, mahkum ol
duğu anaerkil ve yaldızlı gençlikten kaynaklanıyordu kuşkusuz.
Belki de deneyimli, aynı zamanda akılcı ve sevecen bir tarz
da tavizsiz bir sevgili ya da eş, ipleri eline alsaydı, onu, henüz
oturmamış, dediğim dedik tavrından ve müşkülpesentliğin
den döndürebilirdi, hatta belki de birkaç haftada, çünkü an
nem babama <vardığında> henüz yirmisindeymiş, yani yüzü
bir parça da olsa işlenebilirmiş. Anlaşılan babam bu konuda
hiçbir şey yapmamış. Bunun nedenleri üzerinde, şimdi yetmiş
yıl sonra tahmin yürütülebilir ancak. Belki de fizyonomiyle
uzaktan yakından ilgisi olmadığı, yani annemin yüz çizgileri
onu hiç rahatsız etmediği içindir. Bir yüzü yoluna koymaktan
ya da ferahlatıp şenlendirm�kten anlamadığındandır belki de.
Henüz kalıcılık kazanmamış yüz hatları nasıl güle seve yok
edilir, bunun yolunu yordamım bilmediği içindir. Yahut - kor
karım ki gerçeğe en yakın olanı bu açıklama - annemin yü
zündeki yüksek tabaka çocuğu ifadesi babamın işine gelmişti.
Hiç kuşkum yok, babam, Şarklı bir görünüme sahip bu genç
kadını, meslektaşlarının, yan Prusyalı yan Slav görünümlü ,
genellikle de aptalca davranışlar sergileyen eşlerinin arasında
gördüğünde her defasında ürkmüştür. Günün birinde ordi
naryüs olma düşleri kuran bir Yahudi doçent - bu yeterince
alışılmadık bir şeydi - aynca göze batacak her tür davranıştan
kaçınmak zorundaydı. Annem, görüntüsüne uyacak bir egzo
tikliğe kaçmadığı, ortalıkta Süleyman'ın Şarkısı'ndaki Şaron
4 12
gülü gibi dolaşmadığı, bulunulan ortamlarda, akla gelebile
cek tüm tabuların ve kusursuzluklann timsali olarak sessizce
yerini aldığı, yani kimsenin laf edemeyeceği bir duruşa sahip
olduğu için babam herhalde Tann'ya şükretmiştir. Kısacası
annemin yüzündeki varlıklı aile kızı ifadesi, babamı rahatsız
etmek şöyle dursun, onun aristokratik bulup övdüğü ve teşvik
ettiği bir özellikti diye düşünüyorum.
Ah, ne kadar ağır oldu bunun sonuçlan. Annem, kırk yıl sonra
(bu arada babamın ordinaryüs olma hayali çoktan gerçekleş
mişti, ama bu gerçekleşen hayal de bir işe yaramamış, babam
da ölüp gitmişti) New York'ta ölüm döşeğindeyken, yüzünde
bu artık kırışıklıklara dönüşmüş ve derinleşmiş donuk titiz
likten ve mağrurluktan başka hiçbir şey kalmamıştı geriye. O,
dünyanın en güzel kadınının oryantal masalsı yüzünden izler
kalmış mıdır geriye diye çok bakındım ama boşunaydı. Şim
di artık kendisi de hayatta olmayan ablam Hilde, gözyaşları
içinde, annemin yüzünde ne bulmayı umduğumu sorduğun
da ona, "Breslau günlerimizdeki o binbir gece masallarının
parıltısını" yanıtım vermiştim , oysa Hilde bir zamanlar öyle
bir parlaklığın var olduğunu bile unutmuştu anlaşılan, her
halükarda bana anlayamaz gözlerle baktı, o arada da mümkün
olabilecek en frapan tarzda anneme benzemeyi ihmal etmedi.
Ah, ikisi şimdi daha da çok birbirlerine benziyorlar, çünkü
ölmüşlükleriyle artık neredeyse aynı kuşağa aitler, artık ikiz
gibiler ve ikisi de yüzünü çoktan yitirdi.
413
bildikleri evlilik öncesi bildiklerinden fazla değildir, öyle ya
ince ayrıntısıyla bilmek yakışık almaz, öncesinde de sonrasın
da da, arada bir şeylerin bulunması ya da olmuşluğu yetmez
mi zaten, bellek dahi dönemin tabularının emrinde. Şapkası
nın kenarını kaldırıp bir bak, hoş bir Yahudi kız, dünyadan ha
beri olmayan, en fazla yirmi yaşında gösteren. Eğer onu şimdi
burada sana teslim ediyor ve kendisiyle biraz ilgilenmeni rica
ediyorsam, benim varlığımda, böyle yaşlı bir adamın varlığın
da kesin utanıp çekineceğini bildiğimdendir. Hem bu altmış
dörtlük halimle, böyle genç, tüylü şapkalı bir kadının dilin
den sahiden pek anlamam. Diyeceğim, şimdi burada onu sana
verirsem, sen (bu sert sözcükten ötürü kusura bakma: lster
kabul et ister etme, otuzunu geçmiş bulunuyorsun, bu talih
sizliği sineye çekmek zorundasın) yaşının büyüklüğü itibarıyla
ve onunkiyle karşılaştırıldığında bir kozmonotunki kadar çok
deneyiminle ona kız kardeşinmiş gibi davranabilir, ailenin en
küçüğüymüş gibi kanatlarının altına alabilirsin. Her ne kadar
ilk önce çekingen davranacak ve seni garipseyecekse de bir
yandan da (şimdi bize aptalca gelen, o zamanlar çok revaçtaki
bu sözcük ne anlama geliyorsa artık) 'çok çok enteresan' bula
caktır. En başta şu yüzden 'çok çok enteresan', çünkü sen alı
şılagelmişin dışında uzak bir yerden, Kalifomiya'dan gelmiş
sin, aynca bir 'sanatçı'sın resmen. Ama sen de yavrucuğum, bu
feci halde Yahudi'den arındırılmış Avrupa'ya benim yüzümden
düşmüşlüğünle ve gençliğinde alıştığın tüm simalardan yok
sun kalmışlığınla, sen de belki soluklanırsın, bir saatliğine bu
genç Sarah'ı arabaya yanına alsan. Denizci kıyafetli ufaklıkla
ben ilgilenirim o arada, ya evet, kucağıma alırım onu, belki
dördümüz bir koşu karşıdaki Monopol Otel'e gideriz, toru
num yaşındaki o çocuğa dondurma alırım orada.
"Yeter! " diye bağırdı Ch. "Bu saçmalığa bir son ver artık!
Aksi halde ben gidiyorum ! "
4 14
"Tamam rahat ol," diyorum bir süre sonra. "Elbette tamamen
haklısın. Geçmiş geçmişte kaldı. Bugünse bugündür. Üstelik
dört değil iki kişiyiz. Ama şu olmayan 101 Numara'daki evin
olmayan penceresinin önünden - annemin yeşil şemsiyesiyle
gösterdiği, doğum günüme kutsanmış bir hava vermek için,
belki de o anı benim için unutulmaz kılmak amacıyla (gör
düğün gibi başarmış da) - hiçbir şey yokmuş gibi geçip gide
mem Çünkü bu pencere yolculuğumun hedefiydi, en azın
dan. Çünkü <analara>' bundan daha yakın olamam."
Anlamıyor bunu Ch.
"Anlaman zor elbette bunu. Bunu anlayabilmen için benim
o zamanlar tamamen masum olduğumu bilmen gerekir. Kavra
mın, şu gülünç kendine özgü anlamını, aptalların, masumiyeti
ve suçluluğu bel altında bir yerlere yerleştirerek bu sözcüğü
kullanmaları doğrultusundaki anlamını kastetmiyorum. Çok
daha geniş anlamda, ontolojik anlamda ifade ediyorum, de
mek istiyorum ki o sıralar daha, bir zamanlar Dünya'da olma
dığımı bilmiyordum, tıpkı bitkilerin ve hayvanların da bunu
bilmemesi gibi. Hatta var olduğum, hayır var olduğumuz, yani
babam, annem ve biz üç çocuk, onca zaman boyunca, Bran
denburger Caddesi 54'teki evimizde oturmadığımız dönemler
de bulunduğunu, hatta başka bir yerde oturmuş olabileceği
mizi bile bilmiyordum. Tersinden söylersek, o zamana dek,
yani bir bakıma hep, o zaman da dahil, hep var olduğumdan
emindim. Bu hep var olmuş - ya da hiç yok olmamış - olma
hali, bu <geriye doğru ölümsüzlük>, benim yaşamımda asıl ap
riori buydu. Bu boşlukta, tuğla kırıklarının ve kazılmış topra
ğın ortasında, bu tür ifadelerin kulağa ne kadar banal geldiğini
biliyorum Bunun ne önemi var, ontolojik terimler ve kuram
lar, sadece bu terk edilmiş bölgede değil, her yerde çuvallı
yorlar. Hangi var olan şey dönüp de bir kez biz ontologlann
suratına baktı ki şimdiye dek? Aynca şunu da söyleyeyim, şu
Faust'un ll. cildinde geçen, yaşamın kaynağı olan ezeli varlıklar -yhn
anda <apriori>den daha iyi bir terime pek gerek de yok, be
nim için halihazırda önem taşıyan şey, bu apriori değil, yaşadı
ğım şu çöküş. Zaten çökmüş bir şey için hangi tanımın uygun
düşeceği üzerine kafa yormak gereksiz. Kısacası işte o anda,
annemin yeşil şemsiyeyle yukarıyı gösterip pencerenin anla
mını açıkladığı anda, benim apriori, ağır topçu ateşine maruz
kalmış bir evin duvarı gibi çöktü. Şöyle ki annem (o güne dek
yalnızca doğum günü sırlan için ayırdığı törensel fısıltı tonuy
la) benim, o yukandaki pencerenin ardında dünyaya geldiğimi
aktardı. <Dünyaya geldin>. Yani kendisinin <beni dünyaya ge
tirdiğini> değil de bunu söylemişti. Öyle bir ifade hatırlamıyo
rum en azından. Ama belleğim beni yanıltıyorsa da, annem
daha o zaman bana tam bir açıklama yapmak, yani bedeninin
kuytu köşesinde onun bir parçası olarak geliştiğimi anlatmak
istemişse eğer, bu ilk denemesinde başarısız olduğu kesin. Her
şeyden önce <dünyaya gelmek> ifadesinde yatan iddia baştan o
kadar riskliydi ki ek bilgileri, sıradışı sayılabilecekleri bile , al
gılayacak durumda değildim. Nihayetinde bu ifade Dünya'nın
benden önce davrandığı, benim gelip , benden daha önce var
olan bu Dünya'ya katıldığım, sadece sonradan katıldığım anla
mına geliyordu. Ben, daha öncesinde, bilmem ki, belki de (var
olmayanların durumunu öyle tanımlıyorlardı) <ölüydüm>,
<henüz ölüydüm> anlayacağın, hatta - tasavvur edilecek gibi
değildi - ezelden beri ölüydüm. Bu kadar korkunç bir şey or
taya çıktıktan sonra herhangi bir güvencesi var mıydı bu işin?
