Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 496

••

GUNTHER ANDERS

UTSUZSAM
BANA NE!
E İLMİ İM İB. DEVAM!

/c.: ... ro... A.._k,


Günlükler
Günther Anders, 1902'de Breslau'da doğdu, 1992'de Viyana'da
öldü. (Anne-baba psikolog, Walter Benjamin kuzen, Hannah
Arendt bir aralar eş.) Husserl'le doktora, Paris ve Berlin'de felsefi
ve edebi uğraşlar, sanat tarihi öğrenimi, ABD'de sürgün yaşamı.
Günlüklerinde biyografisinin olmadığını, yaşamının fragman­
lardan oluştuğunu vurgular. Tüm kesitlere tarihsel altüst oluşlar
eşlik etmiştir. Daha yirmili yaşlarda yarattığı düşsel Molusya ül­
kesi ve Molusyalı figürleriyle totaliter, militarist, endüstriyel ol­
guların ve rejim devlerinin bağrını hedef aldı. insanın Eskimişliği,
yazarın fabrika işçiliğinden çevirmenliğe, sokak direnişçiliğinden
filozofluğa uzanan yelpazedeki analizlerinin özetidir. Yapıtların­
dan birine yazdığı önsözde: "Bağlayıcı olmayan sıradışı gözlemle­
rin ve iyi perdahlanmış hicivlerin yazan olarak görülmek isteme­
diğini, aksine mücadele tezlerinin savunucusu olarak bilinmek
istediğini, bu tezlerin en azından karşı atakları ve sıkıştırılmayı da
hak ettiğini..." belirtir; şöyle devam eder: "Bundan önceki yazıla­
rımı bu onurdan yoksun kıldılar, ödüller verip halsiz bıraktılar."

Önemli yapıdan: insanın Eskimişliği (tthaki Yayınlan, 2017-


2018), Ay dan Bakış, Her Yer Hiroşima, Molusya Katakombu,
Kilfirlikler, Dünyasız insan, Heidegger Üzerine, Kuleden Bakış,
Duvardaki Yazı, Nühleer Tehdit, Biz Eichmann Çocuhlan, Vicdan
lçin Off I.imits, Kajlw'dan Yana Kafha'ya Karşı (tthaki Yayınlan,
2017), Köprüdehi Adam, Evrcn/Jilimsel Humoreshler, Eshiden Aşh.
Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam! Günlükler
Die Schrift an der Wand, Tagebücher 1941-1966

Günther Anders

lthaki Yayınlan - 1853

Yayıma Hazırlayan:Selçu k Aylar


Kapak Tasanın:Hamdi A kçay
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: B. Elif Bal kın
1. Baskı Mart 2021, lstanbul

ISBN: 978-625-7650-41-0

Sertifika No: 48625

© Herdem Belen-Hüseyin Ertürk 2021


© lthaki, 2021
© Verlag C.H.Beck oHG, Münih 1967

Bu kitabın Türkçe yayım haklan Verlag C. H. Beck ile yapılan


sözleşme gereğince lthaki Yayınlan'na aittir.

lthaki™ Penguen Kitap - Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A.Ş.'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-lstanbul
Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
editor@ithaki.com. tr - www .ithaki.com. tr - www.ilknokta.com

Kapak, lç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Maltepe Mah. Hastane Yolu Sok. No: 1/6, Zeytinbumu-lstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 denizmatbaamucellit®gmail.com
Sertifika No: 48625
Günther Anders

UMUTSUZSAM
BANA NE!
DEGİLMİŞİM GİBİ DEVAM!

Günlükler

Çevirenler
Herdem Belen-Hüseyin Ertürk

it haki
İçindekiler
Çevirenlerin Önsözü ......................... ................................ 7

Tarihin ölü yıkayıcısı .......... ......... .......... . . . . . . . . ................. 13

Vertigo temporis ............................................................. 31

Yası tutulan gelecek ........................................................ 37

Geçmişten Notlar .... ........................ ................................ 73

Post festum .......... .............................................. ............. 92

Notlar ............................................................................ 1 18

Kavuşmak ve unutmak ............... ................................... 122

Günümüzde Harabeler ......................... ......................... 243

Baskın ......................................... ............. ..................... 291

"Holocaust"tan Sonra ................................................... 298

Ölüler diyarını ziyaret ............. .............. ....................... 339

Sonsöz ........................................................... ................ 492


Çevirenlerin Önsözü

Elli yıl boyunca hep başkaları için gözlemlediğini, aldığı not­


ları asla kendisi için yontmadığını vurgular Günther A nders.
Bu bakış açısının sansürünü atlatmış, farklı tema başlıkla­
rı altında destelenmiş, Hollywood'da temizlik işçiliği yaptı­
ğı dönemle başlayan, yirmi beş yılı kapsayan paragraflardan
oluşan günlükler, özneliğe meraksız, kendini önemsemeyen,
"Dünya'nın haline direnme düşüncesinin açıksözlü oksije­
ni" bir filozofun, sürgün yıllarından başlayıp elinin ayağı­
nın tutmadığı "morukluk günlerine" dek devam eden "zarif
nezaketsizlikleri"dir bir a nlamda. Yayımlamaya değer buldu­
ğu Hiroşima/Nagasaki notları, Vietnam Savaşı'na ilişkin yazı­
lar, "Kafirlikler" ve "Eskiden Aşk" diğer derlemeleridir.
1933'te baltalanan normal seyrine bir daha dönememiş, on
yedi yılı uzak, geri kalanı yakın sürgünde, lakin asla sızlan­
ma barındırmayan, savaş sonrası hiçbir tavize yaslanmamış,
mülkün - bir büyük burjuva ailenin torunudur Anders - ya da
akademik kariyerin sözünün geçmediği, dolayısıyla rahatlık­
tan nasibini almamış bir yaşam. Özeti: "Salona biletsiz girdin.
Gösterinin sıkıcı olduğunu da iddia edemezsin. Hal böyle iken
gösteri sırasında biri karşına dikilip yoksulluk, yoksunluk ve
hastalık şeklinde bir bedel talep ederse, rezalet çıkarma , sökül.
Dünya'ya gelmiş olmak her şeye değer. "
Marx'ın, dünyayı dönüştürmek yerine yorumlamakla yeti­
nen filozoflara yönelttiği eleştiriden yüz otuz yıl sonra , uzak
akrabası Anders , denklemi "asıl bu d önüşümü yorumlamak,
dahası seyrini değiştirmek gibi bir amacımız olmalı" şeklinde

7
kurar. Tanıklık ettiği çağın sefaletini ve esaretini ortaya koyar­
ken kişiliğiyle hep arka planda kalır; ne itiraf sevdası vardır
"düştüğü notlarda" ne mahremin ifşası ne de dedikodu. Ken­
dine dönük bakışı hep hayatı gözden kaçırmama, hep perde
gerisini ortaya koymadır; yoğurmadığı, genleşmemiş hiçbir
izdüşümü yazıya dökmez; savaş sonrası Avrupası'nın ruh hali
bambaşka boyutlar kazanır onun günlüğünde.
Kitabın 'Ölüler Diyannı Ziyaret' başlıklı son bölümü, ken­
dini en yoğun anlattığı sayfalardır. Nihayet biraz yakından gö­
rürüz, "aksi ve çekilmez" denen düşünürü; duygu hacmine
tanıklık ederiz. Çıplaktır sanki içini dökerken; çarpıtmaz ama
kalbini başıboş bırakır. Muhasebesinde zikzaksızdır yine de;
çağın ipliğini pazara çıkarmayı ihmal etmez.
Günlüklerde, her zamanki tavizsiz üslubundan uzakta
gönlünce tatile çıkmıştır adeta A nders. Felsefe kaçaklığını sür­
dürür. Neden filozoflarca fazla edebi, ozanlarca fazla feylesof
görüldüğünü daha iyi anlarız. Ne sanat yapmaya gönüllüdür
ne de iç dünyasını gevelemeye:
"(. .. ) Günlüğe düştüğüm notların, sadece beni değil tüm
çağdaşlarımı ilgilendiren (ya da beni sırf bu yüzden ilgilen­
diren) çığır açan altüst oluşları ele almayla sınırlı kaldığının;
dolayısıyla yazılanların, psikolojinin Augustinus'tan Freud'a
uzanan yelpazesi babında psikolojik açıdan ilgi uyandırmaya­
cak, albenisiz notlar olduğunun elbette farkındayım. Ne var
ki yazdığım onca günlüğe rağmen ben de kendimi aslında pek
öyle ilgilendirmedim; yaşamımın 1914'ten bu yana olan tüm
dönemlerinde olup biten her şey o denli önemli ve tüyler ür­
perticiydi ki insanın kendi derinliklerini merakla kurcalama­
sına fırsat verecek gibi değildi, hatta bunun cazibesine dönüp
bakılmazdı bile. Buna dönük bir iştah benlik değildi hiç. Hem
bu denli felaket bolluğunda o tür bir uğraşı (teyzelerim ya­
şamlannın yansım bununla geçirdi) yakışıksız olduğu kadar
banal de buluyorum. Bilimselliği idareli kullanan analizcile-

8
rin , 'sözcük dağarcıklarının çatal bıçak takımları'nın biçare­
liğine bakmadan egolarının bağrını deşip ortaya dökmeleri
konusuna hele hiç girmeyelim O şeylere benlik de denemez
kaldı ki, çünkü sabahtan akşama dek, gizlisi saklısı kalmamış
medya lapasından oluşan birbirinin aynısı yemlerini tıkınmış
halleri nedeniyle hiçbir zaman özel benlikler olma bahtiyarlığı­
na ya da bedbahtlığına erişemeyecekler, yahut şu artık çoktan
kabak tadı vermiş deyişle 'kendilerini gerçekleştiremeyecekler'
(bir bilsek kimi, neyi ya da ne diye) ! Postpsikanaliz dönemin­
deyiz, en azından başlamış olması gerekir bu dönemin. Benim
günlüklerse gizli ruhsal süreçleri konu etmiyor asla. Arada bir
kişiselmiş gibi gözükmesinin nedeni, her şeyden önce, gün­
lüklerde tasvir ettiğim (özellikle de geride kalmış ya da olası
felaketlerin sebebiyet verdiği) kişisel deneyim ve duyguların
aslında kişisel olmadığı yani aslında çağımızda yaşayan herke­
sin keza hissedip duymasını beklediğiniz ya da zorunlu gördüğü­
nüz şeyler olduğu gerçeğidir hoş, öyle olmadığını, eskiden de
-

öyle olmadığını biliyoruz."


Herhangi bir çarpıklığı, sıradışı bir bakışı ya da vakayı
vurgulamak istediğinde, neredeyse tüm yapıtlarında ayrı bir
eksen oluşturan , yarattığı Molusya adlı kurgusal ülkeden me­
sellere ve figürlere havale eder meramını. "Hakikat doğrultu­
sunda abartılar" için bulunmaz bir zemindir bu ülke; dikta­
törler, cahiller, aklıevveller, bilgeler cirit atar orada. Günther
Anders külliyatının tuzudur Molusya.
Bu günlüklerde, statükonun çetin cevizliğini, insanoğlu­
nun akıl almaz körlüğünü , etimolojisini gözden kaçırmadığı
ve hiç sevmediği "düzen" sözcüğünün yaşama nasıl musallat
olduğunu bilerek - gemileri kalkış limanında yakanlardan da
hazzetmez - bu durumla da kendi haliyle de hiç ilgilenmeden
dünya ahvaline kafa tutarak yazmış yaşamış bir düşünürün
dildeki hınzırlığına eşlik eden yalın düstur hemen her sayfada
hissedilir: "Umutsuzsam bana ne ! Değilmişim gibi devam !"

9
Günther Anders günlüklerinde eski ve yeni birkaç dilden kullandığı
kelimeleri, farklı kavramlara ya da isimlere yüklediği farklı vurgula­
n, ilave niteliğindeki düşünceleri vs belirtmek için birçok noktalama
işaretine başvurmuştur. Bu doğrultuda <> parantezi Türkçe edisyon­
da da kullanılmışur.

Yazarın "Post festum" başlıklı bölümdeki dipnotları, söz konusu bö­

lümün sonundadır.

IO
Charlotte'a
Tarihin ölü yıkayıcısı

LOS ANGELES

Mart 1 941

Vita brevis? * Hayır, kimse beni hayatın kısa olduğuna inan­


dıramaz. Sıkıcı olduğundan falan değil, gerçekten hatırı sayı­
lır bir süreyi kapsadığı için uzun. En azından geriye doğru
sonsuz. <Benim> Breslau'da geçen çocukluğum, fosil çağının
derinliklerine uzanıyor. O zamanki adaşımla aynı kişi olduğu­
muz sadece birkaç saniyeliğine aklıma yatıyor. O çocuk, olsa
olsa atalarımdan biridir. Öte yandan, Athenaeum Fragmanla­
rı örneğin, <henüz yayımlanmış> ve o zamandan günümüze
uzanan edebiyat okyanusuna karşın sanki daha kapağı açıl­
mamış gibi. Hayatın evi küçük olabilir. Dıştan bakınca öyledir.
Ama insan kendi dairesinin kapısından girip üç adım attıktan
sonra arkasını döndüğünde, kapının yerinde yeller esiyor ve
daire, sonsuzluğuyla uzayıp gidiyor önünde.

7 Mart

Enemy alien** ve unskilled worker*** olarak sınıflandırıldı­


ğım halde , iş buldum sonunda. Üstelik hayli 'odd'**** bir iş .

l..at. Hayat kısa -yhn


lng. Düşman uyruklu -yhn
Vasıfsız işçi -yhn
Tuhaf-yhn

13
Tarihin ölü yıkayıcısı oldum resmen. Geçen haftadan beri
HOllYWOOD CUSTOM PALACE'ın temizlikçi takımına
dahilim.
Buradaki 'custom' sözcüğünün gümrükle ilgisi yok, kos­
tüm anlamına geliyor. Artık içinde günlerimi geçirdiğim bu
on iki katlı kutu, <palas> yani, insanlığın tüm giysi geçmişinin
bir müzesi, bir mühimmat deposu. Büyük film şirketlerinin
kiralaması için zamanında atalarımızın ya da çağdaşlarımızın
halen giydiği - onların kölelerine, ev ve süs hayvanlarına ait
olanlar da dahil her şey var envanterde. Havva'nın taktığı
( <opak balmumlu bez> ve <yırtık parça> olmak üzere iki ayn
versiyondaki) incir yaprağından SA çizmelerine varana dek.
Sonuncular, burada diğer çağların ayakkabı takımıyla - ne so­
luk kesici bir iyimserlik -yan yana asılı duruyor bile anlayaca­
ğınız. Gören de der ki Yunan sandaletlerinin ve İmparatorluk
zamanından kalma zırhlı süvari çizmelerinin kardeşleri bun­
lar, geçmişe ait yani. Bu çizmeleri cilalamam söylense, temiz­
lik ekibinin acemi üyesi sıfatıyla, yapmam diyemezdim. Ori­
jinallerinden kaç, birkaç yıl sonra da Dünya'nın öbür ucunda
para karşılığı kopyalarını temizleme tehlikesiyle karşı karşıya
kal, hayata bak. Neyse, bu işten birtakım şeyler, hatta tüm kı­
yafet felsefesinin en temel gerçeği bile öğrenilebilir: Meğer biz
insanlar çıplaklığımızı, donup ölme korkusuyla değil, başka
nedenlerle örtmüşüz. Kıyafetlerin yardımı olmasaymış ken­
dimizi önemli biriymiş gibi satamaz, hiyerarşiler oturtamaz,
insanları cezbedemez, kimilerinin gözünü korkutamazmışız.
'Kıyafet' denen fantastik buluşun sorumlusu ihtiyaçlar şüphe­
siz, ama fizyolo jik olanlar en son sırada geliyor. Burada asılı
gördüklerim arasında ısınma gereci olarak adlandırılabilecek
ya da salt ısıtmaya yarayan bir şey yok denecek kadar az. Ne­
redeyse hepsi asalet, korku ve dalkavukluk aracı, yani sosyal
gereçler. Bu gerçek, sekiz saatlik kursta, yani buradaki objeleri
cilalar, fırçalar ya da kuruturken her gün kafama dank ediyor.

14
lO Mart

Doğrusu işe başlarken, sinemanın yalancı dünyası için kurul­


muş bu taklit antikalar deposunun da aynı şekilde bütünüyle
göz boyamadan ibaret olacağını sanıyordum. Hiç de öyle değil­
miş. Her halükarda benim gözden geçirebildiğim numuneler,
en dipteki iliğe kadar tarihsel açıdan aslına sadık; Avrupa'daki
etnografya müzelerinde, defalarca onarılmış, tozdan çürümüş
ya da işe yaramaz hale gelmiş <ori jinal örneklerden> daha sa­
hici belki de kimbilir. Tarihe bu bağlılığın nedeni pek bir aca­
yip. Kostümlerin tarihsel güvenilirliğinden sorumlu 'research
staff'ın· büyük bölümü Avrupalı, çoğu Yahudi, Hitler'den kaç­
mış ve ancak Batı dünyasının bu sınırında soluklanabilmiş
tarihçi ve arşivcilerden oluşuyor. Bu akademisyenler burada,
hem de kendi araştırma alanlarında iş bulma şansına kavuş­
tuklarında, çalışma ahlaklarını bir çırpıda terk edecek esnek­
likten yoksunlardL lnsan ikinci ya da üçüncü yaşamında yeni
şeyler öğrenemiyor pek. Hele hile yapmayı hiç öğrenemiyor.
Sanının ben de beceremezdim. Göttingen ve Sorbonne, bu
Hollywood Custom Palace müstahdemlerinin iliğine işlemiş
sonuçta. Amiyane efendilere hizmet etmelerine ve prodüksi­
yonlarından hoşlanmayı zül sayacakları bir endüstrinin elema­
nı olmalarına karşın, karşı kıtada, temiz zannettikleri bilimin
kadrosundayken edindikleri dürüstlük ve titizlikten vazgeç­
meyi akıllarına bile getirmiyorlar. Şu <right or wrong - my
country> •• şiarına, rezillikte ondan aşağı kalmayan <right or
wrong - my company> ••• denk düşüyor artık. Acaba içlerinde,
sığınmacıyken elçiye döndüğünü, <kovulmuş>luğunu unutup
onu daha dün pataklayıp sürenlerin mirasının korunup göze­
tilmesini üstlendiğini aklına getiren var mıdır? Bir teki dahi
bunun ne denli gülünç ve ürkütücü olduğunu duyumsamış
Araşunna ekibi -yhn
Günahıyla sevabıyla benim memleketim -yhn
Günahıyla sevabıyla benim şirketim -yhn

15
mıdır? Sanmam. Bildiğim, bu işten nemalananların asla böyle
bir duyguya kapılmadıklan Meseleye tersinden bakarsak, o
akademik özen sayesinde onlara göre hava hoş. O halde ya­
rın bir gün Hollywood'un berbat tarihi filmlerinde gladyatör,
haçlı şövalyesi, kardinal, hafif süvari, jakoben ya da SS subayı
rolünü oynayacak oyuncular, geceleri rahat uyuyabilir; kos­
tümlerindeki tek bir düğmenin bile yanlış dikilmediğinden,
pilili yakalarında fazladan tek kıvrımın olmadığından emin
olabilirler. lşte benim iş yaşamım. Öbür taraftaysa birbirini
boğazlayan milyonlarca insan.

1 1 Mart 1 941

Hayır, şu kostümlerin <sadakati> meselesi tam yerine oturma­


dı. Bir kere , öyle bir çağda, en azından öyle bir ülkede yaşı­
yoruz ki günümüzde üretilen çoğu şey sanal çöp olarak dün­
yaya geliyor ve yalnızca en yeniler, hatta mümkünse yarının
ürünleri ciddiye alınıyor. Geçmişi simgeledikleri halde burada
bulunan kiralık eşya da bu kurala tabi. Onlar da rekabet ede­
bilir durnmda kalmak, müşteriyi tatmin etmek ve köhnemiş
antikalar olarak rafa kaldırılmanın önüne geçmek istiyorlarsa
düşünülebilecek en son tasarımlarıyla sunulmak zorundalar.
Sırtına asılı etikette taptaze bir doğum günü deklare etmeyen
herhangi bir parçanın inandırıcılığından söz etmek ne müm­
kün. Antikçağ'ın kostümleri için bile geçerli bu, onlar bile en
son kopyalarıyla hazır beklemeli, en tozlanmışları bile pırıl pı­
rıl durmalı. Diyelim ki önemli bir prodüksiyon şirketinin, ör­
neğin MGM'nin, önümüzdeki günlerde çekeceği bir Salambo
filmi için Kartaca fil eyerlerine ihtiyacı var (bu yönde bir söy­
lenti bir gün önce bütün katları dolaştı) - ayakkabı cilasıyla,
1930 yılından kalma üç fil eyerinin üzerinde (herhalde daha
küçük firmalara kiralamak için yeterli oldukları düşünüldü�
ğünden) çalışmam gerekti dün, ta ki eyerler hakikaten aynı

16
zamanda hem çok eski hem gıcır gıcır gözükene kadar - MGM
gibi büyük bir şirkete, on iki yıllık, dolayısıyla eski püskü eski
eserleri takdim etmek yakışık almazdı. MGM, bunu prestij
meselesi yapar, belirlemiş olduğu 1935 yılından önce üretil­
miş ürünleri geri çevirmek zorunda kalır ( <tqat's the lowest
date we could consider>) ,* hatta acil durumda New York'tan
yeni eski eyerler ısmarlayıp, uçakla getirtirdi.

1 4 Mart 1 941

L. ile sinemaya gittik dün akşam, embesil bir Madame Pom­


padour filmine, <kostümlerimizi> iş başında görmeyi istedik.
Gurur duymaktan anlasaydık, <mallarımızla> gurur duyabi­
lirdik, ne de olsa filmdeki tek <doğru> şey onlardı. Sonra da
üzerinde durmaya değer iki noktayı konuştuk. Birincisi: Bu
işin malzemesi hazır ürünler olduğu için burada söz konusu
olan <ürünlerden imal edilmiş ürün>. Nasıl ki ekmekli muhal­
lebiyi üreten fabrikatör ürünlerinde un yerine hazır pişmiş ek­
mek kullanıyorsa, prodüktör de kendi ürününün yapımında
tarihin unundan ziyade eldeki hazır romanlardan yararlanır.
Her ikisi de imalatına hazır ürünleri yumuşatarak, belli oran­
da yeniden ma lzemeye dönüştürerek başlar. Alışılmışın dışında­
ki bu prosedür, acaba tüm kültür endüstrisine mi özgüydü?
İkinci olarak, tarih bilgilerinin yegane kaynağı bu <ekmekli
muhallebiler> olanlara - ki sayıları milyonları buluyor - değin­
dik; derken böylesine devasa boyuttaki tahriflerin bir yandan
da masif tarih parçaları oluşturması gibi bir paradokstan söz
ettik, yani bu tarih çarpıtmaları olgusunu atlarsak, günümüz
dünyasının gerçeğini ortaya çıkaramayacağımızdan. Son ola­
rak dedik ki, belki de tarih oldum olası kendi kendini çarpıt­
masının devamlılığıydı.

Kabul edebileceğimiz en erken tarih bu -yhn

17
15 Mart 1941

Tarihin ve konfeksiyonun burada iç içe geçmişliğini, insan,


sanıldığından daha çabuk kanıksıyor. Tüm parçaların, müze­
lerdeki gibi kaynak ülke ve çıkış dönemlerine göre düzenli
sıralanmış olması, öte yandan mağazadaki gibi beden ve bel
ölçülerini, yaka numaralarını içeren etiketler taşıması artık
alıştığım bir durum. Yine, (tabii ki demir) askılarda güzelce
yan yana dizili yağmacı-soyguncu şövalye zırhlan ya da şemsi­
yeliğe benzer kutularda onluk yahut yirmilik desteler halinde
kiralanmayı bekleyen Sparta mızrakları ve Polinezya'nın ze­
hirli oklan da öyle. Doğal karşılayamadığım (oysa bu branştan
başka ne beklenir ki), geçmişte reel anlamda var olmuş şeyleri
geçmeye bu kadar önem verilmesi. Ama buranın düsturu bu.
Anlaşılan, şirketin envanteriyle kıyaslandığında, hakiki geç­
mişin cılız kaldığı izlenimi yaratılmak isteniyor. <llerleme>ye
inanan biri için Ortaçağ ya da Antikçağ'ın giysilerinin gü­
nümüzde üretilen taklitlerinin, o çağlardaki orijinallerinden
daha iyi, daha büyük ve içerik yönünden daha zengin (hatta
belki de daha Ortaçağ'a ait ve daha antik) olması gerektiği de
doğal karşılanmalı elbette. En azından bu gördüklerim öyle.
Örneğin <şövalyeler salonu>na şöyle bir göz attığımızda her
biri diğerinden parlak, ferah mı ferah zırhlarla karşılaşıyoruz.
O kadar ki o eski şövalyeler (ufak tefektiler ne de olsa) içinde
zorlanmadan saklambaç oynarlardı herhalde. Orijinal Ortaçağ
böyle lüks mahfazaları ne bilsin tabii. O dönemin objeleri biz
zamanelere ancak bugün yetişebildi; daha doğrusu Ortaçağ'ı
makul düzeye biz zamaneler çıkardık. Örneğin dün olduğu
gibi, beş adet Saksonya Hanedanı tacını ovalayıp parlatmayla
görevlendirilmişsem (<lOth Century, head size 1 1 1/2 to 15,
made 39>r - mütevazı gerçeklikte olduğundan ya da olabi­
leceğinden dört tane daha fazla anlayacağınız, (bu arada bu

1 0. Yüzyıl, baş çevresi ll.5'a 1 5, üretim tarihi 39 -yhn

18
iş için evde bıçaklan temizlemede kullandığım özel gümüş
temizleme sabununun aynısını kullandım, bundan böyle sa­
dece <tarih sabunu> diyeceğim ona) - ya da yarına üç adet
<birbirinin aynı> Napolyon'u (<1812, Beresina, üstünde kar
izleri dikili>) adamakıllı toparlama direktifi iletilmişse iyice
yadırgamamak mümkün mü!

1 6 Mart 1 941

Evet, bugün işimiz üç adet Napolyon'la. Birinciyi ve ikincinin


belden aşağısını yetiştirebilirim Ne var ki üçüne de bakışım
değişti gibi.
Üç Napolyon'un farklı ölçülerde, 2 numaranın 1 numara­
dan, 3 numaranın da 2 numaradan bir karış daha uzun ol­
masına bir şey demiyorum. Bir sonraki Napolyon rolünü
oynayacak aktörün bacak uzunluğu ve göğüs çapı önceden
bilinemeyeceğine göre depoda farklı bedenler bulundurmanın
ticari avantajını da anlarım. Ama bunun bu üçlü için bir rai­
son d'etre· olduğunu kabul etmiyorum. Bu çarpma işleminin
arkasında büyük olasılıkla tamamen farklı bir şey yatıyor: Biz
röprodüksiyon çağı çocuklarının, tek numuneyle karşılaştı­
ğında paniğe kapılması gerçeği Bu arada günümüzün ürün­
leri karşısında bu panik pek gözlenmiyor, telaşa da gerek yok
zaten. Çünkü bir A arabası ya da B bombardıman uçağı gör­
düğümüzde biliyoruz ki aynısından on ya da yüz ya da bin
tane var. Gördüğümüz örnekler yok olsa bile, bu otomobil ya
da uçak fikri var olmaya devam edecek. Oysa kafamızı çevirip
geçmişe bir göz attığımızda öyle mil Büyük bölümü ilk ve tek
nüshalardan oluşan lskenderiye Kütüphanesi'nin yanışı örne­
ğin - düşününce telaşa kapılıyoruz, bu kadar geç heyecanlan­
manın ne anlamı varsa artık. Hele bir de o yangının istisna
ya da talihsiz, sıradışı bir facia olmadığı, daha çok da tarihin

Fr. Varoluş sebebi -çn

19
tamamının, tek nüshaları barındıran devasa bir lskenderiye
Kütüphanesi'nden, daha doğrusu hiç durmaksızın kasıp ka­
vuran ve bu tek nüshaları ister kitap ister yasa, kurum ya da
insan, fark etmez, küle çeviren devasa bir yangından ibaret
olduğu kafamıza dank etse, siz telaşı asıl o zaman görün. Tek
bir Sezar! Düşünmesi bile korkunç! Tek bir Perikles! Yo hayır,
bugün artık atalarımızla aynı riski alıp, Napolyon gibi vazge­
çilmezliği su götürmez - take him or leave him -· bir objeyi,
yakışık aldığı gibi seri halde, en azından bir koleksiyonunu
üretip pazara fırlatmak yerine, solo bir parça olarak üretecek
birinin çıkacağını aklım kesmiyor. Böyle bir hoppalığı düşü­
nünce dahi fenalaşıyorum. Şöyle bir gözünüzde canlandırın: O
t:ek adet Napolyon'un başına, vaktinden önce, diyelim 1800'de
ya da 180l'de bir iş gelseydi, 19. Yüzyıl tarihi kimbilir ne hal­
lere düşerdi! Gerçi tabii, adamımıza bir şey olmadı, onun için
öngörülen görevi programa bağlı kalarak yerine getirdi. Çok
şükür. lyi de bu neyi kanıtlar, kimsenin marifeti değil ki, ata­
larımızın vicdansızlığını da affettirmez. Böylece yeniden Bere­
sina üniformalarına dönüyorum. Şimdi bizim pılı pırtı sarayı­
mızın yönetimi, Napolyon'ları üçe çıkarmakla, bilerek ya da
bilmeyerek eskinin insafsızlığıyla arasına masafe koyma ve işe
yaramayacaksa da yedek parça bulundurma dürtüsüne yenik
düşmüşse, bu motifi, ayıplamak ne demek, tam da gönlümden
geçen şey olarak selamlarım.

1 7 Mart 1 941

Bizim taklit malların en önemli özelliği kaliteleri elbette. Kı­


yaslarsak bu hayli reel ve masif parçaların yanında orijinaller
çok uyduruk kalır herhalde. Bir de bütün bu sarayın gerçekli­
ğini göz önüne aldığımızda, geçmişin sadece görüntüden iba­
ret bir güzellik alemi olduğunu söylemek gerekiyor galiba. Şu

lng. ister beğen ister beğenme -yhn

20
var ki gerçeklikle görüntü arasındaki bağıntının ters çevrilmesi
meşru olsun ya da olmasın en azından şu kadarım sorabiliriz:
Eskinin silahlan, zırhlan, kalkanları, bu bizdekiler kadar sağ­
lam ve güvenilir olsaydı, acaba geride kalmış tüm tarih, özel­
likle savaş tarihi, tamamen farklı cereyan eder miydi? Bana
öyle geliyor ki birçok savaşa, örneğin lkinci ve Üçüncü Karta­
ca Savaşı'na, yine lkinci ve Üçüncü Silezya Savaşı'na hiç gerek
kalmazdı. Hiç değilse tarih bambaşka bir tempo yakalar, bin
bir zahmetle elde ettiği, savaşlarla kazandığı konuma çok daha
önce ulaşabilirdi. Sahiden, llkçağ haddinden fazla eski usulde
hareket etmiş, Ortaçağ ne feci bir Ortaçağ kafasıyla davranmış;
yüzyıllar, ileri gidelim derken ne dehşet verici bir mıymıntılık­
la sürünmüş, bize gelene, hedefe varana kadar yani.. Bu kadar
değerli ve asla bir daha geri gelmeyecek onca zaman saçılıp
savrulmuş, bu saatten sonra hesabını bile tutamayız. Diyelim
ki merhametli bir Tanrı, Dünya tarihi oyununu baştan başlaya­
rak, hiç değilse son iki bin yılı, yeniden oynamamıza izin verdi
- acaba bu iki bin yıllık etaptan tek bir yüzyılda mezun olabilir
miydik dersiniz? Lakin ne çare! Olmuş bitmiş bir kere. Bizim
pılı pırtı sarayının elinden de bir şey gelmez artık.

20 Mart 1 941

Bazı kostümlerse çok daha garip. Burada işleri ne, yani mev­
cudiyetlerini mazur gösterecek ticari değerleri var mı yok mu
anlaşılmıyor. Dün örneğin on takım Karmelit rahibe getirdiler
önüme (<big and very big sizes, made 1930>); her birinin
üzerinde bir karış toz, bütün günümü aldılar haliyle. Dövüp
tozlarını silkelerken, acaba bu on adet, kimi dolgun kimi duba
gibi Karmelit, hangi <historical picture>da •• kullanılacak ya
da günün birinde kendilerine sıra gelecek mi diye kafa yorup

Büyük beden ve battal beden, üretim tarihi 1930 -yhn


Tarihi film -yhn

21
durdum Galiba tümden abes sorulardı bunlar, en az bu on
kostümün kendi kadar abes. Eşya aleminde de işsizler var anla­
yacağınız, hani lümpen proletarya desek olur. Köle olma, yani
başkalarının yararına varlık gösterme lütfundan dahi mahrum
kalmalarına rağmen başıboş var olup durmaya mahkumlar. Bu
tür keyifsiz yaratıklar - temizlediğim Karmelitler örnek sadece
- günün birinde anlamsızlıktan telef olacaklar diye beklemek
o kadar yersiz ki. Anlamsızlık, var olma ve hayatta kalma şan­
sım harap eden bir şey olsaydı, bu yıkımın çoktan gerçekleş­
miş olması gerekirdi. Aksine bu krallıkta, toplatma diye bir
şey olmadığını, kostüm sarayının nüfusuna geçen birinin ya
da bir şeylerin, geriye dönüş işini tümden unutması gerektiği­
ni rahatlıkla söyleyebilirim. Benim Karmelitler de tıpkı daha
şanslı, yani kullanılabilen kardeşleri gibi <kostüm sarayı>mn
tunçtan yasasına tabi. Anlayacağınız - <sonsuzluk> tanımı bu­
raya uygun düşerse - sonsuza dek buradalar. Günün birinde
yepyeni on tanesi onlardan nöbeti devralırsa, ancak o zaman,
tüm diğer kumaşlarla aynı kaderi paylaşmalarına izin var.
Gerçi buna dahi kefil olamam. Çünkü yeni gelen on tanenin
gerçekten <başka> mı olacağı, yoksa neresinden baksak o on
eski kostümle özdeş mi sayılacağı sorusuna, bu çetin ontolojik
soruya ancak yönetimdekiler yanıt verebilir.
İşte buranın dertleri, trajedileri, sorunları, umutlan bunlar.
Diğer taraftan oralarda, okyanusun öte yanında, uzakta ama
ne yazık ki gerçek, yüz binlercesi birbirini boğazlıyor.

21 Mart 1941

Yazdıklarımı okudum. Antikalanmızdan hiçbirinin eskime­


ye kalkışma özgürlüğünün olmadığına, asıl, her birinin up to
date· yükümlülüğü taşıdığına ilişkin, on gün önceki iddiam,
yerinde olmakla birlikte, gerçeğin sadece yansı. Günden güne

Güncel olma -yhn

22
daha da göz kamaştıran ve iyice arkaik bir görünüm alan 'yeni'
kılıçlar üreten elektrikli şahmerdanlar ve Batı dünyası batma­
sın, insanlık mirası yerinde dursun, yo hatta - daha ne olsun
- yükselsin diye uğraşan, dikiş makinelerinin başında 'yeni'
kumaşlar dokuyan bir dizi Penelope dışında kadınlı erkekli
bir başka çalışanlar sınıfı daha var. Çünkü aynı zamanda - işte
burada mesele sahiden diyalektik olmaya başladı - gıcır gıcır
her parça, eğer sahtelik ve güvenilmezlik duygusu yaratmak
istemiyorsa, bir yandan da hırpani gözükmek zorunda. Her
kostüme daha başından, belli bir yıpranmışlık ekleniyor haliy­
le. Yeşil pas, çatlak, saçaklanmış yerler şeklinde verilen bu asli
pejmürdeliği eksikse, hiçbir zırh, miğfer ya da hükümranlık
robmantosu bitmiş sayılmıyor. Yine de bu ilk donanım yet­
miyor, uzun süre dayanan bir şey değil. Yıpranmışlık da aylar
yıllar geçtikçe gösterişini yitiriyor, tabiri caizse, yıpranıyor di­
yelim. Hal böyle olunca, tek işleri, zaruri paralanmışlığı dur­
madan konservelemek ve solmaya yüz tutan hasarların zinde
kalabilmelerini sağlamak olan uzman kişiler çalıştırılmasına
şaşmamak gerekiyor. Bu çalışmalar için özel bir salon var.
Bu salona objelerin makyaj odası da denebilir (orada objelere
<gençleştirmek> için değil <yaşlandırmak> için makyaj yapıl­
dığını gözden kaçırmamak koşuluyla) . Tabii orada çalışanlar
başka bir isim kullanıyorlar, <conservation room>* diyorlar,
bir ağız tadıyla ve gururla ki hem de. Anlayışla karşılanabi­
lir bu. Ne de olsa listelerde <conservators> olarak geçiyorlar;
özel uğraşları, Correggio'ların restorasyonuyla ya da zedelen­
miş goblen köşelerinin yeniden dokunup onarılmasıyla aynı
mertebedeymiş gibi. Ciddiyetimizi takınırsak, bu benzetmeyi
ayakta tutmak zor elbette. Kafa karışıklığı yaratıyor çünkü. Bir
kere bizim elemanlar hiçbir eğitim görmeden bu işi kotarabi­
lirler, gerçek 'conservator'lar·· içinse böyle bir şey söz konusu

Bakım ve koruma odası -yhn


Konservatör -yhn

23
bile olamaz. lkincisi, bizimkiler diyalektik bir iş beceriyorlar,
defoları kurtarıyorlar, uzmanlarsa tabloları iyileştireboyuyor­
lar yahut goblen köşelerini sağlıklarına dokuyorlar, diyalekti­
ğin adım bile duymamışlardır eminim. Keza bu <conservation
room>a ilk girişimde gördüklerim şunlardı: Örücülerin fana­
tik yüz ifadesiyle, 'antika' çamaşırların (Romalıların lejyoner
gömlekleri ya da benzer şeyler) üzerindeki solmuş kan lekele­
rini yenilemeye konsantre olmuş kadınlar (aralarında bir za­
manların Bauhaus öğrencilerinin de olduğu söyleniyor) vardı.
İşlemden geçmiş parçaları evlerdeki taze ütülenmiş gömlekler
gibi titizlikle istifliyorlardı sonra da. Makyaj salonunun bir
diğer köşesinde yaşlı beş bey, zırhların ve Etrüsk ya da Gi­
rit kalkanlarının üzerindeki epey aşınmış yapay yeşil pasları
hayata döndürmeye uğraşıyorlardı. Alışılagelmişin dışındaki
bu ressamlar topluluğunun başında, en gençleri olmasına kar­
şın, Berlinli R. var. Daha beş yıl önce Kokoschka'nın, parlak
bir gelecek vadeden, yetenekli öğrencisi idi. Ne parlak gele­
cek ama. R.'nin hastalıklı annesini Yirmili yılların Berlini'nde
uzaktan tanıyordum. Bildim bileli oğlundan çok daha yete­
nekliydi. Birinci Dünya Savaşı'nda oğluna hamile kalmış, onu
dul bir kadın olarak doğurmuş, savaş sonrası tüberkülözlü
haline rağmen yememiş içmemiş, biricik yavrusuna bir Remb­
randt olabilme fırsatı yaratabilmek için didinmişti. Bütün o
fedakarlıklar oğlunun God's own country'de· ustabaşı unva­
nıyla Romalıların kan lekelerinin ve pul pul olmuş yeşil pas
izlerinin yenilenmesini denetlemesi içinmiş, bunu düşündük­
çe kusacakmış gibi oluyorum. Burada ant içiyorum, eskiden
gelişigüzel kullandığımız, aptalca ve törensel 'hayatın anlamı'
ifadesini bundan sonra darda kalmadıkça ağzıma almayaca­
ğım. Sic transit gloria mundi:· Yine de R.'nin yeşil paslardan
sorumlu mevkiinin az da olsa parlak bir tarafı var. Bu iş özel

Tann'nın ülkesi -yhn


l..at . lşte bôyle geçip gider dünyanın görkemi -yhn

24
yetenek gerektiriyor diye, silip süpürme işlerine bakan bana
oranla, çok daha fazla kazanıyor. Bu arada ben de artık işimde
yetkinleştim, hem de hiçbir önbilgim olmadığı halde. Kısacası
R. sarayın elit takımından, en azından çalışanlar arasındaki
elitlerden sayılıyor. Bunu da iyi kullanıyor. Bugün öğleden
sonra, sırtımda bir sürü temizlik aleti, oflayarak, elektrikli sü­
pürgenin metal hortumunu arkamdan sürüklerken, bu ressam
kolonisinin yakınına düştüm. R. beni tanımadığını gösteren
kötü bakışlar fırlattı, bu demekti ki ne olursa olsun, benim
onu tanımamı istemiyordu. Belli ki emrindekilerin önünde,
köken benzerliği nedeniyle benim gibi ayaktakımından biriyle
tanışıklığını açık etmekten ödü kopuyordu. Zaten yeteri kadar
alçalmış bu adamın üstüne gitmeye hevesli değildim, onu bu
zevkten mahrum bırakmadım, temizliği neredeyse ayağının
dibinde sürdürmeme karşın, yedi göbek yabancı gibi davran­
dım lşte buranın sevinci tasası bunlar, öte taraftaysa yüz bin­
ler dur durak bilmeden birbirini doğruyor.

23 Mart 1 941

Şimdi eğer Roma'da, Floransa'da, Paris'te, Chartres'da,


Nümberg'de, Krakow'da her şey yerle bir olsa - pekala müm­
kün bu - ve yerinde yeller esen bir Avrupa'nın tek tanığı ola­
rak bu kostüm cephaneliği kalsa, bu şey, fiziksel açıdan en
ufak bir değişiklik yaşamasa dahi, bir çırpıda komple bir baş­
kalaşım geçirmez miydi? Palasımız yarın aniden karşımıza
bir müze olup çıkmaz mıydı? Dikilip yapıştırılmış bu kiralık
nesneler birdenbire, kendilerini eğitim emtiası olma hakkına
sahip görmezler miydi? Hatta gerçek parçalar olma iddiasında
bulunmazlar mıydı?
Evet, bu bile mümkün. Tarihi dokümanların oluşturduğu
dünyanın, birbirlerinden hava geçirmez bir bölmeyle nihai
biçimde ayrılmış iki sandığa, gerçeklerin ve sahtelerin, oriji-

25
nallerin ve taklitlerin sandığına ayrışmış olduğunu düşünmek
saflıkla açıklanabilir ancak. Sahte alun hep sahte kalacak diye
bir şey yok ki. insanlık kendini bildi bileli sandıklar arasın­
da sürekli bir gidip gelme olmuştur. işte bu dalgalanma es­
kiden ya da çok eskiden nasıl idi ise bugün de öyle cereyan
etmektedir. Tarih boyunca hep tekrarlandığını görüyoruz, üç
misli aktarılmış ve on misli türetilmiş nesneler, hatta bildi­
ğimiz kopya olan nesneler orijinallere dönüşmüştür. Aynen
öyle: Dönüşmüştür. Buysa hep, o tür nesnelere dini esaslara
uygun bir rol modeli biçildiğinde gerçekleşmiştir. Peki bu rol
onlara ne zaman biçilmiş? Taklidi oldukları idoller büsbütün
arada kaynayıp gittiğinde, yani kaybolmakla kalmayıp aynı
zamanda unutulduklarında. işte ondan sonra (ve sırf birinci
dereceden, yani asıllarının zaman itibarıyla en yakın komşu­
ları olan kopyalar değil, ikinci ya da üçüncü dereceden taklit­
ler de, hatta kimi zaman çok sonraki dönemlerden, şans eseri
kurtulmuş, seri üretimin çıkardığı eşantiyonlardan kalan tek
numuneler) evet ancak ondan sonra kopyalar asıllarının yeri­
ne geçmiş, derken onlar orijinal <ol muştur> . 'Orijinaller kopya
edilir' demek yetmez, 'kopya edilen böylelikle orijinalleşir' de
bir o kadar doğrudur. Bir şeyin orijinal olup olmadığı tari­
hin akışı içerisinde kendiliğinden karara bağlanıyor. Hayata
gözlerini sahte ya da önemsiz şeyler olarak açan bazı heykel
ya da vazolar, ancak yüzyıllar sonra açılıp saçılıp <sahici> ol­
muşlardır. Bunu, kendilerine örnek aldıkları (ki onların çoğu
da bizzat taklitti) şeylerden daha uzun ömürlü olmalarına ve
şahsen idole dönüşmelerine borçlular. Ebeveynin ölümü ev­
ladı saygınlaştınr. (Diğer taraftan şu da mümkün, sonradan
sahicileşmiş herhangi bir yapıt, bakarsınız günün birinde,
sözgelimi uzun zamandır kayıp orijinalinin ummadık biçimde
bir altyapı inşaat işçisinin küreğine ya da bir balıkçı teknesi­
nin ağına takılmasıyla yeniden eski düşük mertebesine çeki­
lebilir) . Neyse, Avrupa'daki yakıp yıkma hızlanarak sürdük-

26
çe, oradaki orijinaller sistematik biçimde yıkıntılar arasında
kayboldukça, buradaki pirit malzeme bir o kadar çabuk, halis
kültür hazinesine dönüşecek. Kimbilir. Sakın bizim kostüm
sarayı en verimli yıllarını "gerçek numunelerin" bir sergisi, bir
tür Louvre olarak yaşamasın? Hem de ben daha sağken? Bu
tamamen Hitler'e bağlı. Avrupa'nın ne kadarına dokunmaya­
cağına. Başlarında 'cultural value· öğretmenleri', bizim kıyafet
ahırının kapısının eşiğinde, saygılarını takınıp sessiz olmaları
söylenen, kümeler halinde okul çocuğunu ve torunu şimdiden
tasavvur edebiliyorum. Tıpkı çok eski bir tarihte, (Breslau'da
mıydı yoksa Berlin'de mi? ) ilk kez gittiğimiz bir antik eserler
müzesinin girişinde çıt çıkarmadan bekleyişimiz gibi. İçeride
bizi (tahminen Roma dönemi kopyalarının kınk alçı kalıplan
olan) eski Yunan plastik sanat eserleri bekliyordu.

26 Mart 1 94 1

Şimdiye dek yazdıklarımı okudum. Hala yeterli değil. Yeniy­


le eski arasındaki diyalektiğin hala gözden kaçan yanlan var.
Şunu da eklemek gerekiyor çünkü (bu tarih paradokslarının
ikisi de benim marifetim değil, tarihin kendi eseri) , bu ülke­
de <good old progress>tan·· daha eski, öte yandan geçmişten
daha yeni bir şey yok. Demek istediğim, kaç kuşaktan beri
haklı olarak 'Yeni Dünya'lanyla gurur duymuş tipik Amerika­
lılar, eski Dünya'yla, örneğin Ortaçağ Avrupası'yla yeni yeni
ilgilenmeye başladılar. lşte bu ikinci olgu önemli bu ülkede.
'True Americans···· için örneğin Metropolitan Müzesi tarafın­
dan satın alınmış eski bir yapıt, bizim anladığımızdan tama­
men başka, çok daha somut bir anlamda <yeni ahnmtş >tır :
Onlar için o , sadece yeni satın alınmış bir yapıt değil aynı za-

lng. Kültürel değerler -yhn


Şu bizim şaşmaz ilerleme -yhn
Gerçek Amerikalılar -yhn

27
manda <yeni satın alınmış bir geçmiş>tir . Eskiye bakışları duy­
gusal olarak da bizimkinden farklı. Birçoklarının gözünde, bil­
mediği eskiler, kuşku uyandırıcı bir geçmiş adeta, tıpkı bizim
köylülere çok fazla modem buldukları yakın geleceğin kuşku­
lu gelmesi gibi. Giotto röprodüksiyonlarını, hatta arkaik sanat
eserlerini duvarına asan genç <intellectuals> onlara göre hem

muhafazakar değiller hem düpedüz avangardistler, hatta hain­


ler. Eskinin o güzel, yüzü geleceğe dönük öncü ruhuna ihanet
etmekteler yani. Bilindiği gibi geçmişe ya da sözde geçmişe
düşkünlük, Avrupa'da açıkça sağ siyasi çevrelerce geliştirildi.
Burada öyle değil. Tam tersi. Bach öncesi müziğin plaklarını
alıp dinleyen biri, buradaki anlayışa göre <too continentab,**
<esoteric>,*** <antidemokratik> , şüpheli bir Amerikalıdır, kı­
saca söylersek: <Pink>tir, yani komünistliğe bulaşmıştır. Ge­
çenlerde, cebimde ara sıra mı yoksa her zaman mı el bombası
taşıdığımı öğrenmek isteyen FBI görevlileri Hegel adında biri­
nin ( <what do you call him ?> r··· kitaplarını okuyup okuma­
dığımı sordular (çünkü <Logistics>te····· Hegel, Marx anlamı­
na geliyordu , Marx ise Stalin'den şahsen rüşvet almış olmak
demekti) . Telemann'ın (<what do you call him?>) plaklarını
dinleyip dinlemediğimi de sorabilirlerdi doğrusu. Ônceki gün­
le ilgilenmek ihtilal hevesinin kanıtı sayılıyor. Bu ülkenin anti­
entelektüalizminin özgünlüğü , bu paradoksu anlamayan biri­
nin kafasına asla dank etmeyecektir.
Hakiki eski bulgular karşısındaki tavırları, şu ıskarta mal­
lara yaklaşımlarında da görülüyor. Bizim, sahte altın eskisi
ıvır zıvırlar deyip geçeceğimiz şeylere, Amerikalılar salt bu
gözle bakmıyor. Onlara göre bütün bunlar, aynı zamanda, en

Entelektüeller -yhn
Fazla Avrupalı -yhn
Ezoterik -yhn
Siz nasıl söylüyorsunuz? -yhn
••••• Lojistik -yhn

28
azından yepyeni bir geçmiş demek. Ebeveynlerinin ve onların
ebeveynlerinin haberdar olmadığı bir geçmiş. New York'la
başlayan altı yıllık ikametim boyunca bazı şeyler değişti gerçi
ve sağda solda mantar gibi Antique Shops· bitmeye başladı.
Ancak bu dükkanlara günün birinde güvenilir, günlük, taze,
eskinin artıklarından mal gönderecek gelişmiş bir 'geçmiş en­
düstrisi' yok henüz. Bu endüstrinin patlaması biraz zaman
alacak. Popüler, yani ticari açıdan karlı, yaygın modaya dö­
nüşmek için halihazırdaki esoterik gustonun zamana , üstelik
savaş sürüyorken daha da fazla zamana ihtiyacı var. Kısacası,
geçmişte kalanın arifesindeyiz henüz bu ülkede. Burada eski
malların bolluğu fırtınası koptuğunda , umarım ben çoktan
eski Avrupa'ya dönmüş olurum. Eğer yerinde kalırsa tabii. Ye­
niden var olursa ya da .

4 Nisan 1 941

Dün evine kadar eşlik ettiğim B.'ye, berbat bir işte çalışmamla
ilgili olarak sinirli birkaç laf ettim.
"Yanlış kapıyı çaldınız ," diye tersledi beni. Şaşkınlıkla yü­
züne baktığımda: "Zerre anlayış beklemeyin benden," dedi
Sonra da açtı ağzını yumdu gözünü: "Doğru kadını seçen biri,
tecrübe kazanma şansını heba eder. 'Kendi' mesleğini bulan,
sadece kendinde kalır. Kendi ölçüsüne göre hazırlanmış tuş­
larda çalan birinin parmakları yerinde sayar. "
"Ya ne peki ? "
"Aynen öyle, y a ne ! " diye bağırdı. "Demem ş u ki yalnızca
uymayan, yalnızca sizin için biçilmiş kaftan olmayan, yalnızca
şurası uzun burası kısa olan, yalnızca yanlış doğrudur! Yalnız­
ca budur tecrübe kazandıran ! Dünya sırf budur ! " Alaycı bir
tarzda söylememişti bunları. "Gerçekten de," diye devam etti,
"hayatınıza yön verişinizde korkunç bir yanlışlık var. Neyin

Antikacı -yhn

29
peşindeydiniz şimdiye dek? Hep doğru olanın. Hep uygun
olanın. Hep amaca ulaşmanın. Hatta kimi zaman da tesadüfen,
amacınıza erişmenin talihsizliğini yaşadınız. Şu kadında, şu
arkadaşta, şu şeyde, şu işte. Sanki size göre ölçülüp biçilmiş,
sırf sizin için hazır edilmiş gözüken, rasgele yaşam parçacıkla­
rında. Ama bana sorarsanız dostum, bu epizotlar yaşamınızın
en yanlış kısımlarıydı. Doğru olanlarsa sırf aradaki sıkıntılı
dönemlerdi. Rastlantılarla dolup taşmış yıllardL Çalıştığınız
işlerden lanet okuduklarınızdı. Eğer birazcık deneyim kazan­
mışsanız, bunu zaman kaybı dediğiniz zamanlara borçlusunuz
sadece." Evinin önündeki yolu ziftleyen Meksikalıları göster­
di: "Şu insanların da <içsel eğilimleri> yok muydu dersiniz?
Ne sanıyorsunuz, başka işlere uygun yetenekleri yok mu da,
gelip burada South Los Angeles'ta sokakları ziftliyorlar? Onla­
ra hitap edecek, belki de 'becerilerine kalıp gibi oturan' mes­
leklerde hayat bulacak bir 'yeterlik' duygusuna hiç sahip ol­
madıklarını mı düşünüyorsunuz? Ama işte görüyorsunuz, bu
adamlar, ehli olmadıkları, kendilerine yaraşmayan, paylarına
düşen işleri, kısacası yanlış olanı yapmak zorundalar. Peki ki­
min Dünya'dan haberi var dersiniz? Sizin mi onların mı?"

30
Vertigo temporis*

New York 1943

Batı'nın saçma sapan , gerçekdışı, gök mavisi ortamından New


York'a geri döndüm. Şu bizim tayfa için 'geri' dönmenin anla­
mına bak Göçmenlik sırasında tesadüfen yolumuzun düştü­
ğü ve birkaç yıl açbiilaç yaşamış olduğumuz bir yere, yeniden
gelip takılı kalmak. Fakat bu kentte anılarla dolu , hatta artık
aramızda olmayanların anılarıyla dolu bazı köşeler ve evler ve
kahveler ve sesler ve kokular olduğu için bu yapılar denizi be­
nim memleketlerimden biri oldu. Evet <memleketlerim> - ço­
ğul hal. tık üç gün , kavuşmayı kutlarcasına, defalarca hey diye
bağırma hevesiyle, 1 20. Cadde'den başlayarak Manhattan'ı
boydan boya geçip aşağıya Battery'ye kadar koşar adım gittim.
Hasret giderme seslenişlerim tek yanlı kalıp, kentin kıyılarına
çarparak kayboldu ama olsun: Geri döndüğün yer, ibi patria. * *
Kendini yerinde yurdunda hissedip hissetmemen hiç de sözü­
mona <bene>ye*** bağlı değil.
Odun hırsızı Paton , Molusya kentine yukarıdan bakan
Galgenberg'e···· çıkarılmış, asılmayı beklerken , son anda fi­
rar etmeyi başarmış ve sınır boyunca uzanan ormanlık böl­
geden geçerek Penx'e varmış. Bu pervasızca kaçışın üzerin­
den otuz yıl geçmiş , çoktan kanıksadığı sahte bir kimlikle,

Lat. Zamanın getirdiği baş dönmesi -yhn


Lat. Orası vatan[dırl -yhn
Lat. lyi. "Ubi bene ibi patria", "Nerede iyiysen orası vatanındır" sözüne
atıf-yhn
Darağacı tepesi, Alın. kelime oyunu -çn

31
itibara, aileye, servete kavuşmuş ve artık şakakları ağarmaya
başlamışken, bir gün Molusyalı bir ajan tarafından fark edile­
rek Penx polisine ihbar edilmiş, ardından tutuklanıp eskortla
Molusya'ya iade edilmiş. Böyle beklenmedik biçimde yurduna
geri dönmüşken derhal aynı yere, otuz yıl önce son dakikala­
rım geçirdiği Galgenberg'e götürülmüş, infaz öncesi eksikler
tamamlanırken de darağacının dibinde tam bir saat bekletil­
miş. Bu bir saatin ona hiç bitmeyecekmiş gibi geldiği ya da
tepesinde ilmik, ayaklarının altında akşam güneşinin kızıllı­
ğında ışıldayan kent, öyle bekleyip dururken, paniğe kapıldığı
sanılmasın. Aksine, otuz yıl önce Dünya'dan son görüntü ola­
rak aklına kazıdığı çatılar denizine bir kez daha tepeden baktı­
ğında, kavuşmanın yarattığı mutluluk ona öyle tatlı bir huzur
vermiş ki, 'yenidenölmekzorundaolma' korkusu sarmamış hiç
bedenini. En sonunda doğup büyüdüğü kentin tepelerinde
ipte sallanırken, Paton'un yüzünde nurlu bir gülümseme be­
lirdiğini aktaran cellat yamaklarına inanmamamız için hiçbir
neden yok.
Ibi patria. Kendini yerinde yurdunda hissedip hissetme­
men hiç de sözümona <bene>ye bağlı değil

Yerinde yurdunda? Burada? Komik. Burada durmak imkansız.


<Oda Konçertosu>nun üçüncü ve son bölümünde Alban Berg,
baştaki iki bölümün motiflerine yeniden dönmüş, onları ras­
gele birbirine dolayıp karıştırmıştır. Bununla neyi amaçladığı
önemli değil, ancak yarattığı etki çok açık: Daha önce kur­
duğu ardışıklığı silip, bir yanılsama olduğunu gösterdiği za­
mansal düzenin foyasını ortaya çıkarmıştır bir bakıma. Artık
<omnia simub, her şey eşzamanlı.
Benim buradaki yaşamım artık o tür bir <SOn bölüm>. Tam
yirmi beş yıl, yaşamımın evrelerini birbirine karıştırmaya­
cak şekilde tertemiz yaşamayı bildim . Her yı la sui generis bir

32
dünya denk geliyordu. Çevrelerin, dostlukların, aşkların inci
kolyesi hiç kopmamış, inci taneleri birbirine karışmamıştı.
On dokuz yaşımda, 21 yılında Freiburg'da öğrenciyken tanı­
dığım insanlar, daha sonra Berlin'de yakınlaştıklarımla, yine
Berlin'dekiler Paris'tekilerle, onlar da New York'takilerle karış­
mamışlardı - kısacası, vitam, en azından vitalarımın sıralanışı
rahatlıkla seçilebiliyordu.
Bitti artık. Kolye koptu. Düzenli bir dizilişten söz edemem
bundan böyle. Yaşam kompozisyonumda tersine çevrilemeye­
cek bir sıralamayla dizilmiş motifler birbirine karıştı, şu anda
hepsi dannadağın, her şey hic et nunc.* Bir ölüler ülkesini
andırıyor adeta. Öyle ya, ölüler ülkesinde de büyük olasılık­
la böyle karmakarışık pinekliyorlardır. Yeni gitmiş acemiler,
yüz yıl önce ölenler, iki bin yıldır orada yerleşik olanlar. Hem
de yukarı dünyadaki kısa ikametleri sırasında öncekilere mi
yoksa sonrakilere mi mensup olduklarım, atalardan mı yoksa
torunların torunlarından mı sayılmaları gerektiğini merak bile
etmeden; yukarıda bu tür bir öncelik ve peşpeşelik bulundu­
ğunu hatırlamadan, bir yuha n dünya olduğunu dahi bilmeden.
lşte benim şimdi yaşadığım böyle bir şey.
Dün akşam olup bitti her şey. Başıma geleceklerden ha­
bersiz, Broadway 96. Cadde'deki kafeye gittiğimde. Kafenin
döner kapısından içeri girer girmez kalakaldım (daha ileri
gidemedim) : lçeriye bakmamla üçünü aynı anda fark etmem
bir oldu. Solda pencerenin dibinde bir apple pie atıştıran,
Berlin'in 1 930'undandı. Benzi kül gibiydi gerçi, kendi baba­
sıymış gibi duruyordu ; ancak bu yüzü taşıyan başka birinin
olması imkansızdı. lki masa arkada Paris 1 926'dan M., adı
gurmeye çıkan. Önünde serves him right, .. kafenin en ucuz
yemeği <baked fish with beans.>'*' Eski gurmelik günlerinde

Lat. Burada ve şimdi -yhn.


lng. Ona müstahak -yhn
Fırında fasulyeli balık -yhn

33
olsa, tabaktakileri, yenilebilir madde olarak sınıflandırmazdı
kesinlikle. Yan masada sigarasını gerginlikle tüttürense, her­
halde yemek söylemeye parası yetmemişti, ağarmış saçlarına,
sağ gözünde tike rağmen, kuşkuya yer yok, o da Freiburg, yani
1 921'di. Gotik seminerinden, yaz sömestrinin hors de conco­
urs en sıradışı kızı. Adı da? Tabii ya <Nefertiti> diyorduk ona.
Sic transit gloria mundi? O da var. Ama yaşlanma diye bir
şey olduğunu, tikleri, kartlaşma olgusunu ve ölümü keza,
öğrenecek kadar zamanımız olmuştu ne de olsa. O an beni
dehşete düşüren bunlar değildi. Bu üç kişinin, farklı yıllara
ait oldukları halde aynı mekanı paylaşmaları, yan yana oturu­
yor olmalarıydı, tıpkı önceki ve sonraki ölülerin tek bir ölüler
ülkesinde olmaları gibi. Dahası bu 'kafeterya-Orkus'ta kafamı
biraz daha kaldırdığımda, önceki yüzyıl ya da binyıllardan
iki kişi daha görmüş olmamdı. Biri, kel kafalı olmasına rağ­
men tamdım, benim 1 912 Breslausu'ndan sınıf arkadaşımdı -
ya da öyle olsa gerekti - sırıtması hiç değişmemişti; diğeriyle,
1 921'deki Cassirer'in derslerinde - yine başka bir döneme ait
- aynı sırayı paylaşmıştık. Asla birbirleriyle işi olmayacak, en
azından benim hayatımda diyelim, bu beş hortlak bana fazla
geldi haliyle. Oltamı daha uzağa atmaktan kaçındım. Avlan­
manın sonu gelmeyecekti yoksa. Artık eski düzenimin son
bulduğuna, <önce>nin ve <sonra>nın feshedildiğine dair daha
fazla kanıta hakikaten ihtiyacım yoktu.
Bununla bitse iyiydi. Hortlakların her biri kendi başına
oturup dursaydı, elmalı payını ya da kızarmış balığını solo
eşeleseydi neyse. Ama ne gezer, kimin eli kimin cebinde belli
değildi, A. C.'yi tanıyordu, B. D.'yi vesaire. Bir düşünsenize:
Nihayetinde benim yaşam evrelerim olan ve nihayetinde ne­
reden baksanız birbirleriyle kendiliğinden ilişkisi olamayacak
bu insanlar, benim yokluğumda, bana, yani sahiplerine danış­
maya bile gerek duymadan, bağlantı kurmaya cüret etmişlerdi.
Örneğin Paris 1926 birden yerinden kalktı (gözlerime inana-

34
madım, ancak müdahale etmeye kalkışmadım, edecek halde
değildim, kaskatı kesilmiş duruyordum) , evet, Paris 1926 ye­
rinden kalktı ve (tanımadığı, en azından benim yaşamımda
tanımadığı, asla tanıyamayacağı) Nefertiti'yi hararetle selamla­
dı. O da bunu gayet doğal karşıladı, hemen sırnaşıp berikinin
kulağına bir şeyler fısıldadı, neydi bilemem - ancak dediğim
gibi, benim geçmişlerim yaptı bunu, resmen iznimi almadan
benimkiler kalkıştı bu küstahlığa. Bu denli inanılmaz bir diğer
şey de (çünkü aralarında anlaşarak mı böyle yaptıkları ya da
birbirlerini itici bulup bulmadıkları hiç önemli değildi, mesele
birbirleriyle görüşüyor olmalarıydı) şuydu: Bir ikisi, örneğin
Berlinliyle Hamburglu birbirlerine öyle bakışlar fırlatıyorlardı
ki bundan her birinin diğerini cüzzamlı gibi gördüğü, tahmi­
nen Stalinist ya da Troçkist ya da Siyonist ya da ne bileyim işte
buna benzer bir şey yerine koyduğu sonucunu çıkarabilirdi­
niz; kimin kimi neyle yaftaladığı ise önemli değil.
Yirmi dört saat önce oldu bu anlattıklarım. Sonunda ken­
dimi nasıl dışarı attığımı hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey,
Broadway'e çıktığımda deniz tutmuş gibi bir duyguya kapıldı­
ğım ve şu sıralar <evim>in bulunduğu Columbus Circle'a ka­
darki 40 blokluk mesafeyi, kendime gelmek için yürüdüğüm.
Ama şimdi, bir gün sonrasında dahi, bu 'vertigo temporis'i at­
latmış değilim, hala ayağımı bastığım her yer kayıyor sanki.