Geleceğin, geçmişten daha iyi olduğunu bana kim garanti
edebilirdi? Bir iki yıl sonra bir iki yıl öncekinden daha mı az
41 9
altına sığınmaya gidiyorlar. Şu senin <Statue of Liberty>den·
söz ediyorum, hani meşalesi ışık anlamına gelen ve özgürlük
ve adalet demek olan (hayır, bir süreliğine Vietnam'ı ve oradaki
gerginliği unutmaya çalış, orada öldürülenler yüzünden New
York Limanı'ndaki taştan bayanı suçlamak anakronik bir dav
ranış olurdu) , işte o meşale ışık, özgürlük ve adalet anlamına
geliyor öyle değil mi, yoksa Kişinev'deki meşaleler gibi ölüm
ve yangın değil. .. dur yahu nerelere gittim, öyle ya, şu anda
Breslau'dayız, denizci kıyafetlerimden <iyisini> giyip gezmeye
gitiğim Breslau'da (bir tane de <kötüsü> var çünkü gündelik
giydiğim) , ne de olsa biz Breslaulu çocukların o Kişinevli sı
ğınmacılar grubunda yeri yoktu, olacak şey miydi canım, öyle
saçma şey mi olurdu , Ay'da yaşamıyoruz ya, Besarabya'da"
ya da Polonya'da da değiliz, aksine düşünürlerin ve şairlerin
ülkesindeyiz, insan onurunun, her şeyden önce de tüm yurt
taşların eşitliğinin, yani bizlerin de, en azından Amerika'daki
kadar, yani sonsuza dek güvence altında olduğu bir ülkedeyiz ,
amin. O yüzden biz de diğer çocukların giydiği kıyafetleri gi
yip dolaşabiliyoruz, o yüzden biz de özellikle pazar günlerin
de, doğum günlerinde ve Noel'de ve cuma akşamları ve Yom
Kippur'da bayram bayramdır - Majesteleri'nin gemilerinin
ya da okul gemilerinin <mavi oğlanları> ve <mavi kızları>yız.
Majesteleri'nin Lützow gemisinden ve hatta (aynen öyle, böyle
bir kruvazör de var anladın mı) Majesteleri'nin Breslausu'nda
nız , Silezya'nın rüzgarlarında gururla uçuşan keplerimizin ke
narındaki şeritlerde memleketimizin adı yazıyor, Majesteleri
bir bakışta hangi geminin güvertesinde, gerektiğinde Tanrı
için, onun için ve vatan için, Albion karşısında ya da sarı teh
likeye ya da Hotantolar'a karşı tuzlu ve kahramanca bir ölüme
hazır olduğumuzu görebilirdi. Sana evde, Viyana'da yani, her
ne kadar aslında burayı evim olarak görmem gerekiyorsa da,
Özgürlük Heykeli y hn
-
42 0
neyse Viyana'daki evde yani, döndüğümüzde hatırlat lütfen,
sararmış eski fotoğraflarımı göstereyim olmaz mı. Benim de
var sararmış fotoğraflarım. Bu fotoğraflar, o mavi beyaz çizgili
yakalı, siyah boyun bağlı bahriyeli kıyafetinin bana ne kadar
yakıştığının kanıtı, sen de göreceksin, on yıllardır giydiğim
şu sıradan şeylerden çok daha fazla yakışıyordu o kıyafet. Bu
arada kepimin üstünde adı yazan bu <Majesteleri'nin Breslau
su> da (bu belki seni daha da az ilgilendiriyor) sekiz yıl sonra
bir Türk kruvazörü , hatta sultanın donanmadaki gururu oldu;
Birinci Dünya Savaşı'nın başında yani. Ama şimdi <Birinci
Dünya Savaşı> da nereden çıktı? Aynca <Dünya Savaşı> ya da
sırf <savaş> ne demek? Çünkü korkusuz denizci kıyafetleri
mize, dahası Majesteleri uğruna Helgoland açıklarında ya da
Çin denizlerinde boğulup gitmeye seve seve hazır olmamıza
rağmen, buna rağmen, ne kadar çelişkiliymiş gibi görünse
de ileri bir çağda, Kızıl Haç çağında, Düppel Tabyası ve ölü
atlarıyla resimli kitaplardan bildiğimiz esas savaşların patlak
veremeyeceği kadar insancıl bir çağda yaşıyoruz elbette. Tam
da temmuzun ortasındaki o günlerde iyice belli oldu bu. 1 2
Temmuz'un öneminin öyle benim doğum günümle falan ilgisi
yok (bu arada bu seferki doğum günümü burada kutlamak
istemiyorum, yarın gidiyoruz) , hayır, doğum günü çocuğu
nu bir süre olduğu yerde, Höfchen Meydanı'nda bırakabilir
sin, merak etme kimse çalmaz. Bu 1 2 Temmuz 1906, binlerce
insan açısından unutulmaz bir tarihti. Fransız hükümetinin
Yüzbaşı Dreyfus'a yönelttiği suçlamalardan, sözde <Dünya
vicdanı>nın (her kimse ya da neyse artık) baskısı altında kala
rak vazgeçtiği kıvanç dolu gündü o gün. Bu olayı, bütün dan
galak babalarımız kadar bütün kafası çalışan ve eğitimli baba
larımız da Yeryüzü'ndeki adaletin nihai zaferi olarak görüp her
yerde hüküm süren Yahudi düşmanlığının önü alınamaz tüke
nişi olarak selamladılar. <Bizde Almanya'da> (diyen babamın
sesini hala duyar gibiyim, çünkü Dreyfus Davası yıllarca soh-
4 21
hedere konu oldu) <bizde böyle bir şey kesinlikle olmazdı. >
Yahu Ch. , olacak şey m i b u , o babalarımız v e amcalarımız, o
koca doktorlar, avukatlar, koca profesörler ne işe yarıyorlardı,
ne diye bunca espri anlayışıyla donanmış olarak ve kuşaklar
ca sürmüş sıkıntıların deneyimiyle geldiler dünyaya? Dertsiz
geçen bir iki yılın ardından tüyler ürpertici bönlere dönüşe
cek kadar dejenere olduktan sonra. Ne diye kafataslarını bu
kadar akademik bilgiyle tıka basa doldurdular, yine de kalkıp
Dreyfus Günü'nü valör kabul ettikten sonra. Öyle ki, sanırsın
o günden sonra Liberte, Egalite ve Fratemite'nin* garantisi ha
zırdı, o günden sonra kimsenin ne kendi adına ne çocukları
ve torunları adına, mağduriyet ve haksızlık yaşama endişesi
ne kapılmasına gerek vardı. Merak ediyorum , üç buçuk onyıl
sonra sığır vagonlarında, (Oppeln'de altında oturduğumuz
köprüden geçerek) paldır küldür Auschwitz fırınlarına doğ
ru yol alanların, sonlarına sadece iki saat uzaklıkta olanların
içinde, o garibanların arasında, o kıvançlı ve unutulmayacak
1 2 Temmuz 1 906 günü yaşanan sevince ortak olanlar da var
mıydı acaba? Hatta, o zaman bile, yani 1 942'de ya da 1943'te
çığlık atanların ve ölülerin arasına sıkışmış vaziyette , yakla
şan son dolayısıyla (hayır, tam da <dolayısıyla> olmadığı açık)
hala gayet kendinden emin bir tonda <ama yani rica ederim
dostum, düşündüğünüz şeye bakın, Ortaçağ'da mı yaşıyoruz,
günümüzde bu tür şeyler. . . > şeklinde ısrarını sürdüren olmuş
mudur?
Geçelim bunları. Bu tür şeylerden, zekilerin ahmaklığından,
keskin görüşlülerin körlüğünden, umut taşıyanların şapşallı
ğından, Oppeln Köprüsü'nden paldır küldür geçen trenlerden,
Birkenau'daki bacalardan, bütün bunlardan tekrar bahsetme
ye niyetim yoktu elbette. Ama ne çare, bu korkunç meseleden
başka mesele mi var, hangi temanın arkasında bu konu pu
suda beklemiyor ki, hangi masif duvar bu meseleyi gözlerden
422
saklayabilir ki? Aynca orada vuku bulmuş şeylerin doğrudan
(sözcüğün kusuruna bakma) <hakkını vermek> olanaksızsa
da, hangi konudan söz açarsak açalım, bir bakıma hep yana ka
yıp o olanları da konu edersek, kendimizi tekrar tekrar o ünlü
yerin adıyla baş başa bulursak ancak, dolaylı olarak <hakkım
vermemiz> mümkün. Bütün yollar Auschwitz'e çıkar."
Sessizce otele döndük.
Gece otelde
Yolda
42 5
man ordusunun, SS de şöyle dursun, 1939 Eylülü'nden başla
yarak neredeyse tüm Polonya kentlerini yakıp yıkmasından ve
Polonya halkının dörtte birini katletmesinden ötürüdür sırf.
lşte kendilerine yapılan bu korkunç haksızlığa dayanır sağ
kalan Polonyalıların sahip olduğu hak. Bu mağlup edilmiş iş
galcilerin evlerine, <evlerine> pek doğru olmadı, harabelerine
diyelim, <bir güzel yerleşme> hakkı da, kendilerine yapılan
haksızlık ölçüsündedir, yani sınırsızdır.
Alegorik bir anlatımla: Komşusu tarafından öldürülen biri
nin, onuru çiğnenmiş ve sefalete düşmüş ailesi, katil alt edildi
ğinde bu katilin evi üzerinde neden hak iddia edemesin? Ter
sinden bakarsak, oturduğu evi, üstelik yenilgisinin arifesinde
bizzat yakıp yıkan bir katil, sonraki yıllarda yeniden inşasına
en ufak bir katkıda bulunmadığı eve taşınma hakkına sahip
olabilir mi?
Hayır, o eskinin Silezyalılarına, orada doğmuş olmalarım
dayanak alıp hak iddia etmelerini tavsiye etmem. O zaman
lar kenti terk edip kaçanların geri dönmeyi ciddi olarak dü
şünmemeleri, dönme isteğinin sadece lafta kalması bir yana,
oralarda Breslau'da doğan Almanların sayısı günden güne
azalıyor; Wroclaw'da dünyaya gelen Polonyalıların sayısı ise
günden güne artıyor. Otelde iki yaşında bir kız çocuğu gör
düm, çalışanlardan birinin kızıymış, annesi on sekiz yıl önce
Wroclaw'da doğduğu için de kızı, Polonyalı ikinci kuşağı tem
sil ediyor. Bu olguyu hiçbir tartışma yok sayamaz artık.
Liebigshöhe
4 27
tanesiydi sadece, burada altında ölülerin yatmadığı bir karış
toprak parçası bile yok ki zaten. Her ne kadar çoğuna otuz yıl
sonra sıra geldiyse de. Daha doğrusu gelecektiyse de.
Bu hafif yokuş, <Liebigshöhe>ye çıkan eski yol. <Liebigs
höhe> her neydiyse artık, orada bir seyir kulesi vardı sanıyo
rum. Ağaçların altında da bir lokanta, hatırladığım kadarıy
la babamın özellikle keyifli olduğu günlerde (çoğunlukla da
herhalde değişiklik olsun diye yine bir kitabını bitirdiğinde,
doğrusu ben onun kadar sık yapamıyorum bunu) , beşimiz
(biz üç çocuk elimizde balonlarla arkada) buraya çıkar, lo
kantanın bahçesine oturup bizim açımızdan olağandışı, yo
daha doğrusu adeta ltalya işi egzotik bir şey yapardık, yani
meyveli dondurma yerdik Hatta adı da <cassata>ydı resmen
(ltalya'yla gerçek ilk karşılaşmam) bu meyveli dondurmanın.
Tabii bunun dışında bir de - üstelik bu benim için cassata'dan
daha olağandışıydı - Liebigshöhe'nin, Dünya'da - başka zaman
sadece harika bir aranağme olarak bildiğim - müziğin aralık
sız, tamamen aralıksız çaldığı tek yer olmasıydı. Orada Hacılar
Korosu, Düğün Marşı ya da Aida Uvertürü'yle dolu olmayan
tek bir an yaşadığımı, böyle bir anın beklentisi içine girdiğimi
dahi hatırlamıyorum. Açıkçası o yer nasıl ki havasız, mekansız
ve zamansız düşünülemeyecekse , müziksiz de düşünülemez
di. Son bir şey daha vardı ('son' yanlış sözcük aslında, daha
ziyade benim açımdan o yerin en sansasyonel tarafı buydu),
Liebigshöhe'den bakınca sonbaharda bulutsuz havalarda ufuk
ta, delicesine hayran olduğum Krkonose Sıradağları'nın silu
eti seçilebiliyordu, gerçi çok küçüktü, ters çevrilmiş bir opera
dürbünüyle bakıyormuşçasına, ama yine de su götürmeyecek
biçimde görülebiliyordu. Aslında tatillerimizin tekelinde olan
siluetin, tatil dışındaki zamanlarda da varlığını sürdürmesi ve
hatta Breslau'dan da görülebilmesi, işin içinde türlü hileler ol
duğu kanısına varmama yol açmıştı. Doğaüstü olanın, hiç izin
almadan gündelik yaşamın ortasına dalmasıydı bu, oysa böyle
bir şeyi ümit etmeye ya da tadım çıkarmaya hakkımız yoktu.
Biraz önce orada yukarıdaydım. Ancak hava bugün çok sı
cak. Krkonose Sıradağları'ndan eser yok. Darda kalınırsa dik
katle bakılıp Zobten'in buğulu konturu seçilebilir.
42 9
atmam mümkün değil. Şimdi şurada oturduğum yerde toprağı
kazmaya başlasam, düşünmesi bile korkunç, biliyorum elbette
neyi bulup çıkaracağımı, hala tanınacak durumdalarsa, başka
yerlerde karşıma çıkacaklardan farklı şeyleri, katillerin ve ruh
hastalarının kemiklerini bulurdum. Biliyorum. Ama (burada
yakılmış ve katledilmiş çocuk ve kadınlara ise hiç değinmi
yorum) sormadan edemiyorum, bu caniler ve ruh hastala
n <kendiliklerinden>mi cani ve ruh hastası oldular? O hale
getirilmediler mi ? <Kendiliklerinden> (ne demekse bu), hatta
heves ederek cani ve ruh hastası olmuş olsalar bile, önemi var
mı artık bunun? Ölümle pençeleşmeye başladıkları andan iti
baren önemini yitirmedi mi bu? Onlara da tıpkı ellerini kana
bulamadan ve suçsuz kurbanlar olarak, en azından haklı bir
dava için ölenlere olduğu kadar zor gelmemiş midir ölmek?
İnsanlar inlediklerinde ya da acıdan böğürdüklerinde zorbay
la kurban arasında fark kalır mı? Kötüyle iyi arasında? Sakat
kalmış hinoğluhinlerle sakat kalmış azizlerin birbirinden farkı
mı var? Biliyorum biliyorum, burada toprağın altında yatan
ların çoğu hak ettiler bunu. Aynca bunlar gibiler bugün ye
niden ortaya çıkıp da bir daha Dünya'ya tecavüze kalkışsalar
hiç gözümüzü kırpmadan onlarla yeniden mücadele etmemiz
gerektiğini de biliyorum. Ancak bu, acımızın azaldığı anlamı
na gelir mi? Asıl acı olan, bazı insanların ellerine geçen tek
yaşamı <bu sonu hak edecek> biçimde geçirmiş olmaları değil
mi? Tam da bu insanlar yüzünden bizlerin de nefret etmek
ve edebilmek, öldürmek ve öldürmeyi becerebilmek zorunda
kalmamız değil mi acı olan?
Bosch tarzı bir tablo hatırlıyorum, kan damlayan kılıcı di
zinin üstünde bir cellat ve boynunu vurduğu, kafasını bir ço
cuk gibi göğsüne bastırmış kurbanı el ele <in the same boat> •
43 0
Brandenburger Caddesi 54 Numara
43 1
minör yedili akor. Heyecandan ter basıyor, tuşların davetini
bile beklemiyorum, mutlaka denemeliyim, tadını çıkarma
lıyım mutlaka, gamlar arasındaki duvarlar birden kapıla
ra dönüştüler resmen, elimde üç maymuncuk var şimdi , bu
maymuncuklara hiçbir kapı kilidi direnemiyor, böylelikle bir
gamdan diğerine rahatlıkla geçebiliyorum, hem de birbirlerin
den ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar.
Başka bir şey daha var asılı duran orada:
Çinili soba. Karşısında uyuduğum, yo hayır, karşısında şu
anda uyandığım çinili soba, çünkü Else, Schreiberhau'lu El
semiz. (On yedi yaşında olmasına rağmen alımlı değil; ama
şu anda sobanın önünde çömelmişken kızıl alevler saçları
na, boynuna, omuzlarına ve bir de şimdi eğildiği için vücu
dunun adını bilmediğim bir yerine yansıyor; ne bende ne kız
kardeşlerimde var böyle şeyler, bizlerde orası dümdüz; ama
Else'de güzel duruyorlar, meyve gibi, aslında doğruyu söyle
mek gerekirse yüz güzelliğine hiç ihtiyacı yok) . Kısacası yeni
uyanmışım , Else yarı çıplak eğilmiş sobayı yakıyor (yirmi yıl
sonra evlenip Dresden'e gidecek ve yine yirmi yıl sonra ken
disi yakılacak) . Ama daha oralara gelmedik, ben daha üç, o
daha on yedi yaşında, şurada yukarıda asılı olan daha 1905
yılı, henüz insanlar değil de sobalar yakılıyor. Ama yine de
o sırada insanın başına bir şeyler gelebilir, örneğin kendisi
ne kötü şekilde bağırılabilir ve kapı dışarı edilme tehlikesiyle
karşı karşıya kalabilir. Elsemizin şimdi yaşadığı gibi. Duruma
bakılırsa artık onu bir daha göremeyeceğim. Güzelliğini de bir
daha göremeyeceğim. Yapacak bir şey yok, babam onu elinde
tuttuğu gazeteye gazyağı dökerken gördü , hatta yanan soba
nın içine de döktüğünü. Anlayacağınız, şurada yukarıda salı
nan şey, yalnızca sobadaki hoş kızıl alev ve Else'nin tenindeki
yansıması değil, aynı zamanda babamın bağırmasL Dünya ba
şıma yıkılacak gibi, babamın bağırabildiğini bilmiyordum, ba
ğıranlar başkalarıydı hep, bu ses onun değil, belki de ona bile
43 2
yabancıdır bu ses, hiç alışık olmadığı besbelli, adeta çatallaşan
bir ses, ama tam da bu yüzden daha da korkutucu. Derken
bakıyorum, yan çıplak Else sıçrıyor olduğu yerden; tutuşmuş
gazeteden meşale hala elinde , Schreiberhau Köyü'nden, koşan
bir Özgürlük Abidesi. Odasına girip kapıyı çarptığını ve anah
tarı arkadan iki kez çevirdiğini duyuyorum. Ama yine de git
medi kaldı, çünkü babam katı yürekli biri değildi. Böylelikle
ben de o güzel şeyleri tekrar görebildim.
Elbette orada yukarıda asılı olan bir şey de şu :
Üçümüz için gayet doğal ama tüm komşu çocukları için
resmen inanılmaz olan basamaklar. Hangi evde var ki böyle
basamaklar, bizim odamızla annemlerin yatak odası arasında,
benim üzerinde durup gözümü kapatarak geriye doğru atladı
ğım, Eva'nın hemen beni taklit ettiği , sırtüstü düşüp kafasını
yere vurduğu o üç basamak. Bir akşam daveti için süslenmiş
annem, en üstteki basamakta belirdiğinde, dizlerine kadar
inen siyah saçlarıyla, gecelerin kraliçesi gibi görünürdü ve bu
saçlar yüzünü de tamamen kapladığı için neresi önü neresi
arkası anlayamazdık. Üç kere doğru tahmin eden - stop !
Stop ! Bu basamakta , annemin çözülmüş saçlarıyla durdu
ğu bu basamakta vuku bulacak. Vuku bulmuştur ya da. Ça
tışmalar burada şiddetlenecek. Şiddetlenmiştir ya da. Bizden
sonraki kiracılarla (ya da onların haleflerinin halefleriyle) Rus
askerleri arasında göğüs göğüse çarpışmalar; üçüncü, en üst
basamaktan başlayarak. Annemin kızlık saçlarına sarınmış
halde durduğu basamakta birisi yukarıdan aşağıya indirecek
tir darbelerini. lndirmiştir ya da. Derken bir Rus süngüsünü
yiyip arkaya devrilecek. Devrilmiştir ya da. Hemen hemen
annemle babamın yatağının dibine - evet orada olacak bun
lar, orada olmuştur, yirmi bir yıl üç ay önce. Meğer ki, bunu
bilmek avutucu olurdu, meğer ki bina daha önceden yıkılmış
ve üstünde şimdi çalıların yükseldiği tepeye dönüşmüş olsun.
Amin.
433
Auschwitz Sokağı
434
Babamı ziyaret
435
Üniversite
Sahaf
çn
İkinci trouvaille: Satıcı önüme bir deste Breslau kartpostalı
•
Avusturya
437
netlerim bu kalabalık - kilisedeki ziyaretçiler komünist gibi
durmuyordu, tersine aşın derecede sosyeteydi - politik bir
tavrın göstergesi. Büyük olasılıkla eski bir geleneğe dayanıyor.
Polonya'nın Rusya'ya ait olduğu onyıllar boyunca , Roma-Ka
tolik Kilisesi'ne bağlı kiliselere gidilerek, Ortodoks Rusya'yla
araya mesafe konmak istendiğini biliyoruz. Bu kiliseye daha
önce hiç girmemiştim elbette, Yahudi bir çocuk olarak Bres
lau'daki hiçbir kilisenin içini görmemiştim ki. Epey gecikmiş
bir ilk gösterim yani. Ama yine de tam bir ilk gösterim sa
yılmaz. Cizvit Barok stiline aşinayım çünkü, işin ilginç tarafı,
gençlik yıllarımdan değil, yaşlılığımdan bildiğim bir şey bu.
Elli yaşımda yazgım beni Viyana'ya sürükledi çünkü. Katedral
adasının karşısında Oder kenarında dolaştığımızda da hiç bil
mediğim bu haliyle de Breslau bana yabancılık hissettirmiyor.
Bir hafta önce Krakow'da da aynı duyguyu yaşamıştım Avus
turya-Macaristan İmparatorluğu kokuyor, içimde Tuna Nehri
kıyısında gezintiye çıkmışım gibi bir duygu var, Avusturya'nın
her nasılsa hiç bilmediğim bir büyük kentindeyim sanki.