R R.'yle karşılaştık. Söylediğine göre 1936'dan beri bura­


daymış, Brooklyn'de oturduğu için de yolu bu taraflara pek
düşmüyormuş. Saçlarının neredeyse tamamı kırlaşmış. Ama
Leonardesk gözler hiç değişmemiş. Yirmi yıl olmuş neredeyse
görüşmeyeli, 1925'te vedalaşıp ayrılmıştık. Hayatta olduğun­
dan bile haberim yoktu. Bu arada ne yaptığını, neler yaşadı­
ğını, 1933'teki sınavı verip veremediğini, <duruşunu>, şimdi
kim olduğunu hiç bilmiyorum doğrusu. Neyi konuşacaktık

35
ki? Beş dakika sonra birbirimize düşman gözüyle bakmak
(yirmi yıllık molanın ve onca Dünya tarihinin ardından pekala
mümkündü) istemediğimiz için hiçbir hassas konuya değin­
medik. Duraksayarak <hani hatırlıyor musun> diye başladık,
anlayacağınız 1925'te bıraktığımız yerden sürdürmeyi dene­
dik; sözü o zamanki tanıdıklarımıza, o zamanki kitaplarımıza,
yani tamamen masum şeylere getirmeye çalıştık, ıstırap dolu
birkaç dakikadan sonra dayanamadık, neredeyse sustuk di­
yebilirim. Buna rağmen oturduğumuz yerde mıhlanmış gibi
kaldık. O niye öyle kaldı bilmiyorum. Galiba benim varlığım
1925'in yitik dünyasını geri getiriyordu. Ama beni orada tutan
şeyi gayet iyi biliyorum. 1925 yılına ait biriydi o, karşımda
oturdukça, çoktan akıp gitmiş, l 925'ten bu yana olan zaman,
daha başlamamış gibi çılgınca bir duyguya kapılıyordum. R.
R.'yi tanıdığımda örneğin H.'ye (artık o da, keza yıllardır geç­
mişte kaldı) rastlamamıştım henüz. Bu geçmiş, R. R.'nin yüzü­
ne baktıkça bir bakıma önümde duruyordu, yeni baştan kap­
karanlık bir gelecekti henüz.
R. R., onun varlığında nasıl çılgınca bir baş dönmesi yaşa­
dığımı, beni nasıl bir zaman sarmalına ittiğini bilemezdi kuş­
kusuz. Ama belki o da benim yüzümden aynı şeyi hissediyor­
du, benim başıma gelen onun da başına gelmiş olabilirdi. Hiç
bilemeyeceğiz bunu. Sessiz randevumuzu tekrarlayacağımızı
sanmıyorum çünkü. Yirmi yıl önce bir daha görüşmemek üze­
re vedalaşmışken, yeniden bir daha görüşmemek üzere veda­
laştığımızda, üçüncü bir nihai vedanın üstesinden gelemeye­
ceğimiz kesinlikle belli olmuştu.
Yası tutulan gelecek

NEW YORK 1946

Boşlukları şimdiden dolduruyoruz.


Sensiz. Sen orada kalıyorsun.
Kulak ver, safları nasıl da sıklaştırıyoruz,
maksat tekerleme olsun:
Portakalı soydum
başucuma koydum.
Sen bu oyundan çık,
ben kalıyoru m!
Ses çıkaran ve zinde kalan
aklıyla davranan sırf, sayılacak.
Yerli yerinde duracak Dünya her zaman.
Yokluğunu kim duyumsayacak?
Portakalı soydum
başucuma koydum.
Sen bu oyundan çık,
ben kalıyorum !
Her yatak çürüyecek elimizde.
Ayakkabın onda bunda.
Ah siz hastalar hepimizde
dert yaratırsınız sonunda.
Portakalı soydum
başucuma koydum.
Sen bu oyundan çık!

37
Öylece yatıyordu, belli ki uyuyor ve içten içe bir daha
uyanmamayı umut ediyordu. Gaipten bir ses.
<Sen> diye mi hitap ediyordu yoksa <ben> diye mi yoksa
ne <birinci> ne <ikinci tekil şahısla> mı; dinliyor muydu sırf
yoksa kendi kendine konuşuyor da kendi sözlerini mi yineli­
yordu, artık hatırlamaz herhalde. Ama uyanık birinin lehçesi­
ne tercüme edildiğinde konuşmalar aşağı yukarı şöyleydi:
"Var olmak nasıl bir şey biliyorsun." "Biliyorum," diye yi­
neledi.
"Biliyorsun madem, bildiğini ne diye her gün yeniden öğ­
reniyorsun? Her gün yeni korkular, yeni acılar ve her gün yeni
güçlüklerle." Yineledi, "Evet ne diye?"
" Çünkü yeni tanıdığın her şeyde karşına bildiğin bir şey
çıkacaktır öyle değil mi? Daima zaten bildiğin bir şey olarak.
Daima <var olmak böyle bir şey işte> şeklinde." "Öyle," diye
yineledi. Bu ikna sözleriyle gardı düştü, daha da derin bir uy­
kuya daldı, bu kez hiç sesi çıkmadı.
Saatler sonra geri döndüğünde (yoksa günler sonra mıy­
dı?) acaba yine sırf bir ağrı cehennemine mi gözlerini açmıştı?
Eski ölüm korkusu da birlikte uyanmıştı. Gecenin gerçekleri­
ni ise unutmuştu.

Üç gündür bir hastane odasındayım. Burada olmanın ne anla­


ma geldiğini bilmek için, bize reva gördükleri sürenin bir anı
bile yeter. Cömertliklerine diyecek yok doğrusu.
Dünya'daki geçici varlığımızla ebediyen varoluş arasındaki
uçurum hep sonsuz genişlikte kabul edilmiştir. Ama sınırlı va­
roluşumuz ile hiç olmamışlık arasındaki uçurumla karşılaştı­
rıldığında, birincisi quantite negligeable· kalır. Aynca şimdiye
dek, kendisine sonsuz uzun yaşamak ister misin diye soruldu­
ğunda doğrudan ve duraksamadan evet diyen birine rastlama-

Fr. Devede kulak-çn


dım. Ölmekten herkes korkmuştur gerçi Hatta bazılarını bu
korku öldürmüştür. Ancak sonsuza dek yaşamak bambaşka
bir şeydir. Pozitif bir bakışla ölümlü yaşamının yerine koyma­
yı dilediği şeyi gerçekten tahayyül etmeye kalkışan bile olma­
mışur.
Sonsuza dek yaşamama izin verilmiş dahi olsa, o son­
suzluğumda ben de korkudan ölmez miydim, bilmiyorum
doğrusu. Ölüm korkusundan değil gerçi. Ama ölümsüz biri
olarak da neredeyse bir ölümlü kadar korkunç bir biçimde
sınırlanmış olurdum: Yani tam da hep ben kalmaya mahkum:
Asla bir başkası olamayacak, tesadüfi nasılsam öyle bir ben iş­
te:· Ölümlü ya da ölümsüz - olmak her koşulda ben olmaktır,
o yüzden de kaçırmaya çıkar, tüm diğer olası biçimlenmeleri
kaçırmaya. Ebedileştirmeyle kaçınılmaz kılınan rastlantısal­
lığın, ister istemez mahkum olduğumuz, bir ömürle sınırlı
kalan geçici rastlantısallıktan daha dayanılmaz olmayacağı­
nı kim bilebilir? Ebediyen kendimin hücresine hapsedilmiş
olabileceğimi, hiçbir istifa, kovulma ya da şikayet şansımın
bulunmadığını düşündükçe soğuk terler basıyor. Taşlaşmış
belirlenmişlik.
Bir varmış bir yokmuş. Bir çocuk tarafından çizilmiş bir da­
ire varmış. Deneysel bir figürün tüm kötü yanlarını ve yamuk­
luklarını taşımasına karşın tahtadan silinmeye karşı şiddetle
direniyormuş. Kibrinin cezasını çeksin diye hayatını sonsuza
dek bir sonradan görme olarak Platonik formlar sosyetesinde
geçirmeye, aynca bu hayatın her anında, köşelerinin ve çıkın­
tılarının gülünçlüğü ve utancıyla yerin dibine geçmeye, ama
yine de asla ölememeye, dünya ahret ölememeye mahkum
edilmiş, amin.

Yazann Recherches Philosophiques'te yayımlanan "Phatologie de la


Liberte" başlığını taşıyan makalesine gönderme, 1936, s. 33.

39
Kriz sonrası. Nasıl da mühürlenmiş bir izolasyondu ağrının
beni hapsettiği ! Hastanede başka yataklar olduğundan, başka
odaların varlığından, sokaktan, New York'tan, Dünya'dan, dün
akşam 'altıdan bugün sabah beşe dek hepsinden habersizdim.
Yam başımdaki adamdan, benden daha fazla hırpaladıkları ve
benim gibi inleyip bağıran adamdan da habersizdim.
Bütün gece birlikte bağırdık anlayacağınız. Yo, eşzamanlı.
Birbirimizin bir metre ötesindeydik, ancak aramızdaki mesafe,
iki sabit yıldızın birbirine uzaklığından daha genişti. lki eziyet
toplanınca hiçbir şey etmiyordu. lki ses bir düo yapmıyordu.
Sadece dıştan bakan, sadece sağlıklı biri, sadece nöbetçi hem­
şire için iki sesliydi bağırtımız.
Savaş meydanlarında aynı şeyin olup bitmediğini kim bile­
bilir? Binlerce insanın bağırdığı, kimsenin bir diğerini duyma­
dığı, öyle ki uzakta yakında başka canlı yokmuş gibi, herkesin
<beden> denilen acının hapishanesinde kapalı kaldığL Acaba
milyarlarca canlısıyla tüm Dünya, böyle acıyla birbirinden izo­
le edilmişlerin savaş meydanıdır denemez mi?
Kendi acı çeken başkasına acıyamaz. Sağlıklıların tekelin­
dedir merhamet, seyredenin lüksüdür.
Derken bu izolasyonu yaran acayip bir şey oldu. Şafak vak­
tiydi. Saat beş ya da altıydı. Bir ses ulaştı bana. Hatta benim ya
da <bizim> ağrıdan bağırmamızın yanında pek cılız bir sesti.
Uzaklardan geliyordu hatta, başka bir odadan. Belki de başka
bir kattan.
Acının ses geçirmez duvarı delinecekse, sesin yüksekliği­
nin bir önemi kalmıyor anlaşılan. Bir seslenmeyi işitip işit­
memeniz karşıdakine, onun çağrı gücüne bağlı. Bir çocuğun
minicik sızlamşıydı duyduğum. Galiba ameliyattan çıkmıştı.
Bu ağlamaklı perişan ses, tüm dünyaya bir sesleniş gibiydi, en
azından yardım edebilecek herkesin dünyasına, bütün yetiş­
kinlere , dolayısıyla bana da.
Bu acıklı ses, bana ulaşmak için bir çatlak bulan ilk şeydi.

40
Yanımdaki yatakta yatan yaşlı adamın durumu da farklı değil­
di. Kulak kabarttığım anda onun inlemesini de duydum. (Öte
yandan odaya birden sessizlik hakim olmuşken, henüz fark et­
tim inlediğimi ve anlaşılan yam başımda keza inleyen bir baş­
kasının da bulunduğunu.) tık defa kafamı yana çevirdim, bir
metre ötemde saatlerdir bağırıp duran adama ilk defa baktım.
Yaşlı bir Meksikalının yüzüydü gördüğüm, kahverengi değil
de acaip griydi. O da benim varlığımı aynı anda fark etmiş
gibiydi. Bir yağ kütlesi gibi yatıyordu ama dikkat kesilmişti,
aynı şeye kulak kabarttığımızı hemen anladık. Yine aynı şey
sayesinde, acının yarattığı aynı korkunç yalnızlaşmadan çıkıp
yeniden doğmuş olduğumuzu da fark ettik. Bir şekilde birbi­
rimizi selamladık, elbette sessizce, konuşmaya ne benim ne
onun takati vardı. Ama dilsizler de selamlaşabiliyor bir şekil­
de. Özellikle de yan baygın halimiz bizi birbirimize yakınlaş­
tırdı. Gözleri <ne kadar da zavallıyız, daha da çaresiz olanlara
yardım edemeyecek kadar çaresiziz işte> der gibiydi. Karşılıklı
tek kelime dahi etmemişken dayanışma içindeydik.
Ah, sadece sessizliğimiz boyuncaydı bu dayanışma. Öğleye
doğru böyle güzel başlamış dostluğumuzu birkaç sözcükle ha­
reketlendirmek istedi haliyle. Ne söyledi bilmiyorum, çünkü
İspanyolca konuşuyordu. İspanyolca bilmediğim yönündeki
açıklamamı anlayıp anlamadığını da bilmiyorum. Ancak be­
nim İngilizce yanıtlarımın onu incittiği açıktı, kendisini al­
dattığımı düşünüyordu. Sözle gösterilip onaylanmayan daya­
nışma, ölüme mahkum. Kuşku içinde duvara döndü yüzünü,
hala da öyle yatıyor. Dostluğumuz geçmişte kaldı.
Bu ihtiyar, nasıl da direniyor ölüme. Oysa aralıksız acı çeki­
yor, herhalde ilerlemiş kanserden muzdarip. Bir şey yiyemiyor
artık. Sağ eli hastaneye yatırılırken de yokmuş. Akrabası yok
gibi. Belli ki arkadaşı da. Tek ziyaretçisi, aceleyle, iri adımlar­
la yatağının başına gelip onunla İspanyolca dua eden ve yine
aceleyle çekip giden bir din adamı. Ama ihtiyar ondan hiç hoş-

41
lanmıyor, daha doğrusu korkuyor. Galiba onun şahsında bir
elçi, bir cehennem habercisi görüyor. Kendisini - kimin kanı­
na girmiş ya da ne suç işlemişse - cehennemin beklediğinden
emin. Elçiyi başından savmak için yanın kolunu kaldırdığında
odadaki herkes sözleşmiş gibi yüzünü duvara dönüyor. Elden
yoksun bu savunmanın boşunalığı Şeytan'a da fazla gelirdi
herhalde.
Derin bir soluk alıyoruz. Ziyaretçi birkaç dakika önce gitti;
kol yorganın altında; ihtiyar uyuyor. Ama acı dolu yüzü bile -
yüz yaşındaki bir lnka'nın mumyalanmış başı gibi görünüyor -
onu bekleyen şeyin korkusuyla gerilmiş. Yüzündeki bronzdan
çizgilere vuran ikindi güneşi de kar etmiyor.
Aslında ölmeyi arzu etmeli. Yaşamın ona acıdan başka bir
şey sunduğu yok artık. Yatakta yatan şey bir insan değil, onun
adını taşıyan bir ağrı bohçası. Çocukken sadece kendi dünyası­
nın değil, Dünya'nın kendisinin de bir keder deryası olduğunu
öğrenmiştir kuşkusuz; buna karşın seve seve ölmek aklına bile
gelmiyor. Bunun nedeni bir yandan da bu gözyaşı deryasından
çok daha beterinin olduğunu, kıyaslandığında, buranın hali­
nin o kadar da fena olmadığını, öbür tarafta onu, bu dünyada
başına gelenden daha dehşetli bir şeyin beklediğini <bilmesi>.
O yüzden with claws and nails· direniyor bu dert diyarını terk
etmemek için ya da ne kadar geç olsa iyidir diyerek. Bir acı
yumağı olarak sürdürüyor yaşamını haliyle.
Ara sıra yanın saat süreyle inliyor ne var ki sesi zor du­
yuluyor. Sona doğru düzenli olarak, anlaşılmaz bir nakarat
mırıldanıyor. Tercüme ettirdiğim bu İspanyolca nakarat, ihti­
yarın derdinin ne olduğunu fena halde anlatıyor: <I don't want
to get somewhere else>, <başka bir yere gitmek istemiyorum>.
Sadece bu bile onu ürkütüyor demek ki. Sırf yolculuğun başka
bir yere olduğu, hayatın başka yerde devam ettiği düşüncesi,
aşinası olmadığı bu yolculuğun ya da bilmediği yaban ellerin

Dişini tırnağına takıp -yhn

42
tasavvuru. Kimbilir, belki cennete gidebilme ihtimali dahi işi­
ne gelmiyordur, çünkü oranın da yabancısı. Halini, şu ünlü
<Partir, c'est mourir un peu>den· çok <Mourir, c'est partir
beaucoup> •• anlatıyor asıl.
Korkularının ne denli yersiz olduğunu anlayıp ferahlama
fırsatına asla kavuşamayacak.
Hayatın ölümden sonra sürmesi olasılığı genelde avutucu
bulunur. Bunun tersi doğru olamaz mı? Asıl biz inançsızlar
değil miyiz, avunmuş, en azından gönül rahatlığıyla ve insana
yaraşır biçimde ölebilen? Yani kayrılanlar? Öyle ya, vakit gel­
diğinde bizi kimsenin taciz etmeyeceğini, ölünce gitmek zo­
runda kalacağımız bir yerlerin olmadığını bilmenin huzuruyla
ayaklarımızı rahatça uzatacağımız düşünülürse.
Benim buluşum değil. Budizmden daha saygın bir örnek
arasak bulamayız. Buda, çömezlerine, tüm dünya cenderele­
rinden kurtulmayı salık verirken - buna her türlü dogma, her
türlü inanç, her tür metafizik, dinsel ya da teolojik tutukluk
dahildi - Dünya'dan ve yargılardan arınma tekniği öğretisiy­
le, reenkamasyon zincirini kesmekten, yani gerçekten ölmeyi
mümkün kılmaktan başka bir amaç taşımıyordu.
Gerçi o teknik de korkunun diktesiydi ama ölüm korku­
su değildi mesele. Aksine, asla ölememe yani <ölümsüzlük>
korkusuydu. Amacına kurtulmuş bir yaşamla değil yaşamdan
kurtularak varmayı ümit ediyordu.
Herhangi bir enkamasyona kapılma korkusunu aklım al­
mıyor doğrusu. Tarihsel önkoşulları beni ilgilendirmez. Ölüm
korkusu olmaması bir yana, ondan da beter bir korku, o yüz­
den önemsiyorum. Öyle olmasaydı Buda, yaşamı ölebilme
amacına adayabilir miydi?
Biz doğuştan inançsızların işi ne kolaymış! Sadece ölüm
korkusunu bilmek ne büyük lüks! Yaşamımızı, ömür boyu

Fr. Gitmek biraz da ölmektir -çn


Fr. Ölmek tamamen gitmektir -çn

43
süren engelleme tekniğiyle ve ölümden sonraki var olmaya
hazırlanmayla çarçur etmemiş olmak ne büyük ayrıcalık! Ne
cehennem korkusu işkencesi çekmiş olmak ne tuhaf bir şekle
bürünme korkusu! Tuzumuz kuru, ölüm geldiğinde (belki de
şu anda just around the corner· bekliyordur) sahiden yalnızca
ve yalnızca kendisi olduğu konusunda ona güvenebilmek, baş­
ka bir firmanın, mesela <araf ve cehennem> firmasının çırağı
falan olmadığını bilmek gibisi yok. Ancak ölüme güvenen biri
doğru dürüst yaşayabilir. Yoksa öyle yaşamadık mı?
Doğru. Hepten eziyetsiz ve korkusuz kalmak bizim de har­
cımız değil. Özellikle tam kapı kapanırken bu dünyadaki şan­
sımızı, bu bir kerelik şansı iyi değerlendiremediğimiz kanısına
vardığımızda. Ancak (biliyorum, bağışlanamaz bir cüretkarlık
adeta, en azından vicdan azabı meraklılarının kulağına öyle
geliyordur) bizim de kendimizi kurtaramadığımız bu korku­
lar, daima geriye dönük korkular; sırf pişmanlıklar, sırf geçmi­
şi hatırlama, sırf kaçırdıklarımıza hayıflanma. Bunlar nedir ki
oysa? Ömürlerini cehennem korkusuyla geçiren milyonlarca
acınası haldeki kişinin yanında biz inançsızlar kesinlikle yer­
yüzünün en şanslılarıyız. Hem de olası bir mükafata da olası
bir cezaya da hazırlıksız olduğumuz halde. En son anımızda
bile avantajlıyız, çünkü o anda da biliyoruz ki ister hergelelik
etmiş olalım ister evliyalık, ertesi gün bu farkların anlamı kal­
mayacak, en azından bedel ödemeyeceğiz; yani azaplarımız ve
endişelerimiz de, bunlar hak edilmiş vicdan azapları ve haklı
endişeler olsalar da temizinden ve kesinlikle ölüp gitmiş ola­
caklar, tıpkı bizim gibi. Amin.

Bu sabah uyandığımda ihtiyarın yatağında başka biri yatıyor­


du. Saç baş dağınık, açık renk gözler. Ölesiye yorgun bir tö­
rensellikle bana kendini McK olarak tanıttı. Bir lskoç. Demin
hemşire, gezgin vaiz olduğunu söyledi. Onu yüksek sesle se-

Eli kulağında -yhn

44
lamladık, kısmen, biz uyurken götürülen selefine sabitlenmiş
düşüncelerimizi bastırmak için kısmen de bacağının kırık ol­
duğunu aktardığı için. Bu bize henüz Dünya'da sağlığın soyu­
nun tükenmediğini gösteriyordu. Bir kırık nedir ki, hastalık­
tan sayılmaz,* şans dileği değil mi. Sonuçta işi espriye döktük.
Tabii o ciddiyetini bozmadı.
Yeni gelen hastanın yattığı yatak, hiçbir şeyden haberi yok­
muş gibi davranıyor.
McK'nin selefinden bu ana dek kimse söz etmedi. Kafalar
onunla meşgul olduğu halde - tabii herkesin yaklaşımı fark­
lıydı - bir daha asla sözünün geçmeyeceğini sezinliyorum. Ben
de onu düşündüm. Onun yerine ben rahatlamıştım. Önünde
uzandıkça fiilen içinde dolandığı cehennem, ardında kaldı ar­
tık.
Şunları deseydi ya ölüm:

Sevin ölümlü olduğuna. Ve peşimden gel


korkusuzca. Uyumam işaret ediyorum, bırak
kendini. Görevli gelmedim, kimsenin
hizmetinde değilim, seni berbat yerlere
sürüklemem. Ne bir ceza, ne bir hüküm,
ne bir sınav bekler seni,
ne de buradaki gibi, yabancı bir ev, içinde
alışması pek bir zor yabancı bir yatakla.

Bugün herkes suskun. Yeni gelen hasta, yaşlı Meksikalının


halefi, uyuyor şu anda. Ama bu sabah beni epey korkutan bir
şey oldu . Öbür hastalar da korktular keza.
Dört buçuğa doğru - daha karanlıktı denebilir - cılız biri
kalktı yatağından, üstünde önlüğe benzer gülünç bir hasta
geceliği, örttüğünden çoğunu gösteren; derken döşeğin altına
elini attı, bir şey çıkardı (bir mum artığıydı, yakınca anladım,

"Boynun bacağın kınlsın", Almancada haşan ve şans dileme tümcesi -çn

45
bu kadar eski bir şeyi Amerika'da hiç görmedim, nereden bul­
muştu acaba?) , yüzüme tuttu ve dikkatle inceledi. Uyuyormuş
gibi yaptım ancak gözüm üzerindeydi, pek tekin gelmemişti
bana. Teftiş sona erince arkasını döndü, üç gün önce tutturul­
muş kırık bacağını bir aksesuarmış gibi arkasından sürükledi,
bir sonraki yatağa geçti, aynı denetime orada da devam etti.
Tüm salonu turladıktan sonra - ne amaçladığı ya da tatmin
olup olmadığı kolayca anlaşılmıyordu - ortaya geçti, birkaç
saniye yere baktı (herhalde bir dua okudu) ve birden açık ha­
vadaymış gibi etkileyici bir sesle bağırdı: "Kardeşler, uyanın!"
"Uyanığım ben," diye seslendim, en az onun kadar yüksek
bir sesle, aklını başına toplaması için.
"Hayır kardeş ," diye yanıtladı. "Değilsin ! Çünkü bu gidişle
torunlarımızdan biri son insan olacak! "
"Kardeş" hitabından ve anlamsız beyandan daha da şaşır­
tıcı olan, cümleyi başlattığı "çünkü" sözcüğüydü. Hiç değilse
elindeki yanan mumu kenara koyduğunu , bu arada diğerleri­
nin kımıldadığını görüp rahatlamıştım.
Pencere kenarındaki yataktan "Susun ! " diye bir ses yük­
seldi.
McK transta değildi, sanmıyorum. Benim seslenmemi de
şimdikini de duymuştu. Kendi tarzında bilinci yeterince açıktı
hatta, sözcüğü hemen kendi amaçlan için kullanacak kadar.
"Evet susun," diye devam etti çünkü. "Sükunete vakitlice ka­
vuşacaksınız. Hepiniz. Nitekim şimdiden görebiliyorum, nasıl
da uzanıp yatıyor."
"Nitekim," diye yineledim, onu gülünç duruma düşürmek
için.
4. yataktan bir bağırtı: "Sen de yat uyu! "
Ancak başarılı olamadık. Üçüncü bir kişi bize rakip çıktı,
hem de anında zaferini ilan etti. "Kimi görüyorsun ki?" diye
sordu, yakaran bir ses tonuyla. Sesin sahibi Oklahomalı bir
çiftçiydi. Alay etmediği ve sorusundaki içtenlik açıktı. Belki
de McK'yi tanıyordu, en azından vaaz veren sesteki otorite­
sini seçebiliyordu. Yan doğrulmuş halde, ağzı açık, McK'nin
yanıtını beklediğini fark ettiğimde anladım, hiç kuşku yoktu,
kendini mesaja ya da halisünasyona hazırlamıştı. Parmağını
dudağına götürerek sessiz olmamı tembihledi. Freedom of
Religion· dokunulmazdır. Böylece McK'nin statüsü kesinlik
kazanmıştı.
Durumun kendi lehine dönmesi McK'yi şaşırtmamıştı.
Bunu program dahilinde bir düzenleme olarak kabullendi.
Derken yeniden konuşmasına döndü. Şimdi artık, gürültü,
dikkatsizlik ya da ilgisizlik var diyemezdi. Benden şikayetçi
olması için de bir neden yoktu. Bu arada vaazı şöyleydi:
"Torunlanmızdan biri son insan oluyor, anlayacağınız. Na­
sıl yatıp uyuduğunu şimdiden görüyorum. Onunla birlikte
herkes ölecek. Sadece kendi çocuklan, torunları ve onların
torunları değil; aynca biz de, bizim anne babalanmız ve atala­
rımız da. Bu ikinci ölümleri olacak. Ama bu seferki nihai bir
ölüm."
("Amin! " diye seslendi Oklahomalı çiftçi.)
"Borazanlar çalmayacak," diye sürdürdü vaiz, "gök ka­
rarmayacak, düşen yıldırımla boydan boya yırtılan bir perde
olmayacak. Bu kez öyle olmayacak. İnsanlığın sonu gelmiş
olduğundan, Dünya'nın hiçbir takviminde bu gün yer almaya­
cak. Yeni bir takvim başlamayacak. Yıllar sükunetle geçmeye
devam edecek. Soyu tükenmiş bir tür bile olamayacağız. Çün­
kü bizi hatırlayacak kimse yoksa, daha önce de kimse olma­
mış demektir, o halde sözünü etmeye de değmez."
(Bu kez "Amin" sesinin yükseldiği yatak sayısı üçe çıkmış­
tı.)
"Savaşlar savaşılmamış, barış umut edilmemiş, tarla sü­
rülmemiş, un öğütülmemiş olacak; çocuklar doğurulmamış,
ölümler ölünmemiş, işkenceler görülmemiş, avutulanlar avu-

Ing. lnanç özgürlüğü -yhn

47
tulmamış; güzellikler düşüııülmemiş, kötülükler yapılmamış.
Bunların hiçbiri olmamış olacak. Piramitler veya beş kıtanın
lanetli verici kuleleri yerlerinde dikili dursalar da, birer kaya­
lık ya da çelikten iskelet olarak ömür çürütecekler. Ne insan
eliyle inşa edildiklerini ne de ellerin sahibini hatırlayacaklar.
Anlaşılmayacak bile bu."
(Bütün salondan "Amin" sesleri geldi. Korkarım ben de
dudaklarımı oynattım. Ama o konuşmaya devam etti:)
"Son kişi de yatıp uyuduğu gün böyle olacak işte. Açın gö­
zünüzü! Onu şimdiden görebilirsiniz."
(Fal taşı gibi açılmış gözlerle onu izliyordu hepsi.)
Bir süre mola verdi. Yeniden başladığında, konuşmasını
bezdirici bir yavaşlıkla sürdürdü , bir şeyin hazırlığını yapıyor
gibiydi.
"Öyle yavaşça olmayacak," dedi vurgulu bir sesle, "önü­
müzdeki binlerce yıl zarfında da olmayacak bu yok oluş, ne_
idiysek, ne yaptıysak. .. biz de, son birkaç bin yılımızın kalaba­
lık ailesi de ... Adem'den ve lbrahim'den beri ne olduysak, öyle
yavaşça son bulmayacak. . . "

Sonu gelmiyordu. Dayanılacak gibi değildi. Derken, "Peki


ne olacak?" diye tamamladı Oklahomalı.
Bütün uğraşı bu anahtar sözcük içindi aslında. Ne var ki
yanıtı çabucak geçiştirdi, biz daha yanıt verdiğini kavrayama­
dan, o sözlerini bitirmişti bile. "Ne olacak, her şey sönecek,"
boğuk sesler çıkardı, "bir seferde, abp verdiği son nefesle. Böy­
le. "
Mumu o yüzden hazırlamış meğer. Sözünü bitirdikten
sonra mum ışığına üflemiş ve bizi karanlığa yuvarlamıştı. Ne
birbirimizi görebiliyorduk ne de onu. Karanlık ürkütücüydü.
"Sonuncunun" bitişini izleyen sonraki geceydi çünkü ve ka­
ranlığa konuşacak ya da ışığı yakmayı düşünecek cesaret de
kimsede yoktu.
Ortalık karardığında, galiba hepimiz o anda içinde bulun-
duğumuz gelişigüzel durumda donakalmıştık. Tıpkı iki bin yıl
önce gafil. ;ıvlanall ve lav selinin böldüğü jestlerini tamamla­
maya o gün bu gündür fırsat bulamamış Pompeililer gibi. En
azından ben hiç kımıldamadım, diğer yataklardan da hiçbir
hışırtı duyulmadı. Bu felç ne kadar sürdü bilmiyorum. Belki
çok kısaydı. Ama zaman durmuştu işte; durdu mu da sonsuz
gibi görünür zaman.
1 tiraf etmeliyim ki yaşamımda, vaizin sesini tekrar duydu­
ğum andaki kadar rahatlamışlığım nadirdir. Bütün yataklar­
dan hışırtılar duyuldu, ben de doğruldum. lçimi bir minnet
duygusu kapladı, tıpkı ilk gençliğimde beden eğitimi ders­
lerindeki yirmi dakikalık sıkı saygı duruşundan sonra hain
öğretmenimiz "Rahat" diye bağırıp da bir anlığına kendini
sevdirdiğinde olduğu gibi. Evet, McK yeniden konuşmaya
başlamıştı. Ama sadece, konuşuyor diye rahatlamıştık. Belki
vurgularında bir ton daha insancaydL .Belki de dehşete kapıl­
mamızı değil ağlamamızı istiyordu. Ne var ki ağzından çıkan
hiçbir söz, sessizlik, öncesi söylediklerinden daha teselli edici
değildi. Doğrusu sadece bir anlığına rahatlayabilmiştik.
"Evet kardeşler, durum nedir?" diye sordu çünkü. "Sizler, o
son insanın babalan ve kardeşleri., görebiliyor musunuz onu,
sonuncuyu?" Uzunca bir süre bekledi.
"Evet;:» Oklahomalının itaatkar sesi geldi nihayet.
"Çünkü refakat edip uğurladığımız, senin oğlun ya da senin
kardeşindi, sizin oğlunuz ya da sizin kardeşinizdi. Demin yatıp
uyuduğunu gördüğl.)müz kişi sizin oğlunuzdu." Son bir kez
mola verdi, kesinlikle iyi tartılmış bir mola. "Oldu bitti işte,"
diye bitirdi, vakur bir ses tonuyla, "şimdi unuttu bizi artık,
kendi de unutuldu, yapayalnız yatıp uyuduğu için arkasından
ağlayanı yok. O yüzden onu şimdiden analım. Şimdiden ağla­
yalım ona, sonra ağlayacak kimsesi olmayacak."
Bu .son .sözleri izleyen "Amin! "e katılmayan olmadı. Ben
dahil. Ben de kederlenmiştim. Ama beni daha beter keder-

49
lendiren, hatta korkutan, sızlananların verdiği konser ve o an
yükselen ağlamaklı tiz seslerdi. Daha önce böyle bir şey yaşa­
mamıştım. Şimdi anlıyorum - L. Hemşire biraz önce aydınlattı
beni - "that's one of those things that happens" ,* söylediğine
göre "revival meetings"** türü bir şeydi patlak veren. Tek fark­
la ki teselliye ya da merhamete yer yoktu. Yeniden doğmuşla­
rın değil, kıyamet sonrası yatıp kalmak için uzanmadan önce
son bir kez isyan eden ölülerin konseriydi.
Birden kapı açıldı, koridorun göz kamaştırıcı ışığı içeri
doldu. Eşikte, güçlü kuvvetli nöbetçi hemşirenin silueti be­
lirdi, ellerini beline koymuştu . Hemşire Angelica, McK'yi bel­
ki de önceden tanıyordu. Fırsat bulduğumda soracağım. Her
halükarda durumu ilk bakışta kavradı. Yapması gerekeni bi­
liyordu. Ondan başka kimse de bunu akıl edemezdi. Sadece
erkek çocuklara özgü yüksek perdeden, parsiyel sesleri olma­
yan bir diskantla bir şarkı tutturdu. Herkesin bildiği, herkesi
cezbeden bir kilise şarkısıydı. Kulaklarıma inanamadım, daha
birkaç ölçü geçmeden McK'nin keskin tenor sesi karıştı ara­
ya, sonra bir bas, derken sesler ardı ardına geldi. Bir gürültü
karmaşası göz açıp kapayıncaya kadar nasıl da seslerin berrak
akışına dönüşecek bir düzene girdi, hiç tekin gelmedi bana,
bu işte bir sihir vardı. Ama güzelliğine diyecek yoktu . İkinci
dörtlüğe geçildiğinde, seslerimiz mükemmel bir ittifakla yük­
selip alçalıyordu, bizim basların iki oktav üstünde Angelica
hemşirenin vox angelicası··· salınıyordu, bir o yanda bir bu
yanda çınlayarak, şarkıyı söylerken dolaşmaya başlamıştı ni­
tekim ya da dolaşarak şarkı söylemeye ve daha şarkı esnasında
veya tam da o sırada şarkı söylediği için, McK'yi yatağına geri
götürmeyi becermişti - o da bir uyurgezer gibi gitti peşinden -
üstelik kaşla göz arasında nefis bir hileyle Oklahomalı çiftçiye

Böyle şeyler hep olur -yhn


inancı yaymak için düzenlenen toplantılar -yhn
Lat. Melek gibi ses -yhn

50
damlasını da damlatmıştı, çiftçinin her zamanki gibi şiddetle
direnmesine aldırış etmeden. lkinci dörtlüğün sonunda, me­
leksi varlık, erkeklere karşı muharebeyi kazanmıştı, sağlam ve
sakin duruşuyla yeniden kapının eşiğinde gördük onu, son
dörtlüğü orada durduğu yerden söyledi.
Angelica hemşirenin bu beklenmedik olayın bahsini açaca­
ğını düşünüyordum. Oysa o ne yaptı, "Hi folks," diye seslendi,
"you know whaff Bu gece ikizlerimiz oldu. Erkek. Üçer kilo."
Sonra işaret parmağını kaldırdı ve fısıldayarak: "Duydunuz mu? "
Bir sürü duvarın ötesinden minnacık bir viyaklama geldi.
"Sizin seslerden hallice ha? "
"Pretty sweet,"** dedi biri.
"Bence de," deyip dışarı çıktı.
Angelica hemşireye bayılıyorum. O durumda yapılabilecek
en dahice şeyi yapmıştı. Çıkan korku yangınına bir anda set
çekmişti sahiden de. Meleklere özgü bir ses ve yılan kurnaz­
lığının yanı sıra bir mareşalin cevvalliğine ve okul çağındaki
bir kız çocuğunun canlılığına sahipti. Herkesçe seviliyor, her­
kesin hayallerinde o var, dert edilecek bir şey yok doğrusu,
şikayetçi olduğu söylenemez, bu durum hoşuna gidiyor hatta;
kabullenip dalgasını geçtiği gibi, kullanıyor da statüsünü. Bir
kadına dört dörtlük bir ilanı aşk daha nasıl olur.
Ancak mesele daha ciddi. Gerçekten ciddi. Hemşirenin
korkunun için için yanan korunu tamamen söndürdüğü yar­
gısına varmak gülünç olurdu . Böyle bir beklentiye yer yok.
Angelica hemşire, sorunu hallettiği kanısındaysa, bu onun ne
kadar ilahi ve ne kadar dünyevi olursa olsun, çocuk kalmışlı­
ğını ve şeytani rakibini tam anlamıyla küçümsediğini gösterir.
Tam bir yargıya varacak kadar tanımıyorum onu elbette. Bu­
günkü oyundan haberli idi ise gözümüze kum atmaya çalıştı.
Başaramadı bunu .

Selam millet, biliyor musunuz . . . -yhn


Çok tatlı -yhn

51
Bu yaşadığımız şeyden sonra burada yeni bir takvimin baş­
ladığı tartışılmaz. Her ne kadar herkes öğleden önce tekrar
uyumuş ya da uyuma numarası yapmış da olsa. Kimse konuyu
açmadı. McK'ye davranışları da değişmedi; hiçbirimiz yaptık­
larına içerlemiş değiliz, onu suçlayan ya da ondan çekinen de
yok. Ancak dediğim gibi, olaydan sonra salondaki atmosfer
değişti. Artık radyo açık değil örneğin. Doktor, güleç yüzüyle
düğmesini çevirdiğinde beklemediği bir toplu protestoyla kar­
şılaştı ve hemen kapatmak zorunda kaldı. Şu anda , on beş da­
kikadır hayallere dalmış Oklahomalı dışında, hepimiz suskun
yatıyoruz. Her birimiz diğerlerinin de "konuyu" kafasından
atamadığını biliyor.

O günden sonra "Oklahomalının" durumu kötüleşmeye baş­


ladı. Sayıklamalar, uzun süren baygınlık nöbetleri.
Birkaç gün önce not ettiklerim ne kadar çarpık ne kadar da
yarım yamalakmış: Sözde korkudan kurtulmuştuk.
Artık muzdarip olduğumuz şey, eski tarz bir cehennem
korkusu değil gerçi. Bizim Meksikalıya ölmeyi cehenneme çe­
viren korkuyla aynı şey değil bu. Başımıza gelebilecek bir şe­
yin ya da ölümden sonraki hayatımızın verdiği korku da değil.
Dünya için endişeleniyoruz açıkçası.
Ünlü <Apres nous le deluge>· deyiminin içerdiği sinizm,
çoklarının gözünde devasa idi. Huzur dolu , ne kıskanılacak
zamanlarmış onlar, rahatlıkla sinik olunabiliyormuş. Bugün­
kü kriterlerle değerlendirirsek, hayli zararsız bir deyimdi o.
Kimse, Dünya'nın tümünün başına bir şey gelebileceğinden,
hatta bir 'deluge' olabileceği önkoşulundan yola çıkmıyordu.
Kastedilen şey, kişisel felaketlerle, örneğin iflaslarla sınırlıydı.
Puro tiryakisi K. Amca, bu deyişi severek kullanırdı. Aynen
öyle, kıskanılacak zamanlardı. Bugün esaslı sinik bir zamana,

Fr. Benden sonra tufan -çn

52
kozmik kayıtsızlığın metaforlannın öç aldığı ve kelime anlam­
larını geri istediği bir döneme sürüklenmiş bulunuyoruz. Bize
bugün korku salan şey, gerçekten batma olasılığı, er ya da geç
her şeyin sahiden bitebileceği düşüncesi. Bir firmanın şubesi­
nin ya da ailemizin, yahut senin benim değil, ömrümüzün ar­
dından kapı kapandığında arkamızda bıraktığımız şeylerin de,
Dünya'nın da <batması>, buraların <batması>.
Meksikalı, Dünya denen evi ardında bırakmaya karşı boş
yere ayak direrken, onu korkutan şeyler yolun karanlıkları ve
cehennem ateşinin tehdidiydi. Başına geleceklerden korku­
yordu. Oysa bizim eşikten ürkme nedenimiz, evin başına bir
şey gelebileceği endişesi, hem de her an. Bir de kilerde saatli
bombanın yerini tutacak bir şeyin istiflenmiş durduğunu , hat­
ta büyük ihtimalle bu şeyin saatli bomba olduğunu bildiğimiz­
den. Özellikle de o anda yolculuğa çıkmaya ya da bu felaketi
önlemeye omuz veremeden yola koyulmaya katlanamadığı­
mızdan.
Hayır, ölmekten korkmuyoruz (cehennem konusunu da
geçelim) , geride kalacaklar için endişeleniyoruz.
Molusya'da Mendozza adında yaşlı bir adam varmış. Aslın­
da hayattan bıktığı halde, ölmeye bir türlü yanaşmıyormuş.
Gece gündüz, iyi terbiye veremediği oğullan için endişele­
niyormuş. Gün yokmuş ki ölmesi durumunda işe yaramaz
oğullarının kalkışacağı düşüncesizlikleri aklına getirmesin ve
huzuru kaçmasın. Bu durum onda ölecek takat de bırakmıyor­
muş. "Dert adamı mezara götürür, hayırsız evlat tabut çivisi­
dir derler, inanmayın, kocakarı masalından başka bir şey değil
bu," diyormuş. "Aksine onlar yüzünden hayata tutunuyoruz,
ölümümüzü sabote edenler onlar." Gerçekten de yaşlı adam,
bu arada kendi de yaşlanmış olan en küçük oğlunu defnettiği,
nihayet defnedebildiği gün ruhunu teslim edebilmiş ancak.
Bizimki buna benzer bir korku. Tek farkla ki bizim kor­
kumuz daha büyük. Mendozza şanslıydı, çünkü onun endi-

53
şesi oğullan yüzündendi bir tek. Oysa biz - McK yerden göğe
haklıydı - babalar ve oğullar, geçmiş ve gelecek, bütün tarih;
olmuş, olan ve olacak her şeyin toptan varlığı için endişe
duyuyorduk. Çünkü eğer yıldırım düşerse, geçmişimizin en
karanlık köşelerine kadar ulaşacak, lbrahim'le Hesiodos'u da
yakıp kül edecek, McK'yi de, bu salonda yatan seni de beni
de, bu şehirdeki, bu kıtadaki, Dünyamızdaki herkesi. McK'nin
kehaneti de doğrulanacak: "Atalarımız doğmamış, ölümlerini
bile görmemiş olacaklar. Amin."

Bu sabah Oklahomalımn yatağı boştu. O sırada derin bir uy­


kudaydık demek ki. McK üç kez, belki daha da fazla yerinden
doğruldu, ısrarla, doğru görüp görmediğinden emin olmak is­
tedi. Artık emin.
Krom somya çıplak. Döşek bile yok. Aradaki boşluk sinir
bozucu görünüyor. Yerine hemen biri gelsin istiyoruz.
Demin W H. gelmişti ziyaretime. Ona, McK'nin not aldığım
vaazını okuyunca, gülerek şunları söyledt "Gelecek zamanda
tamamlanmışlığın şu şeytaniliği, hiç mi dikkatini çekmedi? Şu
<olmuş olacak> ya da <olmamış olacak>, örneğin. Yahu bir
yerlerden okumuş düpedüz, pek yeni bir şey olmadığını fark
etmedin mi? Süleyman'ın ôzdeyişleri bunlar, anonim. Üstelik
zamanına göre epey cüretkar. Şaşırtıcı derecede nihilistçe."
Sözde onu benden ayıran eğitim dünyasına karşın kendimi
"şu adama", uyuyan McK'ye ne kadar da yakın hissediyorum.

Hıristiyanlığın bir dizi başkalaşım boyunca, nasıl olup da


Dünya'nın hep iyiye gittiği ve hep yükseldiği yolundaki iyimser
görüşle barışmayı becerdiğini anlamak isteyen, kaçınılmaz bi­
çimde, Yeniçağ'ın en ikircikli dönemlerinden biriyle haşır neşir
olacaktır. Bugünkü dert deryasının dünkünden <daha iyi> ya
da <daha üst düzeyde> olabileceği ya da günümüzün, kesinlikle

54
karlı bir geçmişler birikiminden oluştuğu fikri, ilk Hıristiyan­
lann beklentilerinin suratına inen bir yumruk gibi. Onlar için
zaman, insanlığın (belki bir parça kendi çabasıyla da tırmana­
rak) üzerinde durup ad infinitum· yükseğe çıktığı bir yürüyen
merdiven değildi; aksine eğer (en iyi olasılıkla) <dolmamışsa> ,
olsa olsa bir ayak boyunda, uçuruma doğru sarkmış, kendisi de
dökülmeye başlamış bir son çıkıntıydı zaman. Mecaz bir yana:
Zaman <ivedilikle> <had safhada>ydı, o halde bir mühletti.
Dert deryasının terfi edemeyeceği, gittikçe daralan çembe­
rin mühlet denen şeyin dahilinde olduğu , bugünkü Dünya'nın
dünkü Dünya'dan daha az ömürlü olması dolayısıyla, dünkü­
ne oranla esasen daha fazla tehdit altında bulunduğu - tüm
bunlar, apokaliptik durumda kendiliğinden anlaşılır şeylerdi .
Hayır, <mühlet> kavramından <ilerleme>ye geçmek - düz
yolda mümkün değildi bu. Ancak ilk Hınstiyanlık, zamanı
<mühlet> olarak anladığı için, içine apokaliptik korku işle­
miş, seküler ilerleme düşüncesini hala benimsememiş, dahası
bir sürü çağı atladıklarını ya da o çağlar tarafından atlandık­
lannı bilmeyen, zamanımıza sürüklenmiş, tamamen asenk­
ron, soylan tükenmiş Hıristiyanlar, anlayacağınız McK gibi
kaçıklar, hiç hesapta yokken, bugünkü durumla şaşılacak ka­
dar senkronizeler. <Henüz>leri kısa devre yaparak en güncel
<çoktan>a dönüyor. Ne de olsa söyledikleri, zamanların sonu­
nu konu ettikleri için - ne denli eğitimli olurlarsa olsunlar - bu
son düşüncesini erteleyenlerden ya da W H. gibi <Dünya'nın
Sonu> kavramının tarihçesiyle ilgilenenlerden daha fazla fet­
hediyor kalbimizi. Ne var ki bu eski vaizler de turnayı gözün­
den vuramıyor. Tersine, tam da bu yüzden tehlikeliler. Şöyle
ki bugün vadesi gelmiş bir meseleden söz ediyor görünüyorlar,
ama bugün yeri gelmiş bir mantaliteyi yarattıkları yok. Çünkü
intiharcı bir teslimiyeti salık veriyorlar. lşte bu yüzden şu sıra
gerekli şeyi, felaketle mücadeleyi baltalıyorlar.

Lat. Sonu olmayan, sınırsız -yhn

55
Gerçekten de yüzyıllardan bu yana apokaliptik duygulan
ilk olarak (belki de mutlak biçimde son olarak) bizler taşıyo­
ruz. Her durumda, ilerlemenin hep daha yükseğe çıkan ve hiç
son bulmayan yürüyen merdiveninde herhangi bir (her defa­
sında en üstteki) basamakta durduklarından emin olan babala­
rımızın, dede ve büyük dedelerimizin iyimserliğini adamakıllı
kaybettik. Onlar kendi dönemlerini her defasında had safhada
zaman olarak görürlerken, bugün zaman mutlak anlamda <had
safhada>. <Had safhada> ifadesinin anlamı daha radikal dö­
nüşemezdi - ve bu dönüşümle, tarih bilincinin en keskin açı
değişikliklerinden biri gerçekleşti. Ama bu, tarih felsefesi bağ­
lamında kimi ilgilendirebilir ki? Vaziyet <had safhada>ysa ta­
rih felsefesiyle uğraşmaya zaman mı kalır?
Açık denizde hem kalkış hem vanş limanına eşit uzaklık­
tayken, yolculardan A. ambarda bir şeyin tutuştuğunu fark
etmiş. Geminin pamuk yüklü olduğunu bildiği için de alev­
lerin akşama doğru her yam sarmasının kaçınılmaz olduğunu
düşünmüş. Kamarasına girmiş, arkadaşlarım çağırmış, onlarla
son bir kez hoşça sohbet etmiş. Sonra da dikkatlerin dağıldığı
bir anda aradan sıyrılıp suya atlamış. Akşamüstü gerçekleşe­
cek, doğal olmayan, zoraki ölümden kurtulmakmış arzusu.
Günümüzde <doğal ölüm> denen şey, bu suya atlayıştan fark­
sız bence.
Belki de gemi açık denizde yanıp kül oldu.
Yalnız şu da olasılık dahilinde: Mürettebat ve yolcular el
ele verip yangını kontrol altına almayı ya da söndürmeyi ba­
şarmış olabilirler; yani A.'nın boşu boşuna derinliklere atladığı
söylenebilir.
Gemi yanmış olsun diyelim. Ancak fazladan tek bir el daha,
yani A 'nm eli olsaydı ve tulumbayı kullansaydı belki de yan­
gın söndürülebilecek ve bir sonraki limana vanlabilecekti diye
düşünmekse en beteri.
Nasıl iddiasız, nasıl hamaratça oradan oraya koşturuyorlar,
apokaliptik çağın cahilleri şu doktorlar, hemşireler, temizlikçi
kadınlar. Hamaratlıkları korkunç bir ikna gücü içeriyor. lnsan
yalancı çıkmış olma duygusuyla yerin dibine geçiyor. Onları
seyredince, evrensel sonun yaklaştığı düşüncesi ahmakça bir
kuruntudan başka bir şey değilmiş gibi görünüyor. Davranış­
larıyla ortaya koydukları argümana uzun soluklu bir direnme
kimin harcı?
<Cahil> sözcüğünün bugünkü anlamı nereden gelmiş
olursa olsun, ben, kavramı felsefi anlamda kullanıyorum, hat­
ta düpedüz tarih felsefesi kategorisiymiş gibi <Cahil> denince
- tüm zamanların tüm insanlarının çoğunluğunu oluşturuyor­
lar - bundan, (kendi dönemlerine ait oldukları, hatta - başka
çareleri yok - damgalarını vurdukları halde) esas itibarıyla,
tarihi tarih olarak kabullenmeye ayak direyenleri anlıyorum.
Bu cahillerin, tarihi gerçekten yapanlarca, yani egemen sınıfı
temsil edenlerce çoğu kere önü açılan ya da yaratılan arızası,
doğum tarihlerinin olumsallığının getirip onları koyduğu te­
sadüfi tarih katını en naif biçimde apriori saymalarında yatı­
yor. Aynı naifliği kendilerini ya da doğum yerlerini apriori ka­
bul ederlerken de ortaya koyarlar. "Bir insan nasıl Frankfurtlu
olmaz! "a "Bir insan nasıl günümüzün insanı olmaz! " denk
geliyor. Tabii bu onların, söz konusu bugünlerini tanıdıkları
gibi bir anlama gelmiyor; yaptıkları sadece, bugünü asıl Dün­
ya, Dünya'nın asıl doğal hali saymak; bir de bu bugünlerini
yaşarken, sanki bugün hemzemin bir şeymiş gibi bir tavır ser­
gilemek. Görünürdeki anlamında Dünya'nın dün, önceki gün,
ondan önceki gün, bugünkünden farklı olduğu gerçeğinden
haberleri var aslında. Ancak nihayetinde bu gerçek yine de bi­
raz gücendirmiş onları. Ayrıca bundan da önemli bir gerçeği,
Dünya'nın yarın ya da öbür gün, bugünkünden farklı olmakla
kalmayıp hiç var olmayabileceğini kestirmekse onların bo-

57
yunu büsbütün aşan bir şey. Değiştirilebilirlik olgusu ile tek
uzlaşılan, Dünya'nın daha iyiye gittiği biçimindeki lütufları.
Ancak dediğim gibi - bu arada bunun da bir lütuf olduğunu
belirtmeliyim - küçük burjuvazinin ilerleme fikri karşısında
sergilediği duruşların izi sürüldüğünde, umutlandıracak olan­
lar kadar kızdıracak yanlara da rastlanacaktır.
Cahili tutucu olarak nitelemek, onu gereğinden fazla onur­
landırmak olurdu. Ne de olsa tutucu, tarihe bakışında pozitif
bir tavır benimsemiştir: Değişiklik olasılığını hesaba katar, bu­
nunla birlikte, olanı (hiç değilse kendi iktidarının konumunu)
sonuna dek korumak ister haliyle, oysa cahil, olanı eo ipso·
ebedi sanır.
Gerçeklik tarafından çürütüldüğünde ise bunu kabullen­
mek yerine, metafiziksel bir alınganlıkla meydanı terk eder,
tıpkı kendini beğenmiş ağabeyleri, filozof havalarındaki sis­
tematikçiler gibi. Bu da genellikle daracık ve sabit dünyasının
kabuğuna çekilmesiyle ya da hayli dar kapsamlı ve değişme­
yen bir uğraşa el atmasıyla olur.
Çekildiği kabuğunda değişikliğe maruz kalmayacağını um­
duğu gibi, bulunduğu yeri bir tür <apotropaion>,.. büyülü bir
savunma aracı olarak görür.
Londra'da T'nin kaldığı pansiyonun sahibi, bombardımanı
haber veren sirenler her çaldığında, bodruma inmek yerine,
ayaklı kocaman saatini 72 saat sonrasına kurup, karşısına ge­
çer, sarkacın ritmik hareketinin saniye saniye onayladığı yet­
miş iki saatlik güvencenin koruması altında sükunetle, saldı­
rının bitmesini beklermiş.
Ta ki günün birinde saatiyle birlikte, çöken binanın enkazı
altında kalıncaya dek.
*

Lat. Kendiliğinden -yhn


Yun. Musibetsavar -yhn

58
Ne kadar normaller! Ne kadar anlamsız normal!
Aklen normalliğin ve normal davranış biçimlerinin sade­
ce normal bir dünyada <anlamı> olabilir de ondan. Yollan­
na güvenilir bir dünyada; gidilsin gidilmesin, tasvip edilsin
edilmesin, yolların önceden kestirilebildiği ve bilindiği. Böyle
güvenilir bir dünyanın yokluğunda buna rağmen (bu eksik­
lik kavranamadığı ya da sırf inat olsun diye kabullenilemediği
için) gündelik işler peşinde normal yaşamaya kalkışmak, in­
sanın kendi yıkımını getiren bir provokasyondur. Tıpkı l'.nin
babasının 33 Martı'nın üçüncü pazan, Gestapo' dan kaçması o
gün henüz mümkünken, pazartesi günü gaz faturasını ödeye­
ceği tahsildan bekleyip bu kaçışı savsaklaması gibi.
l 933'te nisbeten istisnai olan, günümüzde Dünya ölçeğin­
de bir durum. Bu işten kaçış yok. Herkes ahiretle birlikte pa­
zartesi günü gelecek gaz tahsildanm bekliyor sanki.

Ne kadar gayretliler! Ne kadar sorumluluk düşkünüler! Sağ­


lıklan da pek yerinde!
Bazı fikirler vardır, barındırdıklan gerçeği <sabit fikre> dö­
nüştüklerinde ifşa ederler ancak ve aşınlıklan nedeniyle tüm
diğer fikirleri ruhun dışına itme hakkına sahiptirler. <Son> ya
da <sonuncu> fikirleri bu kategoriye dahildir. Pek sağlıklıların
defosu, <sabit fikir>lerinin olmayışıdır. Bir fikir <Sabit fikir>
olmaya hak kazandığında bile bu fikre bağlanamazlar veya
bu fikir tarafından belirlenemezler. Bu defoyu <cesaret> ola­
rak nitelemek gülünç doğrusu. Cesaret gibi görünebilir ama
söz konusu şey ahlaki konsantrasyon becerisi noksanlığıdır
sonuçta.
lnsan, doktorlann, hemşirelerin, temizlikçi kadınlann,
ziyaretçilerin koşuşturmasını izlediğinde; konuşmalan - fısıl­
tıyla olanlan bile - dinlediğinde, hepsinin kahraman olarak
kalmak, hiçbir şey üzerinde düşünmemek, hiçbir şeyden söz

59
etmemek için aralarında gizlice anlaştığına kalıbım basar. Ne
çarpık bir kuşku. Dilsizin suskunluğu övülür mü? Danışıklı
hareket etmelerine ya da bir düşünceyi akıllanndan çıkannala­
nna gerek yok; pek öyle kafaya bir şey takacak yetenekte değiller
çünkü.
Rastlantı sonucu yan yana yataklara düştüğümüz McK ile
aramda gizli bir yakınlık varmış hissine kapılmamda şaşıla­
cak şey yok. Ne de olsa benim dışımda, sabit fikirden yakasım
kurtaramayan bir o var. Hemen her gün yatağımla onun yata­
ğı arasındaki uçurumu aşmaya yeltendim <Konu hakkında>
konuşmak istiyordum onunla. Bahaneler, girizgahlar her de­
fasında hazırdı. Ama hep son anda irkilip geri durdum. Söze
başlamak için arkama her dönüşümde - iri kemikli Protestan
yüzü çıkıyordu karşıma aklıma kısa süre önce tertiplediği
maskeli balo geliyor, kafam karışıyordu ; sonrasında ise ortak
bir konuşma zemini bulabileceğim düşüncesi resmen budala­
ca geliyordu bana.
Derken gene de cesaretimi topladım biraz önce. Büyük bir
iştahla ve minnet duygusuyla konunun üzerine atılır sanıyor­
dum. Yanılmışım.
Sessiz bir itirazla kafasını oynattı.
"Kendinizi iyi hissetmiyor musunuz?"
"Yo çok iyiyim. Sağ olun."
Yerime dönmek üzereydim ki telaşla sağına soluna baktı,
parmağını dudağına götürüp bu konuda konuşma izni olma­
dığını fısıldadı.
"Hemşire mi yasakladı?"
"O yasaklamaz. O şarkı söyler sadece."
"Dr. L. mi?"
"O da değil."
"Peki ya kim?"
Yüzüne, artık kalıcılık kazanmış, tahtadan oyulmuş bir hü­
zün yerleşmiş olmasına karşın, tüm maharetini ortaya koydu-

60
ğu saniyelik bir iskambil hilesini sergiliyormuşçasına, bir an
muzipçe gülümsedi. Ardından parmağıyla tavanı işaret etti:
"Yukarıdaki."
Önce anlamadım. Bir süre sonra ancak, "Haa anlaşıldı," de­
dim.
Zavallı ! Hangi çelişkilerin ortasında kalmış. Tanrı tarafın­
dan, bilmediği bir dilde konuşmakla görevlendirildiğini düşü­
nürken ve bu görevi yerine getirmeye başlamışken, çenesini
kapaması söyleniyor, hem de onu elçi tayin eden tarafından.
"Sizi o mu uyardı?" diye sordum.
Kafa salladı.
lçime doğmuştu. Usulca: "Oklahoma mı? " dedim.
Hareketsizce tavana baktı ve bir kez daha kafa salladı.
Meseleyi kavramıştım. Oklahomalının ölümü bir işaretti.
Onun ölümünden kendisini sorumlu tutuyordu. <Sonuncu>yu
konu alan vaazından ötürü.
Bu kez de ben tavanı gösterdim. "Ama görev de size - ora­
dan gelmemiş miydi?"
Önce bir süre daha hareketsiz kaldı. Sonra yavaşça omuz­
larını kaldırdı. Kuşkudan kıvranıyordu . Söylemek istediği şeyi
açıktan açığa ifade edemiyordu. En sonunda, "Ben nereden
bileyim?" dedi. "O sırada sesi kimin taklit ettiğini biliyor mu­
yum ki?" Kötülüğün sahibinin adını vermedi. "Başka kimin
sesini taklit etmek istiyordur acaba?"
Bu tür sorulara verecek yanıt bulamıyorum.
"Belki de," diye devam etti, bu arada yeniden tavanı gös­
terdi, "belki de O yollamıştır onu. SESlNl taklit etmesi için
talimatı O vermiştir. Beni sınamak istemiştir, ONUN sesiyle
sahte sesi ayırt edebiliyor muyum diye." Sonra da boyun eğen
bir el kol hareketiyle: "Veremedim sınavı işte."
Donup kaldım. Tasavvur ettiği şey katışıksız bir teolojik
düşünceydi. Ters olmasına tersti gerçi, ne var ki diğer düşün­
celerin de terslikte aşağı kalır yanları yoktu . Alık birinin sırf

61
kendine eziyet etmesi sayesinde bu denli yaratıcılık kazanma­
sını ve düşünce gücünü sırf absürdlükle bu denli hareketlen­
direbilmiş olmasını trajik buluyorum. Ancak söyledikleri ze­
kice tasarlanmış izlenimi verse de huzursuzluğunun sahiciliği
su götürmezdi.
Derken "Sen ne düşünüyorsun kardeş? " diye sordu. Bakış­
ları bir itiraz ve karşı argüman dileniyordu . "Sence de müm­
kün mü bu? "
"Yani O , şeyin sesini mi kullandı? " Bu Şeytan fikrini sırf
tekrarlamak dahi vicdanımı sızlattı ve ağzımda kötü bir tat
bıraktı.
Kafa salladı ve hevesle bana baktı.
Kurnaz Tanrı savını, sözünü etmeye bile değmeyecek kadar
anlamsız bulduğumu yüzüne söyleyemedim sonuçta. Öte yan­
dan teologluğa soyunup lehte ya da aleyhte argüman düşünüp
bulmak bana göre değildi. Merhamet duygusuyla dürüstlük
kapıştı. Her iki olasılığı tartıyormuş gibi yaptım. lş, teolojik
savını olanak dışı gördüğümü söylercesine sessizce kafa salla­
mama vardı. Bundan fazlasını yapamazdım.
Ne var ki yetmedi bu. Kafa sallamam onu ikna etmemiş,
rahatsızlığım yüz ifademe yansımış olacak ki birden kaşlarını
çattı , yüzündeki rica ve merak kayboldu, anlamsız bakışlarla
kısaca "I don't trust you ,"· dedi. Sonra da arkasını döndü .
Onunla bir kez daha konuşmayı deneyeceğimi pek sanmı­
yorum.
*

Dr. R. akşam vizitesine yanında, biri Fransız, biri lngiliz iki


meslektaşını getirdi. Dördüncü birini beklerlerken aralarında
şöyle bir konuşma geçti:
"Troublant," .. dedi Parisli. (Herhalde Dr. R. "How do you

lng. Sana güvenmiyorum -yhn


Fr. Rahatsız edici -yhn
like America? " * diye sormuştu.) "Mekanın değil de zamanın
içinden uçup geçmişim gibi bir duyguya kapıldım. Hem de
geriye doğru."
"Geriye mi? " Dr. R. kendi Fransızcasından kuşku duydu
galiba.
"Evet geriye. Hiç vuku bulmamış bir geçmişe de olsa. Belki
de Jules Veme'e."
Dr. R. yardım isteyen gözlerle lngiliz'e bakh.
O da tercüme etti, "Fransız meslektaşımın gözlemlerini o
kadar da çelişkili bulmadığımı söylemeliyim. Örneğin, ilerle­
me kavramının otomatizmine hala inanmanın anlamı var mı? "
"Fantastik bir geri kalmışlık," diye tırmandırdı Fransız
doktor. "Hele de tüm kıtanın böyle olduğunu düşününce."
"Her köşesinde Spengler·· kokan bir hava soluyorsun - bu­
rası hariç diyelim - bunu yadsıyacak değilsiniz herhalde," dedi
lngiliz, Dr. R.'ye dönerek.
"Hayalet gibi," diye tamamladı Fransız.
Amerikalı çaresizce bir berikine bir ötekine baktı. "Hayalet
gibi mi, neden ama?" diye sordu.
"Simplement, ••• çünkü roller değişti."
Dr. R. anlayamadı. "Kimlerden söz ediyorsunuz? "
"Sanırım Parisli meslektaşım," diye çevirdi lngiliz, "gü-
nümüzde hayalet rolünü, yüz ya da yüz elli yıl öncesinden
farklı olarak başkalarının üstlendiğini söylemek istiyor. Önce­
den ölülerin, hayaletliğe soyunduğunu ve sağlar dleminde şaşkın
şaşkın dolandığını, bugünse yaşayanlann yolunu şaşınp ölümler
,,
alemine daldığını.
"Excellent,"**** diye yorumladı Parisli.

lng. Amerika'yı nasıl buldunuz? -yhn


Oswald Spengler, Alman felsefe ve kültür tarihçisi, yazar [ 1880-1936]
En önemli yapıtı Batı'nın Çoküşü'dür. Orada çizgisel bir tarih gelişimine
karşı çıkmıştır. Nazilere göz kırpmışlığıyla da bilinir. -çn
Fr. Çok açık -yhn
lng. Mükemmel -yhn
lngiliz ekledi: "Aynca bu hayalet rolünü oynayanların mil­
yonları bulduğu bir gerçek. Bu ise bugünkü durumu ne normal­
leştiriyor ne iç açıcı kılıyor. Yoksa sizce öyle değil mi Dr. R. ?"
Dr. R. ipin ucunu kaçırmıştı artık. "Bu bir European
,
conspiracy,. , dedi, yüzünde yorgun bir gülümsemeyle. "Siz
ikiniz aranızda anlaşmışsınız."
lki Avrupalı önce birbirlerine sonra bana kederli bir bakış
fırlattılar. "Siz buna komplo mu diyorsunuz ! " diye kafasını
iki yana salladı Fransız. "Aynı kaderi paylaşmaktaydık sade­
ce, aslında o esnada bunun bilincinde değildik. Ancak itişip
kakıştığımızdan beri ve aynı gemi kazasının kurbanları oldu­
ğumuzu fark ettiğimizden beri, meseleyi pekala kavramış bu­
lunuyoruz." Ardından bir miktar aşağılama da içeren sözlerini
tamamlarken, bu koşuda Amerika diskalifiye olup felakete sü­
rüklenmiş gibi: "Sizse şimdiye dek hiç anlamadınız meseleyi,
filikadayız sizse hala keyif çatıyorsunuz."
Sitemin içeriğini değil ama sesteki aşağılama tonunu anlayan
Dr. R. nezaketinden olacak, süt dökmüş kedi ifadesi takındı.
"Aynca siz de ," diye sürdürdü Fransız, artık tutabilene aşk
olsundu , bu kez Londralıyı hedef aldı, "Siz de hala au cou­
rant.. değilsiniz."
"Mümkündür. "
"Demin Spengler'den söz ettiniz. Cidden hala Spengler'in
çağında yaşadığımızı düşünüyor musunuz?"
"Kesinlikle."
"Tamam, Spengler'in, ilerleme inancının iyimserliğini ilk
sarsanlardan, en azından bu yönde gerçek bir başarı elde eden­
lerden olduğunu asla yadsımıyorum."
"Hem sadece biz entelektüellerin değil, milyonlarca başka
insanın nezdinde de."
"Kuşkusuz. Ne var ki...