Almanlardan anndırma
439
müdürü olarak tayin edildiğinde. Almanlardan o andan itiba
ren arındırılmıştı kent, hatta her ne kadar dıştan bakıldığında
mimari görüntüsünde değişiklik görülmüyorduysa da çoktan
yerle bir olmuştu. Belli ki aptalları (buna Yahudiler de dahil, bu
yüzden ölüp gittiler) tekrar tekrar esasında hiçbir şeyin değiş
mediği, nihayetinde her şeyin eskisi gibi kaldığı yanılsamasına
sürükleyen bir durumdu. Biz insanları, aynı kaldığı ya da ka
lacağı izlenimi uyandıran şeylerden daha beter aldatabilecek
az şey bulunur.
Hayır, Almanlardan arındırmanın suçu , sadece bu da değil,
kentin ölümünün suçu da, bu kadarla da bitmiyor, buradaki
binlerce insanın ölümünün suçu da Hitler'de aranmalı. Artık
Almanya'nın sonunun geldiğine dair hiçbir kuşkuya yer kal
mamışken, evet o saatte bile, palavralar savurarak Breslau'yu
kale ilan eden ve kentin sokak sokak, ev ev, yıkıntı yıkıntı
savunulmasını yani batmasını emreden Hitler'de. On ikiye
beş kala bile bu emre karşı gelmek için bir neden göremeyen,
karşı gelme cesaretini de gösteremeyen, aksine köle gibi itaat
etmeye devam eden, üstelik kendi binalarını havaya uçuran ve
emirle Hr üyesi kendi çocuklarını kor halindeki enkaza yol
layanlarda bir de. Bu kenti nihai olarak Almanlardan arındıran
ve kent üzerindeki haklarını nihai olarak kaybedenler onlar.
Almanlardan arındırmaya öfke mi? Hayır, şimdi düşünün
ce acı dahi duymuyorum. Yalnızca, bu yeniden var olan ken
tin, onun bugünkü ve yarınki sakinlerinin benzer bir şeye bir
daha hiç ama hiç maruz kalmamasını umut ediyorum.
440
ürkmüş ve büyülenmiş halimle yerimden kımıldayamadığını
gibi babamı da bu muazzam şeyleri yapan kişiyle özdeşleş
tiriyorum. Eğer birisi yapmışsa bunları tabii, çünkü aslında
öylesine var gibiler, tıpkı dağlar, yağmur, orman ve Krkonose
Sıradağları gibi. Peki kim çıkıp da yağmuru, dağlan, orma
nı ve Krkonose Sıradağlan'nı birisi yaptı diyebilir ki, kim ya
pabilir ki böyle şeyleri. Neyse, o dinlediğim şeyi yapanın adı
Beethoven'mış. Eğer bu Beethoven varsa, Tanrı gibi biri olma
lı. Ama babam da Beethoven gibi biri olmalı, çünkü bu duydu
ğum müziği <yapan> o. Ve sık sık, belli bazı geçiş efektlerinde
(<geçiş efekti> olarak adlandırıldıklarını elbette bilmediğim,
ne tabirmiş ama, benim içinse bunlar muazzam doğa olaylan) ,
işte , bir saniye öncesinde tahmin edemediğim, olmaz dediğim,
bu <olaykr> sırasında yüzükoyun uzanmış olduğum halde
neredeyse düşüp bayılacağım, örneğin (Appassionata olmalı)
eserin fa minör girişi sağır pedalla (ama ne biliyorum ki bu
<sağır pedal> hakkında?) birden hoş bir sol bemol majörde
tekrarlanıyor, yoksa buna tekrar denemez mi artık?
Orada yukarıda ikinci katta asılı olmalı o sahne, babamın
haşin bir tonda (burnunun üstünde kelebekgözlük, yine de
Tanrı) "Babacığım, babacığım ! " diye seslendiği, panik içinde
yardım isteyen çığlıkları: "Babacığım, babacığım, dokunuyor
şimdi bana ! " Olacak şey mi, korku içinde babasına seslenen
babam, hangi babayı yardıma çağırıyor olabilirdi, "Peri Kralı"*
da kimdi Allah aşkına, onu acılara boğan, sadece acı olsa iyi,
hem de acayip bir çoğul ekiyle; <acılar>, akıl erdiremediğim
nedenlerle, çoğul eki olmayan her tür acıdan kat kat fazla bir
acı gibi gelmişti bana. Yaşadığım bu korkudan babama hiç söz
etmedim, hiçbir zaman cesaret edemedim bu konuyu açmaya,
otuz beş yıl boyunca, ta 38 yılına dek, gerçekten acılara maruz
kaldığı o güne dek de açamadım. Gerçekten <acılar>dı, bu va
him çoğul ekiyleydi, yardım isteyecek baba da yoktu ortalıkta.
44 1
Çünkü gerçekten çok geçti artık. Durham diye bir yerdeydi. Şu
yukarıda ikinci katta, kelebekgözlükleri burnunun üzerinde
şarkı söylediği ve benim yüzükoyun piyanonun üzerine uzan
dığım ikinci katta öyle bir yer yok. Ama böyle bir yer olmalı
bir taraflarda. Yoksa babam ölmezdi öyle bir yerde ya da öle
cekti orada ne de olsa, en azından o gün böyle bir yer olmuş
olmalı, ona bu Peri Kralı'nı anlatmakta artık geç kaldığım, o
gün (sözü geçen Durham'da krematoryum olmadığı için) ce
naze şirketinin sürücüsüyle, arkamızda takırdayıp duran ta
but, Trinity Hospital'ın bulunduğu en yakın kente gitmiştim,
adam arabayı çok hızlı kullanıyordu, yüzüme bakmadan "time
is money"· diye mırıldanmıştı dişlerinin arasından. Ama git
mek zorundaydık, çünkü bu hastaneye bağlı bir otopsi salonu
vardı, o salonunsa insan uzuvlarını yakmak için elektrikli bir
düzeneği. Hayır <Peri Kralı>ndan babama hiç söz etmedim,
ta ki onu yakmaya götürdüğüm o güne , yani iş işten geçene
dek; prosedür sırasında dışarıda hastanenin bahçesinde bekle
miştim, derken bir süre sonra sürücü dışarı gelmiş (elinde ne
olduğunu seçemediğim bir şey sektiriyordu) ve bana babamın
sağlığında parmağından bir türlü çıkaramadığı yüzüğünü tes
lim etmişti. Bu yüzük, o tarihten otuz yıl öncesinde , şurada
ikinci katta Peri Kralı'nı söylerken ve ben yüzükoyun piya
nonun üzerinde uzanmışken de parmağındaydı. Sürücü bana
(herhalde beni beklettiği sürenin uzunluğu nedeniyle özür
dilemek için) , "the j ob" (bununla kastettiği kesmekten ve
yakmaktan başka ne olabilirdi, "babacığım, ah babacığım ! " )
"not s o easy"·· dediğinde, çünkü n e d e olsa Trinity Hospital'da
cesetlerin parçalarının ayn ayn yakılmasında uzmanlaşılmıştı
yalnızca ve Auschwitz'teki gibi - hayır, böyle söylemiş olamaz,
bu dört yıl sonra başlamıştı - neyse, sürücü bana "gömmek
her halükarda daha iyi" deyip sigara tuttuğunda ve beni bu
442
kez yüz kilometre hızla Durham'a geri getirdiğinde, babama
bir şey açıklamak için artık çok ama çok geçti. Öylelikle ba
bam - belki böylesi daha iyi - şurada yukanda ikinci katta ne
olduğunu, yani benim ne hissettiğimi hiçbir zaman öğreneme
di. Demek istiyorum ki bana Peri Kralı'nı söylerken (şüphesiz
beni kıymetli Almanyası'nın kültür hazineleriyle tanıştırmak
için) bizzat kendi, baba diye bağırdığı için, ona, Tann babaya
duyduğum güveni yok etmiş ve o saatten itibaren benim için o
da artık sadece bir insan olmuştu.
1906 ya da 1907'de olmuştu bu, şurada yukarıda boşluk
ta hala bir kuyruklu piyano asılı olmalı, (üzerinde <Zierold>
yazıyor, altın harflerle, kuşkusuz çoktan unutulup gitmiş bir
piyano firması) , babam hala bu Zierold'un başında ve telaşla
<Babacığım babacığım ! > diye bağırıyor ve getirip elli yıl önce
evimizin bulunduğu yere diktikleri bir tahta paravana yaslan
mış şurada duran bense hala o Zierold yazısının altındayım.
"Bitti mi?" diye soruyor Ch. , dikkatlice. Bunun üzerine araba
ya biniyorum, Ch. ise çok hızlı giderse bir şeylere zarar verebi
lirmiş gibi bir korkuyla çok yavaş bir tempoyla Graebschener
Caddesi'ne doğru yol alıyor.
443
için intihar edilmiş bir bakıma. Hem de <kurtuluş> sözcüğü
nü ağza almanın çoktan anlamsızlaştığı bir zamanda.
Hohenzollem, Brandenburger ve Höfchen caddelerinin
Ruslara kurban gittiği tartışılır o yüzden. Breslau'yu nazilerin
tahrip ettiğini öne sürüyorsak, bu iddianın doğruluğu, sadece
nazilerin kentin bu hale gelmesindeki siyasi ve ahlaki sorum
lulukları yüzünden değil, fiilen bu fiziksel yıkımın büyük bir
bölümünü gerçekleştirmiş olmaları yüzünden de tartışılmaz.
Yine bir alıntı yapıyorum - ayrıca nasıl ki kentin yerle bir edil
mesinin sorumlusu ben değilsem, yerle bir edilmiş dil için
de sorumluluk kabul etmiyorum - "kasıtlı olarak, savunma
ya özellikle elverişli yapılar, en başta da köşebaşlarındaki
apartmanlar bizzat ateşe verilmiş, ardından iç ve dış duvarlar
havaya uçurulmuştur. Böylece artık tutuşmayacak bir enkaz
oluşmuş, bu enkazın iyi kamufle edilmiş bodrum pencerele
rinde, makineli tüfeklerimiz ve bazukalarımız hevesle pusuya
yatıp, saldıran düşmanı beklemeye koyulmuşlardır."
Anlaşılan o ki eski komutan bile bu taktiğin "yararsız bir
vandalizm" olarak görüleceği endişesine kapılmış. Ama bu bir
yanlış anlamaymış, komutana göre. Bu intihara dönük önlem
ler aslında daha çok "başanlı ve zayiatı azaltacak bir savunma
savaşı için zorunlu önkoşul"muş. Dikkat çekici nokta, 1945
Martı'nın son on günündeki tamamıyla anlamsızlaşmış çatış
malara, yani Sovyet Ordusu'nun kentin kapılarına dayanması
nın üzerinden geçen zamanın altı haftayı bulduğu bir döneme
ilişkin bu "zorunlu" ve "başarılı" sözcüklerini 1960 yılında
kullanırken, komutanın, on beş yıl sonra bile bizi, o zamanlar
başarıların mümkün olduğuna inandırmanın peşine düşmesi.
Büyük olasılıkla da haklı. O sıralar bir başarı şansının bulun
duğu konusunda değil ama bu türden o zamanki şansların bu
gün dahi binlerce kitap okuruna yutturulabileceği konusun
da. Hatta kendi bile böyle bir saçmalığa inanmışa benziyor.
"Önemli olan, " diye iddia etmiş, "dönüp arkaya bakmaktan
444
kaçınmayan bir değerlendirmeyle, planın büyük bir kısmının
başanlı olduğunun buna karşın çok az bir kısmının başansızlı
ğa uğradığının kayda geçirilmesi. " Bununsa bir tek anlamı var,
demek ki sonuçta Alman silahlarının zaferi önlenememiş. İn
sana saç baş yoldururlar doğrusu. Çöle dönmüş Breslau da bi
zim "savaş meydanında yenilmediğimizi" gösteriyor besbelli.
445
çekinmeden böyle söyleyebiliyorlar) bir olup çocuk yapacak
lardı, iki, üç ve yedi yaşlarında üç kız çocuğu. Bu çocukların,
eğer o sırada yumurta çiftliğinin arkasında birbirlerinin saçını
çekmekle meşgul değillerse, prensesler gibi süslenip püslenip,
bir at arabasına bindirilerek Barok tarzı bir İspanyol kilisesine
götürüldüklerini ve o gün sırada hangi aziz varsa ona hürmet
lerini sunduklarını ve tabii yalnızca İspanyolca bildiklerini ve
tabii Breslau'nun ve Beethoven'ın adını bile duymadıklarını
ya da duymayacaklarını aktardılar bana. Kim bu prenseslere
Greaebschener Caddesi'ni ya da Opus l lO'u ya da Hans'ın,
anlı şanlı Alman kültürünün cazibesine kapılıp, Breslau sanki
bir çeşit Atinaymış ya da Floransaymış ya da Parismiş gibi,
Yukarı Silezya'dan ya da Bohemya'dan kuzeye göçen atalarını
anlatacaktı ki? Bir de ne işe yarayacaktı ki bu, üç çocuk Pe
rulu ve Perulu olmakla gurur duyuyorlar, haklılar da hatta,
çünkü (Hans'ın çeyrek katkısını saymazsak) varlıklarını Pe
rululara, yani Dünya'nın (örneğin eskiden <Alman İmpara
torluğu>, <Polonya> ya da <Breslau> denen) bazı köşelerinin
isimlerini dahi duymamış atalara borçlular. İşte anlayacağınız
bunlar, bu Kızılderili prenses üçlüsü, benim yedinci sınıftan
arkadaşım Hans'tan (en azından fiziksel olarak) geriye kalan
lar. Şimdi durduğum yerde, Graebschener Caddesi'nde (şim
diki adı Grabiszynska olan ya da Grabiszynska üzerinde diye
lim, bir zamanlar maksat denemek olsun diye Graebschener
Caddesi diye adlandırdıkları, uzatmayalım, şimdiki apartman
bloklarıyla Los Angeles'ın merkezine çıkan bir bulvar ya da
Mexico City'nin merkezine çıkan bir Avenida gibi gözüken)
1914 Ağustosu'nda kocaman bir çamaşır sepetiyle, akla karayı
seçen Hans'tan. Bugünün gözüyle o günlere bakarsak, büyük
olasılıkla cilveli ve çikolata renkli bu Kızılderili prenseslerin
var olabilmesi için, onların varlığına hiç itirazım yok elbette,
tersine her şeyin gönüllerince olmasını diliyorum, (yazgının
yollan bu denli eğri büğrü mü olmalı peki?) işte bu Kızılderili
kızların var olabilmesi için - bugün pazar olduğuna göre çın
gıraklı at arabalarının içinde Barok İspanyol kilisesine doğru
yola koyulmuşlardır - Tanrı şu kararları almıştı, başka deyişle,
şu aşağıdaki önlemleri alıp, hazırlığını çok önceden yapmak
durumunda kalmıştı:
Avusturya-Bavyera sınırında Adolf Hitler adlı bir mahluku
büyütüp elde hazır tutmak,
Beuthner adında bir Yahudi gencini, Katoviçe'den (yani
o sıralar Avusturya'nın binlerce garnizon kasabasından biri
olan ve gelecekteki Dünya çapındaki şöhretinden habersiz
Auschwitz'ten) yukarılara Breslau'ya göç ettirmek,
bu gence bir kuşak önce Moravya'dan göçmüş antikacı
jakobsohn'un Lohengrin'de geçen adlardan 'Elsa'yla süslenmiş
ve böylelikle sözde Almanlaşmış kızını bulmak,
bu Elsa'ya 1 90 1 yılında Hans adında bir yavru Dünya'ya
getirtmek,
bu Hans'ı, daha doğrusu bu yavrunun gelişip büyümüş hali
olan adamı da diğer milyonlarca insanı olduğu gibi, 1 934 yı
lında yukarıda adı geçen ve bu amaçla hazır edilen Adolf Hit
ler tarafından kovuşturmaya uğratmak,
bu Hans'ın Peru'dan başka bir yere vize alamadığı bir du
rum yaratmak,
böylelikle Peru'ya yollanan Hans'ı korkunç bir yalnızlığa
itmek, onun, aklını yitirmek istemiyorsa, komşu çiftlikten ilk
gözüne kestirdiği kızla törenle evlenmesini sağlamak ve böy
lece o kızın,
ona iki oğul doğurmasını mümkün kılmak. Elbette ki Ka
tolik olacak olan oğullar da sonradan böylelikle,
ülkenin kızlarıyla birlik olup, kendi çocuklarını yapabile
ceklerdi. Quod erat demonstrandum; böylece çikolata tenli o
üç prensese geliyorum, şimdi onlar, ben burada Graebschener
Caddesi'nde dikilmiş dururken, çıngıraklı at arabalarıyla Ba-
447
rok İspanyol kilisesine gidiyorlar, şu anda değilse bile (çünkü
orada Güney Amerika gecesi sürüyor hala ve pazar günü daha
başlamadı) , birkaç saat sonra, benim, şimdi adı Ulica Gene
rala Swierczewkiego olan Garten Caddesi'ndeki otelde (ya da
yarım yüzyıl önce deneme amaçlı olarak, ama anlaşılan boşu
na, adını <Garten Caddesi> koydukları Ulica Generala Swierc
zewskiego'daki otelde bir yatakta) uyumakta olduğum sırada.
Her nasılsa işte, 1914 yılının Ağustosu'nda bir öğleden önce
başka bir çocukla birlikte tıka basa dolu bir çamaşır sepetini
ite kaka sürükleyip, kapı kapı dolaşan bu Hans. Daha doğru
su, ondan geriye kalanlar bunlar.
44 9
içyağı doldurulmuş ekmekleri kendi elleriyle paketlemek ve
biraları kendi elleriyle doldurup ikram etmek, böylece yüz
lerce kahramanı, Görlitz'in, Hirschberg'in, Schweidnitz'in ha
mam gibi trenlerinden aç susuz, terli ve toz toprak içinde inip
peronlarda gürültülü patırtılı bir kalabalık oluşturan, sonra
(üzerine tebeşirle "her kurşunda bir Rus" ya da buna benzer
şeyler çiziktirilmiş) diğer vagonlara binerek Ağustos akşamın
da doğuya, yani Polonya'daki, Galiçya'daki, Rusya'daki toplu
mezarlara doğru yollanan bu kahramanları molaları sırasın
da serinletip <kendilerine getirmek> (aynen öyle, bu da yine
onların kullandığı sözcüktü) şeklinde. Hakikaten kavranabilir
bir hırs ve hakikaten kavranabilir bir orgazm Kız liselerinde
eğitilmiş, belki de yaptıkları hiçbir şeyden memnun kalmamış
bu Cecilia'lan, vatanın bunca evladına, bunca evlat, kılıçlan
ve meşe yaprağından çelenkleri de yanlarında, mezarlarında
yerlerini almadan önce, bir kez daha memleketin yemişlerin
den, ekmek, köfte, hıyar turşusu, tütsülenmüş içyağı, peynir,
bira ikram etme ve onlara son kez noksansız bir doyum sağla
ma fırsatı kadar mesut edecek ve soluk soluğa bırakacak daha
başka ne olabilirdi ki?
Birinci Dünya Savaşı, yıllarca ve her yanıyla kusursuz dene
bilecek biçimde planlanmışken (Belçika nasıl da tereyağından
kıl çeker gibi işgal edilmişti) neden tam da Breslau'daki <Fre
iburg lstasyonu'nda> kahramanlara erzak temini için yapılan
hazırlıklarda bu kadar aciz kalınmıştı da bizim gibi on iki ya
şındaki iki Yahudi çocuğunun devreye girmesi ve ekmek, so
sis, bira ve peynir dilenip toplaması gerekmişti; neden biz ol
masaydık mainadlar böylesine coşamaz ve toplu mezarlarına
doğru yolculuk yapan kahramanlar doyamazdı, bu soruların
yanıtı bir sır olarak kalacak haliyle. Yanlış hatırlıyor olmam
neredeyse olanaksız. Karşımda duran deliller (daha doğrusu,
çoktan unuttuğum ama birden karşımda gördüğüm) saymak
la bitmez. Örneğin şu sütçü dükkanı, Hans'la birlikte cesaret
45 0
edip girdiğimiz ilk dükkan (bu blokların ön bahçesinde olma
lı) , orada bize en ucuz şeyi verdiler, bir kalıp <Harz peyniri.>
tık vurgunumuz oldu bu peynir. Sonra da üstüne mutlu ve
tasasız bir halde diğer ganimetlerimizi yığmaya başladık: Ağır
ekmekler, taş gibi salamlar, bira şişeleri, derken alttaki <Harz
peyniri>nden geriye kokusundan başka bir şey kalmadı. Bu
koku da haliyle o gün ganimetlere olan tüm seferlerimiz bo
yunca, hatta bir daha hiç çıkmadı, öyle ki bugün hala nerede
bir çamaşır sepeti görsem Harz peynirinin itiraz kabul etmez
kokusunu burnumda hissederim. Eğer kanıt olarak bu yetmi
yorsa, aynca istasyon komutanının imzalayıp mühürlediği ve
çok geçmeden iri yağ lekeleriyle sarkıp gevşeyen kırmızı kim
lik kartı var şu anda gözümün önünde. Tezgahların üzerinden
uzanıp, bize kuşkulu gözlerle bakan kasapların, fırıncıların ve
tütüncülerin burunlarına bu kimliği dayıyorduk. Dördüncü
ya da beşinci yağma seferinden sonra işlerin nasıl döndüğünü
kavradığımız için de (bütün satıcıların tavrı aynıydı) zaferimi
zi peşinen ilan etmeyi savsaklamıyorduk. tık anda bizi yaka
paça dışarı atmak isteyen dükkan sahiplerinin, on yaşların
da gözüken bu toy afacanları otoritenin elçileri olarak tanı
mak durumunda kaldıklarında nasıl öfkelendiklerini, derken
özellikle de dükkan müşteri doluyken bu öfkelerini nasıl bir
vatanperverlik patlamasına dönüştürdüklerini ve bizi <Alman
gençleri> diye nitelediklerini, ardından nasıl da tutkulu bir
cömertlikle sosisleri, ekmekleri ya da puroları adeta zorla eli
mize tutuşturduklannı, sepete kendi elleriyle istiflediklerini,
bıyık altından gülerek izlemek çok keyifliydi doğrusu. Hayır,
bu anı bolluğunda yanılmış olma ihtimaline yer yok.