Avrupa komplosu -yhn


Fr. Haberdar -çn
"Ne var ki?"
"Ne var ki artık da o d a aşılmıştır. Hayır, hayır, tabii ki ilerle­
me anlamında değil <aşılmıştır> deyişim, bilakis zıt anlamda.
1920'den bu yana gidişat dolu dizgin, ha, yokuş aşağı elbette.
Bugünkü sorunla kıyaslandığında onunkiler adeta romantikti.
Spengler yalnızca yükselişe ilişkin kuşkular taşıyordu. Bizse
devam edip edemeyeceğimizi dahi bilmiyoruz artık. Bu devam
etme ister 'ileri gitme' ister 'yerinde sayma' , ister 'geriye gitme'
olsun, sonuçta fark etmiyor."
Londralı kafasını iki yana salladı. "Henüz o noktaya gelme­
dik," dedi anlamsız bir yüz ifadesiyle. 'Biz'le 'biz Britanyalılar'
mı demek istedi, yoksa 'biz insanlar' mı, anlaşılamadı.
"Yo bilakis ! " diye itiraz etti Fransız. "O noktaya geldik. Bu­
gün çaresizsek, haksız sayılmayız. Üstelik bir aralar olduğu
gibi ne bir felsefe yüzünden ne şöyle ya da böyle kuşku uyan­
dırması gereken bir yorum yüzünden. Tam tersine, kuşkuya
hiç yer bırakmayacak bir şey; var olan ve hazır bekleyen bir
ürün yüzünden. Üstelik bu ürün, yorumu iplemeyecek kadar
masif; yoruma hiç gelemeyecek kadar da net."
Kısa bir sessizlik oldu, ben de bastım "amin"i. Üçü de ürk­
tü. Belli ki aralarında konuşmaktan biz hastalan tamamen
unutmuşlardı. Soru sorarcasına bana baktıklarında saflığa vur­
dum Ama McK tuttu benim "amin"i yineledi, oysa mışıl mışıl
uyuyordu. Kaçırır mı, onu tahrik eden bir sözcüktü, mezarda
bile tepki verirdi. Derken huzursuzlandı. Bu zincirleme etki
doktorların rahatım bozdu, sohbete dışarıda devam etmek
üzere odadan çıktılar. Konuşmalar orada da bitmedi.

Dün geceyi epey karmaşık düşüncelerle geçirdim. Ölüm kor­


kusunun insanın "doğasında" olması anlaşılır bir şeydir, de­
nir. Doğrusu bana hiç de öyle anlaşılır gelmiyor. Tersi geçerli.
Her halükarda bu iddiada, hayli şaşırtıcı bir isnat gizli.

65
Doğuştan ölümlü olduğumuza göre, ölmek istemeyişimiz,
fiili varoluşumuza (ölümlü olanına) denk düşmeyen bir varoluş
hakkını (yani ölümsüzlüğü) talep etmenin doğamızda olduğu
anlamına gelir haliyle. Demek ki doğal yapımıza doğuştan razı
değiliz. Doğuştan var olan bir şey demek ki kendimizi doğamı­
za uymayan bir ölçütle değerlendirmemiz. Vaka bu olsa gerek.
Hatta büyük olasılıkla öyle. Bu gayet doğaldır demek doğru
mu peki?
Kendimizi <var olarak> hissedince ne oluyor? <Sınırlı var
olarak> duyumsuyor muyuz peki? Örneğin çocukken durum
ne alemdeydi? Yaşıyor olmanın nasıl bir tadı vardı o zamanlar?
Varoluşumuzu fanilik olarak algılıyor muyduk sahiden? Sonu
olan bir yaşamı gerçekten kanıksamış mıydık? Yoksa <aslında
ölümsüz> olarak mı görüyorduk kendimizi?
Galiba hiçbiri Kendimizi var olarak hissediyorduk, hayat­
taydık işte. O kadar. Tabii bu <O kadar>, akademik dile tercüme
edildiğinde, henüz başka seçenek olmadığı, zıt olasılığın henüz
sökün etmediği, varoluşumuzun ne ölümsüzlük ne ölümlü
olma tadı verdiği, ne geçicilik ne de sonsuzluk ifade ettiği anla­
mına geliyor. Öyleydi, var olmak kesinlikle açıklama gerektir­
miyordu. Varoluş duygusunun mutlak olumluluğu dolayısıyla,
var olunamayabileceği düşüncesine daha baştan kapılar kapan­
mıştı. O kadar ki varoluşumuz ebediymiş gibiydi "Tannlar öl­
mekten anlamaz" (Molusya atasözü) . Başka türlü ifade edersek:
Varoluşumuz belli ölçüde bir <negatif apriori>ydi - demek is­
tediğim, var olmama anlayışım boşa çıkardığı için <olanaksız­
lığın önkoşulu> işlevi görüyordu. Ölmek diye bir şey var mıydı,
o zamanlar bunu düşünmek ne mümkün.
Bir aralar hiç olmamış olduğumu bir an bile aklıma getir­
mediğim için de sanının, yaşam benim gözümde sonsuzdu.
Anımsamadan kastım, pozitif biçimde geriye doğru sonsuz­
luğa uzanabilirmiş olması gibi bir şey değil elbette. Sadece,
anımsamanın henüz olmamışlığın alanım açıklıkla belirleyen

66
sınıra hiçbir zaman dayanmadığını anlatıyorum. Vaktiyle hiç
Dünya'da olmadığını geç kavrıyorsun ve ağır bir şok geçiriyor­
sun. Günün birinde artık olmayacağını kavradığındaki kadar
derin bir şok bence. O anı net anımsadığımı düşünüyorum:
Annem bana çok önceleri ölmüş aile büyüklerinin fotoğrafla­
rım gösteriyordu. (Karlsbad'lı bir saray fotoğrafçısı çekmiş, ya­
şadığım şok o kadar içime oturmuş ki bu da aklımda kalmış) .
Arada öylesine, "Sen henüz Dünya'da yoktun o zamanlar,"
deyivermişti. Hiçbir art düşünce gütmeden. Ama sanki ayak­
larımın altından zemini çekip almıştı. O günden sonra merak­
la kolladığım <ölü> ifadesi, bana öncelikle henüz olmadığım;
benim ölü olduğum (yani henüz ölü olduğum) zamanı anla­
tıyordu, yoksa öyle büyüklerimizin ölüp gitmiş oldukları bir
zamanı değil. - Ölümle tanışmam böyle oldu. Şaşıracak bir şey
yok Annem, benim ölmüş olacağım dönemden fotoğraflar ya
da ölüm sonrası belgeler gösterecek değildi ya. Lakin yaşamın
geriye doğru olan sınırım keşfetmeme rağmen 'varoluş' ifade­
sinin gözümde <sonu olan> bir içerik kazandığını anımsamı­
yorum. Galiba böyle bir şey beklenemezdi de, çünkü gelecek,
sınırlarım açık etmemişti henüz ve ileriye doğru hala sonsuz­
luğa uzanıyordu.
Yo, belki de tam sonsuzluğa değildi, bir sının vardı herhal­
de. Ama bu, ölümün belirlediği bir sınır değildi. tleriye-doğ­
ru-yaşamak ve ileriye-doğru-düşünmek hep en kestirme ve en
yakındaki, şu toptan <yarın> da denen geleceğe ilişkindi. Tam
da böyle olduğu için, bu <yann>ın sının çabucak bulanıklaşıp
puslandığından, tam da beklentiler kısa erimli olduklarından,
bu beklentiler ve onlarla birlikte düşünceler, ölümün apaçık sı­
nır çizgisine asla temas edemiyorlardL Sisli manzara sınırsızmış,
açık görüş mesafesinden de sınırsızmış izlenimi uyandırıyor.
Ama bu sırf, siste görüş alanının ufuktan önce son bulmasından
kaynaklanıyor. Kısacası: Yaşam sonsuz değildi ama ufuksuzdu.
Ameliyat sonrası.
Ilaçlann etkisi geçmeye başladı, kasvet artıyor. Hadan git­
tikçe belirginleşmeye başlamış ağn, bana, sanki anestezinin
etkisi sürerken de narkozun dokunamadığı, belki de hiç do­
kunulamayan derin bir katmanda , boğuk bir şiddetle azgınlı­
ğını aralıksız sürdürmüş gibi geldi. Bir anlamda, algılanması
güç bir tarzda.
Çelişkili bir saptama. <Bilinçsizce> ifadesi çelişkiyi çöz­
mez . Sadece adını koyar.
Semptom yine de açıklanamayacak gibi değil. Sanıyorum
ağn, atipik biçimde var olmayı sürdürmüştü , yani özgün duyu
niteliğinde bir <ağrı> biçiminde gerçekleşmemişti. Asıl zara­
rı gören organizmaysa onu gerçek anlamda da <fark etmişti>
şimdi tabii, hatta olmadık bir tehdit ve sarsılma biçiminde ,
ama işte dediğim gibi <ağrı niteliğinde> değildi.
Önceden de defalarca fark etmişimdir, ağn, dayanılabildiği
sürece , özgün duyu olma özelliğiyle tutunabiliyor. Bizzat bu
ifade bile ağrıyla duyu niteliğinin aynı düzleme ait olduğunu
varsayması itibarıyla tartışmaya açık. Aksine denebilir ki du­
yuların aktardığı izlenimler belli bir yoğunluğun üzerine çık­
tıklarında ağrıya dönüşürler; özgün duyu özelliklerinden nitel
anlamın da ötesinde ayrılırlar sonuçta.
Beri taraftan, ağrının kendi de bir sınıra, maksimum yo­
ğunluğa ulaşabilir veya ötesine geçebilir. O durumda kendi
ağrı karakteri de keza çökecek biçimde tümden sarsıntıya dö­
nüşür, tıpkı duyuların aşırı boyutlara vardığında alabora olup
ağrıya dönüşerek yerle bir olması gibi.
Algı psikolojisinin bu olguları ele aldığını pek sanmı­
yorum. <Eşik sorunlarıyla> ilgilenmişse de bu <henüz his­
sedilmeyenin> <hissedilir> hale geldiği (Leibniz'in <petite
perception>u*) eşikle sınırlı kalmıştır. Niteliğin ağrıya döndü­
ğü ikinci eşik, büsbütün üstü kapalı biçimde ve nadiren ele

Fr. Küçük algı -yhn

68
alınmış; ama felsefi açıdan belki de en ilginci olan üçüncü eşiğe
asla değinilmemiştir. Söz konusu eşik, uyarımın çok artıp ola­
gandışı hal aldığı, artık özgün (ağrı) niteliğiyle kaydedileme­
diği, organizmanın bir tür özgünlük sonrası genel hal olarak
ortaya çıktığı durumlarda aşılır salt. Çok küçük uyarımlara
<bilinçaltı> diyorsak, çok büyüklerine (yalın bir <uyarım>dan
çok daha başka bir şeydir ve tepki göstermekle ya da ayırdın­
da olmakla altından kalkılamaz) <bilinçüstü> adım vermekte
sakınca yok. Üstesinden gelinemeyecek ve <yanıtlanabilir>
olmaktan çıkmış böyle bir duruma iyi örnek baygınlıktır. Et­
kin bir ayırdına varma boykotudur baygınlık. Dayanılabilir
ağrıya "sahibizdir" daha; yani onu bizimle bütünleşmemiş bir
şey olarak teşhis edebiliriz henüz. Oysa aşırı ölçüdeki ağrının
ayırt edici özelliği bize <el koyması>dır. Acı çekerken acıyla
öylesine kaynaşırız ki, kendimizi, o da mümkünse tabii, sırf
acıdan ibaret hissederiz. Ameliyattan sonraki on iki saat bo­
yunca yatakta yatan şey, ağrısı <olan> ben değildim, katışıksız
ağrıydı. Daha yeni yeni sancı duyuyorum, yani <kendime gel­
meye> başlamışken, yani düzelmeye başlamışken ancak.
Hiç kuşkusuz , karakteristik algı verileri ve aşırı olmayan
(dolayısıyla <tipik ağrı> biçiminde ortaya çıkan) duyumsama­
lar narkozla örtbas edilebilir. Ama organizmanın hasar gör­
mesiyle oluşan somut travmalar öyle mi? Onlara bir şey ya­
pılamıyor. Maruz kaldığım kesip biçme işlemi sırasında acıyı
hissetmemekle birlikte şoke edici etkisinden kurtulamamışım
ki, sancı dolu zor anlar geçirdim. Yalnız sancıya neyin yol açtı­
ğını ne doğru dürüst çıkarabildim ne teşhis edebildim. Bunun
fazladan yarattığı kafa karışıklığı da cabası. Tanımlanabilir bir
nedeni yoktu ama aşırı derecede acı çekiyordum
Bu arada artık o berbat şoku atlattım ya, kendime geldim
ve yara (sadece kapladığı yerin gittikçe daralması bile yetiyor)
benden bir parça olmayı bıraktı ya, ağrı ağrı gibi artmaya baş­
ladı böylece: Yani kendine has özelliğiyle. Yani bir anlamda
şiddetini artırıyor gibi Artmasının, aynı zamanda ayırt edile­
bilirliğinin artmasının, iyileşmeyi gösterdiği kuruntusuna ka­
pılıyorum. Öncesinde aşın ağrı gözümü almışken, şimdi yavaş
yavaş görmeye başlıyorum.

Dünden beri dışarıdayım artık.


Hastanedeki ikametim bir yalanla bitti. Öyle birden nere­
den aklıma geldi, anlamış değilim. Galiba diğerlerinden önce
taburcu olmayı biraz da dayanışmanın ihlali olarak görmüş­
tüm. Herkese veda edip McK'nin yatağının başına gittim.
Öğle yemeğini kaşıklıyordu. Yüzündeki ıstırap son sefer­
kinden de fazlaydı. Oklahoma'nın ölümünün suçlusu olduğu
yolundaki yargısı iyice pekişmişti artık. Bir defa her şeyden
önce bir kuşkuyu uzun süre ayakta tutmak onun boyunu aşar­
dı. Dahası sabit fikir haline getirmeden bir düşünceye varması
mümkün değildi Yalanı gerektiren de bu durumdu.
Geçiştiren bir ses tonuyla Dr. K.'nin ona da Oklahoma ko­
nusunu açıp açmadığını sordum.
Elindeki kaşık titremeye başladı. Korkudan gözleri büyü­
dü. "Ne?" diye sordu ister istemez, "Haberi var mı bundan?"
Var gücümle kafamı iki yana salladım.
Ne var ki kavrayamadı. "Siz mi öttünüz ona?" (Amerikan­
cada "Did you sing?" deniyor) .
"Bilakis, olur mu hiç öyle şey ! " Kuşkularından sıyrılıp baş­
ka türlü düşünmesi için uğraşmanın anlamı yok gibiydi "Ak­
sine ! Dr. K. , Oklahoma'nın acaip çetin ceviz çıktığını söyledi."
"Ya?"
"Sonra doktorların, Oklahoma'nın bu kadar dayanmasına
şaşırdıklarını anlattı. Çok daha önceden bekliyorlarmış ölü­
münü." Hepsini uydurmuştum.
Fısıldayarak, "Bir kez daha söyler misiniz ! " dedi.
Söylediklerimi başka sözcüklerle tekrarladım.
Yemeğini telaşla kaşıklamaya başladı.

70
"Rahatladınız mı?" diye sordum.
Henüz tatmin olmamıştı. Sabit fikirden kurtulup kendini
toparlaması o kadar kolay değildi
"Her şey gönlünüzce olsun," deyip gitmek istedim.
"Bir dakika ! " diye ısrar etti.
Durdum ve bekledim.
"Size de teşekkür ederim bu arada," diye mırıldandı sonra
da, gözünü çorba kasesine dikerek.
"Rica ederim. Bunu boş yere dert etmenize üzüldüm ben
de."
"Her işte bir hayır vardır," dedi anlamsızca. Yanılgısı
Tann'mn kesinlikle dalga geçmek için ona bahşettiği bir arma­
ganmış gibi. Ardından ilk kez kafasını kaldırıp bana bakarak:
"Beni mutlu ettin, kardeş! "
"Buna sevindim."
Bu arada amacıma da ulaşmıştım hani, sohbet gerçekleş­
mişti. Her ne kadar asıl gözüme kestirdiğim konu hakkında
olmasa da. Kurnaz bir gülümsemeyle baktı yüzüme ve yukarı­
yt işaret etti: "Öyleyse beni kandırmamış o desene."
Sorarcasına başparmağımla tavam gösterdim
"Aynen öyle," dedi Neşesi yerine geldi, yataktan fırlamak
ister gibiydi "O halde hemen kaldığım yerden devam edebi­
lirim."
tık anda anlamadım. Sonra birden "Ha öyle mi," dedim,
ardından: "Elbette." El salladım ve çıktım. Vaazını kastediyor­
muş.
Geride kalanlar büyük olasılıkla bu sabah gün ağarırken
McK'nin "Kardeşler uyanın ! " sözleriyle gözlerini açtılar. Dün
benim yattığım hasta yatağında kimbilir kim vardı, zoraki
aminleri üstlenen. Torunlarımızdan birinin "sonuncu" olaca­
ğını, o uykuya daldığında borazanların ötmeyeceğini, göğün
kararmayacağını, hiçbir yıldırımın perdeyi yırtmayacağını öğ­
rendiğinde dehşet içinde kalmıştır. Nesli tükenmiş bir tür bile

71
olmayacağız: Çünkü bizi hatırlayacak kimse yoksa, daha önce
de kimse olmamıştır, öylelikle sözünü etmeye de değmezdi.
Yo, halefime gıpta etmiyorum. Artık benim yerime Angeli­
ca Hemşire'yi beğenecek ve vox angelicasını dinleyecek olma­
sını bile kıskanmıyorum. Meleksi görünümüne rağmen, tam
da bu yüzden, o görünümü belleğimden sileceğim. Çünkü
acilen yapılacak bir şey varsa o da bir <sonuncu> olmasını ön­
lemek ve onun adına duyulan endişe kadar onun için peşinen
dökülecek gözyaşlarım da gereksiz kılmak.

72
Geçmişten Notlar

15 Ağustos 1944

"Orada yedi bin kişi ölmüş" dedi.

Biz insanların kendi dengimiz bile olamadığı gerçeği. . . Otur­


duğumuz yerden düğmeye basarak binlerce insanı yok edebi­
l iyoruz. Normalde sayılan telaffuz ettiğimizde ne kastettiğimi­
zi belli ölçüde idrak edebiliyoruz. Ama hangi iç dünya <yedi
bin> diye nitelenen edimin ve <yedi bin> ifadesinin altından
kalkabilir ki? Hangi pişmanlık yedi bini içine alabilecek ka­
pasitededir? Falanca kent ölüm korkusuyla yaşıyor demesi
kolay. Bu korkunun niceliğini avuçlarının arasına alabilecek
olan var mı?
Kendi benliğimizle aynı hizaya gelememişiz. Eylemlerimiz
onları hissedemeyeceğimiz kadar büyük. Becerilerimiz çeşitli
hacimler, farklı kapasiteler barındırıyor. <Benlik bütünlüğü>
diye bir şeyden söz etmenin alemi yok artık, lafügüzaftan baş­
ka bir şey değil.
Sorun yok mu peki kendi benliğimizle aynı çizgiyi tuttu­
ramayışımızda? Kendimizle örtüşme yönünde çaba gösterme­
miz gerekmez mi? Karıştırdığımız haltları yam sıra algılayıp
hissetmemiz? Başka deyişle duygularımızın kapasitesini ar­
tırmamız doğru olmaz mı? Demem şu ki bu çağda ödevimiz,
ahlaka dayanan bir düş gücü yaratmaktır.

73
1 6 Ağustos

<Hareket ettiren, hareket ettirilenden büyüktür> şeklindeki


klasik formülün hiçbir geçerliği kalmadı. Günümüzde hangi
üretici ürettiklerinin boyutu ve etkileriyle boy ölçüşebilir ki?
Artık Aristoteles'le ters düşen şu şema geçerlidir: <Hareket et­
tirilen hareket edenden büyüktür.> tlerleme nerede kaldı mı di­
yorsunuz? Ürünlerimizle biz üreticiler arasındaki mesafeden
başka nedir ki ilerleme?

1 7 Ağustos

Çıplak algımız, bugünkü Dünya'yı kavramaya yetmediği, yi­


yebileceğimiz haltların boyutunun muazzamlığı, daha doğru­
su garabeti karşısında miyop kaldığı ve devasa olanı ucubelik­
ten arındırdığı için, saçmaymış gibi gözükse de bir <fantezi>
varyantı olup çıkmakta. Dünya'nın, kendi algıladıkları gibi ol­
duğunu zannedenler fantastik bir düş görmektedirler, çünkü
meseleyi azımsamaktadırlar. Haliyle sadece abartanlar değil,
azımsayanlar da hayal alemindedir.
İçinde bulunduğumuz devasa koşulların gerçeği, gelişigü­
zel, yani çıplak gözle ayırt edilemeyeceği için, düş gücüyle rö­
tuş yapmamız en doğrusudur. Çağın gerektirdiği düş gücünün
bugüne kadar bu kavramdan anladığımız şeyle, yani gerçekliği
<coşkulu bir ruh haliyle> aşkınlaştırmakla, gerçekdışı şeyler
tasavvur ya da masal karakterleri tahayyül etmekle hiç ilgisi
kalmadı. Bu devirde fantezi kavramını Böcklinvari kullanmayı
sürdüren biri gülünç olmaktan kurtulamaz. Günümüzde düş
kurmak, çağımızın efektif fantastik gerçeğine ayak uydurmak,
bu gerçekliği gerektiği gibi algılayıp kavramaktır. Fantezinin
nesnesi, yani fantastik gerçekliğin kendi fantastik olduğu için,
fantezi, deneysel bilginin metodu görevi görmeli; gerçeklikteki
devasalığı algılamaya yarayan duyu organı yerine geçmeli, göz

74
misali bedenden bir parça olmasa da gözün kifayetsizliğini de
taşımayan, yani miyopluktan uzak bir gereç olmalıdır. Tıpkı
teleskopun görme yetimizi ıskartaya çıkarmayıp, tam tersine,
kullanıldığı yerlerde bakışımıza ve ayırt edişimize adamakıllı
fırsat yaratması gibi düş gücü de algımızı gereksizleştirmek
şöyle dursun, bilakis ona işlerlik ve etkinlik kazandırır. Hiç
değilse kendi yarattığımız ve yol açtığımız şeyleri düşleyebile­
cek durumda olmalıyız. Diğer <devasalıkların> tasavvurunu,
Tanrı'mn ve Evren'in sonsuzluğu tartışmasını rafa kaldırmaya
dünden razıyım; böylesi bir dönemde metafiziğe bulaşmayı
münasebetsizlik, teolojiyle uğraşmayı ise Tanrı'ya ve kutsal
değerlere hakaret sayarım. Buna karşın biz insanların karış­
tırabileceği ve fiilen karıştırdığı haltların ölçüsüzlüğü , daha
doğrusu işlediğimiz ağır suçların devasalığı fikrinden vazgeç­
meye hiç ama hiç niyetli değilim. Ah şu yedi bin sayısı.

1 7 Ağustos

Önerdiğim şey mümkün mü, tartışılır doğrusu. Belki de boşu­


na bir çaba olmaktan öteye gidemez. Belki de - Kant'ın, aklın
kendi sınırlarına toslaması nitelemesine benzer biçimde - göz
açıp kapayıncaya kadar düş gücümüzün ve duygularımızın sı­
nırlarına toslayacağız. Yedi bin ölüyü tasavvur etmeliyim öyle
mi? Bir fıçı suyu bir bardağa doldurmaya çalışmaktan farkı ne
bunun? Duyguların oylumu esnek mi yoksa? Acil durumlarda
kapasitesinin üstünde şeyleri kapsayacak niteliktedir belki de
ne dersiniz?

18 Ağustos

Acaba diyorum, ruhu perişan iki kişinin, ruhu perişan bir ki­
şiden daha fazla olmama olasılığı var mı? Hatta hakikat mi?
Binlerce kişinin çektiği acının çoğalıp birikmediği, binle çar-

75
pılmış acı olamadığı doğru mu? Bir anlamda acılan toplamaya
çalışmanın saçmalık olduğu? Aritmetik alışkanlıkların yersiz
kullanımı mı, ekmek ya da kitap sayfası yahut gün saymaya
alışmışların rutini mi bu işlem? Yoksa aslında boyut hep aynı
mı kalıyor, doğa günahların yekununu hasıraltı ettiği için mi
miktarların toplanacağı bir merkez ve merci yok? Çekilen acı­
ların ve eziyetlerin - mantar gibi yerden bitseler de - <bir>
olmaktan çıkamadıkları, hiçbir yerde bir araya gelemedikleri
için ne kadar toplansalar da birden fazla etmedikleri gerçeği
ya? Sayılabilirliğin sınırını saptamak ne muazzam bir fırsat !
Şu <ilkel> denen topluluklar örneğin, malumunuz, kendile­
rinden beş savaşçıyı düşman saflarından beş savaşçıyla top­
lamayı, yani toplamanın sonucunu on savaşçı olarak bulmayı
akıl etmekten acizlerdi. Ne kadar yerinde bir akıl fukaralığı,
ne de olsa bu on savaşçı tek bir öbek, yani bir yekun oluştur­
mak uğruna ahirette bile bir araya gelmezdi; en fazla birbirle­
rini haklamak için çarpışırlardı. tlkellerin elmalarla armutları
toplamayı becerememelerine acizlik diyemeyiz o halde. Aksi­
ne bizim becerimizi zaaf olarak görmeli; beşle beşi topladığı­
mızda akla aykırı davranıp bazı nitelikleri göz ardı ediyoruz
çünkü.
Benzer şey bu meselede de geçerli olsa ne muazzam bir
perspektife kavuşurduk! Milyonların çektiği cefanın ifadesi
olan, Dünya'daki milyonlarca ağızdan çıkan sızlanma hiç sa­
yılıp toplanamasa, sayılmasına gerek kalmasa, toplanmasına
izin olmasa . . . Dünya'daki tüm acıların toplamı böyle devasa
olmasa ! Bu devasa miktar, benim kendi acılarımdan dahi az
olsa ! Keşke sadece ben, yani sayan, haksız ve yersiz toplama
işlemi yapan ben sadece, bu sayıyı şişirip böyle astronomik bir
rakama ulaşsaydım demek ne şeytani bir avuntu ! Bu temanın
ardına düşmeli.
Akşam

Yo hayır, bu fırsatın ve bu avuntunun peşine düşmekten vaz­


geç ! Geri dön, uğraşma böyle şeytani bir seçenekle ! Eziyet artı
eziyetin ya da dert artı derdin hiçbir yerde birleşmediği gerçek
bile olsa ve böylelikle suçların sayısı toplamda hasıraltı edilse
bile ahlaki açıdan bizi zerrece ilgilendirmemeli bu. Ödevleri­
mize, yam sıra kaçınmamız gereken şeylere bakınca, 'toplan­
mazlık' seçeneği semtimize dahi uğramamalı. Ahlaki açıdan,
katledilmiş iki insan katledilmiş bir insandan fazladır; ahlaki
açıdan yakılmış bin kişi bin kişidir. Sayacaksın !

29 Ağustos

Sayacak ve sayarken unutmayacaksın. Toplamın üstüne ekle­


diğin her 'bir', kendi içinde sayılamaz niceliktedir. Bir kişi mi
yakıldı? O halde bin kişi yakıldı. O bir kişinin anılarındaki
sonsuz sayıda hazne, iç içe odalar da kül oldu. Umutlan ve
yanından hiç eksik etmediği sevdiklerinin fotoğraflan yakıldL
Konuştuğu dil, duydukları, yürüyüşü ateşe verildi. tık ölüyü
<bir> diye sayma hakkın var mı dolayısıyla? lkinciye <iki>
deme hakkın? Bininciye <bin>? Nedir yapman gereken? Say­
mak ne büyük bir işkence değil mi, her bir ölünün sayısız ve
sayılmaz olduğu aşikarken ! Yine de denemeliyiz saymayı.

Ara not 1 948

Bu sabah Avrupa'dan bir mektup aldım. Bugün dahi henüz


bilinmeyen, savaş sırasındaki çok sayıda kanlı eylemden söz
ediyor. Dayanamadım okurken, aniden yarıda kestim, hiç ba­
şıma gelmemişti böyle bir şey. Koza ördüm etrafıma, kalakal­
dım öylece, bir savunma mekanizmasıydı. Benim gibi birine
de fazla geldi. Aralıksız yaşanan dehşetle ve Dünya'mn bitme­
yen sefaletiyle ağzına kadar dolu ruhumda bardak taştı. Kant,

77
aklın sınırlarının eleştirisini kaleme almıştı. lç dünyanın da
sınırlan var keza. On litre sıvıyı bir litrelik kap almıyor işte.
Avrupa'daki bazılarının, bir çırpıda mahkum ettiğimiz yak­
laşımı, ne kadar anlaşılır bir tavırmış. Gördüklerini <görmez­
likten geldikleri>, olup bitenleri algılamayı reddedip gözlerini
kapadıkları iddiası, bu kısırlığıyla ayakta kalabilir mi? Belki
de bu insanların, en azından çoğunun, gözlerini kapatması
bile gerekmiyordu. Devasa realite onların gözlerine ulaşmıyor­
du çünkü. Çünkü gözleri bu realiteyle tıka basa doluydu. Öte
yandan, bu sınırlılık bizi teskin etmeli mi?

9 Eylül 1 944

Rüya gördüm. Yüz ifadesini seçemediğim bir adam. Çenesi


göğsüne düşmüştü ve iri, kaskatı eliyle yüzünü kapamıştı.
Tanımadığım biri, bu adamın gözlerindeki hüznü kastederek,
'onunla muhatap olmasan iyi olur' gibi bir şeyler söyledi; tüm
bakışlardan kaçıyor, herhangi bir insanla göz göze gelmek is­
temiyormuş; melankolik olması bir yana, içine kapanık, hüz­
nünü saklamaya çalışan biriymiş. Taciz edenleri boşta kalan
sol eliyle yumrukladığı da oluyormuş. Taşlaşmış gibiydi sanki.
Kötürüm bir yardım ya da sadaka jestiyle bir canlıdan çok bir
Rodin heykelini, 'Calais'li Yurttaşlar'dan birini andırıyordu.
Bu arada bana eskiden böyle biçare olmadığı, herkesin gön­
lünü yapmaya çalışan, güleryüzlü bir insan olduğu söylendi
yine birileri tarafından. Sonrasında, neden bilmiyorum, ben
de elimle yüzümü saklamaya çalıştım. Galiba ona çıplak gözle
bakmaktan utanmıştım, hani körlerin yüzüne bakmaktan uta­
nırsınız ya, öyle işte. Her şeye rağmen üç adım atıp karşısına
dikildiğimi ve burada böyle ne yaptığını sorduğumu hatırlı­
yorum.
Elinden çıktı sesi: "Sayıyorum," sonra da "Haliyle sen de
sayacaksın; gayet tabii sayacaksın," dedi.
"Neyi sayacağım?"
"Gücümüzü," diye yanıtladı.
"Gücümüzü mü?"
"Evet, ilk önce gücümüzü. Herhangi bir eylem ya da öne­
riyle, herhangi bir yardımla ya da birinin derdine ortak olma
çabasıyla neleri başarabileceğimizi yani."
Kendisine kulak vermeye çalıştım.
"Sayıyor musun?" diye sordu birkaç saniye sonra.
Kafa salladım.
Sol eliyle kes der gibi bir işaret yaparak "Tamam, bitti,"
diye buyurdu.
"Bu kadar mı?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Şimdi de biz insanların icadı aygıtlardan bir tekinin bir
anda kaç kişi yok edebileceğini say. Haydi, başla bakalım! "
Tekrar saymaya başladım.
Bu defa uzunca bir süre sesi çıkmadı. Derken "Sayıyorsun
değil mi?" diye sordu.
Sayıyordum.
Galiba beni sonsuza dek saymaya mahkum etme niyetin­
deydi, sorusunu yineledi: "Sayıyor musun?"
Saymayı sürdürdüm. Aradan ne kadar zaman geçti hatır­
lamıyorum. Karşımdaki bir kez daha o otoriter "sayıyor mu­
sun?" sorusunu sormak yerine omuz silkip "bu kadar yeter"
dediğinde yıldırım çarpmışa döndüm. "Ama daha doğru dü­
rüst ilerleyemedim," diye itiraz ettim.
"Tabii ki ilerleyemezsin ! " dedi, aşağılayan bir tonda.
"Neden tabii ki ilerleyemez mişim?"
"Çünkü asla o kadar ileri gidecek kapasitede değiliz. Hiçbir
zaman da olmayacağız. Yine de epey yol katettin; sının arkan­
da bıraktın çünkü. Artık daha çoğunu ya da daha azını ayırt
edemeyeceğin sayı-bölgesinde bulunuyorsun; yani saymaya
ara vermesen de (elbette canının istediği kadar saymaya de­
vam edebilirsin) demin eriştiğin sayıdan (kaça geldiğin beni

79
hiç ilgilendirmiyor) daha yüksek olarak algılayacağın herhan­
gi bir sayıyla karşılaşmayacaksın. Anlayacağın dostum, elimiz­
deki gereçlerin yardımıyla yiyeceğimiz haltların altından kalk­
mak harcımız değil artık. İnsanoğlu, kendinden de küçüktür
çünkü."
Sözünü bitirdi. Bekledim. Bu kadarla kalacağı aklıma yat­
mıyordu; en azından nasihat ya da bir ipucu vermeden beni
başından savmaz diye düşündüm. Lakin bekleyişim boşunay­
dı. Benim varlığımı unutmuş gibiydi, konuşmamızdan önceki
donuk haline dönmüştü. Rüyamın geri kalan kısmını hatırla­
mıyorum. Rüya görmeye devam ettim mi, onu bile bilmiyo­
rum.

1 1 Eylül

Ürünlerimizin ve düşünce tarzlarımızın değişim temposuna


oranla duygularımızın evrimi nasıl da akıl almaz bir yavaşlıkla
seyrediyor! Düşünen yanımızla değil hisseden yanımızla ala­
bildiğine yabancıyız Dünya'ya; bir anlamda tarihsel momente
uyumsuz varlıklarız. Bir çırpıda binlerce insanı öldürme ka­
pasitemizi kullanmadaki gayretkeşliğimize bakarsak, sahip ol­
duğumuz yegane duygusal teçhizatımız iş işten geçtikten son­
ra devreye soktuğumuz 'mini pişmanlık'; atalarımızın belki de
tek bir insanı öldürdüklerinde hissettikleri ve tutukluğa yol
açan bir mekanizmayı işletmesi sayesinde bir sonraki cinayeti
önleyici türden bir pişmanlık. Lakin işte şu 7000 insanın ha­
yatına mal olan türden cürümler söz konusuysa ne işe yarar ki
bu cılız miras? Bu boyutta suçlarda pişmanlık duygusu denen
şeyin kılını kıpırdatmayışına şaşırmanın alemi var mı? Na­
polyon ta o zamanlarda, esirgemediği bir arsızlıkla, ufak tefek
suçların tersine büyük boyutlu caniliklerde faillerin, uykuları­
nın kaçmaması gibi bir avantaja sahip olduklarını söylememiş
miydi? Burada geçerli norm, <İnsanın fütursuzluğu arttıkça

80
kabahatleri de büyür> değil, şudur: <Suç büyüdükçe çekince
azalır, dolayısıyla pişmanlık duymak bir o kadar zorlaşır.>
Başka sözcüklerle ifade edersek: Sadece düş gücümüzü ge­
nişletmeyi, salt, bize hükmeden ya da hükmettiğimiz yaşamın
ufkunu layıkıyla tasavvur etmeyi değil, aynı zamanda metodik
bir biçimde hissetme yetimizin hacmini artırmayı da öğrenme­
liyiz.

Akademik ek, Mayıs 1 949

Beş yıl önce yukarıda okuduklarınızı yazdığımda Kant'ın nasıl


bir kararlılıkla <insanın kendisiyle aynı hizada olmadığına>
(elbette farklı sözcüklerle) işaret ettiğine dair kafa yormuş
değildim. <Yüceliğin Analitiği>nde sahiden de <kendimizden
büyük olduğumuz; kendi dengimiz olmadığımız> olgusunu
işlemiştir.
Kant'ın, <yüce> olarak nitelediği <yalnızca tasavvuru bile
tüm duyu ölçütlerini aşan bir ruhsal kapasiteye işaret eden>
şeylerdir. Şöyle ki <imgelem> (yani çok sayıda ya da büyük
bir şeyi tek bir çerçevede, tek bir şemada toplama [ com­
prehendere] ) <bir çırpıda maksimuma erişir>, oysa <appre­
hension>, yani akıl, düşünme sonsuza kadar da sürse <zor­
lanmaz>.
Obje ne denli büyükse kotarılan, apprehension'la, çuval­
layan 'comprehension' arasındaki oransızlık artar. İmgelemin
<eriştiği üst sının> genişletme performansı <düşer>.
Öte yandan, çok büyük ya da <devasa> olanın yarattığı <is­
teksizliğe> rağmen algının <patetik bir hazza> gömüldüğünü
belirtir Kant. Bu da demektir ki devasa ya da.sonsuz olanı kav­
ramadaki yetersizliğimize rağmen - ya da tam da bu yüzden
- <yüce> olan bizi yükseğe çıkarır. <Şaşkınlık hazla ilişkilidir.
Peki bu hazzın kaynağı nedir?>
Duyusal çuvallama olgusu ve yetersizliğimizin verdiği sı-

81
kıntı (diye yanıtlar Kant) , <kendi de aşkın> olan kapasitemize
işaret eder; aşkın bir ölçüte sahibiz ve bu ölçütle kıyaslayınca
kendimizi yetersiz addetmekteyiz. Çuvallamanın belirgin bi­
çimde görünür kıldığı bu durumsa hazzı yaratır.
Dolayısıyla imgelem performansımızdaki yetersizliğin
ölçütünün bizzat kendimiz olduğunu söyler Kant. Çuvalla­
yanlar olarak bu ölçütün dengi değilizdir. Bu, aynı zamanda
herhangi bir şeye <yüce> gözüyle bakıp hayranlık duyduğu­
muzda, daima kendimize de hayran olduğumuz anlamına ge­
lir; hatta meşrudur bu hayranlık. Sadece <hileyle>, el altından
yer değişikliğiyle 'yücelik' objenin bir niteliği olarak gözükür.
Başarısızım ve başarısızlığımı hissediyorum. Başka türlü
bunu başarısızlık olarak algılamam mümkün olmadığı için de
doğaüstü bir ölçüte sahibim, dolayısıyla bizzat aşkın bir varlı­
ğım. Bu saptamanın <insanın kendiyle aynı hizaya gelmemiş­
liğinin> teorisi olduğu tartışılmaz.
işte bu teorinin bugün içinde bulunduğumuz durumda işe
yaramaz oluşu hiç işimize yaramıyor. Çünkü birincisi, devasa
boyutları nedeniyle hayal gücümüzü aşan <şeyler>, Kant açı­
sından <fikirler>di, bizim açımızdansa insan edimleri ya da
insanın ürettiği nesneler. ikincisi, <ölçüsüz olan> yüce değil,
aksine azman, çirkin ve korkunç. Yani ahlaki anlamda asla
kavrayamayacağımız, dizginsiz katliamlar. Üçüncüsü , çağı­
mızda önümüzde duran ve şöyle ya da böyle aşmamız gereken
uçurum <akıbla <hayal gücü> arasında değil, <edim>le hayal
gücü arasında. Bizler açısından kavranamaz olan meselenin
(örneğin binlerce, milyonlarca insanın katledilmesi) , Kantçı
anlamda bir <sonsuzluk> ya da <devasalık> fikriyle hiç ilgisi
yok.
Kant hayal gücümüzden sınırlarının ötesinde bir perfor­
mans talep etmekten geri durmayışımızla gurur duymamız
gerektiği kanısındaydı. Nitekim bu talepteki ısrarımızı, hatta
özellikle de boşa çıkması gerçeğini doğaüstü bir ölçüte sahip

82
olmamızın göstergesi olarak değerlendirmişti. Oysa biz zama­
nelerin böylesi bir kıvancın yanından bile geçmemesi gerekir.
Kapasitelerimiz arasındaki uçurum neyi görünür kılarsa kıl­
sın, bu metafiziksel ya da antropolojik sorun şu içinde bulun­
duğumuz çağda bizi zerrece ilgilendirmemeli. Asıl mesele söz
konusu uçurumun hangi sonuçlara yol açuğıdır. Bu sonuçla­
rınsa doğaüstü olanla hiçbir ilgisinin olmadığı apaçık. Meğer
ki devasa korkunçluğu da <doğaüstü> olarak niteleyelim. Ka­
dir olduğumuz kötülüklere hayal gücümüzle ket vuramayaca­
ğımız gerçeği, her halükarda sıradışı felaketlerin, bir anlam­
da düpedüz cehennemin habercisi. Ad libitum suç işlemeye

devam edeceğimiz, kötülükte sınır tanımayacağımız anlamına


gelir. (Yargımızı daha da netleştirelim: Kepazelik, hayal gücü­
ne sahip varlıklar olarak ürettiğimiz ya da sebep olduğumuz
ucubeliği akabinde idrak edemeyişimizde değil, bu süreçte ya
da öncesinde hayal gücümüz ortalıkta görünmediği için hiç
zorlanmadan korkunç şeyler üretebilmemizde ve her haltı yi­
yebilmemizde yatıyor.)

Hayır, Kant'ın yaptığı gibi hayal gücümüzün çuvallamasını


avutucu bir mazeret olarak değerlendirip selamlayamayız ha­
kikaten. Elimizdeki cehennemi araçların sınırsızlığına set çek­
menin bir yolu var mı bilmiyorum. Varsa eğer, bunun yalnızca,
söz ettiğimiz çuvallamayı nihai bir durum olarak kabullenme­
yip üzerine gitmeye, yani hayal gücümüzü genişletmeye - öyle
ki yiyeceğimiz haltların boyutlarını dehşet içinde kalarak ön­
görebilecek çapta olmalı - yönelik bir çabadan geçtiği kesin.
Bu çabaya dair büyük umutlar taşıdığımı söyleyemem. Bek­
lemediğimiz bir sonuç elde etsek, bu çaba sonuç verse, hem de
istisnalar değil, bütün insanlık bu adımı atsa dahi canavarlığın
sürmesinin önüne geçileceğinin garantisi yok. Bir tek - kimse-

Lat. Cam istendiğinde, doğaçlama -yhn


nin bilerek kötülük yapmayacağını varsayan - Sokratik düşün­
cenin temsilcileri haklı olsalardı, tehlikenin gerçek anlamda
ortadan kalkması mümkün olabilirdi. O varsayımınsa ayaklan
yere basmıyor.
Öte yandan tıpkı iyimserlik gibi mutlaka sakınmamız ge­
reken bir başka şeyse daha baştan, düş gücümüzün ufkunu
genişletme gayretlerimizin bir şey getirmeyeceğini düşünüp
olan bitene seyirci kalmaktır. Dev kötülükler yapabilme kud­
retimizin tekerine taş koymak istiyorsak ne yapıp edip düş
gücümüzün kapasitesini artırmaya çalışmalıyız. Aksi takdirde
kendimizi - Dünya'yı mahvetme potansiyelimiz her gün arttı­
ğından, başka deyişle emrimize amade teknolojinin ilerlemesi
hiç durmadığından - mutlak olana, yani apokaliptik bir sona
hazırlamamız gerekecek. Ne var ki tam da böyle bir sona: hiç
hazırlıklı değiliz; tasavvur gücümüzü kesinlikle aşan bir şey
varsa o da gelecekteki hiçlik, yani nihai bir son ihtimali fikri.
Umut var mı sizce?

27 Kasım 1 947, New York

Müsveddelerimi düzenlerken dikkatimi çekti. Neredeyse elli


yaşına varmışım, <aşk> başlığı altında yazdıklarım sadece bir
pasajdan ibaret. Son iki yüzyılda yaşamış yazarlardan hangisi­
nin başına böyle bir şey gelebilirdi? Ama benimki istisnai vaka
değil, tam anlamıyla bir kuşak sorunu.

28 Kasım

Geçtiğimiz yüzyılda toplumun ve edebiyatın ana temasının


aşk olmasının başlıca nedeni, <aşk>ın <ikame kurtuluş> işle­
vi görmesiydi. Gerek Hıristiyanlığın dünyevileşmiş hali gerek
natüralizm, dinsel anlamda bir <kurtuluş>u devre dışı bırak­
tığı için; aynca ekonomik bireycilik ( Comte ve farklı sosyalist
akımların umut ettiği) <birlik yoluyla kurtuluş> düşüncesiyle
çeliştiğinden, devir, aynı zamanda hem Kudas ayini benzeri
hem kişisel hem de dünyevi bir şeyi gerektiriyordu. Daha çe­
lişkili bir önkoşulu arasanız bulamazsınız. Yalnızca aşk kar­
şılardı bu ihtiyacı; aşk kurumlardan, gündelik hayattan, yal­
nızlıktan, <kurtarırdı>; özeldi, iki insandan fazlasına ihtiyaç
yoktu; dünyeviliğin vücuda gelmiş hali olduğuysa açıklama
gerektirmiyordu. Erotizm, doğaüstü bir mevkiye terfi ettiril­
di; kızışma, tutku unvanını aldı; sevişme, <unio mystica>ya·
evrildi (Tarihsel açıdan hayli ilginç bir süreç; çünkü tutkuyu,
kösnüllük; <unio mystica>yı ise cinsellik olarak yorumlayan
Barok dönemin, <zıddı.>. lsolde, Bemini'nin Azize Teresası'nın
ters çevrilmiş haliydi)
Bugünse kutsallaştırılmış aşk kavramından çok uzaktayız.
Aşk uğruna canına kıyma fikrine bir hayli yabancıyız artık.
Lakin aşk için ölmenin melodisi biz zamanelerin de ruhuna iş­
liyor hala. Karşısına çıkarabileceğimiz bir şey yok; <Tristan>la
ya da onun kuşağı için yaptıklarıyla kıyaslanabilecek herhangi
bir özelliğe sahip değiliz çünkü.
Elli, yetmiş beş ya da yüz yıl öncesinin insanlarının aşkı
baş köşeye oturtup felsefe ya da din mertebesine çıkarmala­
rıyla alay ederken işin kolayına kaçıyoruz. Aşkın felsefesiyle
uzaktan yakından ilişkimiz yok. .. minimum bir anlayışın dahi
yokluğunu kastediyorum. Dile getirdiğimiz ya da getirmediği­
miz bakış açılarımızda aşkı es geçtik. Küçük çapta da olsa en
azından belli bir işlevi olan yan tema olarak bile bütünde yer
bulamıyor. Dolayısıyla insanlar aşktan nasıl nasipleneceklerini
ve hayatlarında onu nasıl hep var edeceklerini bilmedikleri bir
evredeler; üstelik bu sorundan kaçış da yok. Böylesine atlan­
mış, <boş> bırakılmış segmentleri her koşulda "özgürlükler"le
aynı kefeye koymak hantallığın göstergesi. Bir şeye kafa yor­
mamak <özgürlük> de değildir tutsaklık da, aksine düpedüz

Lat. Mistik birleşme -yhn

85
ihmalkarlıktır. Ayrıca bu tür es geçmeler - tıpkı <ölüm>ün ve
<şiddet>in görmezden gelinmesi gibi - baştan sona yanılsa­
madır nihayetinde. Biz aşkı devre dışı bırakabiliriz ama o bizi
kolay kolay ıskalamayacaktır.

28 Kasım

Dünya'daki gelişmelerin, yıkımların, alınan kararların, yarına


dair hedeflerin, büyük oranda bizim kuşağın özel hayatını ka­
ranlıkta ya da soluksuz bıraktığı yolundaki yargı kestirme, hat­
ta çarpık. Özel hayatımız devam ediyordu, hala devam ediyor.
Aynca karşıt söylem, yani aşk hayatımızın, tam da Dünya'da
yaşanan yıkım nedeniyle kişinin varolmak için tutunabileceği
tek şey olma ... hayır son yüzyıldaki gibi <varlık nedeni> ya
da bizi <yukarı çeken ebedi dişilik> gibi bir şey değil, daha
ziyade her şeye rağmen elimizde kalmış bir parça hayat sevin­
cinin son güvencesi olma statüsü yakaladığını düşünmek de
bir o kadar meşru değil mi? Hakikaten çoğu kez, tam da bu
mahvolmuş haliyle Dünya'nın, aşk duygusunun ya da gönül
ilişkilerinin kurumlara kaynaştırılmasının ve aşıkların toplu­
ma eklenebilmesinin önünü kapatmasıyla, özel hayat tepeden
tırnağa özel (= prive de tout) olabilme şansına kavuştu. Tıpkı
Kierkegaard'ın belirttiği üzere, Hıristiyanlığın ahlaki açıdan
aşağılayıp dışladığı erotizmin özellikle de bu yüzden <başlı
başına> bir alan, <büyülü> bir şey haline gelmiş olması gibi.
Öte yandan bizim kuşaktan bazılarının, kendilerini
<mesele>ye yani özel yaşamın dışındaki şeylere fiilen adama­
ları nedeniyle, aşkta ve diğer insan-insan ilişkilerinde (yon­
tulmamış demeyelim ama) daha ihmalkar, daha hantal, daha
esprisiz, daha kaba hale geldiğini yadsıyamayız. Şövalyesiz şö­
valyelik, saraysız nezaket, salonsuz zarafet, nesnel dayanaksız
saygı nereye kadar; piyeste bile tutmaz. Ne yazık ki tutmaz.
Yine benzer şekilde bizi dolandırıp boş zamanımızı, özel ya-

86
şamın diğer kaynaklarını ve önceliklerini elimizden alan bir
dünyada, mahrem alanımızdaki duygularımızın, tutkularımı­
zın zarafeti de güdükleşecektir.

30 Kasım

Belli ki pek yakında çoğumuz inceliklere karşı duyarsızlaşa­


cağız; üstelik sadece banal, örneğin can sıkıntısından doğmuş
olanlara değil, her türden inceliğe yabancılaşıp köreleceğiz.
Cüret edilemeyen, cüret edilmesi akıldan dahi geçirilemeyen
şeylere ilişkin duyarlıklar yiter gider. Ahlaki disiplinin insan­
lan daima nezaketsiz kıldığını yadsıyanlar tarih bilincinden
yoksundur. Tartışılmaz keskin bakışına rağmen, Tertullianus
bile Helenistik dünya karşıtlığıyla neler kaybettiğini göreme­
yecek - ve ardından sarsılmayacak - kadar miyoptu. İncelikli
davranışları en fazla sergileyenlerimiz bile ninelerinin yanında
barbar kalırlardı herhalde. O nineler ki onyıllar boyunca ruh­
larının parmak alıştırmalarına ve melankolilerinin etüt çalış­
masına bir gün bile ara vermeme lüksüne sahiptiler.

1 Aralık

Ôzel hayatın kötürümleşmesini sırf kayıp olarak mı görmeli


hakikaten? Son yüz elli-iki yüz yılın insanları özel ilişkilerin­
deki kırılganlığın bedelini ağır ödemediler mi? Maskaralığın
sınırında bir yaklaşımla aşka fazlaca anlam yükleyip patetikleş­
ti rerek, bugün adeta egzotik diyebileceğimiz bir sımaşıklığın
külfetine katlanmadılar mı? Bizler, bu Rousseaucu itiraf çılgın­
lığının tortularına bulaşmamış ilk torunlar değil miyiz? Başka­
larının yaşamına girmeyi ve ruhsal lekeler bırakmadan çıkmayı
öğrenmiş usturuplu ilk kuşak? Lucinde'den* ] . Wassermann'ın
yazdıklarına dek uzanan çoğu roman bizlerin gözünde çok sa-

Friedrich Schlegel'in bir aşk romanı, 1 799 -çn


tan hastalık öyküleri türü şeyler ya da alenen <kültür değeri>
olarak kabul edilmiş müstehcenlik belgeleri değil mi? Son yüz­
yılın aşk, hasret ve eziyet arşivinden oluşan arkaplam düşü­
nürsek, bizler dramatik olmaktan hayli uzaktayız. İncelikten
bihaber olmamıza rağmen takdire şayan bir ketumluğumuz
var. Fransız ve Rus roman figürlerinden daha ketum olmamız
bir yana, Alman ve İskandinav edebiyatının dünya görüşü sa­
hibi kahramanlarından daha temkinli ve mesafeliyiz. Hebbel'in
Gyges'i, Wagner'in Tristan'ı - Ibsen'ın ya da Strindberg'in yarat­
tıkları da şöyle dursun - metafiziksel ya da ahlaki anlamda şiş­
kin bir itiraf saplantısından muzdarip değiller miydi? Gereğin­
den fazla, <cemiyet dedikoduları> sinmemiş miydi üzerlerine?
Psikanalize ne demeli aynca; sahneye konmuş - oynayanı top­
lum, seyredeni toplum - yılışık bir oyun işleviyle kullanılmadı
mı en azından? 1900'lerde doğmuş bizim kuşağın temsilcile­
rinden, 19. Yüzyıl'daki anlamıyla itiraf heveslisi, teşhir delisi ya
da dedikodu müptelası olmaya yanaşacak birileri çıkar mı diye
soruyorum kendime. Bir sürü akrammı getiriyorum gözümün
önüne. Rousseau'nun torunu olmaya aday çok az kişi var ekip­
te. Otobiyografik roman yazmış hemen hiç kimse yok; <yaşa­
dıklarım> aktarma ya da aşkı hiç değilse tema etma meraklısı
olabilecek birini de göremiyorum. Üstelik bu kuşak sadece
yazdıklarında değil, yaşam pratiklerinde, insan ilişkilerinde de,
yani kadın-erkek ya da aşık-sevgili ( dşık>-<sevgili> gibi Rilke
işi, ritüellere özgü sözcüklerin burada kulağa böyle, <edepsiz>
gelmesi söylediğimi pekiştiriyor) arasında geçenlerde de ölçü­
lü olmayı, sakınmayı bildi. Bu arada çoğu, dostluklarında, en
yakın ilişkilerinde bile kendilerine dönüklük anlamında ağzı
sıkı ve özenli idi Şu <iç dünya> denen şeyle ilgilenecek biri çı­
kar mı aramızdan, bilmiyorum. Kavramın kendisi bile köhnedi
artık. Ruhumuzun ağzım aramak, anahtar deliğinden iç dün­
yamızın odalarım gözetlemek bizim kuşağın yapacağı iş değil.
Bilmediğimiz meşguliyetler bunlar.

88
Artık anahtar deliği de yok zaten, çünkü anahtarlara ihti­
yaç kalmadı; ne diye anahtarlara ihtiyaç olsun ki, günümüzde
kapı diye bir şey hak getire; kapılar yok, çünkü eski zamanla­
rın karanlık odalarının diğer odalardan hiç farkı kalmadı artık.
Eskinin göz korkutan tabularının çoğu sahiden etkisini yi­
tirdi. Artık var olmayan kapılardaki artık var olmayan anahtar
deliklerinden içeri baksak görüp göreceğimiz, albenisiz, mun­
tazam bir şekilde ortalıkta duran tinsel öteberidir.
Yalnızca toplumun o ürkütücü tabularım kabullenen, tüm
sarsılmışlığıyla benliğinin bir parçasını bu tabularla örtüşme­
yen bir karanlık oda olarak gören birinin kapıya, bu kapıyı
kilitleyecek anahtara ve içeriyi gözetleyeceği anahtar deliğine
i htiyacı vardır. lnsan <iç dünyasını> kilitlemez; tam tersine
kilitlenen �1er <iç dünya> olur çıkar. Tabu , ruhun mimarıdır.
Dahası vicdan (anlamına gelen conscientia) , bilinç (anlamına
gelen conscientia) olur. Augustinus ta o devirde bunu biliyor­
du; günah bulma peşindeki bakışlarıyla ruhunun kubbesini
araladığında belleğin kovuklarının nasıl biçimlenip saydam­
laştığını betimlemişti. Ruhumuza ilgisizliğimiz ya da eksik <iç
dünyamız> (olumlarsak: Ketumluğumuz, kibirden uzaklığı­
mız, meraksızlığımız) doğrudan tabuların yıkılmasıyla ilintili.
Tabunun mayasıyla yoğrulmuş ruhun soykütüğü üzerine bir
araştırma hiç fena olmazdı doğrusu. . . günümüzde hiç yan­
kı uyandırmazdı gerçi böyle bir şey, çünkü psikoloji ve etik
birbirlerinden nihai anlamda koptular. En fazla bazen etik,
<psikolojik açıdan temellendiriliyor>. Ama ruhun ahlaktan
peydahlanmış olabileceği düşüncesi çağımızda pek kavrana­
bilecek gibi durmuyor.

1 9 Ocak

Benim kuşağımdan (<ifade zenginleri> olsun <tutuklar> ol­


sun) hiç kimse talihsizliğinzarafetindenyararlanma cüreti gös-
termiyor; ruhundaki pireyi deve yapmak gibi bir lükse meyle­
den yok. Bir iki kuşak öncekilerin habire, gerçek (ya da sadece
olası) ve sonraya saklanan <maceraları>/<yaşanmışlıkları>
doldurmayı pek sevdiği, şu <cefanın istiflendiği kilerler>den
nemalanmayı düşünen de görmüyorum.
<Maceralar>/<yaşanmışlıklar>. Bugün artık bunları can
sıkıntısından öç alma girişimleri olarak görüyoruz sırf. Ayrı­
ca bizlerin can sıkıntısı gibi bir derdi yok. Dünya'nın şu hali
yeterince gerilim ve heyecan yaratıyor hepimizde. <Kendimi­
ze gelmek> için <macera>dansa uzun bir aradan sonra şöyle
biraz sıkılma şansı yakalamak daha anlamlı olacak sanki. Yo,
hayır maceradan uzak durmaya çalışıyoruz. Sözcüğün kendi­
si bile zanlı. Sözcüklerin tarihini anlatacak olsak sağ yanına
bir haç konulacak kavramlardan. Hayat yetiyor doğrusu. Sun­
duklarına da sakındıklarına da razıyız. Son bulan, çekip giden
şeyler de şöyle dursun.
Eskiden <macera> dedikleri içerikler günümüzde de yaşa­
nıyor kuşkusuz. Lakin mutsuz evlilikler, yürümeyen ilişkiler,
sadakatsizlikler ne denli sık rastlanan vakalarsa da sonuçta
hep <ampirik özel durumlar> olarak kalıyorlar. Sadakatsiz­
liği tema etmek, hatta başkalarının olası ya da gerçekleşmiş
<aldatmalar>ını ( 1800'den l 930'lara kadar olduğu gibi) top­
lumsal yaşamın, sohbetlerin, gerilimlerin elzem tuzu olarak
görmek çoktan yabancısı olduğumuz bir şey. Bu tür olayların,
günah çıkarmaların, söylentilerin (edebiyatta ve tiyatroda)
keyif verici maddeler olarak sunulabilmesini ya da tüketile­
bilmesini kavramakta zorlanıyoruz bugünlerde. Bizden ön­
ceki kuşağın perspektifinden bakıldığında başkalarının bu
hallerine şaşılacak derecede ilgisiziz. Bilmek, tecrübe etmek
istediklerimizin seçiminde katıksız <pragmatik> tercihlerimiz
rol oynuyor. Yardım etme ya da uzak durma amacıyla da olsa
bilmemiz gerekenden daha fazlasını bilmek, bizlerin gözün­
de pasif boşboğazlık, dahası altından kalkılamayacak bir ruh

90
yükü demek. Kendi yaşanılan söz konusu olduğunda kuşağı­
mın kayda değer kişilikleri, akıl almaz bir dar kafalılık, sada­
kat ve suskunluk sergiliyorlar.
Lakin - işte bu da meselenin tarihsel anlamda yeni tarafı
galiba - ne dar kafalılıkları önyargı içeriyor ne sadakatlerinde
tabu korkusu var. Bu kuşağa ait olmasam bu durumu ben de
kavrayamazdım herhalde.

91
Post festum *

1 962

Vita* * değil, vitae * * *

Bir <vita> isteğin beni zor durumda bıraktı. Vitam olmadı be­
nim. Hatırlamakta zorlanıyorum. Sığınmacılarda bunu arama.
Tarihsel akışın önüne katıp kovaladığı bizler, tekil bir kavram
olan <yaşam> konusunda ihanete uğradık.
İtirazını duyar gibiyim: Hiçbir yaşam tekil değildir, diyor­
sun; kimsenin <vita>sı yoktur ki; parçalanıp tek tek dönemlere
ayrılmamış yaşamöyküsü mü var; <yaşam> denince bu dağılıp
birbirinden kopmuş dönemlerin oluşturduğu birliği anlıyoruz
aslında; ayrıca yaşamın farklı evrelere bölünmüş olması belle­
ği tahrip etmez ki. Haklısın. Ne var ki olağan durumlarda bir
evreden diğerine geçiş, arka plandaki ya da çerçeveyi oluştu­
ran bir çevrenin varlığında gerçekleşir. Bu çevre, değişse bile
değişmez olarak algılanır. lşte ortamın bu aynılığı , genellikle
yaşamın farklı dönemleri arasındaki bağı kurar.
Ama yaşam bütünlüğünün bu önkoşulu , biz ortamdan or­
tama itilmişlere çok görüldü . Bizim yaşamımızın evrelerini
birbirinden ayıran yarıklar, genelde yaşam kesitlerinin sınır­
larını belirleyen yarıklardan çok daha derin. Öylesine derin
ki artık evrelerin tek bir yaşama aidiyeti, hissedilemez, hatta

lal. Her şey olup bittikten sonra -yhn


lal. Yaşam -yhn
lal. Yaşamlar -yhn

92
objektif açıdan kuşkulu hale geldi. Tırtıl olarak başlayan, kışı
koza olarak geçiren ve şimdi karşımızda kanat çırpıp dolaşan
kelebeğin özyaşamöyküsü dahi bir bakıma tek bir tane sayıla­
bilir. Bu bakışla aynı şey bir köpek için söylenemez.
Eh, bir yaşamöykümüzün olmayışı, yaşamımızın yetersiz
malzemeden ibaret olduğu anlamına gelmiyor elbette. Zama­
nında beni temsil etmiş ya da omuzlarına alıp farklı mekan ve
zamanlardan geçerek buraya ve şimdiye taşımış tüm figürleri
rtrafıma toplasam ve karşılaştığım tüm <faits divers>i* önüme
yığsam, bunların miktarı ve sayısı, içeriği zengin bir yaşamı
mümkün kılmaya dahi yeterdi. Ne var ki buradan bir <vita>
çıkmazdı. Olsa olsa <vitae>, yaşamın çoğul hali çıkardı sadece.
<Sadece> diyorum. Burada aritmetiğin hükmü yok çünkü .
Çoğul <vitae> tek bir vitadan fazla olacak diye bir şey yok.
lersine , bizim gibi çokluğa mahkum edilmişlere geçmişi hiç
yaşamamışız gibi gelir sıklıkla ya da en fazla o an ne yaşıyorsak
onu biliriz. Tamamınaysa hakim değiliz artık. Geniş, zamansal
hoyutları kavrayıp toparlama yetimizi çoktan yitirdik. Bu hali­
mizle , tek bildikleri , dinledikleri senfoninin alkış isteyen son
kısmına (hatta çoğu kez başka senfonilerde final de olabilecek
ı aktlara da) el şaklatmak olan müzik cahillerine benziyoruz.
Bir farkla, bizim dumura uğramışlığımız onlarınkine oranla
daha mazur görülebilir. Çünkü bizim ardımızda bıraktığımız,
hir senfoni bütünü değil , sadece bir sürü dönemin peşpeşe di­
z i lmiş hali ya da olsa olsa çok bölümlü bir süit.
Böylece seni çekmek istediğim noktaya geldim.
Bir süitin de bir senfoni kadar kolay hatırlanabileceğini
varsaymak (senin yaptığın gibi) ya da mecazı bir yana bıra­
kırsak; yaşamın her türlüsünün sonrasındaki hatırlama edi­
mi aynı şekilde işler ya da işlemek zorundadır demek bir ön­
yargıdır. Tıpkı fizikte bir cismin görünürlüğünün sadece ışık
yayma gücüne ya da gözlemcinin göz keskinliğine değil aynı

Fr. Farklı olgular, çeşitli gerçekler -yhn

93
zamanda içinde bulunduğu ortamın yapısına ve türüne de
bağlı olması gibi, hatırlanması gereken bir nesnenin hatırla­
nabilirliği de tek başına o nesnenin parlaklık derecesine ya
da hatırlayanın bellek gücüne değil, aynı zamanda içinde yer
aldığı yaşam sürecinin özelliklerine de bağlıdır. Son göç dalga­
sının patlak vermesinden önceki kuşakların, yani (bir kerelik)
hayatlarını, doğup büyüdükleri yerlerde geçiren dedelerimiz
ve ninelerimizin gözünde Dünya bir im ormanı demekti. Her
bir işaret hayatlarının belli bir gün ya da saatine göndermeydi.
Hatırlamak gibi bir dertleri yoktu. Her şey onlann bir şeyleri
hatırlamasına hizmet ediyordu, 'memoria'nın· inisiyatifine ve
zahmetine gerek kalmıyordu. Dünyalarında yer alan şeyler,
onlara çoğu şeyi çıtlatıyordu. Sanırım, o zamanlardaki anım­
samanın bugünkünden esaslı biçimde farklı olduğu savı sana
garip gelecektir. Öyle ya, sen psikologların yanında öğrenim
gördün. Onlar sadece (sözde tarihi açıdan nötr) bir hatırlama
(türü) biliyorlar. Anlayacağın, kavramlar tarihiyle benzeşen,
dönüşen ruhsal zenginlikler ve performanslar tarihi diye bir
şeyin de olduğundan habersizler; psikolojinin de çalışmaları­
nı bir tarih bilimi olarak sürdürmesi gerektiğini göremiyorlar.
Benzer şekilde farkında olmadan bana tavsiye ettiğin <Rec­
herches des temps perdus>'' ile karşılaştırıldığında, babaları­
mızın <Recherches du temps perdu>'.. olma uğraşı o zamanki
tüm zorluklara rağmen çocuk oyuncağı sayılır. Bunun nedeni
sadece, babalarımızın ellerinde, özetleyip toparlayacak tek bir
yaşam olması ya da dünyalarının gereken imleri barındırması;
buna karşın bizimse ardımızda birçok yaşam bırakmamız ve
üstelik bugünkü dünyanın önceki dünyalarımızı çağrıştıracak
ögeleri içermemesi yüzünden, bu yaşamları kendi çabamızla
gözümüzde canlandırmak zorunda oluşumuz değil: O zaman

Lat. Bellek -yhn


Fr. Kayıp zamanlann izinde --çn
Fr. Kayıp zamanın izinde --çn

94
kotarılması gereken şeyle bugünkü arasındaki fark, çoğul ve
tekil arasındaki farkla sınırlanırsa hatırlama işinin üstesinden
gelinebilir belki. Ama mesele bu değil işte. Bizlerin durumun­
da birden fazla yaşamın söz konusu olması sırf öyle sayısal
hir olgu değil. Aksine bir yandan da yaşamımızın izlediği yo­
lun fazlasıyla özel bir krokisinin olması sonucunu doğuruyor.
()yle ki bu kroki hatırlamayı, zorlaştırıyor ne kelime, düpedüz
o lanaksız kılıyor. Demek istediğim, çok sayıda yaşamın hak­
kından gelmek zorunda kalan birinin hayatının akışı, ortala­
ma bir vitanın nehir yatağından farklı seyreder. Aşağı yukarı,
Ren'inkiyle karşılaştırıldığında, Mozel'ın izlediği yolun farklı­
lıklar göstermesi gibi: Mozel kavislidir, kıvrımlan çoktur, yer
yer labirente dönüşür.
Bir anlamda senin için bile geçerli bu. Kısa süre önce bana,
savaş sırasında yaşadıklarını şaşılacak kadar seyrek anımsa­
dığını anlatmıştın. Bu seyrekliğin o yıllan aklına getirmek is­
lrmemenle ilgisi yok yalnızca - o zamanki yorumumuz buy­
du - bir başka nedeni de, düz bir çizgide geçmişi hedefleyen
ımımsamayla aradıklarını asla bulamayacak olmandır. Çünkü
o yıllar yaşamının <gövde>sinden ayrılıp tamamen bilinme­
yen yönlere sapmışlardır ve artık bir anlamda bu gövdenin gö­
rüş açısında değillerdir.
Sürgün yıllarının ardından ülkelerinin yolunu tutmuş, ta­
nıdığım Fransız göçmenlerden bazılarının, eskiden yaşadık­
lan, (diğer geri dönülen bölgelerle kıyaslandığında) olduğu
gibi ve sağlam kalmış Paris'e döndükten sonra başlarına gelen
de bu durumun benzeriydi. Sürgün dönemi (ki devam ettiği
süre boyunca yaşamlarının belki de en yoğun geçen, belirleyi­
d kısmını oluşturuyordu) unutulmaya, deyim yerindeyse bü­
zülüp küçülmeye yüz tutmuştu. Yuvaya dönmüş bazılarında,
a ranağme sürgünün açtığı yaralar hiç iz bırakmadan kapan­
dı gitti. Anlayacağın, aradaki zaman, bir tür <temps perdu>, •

Fr. Kayıp zamanlar -yhn

95
şimdi hiçbir <recherche> ile yeniden keşfedemeyecekleri bir

zaman parçası oldu çıktı.


Yine de bu dönüş vakalan büyük önem taşımıyor, en azın­
dan (benim gibi geri dönmüş olanların sayısı hayli düşük ol­
duğundan) biz sığınmacı göçmenler için. işin belirleyici yanı,
yaşamımızın (hatırlanamayan) bir aranağmeyle bölünmüş ol­
ması değil, bu yaşamın dağılıp parçalara ayrılmasının kesinlik
kazanması. Bu demektir ki ikinci yaşam birincinin , üçüncü
de ikincinin görüş açısından çıktı. Her seferinde arkamızda
bıraktığımız şey bir <dönemeç>ti, geriye bakışı - neredeyse fi­
ziksel açıdan, diyecektim - imkansız kılan bir bükülmeydi.
<Sapma>, <açı>, <bükülme> - bunlar, <zaman>ı anlattığı­
mızda kulağımızın alışık olmadığı terimler. 1 Sonuçta hepimi­
ze, zamana (tek boyutlu ve dümdüz akan) bir ırmak gözüyle
bakılabilir, yo hatta öyle bakılması gerekir diye öğrettiler. Bunu
öğrendiğimiz sıralarda zamanın ırmak yatağının, Ren'inkini
değil de Mozel'ınkini andırdığı fikri bize herhalde garip gelir­
di. Katışıksız bir önyargı. Bir yaşamöyküsündeki kopuş ister
çarpıcı bir dönüşümle gerçekleşsin ister Kristal Gece·· yüzün­
den; eğer devam eden yaşam, dayatmayla, ağzına kadar bütü­
nüyle yeni içeriklerle doluyorsa, eğer içerikler <önce> denen
zamana atıfta bulunmuyorsa, işte o zaman bu yeni içeriklerle
emzirilip doyurulmuş zaman dilimi kendisinden önceki döne­
min uzantısı olarak değil de, şimdiye kadarki yoldan öyle ya
da böyle keskin bir açıyla sapan yeni yol olarak, hatta neredey­
se <bölünmeyle> oluşmuş, kendi kafası ve kuyruğu olan yeni
bir organizma olarak algılanır.
Başka deyişle yazgımız, sürüklendiğimiz her dünyadan bir
sonrakine kovulmak olduğundan ve kendimizi hep, eskilerle
ilgisi olmayan yeni içeriklerle besleme yükümlülüğü taşıdığı-

Fr. Araştırma -yhn


Kristallnacht: Yahudilere ait evlere, sinagoglara ve işyerlerine kanlı ve
ölümcül saldırıların düzenlendiği gece, 9-lOKasım 1938 -çn
mız için, şimdi artık (farklı dünyalarla eşleşmiş) zamanlar bir­
birlerinin çaprazında. Her kırılmadan sonra öncesindeki ya­
şam parçası gözükmez oldu. Bir sonraki durağım New York'a
vardıktan sonra Paris'i hayal meyal hatırlıyordum; Viyana'da
yaşamaya başladığımdan beri de Los Angeles'ta her sabah yo­
lunu tuttuğum atölye, belleğimin karanlık bir köşesinde du­
ruyor, yan yana çalıştığım insanların adı aklımda değil artık,
yüzlerini gözümün önüne getiremiyorum. Zaman düzleminde
görüş açısı dışına çıkmak mekandakinden daha da zor; zaman
periskopu henüz icat edilmedi.
Yaşamımızın her bir etabı için geçerli olan, bütünü için ev­
leviyetle geçerlidir. Yaşamın kavisli krokisi, kavramanın önün­
de etkili bir engel oluşturuyor, kırılmaların sayıca çokluğu ,
izlediği yolu büsbütün anlaşılmaz kılıyor.
İstisnai vaka: Almanya'dayken uzaktan tanıdığım Bay
K.'ye Kalifomiya'da rastladığımda yetmişini bulmuştu ve ar­
dında bir odyssee· bırakmıştı, onu Berlin'den Paris'e, oradan
Lizbon'a, oradan Şanghay'a ve en son Los Angeles'a savuran.
Halini şöyle tanımlayabiliriz: Geride bıraktığı vitalarının var­
l ığını bilmiyor değildi ancak ayrıntıları anımsamıyordu. Buna
ilişkin bir şey öğrenmek istediğimizde ona babasının ya da de­
desinin yaşamından detaylar sormuşuz gibi tepki veriyordu ,
yani kabaca ve belirsiz. Hep yanda kesme zorunluluğunun
üstesinden geldiğinden ve hep dört ayak üstüne düştüğünden
palingenesis ** hali ona doğal geliyordu , bu artık öylesine ru­
tini olmuştu ki, takındığı incinmezlik yüz ifadesiyle , gömleği­
nin cebinde, sonsuz yaşamı garanti eden ölümsüzlük sigortası
poliçesi taşıdığı izlenimi veriyordu. Aklını başına topladığın­
da, kendisindeki bu ölümsüzlük kanaatinin <deli saçması>
olduğunu teslim ediyordu gerçi ama o zaman dahi bunu bil­
mesinin hiç umurunda olmadığını, değil yaşama duygusunun,

Alm. Uzun, arayışlarla do lu yolculuk -yhn


Yun. Yeniden doğma -yhn

97
verdiği kararların bile bundan etkilenmediğini eklemeden
edemiyordu. Başka deyişle yeniden doğma işi bunca zaman
yolunda gitmişken bunun hep böyle sürmeyeceğini, hoş ya da
nahoş, bir gün gelip sökmeyeceğini aklına dahi getirmiyordu.
K.'nin, vitalarının çokluğuna tepkisi keskin, neredeyse hasta­
lıklı bir istisnai vaka oluşturuyor elbette. Ama tam da istisnai
vakalar olağan vakaları aydınlatırlar. Benim durumum için de
geçerli bu.
Yirmi yıl önce Kansas'ta müzisyen bir palyaço görmüştüm.
Üç yerinden düğümlenmiş tubasımn ağızlığını sanki dürbün­
müş gibi gözüne tutuyor, enstrümanın huni şeklindeki ağzı­
m aya doğru çeviriyor, yapmacık bir çaresizlikle dolambaçlı
boru düzeneğini yarıp geçmeye çabalıyordu. Sonunda da sey­
redenlere dönüp omuzlarım silkerek gökte yeni ay olduğunu
söylüyordu. Ricam kırmayıp yaşamımın tümüne göz atmayı
denesem, gayretimin sonucunda ben de bundan fazlasını elde
edemezdim.

Kayıp var olma kanıtı

Her birimiz, ancak başkaları tarafından var olarak kabul edilip


ilgi gördüğünde, kendini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
var hisseder. Kartezyen <cogito ergo sum>dan farklı olarak,
yaşamın içinde somut geçerlilik taşıyan var oluş kanıtı, <CO­
gitor ergo sum> - <düşünülüyorum, öyleyse varım> şeklinde
ifade edilmeli aslında. <Aslında> diyorum, çünkü bu tümce­
nin altına imzasını atanların (yani herkesin) onu söze dökmek
gibi bir dertleri yok. Bunu yapmamalarının nedeni, tümcenin
gerçekliğinin açıkça ifade edilmeyi gerektirmeyecek denli
kendiliğinden anlaşılır olması. Tıpkı diğer bazı gerçekler gibi
bu da pek tanınmamasını, kabul görüyor oluşunun evrensel­
liğine borçlu.
Sürgündeyken hatırlandığımız söylenemez. Bir süre şu va-
roluş kanıtının korkunç bir varyantı söz konusuydu gerçi, ta­
kip altındaydık çünkü. <Peşimdeler> yargısından da son bir
<demek ki varım> çıkar, takipçiler de bizi düşünüyor öyle ya,
her ne kadar bundan sonra olmayalım diye olsa da Neyse, çok
�eçmeden bu minimum tasdik edilme rezaleti de bitti ve son­
ra rastlantı bizi nereye sürüklediyse artık, milyonların arasına
karıştık, bizi havagazı gören milyonların - işte böylece hava­
�azı olduk çıktık. İçimizde, herhangi bir kentin herhangi bir
köşesinde bir gün kalakalıp çevredeki ses ve gürültüleri sırf
başkalarına yönelikmiş gibi hissettiğini keşfetmemiş, kısacası
artık var olmadığını tecrübe etmemiş tek bir kişi bile yoktur
herhalde. Sürgündeki intiharlar bu varlık yitiminin altını çizi­
yorlar yalnızca. Kendini asmış ya da taşıtların önüne atmış ve
<:öp olarak toplanıp götürülmüş olanlar, daha ip ya da tekerlek
devreye girmeden dünyasızlıktan ve sosyal açlıktan çoktan öl­
müşlerdi.
Aramızdan çoklarının var oluş kanıtını - keza onlar da, bu
kanıtı her gün yeni baştan tüketmezlerse yaşayamayacaklarını
düşünüyorlardı - bir an önce yeniden edinmeye pek meraklı
oluşunda şaşılacak bir şey yok. Birçoğu, vaktiyle bir kere ula­
�ılmış kıyının oluşturduğu rastlantıyı, ikinci bir yurt yazgısına
dönüştürmek için sabırsızlanıyordu. Bu yeni ülkenin onları
ı aşıyıp taşıyamayacağına ve taşımaya niyeti olup olmadığına
bakmadan onları <taşımasını> ve tanımasını, dış kapının man­
dalı muamelesine maruz kalıp yabancılar polisi tarafından
parmakla sayılmak yerine gerçekten sayılmayı istiyorlardı.
Çokları bir an önce sığınmacılıktan çıkıp göçmen statüsüne
geçmeye ve böylece yeniden var olmaya can atıyordu kısacası.
Bu işin heveslilerini, sadakatsiz ya da tertipçi deyip geçiştir­
mek haksızlık olurdu. Yalnızca doktrinerler, o an başına iş gel­
miş sıradanların bir günden diğerine, yaşadıkları olağanüstü
talihsizlik kadar büyüklük göstermelerini ve talihsizliği <alt
etmelerini> beklerler. Hiçbir insan, uzun süre öylesine <fazla-

99
lılo olmaya dayanacak yapıda değildir. Belki üzücü ya da rezil
bir saptama gibi görülecektir, ama bir düzeneğin bünyesinde
kendilerinden salt verilen görevleri yerine getirmeleri istene­
rek aşağılamaya uğramış olanların yaşamı bile çıplak bir işlev­
sizlikle yaşamaya mahkum edilmişlerinkinden daha katlanılır.
Ancak ben sana bu heveslilerden değil, <meslekten göç­
menler> topluluğundan söz edeceğim, yani külfeti ağır <faz­
lalık olma>yı kendilerine bizzat reva görenlerden, hatta uzak
diyarlar kollarını açarak onları beklemiş olsaydı dahi bu yaz­
gıyı tercih edecek olanlardan.
Yanlış anlama. Gözüme kestirdiklerim öyle (ister yenilgi­
leri yüzünden ister yenilgiye rağmen, hiç fark etmez) , davala­
rına kök salmış <siyasiler> ve davaları ya da umutları coğrafi
açıdan nötr olduğundan başka yere dikilmeye ne ihtiyacı ne
hali kalmış olanlar değil bir tek.
Uyum yeteneği bulunmayanları ve esneklikten yoksun
olanları, taşralılıkları ya da dar kafalı sığlıkları yabancı ülke­
lere ayak uydurmaya engel oluşturanları da kastetmiyorum
keza. O kadar da basit değildi (o zamanki perişanlığımızı
konu alan şimdiki doktora çalışmalarındaki dangalakça ifa­
deyle söylersek) <sığınmacı göçmenliğin sosyopsikolojik so­
runsalı>. Aksine tam da aramızdaki <Heilbronnlular> (onları
nitelemekte kullandığımız bu terimi hangi adaptasyon deha­
sından devralmıştık bilmiyorum), yani küçük burjuvalar ve
kasabalılardı, çekincesizce gurbetin boynuna atılan, iki haf­
ta geçmeden Paris'in yerlisiymiş ya da doğma büyüme New
Yorkluymuş gibi caka satan - her durumda biz Berlinliler ya da
biz Viyanalılardan çok daha çabuk - <biz> deyince <biz Paris­
liler> ya da <biz New Yorklular> anlayan. Beni ilgilendirenler
daha çok üçüncü bir grup. Dil bilmelerine, seyahatlere alış­
kın, geniş ufuklu ve esnek olmalarına karşın ihtiyatı elden bı­
rakmayanlar; oradaki bayağılığa yenik düşmeyi ve bir çırpıda
Fransızlığa ya da Amerikalılığa soyunmayı bayağı buldukları

100
için böyle davrananlar. Doğal ortam çilekeşi bu adamların ço­
ğunun, siyasi bir felaketin kurbanı olmaları nedeniyle makul
bir çıkarımda bulunmaları yani aynı şekilde şöyle ya da böy­
le politize olup bir gruba katılmaları o kadar anlaşılır bir şey
ki. Bu, belli ölçüde, artık tamamen boşlukta sallanmadıklarım
ve bir ülkeye değil de bir kader ortaklığına aidiyetlerini ifade
etmekle birlikte, salt sığınmacı statüsünde kalmada gösterdik­
leri ayak diremeyi, bir tek söz konusu politizasyona borçlu
oldukları anlamına gelmez.
Yeniden el üstünde tutuluyor olma duygusu ve bir çevreye
katılabilme ayrıcalığı; sonradan görme geçinenlerden esirge­
nen veya olsa olsa ancak onur kıncı bir bekleme süresinden
sonra lütfedilen bu ayrıcalık, çilekeşlerin gözünde ayrıcalık­
tan sayılmıyordu. Kendiliklerinden dikkate almadılar o tür bir
şeyi. Kendi rızalarıyla hiç kimseydiler. Öyle yaşamaya devam
ettiler. Bu yeni dünyayı gönüllü olarak kendi doğal çevreleri
haline getirmeyi, içine rahatça yerleşmeyi , bu dünyayla özdeş­
leşmeyi, orada kendilerini kanıtlamayı, sözü dinlenir biri ol­
mayı, hatta itibar görmeyi istemediler.
Sürgün döneminde karşılaştığım yüzlerce sosyal çevre fa­
kiri arasında, dünyadan böyle elini eteğini çekmiş olmanın
bedelinin fahişliğinden yakınan tek bir kişiye dahi rastladı­
ğımı hatırlamıyorum. Oysa bu bedeli hemen hemen hepimiz
ödemiştik.
Neydi bu bedel?

Sonradan yaşanan ergenlik ve bu ergenliğin onurunun korunması

Yetişkinlikti. Dervişlik insanı yetişkin yapmıyor. Sırf karakterin


güçlü oluşuyla ya da biyolojik olgunlukla da yetişkin olunmu­
yor. Bilakis yetişkinlik, bir yanıyla da hep bir sosyal statüdür.
Bu statüye ancak belli bir dünyaya ait olan; onun <yollarım>
bilen; o dünya içinde belli bir bağımsızlığa sahip; o dünyanın

ıoı
yetkin, deneyimli, güvenilir bulduğu ve yararlandığı; kendisi­
ne atfedilen bu itibar nedeniyle onu takdir edenler için taşıdığı
sorumluluğu günlük alışkanlığı haline getirmiş biri kavuşup
vakıf olabilir.2 <Var olma kanıtı> için geçerli olan, yetişkinlik
kavramı için de geçerlidir: O da bize başkaları tarafından sağ­
lanır, sosyal partnerler olmaksızın yol alamaz. Hiç kimsenin
var saymadığı, yabancılar, maceracılar, anarşistler ya da ermiş­
ler, yetişkin olma şansından mahrumdurlar, tıpkı kendi başına
hareket edemeyen büsbütün bağımlı biri gibi.
Yabancı olarak kalmayı programı haline getirmiş bizle­
rin, bundan hepten nasibini alacağı besbelliydi. Ama lütfen
bunu da yanlış anlama, en azından bir kusurun itirafı işte de­
yip geçme. Lehte ve aleyhtenin hesabı o kadar da basit değil.
Yetişkinliğin her koşulda bir erdem olduğundan emin miyiz?
<Yetişkin> nitelemesini, insanların zaaflarım ve başkalarına
bağımlılıklarını tanıyan, <Dünya'nın yollarının> nereye çıktı­
ğını bilen ve bu bildiklerini aktifliklerine ya da pasifliklerine
dayanak alan - imajlarına bu da dahil muhtemelen - birileri
için kullanıyorsak, bu aynı zamanda onların kendilerinden
de başkalarından da <imkansızı> asla istemediklerini ve yine
ilkelere sadakat diye bir şey bilmediklerini anlatır. llkeler on­
ların gözünde daima dikkafalılık ve çocuksuluk ifade eder. Ye­
tişkinlik ve kayıtsız şartsızlık: Bu ikisini aynı tarhta açarken
gördüğümü hiç hatırlamıyorum.
Ödediğimiz bedelin yetişkinlik oluşu, ebedi gençlik fırsatı
yakaladığımız anlamına gelmiyor elbette. Vazgeçme durumu­
nun yarattığı zorluktan gerçek bir genç kalma meziyeti elde
etmeyi çok az kişi, sadece hayata en bağlılar ve en atılganlar
becerebildi. Genç değildik; büyümemiştik, o kadar. Gençler
henüz büyümemişken, bizler hala büyümemiştik, hatta biyogra­
fik oryantasyonsuzluğun en berbat varyasyonlarındaysa artık
büyümüş değildik. Bazı yüzlere, üstelik aynı hızla, ürküten bir
tempoyla, aynı anda hem kocamışlık hem delikanlılık ifade-

102
si yerleşiyordu. Bu yüzlerde, ileriye dönük gelişmeyle geriye
dönük olan, üstünlük sağlama peşinde başabaş güreşiyordu
sanki. <İhtiyar delikanlı> tanımı birden yerine oturuyordu.
Gerçekten de gençlikten payımıza düşen onun en berbat
kısmıydı. Geçiciliğin <chambre gamies>sinde· kiracı oldu­
ğumuzdan, gündelik yaşantımızı bir aranağme olarak gördü­
ğümüzden, yaşamımızı uzak geleceğe önhazırlık biçiminde
düzenlediğimizden, zoraki bohemliğimizi sürdürürken kıt
kanaat geçindiğimizden, bizi çevreleyen gerçekliği kendi dün­
yamız olarak tanımayı ve o dünyanın içinde aktif biçimde yer
almayı reddettiğimizden, gerek dışarıdan bakıldığında gerek
bizim açımızdan bütünüyle geçersiz bir hayata, henüz olgun­
laşmamış insanların hayat tarzına benzemesi dolayısıyla <er­
genlik> denebilecek bir duruma razı olmuştuk. Bir farkla ki
bizim örneğimizde aslolan <uzamış ergenlik>ti ya da - en sık
görülen buydu - (çoktan geçilmiş) bir ergenliğe gerilemeydi
yahut nihayetinde (geçmişteki yaşamı geçerli, aktüel yaşamı
da bir tür gölge oyunu olarak değerlendirenlerde) bir <sonra­
dan ergenlik>ti.
Fakat ergenlik, ne denli akla yatkın görünürse görünsün,
son derece dikkat gerektiren bir terim. Bu terimi, tanımladığı
gerilemenin onurunu kurtaracak argümanı da birlikte sunar­
sam kullanabilirim ancak. Üstelik bu hayatı yaşamış ve ona
tanıklık edebilecek olanların sayısının günden güne azaldığını
göz önüne alırsak, bu daha bir ivedilikle yapılmalı. Aksi halde
itibarı iadede geç kalınabilir. Öte yandan o zamanki yaşantı­
mızın karalanması gitgide sevilen bir uğraş olmaya başladı. Ne
var ki çok da zor değil bu iade-i itibar. Yılışık bir asimilasyon
ve sözünü ettiğim gerileme dışında üçüncü bir seçenek bu­
lunmadığı yolundaki basit açıklama yeterli. Demem şu ki tam
da o sıralar korkunç biçimde küçük düşürülmüş ve bu yet­
miyormuş gibi bir de kendi kendilerini küçük düşürme tehli-

Fr. Möbleli oda -çn


kesiyle karşı karşıya kalan bu insanlar için en azından kararı
kendilerinin veremediği bir konuda her şey çok açıktı. Baş­
ka türlü ifade edecek olursak: Kararlı duruşumuz nedeniyle
tercihimizi <ergenlik>ten yana kullanmakla, haddinden fazla
özveride bulunmuştuk. Bunu kolektif bir toyluğun göstergesi
olarak değerlendirmek zırvalamaktır. Ayrıca o yüksek bedeli
boşuna ödemediğimiz kesin. Yaşamlarının ikinci ya da üçüncü
<geçerli> perdesini duraksamaksızın sahneye koyacak kadar
akıllı olanlar, yani Paris'e, Şanghay'a, Oslo'ya, Karakas'a ya da
rüzgar nereye savurduysa artık, bir güzel kurulup yerleşen­
lerle aramızdaki fark ortadaydı. Onlar bu yüzden unutkanlığa
ya da skandalı önemsiz bir epizoda indirgemeye ahlaken yat­
kın hale gelirken, biz <büyümemişler> bu tür inkarlara karşı
şerbetliydik. Akıp giden yılları geçerli saymak yerine, verilen
arayı ara kabul edip sonuna dek dayandığımız için; <yerimiz­
de saydığımız>, yani <olayın> gerçekleştiği anda takılıp kal­
dığımız ve yeni ortamın gündelik konuşmalarına katılmayıp,
ilk günden tonunu ayarladığımız öfke çığlığını, ister duyulsun
ister duyulmasın atmaya devam ettiğimiz için, uğradığımız
aşağılamayı unutarak aşağılamaya ya da <ötedeki> iktidarı bir
şey yerine koymaya - bu uzlaşma demek olurdu - yol açacak
ayartmalara direnç göstermekle kalmadık, onları ayartma ola­
rak bile algılamadık.
(Aramızdaki Yahudilerin - yani benim de dahil olduğum
grubun - özellikle ahlaklı davranmak için zorlanması dahi ge­
rekmiyordı. Bizimki daha da elverişli bir fırsattı. Devre dışı
bırakıldığımızdan her tür hizaya gelme ihtimali ortadan kalk­
mıştı. İttifak seçeneğine düşmanın kendisi meydan verme­
mişti. Yaşamın o zorluğuyla karşılaştırılınca erdemin lafı mı
olurdu , o yüzden her şeye karşın aykırı denebilecek kadar iyi
durumdaydık.)
Yüzlercemizi bu <geçersiz yaşam>ın tam ortasından, bir ba­
kıma <geçersiz yerler>den ölüm çekip aldı, hem de çoğumuzu
çok erken yaşta (iç açıcı olmayan koşullarımız göz önüne alın­
dığında hiç şaşırtıcı değil). Burada hiç değilse bir anlığına, o
adamları ve kadınlan saygıyla anmak istiyorum. Nedenine ge­
lince, bir yanda tamamen yenilmiş ve geçersiz biri olarak yanlış
yerde ölmenin hiç imrenilecek yam olmaması3 var, öte yanda
o zamanki tanıkların hatırlama gücündeki zayıflama (nedenini
biliyorsun) ya da bazı tanıkların artık hayatta olmaması. Ama
her şeyden önce çoğu kez bu ölümler çok garipti. Ölmek üzere
olan çoklarının alışılmadık biçimde kolayına gelmişti ölmek:
Alçaltıcı şekilde kolayına gelmişti desek yeridir. Paris'te ölüm
döşeğinde ziyaret ettiğim bir kadının, yaklaşan ölümünü kas­
tederek <Bu sayılmaz, bu resmen rol icabı bir ölüm> dediğini
duydum. Sürgünde, ölüm görmeye meraklılar, cenaze töreni
tantanası, çiçekli anma konuşmaları ve benzeri şeyler olmadı­
ğına göre bu sözlerle sadece şunu demek istemiş olabilir: Bu
yaşam gerçekdışL O halde bitişi de bu gerçekdışılığın pasından
payına düşeni almış ve kemirilmiştir. Demek ki bu ölüm <Ge­
çerli bir ölüm> değil. Kısacası <Geçerli bir ölümü bile bize çok
gördüler.> Ancak yerinde yurdunda sahiden ölebilirsin.

Uzakta olan değiştirilemez

Geçiş döneminde ısrarla sürdürdüğümüz inatçılığın altında


bazen de adeta sihirli diyebileceğim bir gerekçe yatıyordu. En
azından bugünkü bakışımla bana öyle geliyor ki sanki faute de
mieux, * yani gerçek bir eylem seçeneğinin bulunmayışı nede­
niyle, yaşamımızın geçersizliğini koruyarak bir şeyleri uzaktan
etkilemeyi umut etmiştik. Kendimize vurduğumuz geçicilik ve
geçersizlik damgasını, diğer kıtada öfkeden çılgına dönmüş
terör rejimine de vurabilmeyi diliyorduk. Kendi varlığımızı
bilerek tasfiyeyle, öbür taraftaki celladın iktidarını da tasfiye
etmeyi denemiştik sanki. Bu feshetme gayreti kendi kendimi-

Fr. Seçeneksizlik; zorunlu hallerde -çn

10 5
zi kandırmayla sonuçlandı elbette. Qartier-Latin'daki bir ote­
lin çatı katında yan odada kalan o sıralar pekala yetişkin bir
sendikacıyı hatırlıyorum örneğin. 33 Martı'nda kıl payı kaçıp
kurtulmuştu. Röhm Darbesi* gerçekleştiğinde bir yıldan fazla
olmuştu yan yana ikametimiz, ama yanında getirdiği gariban
işi bavulunu o güne dek boşaltmamıştı (ya da Penelopevari bir
titizlikle hep seyahate hazır halde tutmuştu ) ; öteberisini dola­
ba yerleştirmeyi, boş bavulu yatağın altına itmeyi ve böylece
sembolik bir kesinlik yaratmayı u tanılacak şey, yo hatta ağır
ihanet sayıyordu herhalde. Buna bir de Fransızca okuyamadı­
ğı için ötedeki gelişmeleri yeterince izleyememesi eklenince . . .
Bu sonuncu etken, zamanın onun için aslında artık <akmama­
sında> epey rol oynuyordu .
Derken Röhm Darbesi'nin haberi geldi. Soluk soluğa kapı
kapı dolaşan ve radyodan duyduğu zaten aşırı abartılmış ha­
beri kapı kapı daha da abartan biri odasından içeri seslenerek
ona dehşeti aktarmıştı. Aradan beş dakika geçmemişti ki za­
vallı , topladığı (ya da hala toplu duran) bavulunu almış, kar­
şıma dikilmişti. Suratı kıpkırmızı kesilmişti, ona göre çoktan
bitmesi gereken bu geçici durum nihayet ve gerçekten son
bulmuştu. Zafer kazanmış gibi bir edayla <artık gitme vakti­
nin geldiğini, kaldığı yerden devam edeceğini> söylemeye ve
bana onunla birlikte dönüp dönmeyeceğimi sormaya gelmişti.
ihtiyatlı yaklaşımımı, kavrayış kıtlığının ve teslimiyetçiliğin
tipik göstergesi olarak niteleyip kaale almamış, kafa sallamıştı.
Geçerli yaşamının kopup kesintiye uğradığı güne geri döne­
bileceğine gözü kapalı inanıyordu besbelli. Gayet tabii gide­
meyecekti, gayet tabii gidemeyip kaldı. Bir o kadar doğal olan

Uzun Bıçaklar Gecesi (Almanca: Nacht der langen Messer ya da Röhm­


Putsch / Röhm Darbesi) , 30 Haziran l 934'ü 1 Temmuz l 934'e bağlayan
gece gerçekleştirilen, Adolf Hitler'in pek çok üst düzey SA mensubunun
öldürülmesini emrettiği ve en az 85 kişinin SS subayları tarafından kat­
ledildiği gecenin adıdır. -çn

ıo6
bir başka şey de o günden sonra odamın kapısını açmaması
ve tesadüfen koridorda karşılaştığımızda, nefret dolu bakış­
larla bana <onun dönüşünü sabote etmiş olmamı> (anlaşılan
o böyle yorumlamıştı) asla bağışlamayacağını ima etmesiy­
di. (O düşmanlıktan eser kalmadı artık. lki buçuk yıl sonra
lspanya'da bir yerlerde ölüp gitti. Hiç değilse son nefesinde
bildik takipçilerini yeniden gördüğü için <kaldığı yerden de­
vam etme> fırsatını buldu. Anısına ve sadakat sembolü , hiç
boşaltılmamış bavuluna saygıyla.)
Haksızlık etmeyelim. Bitişik komşumun tavrını çiğlikle ya
da tuhaflıkla açıklayamayız. Bu adama (ve böylece kendimize)
karşı adil olmak istiyorsak, uzakta olanın psikolojisinin, (ken­
tli dünyasında) var olanların psikolojisinden tamamen farklı
olduğunu ve özlemin (eski sorumluluklara duyulan da dahil)
zaman kavramıyla özel bir ilişkisinin bulunduğunu kafamızda
berraklaştırmamız gerekiyor. Başka yerde olanın (görmeyen)
gözüyle, uzaktaki değiştirilemez özelliktedir, böylelikle de de­
ğişmez; zamanın boyunduruğunda değildir. <Dost ne kadar
uzaktaysa o kadar yavaş yaşlanır> (Molusya atasözü) . Hatta so­
nuçta ölümsüzlük düşüncesini bile aklımıza sokan yitikliktir
(yani artık hayatta olmayanların yitikliği) . Diyeceğim, uzakta
olan ve geri dönmeyi ümit edenin düşündüğü ya da beklediği
hiçbir zaman, yalnızca mekan kavramı içindeki bir yere dönüş
değildir, aynı şekilde daima (çoktan düşselleşmiş) bir zaman
kavramı içindeki yere dönüştür. Böyle bir şeyin, yapısal açıdan
tutucular için geçerliliği de ortada zaten. Amerika'da, 1900'le­
rin başında oraya göçmüş Alman kökenliler tanıdım, yirmili
yılların sonunda sıla özlemine dayanamayıp büyüdükleri yeri
ziyarete gitmişler, o kadar gazete okumalarına ve tüm <bil­
gilerine> rağmen, umdukları Wilhelm Dönemi Almanyası'nı
bulamayınca kendilerini kandırılmış hissedip süklüm püklüm
Amerika'ya geri dönmüşlerdi, yurt özlemleri de ıslah olmuş
vaziyette tabii. Bu tür bir kuruntuya karşı biz <oradan gelmiş
düşmanlar> da en az onlar kadar korunmasızdık. Yaşadıkları
devri lanetleyen, lağvedileceğini ümit eden ve yeni döneme
geçiş hazırlıklarına katılan yan komşum gibiler de buna dahil­
di. Çünkü daha önümüzde duruyor dedikleri bu yeni döne­
me geçiş için en azından sıçrama tahtası olarak bir de şu eski,
lanetlenesi zaman gerekiyordu. Ortadan kalkması için hayat
boyu ter döktükleri şu eski zaman. Yeni dönem umutlarını
nasıl yitirmedilerse ve <dönüp dolaşıp> taze tuttularsa, yeniye
yelken açacakları eski sıçrama tahtasını da öyle gözden yitir­
mediler, onsuz yapamadılar, <dönüp dolaşıp> yeniden bulma­
yı umdular ve aynısına dönebileceklerine inandılar. Eski bir
umuda veda etmek, <geleceğin geride kalmış> olabileceğini
itiraf edebilmek, yeni bir şimdiki zamanın yeni bir <yeni ge­
lecek> ve yeni bir sıçrama tahtası tasarlamayı zorunlu kılabi­
leceğini teslim etmek, sadece zekayla olacak şey değiL bunun
için cesaret de gerekiyor. Kendini haksız bulma cesareti; on­
yıllan alan çabalan ve riskleri (böylece bir anlamda kendini
de) heba olmuş görebilme cesareti; korkak ya da hain olarak
karalanmayı göze alma cesareti; en iyi ihtimalle öncekinden
daha komple bir dünyasızlığa katlanabilme cesareti. Bütün
bir hayatı muhalif olarak yaşamak ve akıntıya karşı yüzmek
zorun zoru; bir de hem akıntıya karşı yüzmek hem ona karşı
yüzenlerle yüzmemek ve bizzat bu yalnızlaşmada bile kayıtsız
biri olup çıkmamak ya da saf değiştirmemek var ki bu öyle
kolay kolay kimsenin harcı değil. Ayrılma kararı verebilenler­
den bazılarının, uzaklaşırken gösterdikleri aşın beceriksizlik
kesinlikle şaşırtmamalı bizi. Bu kopuşu gerçekleştirecek gücü
denkleştirmişlerdi ama başka bir kıyıya ulaşmak için büyük
bir hamle yapamayacak kadar bitkin düşmüşlerdi. Öyle ki
kendilerini melankolinin ya da intiharın derin çukurunda
buldular. Tökezleyip karşı kamplardan birine düştüler ya da.
Tabii orada şantaj yaparcasına artırılmış bir ikamet ücreti öde­
diklerinde kalmalarına izin vardı ancak. Başka deyişle propa-

108
gandaya alet olup suistimal edilmeye ses çıkarmadıklarında.
Bazıları sahiden yanaştı buna, sanırım o şekilde kendilerine
asgari oranda bir süreklilik, en azından görünürde böyle bir
asgari oran, yani eski belirledikleri hedefi (kuşkusuz öndeki
artı-eksi işareti değişmişti) yaşatma olanağı bahşedilmişti.
Görüyorsun: Onurunu korumanın zorlukları vardı. As­
lında bıçak sırtındaydık, attığımız her adımda, baştan beri
dengesiz yaşamımızın son dayanağından da olabilirdik. Bu
durumun akıl almazlığını kafanda berraklaştınrsan, sürgün
yaşamımıza yönelik belli eleştirileri neden sineye çekemediği­
mizi anlarsın. Asla kendi başına karar veremeyen, hele Hitler
döneminde bunu rüyasında bile göremeyen bir sürü tipin, bi­
.dm o zamanki yaşamımız hakkında ahlak yargıçlığı taslaması,
hakikaten adet haline gelmişe benziyor. Dahası, organize ah­
ınaklıkların tamamına aktif katılmalarına rağmen falan değil,
Lam da o yüzden, yani o ahmaklıklara <sadece katıldıkları>
için kendilerinde bu yetkiyi görüyorlar. Bu <sadece>de ısrar
etmeye bayılıyorlar; kendilerinde kusur bulmamalarının ne­
deni, tam da ahmaklıkların sorumluluğunu hiçbir zaman üst­
lenmeyecek kadar uyanık olmaları.
Biz de defalarca yanlış, akılsızca ve zarar verici davranışlar­
da bulunduk. Aklıyla hareket eden örnek biriyle karşılaştırıl­
dığımızda yetersiz kaldığımız ortada. Ama en azından insanlık
onurumuzu bir parça koruyabilmişiz ki aptallıklarımızı baş­
kalarının etkisi altında kalmadan yaptık. Bizzat dert ettiğimiz
çekinceler yüzünden, sonuçlarına katlanmamız gerektiğinin
bilincinde olarak ve de. Boşunaydı gerçi, lakin altını çizmek
gerekir. Daha geçenlerde bir bakan çıkıp, sürgüne zorlanmış
tanınmış birini kastederek, Hitler döneminde gitmeyip ülkede
kalmış olanların ne yaptığını herkes biliyor yollu laflar etmedi
mi? Bir de o sıralar sürgündekilerin nasıl yaşadığını sormayı
denese hiç fena olmazdı. Merak ediyorsa bu satırları okuyup
biraz bilgi edinebilir.

10 9
Yüzkarası

<Ergenliğe gerileme>mizin yarattığı sıkıntıyı pek dert etme­


diğimizi söylemiştim. Yo, aslında adeta fark etmediğimiz bir
şeydi. Niye böyle olmuştu peki?
Üç nedenle.
Birincisi , mekanik bir nedenle: Süreklilik kazanınca, alış­
kanlıkların lüks olduğu haller ve doğaçlama yaşam da alış­
kanlığa dönüşüyor ve tıpkı diğer alışkanlıklar gibi çabucak
kendine yer edinip artık göze çarpmaz oluyor.
lkincisi, ahlaki bir nedenle: Kendimizle dahası bir de
<ikinci ergenliğimiz> gibi böylesine incelikli bir psikolojik so­
runla - haşır neşir olmayı yersiz ve yakışıksız bir güç israfı ola­
rak görürdük. Tersten bakarsak: Başka dertlerimiz vardı, daha
büyük, daha yaraşır, daha değerli - kişisel olmayan dertler.
Halledilecek ne işimiz olursa olsun; o sırada nerede takılır­
sak takılalım, ister bekleme salonlarında, ister valilikte, ister
kiralık oda arayışında; bu <sorunlarımız> hiçbir zaman bizim
sorunlarımız değildi. Aklımız hep başka yerde, memlekette ne
olup bittiğindeydi; belki tam da o sırada kaçma riskini göze
alan birilerinde ya da belki Gestapo zindanlarında bağıran ya
da yerde cansız yatan birilerinde. Onları ve her şeyden önce de
insan haklarının maruz kaldığı felaketin - kendimizi o duru­
mun avangard kurbanları olarak görüyorduk - Dünya çapında
boyutlar alabileceğini, insanın nefesini daraltan bu ihtimali,
düşünmeden edemiyorduk.

Gerçekten böyle miydi? Yoksa aslında her şey biraz farklı mıy­
dı dersin?
Galiba biraz farklıydı. Böylelikle sonuncu nedene geliyo­
rum. Sonuçta üçüncü bir çeşit dert daha vardı ve bu derdin
kumaşı farklıydL <İnce> psikolojik sorunlar gibi gönül rahat­
lığıyla geçiştirilip bir yana itilecek türden değildi.

110
tlkel bir dert olan geçinme derdinden söz ediyorum. He­
pimiz (istisnaların sözünü etmeye bile değmez) öncelikle as­
gari geçim için gereken şeylerin peşine düşmek zorundaydık.
Yatacak yer, çalışma izni, para, yemek kuponları, kaçak iş, en
önemlisi de (oturma izni denen) yaşama izni şeklinde sayabi­
lirim bunları. Bu yaşama iznini kovalama işi (çoğunlukla ko­
ridorlarda beklemekten ibaretti) ümitsizdi, çünkü yağmurdan
kaçmıştık, lakin bizi güneşli hava değil yine yağmur bekliyor­
du (yani bir işsizlik dünyasından diğerlerine gelmiştik) . Bazı
durumlarda son derece iyi düşünülmüş bir eziyet sarmalıyla
karşı karşıyaydık: lş peşinde koşmak yasaktı, cezası büyüktü
(gerisin geri sınıra yollanmak) . Bu da bir anlamda bizi resmi
yollardan yasaları çiğnemeye zorladıklarının ifadesiydi. Yani
kaçak çalışmak zorundaydık, öyle yapmasak, güçlükle karnı­
mızı doyurabilmemize yarayacak üç kuruş bir yana, oturma
izni için istenen daha büyük miktarda parayı da kazanamaya­
caktık. Diğer bir deyişle: Resmi olarak ödenmesi talep edilen
miktarların kazanılması yine resmi olarak yasaktı.4 Kısaca: Sö­
zünü ettiğim ilkel sıkıntı, en azından sürgünün ilk yıllarında
öyle aşın boyutlarda ve öyle sinir bozucuydu ki diğer sıkıntı­
larla girdiği yarışların çoğunu açık ara önde bitirdi.
Bu da demekti ki gündelik tasalar bizi <ince sorunlara>
karşı körleştirmekle kalmadı, asıl ve daha önemli sorunları
görmemizi de engelledi - hem de öyle ara sıra değil - onları da
lüks sayıp bir kenara itmemize yol açtı. O kadar sık oluyordu
ki sağa sola koşturmaktan bitap düştüğümüz ve - hayır bile­
medin, uyku değil, tam tersi - uykusuzluk yüzü göremediğimiz.
Oysa asıl dertlerimizle layıkıyla ilgilenebilmek için uykusuz
kalmaya o kadar ihtiyacımız vardı ki. <İhtirasa takat mi kaldı>
der bir Molusya atasözü.
<İhtirasa takat mi kaldı> - Bu, maruz kaldığımız alçalma­
nın dip noktasını anlatıyor. Kendi gerçek sorunlarıyla haşır
neşir olacak, dahası onları dert edecek kadar zamanı ve gücü

111
bulamayan birinin, sorunlan üzerindeki hak iddiası da, dertleri
üzerindeki hak iddiası da gaspedilmiştir. lşte bu noktada, hak­
lardan mahrum bırakılma, katıksız bir yüzkarasına dönüşmeye
başlar. Elbette bu sözlerle, böyle bir utançla yaşamak zorunda
kalanları mahkum etmiyorum; çünkü utanç çok nadir haller­
de suçun sonucudur.5 Benzer şekilde, bizimle aynı dertlerden
muzdaripken yalancı dertlerin adamı olan kişilerin düştüğü
acıklı hallere tanıklık ettiğim anlar vardı. Örneğin vazgeçil­
mez olduğu kadar aptalca da denebilecek bazı belgeleri cebe
indiremedikleri için çöküş yaşayan, öte yandan tesadüfen bir
yerlerden düşürdükleri bu belgeler yüzünden soytarıca şama­
ta yapanları gördüm - sözün kısası: Beş para etmez sefaletimi­
ze yaklaşımımızı gören, hiç başka derdimiz yok sanırdı. Hiç
öbür kıtadaki kanlı cinayetleri duymamış ya da lkinci Dünya
Savaşı'nın yaklaşan kara bulutlarını görmemiş gibiydik.
<Yalan yanlış gözyaşları> başlığını taşıyan Molusya kroniği
(hem de oh olmuş der gibi bir vurguyla - bu da iyi kotarıl­
mış bir komployu akla getiriyor ister istemez) , Mo adında bir
mahkumun boynunun vurulmasını beklerken ayakkabısında­
ki çivi yüzünden korkunç ızdırap çektiğini, duyduğu acının
ona ölüm korkusunu unutturduğunu, idamına ramak kala bu.
işkenceden kurtarıldığını, bunun üzerine boynunu kılıcın al­
tına yüzünde bir gülümsemeyle uzattığını rivayet eder.
Bu haince öykü bir anlamda bizim de öykümüzdü . Haki­
katen başka sorunlar gündemdeyken, <ayakkabı çivisi> soru­
nunun bizi de çılgına çevirdiği çok olmuştur. Biz de az <yalan
yanlış gözyaşı> dökmedik. Duygusal şizofreniyle başa çıkabil­
mek, sıkı disiplin ve titiz ayrım gücü ister. Aynı anda ortaya
çıkan, tamamen farklı türde ve farklı basamakta iki sıkıntıyı
eşzamanlı çekmek, her ikisini de eşzamanlı taşıma lüksüne
sahip olmak, her ikisinden de gözünü ayırmamak ve buna
rağmen birbirinden ayn tutmayı bilmek; kimden, ne zaman,
nerede öğrenecektik bunu? Bu güçlüğün üstesinden gelebi-

112
lcnlerin, örneğin işbölümünün zorunluluğunu kavrayıp bir
derdi gündüze, diğerini geceye havale edebilenlerin - onlardan
hirazdan söz edeceğim - sayısı yok denecek kadar azdı.
Her şeye rağmen: Tam da o <kötü gözle bakılan sıkıntı­
ların> kahrolası deneyimini iyi ki yaşamışım diyorum. Tam
da bir yüzkarası dönem olması nedeniyle. En azından, kendi
deneyimlerini ancak onları günümüzün genele mal olmuş de­
neyimleri olarak görebildiğinde ilgiye değer bulan biri için;
anılarını ancak öylelikle bugünün dünyasında bir şeyler keş­
lcdebilmeyi umduğu takdirde seferber eden, kişiliğini bunun
için masaya yatıran ve nihayetinde günümüz insanlığının baş­
l ıca ahlaki sefilliklerini görmezden gelmeyi bencilce bir so­
rumsuzluk olarak algılayan biri - böyle biri için o yüzkarasını
yaşamışlık, paha biçilmez bir deneyim.
Dünya'yı sarmış o felaket günlerinde yüzünü olan bitene
ı,·evirmesinin engellendiğini, onun yerine en şahsi ekmeğini
t'n şahsi gözyaşlarıyla yemeye mahkum edilmiş olduğunu asla
görmeyip dehşete kapılmayan biri, şimdiki cehennemi güç
odaklarını tanımaktan bihaberdir; günümüzün esas rezaletini
kaçırmıştır. Çünkü bu rezalet, bizlerin - bununla yeryüzünde­
ki milyonları kastediyorum - Dünyamızın başlıca, sefaletlerini
duygusal açıdan paylaşmasının sistematik olarak önlenmesin­
de yatıyor. <Yalan yanlış gözyaşları> dökmek için zora koşu­
luyoruz. Önemsize ve banale dökülüyor gözyaşları; böylelikle
onları hak edecek, hatta hak edecek de laf mı, gözyaşlarımız
üzerinde tekeli olanlara ağlama gücümüz, vaktimiz ve hakkı­
mız elimizden alınıyor. Yüz yıl önce <yanlış bilinç> kepazeliği,
Marx'ın içini karartmıştı. Ama günümüzün yanlış duygularıy­
la kıyaslayınca o yanlış dünya görüşü kepazeliği, insan onuru­
na ne kadar da yaraşır kalıyor.
Öylesi bir utancın orta yerinde acemilik, elbette utanılacak
bir şey değil. Tıpkı o utancı birebir yaşamış olmanın yararlık
ya da erdem ifade etmemesi gibi. Öte yandan ne yaparsın ki

11 3
bu yüzkarası bugünkü insanlığın esas sefaleti. O yüzdendir ki
bu sefaletin derinden sarsmadığı şanslı insanlar, aynı zaman­
da günümüzün milyonlarca insanına ilişkin makul bir yorum
yapma hakkına da sahip değildir. Tersinden bakarsak, bu hak
(ve böylece bugünkü insanlık adına konuşabilmenin cüz'i
olanağı) yalnızca, baştan sona haksızlık olan o rezaleti birebir
yaşamış olanlara ait. Bu yanıyla o tür bir deneyim bakarsın
fırsata da dönüşür. Kimbilir ! <Bakarsın> ve <kimbilir>.6
Kem küm ederek yaşamak
O haldeki bir yaşamın , konuşmamız açısından vahim so­
nuçlar doğurması kaçınılmazdı. İnsanın genel tanımının
(i\6yov i:xnv), * biz sürgündekiler için de geçerli olduğunu
pek öyl e çekincesi z i d d i a edemeyi z doğrnsu . Yen i , hatta onun
için hükmü olmayan bir dünyada her şeye baştan başlamak,
dahası bu başlangıcı da ikide bir yinelemek zorunda kalan
biri, yalnızca bir ülkeden diğerine değil, aynı zamanda bir dil­
den diğerine sürüklenir. Onun kendini birdenbire düzeyinin
birkaç kat altında bir ortamda bulması demektir bu . Üstelik
hem boş konuşan açısından hem dile hakim biri açısından
böyledir7• Dahası bu ilkelleşme bumerang gibidir. Kem küm
eden, nihayetinde, bunun nedenleri üzerinde kafa yormaya ve
o nedenleri göz önünde tutmaya zamanı olmayan bir çevre
tarafından alt kademedeki konuşmasına göre sınıflandırılır.
Bu süreç yalnızca ıstırap verici ve onur kıncı olmakla kal­
maz, aynı zamanda vahimdir de. Hiç kimse, hakim olmadığı,
en iyi ihtimalle sadece kusursuz papağanlık yaptığı dillerde
yıllarca düşüp kalkamaz, er ya da geç konuşmasındaki basit­
liğe kurban gider. Nasıl ifade edersen öyle olursun. Konuşan
varlık olarak (artık ya da henüz) beceremediğimiz ayrımlar,
çok geçmeden duyusal ya da ahlaki yanlarımız için de anlam
taşımamaya başlar. Bu tür durumlara düşen herkes için geçerli
olan, biz göçmenler açısından da geçerliydi. Kurtulup sürgüne

Yun. "Logon ekhein", "akıl sahibi olma" -yhn

114
geldiğimiz ilk andan itibaren yeni bir tehlikeyle yüz yüzey­
dik, konuşmanın alt düzeyine alçalma ve kekeleyip duran biri
haline gelme ihtimali vardı. Çoğumuz gerçekten de öyle ol­
duk, üstelik her iki dilde birden. Öyle ki daha Fransızcamızı,
lngilizcemizi ya da lspanyolcamızı öğrenemeden Almancamız
lime lime olup dökülmeye başladı, hem de çoğu durumda hiç
belli etmeden, yavaşça. O yüzden, yetişkinliğimiz konusunda
olduğu gibi buradaki zayiatı da pek fark edemedik. Hatta tek
başlarına yabancı bir ülkenin herhangi bir köşesine savrulma
talihsizliğini yaşayanlar, dillerinin artık hasar görmüş olduğu­
nu konuşarak anlama şansına dahi sahip değillerdi.
Yine de - bilinçli şizofreni yeteneği olanlara geliyorum böy­
l ece teh l i ken i n fark ı n a va r a n l a r ol d u , umarsı z kt>ndil eri ni sa­
vunanlar, kendilerine her iki tarafta da çok görülen anadilleri­
ne balıklama atlayan ve Almanca yazabilmek için her fırsatta
ortadan kaybolmayı alışkanlık haline getiren, hatta yazmayı ilk
kez deneyenler. Bunu hayata geçirebilenlerin böyle yapmala­
rının nedeni sırf, yabancı dil öğrenme konusunda esneklikten
yoksun olmaları ya da Almanca yazmakla yurt özlemlerini bir
parça giderebilmeleri değildi. Yazdıklannı sadece (bütünüyle
meşru bir <sadece> kuşkusuz) karşı kıta, en azından karşı kı­
tanın yarını için öngörmeleri de değildi sırf. - Bir diğer önemli
neden de kem küm ederek yaşamanın onursuzluğuna daya­
namamalanydı. Çünkü dil, ellerindeki tek araçtı. Onun yar­
dımıyla fiziksel çöküşten olmasa da dibe yuvarlanmanın son
etabından korunuyorlardı. Gaspedilemeyen tek mülkleriydi
dil, tek yerleri yurtlan ve savunup korumasını bildiklerinde,
gururlarının tamamen kırıldığı durumlarda dahi hakim olduk­
lan ve (her ne kadar sadece kendilerinin fark edeceği biçim­
deyse de) nereye ait olduklarını gösteren tek şeydi. Malum,
kamplarda bile yazanlar çıktı, hatta şiirle uğraşanlar. Alman
diline de işkence eden o paralı uşakların ya da işkencecile­
rin kurbanı olmadan önce, gazete kağıtlarına ya da kendileri-

ıı 5
ni numaralayan kağıtların arka yüzlerine Almanca dörtlükler
yazma girişimlerinde bulunmuşlardı. Bu dörtlüklerin günün
birinde dışarıya ulaşacağına asla ihtimal vermemişlerdi. lşte
onların kardeşleriydik bizler, şüphesiz tarif edilemeyecek ka­
dar şanslı kardeşleri.
Bu sözünü ettiklerimden daha sıradışı dil tutkunları ve ya­
zarlar görülmemiştir herhalde. Dahası <hommes de lettres>e·
özgü yaşam tarzını bu denli az andıran başka bir yaşam tarzı­
na rastlamak da zor. Ne de olsa herkes gibi onlar da sabahtan
akşama dek asgari geçim için gereken şeylerin peşine düşmek
zorundaydılar. Ellerinde sabun ya da salam, çaresiz, kapı kapı
dolaşıp duruyorlardı (tabii bu iş için gerekli evrakın lütfuna
ermişlerse) . Bu arada bir tek, tesadüfen , ken dileri yle aynı sı­
kıntıyı paylaşan birinin kapısını çalmışlarsa, onları anlayan
birileri çıkıyordu. Öte yandan o birileri de yatacak yer kar­
şılığı Almanca dersi vererek, evlere temizliğe giderek, kaçak
çalışarak ya da ev yapımı reçellerini satarak geçindikleri için
müşteri olmaktan uzaktılar. lşte o zamanın tesadüfi edebiyat­
çılar buluşması böyleydi. Aslında sözcüklerle uğraşmaya hiç
ama hiç vaktimiz yoktu . Bir tek uykumuzdan kıstığımızda,
başka bir deyişle, gündüzün ve gecenin yer değiştirmesini,
gündüzün diliyle gecenin dilinin yer. değişikliğine çevird,iği­
mizde fırsat buluyorduk buna. Öylelikle gece dili sayesinde
yaşamımızın sürekliliğini sağladık, telaş yüklü gündüz saatle­
rinin, sineye çekilmesi gereken doku yırtıklarından başka bir
şey olmadığına kanaat getirmeye vardırdık işi.
Bu koşullar altında bazıları yazar oldu . Kimbilir belki koşul­
lar o kadar da kötü değildi. Sıkça, yazı masasında değil, dizle­
rimizin üzerinde, hiç kimseye hitap etmeksizin, sıkboğaz eden
editörler için değil, daima yarının editörlerine, kitaplık rafları
için değil, hep çekmeceler ya da bavullar için yazmak - ne öğ­
retici yıllardı onlar ! Geleceği belirsiz müsveddeleri elimizden

Fr. Edebiyatla uğraşanlar -yhn

116
kapacaklarına dair en ufak bir söz çalınmamıştı kulağımıza.
Bu konuda kim, nerede, ne söyleyebilirdi ya da yazdıklarımız
<halihazırda> bitecek gibi miydi (ne zamana?) peki ya <gider>
miydi (nereye gider miydi? ) - bu sorular bize uzak kaldı. Yaz­
dıklarına kimsenin ihtiyacı var mı ya da kimin için yazıyorsun
diye sorabilme şansını yakalayabilmek ne kadar imrenilecek
bir durum ! Yazdıkların içinde bir şeye benzemeyeni kırpmak,
tıkandığında kaldırıp atmak ve öylece sırt çantanda çizmeleri­
ne ya da ekmeğe yer açmak gibisi var mı ! lyi kurgulanmamış
bir eseri, bir yerlerde unutulup kalan ve herhangi bir merdin
ahmakça el koyduğu bavulla birlikte nihai olarak yitirmek ve
böylece yazım hatalarının yüzüne vurulmasından kurtulmak
ne büyük bahtiyarlık ! Kuşkusuz o sefalette birçok şey kaybo­
lup gitti. Aralarında başarılı olarak niteleyebileceklerimiz de
vardı. Birçoğumuz da yan yolda kaldı. Bazıları buna rağmen
tesadüfen de olsa yolun kenarına yığılıp kalmadı, aksine haya­
ta yeniden tutunabildi. Bu tesadüfen arta kalanlardan üçü ya
da dördü bugün hani derler ya <yazabiliyorsa> eğer, ulaşmak
istedikleri kulaklara gerçekten ulaşan tonu tutturabiliyorlarsa;
hedefledikleri noktaya isabet edecek sözcüğü yakalayabiliyor­
larsa; resmetmeyi gerekli gördükleri bağlam için tek geçerli
sentaksı oluşturabiliyorlarsa; bu ustalıklarını, böylesine uzun
ve hiçbir şanslarının bulunmadığı bir öğrenme döneminden
geçmiş olmalarına borçlular. Bu arada, yazdıklarımızı bazı in­
sanların anısına ithaf ettiğimizi belirtmeliyim. Ama galiba hiç
kimse ithaflanmızı asıl ustamız, sürgün yoksulluğunun o tatlı
zamanı kadar hak edemez.