Viyana, Ağustos
45 1
nştı savaşa. Belki bizim o zaman olduğumuzdan üç-dört yaş
büyüklerdi, ama yine onlar da çocuktular daha. Bana, <Hit
ler Gençliği Köşesi>nde, yani Kaiser Wilhelm'le Augusta
Caddesi'nin kesiştiği yerde, oğlan çocuklarının kendi yap
tıkları sapanlarla - Roma tarihi bunun için ezberletilmişti de
mek ki onlara - kentte çoktan mutlak hakimiyet kurmuş Rus
askerlerine el bombalan fırlattıkları anlatıldı. Kendilerine bu
şekilde, böyle gerçek silahlarla ve böyle kanlı sonuçları olan
bir savaş oyunu oynama izni, daha doğrusu görevi verilmiş
çocukların nasıl gururlandıklarını tahmin edebiliyorum. Ne
oyunmuş ama, ne fantastik bir oyunmuş, gerçekten öldürebil
mekle ve evleri tahrip edebilmekle kalmıyor, kendin de ger
çekten ölebiliyordun ! Olabildiğince canice istismar edilmiş,
ölesiye bir savaşın sürdüğü koşullarda savaş oyunu oynayan
bu çocukların çoğunun, kendi akan kanlarını bir kan akıtma
cılık oyunu, hatta kendi ölümlerini bir ölmecilik oyunu ola
rak yanlış anlamadıklarını kim söyleyebilir? Doğrusu hiç de
şaşılacak bir şey değil. Yetişkinlerin kendileri de (insan söyle
meye utanıyor, gel gör ki katışıksız gerçek bu) o iğrenç kan
lı aylara rağmen savaş oyunu oynamaktan başka ne yaptılar
ki? Sımsıkı ablukaya alınmış ve yerle bir olmuş bir kentteki
çarpışmanın, yani nazi imparatorluğunun ya ele geçirildiği ya
da teslim olmaya mahkum edildiği bir zamanda sürdürülen,
yani anlamının kalmadığı ve hiçbir amaca hizmet etmediği
belli bir çarpışmanın neresine ciddiyet atfedilebilir ki? Cid
diyetin sadece beri tarafında olan bir oyun düşkünlüğünün
yanı sıra ciddiyet ötesi bir oyun düşkünlüğü de var. Süslü püs
lü ve yapmacık olan, yangının sahne ateşiyle sınırlı kaldığı,
Götterdammerung'daki şu bildiğimiz kıyamet değil yalnızca.
Her şey çoktan yıkıntılar ve küller içinde olmasına rağmen
sürdürülen o kıyamet de tam bir fantezi.
Adı geçen Breslau kitabında her şey çok farklı anlatılıyor
haliyle. Sadece kentin <savunulması> değil, aynı zamanda ço-
45 2
cukların kullanılması ve kurban edilmesi de. l 960'ta hala - bu
alaycı sözleri dikte ettiren oh olsuncu zihniyetse gözden kaç
mıyor - "herhalde düşman bu el bombalarının nereden ve nasıl
fırlatıldığına bir türlü akıl erdirememiştir" ifadelerine rastlaya
biliyoruz. Bir kere bu yalancı tekil "düşman" bile, yazarın her
biri gerçek tekil olan ölmüş çocukları algılamamış olduğunu
ve hala algılayamadığını gösteriyor. "Düşman" "bu el bomba
larının nereden fırlayıp geldiği"ne akıl erdirememiş olsa dahi,
asıl bu çocukları bu ölüm oyununa yollamakta hiçbir çekince
görmeyenler karşısında hayrete düşmüş olsa gerek.
1stasyonda
453
Ah anne, gerek var mıydı bütün bunlara?
Senin sesin de geliyor kulağıma bu mainadlar korosundan,
daha doğrusu , bu mainadlar korosunun arasından sivriliyor,
keskin bir ses ve etraftaki tüm kulakların had safhada dikkati
ni çeken bir aksanla. (Senin kulakların hariç tabii, naifsin çün
kü ve seni N ew York'taki bir klinikten dışarı taşıdıkları, otuz
yıl sonraki, o elemli güne dek de naif kalacaksın - yirmi yıl ön
ceki o hazin güne dek, seni New York'taki bir klinikten dışarı
çıkardıkları güne dek naif kaldın işte - kimsenin olamayacağı
kadar naif, oysa biz Yahudiler, hayat bize başkalarına oranla
daha da zorlaştırıldığı için en son naif olması gerekenleriz.)
O kadar dikkati çeken bir aksan ki bu . Hiçbir yerde ko
nuşulmuyor çünkü . Ne burada Breslau'da ne Silezya'da ne de
doğup büyüdüğün Berlin'de. Bu aksanın bu kadar fazla göze
batmasının nedeni, hiçbir aksanla uzaktan yakından ilgisinin
bulunmaması. Tersine, çıplak, tepeden bakan, antiseptik, bü
tün şivelerden arınmış bir yazı Almancası olması. Bunun için
sana kim ne diyebilir, şivesiz konuşmak ayıp değil ki, nasıl şi
veyle konuşmak bir erdem değilse. Senin gibi, komşuların ha
şarı çocuklarıyla arka avluda oynamak yerine mürebbiyelerle,
Dalgı ç'la,* Iphigenia'yla.. büyümüş ve kafasına Almanya'nın
aslen, iyi aile kızları yetiştiren bir kız lisesi, ondan sonra an
cak bir ülke olduğu sokulmuş bir kız çocuğu , (çocukluğumda
benim durumum da pek farklı değildi) başka bir dili nasıl keş
fedebilecekti ki? Heyhat hiçbir zaman kuşkucu biri olmadığın
için ve konuşmanın başkalarından ne kadar farklı olduğunu
ve senin doğal bulduğun, konuştuğun şivesiz yazı dili Alman
casının buranın yerlisi insanların kulağına ne kadar yapma
cık geldiğini asla fark etmedin. Dahası sesini yükselttiğinde
ve seslenmeye, hatta bağırmaya başladığında ne kadar tatsız
bir duruma düştüğünü , herkesin gözünde inandırıcılığını yi-
454
tirdiğini, insanların yüz çevirdiğini de. Biz yaşça daha küçük
olanların, o da yakılmamışsak eğer, o arada öğrenmeye yete
rince fırsatının olduğu tüm bu şeylerin ABC'sinden bile ha
berin yoktu. Tersine, Lessing'in Nathan'ı sayesinde, Lessing'in
Nathan'ını hiç okumamış ve okusalardı zerrece iplemeyecek
olanlara dahil olduğundan hiç kuşkun yoktu; ve yine Goethe
sayesinde (açık konuşalım anne ! ) Goethe'yi senin kadar bil
meyenlerin çevresinden biri gibi görüldüğünü düşünüyordun.
"Beş limonata ! " diye bağırıyorsun anlayacağın, yazı dili Al
mancasıyla, tiz ve panik yaratan bir bağırma bu, "beş limona
ta, otuz beş de sosisli sandviç ! "
lşte şimdi seni de gördüm anne! En azından birkaç sani
yeliğine. Bir yangını söndürecekmiş ya da Dünya'yı kurtara
cakmış yahut Alman ordusu adına bir zafer kazanacakmış gibi
sağa sola koşturuyorsun, derken yine gözden kayboluyorsun.
Balinli yakalan iliklenmiş beyaz bir bluz giymişsin, tıpkı diğer
Cecilia'lar gibi, ter içinde kalmış bir bluz, vatanperverliküstü
bu sağa sola koşuşturmacada başka türlüsü beklenmezdi, ayrı
ca sahiden bunaltıcı bir Ağustos gününün öğleden sonrası ne
de olsa... yeniden görüyorum seni, yüzünü de tanıyabiliyorum
bir anlığına, dudağının üstü terlemiş, tüm diğer Cecilia'lar
gibi saçlarım örüp tepende toplamışsın, abanoz renginde saç
lar tabii ki. Eski Ahit'ten fırlamış bir genç kıza benziyorsun
tıpkı. Ama tam da bu yüzden (ne de olsa kamtlamalısın, yani
kendini; bu kızgın Ağustos göğünden düşmüş halklar savaşı
nın sana sunduğu olanakla eline nihayet 'kendini' kanıtlama
fırsatı geçtiği için hoşnut ve minnettarsın) , evet tam da bu
yüzden bu vatanperver Cecilia'lann içlerinden herhangi biri
değil, asıl Ceciliasın, örnek Cecilia, en ateşlisi, en güvenilir
olanı, en Almam - kısacası, diğer Cecilia'lar, Görlitz'den ya da
Schweidnitz'den gelen kahramanlarının açlıklarının ya da su
suzluklarının giderildiğini görüp soluklanmak ya da bir şeyler
içmek için oturduklarında, nöbet tutan, dinlenmeyen, misyo-
455
nu sürdüren, 'yo hayır daha değil' diyen bir sen varsın. Aksine
kahramanların arkasından koşuyor, ne tarafa olduğunun hiç
önemi yok, trene yeniden binerlerken şişeleri ellerine sıkıştı
rıyor, tren hareket ederken ekmek paketlerini pencerelerden
içeri fırlatıyorsun. Evet bu kendini kaybetmiş örnek öğrenci
sensin anne . Gerçekten yapman gerekir miydi bunları?
Ah, yirmi yıl oldu sen öleli, sadece külün var artık (New
York'taki bir <mortician>ın* bana zorla sattığı, üzerinde senin
asla okuyamayacağın lbranice semboller olan herhangi bir kül
kavanozunda), New York'un bir banliyösünde ( <with the lo
veliest view of the Hudson>**) . Ah anne , orada peronda telaşla
sağa sola koşman, bağırıp durman yok mu? Coşku dolusun,
çünkü Cecilia'lardan biri olabilmişsin. Olacak şey mi, yaptı
ğının ne kadar onur kırıcı, ne kadar yakışıksız, ne kadar nafi
le olduğunu görmüyor musun? Alay konusu olacaksın sonra
çünkü, aşağılanacaksın ve sürüleceksin; senin bu topluma ait
olduğunu söylemen, zannetmen, hissetmen ya da kanıtlaman
zerrece önem taşımayacak. Yurttaşlık ödevlerini yerine getir
din diye , bu topluma ait olmayı becerebileceğini mi sanıyor
sun? Asıl tam da yurttaşlık ödevlerini yerine getirmek yet
meyecektir. Bu ödevleri coşkulu bir hevesle ve göze batacak
biçimde yerine getirmekse hiç ama hiç para etmeyecektir.
Ama bunları nereden bileceksin ki anne , içinde bulundu
ğumuz 1914 Ağustosu'nda. O zamanlar nasıl bilebilirdin ki
böyle olacağını. Daha çok da şöyle düşünüyorsun: "Böylesi bir
hak eşitliğini kim tahmin edebilirdi ki?" Bir de: "Hayır, yaşa
nılan savaş işin insani bakımdan güzel ve yüce ne çok yanını
ön plana çıkarmıştır, hatta bazıları - ne kadar haksızlık etmi
şiz - kendilerinden beklenmeyecek fedakarlıklar gösterdiler ! "
Böyle düşünüyorsun ve gece nöbetlerinde kendini helak etti
ğin için gurur duyuyorsun, tıpkı diğer Cecilia'lar gibi. Aynen
Okuma salonu
457
bu terim, neokatolik felsefenin bir parçası oldu. Scheler'den
devralan Mounier oldu, bu da güvenilir bir bilgi. çünkü Mo
unier bunu bana 1 933 Bahan'nda, kaçmayı başarmamdan he
men sonra Boul Mich'te* aktardı. Gerçekten de Mounier, ken
dini <bireyci> olarak adlandırmış ve terime sadece babamın
değil Scheler'in de düşlediği ölçüde bir önem kazandırmıştır.