117
Notlar

1 . Her ne kadar bu terimler mekan kavramının dilinden alın­


mış olsalar da, temel vakıa, yani yön değişikliği, verili bir tür­
selliktir. Yön değiştirme ya da başka bir yöne itilme olasılı­
ğı (ister güç ister zayıflık olsun) hayata ait bir şeydir hasılı.
işte sırf bu yüzden, söz konusu süreç gerek zamansal gerek
mekansal boyutta gerçekleşebilir.
2 . Bu nedenle <yetişkinlik> denen eği tim idealinin gü­
nümüzde genel anlamda körelmesi epey akla yakın olasılık.
Galiba tarihsel kavramlar olan <ekonomik bağımsızlık> ve
<otarşi>den kopuk düşünülmesi zor. Aygıtlarla kaplanmış
Dünya, vicdanı, karar verebilme yetisini ve uzmanlaşmamış
yeterliği şart koşmadığı, sırf titiz bir özel performans ve iş­
letmeye üst düzey uyum beklediği için <yetişkinler> işine
yaramaz. Hani olmasalar da olurdu denebilir. Bu, <totaliter
dünya> için olduğu kadar, bizim refah dünyamız, başka de­
yişle <yumuşak terör>ün konformizm dünyası için de geçer­
lidir. <Yetişkin vidalar> ya da <yetişkin emekliler> <ahşap
demirden>dir. Geçmişte, acımasız bir askeri <yetişkin> olarak

adlandırıp övmek nasıl kimsenin aklına gelmediyse, bugün de


hiç kimse bir işletmenin elemanına böyle bir yakıştırma yap­
mayı düşünmez. Kuşkusuz bizim üstümüzden atamadığımız
toyluk, bugün yaygın olandan çok farklıydı. Ergenlikten çı­
kamadıysak, bu bir vida gibi ya da avantacı olarak tamamen
sisteme eklemlenmişliğimizden değil, aksine herhangi bir ek­
lemlenmeye ayak diremiş olduğumuzdandır. Sözünü ettiğimiz

Kendi içinde çelişkili olmayı anlatır. Yun. "Sideroxylon", Türkçe "Demir


ağacı" -yhn

n8
idealin çöküşünün başka bir nedeni de vardı aynca: Dünyamı­
zın, daha doğrusu, üretim tarzlarımızın, ürün modellerimizin
ve taleplerimizin baş döndürücü hızdaki dönüşüm temposu.
Güncelliği sürekli takip eden genç yaştakilerin her şeyi daha
iyi bilmesi, başka deyişle deneyimsiz olma korkusuyla gittik­
çe yeni paniklere kapılan ileri yaştakilerden <daha deneyimli>
olması, bu dönüşüm temposunun getirdiği bir şey. Roller hızla
değişiyor. Yaşlıların gençlerden öğrenmesi, hatta çoğu kez öğ­
renmek zorunda kalması, istisna olmaktan çıktı artık.
3 . Ölme biçimimizle çağımızın gerçek çocuklarıydık, bunu
da belirtmeliyim. Tüm cephe aidiyetlerinin tersine, dönemi­
mizin belirleyici nitelikte bir sefaleti varsa o da milyonlarca
insanın, (tabii öldükleri yerler saptanabilirse) yanlış mezar­
larda yatmasıdır. Geride kalanların hiçbir zaman arayıp bula­
mayacakları yanlış yerlerdeki mezarlarda. Paris'in ulaşımı zor
kenar mahallelerinden birinin mezarlığında yatan, <geçerli
ölüm>ünden edilmiş o kadın, külü Amerika'mn güneyinde,
bir tütün diyarında ayak altında duran babam, Pireneler'de­
ki bir fundalıkta kaçaklığı noktalanan Walter Benjamin - bir
adada balta girmemiş ormanda çürüyen Amerikan askerleri­
nin, bedenleri Kafkasya toprağına karışmış Alman gençleri­
nin, Breslau'da, bu arada yenilenmiş asfaltın altında kemikleri
kalmış Kırgız çocuklarının çağdaşları onlar.
4. Her şeye rağmen binlercemizin, bitmek tükenmek bil­
meyen bir enerjiyle imkansızı gerçekleştirmesi ya da bunu
sürdürebilmesi, bugünün gözüyle kavranabilir bir şey değil.
O sıralar her başarı, istisnanın ta kendisi olarak görülüyordu.
Bolca istisna çıkmış belli ki. Kafka bunun, kuralın çiğnenme­
sinin idari olarak planlandığı bir kural olduğuna hükmederdi
herhalde. Haksız da sayılmazdı hani.
5 . Utanca maruz kalanlar örneğin, potansiyel çöp olarak
toplama kamplarına yollanan ve geride kalan günlerini yok
edilmeyi bekleyerek geçiren insanlardı. O utancın yanında

11 9
bizim yaşadığımıza ayncalığın hası denir. Hakikaten hala ha­
yatta olanlar, hak etmediklerini düşündükleri bu ayncalığı bir
başka yüzkarası olarak duyumsuyorlar. Bir tür, tesadüfen gaz
odalarını boylamamışların hicap dolu topluluğundan söz edi­
lebilir.
6. lnsan için yüzkarasından daha kötü bir yanlış olmaması­
na karşın, yüzkarasını tecrübe etmekten daha fazla <tecrübe>
tanımını hak edecek bir tecrübe zor bulunur. Nedenine gelin­
ce - <karşın> çok eğri durdu - tecrübe ettiğimiz şey, bizim açı­
mızdan ne denli az makulse tecrübe o denli gerçe ktir. Olumlu
olanın görülmez kaldığından söz etmiyorum sırf (örneğin has­
talıkla karşılaştırıldığında bize makul gelen sağlık) ; bir kere
her şeyden önce - < talihin güçlüğü> budur bize kalıp gibi
oturan ya da kendi ölçülerimize uydurduğumuz şeylerin ve
koşulların, Dünya'ya rast gelme şansını elimizden aldıklarını,
bu da demektir ki bilakis tecrübeden ettiklerini, vurgulamak
istiyorum. Bize özel yapılmış ayakkabı, taşı toprağı tanımamızı
engeller. Gerçek tecrübe adaequatio* (res** ve intellectus'un***
ya da Güneş'in ve <Güneş'e uygun göz>ün ya da insanın ve
konforlu dünyasının) değil, aksine tam da inadaequatio···· ne­
deniyle, onun, collisio'su····· şeklinde somutlaşır. Oradaki bize
yabancı şey, yabancı olma sıfatıyla, bize hiç makul gelmeyecek
biçimde gücünü ve gerçekliğini gösterir. Sub specie······ tecrü­
be diye bilinen şey şudur esasen: Asıl doğrusu, yanlış olandır.
O yüzden hem de teknik sayesinde doğayı ve Dünya'yı tanı­
ma çağındayız diye düşünmenin tek bir dayanağı dahi yoktur.
Aksine ne denli tabiat bilgisi şart koşarsa koşsun, teknoloji,
hedonist bir tarzda yaşamı bize konforlu yani uyarlı kılma ve

Lat. Mütekabiliyet -yhn


Lat. Şey -yhn
Lat. Zihin -yhn
Lat. Yetersizlik -yhn
••••• Lat. Çarpışma, çatışma -yhn
•••••• Lat. Bakış açısı itibarıyla -yhn

120
onunla sürtüşmeyi en aza indirme peşinde olduğu için bizi
tecrübeye ihtiyacı kalmamışlara, böylelikle tecrübe yoksunu­
na, böylelikle de tecrübe iktidarsızına çevirir. Bu etik açıdan
da geçerli olduğu için ahlaken en uygunsuz şeyi, yüzkarasını
yaşamak, tecrübelerin en gerçek olanıdır denebilir.
7. lşin dikkat çekici yanı, emek vererek kendine has bir jar­
gon ve tartışılmaz bir dil düzeyi geliştirenlerin, o güne dek dile
vasat biçimde ilişme dışında bir şey yapmamış olanlara - buna
yazarlar da dahil - oranla yabancı dile, en azından yabancı dil
konuşmaya yaklaşımlarındaki tu tukluktu. Diğerleri, er ya da
geç ikinci ya da üçüncü bir dilde kaynatacak kadar, (<yete­
nek> denen o) avantaj sağlayan karakter defosuna sahipken,
Thomas Mann ya <la Brccht gibikri kendi düzeylerinin altına
inmeye ya <la eveleyip geveleyerek konuşmaya o kadar gönül­
süzlerdi ki. Bir o kadar dikkat çekici olan da uluslararası dilin
şanslı malikleri müzisyenlerin gittikleri yere bir çırpıda uyum
sağlamaları ve ancak çok azının, hurdaya çıkmış bir tavırla
taşrasının şivesine bağlı biz yazarlar gibi <meslekten göçmen­
ler> olarak kalmakta diretmesiydi.

121
Kavuşmak ve unutmak

AVRUPA'YA DÖNÜŞ 1 950

Uykusunda bağırdığında çocuğunuz,


kimi şikayet ediyor dersiniz?
Açlığınız ve yokluğunuz
başka yerden mi geldi de
kar olup yağdı başınıza?
Adını söyleyin duyayım.
Soğuktan titrediğinizde karanlıkta
kimden soruyorsunuz hesabını?
Kim sardı bu belayı başınıza
ve kim çağırdı karanlığı?
Adını söyleyin duyayım.
Tamtakırsa mutfağınız ve yatağınız
yargı önüne çıkarın suçluyu !
Kime verdiniz erkeklerinizi?
Kim kandırdı sizi şan şöhret vaadiyle
ve eve döneceklerine dair?
Söyleyin adını duyayım.
Duyduğum tek şey: <Dün dündür>
Böyle söyleyen gününü görür
Bugün sadece hasat zamanıdır.
Kim saçtı dersiniz kara tohumlan?
Susmayın, adını söyleyin ekenin !
( 1 945)

122
Güvertede, Nisan

Sabahın beş buçuğu. Sular: Yeşil dalga sırtlan. Ufukta koyu


bir çizgi. That's Europe, diyorlar. İnanasım gelmedi. Hala da

inanmıyorum. Avrupa'nın hala yerinde durduğundan yıllardır


emin değilmişim gibi bir duyguya kapıldım. Çizginin adı ne,
hiç umurumda değil (<Cherbourg> olduğunu söylediler) . Be­
nim gözümde <Avrupa>.

Güvertede, Nisan

Sabah sekiz. llk yıkıntılar.


Demek buradasınız , ah, on beş yıl önce tahmin edilenler,
yerinizde duruyordunuz
laf anlamaz ve her şeyden habersizce
henüz ev ve kule ve sokak olarak.
Şimdiyse bu halinize alışmışsınız epeydir.
Artık hiçbir duvar hatırlamaz taşıdığı amban.

Southampton, Nisan

Demek yuvaya dönmek böyle oluyor: Anne babanın naaşlarını


ardında, uzaklarda bırakıp; daha önce hiç görmediğin bir ken­
tin enkazını eşelemek; daha önce hiç gelmediğin bir ülkenin
bir kentinde dolaşmak; senin olmayan bir geçmişin kalıntıla­
rını selamlamak. Ama yine de yuvadasın. Amerika'dan gelen
birinin gözünde lngiltere'nin çoktan Avrupa olması bir yana,
suçsuz insanların yok yere öldüğü her yerde yuvandasın da
ondan. Yoksa daha yeni, daha şimdi gelip, bu enkazın ortasın­
da ayak altında dolaşıyor olman yüzünden ne diye utanasın
artık bu yıkımı kanıksamış olanlardan.

lng. işte Avrupa -yhn

123
Paris, Nisan

lşte yine buradayız. Place Michel. Sonra Rue Vavin. Derken


Eau de javel* kokusu. Ama hayır, algı, hasretle ve onun iz­
düşümü olan görüntülerle rekabet edebilecek gibi değil. <İşin
özünü> hasret, özellikle de yıllardır hastalığa varan haliyle
hasret tasarladı; algının sunduklanysa öyle gereksiz, öyle fazla
ki. Üstelik fazlasıyla rastlantısal. Bir kere aynntılan hiç dik­
kate almamalı. Aslında tek bir bakış, ilk bakış yetiyor. Neye
yöneltilirse yöneltilsin, bu ilk bakış, hasretin artık inanmak
istemediği şeyi bütünüyle gözler önüne seriyor: Hepsi olduğu
gibi duruyor . . . insan ancak kendi gözleriyle gördüğünde ina­
nıyor bun a . Bir tek bu doğmlansın istiyor; tek tek <şeyler>i
merak etmiyor; bir turist gibi orayı burayı görmeyi düşünmü­
yor. Hemen ikinci bakışta bu <hepsi> sözcüğü , yerli yerinde
olanların bolluğunda batıp gitti. Bu varlığını sürdürenler, bir
ara kendi gerçekliklerinden kuşku duyan birilerinin olduğunu
hiç ama hiç duymamışlardı. Gerçekten de ilk bakıştan ( Gare
du Nord'da , üzerinde CAFE TABAK yazan markizi gördükten)
sonra diğer her şeyi kafamdan atabilirdim. Bu sokaklarda es­
kisi gibi dolanırken, bu kadar kısa sürede yer eden bu düşün­
cesizlik, bu dalgınlık tam bir rezalet. Sadece arada bir irkilip
(ve her defasında <ilk kez>) fısıldamalar: <Duydun mu? Gel­
dik işte gerçekten. > Bu mutlu irkilme anlarında bir yandan da
yürüyor, sokaklara sapıyor, metroya biniyoruz - öyle bir per­
vasızlıkla ki on beş yıl aradan sonra değil de sanki bir günlük
turdan dönmüşüz gibi . Pont Michel'de durdum ve ruhumun
her yanını kurcaladım, gerekli mutluluk duygusunu , hiç de­
ğilse beklenebilecek bir yadırgamayı bulurum diye. Ne gezer,
olsa olsa yadırgamayışımı yadırgamışımdır. - Öte yandan sa­
dece bir an dönüp arkada kalan on beş yıla bakmak istediğim­
de, beceremiyorum. Burada olmak o kadar doğal, buradaki

Fr. Çamaşır suyu -çn

12 4
her şey o kadar yekpare ki on beş yıla, o genişlikteki Amerika
aranağmesine yer kalmıyor. Daha ne olduğunu anlayamadan
baktık ki o zamanla bu zaman bitişip kaynamış. Öbür kıtadan
akılda kalan, en iyi ihtimalle buruşturulup minicik boyuta in­
dirilmiş bir resim belki de . Olup biteni, ters çevrilmiş bir ope­
ra dürbününden bakıp da hatırlıyormuş duygusuna kapılıyor
insan . Peki bu tür bir şeye <anı> denebilir mi? Aslında sadece
orada bulunduğunu biliyorsun, bunu çıkarmak zor değil; ama
ne zamandı (amma da yaptım, ne zamanmış diyelim asıl) , his­
setmek çok zor. Buradaki her şeyin varlığı, o zamanlar-bura­
da-olmakla şimdi-burada-olmayı törpüleyip, tarihselliği olma­
yan tek bir zamana çeviriyor.
Kısacası ikimiz de tam tımarhaneliğiz. Dalga geçmi y o­
rum. Amneziden mustarip oluşumuz bir yana, çünkü yakın
geçmişimizi, dolayısıyla kendimizi unuttuk, aynı zamanda
birden pozitif beceriler de edindik. Durup dururken, oraday­
ken asla aklımıza gelmemiş bir sürü şeyi yeniden bilir olduk.
Dil geri geliyor, sokak adlan tepemizde uçuşuyor, otobüslerin
numaraları dilimizin ucunda . . . oysa öte kıtadaki telefon nu­
maralarımızı ezberimizden söyleyebilmek için ne zahmetler
çekiyoruz . . . Hem <bizim> de nereden çıktı? New York'taki
adaşlarımızın telefon numaralan demek istiyorum; biz burada
on beş yıl gençleşmiş olarak geçmişin yasak kırlarında dola­
şırken , onlar orada gürültülü daktilolarının başına oturmuş
uzaktaki Avrupa'yı gözlerinde canlandırmaya çalışıyorlar.
Cite'deki çiçek pazarından Notre Dame'ın ön kısmına çık­
tık , oradan - bense galiba muğlak bir yuvaya dönmüş olma
duygusu içindeyim - Quai ile Rue St. jacques'ın kesiştiği kö­
şedeki otele geldik. Yirmili yıllarda iki yıl boyunca oturduğum
bu sokağa 33 Martı'nda (daha o zamandan bir iç sıkıntısıyla)
yeniden yolum düşmüştü . Doğrudan tabelaya, <Hôteb yazı­
sına baktım, bildim bileli <O> harfi yerinde yoktu , inceltme
işareti o desteksiz haliyle, evi olmayan bir çatı olarak yıllara

1 25
meydan okumuştu. Tabii ki <O> hala yoktu (daha doğrusu
şimdi de demeliyim, içinde bulunduğumuz zamanın durgun
sularında hala diye bir şey yok) . Ama eksik <o>yu gördükten
sonra birden sakinleştim; anladım ki Paris buradaydı, kalkışa
hazırdım, seslendim: Kimse kalmasın !

Paris, Nisan

<Yasaklanmış>ın verdiği duygu. Galiba tüm trajik motifler gibi


kavuşmak da tabu korkusu denen şeyle gizli bir ilişki içinde.
Her önüne bir parça <bir zamanlar> çıkışında zamanın ırzına
geçmek, geçmişle ensest değil mi bu diye sormadan edemiyor
i nsan . Ku tsal K i t ap'ı n d i l iyl e söyl ersek , oğlak anasmın sütün­
de pişmiş olmuyor mu?

Paris, Nisan

Louvre'da tesadüfen, Flaman bir ressamın yaptığı imzasız, "Yi­


tik Oğulun Dönüşü" tablosunu gördüm. Sol kanattaki "Yol­
culuğa Çıkış" kısmında çitle çevrili evin hemen arkasında or­
man başlıyor. Sağ kanatta ev aynı şekilde kalmış gerçi, ama
çit artık yok, ormandaki ağaçlar da kesilmiş ve geniş yeni bir
yol açılmış. Oğul durmuş, yüzünde anlamaz karanlık bakışlar,
gözünü, yokluğunda meydana gelmiş değişikliğe, yok olmuş
ormana dikmiş.
Resim tamamen gerçek.
Çünkü eski çağlarda evine dönen birini şaşkınlığa uğratan,
kendi yokluğunda değişmiş olan şeylerdi daima. Ormanın ke­
silmiş ağaçlan, yerinde yeller esen çit, yeni yol. Değişiklik o
durumdaki birini sadece ürkütmekle kalmaz, aynı zamanda
kızdırırdı da. Utanç verici ve olmaması gereken bir şeymiş
gibi.
Bu hiddetin ne gülünecek ne anlaşılmaz bir tarafı var, al-

126
tında yatan şey, bir denklem, hatalı ama <Logique du creur>e •

göre tamamıyla tutarlı bir denklem: Baba ocağıyla geçmişin,


önceki-zamanla önceki-yaşamın denklemi, daha doğrusu onla­
rın "zaman" ve "mekan" dallan biçiminde çatallaşmamış baş­
taki bütünlüğü .
Önceki zaman değiştirilemez: Öyleyse onunla bütünleşmiş
önceki yaşam da değiştirilemez: Öte yandan önceki zaman
"geçip gitmiştir" : O halde önceki yaşam da geçip gitmiştir; ye­
niden şimdiki zaman olma olanağını yitirmiştir. Uzakta olanın
gözünde.
Derken ailenin kayıp oğlu döner ve önceki yaşam yeniden
bir 'şimdi'ye dönüşür. Bu yeteri kadar sersemletici zaten. Geç­
m işle karşılaşmaya hazırlıklı olmayan yüreğin manLığına indi­
rilmiş bir darbe. Bununla kalsa iyi. Ona şimdiki zaman olarak
dayatılan şey, geçmiş değil değiştirilmiş geçmişti. Cüretkarlığın
bu kadarı da fazlaydı artık. Yürek mi dayanırdı buna? İsyan
etmişti nitekim. Eskinin yerinde yeni bir yolun olmasına ka­
yıp oğul (yolun varlığına rağmen) inanmak istemiyordu: Or­
manın yok edilmişliğini yadsıyor, yerinde olması ve yerinde
durması gereken çitin yokluğunu kabullenmeyi kızgınlıkla
reddediyordu.
Ama bizim portremiz, bu kayıp oğlun resmi değil. Bizi tasvir
etmesi için yüzün küçük bir açı değişikliğiyle yana çevrilmesi
gerekiyor. . . Küçük ama belirleyici bir yön değişikliği. Yitik
oğlun karanlık, anlamaz, hiddetli denebilecek gözleri olduğu
gibi kalabilir; ancak değişmiş olana, var olmayan ormana de­
ğil, hala varlığını sürdürene, eskisi gibi kalmış eve bakmalıydı.
Bizi sarsan, değişmiş olan değil aynı halan şeyler.
Gerçi biz de her eski sokak lambasının, aşina olduğumuz
her binanın, o zamandan kalan her dükkan tabelasının önün­
de dikilip , <demek bu da duruyor hala?> diyoruz. Ama rahat­
lamış bir ses tonuyla değil, derin bir yabancılıkla söylüyoruz

Fr. Yüreğin mantığı -yhn

1 27
bunu , sanki tam da kalıcı olan yasakmış, olanaksızmış, akıl
almazmış gibi.
Biliyorum, esaslı yanlış anlamalara yol açabilir söyledikle­
rim. Duyan da sanır ki her şeyi, harap olmuş, taş taş üstün­
de kalmamış bir halde görmeyi istiyorduk. Üstelik Avrupa'da
çöken her ev diğer kıtadaki bizlerin rüyalarının üstüne çul­
lanmışken. Ne mi demek istiyorum? Kendilerini ilgilendiren
bir mesele değilmiş gibi kıyameti atlatan rasgele şeylerin utan­
mazlığını kastediyorum; çenelerini tutup ölülerden tek keli­
meyle söz etmemelerini.
Örneğin bugün öğleden önce Boulangerie N . 'nin önüne
gi t t i m ; on dört yıl önce orada Wal ter B . 'yle son kez sohbet

etmiştik. Aynı gün öğleden sonra ben Paris'ten ayrıldım. Dört


yıl sonra Walter, Hitler'in tuzağına düşmüş, bir daha da ken­
disinden haber alamamıştık. Bugün aynı camekanın önündey­
dim ve pastane hiç ama hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.
'Petit pain'lerr ve 'brioche'larıyla . . ... daha doğrusu sandalye­
leri ve yoldan geçenleriyle sanki tüm sokak, hatta ağaçlar ve
gökyüzü bile rol yapıyordu, bir nebze dahi utanmadan. Can­
sız oluşlarını mazeret olarak öne sürüyorlardı. Pastanenin
sembolü olan, bir ayçöreği formunda kesilmiş sac levhanın
rüzgardan çıkardığı sesler, Walter'in sözlerine karışmıştı, şim­
di aynı lehva aynı tondaki seslerle benim düşüncelerimi bölü­
yordu . Böyle bir şeye nasıl cüret edebiliyor? Ne hakla hala var
olmaya kalkışabiliyor? Yerinde kalmış olmak da neyin nesi?
Bu ayrıcalık nereden geliyor?
Mutlak bir gelişigüzelliğin emaresi olarak, Dünya ruhunun
yarattığı tümden bir adaletsizliğin delili olarak tepede asılı du­
ruyor. Kurban gitmediği için ürkütüyor asıl.

Fr. Küçük ekmek yhn


-

Fr. Bir tür Fransız çöreği -yhn

128
Paris, Nisan

Bizi Avrupa' dan attıklarında kimliğimiz doğranmıştı, yaşadığı­


mız önceki zamanı geçersizleştirmişlerdi. Öylelikle o yok edi­
len zamana ait önceki dünyamız da birlikte yok olmuştu san­
ki. Sık sık, bombaların yaptığının sadece , bizim yüreklerimiz
için zaten çoktan bir demolition accomplie* sayılanı, bir daha
yerle bir etmek anlamına geldiği duygusuna (bunun intikam
hevesiyle hiç ilgisi yoktu) kapılıyorduk. Önceki zamana ait
her şeyin değişmiş olacağı varsayımı , posthum •• sürgün ya­
şamımızın önkoşulu haline gelmişti. Bu önkoşulu gerçekten
öğrendikten sonra, genel yıkımdan payını almamış bir şeyin
varlığından haherdar o l d u ğu m u z da inan asımız gelmiyord u :
çok gerilerde, önceki zamanın önceki dünyasında , doğduğu­
muz evin hala sağlam kaldığını anlattıklarındaysa, gerçekdışı
diyorduk. Sonrasında olsa olsa biliyorduk söyleneni, bir an­
lığına biliyorduk belki; ama inanmayı, yüreğimizle anlamayı
sanırım asla beceremedik. Uzakta olduğumuz ve hiçbir şeyi
gözlerimizle görmediğimiz sürece de kendimizi artık görüle­
cek bir şey kalmadığına sahiden inandırabiliyorduk.
Şimdi ise buradayız ve çoğu şey yerinde duruyor. Çok şü­
kür, hakikaten çok şükür. Ama bizim gözümüzde hepsi sanki
yeniden dirilmişler, hortlak, hatta kalın kafalı hortlaklar gi­
biler: Bizi huzursuz edenin ne olduğunu bilmiyorlar çünkü ,
hatta belli ki var oluşlarında dert edecek bir şey olmadığından
çok eminler. Bizse onlara, tıpkı Birinci Dünya Savaşı'nda çok­
tan öldüğü sanılan, ama geri dönen ve birden kapının eşiğinde
belirip saf saf "lşte geldiim" diye seslenen ve arkalarında yıllar
sürmüş ölümlerini bıraktıklarını kestiremeyen askerlere bakar
gibi bakıyoruz.

Fr. Komple yıkım -çn


Lat. Ölüm sonrası -yhn

1 29
Paris, Nisan

Cite'de bir evin sıvasına kazınmış: <Ge . . . Yahudi>. Eksik <her>


harflerinin olması gereken yerde sıva yoktu , üzerine ateş edil­
mişti sanki. - Dilekleri yerine geldi, yazıt tamamen kazınabilir
duvardan. - Dileğin altında Göppingenli L. N . yazıyor. Şimdi
nelerle meşgulsün acaba L. N . , hala kazımaya devam mı?

Paris, Tuileries parkında bir bank, Nisan

Bu kadar güzelliğe rağmen tedirgin eden bir şey varsa, o da


kent mimarisinin, gücü temsil eden görkemi ile bu ihtişama
ev sahipliği yapan gücün, Dünya politikası açısından bakar­
sak, ikincilliği arasındaki uçuru m . Her yanda hayata geçiril­
miş (örneğin bu kısımda Louvre Avlusu'ndan Etoil'e uzanan)
simetri, bizi Dünya'nın ana ekseni üzerinde bulunduğumuza
inandırmaya çalışıyor. Hile. Hilekar ortada olmasa da hile. Ben
her halükarda debdebe ile bugün temsil edilen şey arasındaki
uyumsuzluğu unutmak için boşuna çaba sarf ediyorum. <Ta­
rihsel açıdan kızdırılmış> hissediyorum kendimi. Bu kızgın­
lık içimdeki hazzı öldürüyor. . . Bu da sanat zevki denen şeyin
yalnızca estetik meselesi olmadığını, aksine bilince yerleşik
olması gerektiğini, duyulara hitap eden şeyin gerçek de olması
gerektiğini gösteriyor.

Paris, ]ardin du Luxembourg

İnsan o sırada bulunduğu yaşam katına yönelik belli, doğ­


rudan bir duygu taşıyor taşımasına gerçi: Kırk sekiz yılı altta
bırakmış olmak otuzların katında durmaya benzemiyor. Ama
yalnızca, pencereden, aşağılarda kalan çatılara bir göz atıldı­
ğında yaş basamağı duygusu gerçek anlamda açıklığa kavu­
şuyor.
On beş yıl önce bir parçası olduğum ortama geri döndü-
ğüm için bu on beş yılın görüntüsü kararmış durumda. Kaç
yaşındayım doğrudan hissedemiyorum bunu . Bin bir güç­
lükle kafamda berraklaştırmaya çalışıyorum, Lüksemburg
Bahçesi'nde 'petites filles'* gezdiren genç annelerin, bildiğimiz
gibi. . . pardon o zamanki diyecektim, anneler olmadığını; daha
çok o zamanki petites filles olduklarını. Bir anlığına bunu kav­
radığımda (daha uzun süre beceremiyorum) tüm Dünya'yı ka­
çırdığım duygusuna kapılıyorum . Park ve diğer yapılar, başka
yerde geçirdiğim yıllarımın gerçekliğini geçerli saymıyorlar
sanki.

Paris, Nisan

Farklı kökenden bir sürü insanla sohbet ettim. Şimdi de deniz


tutmasına benzer bir duygu taşıyorum. Sanırım bunun nedeni
konuştuğum kişilerin çoğunun, kendilerinin savaşı kazanan
mı yoksa kaybeden taraftan mı olduğunu bilememesi; yani
onların da ne sifatla konuşup davranacaklarını kestirememe­
leri. Öte yandan savaşın kazanılmasında en azından paylan
olan Resistance Savaşçıları'nın hatırı sayılır bir kısmı kendi­
lerini yenilmiş hissediyor. Neyin daha çok moral bozduğunu
söylemek epey zor: Direktifle gelinen pazarlık masasına pes
etmiş biri olarak mı oturmak yoksa galip biri olarak mı?

Paris, Nisan

Takıldığım her yerde budalaca bir taşralılık gözlemliyorum


hep. Ama züppelikleri aşikar L. ve E. de aynı doğrultuda yo­
rumlar yaptılar. Nasıl bir şey bu?
Yüz yıl önce biri bir başkente gidince, o sıralar kentin kü­
çük olup olmaması da önemli değildi, kendini Dünya'nın
merkezinde sanıyordu. Bilinç bu merkezin etrafına bir dai-

Fr. Küçük kızlar -yhn


re çiziyor, bu daire Dünya'nın ufku haline geliyordu. Duygu ,
jeomerkezciliğe denk düşüyordu . Başkent, Dünya'da değil de
Dünya başkentin etrafındaydı. Dünya'nın büyük kısmı, kayda
<Dünya> olarak bile geçmiyordu . Viyana'da örneğin, Kongo
diye bir ülkenin varlığının esamesi okunmazdı. Diğer çekim
merkezlerinin gücü de (ne de olsa eskiden beri çok sayıda baş­
kent vardı) fazla hissedilmiyordu. Birbirlerinden çok uzaktay­
dılar; stillerinin kendine haslığı fazlasıyla bağlayıcıydı.
Ancak Dünya bugün artık küçüldüğünden , çok belirgin bir
küresel duyguya sahibiz . Dünya'mn her yanının kendini bel­
li etmesi duygusuna. Bu (seyahatlerle iyice güçlenen) temel
duygu , <hüyü k ken t anlayışı > n ı n farklı anlama bürü n mesi

sonucunu doğurdu . Artık büyük kentler, Yerküre'nin yüzeyinde


farklı yerlere dağılmış olarak durmaktalar sanki, hiçbiri çekim
merkezi değil , hiçbiri bir koordinat sisteminde sıfır noktası
olamıyor, çünkü (kendi de odak noktasız) bugünkü Dünya
tam da, bir bütün olarak onların zemini biçiminde algılan­
makta .
Ayrıca şu da var ki büyük kentler de birbirini taşralaştırmak­
ta: Günümüzde özellikle de böyle yan yana durdukları, ken­
dil erini diğerleriyle sürekli karşılaştırabildikleri için her biri
diğerinin arkasından topallıyor gibi. New York, Paris'in sür­
realizmine yetişmeye çalışıyor, Paris, Amerikan politikasına.
Kentlerin avangardlarıysa ikide bir ikametgahlarını değiştiri­
yorlar, çünkü nerede yaşarlarsa yaşasınlar kendilerini geriye
düşmüş konumda görüyorlar.
Ama günümüzde artık eski dönemlerin başkentleri asıl,
Dünya'nın başka yerlerine oranla daha taşralı bir görüntü ser­
giliyorlar. Bir ölçüde Paris, Kansas'tan daha bir taşra. Nedeni
de mimarisi ve resmi yapılarıyla bugün hala odak noktası (te­
kil) olma iddiasını taşıyormuş gibi görünmesi.
Paris, Nisan

Parisli kadınların cazibelerinden eser kalmamış. Bu, artık zen­


ginler dışında kimsenin bir şey alacak durumda olmamasından
kaynaklanmıyor sırf; nihayetinde midinetler öteden beri bir
çaput parçasından neler yaratmıyorlar ki. Havalı değil Parisli
kadınlar artık, 'albenilerini taşıyamıyorlar.' Boyalı dudaklar da
Amerika'yla karşılaştırınca yok denecek kadar az. Belli ki son
on yıl, buradaki kadın tipini değiştirmiş. lşgal güçleri için çe­
kici gözükmekten kaçınma çabası, Resistance Dönemi'nde du­
rumun ciddiyeti, var olan sefalet tüm bunlar ve kuşkusuz bazı
başka nedenler, kadınların tavrında ve görünümünde köklü
değişiklikler yaratmış.
Koku aynı bildiğimiz koku : Çamaşır suyu , inci çiçeği, Ble­
ues ordinaires, pisuar ve kızartma kokusu karışımı bir şey.

Gare du Nord'dan dışarı adımımızı atar atmaz aldı bu kokuyu


burnumuz . Kokuların insanlar kadar fani olmaması tam bir
rezalet; insanlar yok artık çünkü . Kentte dolandım, her köşe­
si, ölmüş birilerini anlattı. Yo hayır, hiçbir köşesi söz etmedi
onlardan demem gerekir. Ölüler konuşamadığı için de utanç
silinmiş durumda.
Tesadüfen, on yedi yıl önce her gün tüm haklardan yok­
sun halimizle cartes d'identite" ya da benzeri bir şey için ka­
pısında saatlerce, çoğu zaman da boşuna ayakta dikildiğimiz
Prefecture'ün'" önünden geçtim. Şimdi artık bir belgem var.

Hem de ne belge . Beni her türlü zahmetten kurtaran ve her


kapıyı açan bir kağıt parçası. lçeri girmek, o zamanki adaşımı
dışarı çıkarıp şöyle mükellef bir yemeğe davet etmek istiyo­
rum. Bugünkü ben olarak onun uğradığı aşağılamalarla hiç
karşılaşmayacağım için kendisinden öyle utanıyorum ki.

Fr. Gauloises sigara markası için kullanılan söz -çn


Fr. Kimlik -yhn
Fr. Yerel yönetim birimi -yhn

1 33
Basel yakınlannda, trende, Nisan

İşte Almancaya geldik yine.


Kısa ilk izlenim: Sürpriz. <Baksana Almanca konuşuyorlar. >
Ama bir sonraki izlenim: <Küstahlık resmen> . Peki neden?
On yedi yıllık uzaklık boyunca Alman dili bizim için kişisel
bir şiveye dönüşmüştü . Sadece yazı dili ve en özel ilişkilerin
ağzıydı. Dünya'nın (ve onunla ilişki içindeki bizlerin) kul­
landığı dil başkaydı. İkidillilik, yaşamımızın doğal ruh haline
dönüşüp pekişmişti. Çevremizdeki insanların bir kısmına siz,
bir kısmına sen diye hitap etmemize benzer biçimde ve ben­
zer doğallıkta kendileriyle İngilizce konuştuğumuz bir kesim
ve Al manca konuştuğumuz çok küçük bir kesim vardı . Bu di l
şizofrenisi öyle yer etmiş ki demin benimle Almanca konuş­
tuklarında, yanımdaki L. ile özel sohbetim sırasında farkında
olmadan İngilizceye kaymışım. Yani dış dünya tarafından zap­
tedilmemiş <diğer> dile.

Zürih, Mayıs

Dış dünyanın Almancayı <da> konuşma <küstahlığına> karşı


ne kadar da çabuk köreliyor insan. Yirmi dört saatlik bir süre­
nin ardından şimdi artık garipsediğim tek şey (lehçe kısmını
saymazsak) yeni kelime haznesi. Nazilerin kullandığı sözler,
dar geçitleri aşıp buralara kadar sızmış. Yıllardır okurken rast­
ladığım, radyo spikerlerinin yapmacık iddialı ses tonundan
da bildiğim, ancak avanakça gündelik dilin kıymıkları şeklin­
de ilk kez karşıma çıkan yeni türetilmiş sözcükler. Biz geriye
dönenlerin konuştuğu dil bugünkülere demode geliyordur
belki de. İki kez, mısralarla konuşmuşum gibi baktılar bana.
On yedi yıllık dil değişimini kaçırdık. Üstelik biz o zamanlar
diğerlerinden daha <gelişkin> olduğumuz için bugünkü ko­
nuşma tarzımızın kulağa modası geçmiş gibi gelmesi de kaçı­
nılmaz.

1 34
Zürih, Mayıs

Buradaki ilk gecemizin sabahında, günün ilk saatleriyle birlik­


te, duyularımız kendine gelmeye başladı. Akustik bir sis parça­
lanmıştı. Kulaklarımızın alıştığı, aynı anda uğuldayan beş ayn
radyo yerine şimdi artık hep ayırt edilebilen, sessizliğin belir­
gin örtüsüne karşı güçlü bir profili olan şeyler duyuyorduk.
Seslenen bir çocuk. Uzaklaşan bir taşıt. Bir testere. Hepsini
müzik dinler gibi dinliyorduk. Hayır, sessizlik duyulabilir ola­
nın yokluğu demek değil. Dinlendirici olan, izlenimin kavra­
nabilir olması; katışıksız ve olduğu gibi arka plandan ayrılması.

Trende, Mayıs

Trendeki birinden dinledim. Bir kulübeden dürbünüyle, sarp


bir yamaca tırmanmakta olan bir dağcıyı izlemiş. Dağcı birden
çaresizce çırpınmaya başlamış, uçmak için kanat çırpan birini
andırıyormuş, derken uçurumun derinliklerinde kaybolmuş.
Saniyeler sonra ancak, hayli cılız ama anlaşılabilen, kulübeye
kadar ulaşan bir imdat çığlığı duyulmuş. Felsefenin yüksek­
liklerinden hizamıza gelip kulağımızda çınlayan seçmeler, bu
gecikmiş çığlığa benzemiyor mu?

Viyana, Mayıs

Sağlam bir yeri kaldıysa, durağım burası. işte <geri döndüm. >
Ama sanki yabancı olmaya alışmışlıktan, yıllar süren sürgün
yaşamının alışkanlıklarından hemen kurtulamazmışım gibi,
daha önce hiç yaşamadığım bir ülkeye geri döndüm.

Viyana, Mayıs

On yıllık aylaklıktan ve yaban ellerdeki her türlü <sığıntılık­


tan> sonra bu sabah çocukluğumda uyandım:

1 35
İçindeki Bechstein piyanosu , parlak avizesi, süs eşyası ve
biblolarla dolu dolabı, altın kenarlıklı meyveleri, ortalıkta
duran bakırtaşı sütunu ve yüksek, süslü çalışma masasıyla
1 885'in kentsoylu ortamının havasını verir gibi görünmeye ça­
lışan, yo hayır, düpedüz öyle olan . . . bir evde, otuz beş yıl önce
ölen anneannemin evine tıpa tıp benzeyen bir evde. Üstelik
Hitler'i ve Dünya Savaşı'nı yaşamışlık sonrası. Hemen oracıkta
<sığıntı> hayatıma geri dönmek istedim birden. Bu zamana
dek olan hayatımı yadsır gibi oldum bir anda. Son kırk yılımla
özdeşliğim, yani kendimle özdeşliğim sinsice sorgulanır duru­
ma düşmüştü.
Bana en tüyler ürpertici gelen de hiçbir anlamı olmayan,
bakırtaş ın<lan yapılmış sütun<lu. Kırk yıl ö nce bu sütunun
örnek modeli ya da ikizi önünde durup "Bu ne işe yarıyor? "
diye sormuş ve aldığım yanıt karşısında afallamıştım: "Yavru­
cuğum bu sanat. " Yaşamımın yazılı mahsullerini demek şimdi
bu salonda iyice elden geçirip değerlendireceğim. Öyle olsun.
Ancak her bölümü bu sütunla karşılaştıracağım. Aynı onun
gibi boşta duran , nedensiz ve onun taşıdığı anlamda <sırf sa­
nat> olan her şey çöp sepetini boylayacak.
Ev sahibimiz, laf açılmışken, bir rastlantı sonucu geldiği­
miz bu evin, arileştirme öncesinde kime ait olduğunu söyle­
diğinde şaşırmadım. Gerçekten de anneannemin çok yakın
dostları H. ailesininmiş ev. Anneannemin bu yazı masasını
kullanmış olması - çünkü H.'leri o kadar sık ziyaret ederdi ki
- mümkün ne kelime çok akla yakın.
İnsanın yerine yurduna . . . savrulması ne garip .

Viyana, Mayıs

<Gloriette>ten aşağı , parka, çiçek bahçesine, saraya ve ufka


uzanan kente doğru baktığımda , kendimi teleskop başında­
ki bir astronom gibi hissediyorum. Astronom, sadece mekanı
görmez, aynı zamanda geride kalmış zamanı da izler. Yeni ışı­
yormuş sanılan ışık kaynakları çoktan sönmüştür çünkü .

Viyana, Mayıs

Öte kıtadaki son yıllarımda günden güne artan bir korkunun


verdiği sıkıntıyı yaşadım. On beş yıl kapalı kalmış yazma ey­
lemiyle Almancamın bir tür nevi <şahsıma> münhasır bir dile
dönüştüğünü düşünüyordum. Geri dönüş nedenlerim arasın­
da bu korku en ön sıradaydı . Yaşayan dili yeniden soğurmanın
zamanı gelmişti.
Eh artık buradayım ve beni çevreleyen capcanlı bir dil: Yani
bir lehçe . Tableau . * Haliyle yazma işinden büsbütün çekinir
oldum. En beylik ifade bile (örneğin biraz önceki <büsbütün>
hangi durumda beylik, hangi kesim için beylik? ) şimdi
bana yapmacık geliyor; bir sayfalık yazılmış metnin kesifliği,
yırtılıp atılmış malzemenin yanında goblen gibi duruyor.

Viyana, Mayıs

iki gündür, öte kıtadan getirdiğim yarım kalmış edebi çalışma­


ları düzenlemekle uğraşıyorum. Olmuyor.
<Esin perisini susturmak> - düzenleme işine giriştiğimden
beri bu deyiş yakamı bırakmıyor. Korkarım biz sürgündeki şa­
irler, geri dönerek esin perimizi susturduk.
<Uzaklık>tı esin perimizin adı. Üstelik bize dostça davran­
madığı da kesin. Yapılması gerekenleri ve meseleleri, eksiksiz
bir kurguyla bilincimizde açığa çıkarabilmeyi öğrendiysek,
ona borçluyuz. Gürlemeyi bellediysek, onun, yani saçmalama
ustamızın, - seslendiğimiz kulaklara asla ulaşamayacak da ol­
sak - sesimizi yükseltme gereğini kafamıza sokması sayesinde­
dir. Ustası olduğumuz enstrümanı bize bahşeden odur. Dahası

Fr. Can sıkıcı durum anlamında, "bir bu eksikti" -yhn

13 7
artık özelliğimiz sayılan nefes tekniğini, ses gücünü ve ahenk
rengini ondan aldık.
Şimdiyse artık buradayız. En azından gürlemeksizin ve
trombon çalmaksızın kimbilir belki de bir pikolo flüt se­
siyle erişebileceğimiz insanlar arasındayız. Lakin çalmayı bil­
diğimiz tek enstrüman trombon işte. Yarı işlenmiş halleriyle
öte kıtadan birlikte getirdiğimiz tüm kısımları trombon için
bestelemişiz . Pikolo flüt için değil.
Ne yapacağız peki onları? Burada durduk yerde trombon
üflemenin alemi yoksa da hepsini trombon için yazılmış ha­
liyle bırakıp öyle mi tamamlayalım? Bunu becerebilir miyiz?
Hala uzaktayız, hala <ötedeyiz> diye zorbalıkla kendimizi
kan d ı rmamı z gerekiyor resmen , iyi beste yapmak için. Hala
özlemini duyalım diye buraların, bulunduğumuz yerin yani.
Yahu , hala aradaymışız numarası yapmak için mi kalkıp bu­
ralara geldik?
Yoksa başta trombon için yazılmış kısımlar üzerinde daha
alçakgönüllü enstrümanlara göre değişiklik yapmayı mı dene­
sek? Olanaksız bu .
Öte yandan yeniden konuşmayı öğrenmek ve öte kıtada on
beş yıl boyunca hazırladığımız her şeyi toptan kaldırıp atmak
çok mu kolay sanki?

Viyana, Mayıs

Schönbrunn. Pürüzsüz gürgen. Kimsesiz bir bank. Bitmek bil­


meyen leylak ve sarı salkım koruları. Columbus Avenue'nün
bağırtı çağırtısından ve çöpünden sonra ferahlık veren şeyler
hepsi. Ama bu mutluluk şimdiden kendi hayal kırıklığını için­
de taşımıyor mu? Gece gündüz, zannetmekten başka bir şey­
den ibaret olmayan on yedi yıllık uzaklıktan sonra bu tür bir
rahatlama , böyle bir anın varlığı ne kadar doğru?
Burnuma hile kokusu geliyor. Anımsayışım gaspedilmek
isteniyor. Son yıllardaki, o tahmin edilemeyecek sabırsızlığı
anımsayışım.
Odysseus, Kalypso'nun yanındayken çifte dikkat göster­
mek zorundaydı. Bir yandan lthaka'nın anısını kalbinde ya­
şatmaya devam etmeliydi, diğer yandan maceralı yolculuğunu
aklında taze tutmalıydı.

Viyana, Mayıs

On yedi yaşımdan bu yana ilk kez piyanolu bir odada kalıyo­


rum, tuşlara da o günden sonra ilk kez bugün dokundum.
Güvensiz parmaklarla başladım. Sonra aradan onca yaş
geçmemiş gibi, 1 9 1 9'un fazlasıyla biçare makam değişikliğine
kaydım hemen . . . Geçen zamanda edindiğim müzik deneyi­
mimce çoktan arka plana itilmiş ve bugünkü zevkime haşin
biçimde kafa tutan bir tarza.
Ama şimdi kalkıp da, böyle tuşların başına oturmuşken, o
zamanki çalış stilini yeniden <hatırladım> dersem çarpıtmış
olurum. Bu yaşadığım, tüm bellek ve hatırlama performansla­
rından daha kıdemli, belirleyici niteliğiyle eşsiz bir seyir. Öyle
bir süreç ki, onsuz, daha sonraki, sadece resmeden edimiyle
hatırlama belki de hiç mümkün olmazdı: Yani gerçek anlam­
da bir geriye doğru gömülmeden . . . görünüme değil, o zamanki
duruma gömülmeden söz ediyorum. Uzun yıllar süren piyano
perhizi sırasında bir başka müzikal gelişim daha oldu haya­
tımda gerçi, ama bu tamamen kaydedip kavramaya yönelik
içerikteydi; her ne kadar yoğun ve özlü bir gelişim de olsa mo­
toriğe hiçbir yaran olmadı. Berlioz'dan günümüze dek uzanan
müzikle içli dışlıyım ama parmaklarım hiç oralı değil. Yani
kendimle zerre kadar senkronize değilim. Anlamayla çalma
arasındaki uçurumun yabancı bir dile aktif hakimiyetle pasif
hakimiyet arasındaki uçurumdan aşağı kalır yanı yok. Bu uçu­
rumun farkına varınca insan utancından yerin dibine geçiyor.

1 39
Tuşların başında yeniden o zamanki ergen doğaçlamacı olmak
sonuçta öylesine eziyet vericiydi ki piyanonun kapağını bun­
dan böyle hiç açmamaya karar verdim.

Viyana, Mayıs

l 938'de gaspa uğramış Yahudilerin konusu geçti yine; ama


çalınmış Yahudilerden söz eden yok. Varsa da ancak L.'ye te­
mizliğe gelen kadının dün söylediği tarzda. "Düşünsenize bir
doktor bey, müdür Cohn'un kitaplığı ve küçük piyanosu öyle
başıboş duruyordu . Evde de kimsecikler yok."
Yani acıma duygusu vardı var olmasına, lakin sahip­
siz eşyayaydı. Benimsediği emir <öldürmeyeceksin> ya da
<çalmayacaksın>dan ziyade <mülkün elinden sahibini alma­
yacaksın yoksa kimsesiz onca eşya ne yapar?>dı.
Temizlikçi kadına bu açıklaması üzerine laf arasında, sür­
günde on beş yıl her tür mülkten yoksun yaşamak pekala
mümkündü , dediğimde kuşkuyla baktı. Daha biraz önce için­
de acıma duygusu varken (her ne kadar sadece toplama kamp­
larına götürülenlerin terk edilmiş mobilyaları için de olsa) bir­
den o da, bizde bir gariplik olduğu izlenimine kapıldı.
Molusya masalındaki adamın haline benziyor halimiz. Eş­
kıyanın soyup giysilerinin de yarısına el koyduğu birisi, yarı
çıplak, bir sonraki köye vardığında gülümseyerek, "Ne önemi
var canım, gömleksiz de idare ederiz," demiş. Bu yorumuyla
şüpheleri o kadar üzerine çekmiş ki köylüler, "Haydutlar hak­
sız sayılmaz, bu adama iyi bir ders gerekiyormuş," deyip, onu
köyün dışına kadar kovalamışlar.
Evet, bu mesel buradakilerin düşünme biçimini anlatıyor.
Birisi talihsizlik yaşamışsa demek ki hak etmiştir. Ayrıca biz­
den, hiç üşenmeden o zamanlar yitirdiğimiz mülklerimizin
peşine düşmemizi bekliyorlar, ne beklemesi resmen talep edi-

14 0
yorlar. Mülkiyetin kutsallığı bunu gerektiriyor çünkü . L.'nin
temizlikçisinin bizden beklediği de buydu.
Ben de soruyla karşılık verdim, "Zaten enkaz altında olan
bir ülkede lafını etmeye değmeyecek şeylerin peşine mi dü­
şeyim? " Ancak ona göre bu yanıt sadece, onun kutsal saydı­
ğı prensiplere bir saldırıydı. Tabii bu arada bu avı başarıyla
sonuçlandırmamız da işlerine gelmiyor. Çünkü örneğin Dr.
N . gibi biri çıkıp da onca zahmet ve koşturmadan sonra , kay­
bettiği evine yeniden kavuştuğunda, göstermiş olduğu beceri
ve hırsla, gerek mülküne el konulması işine gerek kendisine
kuşkuyla yaklaşılmasının ne denli haklı olduğunu ortaya koy­
muş oluyor.

Gerçekten nefret edebilmek. Yirmi yıl önce, 1930'da, her biri­


miz bunu yadsır ve reddederdik.
Çünkü nefrete layık şeylerin tek kişinin işi olmadığından
emindik, o yüzden de verili koşullara karşı akılla değil yürek­
le mücadele etmeyi budalalık sayardık. Yüreklerimizi umuda
saklamıştık. Nefret etmeye hakkımızın olduğu tek şey vardı
bizce, o da insanın bir şeyden tüm ruhu ve yüreğiyle nefret
etmesi düşüncesiydi. Yirmi yıl önce, 1 930'da .
Kısa süre sonra , l 933'ten başlayarak, on yıldan uzun sü­
ren bir zaman boyunca nefretin gece gündüz yaşamımızın bir
parçası olacağını nereden bilecektik? Nefretin tek gıdamız
olacağını, tek yuvamız, sürgün yerinden sürgün yerine yanı­
mızda sürüklediğimiz, gaspedilemeyen tek mülkümüz, biricik
gücümüz, bizi ayakta tutan tek ateş, onurumuzun son parçası,
hatta görevimiz haline geleceğini. Çünkü yaşadığımız rezale­
ti, yani cinayeti ve alçalmayı asla unutmamaya ve bunu uyarı
olarak bizden sonrakilere saklamaya ahdetmişken, bu andımı­
za nefretimizi de dahil etmiştik: Nefret düşmanı bizleri, böy-

141
le nefret etmek ve nefretle yaşamak zorunda bırakanları asla
unutmayacaktık.
Sonra, 1 945'te, nefret edilesi şey çöktü . Nasıl dediğimizde
bile bu , nefretimiz açısından kötü ve ani bir düşüşü ifade et­
mişti. Aslına bakarsak kötülük kendiliğinden son bulmamıştı;
ülkede olduğunu umduğumuz daha iyi güçler tarafından da
altı oyulmamıştı; aksine dışarıdan masif bir güç kullanımı ge­
rekmişti. İşte o zaman nefretimiz iki arada bir derede kaldı.
Uzunca bir süre bir halef bekledi, nöbeti devralacak bir duygu ,
sevinç örneğin ya da matem, bilemedin bağışlama. O da olma­
dı, daha iyi bir şeye dair merak ya da umut. Yeri ve zamanıydı
çünkü . Gerçek bir başlangıcın vereceği sevinme duygusundan
medet umdu ya da. Ne var ki boşuna bekledi nefretimiz. Der­
ken çaresizleşti, yaşamaya devam etme yükümlülüğü taşıyor
muydu yoksa herhangi bir halef bulamadan (çünkü artık da­
yanacak takati kalmamıştı) çekilmesinde bir sorun yok muy­
du , bilemedi.
Çoklarındaki nefretin saltanatını terk ettiği söylenemez.
Tüm olan biten, daha çok yavaşça bir saplanıp kalmaydı; tut­
kuyu ayakta tutma yeteneksizliğiydi; ta ki günün birinde tüm
izler sahiden silinene dek (bu da ancak sonradan anlaşılıyordu
hep ve şaşırtıcıydı) . Diğer bazıları, nefretlerine öylesine alış­
mışlardı ki nefret idollerini yitirince paniğe kapıldılar. Zehir
bağımlısı insanların zehir bulamadıklarında yaptıkları gibi,
ellerine geçen, düşkünlüklerini dindirecek her şeyi gözlerini
kırpmadan denemeye vardırdılar işi. Yedek düşmanlar buldu­
lar. Nefretsiz yapamayacak duruma gelmişlerdi çünkü . Niha­
yetinde üçüncü bir grup daha vardı, bıkıp usanmak bilmeyen,
en sadıkları (belki de bazılarına göre en rahatına düşkünler)
nefret obj elerini asla değiştirmeyi düşünmeyenler yani. Nefret­
lerine alışmış olmaları bir yana, aynı zamanda bu tiksinmele­
rinin yeri doldurulamayacak eski idollerine kafayı takmışlardı
hepten. Çoktan ölmüş olan Hitler ve Himmler tayfası karşı-
sında duydukları, günlük taze dehşet olmadan yaşayamazlar­
dı. Nefretleriyle bu idollerin peşinden koşmaya devam ettiler;
<cansız bir geçmişe doğru> demek üzereydim tam; ama bütü­
nüyle yanlış olurdu bu ek. Öyle ki tutkuları tam da nefret et­
tikleri şeyin ortadan kalktığını kabullenemeyişlerinde yatıyor­
du . Sıkı dindarların taptıkları ilahları ebedileştirmeleri ya da
yeniden diriltmeleri gibi, adamakıllı nefret duyanlar da kötü
ruhları ebedileştiriyorlar. Bu yaptıkları onlara o kadar olağan
geliyor ki ayırdına varmaları çok zor. Anlaşılmaz buldukları,
bunun tam tersi. Nasıl oluyor da katliamlara ve canilere duy­
dukları nefreti yarıda bırakabilen insanlar çıkıyordu . Dıştan
bakan biri için, kaçık odun kömürü işçilerinden farksız bu
n efret sürdürenleri n , n efre t idoll eri n i n beyaz külleri n i tekrar
tekrar küreyip, duygularının sönmeye yüz tutmuş kor ateşinin
önüne azık olarak atmaktan geri durmamalarına tanık olmak
kaygı vericiydi. Peki hiç mi haklı yanları yoktu? Yaptıkları,
aynı şeylerin yarın da olabileceği yolunda bizi uyarmak mıydı
yoksa? Dünü unutan yarını da unutur.
Sürgündeki on iki yılımız nefretle geçti. Nefret etmeyi be­
cerebilmiştik. Nefretimizi ayakta tutan şeyin ne olduğunun
sorulması durumunda yanıtımız hazır: Uzaklığımız.
Alçaklığın başlangıcına, birçoğumuz, en azından bizzat
maruz kalarak tanık olmuştuk. Sadece başlangıcına işte, çün­
kü paçayı kurtarabilmiştik. Ondan sonra da orada yoktuk.
Geride kalanlar açısından o ilk manzara, 1 933'ün manzara­
sı, sonradan olup bitenlerin yoğunluğu ve enkazı altında kal­
mıştı: Nazi rejiminin yalancı altın çağının, savaşın, zaferlerin,
bozgunun, istilanın, çöküşün. Oysa biz uzaktakilerin gözünde
ilk dönemin o şoke edici manzarası baştaki eski halini koru­
muştu. O ilk, akıldan silinmez izlenimle karşılaştırınca, duy­
duğumuz (ama işte o kadar, ancak duyduğumuz) sonraki tüm
gelişmeler bizim için gerçeklikten uzaktı. <Gerçek> saydıkla­
rımızsa ilk izlenimin lütfundan başka bir şey değillerdi. O ilk

1 43
dehşet manzarasının devamı ve sonuçlan biçiminde algılayışı­
mızdan ötürü öyleydiler.
1 933'ün baştaki o manzarasına, bizim sürgün görüntüleri­
miz de dahildi. Sürgün devam ettiği için belli anlamda <baş­
langıcın> da bir türlü sonu gelmedi bi�m açımızdan. lşte o
başlangıca takılıp kalmıştık.
Derken Almanya'nın çöküşü gerçekleşti. Tabii sadece aldı­
ğımız habere göre; bizzat tanık olmadığımız, yalnızca duydu­
ğumuz, sonra da <bildiğimiz> bir şey olarak. Perişan, cılız bir
şey bu sadece bilme , her tür birebir deneyimin fersah fersah
gerisinde. Bu <sadece bilme>nin, bizim hala - tüm hücreleri­
mizde hissettiğimiz - sürülmüş birileri olduğumuz gerçeğiyle
yarışa girmesi çok zor. Sürgün d evam ettiğine göre <l ogique
du coeur>den hareketle basit bir çıkarımda bulunursak, sür­
günün nedeni olan şey de hala duruyordu . "Hala acı çekiyo­
rum - demek ki o, bana acı veren kişi de hala orada" ya da
"hala uzaktayım - o halde o oradaki hala yerinde" yahut "ya­
ramın sızısı geçmedi, darp edeni unutamıyor - o halde onun
ölmüş olduğuna inanmıyorum. "
Elbette sürgün yüreklerindeki bu <o halde>ler yüksek ses­
le dile getirilmedi hiçbir zaman. Ama dile getirilselerdi böyle
ifade edilirlerdi.
Yine de döndük işte , işte yine buradayız. Bu yanlış <o
halde>lerle yüklü ve şu <passion demodee» ile dolu olarak.
Buradakiler için hiç anlaşılır bir şey değil bu . Bizim ne diye
böylesine kızgınlık taşıyan laflar ettiğimize cidden anlam ve­
remiyorlar. Düşmanlıklarına son vermek zorunda kaldıkları
(çünkü hayat devam ediyordu , dost düşman yan yana, bir­
likte ve iç içe) bir beş yılı geride bırakmışlardı. Hatta bu beş
yıldan önce bile , Hitler'in boyunduruğu altındayken de, öyle
ya da böyle bir modus convivendi** bulmak zorundaydılar,

Fr. Modası geçmiş tutku -yhn


l..a t. Birlikte yaşama pratiği -yhn

144
gitgide bir şeylere bulaşmak (hem de özel bir gayret <göster­
meksizin>) , işin içinde olmak zorundaydılar (açık bir ihanet­
te bulunmaksızın hem de) . Çünkü tam da hiç bulaşmamak
ve onlardan olmamak, büyük sıkıntı yaratabilir hatta bazen
ölümle sonuçlanabilirdi. Burada bulunmayışımız nedeniyle,
saflardaki netliği belirsizleştiren bu durumu biz yaşamadık.
Dış düşman cepheleri ve sınırlar oluşturarak insani ile alçak­
ça arasındaki ülke içi sınırlan tanınmaz hale getiren savaşı da
yaşamadık keza. Bu sınır çizgisinin payına, bombardımanlar
zamanında tamamen silinmek düştü . Çünkü bombalar kim
olduğuna bakmaksızın, <iyi>yi <kötü>yü ayırmaksızın her­
kesi tehdit ve yok ettiklerinden, bu ölümcül tehdidi düşman
ol arak görmemek, hatta müttefik olarak karşılamak için gay­
riinsani ve doğaüstü bir ahlaki soyutlama gücü gerekiyordu.
Kaç kişi becerebildi bunu , bilmiyorum. Her halükarda bunu
yapabilenlere hayran olmamak elde değil. Yapamayanlar için­
se insanlık hali demek gerekiyor.
Şurası çok açık, bomba yağmuru altında yaşamak zorunda
kalanların nefreti , doğrudan ölüm getiren şeye konsantre ol­
mak durumundaydı; iki nefret objesi tek bir yürekte yan yana
barınamayacağı için de gerçek suçlulara, Hitler ve destekçile­
rine duyulan baştaki asıl nefret sürüp gidemezdi . Muhtemelen
alevler içindeki Bedin, Dresden ya da Köln'deki birileri, tepe­
lerine neden bomba yağdığını, bu işi başlarına açanın aslın­
da kim olduğunu iyi biliyordu. Böylesine kuru kuruya bilme
ne kadar da etkisiz ve gerçeklikten uzak. İnsan yüreği sadece
doğrudan olana bakar, asla çok eskide, geçmişte kalmış bir
sebebi dikkate almaz. Nedensellik kalbe yabancıdır. Öylelikle
caniler unutuldu . İşledikleri suçların yol açtığı korkunç so­
nuçların enkazı altında kaldılar bir bakıma.
Bizler, uzakta olduğumuz için darbe almadık. Bize ulaşama­
dılar bile. Bu arada <biz> derken, tesadüfen arta kalan küçü­
cük bir azınlığı kastediyorum. Ezici çoğunluk suskun çünkü ,

145
yollarda ölüp gitmiş o insanlar konuşamaz artık. Bizler, canını
kurtarmış az sayıda kişi, gerçek nefreti, işin asıl nedenine ve
suçlulara olan nefreti, sonuna dek sürdürmeyi ve yaşatmayı
becerebildiysek de, bu sadakat konusunu abartmanın anlamı
yok. Bizim nefretimiz neredeyse lüks sayılırdı. Aklımızı çele­
cek yanlış nefret duygularıyla kafamız karışmadan bu lüksü
sürdürebildik. Gerçeği elden bırakmama ve sadık kalma gibi
bir şansımız vardı. Harabeye çevrilmiş Almanya'da kalanlarsa
böyle bir şanstan yoksundu.
Oysa yine de söylediklerim, zorlayıcı güç yüzünden asıl nef­
retlerinden saptırılan bu insanların hatırı için eski tutkumuzu
köreltmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine bu tutku­
yu onlarda da yeşertmemiz gerekiyor. Bugün dahi . Dahası asıl
bugün. Yakılıp yıkılmış kentlerin üstündeki toz bulutları yeni
yeni dağılmaya başlamışken, nefret edilen eski düşmanın diri­
lişini gören biri, afallamışlığıyla, nefret takıntımızın, ne kadar
katıymış gibi gözükse de bir efor, sadakat ve sağduyu örneği
olduğunu , aynca düne olan eski kızgınlıklarını koruyup kol­
layarak, yarının yararına bugüne taşımış birilerinin varlığının
fena bir şey olmadığını teslim edecektir.

Viyana, Haziran

Her şeye zamanın yanlış açısından bakıp o yüzden haksız yar­


gıda bulunuyor olmayalım?
Buralara yeni ayak basmış ve ortalıktaki enkazla ilk kez yüz
yüze gelmiş bizim gibiler için bu gördüklerimiz, Hitler ve sa­
vaş sonrası Avrupası'nı ifade ediyor. Kıtayı çöküş günlerinden
artık ayırmış olan zaman dilimini kabullenemiyoruz; sık sık
gözden kaçırıyoruz bunu ve artık unutulmaya yüz tutmuş fe­
laket buradakilerin yüzlerinden okunsun istiyoruz hep. Oysa
şu anda penceremin dibindeki meyve bahçesinde oynayan, ar­
tık küçük bir adam olmuş beş yaşındaki velet, Hitler'in adını
henüz hiç ya da o zamandan bu yana bir daha duymamıştır.
Wienerwald, Temmuz

Hasretle gerçeklik arasındaki ilişki tamamen tepetaklak olmuş


durumda. Yıllardır karşı kıtada, sıcak Manhattan gecelerin­
de, <Wirtshaus zum Hirschen>* girdi rüyalarıma, bahçesinin
önündeki koca at arabası bir de. Çaresiz kalmış bir sefa peze­
vengi olarak yazdığım bir şiirde , kestane ağaçlarının altında
içilen kırmızı şarabı hayal ettim.
Şimdi hepsi elimin altında. Ama böyle de var olunmaz ki.
Güneşte parlayan her bir yaprağa varana dek hayali kurul­
muş görüntü , ne büyük bir gayretin eseriydi. Yıllar süren düş­
lerin yoğunluğu öylesine artmıştı ki şimdi hiçbir zahmete kat­
lanmam gerekmeksizin burnumun dibine dayanmış gerçeklik
çok mat geliy or. Yokluğum boy unca anımsamada mükemmel­
liği gözettim, zorlayarak. Şimdi ise gerçeklik, özlemdeki ori­
jinal görüntülerin kopyası gibi. Gerçeklik görüntünün gölgesi
olmuş durumda! Varlığı su götürmez bahçe masası, şiirin göl­
gesinde kaldı ! Bu ne sefalet! Bu ne üçkağıt!

Viyana, Temmuz

Kitapçıları dolaştım; bir kafede oturup, burada çıkan der­


gilere göz attım. Almanya'dan tek bir dergi ya da kitap yok.
Mettemich'in gözcüleri, sanki yine sınırlan tutmuşlar da hiç­
bir şeytani yayını ülkeye sokmuyorlar. Çoğu Viyanalının, gü­
nümüzdeki küresel sorunlardan haberi yok.
Basında Dünya'yı hala <ucu bucağı olmayan Dünya> ola­
rak adlandırıyorlar. Bununla kendi dünyalarının ne kadar dar
olduğunu gösteriyorlar; daha doğrusu <sınırlan daralmış>
Dünya'dan ne kadar uzak olduklarını. Bugünkü Dünya'yı
Dünya yapan artık (<genişlik> anlamında) <büyük> olma­
ması, Ekvator'la Çin'in komşu olması örneğin. Bazıları bunu

Bir lokanta adı -çn

1 47
<biliyor> gözüküyor gerçi; ancak bu bilgi çok azında bir Dün­
ya ve yaşam anlayışına dönüşmüş durumda. O kadar geride
kalmışlar ki başka insanlara bakışlarında bile tutucular. Mizah
dergilerine bakıyorsun, Amerikalı siyahların adı <Afrikalı zen­
ci>. Sanki söz konusu olanlar, Venedik ya da İspanya üzerin­
den gelip beyaz halkın arasına karışmış Mağripliler. Karikatü­
ristler de Çinlileri, onyıllar öncesinde kalmış örgülü saçlarıyla
çizmeye yeminli gibiler.
Kuşkusuz tarihsel açıdan gayet anlaşılabilir anakronizm­
ler bunlar. Diğer Avrupa ülkelerinin halkları , emperyalistliğe
soyunup Dünya çapında gezginliğe girişirken, Avusturya do­
nanmasız ve sömürgesiz bir ülke olarak kaldı. Öylelikle hal­
kın düşünce yapısı da büyük keşiflerden ve kolonil erin ku­
ruluşundan önceki dönemin Avrupası'ndaki halini korudu .
lngiltere'nin, Portekiz'in, lspanya'nın, Fransa'nın gençleri,
<Dünya görmek> için denizlere açılırken, Avusturyalı genç,
kayak turuna çıkıyordu. Böylelikle az çok <dışarı çıkmış> da
olsa pazar akşamı gerisin geri Ottakring'e evine dönüyordu .
Avusturyalı entelektüellerin alaycılığına konu olan <sumper>*
dar kafalılığı , büyük ölçüde coğrafi konumun ve ülkenin dış
politikalarının bir sonucu .
Dış Dünya'ya kapalılık, uzunca bir dönem, özellikle 1 9 .
Yüzyıl'da, 'meşrutiyet' nedeniyle psikolojik açıdan o kadar
doğal bir şeydi ki bugün hayata geçirilen izolasyonu anormal
bulan çok az kişi vardır herhalde. Bir insan, bazı kitapları oku­
mamış olduğunu ya da o kitapların piyasada satılmadığını ne­
reden bilecek ki, daha söz konusu kitapların varlığından bile
haberi yoksa. Belli bazı düşünsel akımların tezgahından geç­
memiş olduğunu nasıl anlayacak ki, geçmişteki ya da güncel
akımlardan hiç haberdar olmamışsa ya da Dünya'da bir aralar
böyle akımların bulunduğunu bilmiyorsa. Hele kendi gibi,
kapı komşuları da böyle şeyleri duymamışlarsa hiç.

Avusturya'da bağnaz ve zevksiz kişiler için kullanılan niteleme -çn


Viyana, Temmuz

Ama yine de bir açıdan Viyana, Dünya'nın merkezi. Ne de


olsa başka zaman pek içli dışlı olmayan galipler, <mağlu­
bun mekanında buluşur. > Dünya'daki film prodüksiyonu ne
alemde, bu Viyana'dan ve belki bir de Berlin'den başka bir
yerde anlaşılabilir mi? Amerikan, İtalyan, Macar, Fransız,
Rus, Ingiliz film yapımcıları. . . burada hepsine rastlıyorsun.
Viyana'dan başka nerede sabahlan bu kadar, tüm Dünya'yı
yansıtan, yığınla gazete satışa çıkıyor? Şüphesiz bu avuç içi
kadar yer, ütopik ve iki sınır arasında bir bölge . Fakat pano­
raması müthiş !

Viyana, Temmuz

Schönbrunn'dayım. Bankta otururken, N . adında alt kademe­


den bir devlet memuruyla bir konuşma geçti aramızda. Kırk
yaşlarında, müzmin bekar, üst orta tabakadan, lise mezunu.
Benim buralı olmadığımı anlayınca, kendiliğinden anlatmaya
başladı. Birkaç kez, zamanımı alıp almadığını sormasına kar­
şın, konuştukça ayrıntılara girdi. Üç tümcede vakayı aktarı­
yorum:
Kentin bombalandığı günlerden birinde, annesini kay­
betme talihsizliğini yaşamış. Ilerlemiş yaşı nedeniyle. Bir at
arabası tutup, annesinin cenazesini kent dışına götürmüş ve
orada defnetmiş.
Uzun uzadıya anlattıkları bu üç tümceyle özetlenebilir. Bir
tek, annesinin ölümünün onun açısından epey sıkıntılı bir
durum yarattığını eklemek gerekiyor. Çünkü komşuları, an­
nesini toprağa verdiği günden başlayarak, N .'ye söylemedik­
lerini bırakmamışlar. Burun kıvırarak ve aşağılayarak davranır
olmuşlar. içlerinden bazılarının bu tavrı hala sürdürdüğü gün
gibi aşikar.
Neden ve hangi ruh haliyle böyle davrandıklarını ortaya

14 9
çıkarmak istiyorum şimdi. Ama öncelikle şunu belirtmeliyim
N . , bu işte kendisinin de kabahati olduğunu reddetmiyor as­
lında . . . hiç kendine güveni olmayan haline bakılırsa sırf varlı­
ğının bile başkalarının yargısını meşrulaştırdığını düşünen bir
insan olduğu hissini uyandırıyor. Öte yandan hiç tanımadığı
halde bana bu kadar açılmasının, benim ağzımdan çıkacak bir
takdir sözcüğü , en azından farklı bir yorum bekliyor olmasın­
dan kaynaklandığı izlenimine kapıldım.
Soruna, komşularının onu neden dışladığına gelince:
Birincisi, büyük olasılıkla ilk baştaki o tepki ona değil, an­
nesineydi. Belki de yaşlı kadının hala hayatta olmasına bozu­
luyorlardı. Ekonomik açıdan karlı olmayan bir şeyin varlığı­
nın gereksiz olduğu yönündeki berbat nazi doktrininin, tam
da o kuşatmalar sırasındaki umutsuzlukta son parlak günle­
rini yaşadığını düşünmemizi gerektirecek pek çok neden var.
Yaşlı kadın, onlar için zaten gereksiz <fazladan bir boğaz>dı,
bir yüktü .
Ama adamın komşuları, aynı zamanda (bu da ikinci ne­
den) , o cehennemde bir yetişkinin hala bir annesinin olmasını
absürd buluyorlardı. N. evli değildi , çevresinde ana kuzusu
olarak biliniyordu tahminen. Onun, bombardıman ya da kur­
şun yağmuru altındayken annesine akıl danışması ya da ona
sığınması komşuların gözünde katlanılır şey değildi muhte­
melen.
Üçüncüsü, yaşlı kadın sağken bile onların sinirini bozuyor­
du sonuçta . Ama onun varlığından ve henüz N .'nin başında
< oluşundan> çok, komşuları şimdi asıl kahreden şey, kadının
doğal ölümle yaşamını yitirmesiydi. . . utanmadan kalkıp ölme­
siydi. Kızgınlıklarının acısını artık ondan çıkaramazlardı. An­
cak bir insanı sadece suç değil, aynı zamanda başına gelenler
suçlu kıldığı için, suçlu artık N .'ydi. Ortalık sakat kalmış ve
enkazla üstü kapanmış insanlarla doluyken, tutup annesini

150
koyu bir barış dönemindeki gibi ebedi uykusuna uğurlama
münasebetsizliği, komşularının ona iyice gücenmesine yol aç­
mıştı haliyle. Açlıkla cebelleştiğimiz günlerde, bir komşumu­
zun mutfak penceresinden gelen tas kebabı kokusunun biz­
de yarattığı gücenikliğin aynısı. Bir şekilde, diye kalpsizliğin
mantığıyla bir sonuca vardılar, bir şekilde N . dayanışmayı boz­
muş sayılır; onlarda olmayan bir şeyi gizlice bir kenara koy­
muştu demek ki. Evinde, onlara hiç sözünü etmediği, hiç gös­
termediği, dışarıdaki cehennemden etkilenmeyen korunaklı
bir odası olmasındı? Şiddete maruz kalıp ölmenin önünü alan
ve doğal ölümün rıza göstereceği bir ikametgah?
Dördüncüsü : Dediğim gibi N. Bey, kansız cenazeyi bir bey­
girin çektiği arabaya taşıtmıştı. Cenazenin arabaya yüklenişini
gözleriyle görmüşlerdi. Hem de ne zaman? Mermi yağmuru­
nun bir süreliğine dindiği, kendi ölülerini evlerinin bahçesi­
ne apar topar, yanın yamalak gömdükleri aralardan birinde.
N . 'nin onların yaptığını yapmaması, üstelik sürüden ayrılma­
sı; sokağa çıkmanın neredeyse olanaksız olduğu , at arabasının
adının geçmediği, atların mitolojik varlıklar sayıldığı (yardım
edecek birilerini bulmak da şöyle dursun) bir zamanda, böyle
bir günde hem de, kalkıp cenaze töreni düzenleyebi lmesi , ser­
gilediği başına buyrukluğun üstüne tüy dikmişti. Kimbilir sa­
man altından ne sular yürütüyordu , kimbilir ne kirli ilişkileri
vardı, mutlaka her şey elinin altındaydı.
Annesini defnedebiliyor diye birini kıskanmak, <normal
zamanlar>da saçma gelebilir. Ancak N . , komşularının tepki­
sini basit bir ifadeyle özetlerken pek de haksız sayılmazdı:
"Kıskanıyorlar işte, ne olacak. " (Şunu da söylemeliyim, biraz
da saptırarak, bu sözlerine dayanışma dilenen bakışlar ekle­
di, benden onay koparmak için: "Yahudileri de böyle çeke­
miyorlardı işte. " İşler iyice sarpa sarmasın diye kafa salladım
çaresiz. )

151
Viyana, Temmuz

Aslına bakılırsa annesinin cenaze törenine duyulan kıskanç­


lığın N .'ye tuhaf gelmemesi bir skandal. Sanki değişmesi zor
hezeyanların, büsbütün köklü toplumsal dönüşümler sırasın­
da da, olağan zamanlardakinden hiç farkının olmaması doğal
bir şeymiş gibi. Haklıdır belki de kimbilir. Kıskançlık denen
kavramın da umurunda değildir herhalde zaten, hafta arasına
mı denk gelir artık yoksa kıyamete mi, konusu peynir ekmek
midir yoksa bir annenin defin töreni mi, hiç fark etmez.
Acaba diyorum, tüm korkunç olayların asıl cehennemi yanla­
rı, tam da olayla ona gösterilen duygusal tepkiler arasındaki
ürkütücü uçurumda y atıy or olmasın?

Viyana, Temmuz

N .'nin davranışının ve dürtülerinin bende uyandırdığı izle­


nim, katışıksız bir hayranlık değil'. Ama bunun neden böyle
olduğunu açıklamadan önce, yanlış anlamaya meydan bırak­
mayacak biçimde buraya yazıyorum: Alevler altındaki kentte
onun araba, at ve faytoncu peşine düşmesi sadece kararlılığın
ve sıradışı bir organizasyon yeteneğinin değil, aynı zamanda
gerçek bir kahramanlığın göstergesiydi.
Neden kahramanca davrandığıysa ayrı konu . Mesele sa­
dece annesine derin hürmetinden ya da bir ölüye duyduğu
saygıdan ibaret olsaydı, yergiye yer yoktu . Ama benim gibi,
N .'nin nasıl ürkek olduğuna ve el etek öptüğüne, durmadan
(hatta bir tanıdığı bulvarın ta öbür ucunda belirdiğinde dahi,
hemen p eşin peşin) aralıksız selam veren ve teşekkür eden
haline, ruhuna işlemiş bir özür dileme j esti şeklindeki çarpık
tavrına tanık olan biri, onun Antigone'nin soyundan gelme­
diğini hemen anlar. Saçma gibi gözükse de , bu adamın kahra-

152
manhğını peydahlayan şey korkaklığıydı, en azından acziydi.
Mermi yağmurundan ya da alevlerden ödü patlasaydı nor­
maldi. Ben kendim ateş altında kalmadığım için ve o bu kor­
kuyu yendiği için diyecek sözüm olmazdı pek. Oysa başka bir
şey karşısındaki korkusu daha büyüktü. Ölüm korkusunu hiçe
saydıran bu korku , örfe karşı gelme korkusuydu . Sohbet sıra­
sında alnında biriken terleri silip harfi harfine şunları söyledi:
"Tabii bilseydim o zamanlar insanların yakınlarını evlerinin
bahçesine gömmesinin ayıp bir şey olmaktan çıktığını , hiç o

zahmete girer miydim? " (Ardından 'telafisi imkansız zarar'


jesti.) "Ne oldu peki ? " diye beceriksizce üstünü örtmeye ça­
lıştığı bir pişmanl ıkla d e v a m e tti işte o an anladım, neden

komşuları için o kadar da haksız sayılmazlar, dediğini - "Ne


oldu şimdi? Evimin müzik salonunun tavanını tamir ettirecek
param kalmadı. İstedikleri miktarı bir bilseniz ! "
Hayır, Antigone'nin torunu değildi. Devrilmiş ağaçlarla
dolu alevler içinde kalmış yollardan güçbela geçerek oradan
oraya koşturması Antigone'nin yaptığı gibi bir ölüye karşı son
görevini yerine getirmek için değildi, medeni davranış uğru­
na hiç değildi; aksine derdi örfe aykın davranmamaktı sadece.
Gösterdiği kahramanlığın nedeni, kalın kafalılığıydı, genelin
yaptığı bir şeyi savsaklamadaki yeteneksizliğiydi düpedüz. (O
zamanlar genelin artık öyle yapmadığını bilmiyor olması da
talihsizlikti. ) Geleneği ortadan kaldıran özel durumlar olabi­
leceğini henüz kavramamıştı. Sonra da sözünü tamamlarken,
konuyla sıkı bir ilgisi varmış gibi (ona göre konuyla sıkı bir
ilgisi vardı gerçekten) , "Bir düşünsenize doktor bey; kuşatma
başladığında yemek odamızda bir çatlak vardı. Eğer kitapla­
rımızın bulunduğu oda olmasaydı, doktor bey; yemeğimizi
yatak odasında yemek zorunda kalacaktık. " Sonra yeniden al­
nındaki terleri sildi: "Bizim gibilere reva mı bu? "

1 53
Viyana, Temmuz

Belki de vakaya daha hoşgörülü yaklaşmak mümkün. İnsan­


ların içine itildikleri bazı durumlar, mutlak anlamıyla zora
koşmalar, düpedüz çetrefil, sıradan bir insanın ruhen altından
kalkamayacağı kadar çetrefil belki. O açıdan bakarsak, bu N .
Bey resmen bir Don Quijote idi. Negatif bir Don Quijote idi
ama. Yeldeğirmenleriyle anlan ordu sanıp savaşan değil de ordu­
lan yeldeğirmeni sanan. N . yakılıp yıkılan bir kentte, yangın­
ları ve bombaları, bunlar gündelik yaşamda karşısına çıkan
engellermiş gibi algılamıştı. Onun için doğru ve gerçek olan,
herkesin bir şeylerle uğraştığı, daha doğrusu uğraşmasının ge­
rektiği bir dünyaydı . Bu dünyayla karşılaştırınca , değil Dünya
tarihi, kıyamet bile geçersiz, inanılması zor, gerçekdışı bir ara­
nağmeydi .
Ama onun gözünde geleneklerin dünyası, yegane gerçek
dünya olduğu için aynı zamanda yegane resmi dünyaydı, o
yüzden <aranağmeyi>, yani içine düştüğü felaket ortamını, sa­
dece onu ilgilendiren bir vaha, neredeyse hükmü olmayan bir
rüya gibi algılıyor; kendine (<bizim gibilere>) ve asıl gelene­
ğe karşı duyması gereken sorumluluğa verilmiş bir ara gibi
yani. Ancak bu ara, moral bozucu ve rezalet bir şey, bunu <hak
etmediler ki> , Dünya'yı kızdıracak hiçbir şey yapmadılar ki .
Tarihin akışına, özel bir alışverişte centilmenlik dışı davranış
gösteren karşı taraf gözüyle bakıyor yani, hem de ne olur ne
olmaz deyip hiç niyetlenmedikleri bir alışverişte. "Biz de mi
bundan nasibimizi alacaktık," diye serzenişte bulundu kafa
sallayarak, "halbuki ne kadar da uslu durduk. Hiç ama hiç
kimseyi öfkelendirecek bir şey yapmadık."
Kalkarken, " Peki ya annenizin mezarının nerede olduğunu
biliyor musunuz şimdi? " diye sordum.
"lşte asıl mesele de bu ya," diye homurdanıp, elindeki çu­
bukla yerdeki çakıllı toprağı eşeledi. "Ama yakınlarına köpek

154
ölüsü muamelesi yapıp evlerinin bahçesine öylece gömen o
adiler var ya, onlar biliyor ölülerinin yattığı yerleri . "
Ayrıldım oradan. Ama kulaklarımda hala o sözler çınlıyor:
"Kıskanıyorlar işte, ne olacak. "

Viyana, Ağustos

Hayır, taşra denemez buraya. Taşralılıktan çok daha umutsuz


bir vakıa. Küçük bir yerleşim yeri ne denli ücra bir köşede, ne
denli ufak olursa olsun, çekim merkezinin Jleresi olduğunu
asla unutmaz, Paris'in mi Roma'nın mı, nerenin taşrası olduğu­
nu bilir. Ne denli anakronik olursa olsun, belli bir güncellikle
ve yaşayan belli bir modelle karşılaştırıldığında , asla <her açı­
dan anakronik> , asla sürekli anakronik değildir. Bu da o yere
belirli bir yön, hatta bir çehre kazandırır.
Alanının büyüklüğü, nüfusu ve görkemli mimarisiyle Viya­
na, bugün dahi bir güç ve kültür merkezinin çizgilerini taşı­
yor. <Taşra> tanımlaması, daha çok da şimdi kent nerenin taş­
rası, sorusu , Viyanalıların çok zoruna gidiyor. Şapkalarındaki
dağ keçisi kılından yapılmış süslerle ve oduncu ceketleriyle
Viyana'nın Viyana değil de Steiermark ve Kaemten bölgesince
ilhak edilmiş bir semt olduğu duygusu uyandıran taşralılar da
aynı tepkiyi veriyor üstelik.
Evet: Nerenin taşrası ?
Bu soruya <taşra> sözcüğünün anlamını genişleterek ya­
nıt verebiliriz ancak. Denebilir ki Viyana, katışıksız tarihsel
anlamda bir taşra: Çok gerilerde kalmış kendi parlak geçmişi­
nin taşrası. Boy ölçüştüğü , geçmişteki Viyana. Onun çekimi­
ne kaptırıyor kendini, dış görünüşüyle ona öykünüyor, tıpkı
Brüksel'in Paris'e öykünmesi gibi. Bugün bu kentte şaşaalı
operalar sahneleniyorsa, bunun nedeni Viyana'nın ne pahasına
olursa olsun Viyana'dan geri kalmak istememesidir.
Şaşılacak bir yanı yok bunun. Daha kırk yıl önce kendi

1 55
kozmopolit ve başlı başına çekim merkezi olan bir kent, başka
bir çekim alanının yörüngesine girmekte idmansızdır haliyle.
<Alıcı> rolüne soyunmakta, Dünya'ya bu yolla dahil olmakta
zorlanır; en azından bu konuda herhangi bir küçük kentten ya
da ülkeden daha acemidir.
Meseleyi zorlaştıran bir şey daha var. llhak girişimi sıra­
sında Avusturya, <taşra>, belli bir taşra olmayı, başka tarafa
savrulmayı denedi bir kere. Hazin bir sonu oldu bu deneme­
nin. Almanya'yla aradaki köprüler siyasal nedenlerle neredey­
se tamamen atıldığı için de taşradan geriye bir çeşit kör nokta
kaldı.
Viyana'nın oryantasyonsuzluğunun bir başka nedeni de
kentin, tam da kötü denebilecek bir zamanda, hors de <lis­
cussion Dünya merkezi diye bir şeyin kalmadığı sırada öne­

mini kaybetmiş olması. Kentin (ve ülkenin) kültürel-coğrafi


konumunun <ne> olduğu gerçekte sürüncemede kalıyor. Vi­
yana'nınsa bu konuda yapabileceği bir şey yok.

Viyana, Ağustos

Kahlenberg'e gittik. Daha Zürih'teyken, işitme duyumuzun


kendini toparladığını hissediyorduk. Bu toparlanma o günden
bu yana devam ediyor. Aynı şekilde gözlerimiz, tüm duyu or­
ganlarımız da <derin bir nefes almışa> benziyor. Nedeni çok
basit, önlerine çıkan hiçbir şey algıdan kaçabilecek kadar bü­
yük değil. Kendi başına duran bir ev; çitle çevrilmiş bir bahçe;
kulesinin etrafına kümelenmiş yekpare bir köy; Viyana bile,
bu yükseklikten bakıldığında derli toplu bir kent olarak gözü­
küyor. Bunlar gözlerimize tatil yaptıran şeyler. Buradaki <fi­
gürler> kendiliğinden, <fon>dan ayn bir profil sergiler, öne
çıkar ve bizi karşılarken, New York'ta <easy to look at> .. bir

Fr. Tartışma dışı -çn


lng. Göze hoş görünen -yhn

15 6
silueti arka plandan çekip almak esaslı bir performans gerek­
tiriyordu. Sürekli değişen ışıklann balta girmemiş ormanında
kırmızıyı ya da yeşili, yayalar ya da sürücüler için olan sinyal­
leri açıkça ayırabilmek her seferinde yorucuydu. Buradaki bi­
çimler, eskinin biçimleri, ne kadar rahatlatıcı. Külfetsizlikleri
ne çabuk belli ediyor kendini: Bir kere en başta duyular için
rahatlık sağlıyorlar.
Elbette ötedeki kıtada, asıl tam da orada , uygarlığın bü­
yük bölümü yaşamı kolaylaştırmaktan oluşuyor. iyi de kimin
için kolaylaştırıyor? Artık yürümeye gerek yok, otomobil var;
hesap yapmak gerekmiyor, hesap makinesinin kolunu çevir­
mek yeterli. Peki ama bu konfor sonuçta insanların yararı­
na olmaktan çok, işlerin tıkınnda gitmesi için değil mi? Her
durumda bu konfor sayesinde insan bedeninin fonksiyonları
azalmıyor. Lüzumsuz kılınıyor sadece. Bu yüzden duyuların
güme gittiğini hiç kimse hissetmiyor. Tek bir görüş alanında
elli tane ışıklı reklam; tek bir salonda elli tane gürültülü dakti­
lo; tek bir kafeteryada elli çeşit koku varken. Yo , gözün de ku­
lağın da bumun da işi <kolaylaşmıyor> öyle pek. Daha ziyade
bakımsızlıktan telef olup gidiyorlar.
Buradaki ortamsa hem göz hem kulak için biçilmiş kaftan.
Şimdilik nesneler de evler de köyler de duyuların ölçüsüne
göre düzenlenmiş haldeler. Klavyenin ellere göre yapılmış ol­
ması gibi . <Kullanışlılar> yani, duyulara gereçlik yapıyorlar. . .
oysa öte kıtada algılar ya karmakarışık kalıyorlar ya da örne­
ğin sürücülerde olduğu gibi aralıksız üstesinden gelinmeleri
ve hizmetlerine koşulması gerekiyor. Orada algılar, gereç de­
ğil, makine.
Buradaki ince işlerin , insancıl sanatlann yarattığı şaheser­
ler olduğunu düşünmek saçmalamak olurdu . Ölçüsüzlüğün
üretimi, makul ve ölçülü olandan çok daha zahmetli, bir o
kadar da yapay. Nihayetinde biz insanlar, insanlara çalışıyo­
ruz; dolayısıyla el, göz gibi (birlikte ve birbirleri için gelişmiş

1 57
ve karşılıklı uyumları oturmuş) organların sahibi bizlerin ilk
önce sadece tek bir ölçü kullanması doğaldır. Şaşırtıcı olan
tam tersine, iki performansın, <üretme>nin ve <algılama>nın
birbirinden bu kadar uzak olabilmesi; duyularımızı ve kavra­
yışımızı aşan şeyler üretebilmemiz ya da tersinden söylersek,
hiç üretemeyeceğimiz şeyleri aklımızın alması. Homo faber*
ve homo percipiens * * tek tek her insanda birbirine yabancı kal­
mış durumdalar. Yabancılaşmanın bir alt türü bu ve gariptir ki
Marx'ın ilk yapıtlarından bu yana yabancılaşmayı konu alan
literatürde hep ihmal edilmiş.
Elbette bu uyumsuzluğun Amerika'yla ilgisi yok. Sadece
endüstriyel üretimin gösterdiği gelişmeden kaynaklanıyor.
Buralarda, duyu organlarına kalıp gibi oturan nesnelerden
varsa, başlıca nedeni bu nesnelerin hala olmasıdır. <Duyular>
uğruna teknoloji düşmanlığı yapıyor gibiyim.

Wienerwald, Ağustos

Devam ediyorum. Öte kıtada objelerin kavranabilirliğini en­


gelleyen - ister köprüler olsun, ister şirketler, ister kentler, is­
ter politika, söz konusu olan her neyse - hemen hepsinin çok
büyük olmasıydı. Öyle ki hepsinin duyularca bir bütün olarak
fark edilmemesi olanaksızdı. Oradaki nesneler ve durumlar
algıüstü.
Böyle bir terim yok aslında, çünkü psikoloji meseleyi sav­
saklamakta.
<Algıüstü uyarım> kavramıyla, algılayabilme sınırının be­
risinde değil de ötesindeki uyarımı anlatmak istiyorum. Öte­
sinde, çünkü insan (belki de her canlı) iki bariyer arasındadır,
algısının iki eşiği vardır; (psikolojinin ele aldığı) en küçük
uyarımların insana ulaşabilme yolunda aşamadığı eşik; bir de

Lat. Alet yapan ve kullanan insan -yhn


Lat. Algılayan, idrak eden insan -y hn

158
ardındaki, göze çok büyük gözüken şeylerin, algılanabilir bü­
yüklüğün çok ötesinde kaldığı ikinci eşik.
Bu ikinci eşiğin ardındaki büyük şey öyle zorunlu olarak
<yükselen> (bu haliyle hiç değilse <düpedüz büyük> olma
fikrini hissedilir biçimde ortaya koyan) bir şey değil. Aksi­
ne bildiğimiz, geniş yer tutan, kapsamlı şeyler: Alabildiğine
büyümüş kent, alabildiğine karmaşıklaşmış ekonomi ağı, ala­
bildiğine irileşmiş konglomera, transcendens proportionem
humanam,* her biri parçalara ayrıldığında duyularla algılana­
bilir nitelikte, ancak bir bütün olarak duyumsanıp kavrana­
mayan, yani perişan bir anlamda, <doğaüstü> obj eler.
Şimdi bu açıklamadan sonra, günümüz Amerikalısı'nın do­
ğaüstü bir gündelik hayat yaşadığını söylersem, yanlış anla­
malara yol açmam. Ayrıca boyunu (ve gözlerini ve ruhunu da)
çoktan aşmış bu hayatın içinde soluklanabilmek için insani
koşullardan gelen özel obj elere, yani sanat yapıtlarına ihtiyaç
duyması o kadar anlaşılır bir durum ki. Sanat ona hijyen için,
ayarını ve dengesini yeniden sağlayabilmesi için gerekli. Geç­
tiğimiz yüzyıldaki Avrupalı, gündelik yaşamın sıradanlığın­
dan sıyrılmak için sanat alanında <yüksek> ve aşırı boyutlarda
yapıtlar ortaya koyarken, gündelik yaşamının iğrenç doğaüstü
yanlarından kendisine gına gelmiş avangard Amerikalı, çok­
tan <küçük obje>, rustik bir şeyler ve <antika> avına çıkmış
durumda; yani duyulara kalıp gibi oturan şeylerin peşinde . O
sayede duyularını iyileştirmeyi ummakta.
Doğrusu büyük sanat yapıtlarının sırtından, gündelik ya­
şamın dışına çıkmaya çalışmak onlara artık anlamsız geliyor.
Günlük sıradan futbol maçının ve hoparlörlerin yanında, en
muhteşem opera binası dahi çelimsiz kalıyor; her gün gördük­
leri Wallstreet gökdelenlerinin arasında yanlışlıkla yıkılma­
dan kalmış kilise de göğe değil elli katlı komşusunun onuncu
katına uzanıyor sadece. Devasa ve <doğaüstü>, Amerikalılar

Lat. lnsan boyutlarını aşan -yhn

159
için sıradanlaştı artık. Şimdi onlar için tam da duyusal açıdan
elle tutulabilir obj eler, 1 9 . Yüzyıl'da aşın boyutu temsil eden
şeylerin oynadığı (sanat) rolü (nü) üstlenebilir bunun da
hakiki Helenizmle hiç ilgisi yok. Ölçülülüğe özerk bir alan,
yani sanat, ayrıldığı anda, ister istemez kültürün ölüm çanları
çalmaya başlar.

Viyana, Ağustos

Burada Hietzing'de kulağa ve göze makul gelenler, bizzat gün­


delik şeylerin kendileri. Ağaç, ev, meyve tezgahı. Boşuna değil
burada sanata, Manhattan'ın keşmekeşine oranla daha az ilgi
d uymamız Bulund uğumuz yerd e sokaklarda sal lana sal l a n a
yürümek, müzelerdeki izole yapıtların önünde dikilmekten
daha mutluluk verici.
(Bu arada, bu sokakların kendileri çoktan müzelik olmuş
olmasın? Günümüz dünyasında müzelik? )

Goisem, Ağustos

Bir ırmak. Arkasında çam ağaçlarıyla kaplı dik yamaçlar. İkin­


di güneşi. Irmağa girip yüzdük.
Yine huzursuzlandık: Kaç yaşındayız acaba?
lleri yaşlarda, çocukluktaki sahnelerin yeniden çıkageldiği
söylenir. Bu dürtü sırası, tersine çevrilebilir gibi geldi bana ;
daha doğrusu tersine dönmüş gibi. Şu anda çocukluğumun
dünyasına, dağlara, çam ağaçlarına, ırmaklara geri dönmüş­
ken, ikide bir, bir anlığına da olsa tarif edilemeyecek kadar
yaşlı gözüküyorum.
Bir o kadar da sık, olmayacak kadar genç. Galiba geri dön­
düğümü sık sık unuttuğumdan ve öylesine burada bulunduğu­
mu zannettiğimden olacak (<hala buradayım> değil, <yeniden
buradayım> da değil) . Böylesi anlarda , yüzüne vuran ikindi

160
güneşiyle mest olup, kendini ırmağın sularına bırakmış ve az
ilerisinde yükselen dağlan seyreden biri, taş çatlasa yirmi ya­
şındadır.

Goisem, Ağustos

Takmış takıştırmış armut ağaçlarından geçilmeyen bir yamaç­


tan yukarı tırmandık. Yolumuzun üzerinde ışıl ışıl çiçek tarh­
ları, rengarenk kaymaktaşları, ahır pencerelerinden başlarını
uzatmış taylar. Çiftliklerin biraz yukarısında kuzukulağı da
gördük.
On yedi yılık sürgün boyunca bu armut ağaçlarını, çiçek
tarhlarını , tayları, kuzukulağını <sayıklamıştım> . On yedi yıl
boyunca bu saydıklarımın sesime kulak verdikleri ve adlarını
sırtlarına geçirip vücuda geldikleri duygusuna kapılmıştım.
Platon'un Philebos'taki tezi, her şeyin adı <yaradılıştan> neyse
odur ve adı da kendi gibidir biçimindeki bu absürd tez , bir
yerden sonra bana hiç tuhaf gelmemeye başlamıştı. Üstelik
gözümün önüne getirmeye çalıştığım tüm bu adları yüksek
sesle telaffuz etmek hem meşru hem akıllıcaydı. Hiçbiri yoktu
çünkü . Oysa benim için günlük tayın kadar gerekliydiler.
Ama şimdi, şimdi armutlar sahiden tepemde sallanıyorken;
kuzukulağının tadı gençliğimde yediğimin aynısıyken; kay­
maktaşları gözümü alıyorken ve karşımda sahiden çenesini
ahırın penceresine sürten bir tay varken - adlarını ne diye hala
yüksek sesle söylüyorum? Aklıma ne diye mısralar geliyor?
Yoksa yaşamım boyunca kuşkuyla yaklaştığım bir şeye mi ka­
pılıyorum? Rilke'nin Methiye'sini kastediyorum.
Ağzımdan çıkan sözcükler kimin işine yarayacak? Benim
mi? Artık ihtiyacım yok. Hepsinin gerçeği yanı başımda. Yerle­
rine sözcükleri koymama gerek kalmadı. Armut ağacı mı yani?
Yoksa tay mı? Yoksa çiçek tarhı mı? Armut ağacının neyine ge­
rek ad? Tay, namı ne yapacak? Tarhın benim uyağıma ihtiyacı

161
mı var? Varlıklarına ve göz önünde olmalarına karşın onlara
methiyeler düzmek, bir bakıma nesnelere arka çıkmak olarak
yorumlanamaz mı? Saydıklarım, <sözcüklerin kurtarıcılığına>
(bu ifade Rilke'nin, şiir yazmasına bulduğu mazeretti) ne diye
tenezzül etsinler ki?
Armut ağacı bir ada <sahip> değil. Yapraklan ve meyveleri
var. Ona iliştirdiğimiz adı bilmiyor. Bilse de ona seslenmemi
nereden duyacak.
Öyleyse buradan şu sonucu çıkar: Şiirden şarkıdan uzak
dur. Halihazırdaki şeylerin karşısında her dörtlük münasebet­
sizlik olurdu .
Tarhı selamlama merasimi de münasebetsiz bence. Sela­
mımı almadığına gön' . Kuzukul ağıyl a senli benli olmak da
öyle, karşıdakinin varlığından haberi mi var sanki. Taya, be­
nim uyaklar çok gerekiyormuş gibi tavırlar takınmak da keza.
Döndün, daha ne istiyorsun? Hem kendini de kandırma. Ka­
vuşma anında dilin sadece iktidarı değil, haklan da ortadan
kalkar.

Sesler

Kaktüsler ve rüzgarda uçuşan kumlar arasında


<çiy> hecesi çiy bahşeder
ve önünde bir yonca tarlası belirir,
içinde yalınayak bir köylü kadınla.
Derken <oluk> lafı çıkar ağzından
- ne nemli sözcüktür oluk -
bakmışsın kupkuru akçaağaç yapraklan
suya kapılıp sürüklenmekte uzağa.
Sonra <ıslak saplar> diye fısıldarsın
- ne şiirdir ıslak saplar -
Yo, böyle beter bir sürgünde,
sesler yeter de artar.

162
Ne kadar uzakta olsak da
her seda bir şarkıdır bize
sözcüğün içinde saklı ses
cisimlerin ağzından dökülmüşse.
Gelin haberciyi onurlandıralım,
yokmuş gibi cisimlerin önemi artık.
Söz çünkü tüm ölülerin sözcüsü
ve de son portresidir.
Kalifomiya 1 939

Viyana, Ağustos

Gezintim sırasında , geçen gün N . 'yle tanıştığım yere gittim.


Aynı bankta otururken buldum onu . Her gün geliyor belli ki.
Bir şeyler anlatmaya çok hevesliydi. Bu kez Dr. R. diye birin­
den söz etti (doktor unvanını atlamadı) . Alman ordusunun
Rusya seferi sırasında elde ettiği bir zafer sonrasında bayrak
asmadığı, en azından vaktinde asmadığı için N .'yi Gestapo'ya
gammazlamış. "Aslında, " diye özellikle vurguladı, "Dr. R.'nin
adımının yanlış olduğu söylenemez. " ("Adım" dedi yapılan
şeye. ) "Ama meselenin sarpa sarmasına ramak kalmıştı res­
men. Kardeşimin eşinin son andaki müdahalesi olmasaydı,
yeminle beyan etmeseydi zafer haberi geldiğinde öd sancısıyla
kıvrandığımı ve çıkıp bayrak asacak durumda olmadığımı. . .
yalan da değildi zaten . . . "
Bunlan anlatırken halinde en ufak bir güceniklik belirtisi
yoktu. Bir buzul yanğına düşmüş ve güçlükle kurtulmuş biri
gibi söz ediyordu yaşadıklanndan. Benden beklediği öfke de­
ğil takdir ve hayranlıktı; "başına ne işler gelmiş birine" duyu­
lan türden bir hayranlık. Dinlemem bile yetmişti anlaşılan ona
bu duyguyu vermeye. Benzer şeyleri yaşamış hemşehrilerinin
desteğini alması çok zor, alkış da şöyle dursun.
Viyana, Ağustos

Merkezde evi olan bir kadınla sohbet ettik. Kendisine


"Londra'nın ya da Rotterdam'ın yanında Viyana'mn bomba­
lanması hiç kalır, Almanya'daki ya da Polonya'daki kentleri
saymıyorum bile," dediğimde işkillenerek yüzüme baktı; işkil­
lenerek ve alınganlıkla. Ona bir şeyi çok görüyormuşum, elin­
den almaya çalıştığım bir şey varmış gibi, evinin hasar görmüş
olması aldığı bir onur unvamymış da ben onu bu unvandan
etmek istiyormuşum gibi.
Başka kentlerin de aynı şekilde hedef alındığını, hatta yer­
le bir olduklarını bilmiyordu , bilmek istememesine bilmemek
denirse elbette. Anlaşılan bombaların isabet ettiği tüm o kent­
lerin sakinleri, bir tek kendi kentlerinin buna maruz kaldığını
düşünüyor. Her halükarda hasarlı her eve , tek hasarlı ev oy­
muş gibi bakılıyor burada. Sahiplerince yani.
Kısacası L. Hanım, Londra , Varşova , Rotterdam gerçeğini
dikkate almaya hiç yanaşmadı. Yabancılara duyduğu güven­
sizlikle kaplı yüzü "Aman, iyi ki yabancı kent isimleri bili­
yorsunuz ! " der gibiydi. Oğlu ise hakikati hemen kabullendi;
ancak afallamaya en fazla bir anlık zamanım oldu. Bir çırpıda
açıklama geldi, vallahi bravo dedirtecek (demin olguları ka­
bullenmeyen annenin de anında alkışım alan) bir cümle: "Hak
ettiler bunu," dedi. "Peki niye hak ettiler sizce ?" diye sordum.
Beni bir sonraki şaşkınlıkla haşhaşa bırakan bir yanıt verdi.
Pencereye doğru eliyle geniş bir daire çizdi, (geri çekilen na­
zilerin yakıp yıktığı elbette) binaları işaret eden bir el kol ha­
reketi yaptı. jestine yorum eklemeyi ise gereksiz gördü. Ama
söze dökecek olursak: "Bunu yapanlara Varşova da müstahak
Rotterdam da." Başka deyişle kendi bulunduğu kentteki enkaz
onun açısından o kadar ön planda, o kadar aslolandı ki, bu
duruma zamansal olarak da öncelik atfetmişti. Onlar bizim ev­
lerimizi yakıp yıktıkları için Varşova ya da Londra o hale geldi.
Yanlış düşünmenin kalıplan üzerinde <kafa yorup onları
gözden geçirmek> kolay değil. Bilinen yanlış düşünce kalıpla­
rından 'post hoc ergo propter hocV anlayabilmek bile belli bir
efor gerektiriyor. Konuşmada geçen, <önce>nin ve <sonra>nın
yerlerinin pişkince değiştirildiği son şekli kavramak içinse
çok daha fazla efor sarf etmek gerekiyor. Aynca şöyle bir ifade
de eklenebilir: 'Proximum; ergo primum est, bana en yakın
olan hangisiyse zamansal öncelik de ondadır.' Lakin buranın
insanlarının nasıl düşündüğünü kavrayabilmek için bu ters
çevrilmiş şekli iyi anlamak gerekiyor.
Her ne kadar bu tersine çevirmenin bilinçli bir hile olma­
dığını bilsek de bu , delikanlının <hiç suçunun olmadığı>
anlamına gelmez . Hile hiledir, yo hatta iki hileyle karşı kar­
şıyayız: İkincisinin marifeti ilkini bilinçsizliğin sırtına yıkma­
sında. Hatalı düşüncenin sahibi, başka bir alanda yeterince
hünerli. Makine mühendisliği bülümünde öğrenci. Yıkıntılar
hakkındaki çıkarımlarının bu denli kafa karıştırıcı olmasını,
bilmezliğin nerede avantaj sağlayacağını bilecek kadar uya­
nık ve <bilinçsiz> kalmanın ne zaman işe yarayacağını hükme
bağlayacak kadar da temkinli olmasıyla açıklayabiliriz. Kimse
benden delikanlıyı, <bilinçsiz>likle damgalayıp temize çıkar­
mamı beklemesin.
Bu tür ters çevirme argümanlarına ilk kez denk gelmiyo­
rum. Şu <kolektif suç> sorununa bağlı olarak her yerde karşı­
mıza çıkıyor.
Bu meseleye nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın (bana sorarsanız,
i fadenin kendisi bile çarpık) - üstelik sorun, daha ufukta be­
l irir belirmez - verilen yanıt hep aynı. Hep kendi çektikleri
sefalete gönderme yapıyorlar. Zaman itibarıyla bu sefaletin
öncesinde yer alması şöyle dursun, nihayetinde sefaletin asıl
nedeni olan cinayetler bununla açıklanabilir ve mazur göste­
rilebilirmiş gibi.

Lat. Bundan sonra, o halde bu yüzden -yhn

1 65
Viyana, Eylül

Buradaki palaslardan birinde bir <edebiyat akşamı>na katıl­


dım dün. Kurum bağlamış yıkıntılardan henüz iki adım uzak­
laşmışken bir bakıyorsun görkemli salonlara ayak basmışsın.
Tavanlar ve duvarların tamamı mitolojik memeler, alegorik
baldırlar, imparatorluğa ait madalyalar, hayal ürünü rölyefler
ve süs oyuklarıyla kaplı. Burayı inşa eden kimse, 'horror va­
cui,. denen şeyden epey çekmiş anlaşılan. Büyük ihtimalle 135
yıl önce Napolyon'a karşı elde edilen zaferi dans edip tepine­
rek kutladıkları bu salonlardan birinde bugün, sadece en ön
sırayı paylaşan ve herhalde toplumun yanlışlıkla arta kalmış,
son püskülü oturuyor. <Tout Vienne>** rolünde, şiirler dinli­
yorlar. Savaş, hiç olmamış gibi atlandığına, Hitler dönemi de
yok sayıldığına göre, daha eskiye gitmenin gereği yok artık.
Varılan yer 1912 diyelim.
Programda - bu şekliyle duyurulmamıştı elbette - çoktan
unutulup gitmiş bir tefrika yazarının Altenberg taklitçiliği var.
Belli cazibe kalıntıları ne denli göze çarpsa da hepsi önemsiz
şeyler. Bir kabare şarkıcısı, imalı gülüşüyle seslendirdi hep­
sini. Kinayeli sözleri anlamayan yok gerçekten aralarında.
Buradaki herkes aileden sayılır ne de olsa. Şu kırk yıl önceki
hayaletler hem tefrikacıyla hem tefrikada kol gezen figürlerle
içli dışlıymış besbelli. Bu hayaletler birbirleriyle de görüşüyor
olsalar gerek.
Bu geçmişe hiçbir zaman ortaklık etmemiş biri olarak, bu
hayalet topluluğu arasında boğulacak gibi olmamda şaşılacak
şey yok. Ancak zamanında bu ortamı tanıma fırsatı bulmuş
olan L. de ürkek bakışlar fırlattı bana. Tahrip olmuş olan değil,
sağlam kalmış olan korkutuyor açıkçası.

Lat. Boşluk korkusu -yhn


Fr. Tüm Viyana [eşrafı] -çn

166
Viyana, Ekim

Fidelio'yu izledik. Ateşli alkışlar ve bağırtılar, sırf seyirci gibi


davranan insanlar can sıkıcıydL Yaşamlarını, dünya görüşleri­
ni ve işledikleri suçlan da vestiyere bırakıp gelmişlerdi. Eserin
konusuyla kendi deneyimleri arasında bir köprü kurmak hiç­
birinin aklına gelmedi. Kahramanın, keyfi bir haksızlığa ma­
ruz kalmış birini kurtaran bir kadın . . . yani daha kısa süre önce
diktatörün gözüyle baktıkları, diktatörün polisine ispiyonla­
dıklan, hatta diktatörün kullandığı silahlarla bizzat mağdur
ettikleri tüm insanların kız kardeşi olduğunu görmüyorlar.
Özgürlük galip gelirse eğer,
özgürlük, ah, şarkı söylemeyi bırakır.
Hatta ikinci bölümdeki olağanüstü kuartetteki gibi özgür­
lüğün sesi tutsaklığın sesiyle birleştiğinde herkes galiptir ar­
tık. Kapanan perdenin önünde el ele eğilirler, bravolann sonu
gelmez.
Aynı şey, mahkumlar korosuna gösterilen tepki için de ge­
çerli. Bu koroların keyif verici yanım görüyorlar sırf. Eskiden
beri aşinası oldukları, o güzelim eski zamanlarda dinledikleri
parçalar olduğu için bunlar, opera duvarlarının dışında olup
biten sahnelere, toplama ve ölüm kamplarına kaymadı hiçbi­
rinin aklı.
Bunun suçunu sadece seyirciye yüklemek yersiz. Rejisör
bağlantı kurmayı olanaksız hale getirmek için elinden geleni
yapmıştı. Umanın bu, sinsiliğinin değil kayıtsızlığının ürü­
nüdür. Bir kere, sefaleti pitoresk bir tarzda süsleyip püslediği
dahi söylenemez. Bu sahneler için gerekli, önceden sentetik
olarak üretilmiş hırpanilik, eserin genel anlamda çökmesiyle
arada kaynayıp gitti. Bu aksaklığı lehlerine çevirmeyi bilmiş­
ler. Her halükarda, benim gençliğimdeki Fidelio'nun kostüm­
leriyle karşılaştırıldığında, hapishane giysilerinin kalitesinde
ıam bir reformdan söz edilebilir. Bağıran bir sefaletten eser
yok; tersine tutsaklar, uzun süre mahrum kaldıkları Güneşi
selamlamak için gösterişsizce ve öyle bir sevimlilikle çıktılar
ki sahneye.
Ancak asıl fiyasko, sefalet alametlerinin bu gösterişsizliğiy-
di. Bu durum, o şekilde giydirilmiş olanları - kurbanların orta­
lıkta bu halde dolaştığı mı vardı - gerçekdışı kılmıştı. Bu kos­
tümler aracılığıyla, seyircileri, bu tür tutsakların sadece opera
figürleri olduğuna inandırmaya çalışıyorlardı Tek dürüst çö­
züm , tutsakları herkesin fark edebileceği biçimde son toplama
kamplılar olarak giydirip sahneye çıkarmak olabilirdi.
Şu var ki rejinin derdi aslen, seyirciyi, asla bu tür varlıkların
olmadığına inandırmaktı Akla, rejisörün, "Şükür, çok şükür,
günümüzde bu tür fantastik keyfilik kurbanlarının canlandı­
rılmasında sadece hayal gücüne ihtiyacımız var. Bale hocası,
gösterin yaratıcılığınızı ! Kostüm tasarımcısı, istediğinizi yap­
makta serbestsiniz ! Yalnız, ciddiyetimizi bozmadan ! " demiş
olabileceği geliyor. Saydıklarım da ikiletmemişler. Koreografa
gelince, zindanı boylamışların tek dertlerinin asimetri oldu­
ğunu yutturmaya çalışmış bize, her halükarda insaflı davranıp
onların bu dertlerine derman da olmuş. Açlığın ve körlüğün
dengede tutulmasını sağlamış. Açlıktan adım atamaz halde
olanların hepsi kötürümlerle eşleşmişti. Kostüm tasanmcısıy­
sa o zavallıları göz kamaştırıcı bir renklilikten korumuş, za­
rifçe tüm gömleklerin tüm tonlarını sembolik bir griye yakın­
laştırmış, çorapların renklerine de hoş ayrıntılar kazandırmış.
Başka bir deyişle, sergiledikleri şey negatif bir bale gösteri­
siydi, bir tür 'disgraced'* insanların, hor görülmüşlerin, hakare­
te uğramışların, cazibesi kalmamışlann balesiydi.
Sitemkar, sinik ya da grotesk etkiler yaratmak hedeflensey­
di yahut operanın maskesi düşürülmeye çalışılsaydı, 'negatif
bale'ye de razı olunabilirdi hiç kuşkusuz. Sefalete tül etekler
giydirip dans ettirmek bile gerekmeyebilirdi. Gerçeğin başı-

lng. Gözden düşmüş -yhn

168
mızdan savamayacağımız içerikleriyle, henüz bakımlı ve ide­
olojik bir nitelik kazanmış sanat tarzları arasındaki çelişki
açıklıkla ortaya konsaydı yeterdi. Brecht'in Mahagonny adlı
yapıtında amacından hiç sapmadan yaptığı gibi örneğin. Dün­
kü seyrettiğimiz Fidelio'daysa buna benzer bir şey amaçlanma­
mıştı elbette.
Acaba Beethoven'ın aklından da böyle şeyler geçmemiş mi­
dir diye düşünmeye değer. O sahnelerde tarz olarak balenin
saçmalığını gözler önüne sermeyi istemiş olması uzak ihtimal
değil.
Gerçi bu varsayımı belgeleyecek kanıt yoktur herhalde. Üs­
telik Fidelio'dan birkaç yıl önce (Prometheus'un Mahluklan'yla)
baleyle uğraştığını biliyorum. Ama öte yandan onca gelenek­
sel sihirli librettoyu dikkate almamışken, bildik kozmik un­
surlann değil de mahzen karakterlerinin yer aldığı bir metni
görünce kaçırmaması rastlantıyla açıklanamaz. Denebilir ki
opera dünyasında normalde doğaüstü figürlerin cirit attığı bir
zamanda Fidelio'da <doğaaltı> olanın, yani genelde gözlerden
uzak, kimsenin haberdar olmadığı mağdurların sahneye kon­
ması, kültür tarihi açısından olay sayılır.
Dediğim gibi gösteride bunların hiçbirinden eser yoktu.
Rejinin yaptığı, Beethoven'ın balenin yerine geçirdiği şeyi ye­
niden baleye dönüştürmek olmuş. Gayet naifçe yapmışlar bunu,
ne de olsa Fidelio <bir opera>ydı ve operaların hala kendine
göre <yasaları> vardı ve beklentilere yanıt vermek gerekiyordu.
Öylelikle sefalet <süslenmiş>, hor görülenler <yükselme>nin
aleti haline gelmiş, açlar da sanat açlığını doyurmada kulla­
nılmış.
Vay be, bundan daha hayalperest sanat içeriği mi bulacağız,
zindanlar bile bir fildişi kulenin iç dekoru yapılıp harcanmış,
bizzat keyfiliğin kurbanlarını bile işin kaymağı olarak görüp
tadını çıkarmak mümkün. Daha ne olsun !
Viyana, Ekim

Kendi kendime soruyorum: Yanlış anlaşılıyorsa, <sadece> al­


kışa yol açıyorsa, suç, en azından kısmen, Fidelio'nun ken­
disinde değil mi? Sanat türü olarak opera, bu opera eserinin
<mesaj>ıyla çelişmiyor mu?
Fidelio, sonradan bana, üçüncü Leonore Uvertürü'nün su­
landırılmışı gibi geldi. Çok uğraştım ama uvertürmüş gibi
dinleyemedim onu da. Sanki asıl eser oymuş gibi gözüktü gö­
züme, eserin ana fikri, daha derişik versiyonu gibiydi. Final­
den hemen önce çalındığı için de bu duygum hepten güçlen­
di. Esere bu şekilde yerleştirilmiş haliyle, görüntüler alemine
izinsiz ve zorla sokulmuş bir fikir izlenimi uyandırdL Ope­
ranın sözümona asıl finali de Leonore'nin heybetinin ağırlığı
altında ezilip gitti.
Yeterince görkemli değil diye bir kilise kubbesinin üstüne
kilisenin tüm duvarlarım oturtmak kimin aklına gelir? Esere
Leonore Uvertürü'nü ekleyerek birileri (ya da bu geleneği baş­
latarak Gustav Mahler) tam da bunu yapmış.
<Sulandırma> fazlasıyla mat bir sözcük. Fidelio daha çok
da uvertürde dile getirilen <tezin> yanlış bir lehçeye aktanlma­
sı olarak nitelenebilir. Uvertür tezi, opera haliyle anekdot olup
çıkıyor. Çok alaca bulaca, çok masalsı, çok fazla rastlantıyla
dolu. Düsturlar içi boş biçimlere dönüşüyor, özgürlüğün ve
keyfiliğin diyalektiği acınacak bir diyalog halini alıyor. Her şey
çift cinsiyetli olup çıkıyor. Prensipler şarkı söylerse durum çift
cinsiyetlidir çünkü. Şarkı söyleyen prensipleri bağlayıcı olarak
görmüyor diye seyirciye sitem etmenin alemi var mı peki? En
fazla çift cinsiyetli olansa başroldeki figür. Çünkü Beethoven'da
Kantçı anlamda <birey> olan, operada <erkek rolündeki kadına>
dönüşür. Bununla söylemek istediğim şu:
<Bağımlı> değil de gerekliyse, yani <özgürlük> ifade et­
tikçe, Beethoven'da ana figür insandır. <Serbest> biri olarak

17 0
<tenselliğin> dünyasına ait değildir; Kantçı anlamda <aşkın­
dır> yani. <Doğaüstü> varlık olarak cinslerüstü de olması an­
laşılır bir şey. Gerçekten de Leonore, lsolde değildir, aşk uğru­
na ölmek ona ters gelir, göze aldığı sadakat uğruna ölümdür.
Librettoda böyle <Kantvari> bir kahraman yer aldığı içindir ki
Beethoven onun cazibesine bu denli kapılmıştır.
Ancak bir tür olarak sanat, tüm haşinliğiyle, böyle bir şe­
yin karşısındadır. Çünkü opera tensel anlamda herhangi bir
iletişim aracı olmakla kalmaz sadece, tensellik alanında gel­
miş geçmiş en karakteristik sanat biçimidir. Opera sanatında
her figür bir kulak ve göz zevkidir. En alegorik opera figürle­
ri bile cismanilikten patlayacak haldedir. Bu figürler arasında
utangaçlık alegorisi olsaydı, utanmazlık sergilemek ve üstelik
kimden utandığını da gözler önüne sermek zorunda kalırdı.
lşte aşkın Kantvari <birey>, sahnede Leonore rolünde kı­
sacası. <Aşkınlığı>nın, cinsiyetsizliğinin, erkekle dişi arasında
salınan bir eşeylik izlenimi uyandırması, erkek rolündeki ka­
dın, kahraman içoğlam, en iyi olasılıkla bir amazon rolü gö­
rüntüsü vermesi adeta kaçınılmaz oluyor. Fidelio'nun bıraktığı
bu etkilerse yanıltıcıdır resmen. Amazon etkisi yaratması da
öyle. Rumuz <Fidelio>dan da anlaşılacağı gibi, bir amazonun
öncelikle <sadakat> timsali olması absürdlük.
Kant'ın opera diline çevrilmesiyle oluşan bu absürdlük, ne
yazık ki yumuşatılmamış, aksine ısrarla vurgulanmış. Çün­
kü Marcelline, Leonore'nin tensellik dışı oluşunu dişilik dışı,
bunu ise erkeklik olarak yorumlayıp daha başta ona sırılsıklam
aşık olunca, bu ince ruhluluktan bihaber haliyle Leonore'nin
anlamım en başta absürd biçimde tahrif eder.

Viyana, Ekim

Aslında Fidelio sadece, dini oratoryolara benzer bir ahlaki


oratoryo biçiminde düşünülebilirdi. Tür olarak <oratoryo>,

1 71
değindiğimiz güçlüklerin hiçbirinin tehdidi altında değildir.
Dini oratoryoda bir şehidin, hatta çarmıhtaki lsa'mn bile sız­
lanması sağlanabilir, operadaysa bu olmaz. Leonore'yi özgür­
lüğün sesi olarak bir oratoryoda dinlemek. . . kontra ses olarak
da şirretlik ve koro halinde mahkumlar; böyle bir şeyin muh­
teşemliğine diyecek olmazdı doğrusu.
Dini bir tarafı bulunmayan oratoryonun Beethoven'ın za­
manında olanaksızlığı biçimindeki itiraz, bana inandırıcı gel­
miyor. Haydn'ın Mevsimler'de yaptığı dünyevi oratoryodan
başka bir şey miydi?