Ama bir bakıma, onun tamamen iyi niyetli yaklaşımıyla terim
Dünyaca, en azından o sıralar azımsanmayacak büyüklükteki
Fransız Dünya lmparatorluğu'nda tanınma şansını yakaladı.
Mounier'in Katolik dergisi "Esprit" , bilinen, çok okunan bir
dergiydi, daha doğrusu , dağıtım ağı hayli genişti, çünkü can
alıcı toplumsal sorunlara değiniyordu ama buna rağmen - o
sıralar hiç alışılagelmiş bir durum değildi bu - bilinçli olarak
Katolik çizgisine sadıktı. Marksizmle ilgisi olmayan, hatta
antimarksist yanıtlarla, özellikle de şu bildiğimiz entelektü
ellerin, aslında çoktan devrimciliğe yatkın ve Marksizmin eşi
ğinde olan o entelektüellerin gönlünü hoş tutuyordu. lşte o
yüzden elbette iyi bir fırsattı bu , resmen dört elle sarıldılar bu
fırsata. <Bireyciliğin> yardımıyla sanal karşıdan engellemeyi
umuyorlardı. "Esprit'', Fransız Çinhindi'nde de aynı işleve
sahipti, böylece Mounier'in felsefesini, en azından kullandı
ğı sözcük hazinesini benimseyenler arasında ünlü kanlı Diem
ailesi de vardı. lşte böylece baba, Vietnam'daki binlerce köylü ,
senin Eulengebirge'de bulduğun sözcüğün flaması altında kat
ledildi. Ah babacığım ! Bir bilseydin !
Gece otelde
459
dız. Hold your horses, brother! · Büyük konuşma ! Ne ebedi
boyutu, o da nereden çıktı! Baştan al bakalım !
Burada olmuştu işte. Erotizmin tanrıçası, hiç haber verme
den, pervasızca ve olanca parlaklığıyla yaşamımın podyumu
na sıçramış, elinde salladığı baltası, sahne ışıklarında birden
parlayıp vınlayarak kafama inmiş, babamın, annemin, Else'yi
de unutmayalım bu arada, yıllardır beynime pompaladığı ta
bular kıvılcımlar çıkararak unufak olmuştu; Venüs'ün bu dar
besi kadar bahtiyar edici bir şey daha önce başıma hiç gelme
diği için de gözüm kararmış ve yere yuvarlanmıştım.
Hold your horses, demiştim ! Şimdi de tamamen saçmala
dım çünkü ! Venüs'ün ne işi var burada şimdi !
lşin doğrusu, Pauline'ydi adı. Hatta tam adı Pauline Ma
tuschke. Erotikliğin tanrıçası olmak şöyle dursun, etli butlu
bir hatun bile değildi, bırakın onu hatun bile değildi, hatta
kızoğlankız bile sayılmazdı. Çünkü o kadarı için bile belli
bazı minimum tatlı niteliklere ya da hiç değilse bu minimum
şekerlemeleri haber veren belli bazı minimum vaatlere sahip
olmalıydı. Saklama gereği duyacağı ya da zevkini ortalıkta
paylaşmayabileceği tomurcuklara göndermeler, deyim yerin
deyse. Ancak Pauline bu minik potansiyele de sahip olmadığı
için - altmışlıklann ölçütüyle hiçbir şeye sahip değildi doğru
su - üzgünüm, bakire de olamamıştı. Zihin gözümün önünde
olan şey daha çok bir çocuktu. Yalınayak, çırpı bacaklı, za
yıf, çilli, saçları kirli, bir dişi eksik, diliyle sürekli oynardı o
boşlukla, bir çocuk. Kapıcımız genç bayan - kızlık soyadıyla
Matuschke'nin afacan kızı, bu afacanın bütün kaburga ke
miklerini tek tek sayabilirdim. Bir de en fazla on iki yaşınday
dı herhalde.
Bu döküntü arazide Venüs ya da Pauline fark etmez, biri
nin pervasız bir gülüşle üzerine sıçrayabileceği bir podyumun
yükseldiği ya da onları ışıklandıracak bir sahnenin ya da vın-
Kaiser Köprüsü
Profesör D. yi ziyaret
470
için. Bu emir o kadar korkunç ki insan hangi noktaya parmak
basacağını bilmiyor: Kendi kendini mahvetme çılgınlığına mı,
yani Hitler'in, sözde kurtarmak için, zaten yüzde sekseni yer
le bir olmuş kentin sağlam kalmış taraflarım da bizzat yerle
bir etmesine mi? Yoksa henüz oturulan, sağlam denebilecek
bir sokağın piste dönüştürülmesi, insanların arap sabununa
dönüştürülmesiyle eşdeğer olduğu için, Auschwitz'le olan
benzerliğe mi? Yahut emrin veriliş tarihine mi, yani Hitler'in,
emri, Dresden'in enkaza dönüşmesinden on dört gün sonra,
yani topyekun kapitülasyonun an meselesi olduğu bir sırada
vermesine mi? Her halükarda Plac Grunwaldzki'deki oryan
tasyonsuzluğuma bu <hava koridoru>nun yeşil alam neden
oldu. Polonyalılar da şehir planlaması açısından bu muazzam
fırsatı, aynı <hava koridoru>na borçlular, değerlendiriyorlar
da gerçekten.
Profesör D., belli ölçüde haz duyarak, bu bilerek kendini
sakatlamanın amacına ulaşamadığını anlattı bana. Bir tek nazi
uçağı bile bu piste inip kalkamamış, çünkü istisnasız hepsi
Ruslar tarafından düşürülmüş.
Bulunduğum yer, biraz acayip bir yer anlayacağınız. Pro
fesör D. pistten söz ettiği sırada, pencereye yaslanıp altı kat
aşağıda keşfettiğim şeyle birlikte daha da bir acayipleşiyor
burası: Elli yıl önce hayranlıkla toplan, bayrakları, meydan
savaşı resimlerini seyrettiğim sergi salonları kompleksini gö
rüyorum çünkü. Hemen yanında da Yüzyıl Salonu'nun yaş
lılıktan kırlaşmış kocaman, kubbeli kısmı. Bu kez ben anlat
maya başlıyorum. Profesör D. garipseyerek sözümü kesiyor,
<Yüzyıl Salonu> derken neyi kastettiğimi bilmek istiyor. Bi
lindiği gibi bu yapı Polonya'mn en büyük sinema salonu, di
yor; hatta bu sözlerde bir parça milli gurur seziliyor. Olsun,
Almanların Polonya'daki binlerce yapıyı tahrip ettikleri düşü
nülürse, bu zaten şüpheli yapıyla gurur duymasında sakınca
yok. Bunu yapmakla benden bir şey çaldığı da yok. Ama kendi
47 1
eline bir şey geçiyor mu, tartışılır doğrusu. Velhasıl onunla
Breslau'daki ilk gençlik yıllarımın sırlarım paylaşırken, gözle
rim aşağıdaki yapının üzerinde geziniyor. Elli yıl önce on bir
yaşında günbegün gezindiğim yerlerde. Eğer şimdi bir ope
ra dürbünüm olsaydı, şu aşağıda film izlemeye gelmiş, Yüzyıl
Salonu'nun kapısından girip gözden kaybolan binlerce insan
arasında beş kişilik bir grubu da kesinlikle seçerdim: Babamı,
annemi, Hilde'yi, Eva'yı ve kendimi.
472
Profesör
473
genel bir bilgiyle sınırlı tutuyor söyleyeceklerini - bütün bu
sorunlar metodik olarak araştırılıyor. Hatta hayli yenilikçi bir
sosyolog grubu varmış bu <ilk kuşağın> sorunlarından başka
bir şeyle ilgilenmeyen.
Yola çıkmadan önce bana iki metin gösteriyor. Bir tanesi
Alman Federal Yüksek Mahkemesi'nin, 22 Eylül 1955 tarihli
karan, dosya numarasını kaydettim: g.H.4St R 269/54. Şöyle
deniyor orada: "Breslau kenti, hala Alman lmparatorluğu'nun
topraklarına aittir, sınırlarım belirleyen, 31 Aralık 1937'deki
koşullardır. Bu bölgede Alman devletinin yargı yetkisinin uy
gulanması hala durdurulmuş bulunmakla birlikte, nihai ola
rak ortadan kalkmamıştır."
Bu yüksek mahkemenin yargıçları, hangi kentten bahsedi
yorlar bilmek isterim doğrusu.
Bahsi geçen kent, ona bakarsanız (onların sözleriyle söy
lersek) "ortadan kaldırıldı." Üstelik sözü geçen kararda kaste
dilenlerce değil, hem Breslau'nun batışının gerçek sorumlusu
hem yıkımda elinden geleni ardına koymayan Almanlarca.
Alman yargı yetkisi açısından daha da bir doğru söyledik
lerim: Çünkü bu yetki, çok daha önce <ortadan kaldırıldı>,
nasyonal sosyalistlerin iktidarı ele geçirdiği 1933 yılında yani.
Almanlar tarafından <ortadan kaldırılan> Alman yargı yet
kisi, Almanlar tarafından <ortadan kaldırılan> kentte, hangi
dayanakla geçerli olacak, anlayabilene aşkolsun.
Eğer orada, o, bir zamanlar Almanların yaşadığı Breslau'nun
varolduğu yerde, bir zamanlar Alman yargı yetkisinin hüküm
sürdüğü kentin - o Breslau'nun yasını ben de tutuyorum - bu
lunduğu, bugün öyle kolay kolay yok sayamayacağımız bu
yerde, bu coğrafyada, bilakis bir kent yükseliyorsa ve orada
adaletin hükmü varsa, bu yalnızca, orada yeni bir kent ku
rulduğu - ama eski kenti <ortadan kaldıranlar>ca değil - ve
yeniliği nedeniyle kurucular kente yeni bir ad verme hakkı
m elde ettiği içindir. Bu kentte "Alman yargı yetkisinin uy-
474
gulanmasının durdurulmuş bulunduğu" yolundaki milliyetçi
sav (üstelik Alman dilinin suratına indirdiği yumruk da şöyle
dursun, düzgün bir Almancayla ifade edersek, doğrusu "en
gellendiği" olacak) hepten saçma. Bu kent Breslau değil ki.
Anlaşılan Breslau'nun yok olmasının suçluları ya da bu suça
ortak olanlar yahut yol açtıkları yok oluşu içlerine sindireme
yenler, "durdurulmamış yargı yetkisinin uygulandığı" bir kent
arzuluyorlar hala. Onlara, istiyorlarsa, o tür Breslau'yu başka
bir yerde kurmalarını öneririm. Ama şu aşağıdaki Yüzyıl Sergi
Salonu'na ya da dün geceki belediye binasına rağmen Breslau
olmayan - aksine Wroclaw olan - bu kent üzerindeki haklarım
kaybetmişlerdir.