Viyana, Ekim

Ne var ki Fidelio yanlış anlaşılıyor, yani sadece alkışlanıyorsa,


herkes tarafından alkışlanabiliyorsa üstelik, bunun nedenini
içeriklerde aramak gerekir. Özgürlük ve tutsaklık arasındaki
mücadele gerçekten de öylesine belirsizlik içindedir ki kim­
senin alkışını esirgemesi gerekmiyor. Leonore'nin savaştığı
kötülüğün motifleri, hedefleri ve beklentileri hakkında hiçbir
şey bilmiyoruz. Yine Florestan'ın, kurbanın yani, neyin uğraşı­
m verdiği, neden zindanda yattığı ve neden aniden yok olması
gerektiği konusunda da bilgimiz yok. Ahlaki olan tamamıyla
negatif kalıyor yani. Sadece haksız yere tutsak olduğunu öğ­
reniyoruz; neyi <adil> saydığını, hayatını ne tür bir özgürlüğe
adadığını pozitif açıdan anlamıyoruz. Eser hiçbir ön hazırlığı
sahneye koymadan alegorik öykünün ortasından - hani neredeyse
ikinci ya da üçüncü perdede - başlıyor; işlenen ve cezalandınlan
suçla değil de ceza vakasıyla.
Bu söylediklerimden, Fidelio'nun konusu yokmuş şeklin­
de bir anlam çıkarılabilir kuşkusuz. Açık ki saçma bir iddia
olurdu bu. Konunun çok önemli şeyler etrafında döndüğünü,
bu opera eserinin, bireye nesne muamelesi yapılmasına kar­
şı bir veto olduğunu, insan haklarım kutsallaştıran bir yam

17 2
bulunduğunu ve keyfiliğe duyulan hiddeti savunduğunu bi­
liyoruz çünkü. Ancak opera giriş kısmından yoksun başladığı
ve özgürlüğün yalnızca fikrini işlediği içindir ki muğlaklığını
korumaktadır. Evet diyenler belli bir şeye evet demediğinden
de oyun herkesin evet diyebileceği özelliktedir.
Elbette bu belirsizlik siyasi açıdan gerekliydi. Kamuflajsız
bir özgürlük yapıtı olanak dışıydı o zamanlar. Her durumda,
böyle kamufle edilmiş de olsa, özgürlüğü konu alan bir yapıtı
herhangi bir 'sihirli' librettoya tercih edip operaya model al­
mak az şey değildi doğrusu. Bu kamuflajın opera eserini zarar­
sız hale getirdiği de bir o kadar gerçektir. Hitler iktidardayken
de oynanıp alkışlanabiliyordu, tıpkı eskiden ya da günümüzde
olduğu gibi. Hatta Beethoven'ın yaşadığı dönemde de zararsız­
dı. 1814'te Viyana'da buluşan Franz , lll. Friedrich Wilhelm
ve Aleksander, Avrupa esaretinin bir nevi garantörleri bu üç
monark için Mettemich'in de onayı alınarak kuşkusuz, opera
galası olarak hem de Fidelio'yu programa almak riskliydi. lyi
ama , bu üç monarkın eserin konusunu anlamalarına ihtimal
verilmemişken, günümüz insanlarından çok daha derin bir
kavrayış beklemenin alemi var mı?

Viyana, Ekim

Hemen not ettim; mantıktan uzak bir diyaloğun eğrisini el


verdiği ölçüde çıkarmaya çalışıp aynen yazdım.
Köşe başında, Schönbrunn parkındaki banktan tanıdığım
N.'ye rastladım. Yolumuz aynı olduğu için bana eşlik etti. Evi­
nin dibinde onu biri selamladı, hem de dikkat çekici biçimde
ve abartılı olarak. N. de yine abartılı biçimde selama karşılık
verdi, ben de şapkamı çıkardım. Anladığım kadarıyla birbir­
lerine karşılıklı saygılı davranmalarını gerektirecek bir neden
vardı; bir sırrı paylaşıyorlardı ya da. "Eski bir dostunuz mu?"
diye sordum.

173
N. telaşla dış kapıyı açtı, beni loş apartman boşluğuna bu­
yur edip kapıyı içeriden kilitledi. "Dr. R. bu işte," diye fısılda­
dı.
"Ne demek 'işte'?" diye sordum. İsim yabancı gelmişti.
"Amma yaptınız doktor. Geçenlerde söz etmiştim ya size
ondan, bayrak asmadığım için beni makamlara bildirmişti
hani?" (<Şikayet etti> değil de <bildirmişti> dedi.)
O an jeton düştü. "Onu mu selamladınız? O gammazı mı?"
Sağ elini kaldırıp, kullandığım ifadenin önüne geçmeye
çalıştı. Kafa sallayıp hoşgörülü bir tonda "Siz daha yenisiniz
burada doktor," dedi.
"Bunun konuyla ne ilgisi var?"
"Doktor, hele bir seneniz geçsin burada."
"O neden?"
"O zaman bu tür ifadelerin bir çuval inciri berbat ettiğini
anlayacaksınız. "
"Hangi ifadelerin?"
"Bilmiyormuş gibi yapmayın."
"Gammazı mı kastediyorsunuz?"
"Şşşt ! "
"Neyi berbat ediyormuş bu ifadeler?"
"Her şeyi."
Hiçbir şey anlamadım. lşi yokuşa sürmemek için "lyi peki,"
deyip bıraktım. "Gördüğüm kadarıyla ona kırgın değilsiniz.
Nedeni nedir?"
Yanıtı hazırdı: "Aradan yedi yıl geçtikten sonra kırgınlığı
bırakmak gerekir çünkü."
"Gerekir," diye yineledim. "Bunun böyle olduğundan emin
misiniz peki?" Bana derin bir bakış fırlattı ve yanıtladı: "O da
bana kırgın değil ki."
<Ü> dediği gammazdı.
tık anda doğru duyup duymadığımdan emin olamadım.
"O?" diye sordum. "O ne diye kırgın olacaktı ki?" Sonra bir-

1 74
den kuşkuya kapıldım: "Yoksa ödeştiniz mi? Siz de onu mu
yaftaladımz bir şekilde?"
"Ben mi?" diye kafasını iki yana salladı. "Yo doktor, beni
tanıyamamışsınız ! " Ardından, kibirden geçilmeyen üzüntülü
bir ses tonuyla kozunu kullandı: "Hıristiyanlığa daha da yakış­
mayan bir davranışta mı bulunayım yani ?"
Bu sorunun abesliği bir anlığına sersemletici bir etki yarattı
bende. Tekrar etmekten başka bir şey gelmedi elimden. "lyi
ama, selama bu şekilde karşılık vermeniz," diye mırıldandım
"'Evet'in evet, 'hayır'ın hayır olsun," diye aktardı. Bu arada
takatsiz kalmış eli kararlılık ve karakter numarası yapmak için
havada gitti geldi. Herhalde şunu demek istiyordu: Onursuz­
luksa sonuna kadar. Tam onursuzluk o halde.
Sesim çıkmadı.
"Sizce de öyle değil mi?"
"Ama böylesi bir selamlama," deyip yanıt vermekten kaçın­
dım, "bu, nereden baksanız kırgın olmamanın ötesinde bir şey.
Onu kibarca görmezlikten gelemez miydiniz? "
"Hayır," diye yumuşak bir yanıt verdi. " O kadarı da fazla."
"Nedenmiş o?"
"Bakın doktor, Dr. R . Bey ve ben yıllardır tanışıyoruz. Hatta
onyıllardır. Hitler'den önce gerçekten çok nazik bir insandı.
Tam bir centilmendi. Şimdi yine öyle."
Lakin arada öyle değildi.
Uzatmamak gerektiğini anladım. Çabucak veda ettim. Eve
gidip aramızda geçen konuşmayı kağıda döktüm. Şimdi özet­
liyorum:
Düşmanım temize çıkarıyor. Şöyle ki
( 1 ) Kendisine haksızlık etmiş insanların arasında yaşamak­
tan korkuyor. Onlara karşı haklı konumda yani ve bu haklılık­
la onların huzurunu kaçıracağını düşünüyor.
(2) Büyük olasılıkla, belli etmese de bugün hala o zamanki
ihmalkarlığını suç olarak görüyor.

175
Viyana, Ekim

N.'nin onursuzluğu bence ilginç, çünkü ne unutmak gibi


bir şeyden ne öylesine bağışlamaktan kaynaklanıyor, aksine
üçüncü bir nedende , alışılagelmiş ahlak şemalarında görül­
meyen bir edimde yatıyor: Bir 'gerçekdışılaştırma'da. N . , R.'nin
ihbarcılığını ve bu ihbarın gerçekleştiği , gerçekleşmesinin
mümkün olduğu dönemi sonuçlarından arındırmış ve ahla­
ki açıdan gerçekdışı kılmış bence. R. yüzünden zarar görme­
miş olması tamamen tesadüfken ve bu ihbarcılığı o yönüyle
bana anlatmasına bakılırsa unutmadığı halde , olan biteni artık
ihbarcılık şeklinde değerlendirmiyor, duygusal ve ahlaki bir
vaka olarak kafasından silmiş. Gerçekten de sohbet sırasında,
kin ya da kızgınlık duyduğuna yönelik en ufak bir belirti yok­
tu. Gösterdiği tek tahammülsüzlük, kendisine, ona ters gelen
bir tutum yakıştırır gibi olduğum için banaydı.
Tavrının en berbat tarafı, yaptığını (galiba kendine karşı
da ve 'hona fide") <bağışlama> ya da <insan sevgisi> olarak
nitelemesiydi . . . kalpazanlıktan başka bir şey değildi bu elbet­
te. Hıristiyanlıktaki bağışlamanın anlamı, başkalarının suçu­
nu inkar etmek değil, kendi suçunu da bilerek başkasına taş
atmaya kalkışmamaktır.

Viyana, Ekim

Geriye dönenlerden biri çıkıp da çoktan arileştirilmiş evinin


üzerinde mülkiyet hakkım kabul ettirmeye kalktı mı, bir hid­
det alevi yükseliyor. Birincisi, ev yasal yollardan alınmadı mı
(örneğin açık artırmada)? lkincisi, eve bu kadar para harcan­
mış, onarım ve tadilat yapılmışken, eskisiyle bir benzerliği ol­
duğu söylenebilir mi? Üstelik bir evde geçirilen on iki yıl, bir
dolu anısıyla bir hayat demek, artık hiçbir önemi kalmamış

Lat. lyi niyetle -yhn


satın alma usulüyle kıyaslanıp hiçe sayılabilir mi? Eski sahip­
lerinin ev üstünde tekrar hak iddia etmesi ürkütücü gelmiyor
mu, ölülerin hortlayıp haklarım aramasına benzemiyor mu
bu?
Bu hortlak vakalanna yaklaşım da yeterince ürkütücü bo­
yutlarda. Mülklerin iadesinin gerçekten sağlandığı hallerde,
hala yaşıyor olma cüretini göstermiş eski sahipler, bir bakıma
hayatta kaldıkları için de cezalandırılıyorlar. Evin ikinci sa­
hiplerine, aradan geçen zaman zarfında yaptıkları değişiklik­
ler ve yenilikler için tazminat ödemek zorunda kaldıklarına
rastlıyoruz örneğin . . . hukuki açıdan tam bir saçmalık elbette.
Biri soyulup elbiseleri gaspedilsin; hırsız elbiseyi terziye ve­
rip kendi ölçülerine uydursun, asıl sahibi de elbiseye tekrar
sahip olma hakkına kavuşabilmek için terzi masraflarım üst­
lenmek zorunda kalsın. Üstelik bu türden bir geri alma girişi­
mi bile çoğu kez başarısız kalıyor: Bittabi evin <ikinci> sahibi
kıran kırana bir mücadeleye girişiyor, haklan için olmasa da
evi için, ama mücadelenin her şeyden önce Yahudilere karşı
olduğu kesin. O nedenle başvurmadığı yöntem kalmıyor bir
anlamda. Civardaki herkese , fırıncıya, terziye , kunduracıya,
<evin ilk sahibi>nin güvenilmezliği ve ahlakının beş para et­
mezliği yolunda tanıklık yapmaları için rüşvet vermeyi deni­
yor örneğin. Böyle tanıklar bulmak hiç de zor değil. Bazıları
için yıllardır harekete geçiremediği Yahudi karşıtı güdülerini
dizginlemeyip koyverebilme fırsatı, bulunmaz nimet. Bu tür
tatminlerin kolay kolay ele geçmediği böyle bir zamanda, so­
rulduğunda hiç ikiletmiyorlar.
Geri dönenler ne yapsalar yanlış. Haklan için başvuruda
bulunmayan kişiye hemen şüpheli gözüyle bakılıyor; böyle
biri ya korkağın tekidir ya sakıncalı bir durumu vardır yahut
mülkünü umursamadığı için komünisttir. Lakin yine de hak­
larım aramaya kalkan Yahudilerse hırsızdan farksızdır. Bu tür
insanların gözünün yaşına bakmayıp istimlak etmeye gelince

177
- "Yani doktor, elinizi vicdanınıza koyun, Hitler haksız mıydı
ama?"
Halkın iki gruba bölündüğünü ve her grubun yukarıda dile
getirdiğim görüşlerden birini savunduğunu düşünmek naiflik
olurdu. Bir görüşü savunan hiç sıkılmadan diğerini de savu­
nabiliyor. lki görüşün birbirine ters düşmesi kimseyi rahatsız
etmiyor. Çelişkiye dikkat çekince, bu da yine <marifet>ten
başka bir şey olmuyor.

Viyana, Ekim

Sıla özlemi de gezip duruyor. Bizden bir durak önde. New


York'taki bir Newsreel salonunda, lngiltere'den bir sokak gö­
rüntüsü kavrayıverdi beni, yurt özlemi açlığım ayrım yapmı­
yordu, hem de lngiltere'ye hiç gitmediğim halde görüntüyü
sıladan bir parça gibi algılamıştım. Ama akabinde Londra'dan
gelmiş bir haftaya bakış filminde perdede Paris göründüğünde
soluğum kesilmişti birden, <Paris> benim hayatımın birçok
yılı demekti. Derken Paris'e döndüm, Gare de l'est'de bir İs­
viçre treninin vagonundaki Almanca yazılar gözüme çarpın­
ca hemen yola devam etme isteğine kapıldım. Ancak burada
Viyana'da da bu iş bitmedi. Dün Berlin'den bir film seyredip
dinledim, filmdeki kapıcı, kırk yıl önce anneannemi ziyare­
timde rastladığım kapıcı ya da onun babası gibi konuşuyordu.
Daha neler varmış diye duyduğum ürküntü dayanılır gibi de­
ğildi. Yurt özlemi daha nereye kadar ve daha ne kadar benden
önde gidecek? Berlin'de olsaydım dahi sonu gelmezdi. Berlin
doğumlu değildim ne de olsa.

Viyana, Ekim

T.'ye davetliydim bugün. L. adında biri de oradaydı, mimar,


Yahudi kökenli, ailesini Auschwitz'te kaybetmiş. tık önce
kamplarda, sonra sürgünde geçen başıboş göçebeliğin ardın-
dan 1948'de Viyana'ya dönmüş. Dünya'nın her köşesindeki
oturum izinlerinin, ülkelere giriş çıkışlarda yaşanan eziyet­
lerle başa çıkmanın kompetanı olup çıkmış. Onun ağzından
aktanyorum:
"Üç hafta önce benim teknik ressamlardan Huber geldi
odama; otuzlu yaşlarda olduğunu sandığım, güvenilir biri, bir­
kaç dakikamı alıp alamayacağını sordu. Avusturyalı bir grup
teknisyenle Avustralya'ya göçmek istiyormuş, oradaki büyük
bir sitenin projesinde çalışabilme olanağı varmış. 'Gözünüz
aydın,' dedim. 'Veda etmeye geldiniz desenize.'
Omuzlannı silkti. 'Belki bana bir akıl verirsiniz, diye dü­
şündüm.'
'Buyrun.'
Ağzındaki baklayı çıkarmıyordu bir türlü. Sonunda 'Bana
yurtdışına çıkış izni vermiyorlar,' dedi.
'Niye vermiyorlar peki?'
Yine duraksadı. Bu kez biraz daha uzun sürdü. Derken yut­
kunarak: '46 yılında hüküm giydim de."'
Sessizlik.
Mimar bize döndü, "Yalnız şunu bilmenizde yarar var,"
dedi, "o sıralar sadece, naziliği su götürmeyenler, suç işlemiş
olanlar yargılanıp hüküm giydiler. Dehşete kapıldım anlayaca­
ğınız. Bu Huber'in yaptığı dangalaklık, akıl danışmak için bula
bula beni mi buldu, hem de ne utanmaz arlanmaz bir davranış
diye düşünmedim ilk anda. Kolundan tutup dışan atmak da
gelmedi aklıma.
Dehşete kapıldığımı gördü tabii Pek öyle çıtkınldım olma­
dığı için de cesaretlendi. Beni kayınr bir ses tonuyla - aynen
öyle, kendi tarzında bir uysallıkla - 'Korkmayın Doktor, sizi
yemem,' dedi. Sonra da geçiştirerek: 'Sadece belli bir gruba da­
hildim işte.' <Sadece> ve <işte> sözcüklerini kullandı bir güzel.
Sonra da neredeyse eğlenerek: 'Yahudilere ait bir villanın ica­
bına baktık anlayacağınız."'

1 79
"İşte ! " diye tekrarladı davetlilerden biri.
"Ha, şunu da unutmayın," diye sürdürdü konuşmasını mi­
mar, "iki yıldır yanımda çalışıyordu. Hayli işe yarar bir ele­
mandı. Kafası çalışıyordu, çizim tahtasında çok becerikliydi,
iriyan, iri kemikli biriydi, suratı köyden gelmiş bir ilahiyat
öğrencisini andınyordu. Sol ayağını sürüyerek yürürdü. Bu
da bende güven uyandırmıştı, bilmiyorum neden. Antipatik
bulmuyordum kendisini anlayacağınız. Ara sıra fıkra da anla­
tırdık birbirimize. Ama o anda birden onlardan biri olmuştu.
Meğerse hep öyleymiş.
Karşımda öylece duruyordu. Baktı ki biraz teselliye ihtiya­
cım var, 'Ama Doktor,' diyerek keyfimi yerine getirmeye çalış­
tı, 'emir kuluyduk biz, isteyerek yapmadık. Anlayın ama işte.'
Beklemeye başladı.
Epey bir süre sessiz kaldı. Bekleyişinin bir şey getirme­
yeceğini hissedince de sanki ben <ha öyle mi> demişim gibi
davrandı. 'Şanssızlık hiç yakamı bırakmadığı için de,' diye ta­
mamladı çünkü, 'sonradan teşhis edebildikleri tek kişi ben­
dim. Şundan tanıdılar.' Bunu söylerken de alnındaki yara izini
gösterdi. Sonra bir sandalye çekti, meseleyi hepten basitleştir­
mek için, 'lzin var mı?' diye sordu ve oturdu.
O arada hiç değilse düşünebilecek kadar kafamı toparlaya­
bilmiştim. Ya tutup dışarı atacaktım hemen ya da konuşacak­
tım kendisiyle. Konuşmayı tercih ettim.
'Şimdi ben size akıl hocalığı yapayım istiyorsunuz öyle mi?'
Sanırım anlamsız bir yüz ifadesiyle söyledim bunu. 'Hem de
ben?'
'Benden hatırşinaslığınızı esirgemezseniz doktor.' Aynen
öyle , <hatırşinas> dedi. Bu söz hiç hasar görmeden çıktı ağ­
zından.
'Benim Yahudi olduğumu bildiğinizi farz ediyorum,' de­
dim.
'Biliyorum.' Ardından kafa salladı, bunun ne önemi var der

180
gibi. Sonra sözüne devam etti: 'Duyduğuma göre siz çok gezip
tozmuşsunuz Doktor. Düşündüm de . . .'
'Gezip tozmuşum,' diye tekrarladım
'O yüzden bu işlerden anlarsınız diye tahmin ettim ... yani
böyle durumlarda kime başvurmak gerekir diye. O yüzden cü­
ret ettim . . . '

'Hiç kuşkunuz olmasın,' deyip kestim sözünü, 'bu işlerden


anlıyorum biraz.'
'Ben de öyle düşünmüştüm.'
'Sizin sayenizde,' dedim.
'Nasıl yani?'
'Sizin sayenizde dedim. Kim kimi seyahate postaladı?'
Huber'in bu retorik soruyu hemen anladığını sanmıyorum
doğrusu. Kaşlarım çattı nihayetinde.
'Bal gibi anlıyorsunuz beni,' dedim. 'Benden yardım bekle­
meyin.'
Anlamaz gözlerle başparmağını göğsüne götürdü.
'On yıl boyunca beni onca sıkıntıya sokup öğrenmek zo­
runda bıraktığınız şeyi şimdi size hızlandırılmış bir kursta öğ­
reteceğimi sanıyorsunuz öyle mi?' diye devam ettim
Ben bunları söylerken o kafasını yavaşça iki yana sallamaya
başlamıştL 'Yani gerçekten benim yaptığımı mı düşünüyorsu­
nuz?'
'Kim yaptı peki?'
'Sizi kovalayan ben miydim sizce?'
Çok açık konuşmuştu. Yanıt vermedim. Birkaç saniye hiç
konuşmadan durduk öyle. Şimdi sizler onun ezilip dağılma­
sı için böyle sustuğumu düşünebilirsiniz. Böyle yaparak onu
sonunda dışarı atabilmeyi ümit ettiğimi ya da. Bilemiyorum
Sanının meselenin altından kalkabilecek durumda değildim.
Aklıma o an hiçbir şey gelmedi.
Ona gelince. Belli ki bir şeyler geçiriyordu içinden. Yüzün­
de birden, bu iriyan, iri kemikli adama hiç gitmeyen bir çare-

181
sizlik belirdi. Tekrar kafa salladı, ancak bu kez bir şeyi kabul
e tmemek için değil, inanamadığı bir şeyler olduğu için. Ama
neydi bu bilmiyorum. Birkaç kez ağzım açmak istedi, yalvarır
gibi ve umarsız bir yüz ifadesiyle.
'Ama doktor! ' diye seslendi sonunda, kocaman elinin ter­
siyle alnındaki terleri silerek. 'Ama ben o zaman on yedi ya­
şındaydım daha !"'
*

Dr. L bize döndü. "On yedi" diye tekrarladı, kafamıza iyice


sokmak istercesine. Bu sözcüğü henüz hazmedemediği bes­
belliydi. Derken yerinden kalktı, biraz dolandı, sonra da du­
rup koltuğun kolçağına dayandı.
"Ağzından bu <on yedi> sözcüğü çıkmadan önce Huber'e
karşı hiçbir insani duygu taşımıyordum. Benim gözümde
<öyle olan> biriydi, şimdi de bir şey değişmiş değil. Tutup
dışan atmayı isterdim ama infiale kapılmıştım, kollarımda
derman kalmamıştL <Ün yedi> lafı da çare olmamıştı elbette.
Aksine bir kez daha dehşete düşmeme yol açmıştı. <Ün yedi>
hiç aklıma gelmezdi. Ne var ki SA üyesi birinin karşısında otu­
ruyor olmanın verdiği kızgınlık da geçmişti. Yüzüne bakum,
onda on yedi yaşındaki birini görebilmeyi çok isterdim. Ne­
den bilmiyorum. Herhalde bu şekilde onun suçsuzluğuna da
kanaat getirebilmeyi umuyordum. On yedi yaşındaki birinden
eser yoktu tabii ki. Tam tersine ne kadar yaşlı gözüküyor diye
geçirdim içimden. Ne kadar yıpranmış. Kırka merdiven daya­
mıştır kesin. Ama sonra bu mümkün değil dedim, hesaplama­
ya başladım.
'Bana niye öyle bakıyorsunuz?' diye sordu.
'Demek on yedi,' dedim. 'O halde şimdi otuz yaşındasınız.'
'Yirmi dokuz.'
'Demek istiyorsunuz ki on yedi ile yirmi dokuz arasında
çok şey olup bitti.'

182
Kafa salladı.
Başımla ayağını işaret ettim. 'Stalingrad falan mı?'
'Tobruk.'
'Hepsi aynı. Bir sonucu da bu işte.'
'O zamanların mı?'
'Evet, o on yedi olduğunuz zamanların.'
'O da bir sonuçtu bir bakıma.'
'Peki siz hala o musunuz?'
'On yedi yaşındaki mi?'
Kafa salladım.
Omuzlarını kaldırdı.
'Tam bilmiyorsunuz yani öyle mi?'
'Ama benim sorumlu olmadığımı gördünüz işte. Hala pe­
şimi bırakmadığını da. Siz de yine bununla yaftalıyorsunuz
beni.'
Burada biraz haklıydı galiba.
'Bu kadar örselenmiş yirmi dokuz yaşında biri sizce de gü­
nahının bedelini ödemeye devam etmeli değil mi? On yedi ya­
şında birinin yediği halt yüzünden. Hem de emir almışken.'
Aniden iki kişi oldu anlayacağınız. Belki de gerçekten çift
kişiydi, on yedi yaşındaki ve şimdiki. Yanıt vermedim.
'Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz?'
'Öyle kolayca hayır'la geçiştirilebilecek bir şey değil bu,' de­
dim kaygıyla. 'Çok kişi bedel ödedi. Bedel ödemek denebilirse
buna tabii. Tamamen masumları kastediyorum anlayacağınız.
Kız kardeşlerimi örneğin. Canlarına kıydığınız kız kardeşleri­
mi. Hiçbir şey olmamış gibi davranmalıyız şimdi sizlere öyle
mi? Ölenler peki? Onları geri getirebilir miyiz?'
Soru soran gözlerle baktı.
'Auschwitz'tekileri örneğin,' dedim.
'Haa.'
'Şimdi gelmiş, her şeyi unutalım diyor ve günahlarınızın
affını diliyorsunuz . . . yo, derdiniz günahlarınızı affettirmek de
değil gerçi, hiç ihtiyacınız yok buna anlaşılan. Ama bir çözüm
önermemi istiyorsunuz Huber.'
Evet, durup dururken adıyla seslendim ona. <Bey> deme­
den. Nasıl oldu anlayamadım. Hemen şaşırdığımı hatırlıyorum
şimdi, çünkü daha önce asla böyle hitap etmemiştim. Azar işin
içine girdi mi aradaki mesafe kalkıyor işte. Böyle durumlarda
yapacak bir şey yok. Aslında bir an önce kapıyı gösterseydim
daha iyi olurdu. Hassas konular bunlar çünkü. <Auschwitz>
lafını da asla onun önünde sarf etmemeliydim, en azından o
şekilde söylememeliydim. Boş bulunup ona adıyla hitap etti­
ğim için de o an hemen bu samimiyeti kullanacağından, <ba­
kın gördünüz mü> türünden tepkiler vereceğinden o kadar
emindim ki. Ama ya yeterince uyanık davranamadı ya da ne
bileyim, bir parça dürüstlük kalmış demek ki içinde. Gerçek­
ten meseleyi anlayamıyordum artık.
'Doktor,' diye söze başladı oysa, güvensizlik yaratmayan
bir ses tonuyla, 'sizinle açık konuşmak istiyorum. Yargılama
başlamadan çok daha önce , o on yedi yaşındakinden eser kal­
mamıştı. Öyle uzun süre de yatmadım içeride. O süre zarfında
da canlanmadı. On yedi yaşındakini kastediyorum. Ne de olsa
gece gündüz onu düşünecek durumda değildim. Çok uzakta
kalmıştı çünkü. Demek istiyorum ki o zamanlarla. . . aldığım
<ceza> arasında bir bağlantı kurmak öyle her zaman mümkün
değildi. Zaten çok daha kötüsünü görmüştüm bu arada. Sa­
vaşta yani. Cezasız kaldı çoğu. Ne yapalım. Geride kaldı. Tek­
rar özgürlüğüme kavuştuğumda on yedi yaşındaki yine gö­
rünürde yoktu.' Göğsünü gösterdi. 'Şuramda hiç hissetmedim
onu en azından. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?'
Kafa salladım.
Ta ki şu evrak avı başlayana dek. Avustralya meselesini yo­
luna koymak için oradan oraya koşturup duruyordum. lşte
ondan sonra çıktı saklandığı yerden o on yedi yaşındaki.'
Anlamamıştım.
'Açıklayayım. En yüksek makama çıktığımda oldu. On yedi
yaşındakini gömülü bulunduğu yerden çıkardılar.'
'Hala anlamış değilim.'
'Şimdi Doktor, ben yurtdışına çıkış izni için bir merciden
diğerine postalanıyorum ya. En üst merci kim dersiniz?'
Hiçbir bilgim yoktu.
'O zamanlardan birisi. 38 yılından yani.' Baktı ben hala an­
lamıyorum:
'Yani benim o zamanki komutanlarımdan birisi. Yüksek
rütbeli bir SA subayı.'
Aşağılayıcı bir yüz ifadesi takındı. Bense sustum.

'Diyeceğim, işinizi iyi yapmamışsınız,' diye sürdürdü konuş­


masını Huber, kısa bir aradan sonra, 'kimi oturtmuşsunuz ma­
sanın başına baksanıza.' <Siz> derken, hepimizi kastediyordu ,
Hitler'e karşı mücadele eden ve galip gelen ama bu galibiyetin
ellerinden kayıp gitmesine karşı bir şey yapamayan herkesi.
Beni de keza. Hepimizi bir kefeye koyup dalga geçiyordu .
'Görev dağıtımı benim yetki alanım değil,' dedim, müm­
kün olduğunca donuk bir sesle. 'iyi de siz ne diye yakınıyorsu­
nuz? Böyle birini bulmuşsunuz, şansınız daha ne kadar yaver
gidebilirdi ki.'
'Ben de öyle düşünmüştüm. Ne var ki köprülerin altından
çok sular akmış.'
'Gerçekten mi?'
'Adamımız eski bildiğimiz adam olmaktan çıkmış. .. her
halükarda belli bazı durumlarda öyle değil artık. Benim vaka­
da örneğin. Makam odasına girdiğimde baktım sakin, saygı­
değer bir bey, önünde dosyalar, favoriler Franz josef'inki gibi.
Derken yakından bakınca, aheste saray müşavirimiz tanıdık
geldi birden. Ama daha kimmiş bu diyemeden, cin çarpmışa
döndüm. Bir, elimi kaldırıp heil Hitler demediğim kaldı, o an

18 5
çıkardım onu nereden tanıdığımı ve kim olduğunu. Eskiden
duyduğum korkunun aynısını yaşadım, çok ama çok perva­
sızdı bizlere karşı; sizin düşündüğünüz şey ancak ondan son­
ra geldi aklıma: <Dört ayak üstüne düştüm resmen> dedim.
<Bugüne bugün eski dostuz ne de olsa> diye, bir de <Koştur­
macanın sonu geldi artık> diye düşündüm. Karşısına geçmiş,
muzaffer bir edayla sırıtıp duruyorum. Kafasını kaldırıp baktı,
o an bende sırıtmadan eser kalmadı, saçları biraz kırlaşmış,
dediğim gibi biraz saray müşaviri kılıklı olmuş ama eski bildi­
ğimiz halini koruyor, tıpkı eskisi gibi, aynı gözler; ne bir kırp­
ma var ne bir bakış, göz değil cisim aslında, gördüğü falan yok
denebilir, olsa olsa karşıdakinin içinden geçip giden bakışlar
için gerekli ona. Beni tanıdığını hissettim, meseleden önceden
haberi olmuştu belki de, başvurum nedeniyle . . . ama hiç ora­
lı değildi, kendini başka biriymiş gibi göstermeye kararlıydı
ve dediğim gibi, coşkumun üstüne bir bardak su içebilirdim
Kimbilir belki de benimkine benzer vakalar daha önce de ol­
muştur. Onun için sıradan meselelerdir bunlar belki de. Der­
ken işte iyice yüzüme baktı, adımı, doğum tarihimi, nüfusa
kayıtlı olduğum yeri falan sordu, hiç tanımadığı birine sorar
gibi. Bana hiç ama hiç tanımadığı biri gibi muamele ederek,
yanılmış olabileceğim duygusuna kapılacağımı ümit etti her­
halde. Ne muhteşem bir yurttaşlık örneği.'

Huber'in anlattıkları bunlar. Bitirince bekledi, sanının be­


nim ağzımdan da alçaklığı ya da <ihanet>i aşağılayan sözler
çıkacağını düşündü. Lakin bir nazi eskisinin başka bir nazi
eskisini bir Yahudinin karşısına, benim karşıma geçip yerin
dibine sokması fazlaydı benim için; aynı telden çalma yavan­
lığına düşmedim. Ayrıca saray müşavirinin yan çizmesine
ilişkin olarak da hiddete kapılmadım. Duygularımı daha iyi
şeylere saklamayı tercih ederim. Ahlaki olanı gözetirken hala
tepesi atan biriyim aslında, ne yazık ki, istihkakımı çoktan

186
doldurdum halbuki, daha fazlası beklenmesin benden, sakin
kalabilmeyi isterdim doğrusu; ama dediğim gibi heyecanımı
başka kaynaklardan toparlıyorum. Anlayacağınız aynı şeyleri
tekrarlamaya yanaşmadım, sadece 'Siz de pes edip oyuna ortak
oldunuz öyle mi?' diye sordum.
'Başta evet. Soru üstüne soru sordu, o kadar ki araya gir­
mek mümkün değildi. Eskiden de öyleydi. Bir tek sözcük se­
çiminde daha bir saray müşaviri gibiydi. Beş dakika sonra, ben
tam mülakat başlıyor derken sandalyesini geriye çekip: <Hak­
kınızdaki dava, ne olduğunu biliyorsunuz, üzgünüm, yapacak
bir şey yok, sağdaki kapıdan lütfen> demez mi? Sonra da ses­
lendi: <Sıradaki gelsin ! >
'Ee, mesele kapandı mı böylece?'
'Evet kapandı,' diye yanıtladı Huber. Tabii ki o an tutup
gırtlağına yapışasım geldi. Ne var ki insan zamanla olgunla­
şıyor işte.'
'Hiç mi bir şey söylemediniz?'
'Sonradan. Merdivenlerden inerken. Sokakta. Açtım ağ­
zımı yumdum gözümü. Ne var ki o bunları duymadı. Saray
müşaviri bey ! diye bağırdım suratına, o zamanlar 38 yılında
resmi unvanınız başkaydı, daha fiyakalıydı. Benim o zamanlar
kaç yaşında olduğumu biliyor musunuz? On yedi. Siz peki?
Kırk falandınız. En fazla kırk beş. Kocaman adamdınız yani.
Kim kimi SA'.ya soktu? Cevap verin lütfen ! Kim kimi kandırıp
etti? Emirleri kim kime verdi? Ben mi size verdim? Yoksa siz
mi bana? Ne diye yargılandım? Hem de kimin yüzünden? Ya.
Anladınız mı şimdi ! Bir de kalkmış diyorsunuz ki üzgünüm,
yapacak bir şey yok. Buna benzer şeyler söyledim ya da n e bi­
leyim, bağırdım ona, demedik laf bırakmadım, ama işte ne var
ki demin de dediğim gibi, sokakta . . . derken insanların dönüp
bana baktığını fark ettim, sustum ve bitti dedim kendi ken­
dime. tlişkilerden de hayır yok. Yolculuk da Avustralya işi de
suya düştü. Sonra da işte size geldim."'
Mimar L. sustu ve alnındaki terleri sildi. Sonra da "Evet, siz
ne diyorsunuz tüm bunlara? " diye sordu. "Tam da benim ona
yardım edebileceğim fikri absürd bir şeydi. Peki ya yarın bir
başkası çıkıp gelse, haltları on yedi yaşında yemiş biri, bir il.
Huber, ama bu kez yerine getirebileceğim bir istekte bulunsa.
Ne yapmalı dersiniz? Yardım etmeli mi? Bir sakıncası olur mu
ya da ben yardım eder miyim acaba? Ne yapsan yanlış. Hiçbir
şey yapmasan yine yanlış. Yanılıyor muyum?"
Davetlilerden kimse yanıt vermedi.
Birden bağırmaya başladı: "Size bir şey söyleyeyim mi? Bu­
rama geldi artık! Aynen öyle, burama geldi ! Bir insanın kolay
kolay hazmedebileceği bir şey değil bu ! Kafaya koydum, gi­
deceğim buralardan ! Aynen öyle, ikinci sürgün ! Çok çok uza­
ğa ! Bu işlerin başıma gelmeyeceği bir yerlere ! Avustralya bile
olur! "
Huber'in sinik bir insan olduğunu sanmıyorum. Öylesine
sıradan biri bence, tarihin akışı tarafından hırpalanmış sadece
ve herkes gibi, çıkarları söz konusu olduğunda titizliği elden
bırakan biri. Kalkıp da bir Yahudiye akıl danışmaya gelmiş­
se, bu rezilliğinden değil, ahlaki zevksizliğinden. Sinirlerine
hakim olamamasında da samimiyetsizlik yok. Her ne kadar
kuşkuyla yaklaşılması anlaşılır bir şeyse de. Vasatlık çaresiz­
liğe engel değil, düzeysizlik de samimiyetsizlik anlamına gel­
mez. Üstelik Huber'in çaresizliğine yol açan şey için de pekala
müstahaktı denebilir. Otuz yaşında birinin on yedi yaşınday­
ken baskı altında yaptığı şeyin sonuçlarına katlanıp katlanma­
ması gerektiği sorusu geçerliliğini koruyor, <mağdur>a hangi
insani mertebeyi yakıştınrsak yakıştıralım, hiç fark etmez.
Huber'in sorusu yanıtsız kalıyor elbette. Sürgünden dön­
müş olanın <perdeyi> kapatan ahlaki sorusu da keza. Benim
kağıda döktüklerim, nottan ibaret. Ama sadece not tutmak
bile bence önemli, çünkü yarın öbür gün burada içinde bulun-

188
duğumuz vaziyetin yarattığı bütün bu korkunç saçmalıklar ya
unutulacak ya da inkar edilecek.

Viyana, Ekim

Her an unutma tehlikesi var, oysa bir an bile unutmamalı.


Şöyle bir düşünürsek, yöre halkının, dünün saldırganlarıy­
la dünün mağdurlarından oluştuğu, tek tek insanların yüzüne
bakarak hangi gruba dahil olduklarını anlamanın mümkün
olmadığı ; metroda yan yana oturdukları, hatta birbirlerine yer
verdikleri; bir zamanlar SA elemanı, şimdi garson olan birinin,
dünün toplama kampı tutsağı, şimdi müşteri olan birine, "en
içten teşekkürlerimi sunarım sayın Doktor" dediği; dayağı ye­
miş olanın dayak atana günlük hasılatı teslim ettiği ve gizlice
sözleşmiş gibi , gündelik ilişkilerde kimsenin kimseye o kritik
yıllardan söz etmediği bu ortamda ortaya ne çıkar bilinmez
- yani bütün bunları düşününce insan berbat hissediyor ken­
dini. Ama dediğim gibi, bir an bile unutmamalı olan biteni.
Bugün içinde bulunduğumuz durum, son on iki yılın kanlı
vahametiyle dalga geçiyor, onu geçersiz kılıp bir piyese çeviri­
yor; eh o piyes de gösterimden kalktı, çünkü şimdi başka bir
oyun sergileniyor.
Bu tertip yüzünden de bugün kimseyi suçlamamak gere­
kiyor. İnsanlar yaşamaya devam etmek istiyorlarsa bu durum
belki de kaçınılmaz . Felaketin hemen sonrasında bazı şeyler
mümkündü belki. Oysa bugün çok geç artık.
Kıran kırana mücadele etmiş iki futbol takımının maçtan
sonra sarmaş dolaş olması ne de olsa anlaşılır. Ama buralarda
yaşanan şey, sadece sportmence mücadele etmiş adamların bir
araya gelmesi değil nihayetinde. Aklıma hep şu eski efsane ge­
liyor. lblis'in Tanrı'nın bir anlık dikkatsizliğinden faydalana­
rak son boruyu çaldığı, mezarlıklarda ve savaş meydanlarında
karman çorman gömülü olan, iyiler kötüler, kim varsa artık

18 9
hepsinin ahiretteki patırtıya uyanıp, apar topar gaiplerden çı­
karak kademe kademe ayrılıp, şehit mertebesinde olanlar bu
yana, günahkarlar şu yana diye sıraya dizildiği, lblis'in olan
biteni yattığı yerden seyredip hiç istifini bozmadığı. . . ta ki
Tanrı'nın kıpırdadığını duyana dek; sonra da zil takıp oyna­
yarak denemeyi yarıda kestiği; ortalıktaki iyiler, kötüler, her­
kesin, hiç itiraz etmeden nasıl da hemen yerlerine döndüğü
ve nasıl da yeniden birkaç bin yıllığına hiçbir şey olmamış
gibi mezarlıklarında ve savaş meydanlarında alt alta üst üste
uzandığı.
Evet, sanki hiçbir şey olmamış gibi Tek fark şimdi burada
işin içinde olanların ölü değil diri olmaları ve anlaşılan o ki
diriler, meselenin prensipte o türden genel provalarla sınırlı
kalacağından, gerçek temsillerin hiçbir zaman sahneye konul­
mayacağından adlan gibi eminler.

Viyana, Ekim

Yine maval dinledim - bu kez bir garsondan - şimdi artık barış


zamanıymış, küskünlükler bir yana bırakılmalıymış ... Sadece
laf kalabalığı olsa iyi, aynı zamanda utanmazca. Tek bir tarafın
sorumlu olduğu onca kıyımdan sonra <karşılıklı> bağışlana­
cak şeyin ne olduğunu tarif edebilecek biri varsa çıksın. Aslın­
da kimsenin <bağışlanıp mazur görülme> gibi bir derdi yok.
Dert ettikleri şey af. Onun da yeri burası değil, resmi gazete.
<Bağışlama> sözcüğüyle anlatılmak istenen ne? Ne de olsa
bağışlamanın iki tarafı var: Bir tarafta pişman olan ve karşısın­
da bağışlayan.
İnsanın insanla ilişkisinde, insani yam olan birinin pişman
olmayan birini bağışlaması mümkün; onun, suçu asla işle­
memiş olabileceğini düşünüp ona göre davranması yani. Ba­
ğışlamak budur herhalde. Bu temelde bir yaklaşım - ki bence
mümkündür - bazen yararlıdır da: Karşıdakinin pişmanlığına
ebelik hizmetinde bulunur. lki insan arasındaki ilişkide.
Ancak kolektif boyutta bu olmaz. Bir topluluğun, ken­
di haksızlığını kabullenmeyen diğer bir topluluğa bağışlama
önerisinde bulunması son derece ahmakça bir durumu anlatır.
Bu işlemin taraflarının aslında kim olduğu dahi muğlaktır. Ço­
ğul pardon abestir. Nasıl kolektif bir pişmanlık yoksa, kolektif
bir bağışlama da olmaz . . . hele pişman tarafın bulunmadığı bir
kolektif bağışlama hiç olmaz. Hayır, milyonların işbirliği ya­
pıp suça ortak olduğu bu tür durumlardan çıkış için iki yol
vardır. Eğitim ve unutmak. Ancak ikincisi daha rahat bir yol
olduğu için - yürümeye bile gerek yok, akıntıya kapılınsa ye­
terli çünkü - tercih edildi Şimdi içinde bulunduğumuz ortam,
bu yolun sonu bir bakıma.

Viyana, Ekim

Bir dergide <bağışlama sorunu> ele alınmış, üstelik hem yap­


macık hem art niyetli bir tarzda. Ne karışım ama ! Dergiye
bakılırsa bazıları bir Hıristiyanlık erdemi olan bağışlamayı
öğrenememiş bir türlü; anlaşılan bundan haberleri bile yok­
muş hiç. Makalenin yazan, söz konusu kötü adamın kim ol­
duğunu belirtmeye bile gerek duymamış, kimsenin kulağına
<gayrihıristiyan>ı fısıldamak gerekmediğini, herkesin kendi­
liğinden "Yakalayın Yahudiyi kaçmasın ! " diye bağırmaya me­
raklı olduğunu biliyor çünkü.
Başka deyişle: Altı milyon Yahudinin öldürülmesinden
sonra, hatta bağışlama tartışmasında bile, Yahudileri yine gü­
nah keçisi olarak göstermeye yeltenebiliyorlar; şimdi de tesa­
düfen sağ kalmış, tesadüfen kökü kazınmamış Yahudileri kur­
ban seçtiler. Saldırganın bir suçu yok - o hatırlamıyordur bile
belki cinayetlerini - suçlu, saldırıya uğrayan: Yediği darbeleri,
saldırganı ve dayak yiyenleri unutamıyor çünkü.

191
Viyana, Ekim

Dünkü mesele üzerine kafa yordum biraz, hem de bambaşka


bir yol izleyerek. Diyeceğim, bağışlamanın doğru olup olma­
dığı sorusu çok gereksiz. Bir kere en başta, söz konusu vah­
şetin boyutları her türlü düş gücünü aşıyor. Bir azizin tinsel
düş gücünü de aşardı. Gazlanarak zehirlenmiş birkaç milyon
insanı sadece <kavramaya> dahi yetecek kapasitede bir insan
yüreği olabileceğinden kuşkuluyum. <Kavrayamadığın> bir
şeyi ise bağışlayamazsın. Mümkün değil bu, çünkü bağışlaya­
cak olan önce cürmü (ona <olup bitmemiş> gözüyle bakıp da
kaldırıp bir kenara atmak için) failin elinden teslim almak, hiç
değilse devralmak zorundadır. Çünkü bağışlamak suçu üstlen­
meye iştirakten başka bir şey değildir. Söze dökülse şöyle olur­
du : "Senin insan olarak yaptığın şeyi ben de bir insan olarak
yapabilirdim." Bağışlama istek kipinde kendini karşıdakiyle öz­
deşleştirmedir. İstek kipinde özdeşleştirme olmaksızın affedip
mazur görme gerçekdışıdır. Ne var ki olup bitenle kendimi
istek kipinde dahi özdeşleştirmeyi reddediyorum. Reddetme­
seydim dahi, öldürülmüş milyonları yalnızca telaffuz edebili­
rim, kavramam mümkün değil. Hatta çoğu kez, olup bitenden
tiksinmem dahi zor, çünkü kavrayabilmem söz konusu değil.
Korkarım bu nedenle katliam genel anlamda unutulacak ve
kendi azametinin altında kalacak.

Viyana, Kasım

Dün yazdıklarımı K.'ye okudum. K. burayı terk etmemiş ol­


duğu halde ne kadar kalınabilecekse o kadar temiz kalmış
biriydi. Düşüncesini belirtti:
"Suçu işleyenler de ne yaptıklarını kavramıyorlardı; dağ
gibi yığılmış ölü bedenleri bu yönüyle görebilecek durum­
da değillerdi ; yani <ne yaptıklarının farkında değillerdi>. Bu
<ne yaptıklarının farkında değiller> yeteri kadar bir bağış­
lanma nedeni olmuştur. "
Ne halt yemiş olduklarının onların kafasına da dank et­
mediğini ve bu durumun değişmediğini ben de kabul ettim.
"Ancak," diye sürdürdüm, "bu hadsiz hesapsız zulmün onla­
rın içine oturduğu söylenemez; bilakis bu durumdan mem­
nundular bence ve bilinçli biçimde, çekincelerinin icabına
bakma aracı olarak kullandılar. Otuz insanı bir ambara kapa­
tıp yakan biri, peşinden rahatlıkla yirmi kişiye daha aynı şeyi
yapabilir. <Farkı mı var sanki? İşimizi tam yapalım> diye dü­
şünecektir. Bir pişmanlık virtüözü için bile fark etmeyecektir
otuz kişinin mi yoksa elli kişinin mi kanına girmiş olduğu .
Çünkü vicdan iki kere ikinin kaç ettiğinden habersizdir, vicdan
sayı saymayı bilmez. Geride ellere hala yapacak çok iş kalsa
bile maksimum suça öyle çabucak erişilir ki. Vicdanım rahat
değil dedirtecek şeyler yapmayagörsün biri, artık <vicdanı
rahat olup> birkaç cinayet daha ekleyebilir suçlarına. Ahlaki
sismografın ibresi sonuna dayanmış zaten, daha fazla oyna­
maz yerinden. lşte suç artık artmıyor gibi gözüktüğü içindir ki
cinayetlerin çoğalmasına hizmet eden ruhsat çıkmıştır. Gel gör
ki daha fazla öldürdükçe suçluluk duygusunun aynı seviye­
de kalması şöyle dursun, ölü sayısı arttıkça cinayet, cinayet
olma özelliğini yitirdi; <iş>e dönüştü . En fazla, iş olduğu için
işte, hatta pis iş olduğu için sevilmiyordu.
Tek bir kişiyi öldürmek (yeni cinayetler eklenmezse) her­
halde her failin uykularını kaçırırdı, iki cinayet için de söyle­
nebilir bu. Ama boğazlanmış yüz kişi için pişmanlık duymak
mümkün değildir; sayı arttıkça da tasa azalır, yeniden huzura
kavuşulur. Kitle katliamı yapan kişi ise artık alınteriyle çalı­
şıp didinen, hani neredeyse iyi bir insan olur çıkar tekrar­
dan."

1 93
Viyana, Kasım

Buradaki yerel gazetelerden birinde okuduğum bir haberde


< Cherbourg> ismi geçiyordu. Skandala bak: Daha altı ay bile
olmadı, adının <Cherbourg> olduğunu öğrendiğim bir çizgi
belirmişti ufukta, o vakit Cherbourg benim için Avrupa de­
mekti.
Ya şimdi? Yaban ellerde, ulaşılamayacak kadar uzak bir di­
yardaki bir liman kentinden başka bir şey değil.

Viyana, Kasım

Arileştirmedeki en büyük rezaletlerden biri Yahudi jargonuna


yapılanlar.
<Eizes> (<öğütler> demek) ve <mezie> (<kelepir mallar>ı
anlatır) yörede sıkça kullanılıyor. Oysa buradaki, hayatta kal­
mış az sayıda Yahudi, bu sözcükleri ağzına almayı pek istemez.
Öldürülenlerin lehçesine el koyma işi, hava kuvvetlerin­
deki genç subaylarla başlamış. Bu subaylar, hayattaki bütün
kazıkları yemiş, okul ve ölüm tehlikesi dışında bir şey tanı­
mamışlardı. Ölüme mahkum edilmiş olduklarım kavradıkları
için onlar da kendilerini Donjuanizm ve sinizmle cezalandır­
dılar. Bir tür haydut aristokrasisi oluşturdular denebilir. Her
türden aristokratın yaptığı gibi kendi soğuk kelime hazne­
leriyle konuşmayı zarafet göstergesi sayıyorlardı. Hiçbir şeyi
zerrece iplemedikleri bir zamanda tam da Yahudi jargonunu
dillerine dolamalarının başta gelen nedeni bu jargona bir tek
mizah dergilerinden aşina olmaları. O dergilerde söz konusu
jargon <battı balık yan gider> yaklaşımının timsaliydi Böy­
lelikle gizlice ve galiba hem kendilerine hem birbirlerine,
Hitler'in Yahudi politikasına sırt çevirdiklerini kanıtlama pe­
şindeydiler. İnsancıllıkla alakası yoktu tabii bunun. Gaz fırın­
larımn bacaları tüterken kimileri saat ve ayakkabılara, onlarsa
dile el koymuştu.

1 94
Viyana, Kasım

Magazin dergilerinde sık sık <Uzak Dünya>, <Engin Dün­


ya> gibi ifadeler yer alıyor. Avusturyalılar, bunun bir yabancı
üzerinde neden anakronizm etkisi yaptığını anlamakta zor­
lanacaktır. Ancak Amerikalılar ya da Britanyalılar için artık
<uzak ülke> kavramı yok. Çünkü her <Uzak> köşeye ya da
her <uzak> topluluğa zahmetsizce ulaşabilirler. lster telefonla
olsun ister gerçek anlamda; pasaportlarının geçer akçe oldu­
ğunu da unutmamak gerekiyor. Dünya bir tek pasaportu para
etmeyenlere <uzak>; erişemedikleri mesafe pasaportlarının
değersizliğiyle doğru orantılı.
Son savaşta yüz binlerce Amerikalı Uzakdoğu'daydı. Rast­
ladıklarımdan hiçbirinin aklına bana kaptan palavraları atmak
gelmedi.
Uzaklık ve uzaklık duygusu kavramlarının (özlem, serü­
ven merakı, Gauguinizm) yok olması, insanın duygu tarihin­
de yeni bir aşama oluşturuyor.
Duyguların tarihinde bu ilerlemiş konuma henüz ulaş­
madıkları için Avusturyalıları eleştirmek yersiz tabii. Kaldı
ki bizlere anakronik gelen özellikleri de bu değil, daha ziya­
de her yere gidebilen bazılarında ölmeye yüz tutmuş uzaklık
duygusunun, Avusturyalılarda henüz hiç yer etmemiş olması.
Ottakring'li delikanlılar Hindistan'a gitmeye hevesli değil he­
nüz. İngiliz gençlerininse artık böyle bir özlemi yok.
İspanyolların, İngilizlerin, Hollandalıların (kısacası deniz­
ci, sömürgeci, sömürücü, denizaşırı imparatorluklar kurmuş
halkların) geçirdiği mantalite dönüşümünü Avusturyalılar ya­
şamadı hiç. <Egzotik> kavramı, onlara en fazla 19. Yüzyıl'a
kadar bilinen biçimiyle bir şey ifade ediyor. <Egzotik> hala
Yakındoğu'ya özgü bir şey sayılıyor. Viyana'nın bir zamanlar
oraya açılan bir kapı olduğu gerçek. Eskiden <yabancı insan­
ların> geldiği yer olarak bilinen Konstantinopol, Avusturyalı-

1 95
lar için hala Orient'in parıltısına sahip. Bizse kenti bir içdeniz
bölgesi olan Akdeniz'de bir yer olarak görüyoruz.
Oysa Viyana eskiden ve zamanımızda da uzunca bir
süre - çok renkliydi, bir dolu yabancıya ev sahipliği yapıyor­
du. Kısmen Balkanlar'ın yakın olması kısmen de Monarşi'nin
çokulusluluğu dolayısıyla. Bu hayatın renkliliğiyle (artık sa­
dece menü kartlarında kalmış parıltısıyla) karşılaştırılınca
diğer bazı başkentlerdeki, örneğin Berlin'deki hayat, renksiz
kalıyordu bile denebilir. Ancak Avusturya hala renkliyken ulus
devletler de filolarıyla, Dünya pazarlarını ele geçirmeleriyle,
kolonileştirmelerle, göçlerle vesaire eşsiz bir renk yelpaze­
sine kavuştular. Öyle ki Viyana'yı, hatta en renkli dönemin­
deki Viyana'yı, sonradan bir taşra kentine çevirdiler. Paris'te
Çinhindi'nden gelmiş binlerce kişi öğrenim görürken (kim­
bilir belki de artık böyle değildir, çünkü Fransa'nın sömür­
gecilik dönemi kapanmak üzere) , burada hala - bu türden bir
çizime birkaç gün önce buradaki mizah dergilerinden birinde
rastladım - Çinliler, kırk yıl öncesinde kalmış saç örgüleriyle
resmediliyorlar. New York'ta yüz binlerce 'coloured people' , ·

<people> olarak yaşarken, buradaki gezgin sirklerde çalışan


siyahi biri, İspanya, Venedik ya da Bizans üzerinden yolu bu­
ralara düşmüş bir Mağripliymiş gibi, hala <zenci> olarak görü­
lüyor. Saçma gelecek ama günümüzde Viyana, tam da sokakta
sadece Avrupalılara rastlandığı için - ve başka kıtaların ahalile­
riyle sıkı fıkı olma da çoktan Avrupalı imajının ve kavramının
parçası sayıldığı için - Avrupa'ya ait olmayan bir kent izlenimi
uyandırıyor adeta .

Viyana, Kasım

Hiç ama hiçbir yerde buradaki kadar <Doktor Bey> unvanı


ile hitap edilmemişti bana. Oysa gerçekten doktora yaptığımı

lng. Beyaz olmayan kişiler -yhn


bilen yok içlerinde. Tam da - en azından insan ilişkilerinde
- demokratik Amerika'da"!J geldiğimiz için unvanların abartılı
önemsenişi özellikle dikkatimizi çekiyor.
"Önceden de böyleydi" diyorlar. İmparatorluk döneminin
<hiçbir işlevi kalmamış artıkları.> Kimbilir. Lakin <hiçbir işle­
vi kalmamış artık> ifadesi hiçbir şey anlatmıyor, örneğin apan­
disin varlığını da açıklayamıyor bu ifade. Tam da bir artığın
sadece artık olduğu halde hala dayanması, koşulları ortadan
kalkıp ütopik hale gelmesine rağmen hala süregeliyor olması
açıklama gerektiriyor.
Bu nezaketin varlık koşulları da, başka deyişle feodal
efendi-serf ilişkisi ile memurluk ve aristokrasi mertebelerin­
den saraya dek uzanıp yükselen piramit de yok artık. Sonuçta
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun dünyası çökeli otuz
yıldan fazla oldu. Geçen zamanda sosyal demokrasi ve nasyo­
nal sosyalizm, çok daha farklı insan-insan ilişkilerini kısmen
şart koştular, kısmen de etkin biçimde gerçekleştirdiler. . . son
on yılda yaşananların, toplama kamplarının, sığınakların ve
benzeri şeylerin doğurduğu davranış formları da şöyle dursun.
İşte bu saydıklarımın, İmparatorluğun son kalıntılarım da or­
tadan kaldırmış olması gerektiğini düşünüyor insan. Oysa kal­
dırmamışlar. Peki neden? Acaba hala mı böyle kibar herkes?
Yoksa yine yeniden mi ?
Sanıyorum yine yeniden. Yıllar boyunca bu kibarlıktan
eser yoktu diye anlattılar bana. Peki bunun temelleri neye da­
yanıyor?
Korkuya ve kuruntuya mı? Geçmişte kalmış şeyler için
sorgulanma korkusu olamaz: Pek kimse önemsemiyor artık
bunu. Sakın yarından duyulan korku olmasın?
Toplumun büyük bir kesimine, tarihin akışından gına gel­
miş. Sakin bir hayat sürmek istiyorlar. Nasıl, hangi yollardan,
hangi araçlarla, bu bile sorulmasın istiyorlar. Mümkün olsa,
görünmezlik miğferi takıp o sayede burada kalacak ama pren-

1 97
sipte tarihin akışının görüş alam dışına çıkacaklar. Sütten ağzı
yanmamış tek bir kişi yok gibi. Şöyle ya da böyle bir tercih
yapıp da şansı yaver gitmiş birine rastlamak zor. Bir kez daha
tercihte bulunma riskine girenlerin sayısı her zamankinden
daha az. Teorisiz şüphe Avusturyalıların bir özelliğiydi zaten.
Ülkenin aczi bunu daha bir pekiştiriyor.
Ne olacağını bilemezsin. Yarının ne getireceğini bilemez­
sin. Yarın kimin hükmedeceğini, şimdilik kalkıp kime biraz
cüretkarlık edebileceğini asla bilemezsin. Gündelik ilişkilerde
şu anlama geliyor bu: Öylesine bir öğle yemeğine çıkıp gel­
miş müşterinin yarın bir gün nüfuzlu biri olup olmayacağını
nereden bilebilirsin ki. O halde ilgilenip yakınlık göstermeli,
yarına dönük bir gerekçe uğruna. Apolitiklik de revaçta, yarın
bir gün geçmişte apolitik olunduğunu kanıtlamak için. Kibar­
lığın, güvensizliğin ruhundan yeniden doğuşu.
Bu (bahanelerini karşılıklı olarak sundukları) bahanecilik
oyununun tam da nesilden nesile aktarılmış nezaket kalıplarıy­
la vuku bulması pek şaşırtıcı değil. Korku ve güvensizlik, yeni
olumlu görgü kalıplan bulamayacak kadar <yaratıcılık>tan
yoksundur zaten.
Modası geçmiş olana yeniden el atılarak ek bir haşan da
elde edildiği, üstü örtülen Hitler aranağmesi gerçekliği hü­
kümsüz kılındığı içindir ki Avusturya-Macaristan İmparator­
luğu zamanının tarzları şeref veriyorlar aslen.

Viyana, Kasım

Nihayet bambaşka bir etki yaratan, üstelik avutucu ve yürek­


lendirici bir haber.
Sözünü ettığim vakayı tesadüfen dinledim Bana bunu an­
latan E Hanım, bir sohbet sırasında laf arasında konuyu açtığı
için de türünün tek örneği olmama olasılığı güçlü. Şöyle ki:
E Hanım, - <Safkan Yahudi>, Yahudi olmayan biriyle evli
bütün o süre boyunca burada kalmayı başarabilmiş. 43
tlkbahan'nda dört Yahudi kadınla birlikte mermi sandığı üre­
ten bir fabrikaya tıkılmış. Sonbaharda kentte gündüz vakti de
bombardıman başlayınca, işçilere, hava saldırısına karşı yapıl­
mış sığınaklara geçmeleri talimatı verilmiş; Yahudi kadınlara
ise sığınaklara girme yasağı getirilmiş. Bunun üzerine, daha
bir-iki gün geçmişken, bütün personel, bu beş kadınla ilgili
uygulamaya son verilmezse bir sonraki gün sığınaklara inme­
yeceğini deklare etmiş. Hemen ertesi gün yasak kalkmış.
Terör döneminde de ceza almadan protesto etmek ve şart­
lar öne sürmek, hatta bu şartlan kabul ettirmek mümkünmüş.
Hem de Yahudilerin sistematik olarak yok edildiği bir dönem­
de. Birkaç Yahudi kadın yararına hem de. Nasyonal sosyalizm­
le tüm sahte dayanışmaya aykırı olarak o kadınlarla dayanış­
ma içinde olmak insanların içlerinden gelmiş pekala.
Olay şu yüzden de etkileyici ve hayranlık uyandırıcı; ola­
ğanüstü davranış izafe edilecek olan tek kişi değil, işin içinde
bütün ekip var. . . bu ekibe nazi partisi üyeleri de dahilmiş. An­
cak (diye ekledi E Hanım) beş Yahudi kadına ara sıra pis işleri
yaptırmaktan ötesine yetmemiş güçleri.
Buna benzer olaylarla ilgili aktarımları derlemeli. Onurlu
davranış örnekleri olarak. Zulme ortak olmamak hiçbir koşul
altında mümkün değildi diye açıklama yapıp öylelikle kendi­
lerini temize çıkaranlara karşı kanıt olarak. E Hanım'ın öykü­
sü, yüreklilik gösterenlere, diktatörlüğün bıraktığı az sayıdaki
dar yarıklara baltayı vurma fırsatlarının pekala çıktığına dair
enfes bir örnek.

Viyana, Kasım

Öte kıtada, Amerika'da bulunduğum on dört yıl boyunca, Av­


rupa'daki son yurdum olan Paris'i özlemediğim tek bir gün
bile olmamıştır herhalde. Birinin Fransa'ya gideceğini - ki son

199
yıllarda sık sık oluyordu - duyduğum zaman sanki hiç iyileş­
meyen bir yaraya dokunmuşlar gibi acı veriyordu bana bu.
Dün Dr. N., Sorbonne'daki bir sempozyuma katılacağından
söz etti. Her zamanki reaksiyonumu bekledim. Acıyı. Nafile.
Bu arada Paris'e gitmiş olduğum için iltihap kurumuş ve yara
iyileşmişti açıkçası.
Dr. N.'ye kıskançça bir yanıt vermek yerine, New York'taki
Public Library'de izine rastladığım, <Morbus Helveticus>
(yani yurt özlemi hastalığı) üzerine eski bir inceleme yazısının
konusunu açtım. Yazıda, hastalığın ölümcül olabileceğinden
söz ediliyordu. Ama çabucak iyileşme sağlanabilirmiş, yeter
ki hasta çok kısa süreliğine de olsa düşkünlüğünün ereği olan
yere götürülsün. Kısacası bu saptama doğrulanmıştı.
Daha frapan bir doğrulama: Amerika'ya göç edenler ara­
sında, birkaç yıl geçmeden, yurt özlemine dayanamayıp <old
country>lerinr ziyaret edenler olmuş hep, hala var böylele­
ri. Çok azı sonradan bu ziyareti tekrarlama ihtiyacı duymuş.
Anlaşılan iyileşmişler. Rivayet odur ki ülkelerine geleli daha
birkaç gün olmuşken, bu kez <new country>lerine.. <yurt
özlemleri>nin depreşmesiyle geri dönenler olmuş.