Profesör D. ayrıca Federal Almanya'da çıkan bir gazeteyi,
daha önce adım hiç duymadığım Pommersche Zeitung'un
dokuz ay önceki, 6 Kasıml965 tarihli nüshasını gösterdi Altı
çizilmiş yazıyı okuyorum, "Polonyalılar, bize karşı savaşı bile
kazanamadılar. Varşova, savaşın son aylarında kendi olanakla
rıyla kurtulamadı ki. O yüzden Almanya'dan yüklü tazminat
istemek de neyin nesi?"
Gazeteyi onun bana uzattığı gibi sessizce geri uzatıyorum.
Bu Almanya'ya ne demeli bilmem ki!
Bu devlet, muzaffer bir güç olduğu süre boyunca vahşice,
gücünün somutluğunun ortaya koyduğu şeyin, eo ipso bu gü
cün bu devletin hakkı da olduğu anlamına geldiğini, hatta gü
cün hak hukuk olduğunu iddia etti ve vice versa: Güçsüzlük
de eo ipso güçsüzlerin iktidarı hak etmediğinin, hatta temelde
haksız olduklarının göstergesiydi.
Almanya, bu gazetede dile getirilen yönüyle tutarlılığa
önem verseydi, yenilgisinden sonra, kendi çöküşünün ve içine
düştüğü aczin gerçekliğinin, haksızlığını, yani egemenlik iddi
asının temeli olmadığını kanıtladığı biçiminde bir argümana
başvururdu. Ama ne gezer. Öne sürdüğü argümanı kendi için
uygulamak bu Almanya'nın aklına gelmiyor. Tam tersine dün-
475
kü kurbanlarının, yani yere serdiği, tekmeleyip çamura yu
varladığı ve sakatladığı insanların, bu aşağılamalar sonrasında
kendi başlarına ayağa kalkmayı beceremeyişlerinin, tazminat
talebinde bulunma haklarını kaybetmelerinin kanıtı olduğu
na hükmediyor. Pommersche Zeitung açısından hala eski dü
şünme modeli - tabii söz konusu olan başkalarıysa - geçerli:
Birisi ne kadar feci hırpalanmışsa hak iddiası da o ölçüde aza
lır. Dahası: Güçsüzlük, bizzat benim darbelerimin yol açtığı
güçsüzlük bile haksızlığın - güçsüz duruma düşürülmüşlerin
haksızlığının - kanıtıdır.
"Güvensizliğimizi tam anlamıyla aşmakta neden zorlandı
ğımızı şimdi anlıyorsunuz değil mi," diye soruyor Profesör.
Akşam yemeği
477
bu geçmişi elinde tepsiyle gezdirmesi, şunun şurasında ya
şayacağı birkaç yıl boyunca duygularında bir kötüleşmeye
yol açar mıydı, bilemediğim için. Her halükarda gözlerinde
korku parlıyordu, daha doğrusu kararıyordu. Dediğim gibi,
karşı çıkmadım söylediklerine. Bir kere en başta, hiç kimse,
o zamanlar serbestçe dolaşan hiç kimse, o dönemin kurban
larına pedagogluk ya da yol göstericilik taslamamalı diye dü
şündüğüm için. Benjamin'in 1933'teki, mülteci olmak erdem
değildir sözü, toplama kampına düşmüş olanlar için de geçerli
gerçi. Dahası, biliyorum kulağa akıldışıymış gibi geliyor ama
bir o kadar da doğru olan şu ki öyle devasa bazı acılar vardır
ki, saygımız üzerinde hak iddia etme özgürlükleri, erdemlerin
sıradışı olanlarınkinden bile fazladır.
*
Brecht'in aynı isimli yapıtına atıf -yhn
479
aynı çamur, o zamankinin tıpatıp aynısı. Oynamaktan yor
gun düşmüş halimle akşamlan bahçeden eve döndüğümde,
Else'nin fırça ve suyla ellerimi ve dizlerimi ovarak temizledik
lerinin kırıntısı kırıntısına aynısı.
Uzan çıtaların arasından, uzat ellerini oraya, son bir defa
al ellerinin arasına gitsin ! İstersen bir defa daha geçmişi baş
parmağınla işaretparmağın arasında yuvarlayabilir ve son bir
defa yorgun düşmüş olarak ve üstün başın o zamanların kiri
içinde, eve dönebilirsin.
Geri Dönüş
Karaorman -yhn
Gustav Schwab'ın bir baladı (Der Reiter und der Bodensee) . Yapılan bir
Schweidnitz'deki kilisenin yüksek kulesi de ilgilendirmiyor
artık beni. (Oysa bu kule önceden fevkalade ilgimi çekiyordu.
Çünkü istasyondan onu her görüşümüzde, babam, bizim çok
daha büyük olan Breslaumuz'daki bütün kulelerden yüksek
olduğunu anlatırdı, bendeki yöre sevgisini çok yaralardı bu).
Ama bu incitici kilise kulesi de , beni demin bir kez daha, bir
anlığına biraz inciten bu kule de artık arkamızda kaldı. Bir iki
yeri görmek isteseydik bile, her geçen an bunu yapabilme ola
sılığımız azalıyor, çünkü hava gittikçe aydınlanıyor, <aydın
lık> demek doğru mu , Hirschberg'e (şimdiki adı jelenia Gora
mıymış neymiş) çıkan bu yol bizi batıya doğru götürüyor çün
kü , yani batmakta olan güneşe doğru , hem de istemediğimiz
kadar hızlı gidiyoruz. Arkamızdan, doğudan öyle bir rüzgar
esiyor ki sanki yelkenle gidiyoruz, rüzgarın şiddeti giderek ar
tıyor, gök gürültüsü de duyuluyor. Dönüp arkaya baktığımda
göğün karardığını görüyorum, Breslau'nun olduğu, hayır eski
den olduğu, şimdi Wroclaw'ın olduğu yerde şimşekler çakıyor
bile. On dakika sonra siyah tabaka, sanki peşimizden gelmiş,
sanki bizi izlemiş gibi, tepemizde bitiyor. Ama bu, güneşi, za
man zaman iyice kör edercesine gözümüzü kamaştırmaktan
alıkoymuyor. Öylelikle - Hirschberg olmalı kente vardığı
mızda ve gölge bir yer bulduğumuzda seviniyoruz. Akşama
rağmen sıcaklığın, beş saat önceki Breslau'nun öğle sıcağından
aşağı kalır tarafı yoktu. Serinleyip gözlerimizi dinlendiriyoruz.
Ancak sonradan, bir yerlerde epey bir süre güneşten koruna
rak durduktan sonra , buranın Hirschberg olduğu kafamda
netleşiyor ve gözlerime inanamıyorum. Çünkü Hirschberg ne
de olsa aşinası olduğumuz bir sözcüktü. Hirschberg, "banliyö
trenine aktarma olmak" ve o trenin çuf çuf yukarı, dağlara
çıkması, yani "artık geldik" demekti. Yani Hirschberg'in bi
zim için anlamı vardı, hem de ne anlam ! Ancak sokakları ve
49 0
tembihte bulunduğunda, kimbilir ne düşündü, artık altmış yıl
sonra bilemem, bilmesem de olur, ilgilendirmiyor beni hiç. O
ikisinin <ileriye saklamayı> sahiden de becerdiklerini tasdik
lemem yeterli, çünkü bugün hala varım sahiden, cui bono,
orası ayn mesele. Aynca bana daha fazla anıyı çağrıştıracak
bir şeylerin bu havada gözükmüyor oluşundan hoşnutum ve
bereket yağmur gittikçe şiddetlenerek dövüyor arabanın tepe
sini, tasavvur edişler de birlikte kararıyor, anılar da dövülüyor
bu arada, böylesi daha iyi. Bilincime, birden bir şeylerin parıl
dadığı bir anda kavuşuyorum ancak: Bariyerlerin ışığı. Geçmi
şin sınırına sahiden vardığımı ve hemen arkamda bırakacağı
mı anlatan ışık. Pasaportumu gösterdiğimde, memur kibarca
göz kırpıyor ve yarın her koşulda, iyi bir şişe kırmızı şarabın
tadını çıkarmamı tembihliyor, kalemiyle tarihi işaret edince
anlıyorum, doğum günüme sadece üç saat kaldığını. Bu yanlış
mı yanlış ama içten mi içten Almancayla dile getirilmiş tebrik
sözlerinden başka söz çıkmadı ağzından, ona burada özellikle
teşekkür etmek isterim. Beni kutlama vesilesinin, bir tarihte
Breslau'da Höfchen Sokağı 101 Numara'da gerçekleşen hadi
senin, benim ve annemin becerisiyle bir buçuk saatte sorun
suz bir biçimde tamamlandığını bilmek de ilgisini çeker belki
kimbilir. Neyse, o enfes yanlış ama olağanüstü içten iyi dilek
leriyle sınır görevlisi, geçmişin ölüler diyarından çıkıp bugün
kü dünyaya, Çek tarafına geçmemize izin verdi. Orası da ama
- bunda sınır görevlisinin bir suçu yok - aynı şekilde karanlıktı
ve diğer taraftaki gibi şakır şakır yağmur yağıyordu; yarım saat
sonra yolumuzu öyle bir kaybettik ki geçmişin diyarında bir
kez bile böyle kaybolmamıştık.
49 1
Sonsöz
49 2
Her okur, bu söylediklerimin özellikle metnin son kısmıy
la, <Ölüler Diyarı'nı Ziyaret>le ilgili olduğunu hissedecektir.
Tesadüf değil. Çünkü bu ziyaret çok kısaydı gerçekten, çok
kısa notlarla kayda düşülebilirdi ancak. O ufak metinleri dü
zenleyip genişletmeseydim, yaşadıklarımı saklayıp koruma
girişimi, o an bulunduğum yerde ve günü gününe aldığım
notlarda yapmaya çalıştığım şey boşuna olacaktı, yani tıpkı
geçmişten zorla koparmayı denediğim şeyler gibi unutulup
gidecekti.
Bu kitapta yer alıyorsam ki kaçınılmazdı, ilk planda kitabın
konusu olarak değil, bir tür mikroskop olarak varım; kendisi
gözleme hizmet eden ancak seyir için sergilenmeyen bir mik
roskop olarak.
Viyana, Nisan 1 967
G. A.
493
Walter Benjamin'in kız kardeşi Dora'yla birlikte tatilde, 1 9 1 4'ten önce.
494
Eva, Günther ve Hilde kardeşler, Schreiberhau 1 909.
495
"Çoktan sönmüş bir yıldızın ışılda
masını görebilmek için epey uzağında
olmak gerekir. Bir de öyle geçmişler
vardır ki hayli uzaklarda yaşandıkları
için bize henüz ulaşmamışlardır."
Hollywood'da temizlik işçiliği yaptığı dönemle başlayan, yirmi beş yılı kap
sayan paragraflardan oluşan günlükler, özneliğe meraksız, kendini önem
semeyen, "Dünya'mn haline direnme düşüncesinin açıksözlü oksijeni" bir
filozofıın, sürgün yıllanndan başlayıp elinin ayağının tutmadığı "morukluk
günlerine" dek devam eden "zarif nezaketsizlikleri''dir bir anlamda.