Viyana, Kasım

Burada Hietzing'de şimdiye dek konuştuğum hiç kimse nazi


değildi. lroni yok sözlerimde. Buradakilerin hepsinin, özellik­
le yabancılarla konuşurken, bir aralar aktif olduklarını yadsı­
dıkları anlamında değil, aksine <nazi dahi olamamışlar> anla­
mında söylüyorum bunu.
Başka deyişle: Genel bir meseleyi <mesele> olarak kavra­
yıp <kendi meseleleri> haline getirmekten ve hayatlarım buna
adamaktan acizlermiş tümüyle. Nasyonal sosyalizmin bir bar-

Memleket -yhn
Yeni ülke -yhn

200
barlık ve <kamusallığının> bir aldatmaca olduğunun hiçbir
önemi yok aynca. Ama biri için algıyla optik yanılsama arasın­
daki ayrımın ne kadar önemi varsa bu tipler için de düzmece
olanla olmayan arasındaki ayrım o kadar önemli.
<Meselesi olmamak> ifadesi bu insanların yalnızca özel
hayatlarına dönük yaşadıkları şeklinde anlaşılabilir. Öyle de
değilmiş ama. <Meselesi olmamak> kendine ait ve kendine
has bir hayat anlamınaysa hiç gelmiyor. Tam tersine: Eski
çağların ve başka sınıfların tüketilip bitirilmiş töre, kültür ve
din ögelerinden beslenerek sürdürdükleri gelenekselliklerinin
eline kimse su dökemez. Apokaliptik çağın bağnazlanydı bu
insanlar.
Tarihsel açıdan bakarsak, Mettemich döneminin son to­
runları bunlar. Oldum olası yurttaş sorumluluğundan tek an­
ladıkları şey <huzur>lanymış. Meziyet olarak gördükleri şey,
daima bir güvenceyle altını çizdikleri muhalefet etmemeydi....
kime muhalefet etmediklerinin de onlar açısından zerrece
önemi yoktu. Bir yazgılarının olmaması için ellerinden geleni
yapmışlar. En iyi bahane olarak hiçbir şey yapmamayı gördük­
lerinden de esas itibarıyla hiçbir şey yapmamışlar. Derken Hit­
ler rejimi sırasında olmadık bir şeyle karşılaşmışlar:
Hiçbir şey yapmadıkları için başlarına gelene kaderin cil­
vesi denebilir; en azından içlerinden bazıları açısından. Ko­
laylıkla anlaşılacağı gibi. Çünkü nasyonal sosyalist devlette
muhalefet etmemek ve parmağını kıpırdatmamak yetmez.
Hatta böylesi düpedüz sabotaj sayılır. Sonra bir şeylere maruz
kaldıklarında da şaşkınlıklarım yenememişler. Bağlılığın pren­
sipte hiç kanşmamadan ibaret olduğuna dair inançları da hala
sürdüğünden, bir şeye karışmadıkları halde cezalandırılmala­
rına anlam veremememişler. Böylece onların içinde de rejime
karşı kötürüm bir öfke oluşmasında şaşılacak şey yok. Ancak
kendilerinin vurguladığı nokta esas itibarıyla suçsuz oldukla­
nydL (Dün duyduğumu aktarıyorum: "lyi ama ben hiçbir şey

201
yapmamıştım ki") Bir antifaşist hem düşmanının suçunu
hem çok az şey <yaptığını> düşündüğü için kendi suçunu vur­
gular oysa.
Dün sohbet ettiğim, bilgili, donanımlı diyebileceğimiz, tut­
kulu bir Hitler düşmanının ağzından çıkan umarsız sözleri,
Mettemich zamanının bu mirasçılarım tanıma fırsatı bulmuş
biri kavrayabilir ancak. "Ne muazzam bir fırsat yakalamış
olurduk," diye hayıflandı yüksek sesle, sözünü ettiğim kişi,
"şöyle gerçek bir naziyle karşılıklı oturup konuşabilseydik. En
azından bir meselesi vardı, yanlış ve akıl almaz derecede bar­
barca da olsa. Hiç değilse yanılgısını gözüne sokardık, yanlış
hedeflerini düzeltebilirdik, yanlış tutkusunu gerçekten daha
iyi şeylere kanalize edebilirdik belki, kimbilir."
Biliyorum rezilce sözler bunlar, kulakları tırmalıyor. Keza
benim kulaklarımı da. Ancak anlaşılır bir şeydi patlaması.
Nasıl bir zaman bu böyle, ciddi diyeceğimiz insanlar, eski
can düşmanlarım diğer insanlara tercih ediyorlar! Lakin çe­
kiçle pamuk dövülmez, demir dövülür. Diğerleri pamuk olu­
yor işte.

Viyana, Kasım

Ötede uzaktayken, istikrarlı ve güvenilir bir tarzda nefreti


sürdürebilme özgürlüğüne sahip olmamız ne büyük lükstü.
Burada kalan Hitler düşmanları, bu tür bir istikrardan yok­
sundular. Günbegün sahici insanlarla çevrili olmak, her yerde
(fabrikada, ofiste, tramvayda, mağazada) belki de nazi olmala­
rına rağmen yine de varlıkları sadece nazi olmakla sınırlı kal­
mayan, aynı zamanda anne, kız, komşu, insan olan kişilerle
karşılaşmak - ondan sonra da bizim nefret ettiğimiz gibi nefret
edebilmek, hayır, bir insandan bu kadarım istemek çok fazla.
Kimbilir kaç kez olmuştur, en iyiler bile ağır basan <insani>
yanlarıyla bir an için örneğin <düşman> saflarından bir genç

202
kadının pürüzsüz cildinden ya da şen şakrak haliyle kur yap­
masından etkilenmiş, <aynca> insanlan ve insan onurunu pe­
rişan edenlere tezahürat yaptığını unutmuştur. Biz uzaktakiler
için bu tür <bundan başka bir de> diye bir şey yoktu. Tek tek
izlenimlerden kaynaklanabilecek tehlikeyle bağlantımız ko­
puk, ampirik hiçbir şeyle kafamız karışmadan, doğruluğunda
ısrar ettiğimiz içeriklerin dayandığı düsturu göz ardı etmeden,
<sağlam karakterli> kalabildik. Öte tarafı (yani burayı) düşün­
düğümüzde, insanlar bizim açımızdan profesyonel naziydiler,
başka da bir şey değildiler. Ne denli yanlış bir inançsa da bu,
ahlaki açıdan da yanlış olduğu kanısında değilim.
Bir düşmanın <aynca> ne olduğu - böyle bir şeyi telaffuz
etmek korkunç - insanı ilgilendirmemeli yazık ki. Bir SA üye­
sinin sakatladığı birini, bu suçu işleyenin, suçunu <sadece
bir> nazi olarak işlemişliği, bunun haricinde araba tamircisi
ve nazik bir insan olması ne ilgilendirir. Belki gerçekten de şu
ya da bu kişi, cinayetlerini sadece nazi <olarak> işlemiştir; ne
var ki hafifletici diyeceğimiz bu <olarak>, cürmünün sonuç­
larına dahil değil. Onun sadece bir nazi <sıfatıyla> öldürdüğü
ve sadece Hitler düşmanı <sıfatıyla> canım yitiren adam, artık
ölü biri ve hiçbir vasıflandırmaya girmiyor. Hesaba katılması
gereken vasıflandırma değil, sadece öldürme eylemi ve ölmüş
olma gerçeğidir.

Viyana, Aralık

D. anlatıyor: Bir bombardıman sırasında sığınakta yanında


oturan Hamburglu bir kadın, tamamen küçümseyerek sor­
muş: "Yani siz şimdi buna hava saldırısı mı diyorsunuz?" -
sanki bu saldın, Alman lmparatorluğu'nun <daha hamarat>
zulmüyle kıyaslanınca tipik Avusturya acemiliği ya da üstün­
körü bir işmiş gibi. Şu dünyada neler gurur kaynağı olabiliyor.
Yalnız gösterilen tepkinin de absürdlükte aşağı kalır yam

20 3
yok. Bodrumdakilerden biri alınıp karşılık vermiş: "Beğene­
mediyseniz, geldiğiniz yere dönün kardeşim."

Viyana, Aralık

Kural: Çok halkalı neden-sonuç sıralamalarını hemen hemen


hiç kavrayamıyorlar. Örneğin Hitler-B-C-D-Felaket dizilişini
asla. Belleklerinde yekpare resim olarak sakladıkları, neden­
sellik zincirinin son iki halkası hep. Bombardıman filosu-en­
kaz şeklinde örneğin.
<Bellek ayıklayıp seçmedir, ayıklayıp seçme ise bir zeka
performansıdır> diyor günümüzde psikologlar, psikologdan
çok havariler, insana bir şey olmasın diye uğraşan. lfadenin
<bellek ayıklamadır> şeklindeki ilk kısmı kabul edilebilir: ln­
san her defasında en güçlü izlenimleri seçip ayırır. Ama öte
yandan her seçip ayırma aynı zamanda bir es geçmedir. Seçen
bellek başka içerikleri atladığı üzere seçip ayırdığı içeriği izole
eder. Seçme bir çözüp bütünden ayırmadır kısacası, bağlamın­
dan sıyırmadır. Bir içeriğin bağlamından sıyrılması ise onu
anlamsız kılar.
lşte belleğin yaptığı da bu şimdi. Daha algı, işin içeriğini
- çoğu kere - anlamamışken, bellek tutar hepten anlamsızlaş­
tırır. O yüzden belleğin performansı yalnızca zekanın değil
aynı zamanda ahmaklığın da göstergesidir. <Bütün>ü <ger­
çek> olarak kavradığı pek görülmemiştir: Şu <yüksek perfor­
mans> dediğimiz şeylerden hiçbiri bu kadar diyalektik dışı,
bu kadar diyalektik karşıtı olamaz herhalde.
Bizim ayakkabı tamircisinin sözleriyle:
"Eh doktor, savaş çıkmasaydı keşke. İşsizlik diye bir şey
yoktu. lyi zamanlardı doğrusu."
"Ne olurdu peki, savaş çıkmasaydı?" diye sordum.
"Amma yaptınız ha," diye yanıtladı. "Sorduğunuz şeye ba­
kın." Derken sesimin tonundaki keskinliği fark etti, gözlük

20 4
camlarının tepesinden beni süzdü, sonra da ellerini sildi, bir
şeye hazırlık yapar gibi.
Başka deyişle: Savaşı hatırlama onun açısından izole
bir görüntü oluşturuyordu. İşsizlerin olmadığı eski <güzel
zaman>ın görüntüsünün de daha az izole olduğu söylene­
mez. lki resmin de gözünün önünde hala net mi yoksa çoktan
silikleşmiş mi durduğu bir yana; belirleyici olan, kafasındaki
resimlerin hiçbirinde bir diğerine göndenne olmaması; izole
edilmiş iki unsur <savaş ve herkese iş sağlanması> arasındaki
ilişkinin canlı anısına dair üçüncü bir resmi tasavvur etmek­
ten aciz olması.
38'e gelindiğinde tam istihdamın <güzel zamanları>yla sa­
vaş arasında henüz dolaylı olarak bile bir neden-sonuç iliş­
kisinin bulunmaması da onun bu konudaki aczini daha bir
artırıyor. Sonuçta Polonya'nın işgali, tam istihdamın sonucu
değil, aksine tam istihdam, savaş planlarının bir sonucuydu.
Zamansal açıdan sonrakini zamansal açıdan öncekinin ne­
deni, önceki refahı ise sonraki felaketin sonucu olarak kav­
ramasını ve böyle hatırlamasını beklemek insafsızlık olurdu
doğrusu.
Ayrıca şu da var, tamircinin o sıralar yaptığı iş ve ortaya
çıkardığı ürün, hiçbir biçimde savaşı <hatırlatmıyordu>: lşi
bombardımanla değil gizli pençeyleydi. Tam istihdam, devam
ettikçe, savaş hazırlığı olduğu ikide bir ayırt edilemeyecek ka­
dar tatlı geliyordu nihayetinde. lşin içyüzünü anlamak, verdi­
ği keyfi berbat ederdi ne de olsa.
Anlayacağınız ta o zamanlar bile olguyla anlam arasında­
ki bağlantı kesikti onun açısından. Tamircimizden, <güzel za­
manların> görüntüsüyle, evinin üstüne düşen bombaların
görüntüsünü, başlangıçtaki algısında da aynı tabloda bir ara­
ya gelmemiş bu iki resmi sonradan geniş, yekpare bir hatıra
freskinde toplamasını beklemek hiç akıl karı değil.

20 5
Viyana, Aralık

Bilmedikleri ya da hatırlamadıkları sadece felaketlerin neden­


leriyle sınırlı kalsa yine iyi. Korkarım birçoğu, bizzat felaketin
kendisini de çoktan unuttu. Nedenler henüz bilinmiyor; fela­
ketin gerçekliğiyse artık bilinmiyor. Bununla 1918'den sonra
<sırtından hançerlenme efsanesi> diye öğretilen türden bir
<yenilgi> düşüncesinin kafadan silinmeye çalışılmasını kas­
tetmiyorum yalnızca. Çok daha önemli bir şeyden söz ediyo­
rum.
Tıpkı sağlığın hastalık fikrini, resmen bu fikri düşleyebilme
becerisini bile yok etmesi gibi, artık bu arada nispeten norma­
le dönmüş Viyana'daki gündelik hayat da cehenneme ilişkin
anılan silip yok ediyor. Öncesiyle kıyaslarsak (hangi önceyle?
Öyle ya, 1914'ten sonra hangi dönem olağandışı değildi ki?)
dünyaları ve yaşadıkları hayat hala normal değil. Ancak dün­
yalarındaki yeni birçok ayırıcı özelliği (örneğin işgalle yakın­
dan ilişkili olanları) gündelik hayatlarındaki görüntüye dahil
etmiş ve olağan kabul edip soğurmuş durumdalar. Ayrıca on­
yıllar boyunca (her ne kadar son bir iki onyılda böyle değilse
de) resmi hiçbir işleyişle ilgilenmemek bir Avusturyalının ya­
şamının parçası olduğundan, 34-45 yıllan arası kargaşa için­
deki sancılı hayattansa şimdiki, sıkça da özel hayata tümden
geri çekiliş, bir bakıma <daha Avusturyalı> ve <daha normal>
davranışı temsil ediyor.
Başöğretmen T. "jesses, hiçbir şey hatırlamıyorum artık"
derken, felaket dönemine ait herhangi bir anıyı bilincinin de­
rinliklerinden çıkarmayı reddettiğini ifade ediyor. Bu sözleriy­
le, kafasına yediği darbeden sonra artık bu darbeyi hatırlama­
yan birine benziyor.
En iyi (son derece ender) ihtimalle bazı (bu arada hiçbiri
artık hayatta olmayan) kültür dergilerinin yapmaya çalıştığını
yapıyor: Yani doğrudan 1930'da kaldığı yerden devam etmek,

206
yani Büyülü Dağ'a değinmek, Kübizm benzeri <modem akım­
lara> açık olmak.
Devre dışı kalışı da çoğu kez daha bir radikal. Belirgin ço­
cukça bir hazla yatağına uzanıyor, "bir-iki yıl önce" (gerçekte
1927'de) ölmüş anne babasının kahverengi bir sürü fotoğrafı­
m çıkarıyor, ne kapı zilini duyuyor ne telefona yanıt veriyor:
Yani bir bakıma bir zaman boykotuna başlıyor ve bellek yitimi­
ni kasten yaratıyor.
lşte sinirleri zayıf olanlar, felaketi böyle <unuttular>, akıl­
da tutmaya ya da üstesinden gelmeye güçleri yetmedi çünkü.
Peki ya dar kafalılar neden unuttular? Tas kebabı önüne
gelince dünkü açlığını unutursun da ondan; bu arada tas ke­
babı da hem hiç fena değildir hem zamanla kamksamışsındır
artık.
Sinir hastalarının bir şey bildiği yok dedik. Ahmakların da
öyle. Peki olup biteni kim akılda tutacak, kim ders çıkaracak,
uyarılan kim dile getirecek yahu? O zamanlar burada olmayan
bizler mi? Mümkün değil.
Yoksa acaba vahşetin bastırılmaya çalışılan etkisi yıllar geç­
tikçe yeniden mi su yüzüne çıkacak? Yıkıntılar, onarıldıktan
sonra mı gerçeklik kazanacaklar?

Viyana, Aralık

Aylardır buradayım. Daha hiçbir sohbette - dahası bizzat dahil


olmadığım diyaloglarda da - Hitler'in adının geçtiğini duyma­
dım. Avusturyalılar da (hem de ilk anda afallayarak) bu adın
hiç ağza alınmadığını teslim ediyorlar. Düşündürücü buluyo­
rum bu durumu.
Musset demişti bir yerlerde, gençliğinde Napolyon ismini
duyamamaktan kulağı tırmalamyormuş. Benzer şekilde benim
de kulaklarım tırmalanıyor.
Bunu nasıl açıklamalı? Bahane ihtiyacına sözüm olmaz.

20 7
Ama sonuçta Hitler, tesadüfen ona kurban gitmeyenleri, özel
yaşamlarının en ince ayrıntısına dek etkilemedi mi? Bugün
yirmi beş yaşında olanlar, on üçünden yirmisine dek; otuzun­
da olanlar, on sekizinden yirmi beşine dek, onu neredeyse bir
tanrı gibi yüceltmediler mi? Bu insanların, ilahlarını ve bu
ilaha adanmış yaşam kesitlerini unutmuş olmaları olanak­
sız. Bunu ümit etmek bile istemem. Böylesi bir unutkanlığı,
hani neredeyse, kendilerini öyle bir adama adamış olmaları
gerçeğinden daha içler acısı bir durum sayardım doğrusu. Yo
hayır, sözünü etmeyerek onu yok saydıkları aklıma yatmıyor.
Kimbilir. Tam tersine <sözünü etmeyerek yaşatıyor> olma­
sınlar onu? Belli etmeden tabulaştırıp bir mite dönüştürüyor
olmasınlar? Suskunluk zamanı, Hitler'in belki de siyaset dışı
kalmış bir mesih saygınlığına doğru evrildiği, tehlikeli bir ku­
luçka devresi mi yoksa?
Paris'te, kentteki onca heykel arasında bir tek Napolyon fi­
gürünü göremezsiniz. Heykel sanatında onu yok saymışlardır.
Ama bu onun 19. Yüzyıl'ın efsaneleşen tek hükümdarı olma­
sını önleyemedi.

Viyana, Aralık

Fırın işleten N. ailesiyle üçüncü uzun sohbetimiz oluyor bu.


Ne aktif nazi karşıtı ne nazi olmuş uysal karakterler. . . ama
nihayetinde hem herkes gibi olan bitene bir şekilde bulaşmış
hem dönemin sıkıntısını çekmiş insanlar. Kız kardeşlerden
biri kuşatma sırasında yaşamını yitirmiş, erkek kardeşlerden
biri bombardıman yüzünden sakat kalmış; oğulları savaşta
Rusya'da ölmüş.
Tamamen anlamsız bir nedenden ötürü, L.'nin annesi ta
yirmi yıl önce onların dükkanından düzenli aralıklarla ayçöre­
ği aldığı için bana gözü kapalı güveniyorlar. Benden gizledik­
leri hiçbir konu yok. Kadının böbrek taşlarım da anlatıyorlar,

208
adamın panayırda atıcılıkta kazandığı ödülleri de. Hal böyley­
ken savaşta yitirdikleri oğullarından (komşulardan öğrendim
bu gerçeği) asla söz etmemeleri, onu nadiren hatırlamaların­
dan kaynaklanıyor kanımca; benimle konuşurken öleni bile­
rek yok saymalarından değil.
Bu durumsa bir istisna değil. Onca kişiyle karşılaştım, sa­
vaş kayıplarından hiç söz eden olmadı. Bu dönemin kurban­
larından konuşacak olduklarında, akıllarına sadece Viyana'da
bombardımanda ölenler geldi hep. Neden? Taşkalplilik mi?
Bu sadece bir sözcük. Unutkanlık da tam açıklamıyor mesele­
yi. Daha derine ışık tutmak gerekir.
Savaşta ölmüş oğullarından söz etmemelerinin kuşkusuz
bilinçli olmayan ilk gerekçesi şu: O, bugün artık ya gerçekten
reddettikleri ya da reddetmek zorunda kaldıkları bir dava (ve
davayla özdeş bir figür) yüzünden öldü. Onun ölümünü akla
getirmek anlaşılan ruhsal açıdan kaldıramayacakları sıkıntıla­
rı beraberinde getiriyor. Onu <kahraman> olarak hatırlasalar,
uğruna öldüğü davaya onay vermiş olacaklar ister istemez.
Oysa böyle bir şeyi istemezler ya da istemeye kalkışmazlar.
Öte yandan çocuklarının Hitler'in kurbanı olduğunu, yani bir
hiç uğruna öldüğünü itiraf edemeyecek, bu gecikmiş, boş ha­
yallerden tamamıyla kurtulma işini pratiğe dökemeyecek ka­
dar ahlaki bağımsızlıktan yoksunlar.
Oğullarının ölüm haberi onun kahramanca öldüğü, <canı­
nı Führer'e feda ettiği> şeklinde tebliğ edilmiş onlara Yani ölü­
mün haberi ile yorumu aynı anda tek bir şey olarak ulaşmış
kendilerine. Ölüm haberi tebligatta nasıl yorumlanmışsa öyle
kalmış akıllarında. Şöyle de denebilir: Savaş sonrası dönem
yüzünden bu yorumu o haliyle sürdürmek zorlaşmamış olsay­
dı, oğullarını bugün hala netlikle hatırlıyor olurlardı. Bugün
artık kalkıp da komşularına (bereket versin ki) şunu diyemez­
ler: "Bu çarşamba oğlumuzun Führer için can verişinin yedin­
ci yıldönümü."

20 9
Yorumu gerçeğin üzerinden sonradan sıyırıp atmak ve çıp­
lak gerçeği akılda tutmak ya da ona yepyeni bir yorum kazan­
dırmak o kadar zor ki. Ama daha zor olanı kaybın tamamen
boş yere verilmiş olmasını kabullenmek.
İkinci neden: Çokları için gözleriyle görmedikleri bir şeyi
hatırlamak olağanüstü zahmetli bir iş. Tersinden ifade edersek:
Ancak bizzat algıladıklan bir şeyi akılda tutabilirler. Çocukla­
rının Rusya'daki ölümünü gözleriyle görmediler. Böylelikle
hatırda kalan görünüm, herhangi bir sahnenin yaşadıkları ka­
yıpla bağlantısı kurulabilirse tabii, mat ve bulanık. Delikanlıyı
hatırlıyorlar, ölümü ise akıllarına gelmiyor.
Viyana'ya yapılan hava saldırılarım ise bizzat yaşayıp gör­
düler, ölüler gözlerinin önünde, yıkıntıların altında duruyor­
du. Algıladıkları bu gerçek öylece kaldı ve hala hatırlarında.

Viyana, Aralık

Hayır, algıladıkları şeylerin tamamım bile akılda tutamıyorlar.


Sistematik olarak savaşa hazırlanıldığını fabrikalarda, dernek­
lerde, resmigeçitlerde hepsi kendi gözleriyle gördü; ama gör­
düklerini anlamadılar. Şöyle ki - anlamak aynı zamanda düş
gücü gerektirir algıladıkları şeyin sonuçlarım göz önüne
getirecek düş gücünden yoksunlardı. Daha doğrusu - çünkü
anlamak ahlaki bir performanstır - algıladıkları şeyin sonuçla­
rım tasavvur edebilecekleri düş gücünü toparlayacak cesaret­
ten yoksunlardı. İşte o zamanlar tasavvur edemedikleri şeyi,
şimdi, sonrasında, hatırlamayı da beceremiyorlar: Çünkü ha­
tırlamak sonradan tasavvur etmektir.
O sıralar içlerinde nadiren, kavrayışa benzer bir şeyin orta­
ya çıkmış olması mümkündür. Ancak bu kavrayış, <bunu dü­
şünmek tehlikelidir> ya da <böyle bir şeyi düşünmek tehlikeli
olduğu için ağır ihanettir> şeklindeki bir korku düşüncesine
kenetli olduğundan, gözlerini hemen tekrar açmış olmalılar,

210
salt algılamak için. Yani sadece algıda kalarak sonuçların ta­
savvurunu bertaraf etmek için. Yalnız başına algı körleştirir.

Viyana, Aralık

Savaşta sakatlanmış olanların sayısı hayli fazla da olsa (fmna


her gidişimde, alışveriş yapan, tek kollu ya da tek bacaklı biri­
ne mutlaka rastlamışımdır) , kimse kendilerine, onları kolsuz
ya da bacaksız bırakan asıl suçlunun baş tanıkları muamelesi
yapmıyor. Genelde bir dikkate alma ve gözetme var. Ancak
her jest bir belirsizlik taşıyor, yarı sinik, yarı merhametli bir
<such is life>' jesti, hiçbiri <such was Hitler> jesti değil. Sa­
katlara gelince, korkarım, onların kendilerine yaklaşımları da
pek farklı değil.

Viyana, Aralık

Kısa bir süre önce, Viyana'da ölenlerin, uzakta savaşta ölen­


lerden daha fazla ve düzenli hatırlanmalarını garipsemiştim
Ancak kendi maddi kayıplarını daha da fazla ve benzersiz
bir süreklilikle hatırlıyorlar. Neden?
Son günlerde duyduğum üç ifade şekli bana üç anahtar
sundu.
(1) "Yemek odasında uyandığım her sabah. . . "
Yatak odasında değil de yemek odasında. Her obje (ev, oda,
palto) sadece kendisine ait ve başka hiçbir şey tarafından ye­
rine getirilemeyen, belli bir "aygıt işlevi"ne sahiptir. Bir obje
hasar gördüğünde, bir boşluk, ardı sıra objenin efekti ölçü­
sünde belirlenmiş ve keskin sınırlarla ayrılmış bir ihtiyaç olu­
şur. Karşılanmadıkça sürüp giden bir ihtiyaçtır bu. Paltosuz
üşürüm.
lnsanlannsa belli bir edimleri yoktur. Birinin dört oğlu var

Hayat böyle işte -yhn

211
diyelim. Birincinin, ikincinin, üçüncünün ya da dördüncünün
ne işe yaradığı sorusunu yanıtlayamaz doğallıkla. Oğullann­
dan birini yitirecek olursa <onunla birlikte> neyi yitirdiğini
açıklayamaz. Ne kadar paradoksal gözükürse gözüksün: ln­
sanın kendisi, <değeri> ve işlevi, yegdne ve önceden kestirilemez
olduğu için tam da, kaybı da belirsizlik taşır. Yitirilene duyulan
ihtiyaç tanımsızdır. (Erkeğin evin geçimini sağlayan niteliğiyle
ya da kadının ev kadım niteliğiyle <yitirildiği> durumlarda iş
değişir elbette.)
(2) "Peki Doktor, zannediyor musunuz ki insanlar bana tazi­
yede bulundular?"
Yatak odasının çökmesinden sonra yani. Oysa amcasının
ölümünden sonra taziyede bulunmuşlardı. Yani bir yakınının
ölümü, telafi olarak, yastaki kişiye az ya da çok bir saygınlığı
beraberinde getirir; oysa maddi zararlarda böyle değildir. Da­
hası toplum insanı yakınlanmn kaybına, hatta kendi ölümüne
bile hazırlamıştır: Annenin bir gün öleceğini herkes bilir; evin
öleceğini kimse bilmez. Kişi, en yakınının ölümüne hazırlıklı
olmasa bile toplum, örf ve adetleriyle bu tür durumlann ön­
lemini almıştır. Ölümü , pozitif bir yaşamsal ve toplumsal ol­
guya dönüştürmemiş tek bir uygarlık bile yoktur. Bireyin bu
tür durumlarda nasıl davranacağı, hatta ne ve kendini nasıl
hissedeceği ona ziyadesiyle öğretilmiştir.
Ama yatak odasının tavam üstüne çöktüğünde nasıl bir
tepki vermesi ve neler hissetmesi gerektiği hiçbir yerde ya­
zılı değil. Ona, dayanağını belli bir örften alan bir davranışla
yardım edecek kimse de çıkmaz. Mülkünü aniden kaybettiği
hallerde , ortalama insan, serinkanlılıktan tamamen uzaktır.
Yaşadığı şok, örflerce savuşturulmadığı için bir yakınının ölü­
münün yaşattığından daha şiddetlidir bir bakıma. Buna bir de
beklenmedik şekilde mülkünden olan birinin, <dul kalma> ya
da <öksüz kalma>ya eşdeğer belli herhangi bir sosyal statüye
kavuşamaması eklenir.

212
Sonuçta servet kaybı herhalde çoğu kez üstesinden geli­
nemeyen, biçimlendirilemeyen bir factum brutum· olarak ka­
lır. <Travma>nın doğası <üstesinden gelememe> olduğu için
de servet kaybının, sevdiklerinin ölümünden daha büyük bir
travmaya yol açması mümkündür.
(3) "Bizim gibi adamlann oturduğu evlere bak."
Yani insan neye sahipse odur (Feuerbach'ın ilkel cümlesi
<insan ne yerse odur> da neymiş) . Sahip olduğun şeyi yiti­
rince, kendini de yitiriyorsun. Toplumda saygınlığın kalmıyor
bir anlamda.
Üç erkek kardeşini kaybetmek itibarı hiç zedelemediği gibi
çoğu kez yarar sağlar. Söz konusu üç kardeş, doğrudan yar­
dımcı oluyor ya da saygınlığın artmasına aracılık ediyorlarsa,
kayıpları ancak o zaman zarar oluşturur. Ama eğer önceden
üç evin varsa ve birden kiracı olarak tek odayı iki kişiyle pay­
laşmak zorunda kalmışsan, artık bir hiçsindir ve bitiksindir.
Bu durum sürdükçe de kaybın, yani sosyal konumundaki de­
ğişiklik aklından çıkmaz. Hatırlamanın temel formu yokluğu
duyumsamaktır. O yüzden sürekli yokluğu nedeniyle sürekli
özlenen şey, yani mülk daha iyi hatırlanır.

Viyana, Ocak 1 951

İçinde bulunduğumuz zaman, bizim gibilerden belli ölçüde -


geçmiş dönemlerde hem bilinmeyen hem gereksiz olan - bir
karakter sağlamlığı bekliyor. Biri, yetişkinliğinin tamamında
hep yollara düşmüşse; hiçbir yerde bir iki yıldan fazla, hiç­
bir odada bir yıldan çok kalmamışsa; bütün bu yollarda geçen
ömrünün hiçbir etabı aldığı ahlaki eğitime denk düşmemiş,
Berlin'i, Kaliforniya'yı, Paris'i, New York'u <yeri yurdu> ola­
rak adlandırmışsa; (felsefe hiçbir yerde para etmediği için) bir
orada bir burada, ama hep ehil olmadığı işlerde çalışmışsa; de-

Lat. Açıklama gerektirmeyecek çıplak olgu -yhn

213
ğişik çevrelerde ve işyerlerinde, (her defasında başka) başkala­
rınca, hep başkası (oysa her yerde bir hiç) - yani kah özel öğ­
retmen, kah Yahudi, kah tahta cilalayan biri, kah Alman, kah
sanat kuramcısı, kah Hitler karşıtı, kah Amerikalı, kah vasıfsız
işçi vesaire vesaire - olarak görülmüşse; böyle birinin kimliği­
ni koruması hiç de kolay değil. Önceleri, yaşadığı dünya ve
onun değişmezliği, insanın karakter yapısını biçimlendiren ve
güvence altına alan etkenler arasındaydı. lnsan, hangi sınırlı
dünyada hangi sınırlı görevleri olduğunu bilirse, kendini ona
göre ayarlayabilir, bu doğrultuda direnmesinden de <karak­
ter> dediğimiz şey çıkar. Yaşamdan ve onun belirlediği karak­
terden bu tür bir yardım görme şansına sahip olmadık hiç.
Herkes kendi kişiliğini tek başına korumak durumundaydı.
Biz huzuru sadece çalışırken; sadece, hiç etkilenmeden, değiş­
meyen ödevlerin başında oturmaya devam edersek bulabiliriz,
her ne kadar koltuklarımız seyahat koltuklarıysa da. Belki tam
da bu nedenle. Bunu becerebilenler, eskinin sabit bir yerde
yaşayıp her gün başka şey yazan gazeteci tipinin zıt örneğini
oluşturan, gayet modem bir tipi temsil ediyorlar: Çünkü biz
her günü başka bir yerde geçirip yine de aynı şeyi yazanlarız;
en azından deniyoruz bunu. Nerede olursak olalım. Yazılan­
ların, ortalıkta savrulup duran kendi kök liflerimizden daha
derine kök salıp salmayacağıysa ayrı bir konu.

Viyana, Ocak

Bir süre önce, bombardımanlar sırasında yağan bombalan


selamlayacak ve ateş altındayken, yaklaşan <düşman> topçu
taburlarını nefretlik rejimin sonu olarak yorumlayıp sevinç­
le karşılayacak kadar objektif olabilmiş insanlar çıkmış mıdır
diye sonnuştum.
Böyle bir şeyi beklemenin, bizim içler acısı hayal gücümü­
zü gösterdiği kanısına kapıldığım oldu sık sık.

2 14
Haksızlık etmişim. Öğrendim ki böyle insanlar da vannış.
Sayılan hakkında fikrim yok elbette. Ancak ikisini tanıma
fırsatı buldum. lkisi de kadın, ikisi de hoş insanlar, siyasi fa­
natizmin epey uzağındalar; biri çocuk doktoru, diğeri evli, ev
kadım Tabii her ikisi de sevdiklerinden birçoğunu rejime kur­
ban vermişler. Duraksamadan ve her tür kibirden uzak, ama
hala sevinçten titreyerek anlatıyorlar: Yaklaşan uçak filosunun
çıkardığı gürültü her seferinde bir zafer coşkusu yaratmış iç­
lerinde, hala uçak motorlarının uğultusu büyülermiş onlan;
yüzlerindeki, hoşnutluğun yol açtığı gülümsemeyi başkala­
rından gizleyebilmek için akla karayı seçerlermiş; o derece
mutluluğa boğulurlarmış ki korkuya kapılmak hiç akıllarına
gelmezmiş; hava saldırısının olmadığı günlerde kendilerini
ihanete uğramış sayarlar, öyle günleri en azından kayıp olarak
değerlendirirlermiş. B. Hanım, ağır bombardımanlar sonrası,
kocasıyla çıkıp <denetleme gezintileri> (kendi sözleri) yaptık­
larım da anlattı, bir yerde her tahribatı tek tek görüp doğru­
lamak için; bata çıka arasında yürüdüğü kınkların ve dökün­
tülerin takırdamasını hala duyar gibiymiş, o sesler, hınzırca
sevincinin müziği olarak kulağına çalınan seslermiş.
Sıkıcı bir tip olan S., bu bombalara pekala bizzat hedef ola­
bileceği ihtimalini aklından geçirip geçirmediğini sordu kendi­
sine. "Hedef olmak mı?" diye tekrarladı ve soruyu soran S'ye
baktı, naifliğin bu kadarı da fazla dercesine: "Ona bakarsan, çok
daha öncesinde, bombalar düşmeye başlamadan çok çok önce
hedef olabilirdim Tehlike açısından pek değişen bir şey olmadı.
Ama bu tehlikenin yarattığı fırsatlar o kadar önemliydi ki."

Viyana, Ocak

M. , mesleği oyunculuk, yıllarca toplama kampında kalmış,


dört yıl önce yeniden eski işine dönmüş, orada, o dönemde
toplama kampım boylamasına neden olan ihbarcılardan iki-

2 15
siyle birlikte çalışıyormuş. "Sorun yok," diyor, "pek dert et­
miyorum."
O ikisinin kim olduklannı sürekli akılda tutmaya çalışsa,
sanının bu rezil heriflerle çalışmak epey zor gelirdi ona.
Böylesi bir ısrarsa bir çifte yaşamı gerekli kılardı; oysa çifte
yaşam pek az kişinin kotarabileceği bir şey. Yalnızca soyutla­
ma virtüözleri, fabrikada, ofiste, mağazada ya da tiyatroda her
gün birlikte çalıştığı kişileri, bir yandan sürekli insan yerine
koyup, bir yandan da kendi içinden, yaklaşımından soyutla­
yarak, ruhunun el altındaki gizli bölmelerinde <adi herifler>
ya da <caniler> olarak adlandırabilir.

Viyana, Ocak

1933'ten 1938'e kadar uzanan dönemdeki tektipleştirmenin


sözde akıl sır ermez yaygınlığının nedeni belki de bu, çifte ya­
şamı becerememe olgusuydu. lç dünyasında standartlaşmamış
biri, davranışlannda bu konformizm eksikliğini gösteremezdi.
Ne var ki davranışta ya da sözlerde kendini ortaya koyamayan
bir nonkonformizm, tıpkı hiç kullanılmayan bir organ gibi kö­
türümleşir. Hiç söylenmemiş, gerçekdışı olur. Dayatılmış tutum,
üstünlüğü ele geçirir. Haykınlması zorunlu <Sieg heil>ın, * so­
nunda inanılan bir şey haline gelmesi çok doğal, çünkü inanma­
dan haykırmak bir hayli zahmetliydi.

Viyana, Ocak

Sözcüklerin alınyazısL Öyle görünüyor ki 44'ten itibaren, biz­


zat en fanatik nazilerde bile <nihai zafer>e olan inanç sarsıl­
maya başlamış. Tabir, adeta bir anahtar sözcüğe dönüşmüş,
herkes tarafından anlaşılan, felaketi allayıp pullamaya yönelik
bir sözcüğe.

Nazi selamı -çn

216
Dr. L. anlattı:
"Baskı altındaki memurların o güne dek asla yeltenemeye­
cekleri itirazlar, bu sihirli sözcüğün yardımıyla mümkün hale
geldi. Burnundan kıl aldırmayan nazi bürokratlarının talimat­
larına, <Ne dersiniz, sizce bu, nihai zaferden sonra aleyhinize
kullanılmaz mı?> sorusuyla karşılık verilebiliyordu. Bu uyan
sorusundan sonra da baştaki talimatta ısrar edildiği nadirdi."
Bugün, aradan sadece birkaç yıl geçmişken, o kibirli bü­
rokratların yeniden - ya da hala - iş başında olduğu bir gerçek.
Nihai zaferi atlattılar. O zamanlar bu <nihai zafer> tabirini ze­
kice suistimal eden o memurlarınsa işi şimdi de zor.
Fakat sözcük yeniden eski anlamım, <suistimal> döne­
minden önce sahip olduğu anlamı almaya başladı. Şöyle ki
veniden ca!llanan naziler, bugünü, gün doğmadan neler doğar
duygusunun ağır bastığı bir gece olarak görüyorlar.

Viyana, Ocak

Kısa bir süre önce "Yalnızca bizzat gördükleri şeyleri, kendi


gözlerinin önünde yıkıntılar altında kalanları hatırlıyorlar;
savaşta nerede öldükleri bilinmeyenler gelmiyor akıllarına,''
diye yazmıştım. Bu sınırlama bile çok fazla boşluk bırakmıyor
mu?
Dün gece şöyle bir olay yaşandı bu kentte: Kenar semtler­
den birinde yirmi yaşında bir genç, dans edilen bir lokale giri­
yor, pistteki çiftleri sağa sola iterek bakınıyor, derken kendisi
gibi yirmi yaşındakilerin gözü önünde, dans etmekte olan bir
genç kızı vuruyor.
Her yerde yaşanabilecek bir kıskançlık cinayeti. Vakai adiye.
Anormal olan bundan sonrası: Çünkü beş dakikalık bir si­
gara molasından sonra kimse olayı umursamıyor. Yuhalayarak
orkestrayı çağırıyorlar, çiftler piste doluşuyor, herkes keyifle
programın akışına ayak uyduruyor.

217
Katil yakalanıyor bu arada elbette. Ama sanki bir yankesici
gibi. Cesedi dışarı taşıyorlar. Ama sanki düşüp kırılmış kap
kacak gibi. Pistteki kam siliyorlar. Ama sanki yere dökülmüş
kızartma sosu gibi.
Anormallik, peşi sıra hiçbir şey olmamasında.
Hepsi görgü tanığıydı; yani bizim tezimize göre, yaşanan­
ları akılda tutacak fırsat geçmişti ellerine. Ancak beş dakika
sonra olayı hatırlayan yoktu. Yahut bu kısacık zaman aralı­
ğında <hatırlama>nın sözü bile edilemeyeceği için olsa gerek,
daha aradan beş dakika geçmişken, olayın <kopyası> ruhları­
nın retinasından silinmişti. Genç kızın az önce kanlar içinde
yattığı yere hiç bakmadan üzerinde patinaj yapıp durmuşlar.
Ne biçim bir kuşak bu! Durup bakmadan <hareket etmek­
ten> başka bir şey öğrenmemişler. Öyle ya, daha on dört yaşın­
dalarken ezberletildi bu onlara.
Şiddetin yol açtığı ölümlerin doğal karşılandığı bir dünya­
da büyüdüler; ders programlan birilerinin enkaz altında kala­
bileceği öngörüsüyle belirlenmişti, herhangi bir evin çökebile­
ceği göz önüne alınmıştı - zavallı kuşak! Daha o zamanlardan
her gün her saat öğrenmek zorundaydınız olan biteni dikkate
almayıp işinize bakmayı. Ruhları körleşmişler olarak paçayı
kurtarabildiniz ancak. Sizden ne beklenir ki artık?
Sizleri suçlamak yersiz elbette. Ne var ki bayağısınız işte,
her ne kadar başkalarının bayağılıkları yüzünden bu hale gel­
dinizse de. Bundan sonra da sizlere yardım edilebileceğine
inanmıyorum doğrusu.

Viyana, Ocak

O kötü günlerde görüp yaşadıkları, bir anda yan binaya isabet


eden bombaydı, aynı anda yambaşlanndaki birinin yıkıntılar
altında kalmasıydı. Bütün bunlardan hiçbir şekilde etkilen­
memeliydiler. Ne yapıp edip sıyrılmaya bakmalıydılar. Dönüp

218
geriye bakmanın sırası değildi. Birazdan neler olacağını kim
kestirebilir ki?
Olağan yaşamda asla tek tek noktalara ilişkin algı yoktur.
Yalnızca zamanın içinde akıp giden algının kesintisizliği var­
dır. Her sahne bir önceki sahneye ya da olası bir sonrakine
gönderme yapar.
Oysa burada, olağandışı güvensizlik anlarında, facia ya­
şanan durumlarda, algı dumura uğrayıp tek tek noktaların
bağımsız algısı şeklindeki bir anormalliğe dönüşmüştür. Her
biri sonuçsuz kalmıştır, her biri anlık görüntüden ibaret­
tir. Parladığı anda sönmek durumundadır, belleğin diski bir
sonraki görüntü için boş kalmalıdır. Kısaca algı aslında ar­
tık <kaydetmeyi> bırakmıştı, <kaydetmekten> kastettiğimiz
bir tür· <alıkoyma>ysa eğer. <İzlenim> olmaktan da çıkmıştı,
<izlenim>den <iz bırakan>, yani kalıcı bir şeyi anlıyorsak. Her
bir algı artık sadece bağlantısı kopmuş bir resim sunuyordu ve
her bir resmin hemen rafa kaldırılması zorunlu olduğu için de
hiçbirine tekrar dönmek mümkün değildi. Hatırlamanın körel­
mesi demek ki ta algının körelmesine dayanıyor. Ruh körlüğü
<le keza, çünkü tek tek her algı körleşmişçesine ve iz bırakma­
dan kaybolup gidiyordu.
Ancak algının körelmesi de sonuçtan başka bir şey değil.
İnsanın bir şeyleri sadece anlık yaşamasının nedeni fiili
olarak da sadece anlık yaşamasıdır: Yani geçmişi olmadan. Şu
anda olup biten o yüzden önemsizdir, çünkü ona dokunmamış­
t ı r. Algının felaketler sırasında bildiği biricik zaman doğrultu­
su, dolaysız (neredeyse şimdiki) geleceğe uzanandır: Burada
algılama denen şey sadece paçayı kurtarma fırsatını değerlendir­
medir; hem de hemen o an.
Dolayısıyla: Can derdine düştüğünde insan için artık geç­
miş yoktur. Zaman bilinci ağır hasar görmüştür, tek kolludur,
<geçmiş> boyutu ampütasyonla alınıp atılmıştır. Bu tür du­
rumlarda, olup bitenler <geçmemiş>, resmen <geçip gitmiştir>.

2 19
İşte balo salonunda dans edenler için de kısa süre önce
gözlerinin önünde yerde kanlar içinde yatan kızcağız bu an­
lamda <geçip gitmiştir>.
Afet ortamında yetiştikleri için bugün bile o zamanki tek
kollu zaman bilinciyle hareket ediyorlar. Bunca yıldan sonra
ikinci kollarının yeniden çıkacağını ümit etmek yersiz. Tek bir
noktayı dikkate alarak yaşayacaklar, bir <şimdi>den diğerine
hoplayarak. Bu hallerini, ders olacak bir geçmiş niteliğiyle ak­
lımızda tutmazsak, yann bir gün kendileri de <geçip gitmiş>
olacaklar; bir sonraki kuşak da buna hiç aldırmadan, o kısmı
atlayıp müzik diye seslenecek ve tepinecek; keyifleri de prog­
ramın akışına uygun olacak.

Viyana, Şubat

Yeni yeni ancak, sohbetlerden ve sürüyle dergi yıllığını oku­


duktan sonra, neler kaçırdığım noktasında fikir sahibi olmaya
başlıyorum. On yedi yıllık uzaklık boyunca ne kadar çok dü­
şünsel ve edebi eserden habersiz kalmışım <Söz sahibi> ol­
mak ve gerek nerede durduğum gerek çalışmalarımın hangi
edebi ve ahlaki çevrelere ulaşacağı konusunda akıl yürütmek
istiyorsam, kaçırdıklarımı telafi etmek zorundayım. Bu iş hiç
hoşuma gitmese de. Örneğin Jünger'in üslubunun ne kadar
belirleyici rol oynadığını; romanda on beş yıldır <]üngerleme­
ler>, keza şiirde <Rilkelemeler> olduğunu bilmiyordum. Bu
sadece bir örnek.
Akıl etmem gerekirdi oysa bunu. Yirmi beş yıl önce Paris'tey­
ken, <diğer tarafta> hayat devam etmiyonnuş, her şey nasılsa
öyle kalmış gibi konuşmayı ve yazmayı sürdürüp gülünç duru­
ma düşen Rus göçmenlere tanık olan ben değil miydim? Daha
sonra Maine'da, atalan Fransa'yı ta 18. Yüzyıl'da terk etmiş Ka­
nadalıların ağzından duyduğum Fransız şivesine ne demeliydi
peki, bir tarih şakasıymış gibi gelmiyor muydu kulağa?

220
Yan yollar bunlar. Bir yere kadar gidip tıkanan ve şoseler
çoktan başka yerlerden geçtiği halde, kendilerini hala anayol
sanan.
Evet, akıl etmem gerekirdi bunu. Akıl etmiştim de. Daha
sürgündeki ilk yılımda bir fabl yazmıştım, uzakta olanı değiş­
mez sanma eğilimine karşı bir uyarıydı. Ancak görüş sahibi
olmakla o görüşü sürdürmek farklı şeyler. Insan bazen oldu­
ğundan daha aptaldır. O sıralar kendime doğru dürüst kulak
verseydim, bugün, edebiyatın <bir şekilde> Hitler'in boyun­
duruğu altındayken de devam ettiği gerçeği karşısında bu ka­
dar incinmezdim.
Merak ediyorum, tamamlanması gereken noksanlar bir
gün benim <doğal mülküm> haline gelecek mi acaba?

Viyana, Mayıs

Pazar öğleden sonra. Tıka basa dolu bir birahanenin bahçesi.


Masalarda çoğunlukla üç kuşaktan oluşan aileler, ekmeklerini
yanlarında getirmişler, meşrubatlar, biralar.
Birbirleriyle konuşurken ne kadar nazikler; yaşlılara ve en­
gellilere karşı ne kadar yardımseverler; çocuklarıyla ne hoş bir
görüntü oluşturuyorlar.
Öğleden önceki sohbette, yaşanılan vahşeti konu etmiştik.
Katliama katılanlar şu sıralar ne yapıyorlardır acaba diye sor­
muştuk.
Tek tek her yüzü dikkatle süzüyoruz: Hangisiydi acaba?
Hangileriydi? Sonuçta aralarında katliama bulaşan birileri var­
dı mutlaka. En azından bir kişi.
Ama hiçbirine bakıp da şu veya şu herhalde veya sadece bel­
ki de şudur diyemiyorum.
Sahiden başka yerde olduklarından farklı kişiler mi? Eski­
den olduklarından çok mu farklı bu insanlar? Gerçekten de­
gişmişler mi?

221
Viyana, Mayıs

Dün sorulan sürdürmekte kararsız kaldım. Sözcüklere dök­


tüğüm anda sorudan şüphelendim, savunma gibi geldi bana,
bir çeşit <whitewashing>· gibi. Ne var ki denemekten başka
çarem yok. Şimdi soruyu ikiye ayırıyorum:
( 1 ) Acaba o kişiler, insanlık dışı şeyler yapmak zorunda ol­
dukları sürece mi insanlıktan çıktılar bir tek ya da kendilerini
öyle hissettiler? Başka bir tutum sergileme ve başka duygula­
ra sahip olma şansları kalmadığında mı? (Böylece insanlıktan
çıktıklannı kabullenmiş oluyorum. Baskı altında insanlıktan
çıkmış olmalarına rağmen başka türlü duygular içinde olduk­
larını iddia etmek naifçe ve boş hayal bence. )
( 2 ) Peki şimdi, baskı ortamı ortadan kalktıktan sonra, ger­
çekten bir kez daha değişip eski hallerine dönmüş olamazlar
mı? Tıpkı suyun bir ara buz olup sonra fiilen yine suya dönüş­
mesi gibi. Eski yaşadıkları ortamda gerçekten eskisi gibi olma­
mışlar mıdır? (Nota bene: Bununla sadece, bugün o barbarlığa
kalkışmayacaklarını değil, aksine, gerçekten de yine yeniden,
barbarlık yapacak durumda olmadıklarını söylemek istiyo­
rum; hatta buna niyetlenecek ya da sırf akıllarının ucundan
geçirecek yapıda bile değiller. )
Soruyorum sadece.

Viyana, Mayıs

K. ile Viyana sokaklarında turluyoruz. Konu yine imha düze­


neklerinden açıldı. K. , en azından cephedeki ve işgal bölgele­
rindeki askerlerin genelde bundan haberleri olduğunu iddia
etti. K. vahşeti geçiştinneyen az sayıdaki düzgün insandan
biri. O kadar ki yaşananları kendi zaman hesabının sıfır nok­
tası olarak belirlemiş; yani yaşamını ve insanlar hakkındaki
fikrini o gaddarlıklardan hareketle geriye ya da ileriye doğru

lng. Aklama -yhn

222
başlatmış; radikal düsturunu da öylesine keskinleştirmiş ki o
iğrençliklerde <insanın gerçek doğasını> görüyor, <insanın ne
mal olduğu ortaya çıktı sonunda> diyor.
Bu çok sivri düstur, beni de varsayımlarımı aynı şekilde
sivriltmek zorunda bıraktı.
"lyi ama, birçokları baskı ve tehditle zorlandı buna."
Yüzünde kuşku ifadesi belirdi.
"Bundan kuşkunuz mu var yoksa?" diye sordum.
"Bana kalırsa o insanlar o iğrençliklere kalkışmamaları için
öncesinde baskı altındaydılar. Ama sizin <baskı> dediğiniz şey
gündeme oturunca, onlara baskının sona ennesi gibi geldi bu;
o zalimlikleri yapma ruhsatı gibi; bir bentteki gedik gibi: Böy­
lece sular kendiliğinden boşaldL Keşke bir görseydiniz, insan­
ların nasıl bir hafiflikle toplu infazlar yapmaya gittiğini; bu işi
nasıl hiç önemsemeden kotardıklarını; geri geldiklerinde ne
kadar serinkanlı olduklarını."
Ne de olsa tüm bu olanları ben değil o yaşamıştı birebir.
Epey bir süre suskunluğumu bozmadan yürüdüm yanında.
Fakat ikna olacak gibi değildim.
"Bana öyle geliyor ki," deyip söze girmeyi denedim sonun-
da. "Gözden kaçırdığınız bir şey var."
"Neymiş?"
"Bir ruh yasası."
"Psikolog değilim ben."
"Psikolojide bunun esamesi okunmaz."
"O halde?"
"Duygular ve davranışlar tersine çevrilebilir."
"Anlayamadım."
"Eğer birine karşı bir şey hissetmiyorsanız, ona karşı tavn­
ııız da umursamazlık olur."
"Öyle. Sonra peki?"
"Tersine çevirin. Birine karşı kayıtsız davranıyorsanız, ona
karşı hissettiklerinizde de kayıtsızlaşırsınız."

22 3
"Aynen öyle," diye mırıldandı.
"Ne demek aynen öyle ?"
"İşte alçaklık tam da böylesi bir şey."
Sessizlik.
"İnsanlardan çok fazla şey beklenebileceğini nereden çıkar­
dınız ?"
"Nasıl fazla şey? "
"Her iki edimi titizce birbirinden ayırma gücü ve özgürlü-
ğü."
"Edimmiş," dedi alaycı bir tonda.
Öfkelendim. "Ne zannettiniz ya, edim tabii Sabahtan akşa­
ma kadar insanları hayvan yerine koyup onlara bağırdığınızı,
hayvan muamelesi yaptığınızı varsayalım, sonrasında duygu­
larınızı bu davranışlarınızdan ayıracak gücünüz kalır mı zan­
nediyorsunuz?"
Alaycı bir bakışla "Siz orada mıydınız?"
"Bu gücü bulabilir misiniz kendinizde ?" diye sordum tek-
rar.
"Aynen öyle," diye mırıldandı. "Alçaklık da burada ya za­
ten."
"Kısa bir süre sonra insanları artık insandan saymamaya
başlarsınız. Onu bırakın, algılayamazsınız bile. Size dayatıl­
mış her alçaklık sırasında, karşınızdakilerin insan olduğunu
fark edecek olsanız, bunu hissedecek olsanız, son verirsiniz
yaptıklarınıza."
Kaşlarım çattı. Kimbilir neyi hatırladı. Bir süre sonra da
özetledi: "Aklama çabaları işte."

Ne kadar üzücü ve ne kadar yanıltıcı, karşılıklı başka dilden


konuşuyor olmamız. Veda edip ayrıldık: Bir tarafta, yaşadıkla­
rını unutmamış, dürüstlüğünü korumuş, çok sonrasında bile
kendini yalnızlaşmış hissetmiş ve bunca yıldan sonra nihayet

22 4
yakınlık duyabileceği bir iç dünyası olan birini bulduğunu
zanneden o; diğer tarafta geri dönmüş ve yaşananlan kavraya­
bilme yolunda şimdi ilk ürkek adımlan atmayı deneyen ben.
Vedalaşıp ayrıldık kısacası, birbirimizi karşılıklı hayal kınk­
lığına uğratarak. Ben onu, çünkü kısa devre yaparak düşün­
düğünden, benim <aklama> çabasında olduğumdan emindi.
O da beni, çünkü onun bu gözü dönmüşlük savının kimseye
bir yaran yoktu. lkimizin, burada kalmış olanla sürgüne gön­
derilmiş olanın, birlikte hareket etmesi gerekirken bu denli
uyumsuz olmasında, suçun ne onda ne bende olduğunu nasıl
anlatabilirim ki ona.

Viyana. Bir birahanenin bahçesi, Mayıs

Boğulmak üzereyken, ölüm korkusuyla, yüzmekte olan birine


sanlıp tutunarak onu birlikte dibe çeken kişi katil değildir. Fa­
kat zaruretten öyle davrandığı şeklindeki gerekçe yetersizdir.
Boğulanın gözünde , yüzme bilenin insan ya da kendi benzeri
bir varlık değil de tamamıyla başka, çok daha genel bir katego­
ri.ye ait bir nesne, yani bir <dayanak> olduğu söylenirse ancak,
açıklamanın eksiği giderilmiş olur. Yüzen birine tutunmasına
bakarak, böyle biri daha önce de, bütün yaşamı boyunca ko­
laylıkla benzer şekilde boğulup ölebilirdi gibi bir sonuç çıkar­
mak anlamsız.
O zamanlar o caniliği yapanların çoğunun, boğulmakta
olanın içine düştüğü türden bir acil durumda olmadığı söy­
lenebilir mi? Insanlan yakmaya zorlananların, kurbanlarım
o andan sonra da insan olarak algıladıkları düşüncesi aklın
alacağı bir şey değil. Tahminen insanlar onlar için <bambaşka
bir kategorinin nesneleri> haline gelmişti. Hatta muhtemelen
kurbanlanm <yanlışlıkla> yeniden insan olarak görüp ayırt
etme tehlikesini sezdiklerinde, onlara daha <insanlıkdışı>
davranışla ve daha bir panik içinde vurmuşlardır.

22 5
Belki de böyle biri şimdi yan masalardan birinde oturuyor.
Şurada kestane ağacının dibinde, annesi ve karısıyla. Soldan
ikinci örneğin, dobermamyla oynayan adam. Yakayı ele verdi­
ğini bir bilse. Ama burada insanları insan olarak görme şansı­
na sahip; o da laf mı, başka türlü algılama şansı yok.
Demek istediğim, burada, tanındığı, görüldüğü ve değer­
lendirildiği bir ortamda o alçaklıklara kalkışma cesaretini gös­
teremeyecek olması bir yana, böyle şeyleri içinden geçirmesi
dahi söz konusu olamaz. Burada birilerine kötü davranmak ne
benim aklıma gelir ne onun.
Kısacası: Onu içine ittikleri o dehşet ortamında hakikaten
dehşet verici biri olup çıktığını ve tanınmayacak hale geldiğini
yadsıdığım yok. Ancak o ortam çözülüp dağıldığı için bu ada­
mın hala o haliyle kaldığından ve nihai olarak hurdaya çıktı­
ğından emin değilim.
Kuşkusuz bu <geridönüşüm>ün olumsuz bir yam da var:
Şöyle ki tecrübeden yoksun kalmış oldu. Hatta denebilir ki
tecrübe kazanacak kapasitede değildi.

Viyana, Mayıs

O halde ayırt etmemiz gereken üç olasılık var:


( 1 ) İnsanlar o vahşeti ister hevesle, ister baskı altında, gö­
nülsüzce sergilemiş olsunlar: Bir kez işlemiş oldukları bu su­
çun izleri asla silinmez, o yüzden bugün hala ve nihai olarak
bozulmuş halleri geçerlidir. (Bu durumu ele almadık.)
(2) K.'nin savı: İnsanlar vahşet sırasında gerçek yüzlerini
gösterdiler. Bu kadar çabuk yozlaşabildiklerine göre oldum
olası aşağılıktılar.
(3) Benim varsayımım: Yaptıkları, o zamanlar onları ger­
çekten biçimlendirmiştir; ama işte sadece o zamanlar. Çünkü
bugün artık şimdiki durum tarafından keza gerçekten <biçim­
lendiriliyorlar> ya da gerisin geri eski biçimlerine sokuluyorlar.

226
Üçüncü olasılık, doğruysa eğer, aynı zamanda hem avutu­
cu hem cesaret kıncı. Bir arada yaşadığın kişilerin <canavar>
olmadıklarım bilmek avutucu. Her seferinde içine düştükleri
durumların birer varyantından başka bir şey olmayan insan­
larla bir arada yaşadığını bilmekse cesaret kıncı.
Birinci ve üçüncü olasılık birbiriyle çelişmiyor. Sadece
farklı vakalara ilişkinler. B durumuyla biçimlenmiş binlerce
kişinin, yeniden A durumunda yaşayacak beceriyi göstereme­
mesi mümkün (Birinci Dünya Savaşı sonrasında uygarlıkla­
rına yeniden dönme becerisi gösteremeyen Baltıklılar gibi) .
Diğer (kafa yorduğum) binlercesiyse yeniden kavuşulan A
durumunun dayattığı davranış tarzı nedeniyle, yeniden <es­
kisi> gibiler. (Hiç kuşku yok, yarın bir gün, yeni bir durumla
karşılaşınca yeniden <başka birileri> olacaklar) .

Viyana, Mayıs

Bütün bunlar biraz çarpık olmadı mı yine de?


Yüzen kişiyi artık insan olarak algılamaz deyip boğulma
tehlikesi geçirenin tarafım tuttuğumda, K.'nin usulca söyleni­
şini yeniden duyar gibi oldum: "Alçaklık da bu ya işte ."
Çıkışmakta haklı değil miydi?
Boğulmakta olan birinin gözünde karşısındakinin yabancı­
laştığı, onu artık sadece <tutunacak bir şey> olarak algıladığı
ve insanlara <materyal> muamelesi yapmak zorunda kalan bi­
rinin, çok geçmeden onları artık insandan saymayacağı sapta­
maları doğru gerçi, ama bu, bir olguyu tanımlamanın ötesinde
bir şey mi peki? Ahlakçıların buna itiraz ettiği oldu mu? Bu
gerçeği daha yeni kabullenmediler mi? Ama işte bir <skandal>
olarak görmediler mi? Tam da skandalı kabullendikleri için mi
ahlakı bir zorunluluk sayıyorlar? Ahlak çağrısı daima ve esas
olarak bu doğal, yabancılaşma olgusunu alt etmeye ve kırma­
ya yönelik değil miydi?

227
Kendi çöplüğünde ahlaklı davranmak, orada insanı insan
olarak görmek marifet değil. Ahlaki sorumluluk ait olmadığın
yerlerde, yabancılaşmaların araya girdiği, insanı insan olarak
kavramanın güçleştirildiği durumlarda başlamaz mı asıl? Da­
hası ahlaki edim tam da boğulmakta olanın her şeye rağmen
tavizsizce, sonuna kadar karşısındakini insan olarak algılama­
sı ve ona asla <tutunacak bir şey> gözüyle bakmaması değil
midir?
Sorular. . .

Viyana, Mayıs

Soruların yanıtının <evet> olduğunu varsayalım.


Ne olursa olsun, bu evet, aynı zamanda insana ahlaki açı­
dan varlık gösterme fırsatı sunuyor diye yabancılaşmaları da
onayladığımız anlamına gelmemeli asla. (Biraz da kimi za­
man bedenselliğin ruhun rakibi olarak kabul edilmesi gibi) .
Aksine diyorum ki: Kahrolsun ahlaki edimlerin zorunlu­
luğu. Bizlerin görevi aslen, yabancılaşmanın sorumlusu olan
güçlere; insanları, başkalarını insan olarak görmemeye
planlı programlı - yönlendiren Hitler iktidarı gibilerine karşı
kavga vermektir.
Ahlaken imrenilecek olan, mümkün olduğunca fazla sayı­
da insanın (Dünya'ya karşı) ahlaken doğru tavır takındığı ya
da takınmak zorunda kaldığı durum değil; tam tersine insan­
lıktan çıkmaya dönük <ayartılma> olasılığının en aza indiği
durumdur. Yani paradoksal bir ifadeyle, etiğin <kalktığı> ve
olmasa da olur diyebileceğimiz durumdur.
Çünkü sonuçta etik pek öyle arzu edilecek bir şey değil:
Etiğin varlığı, toplumun organizasyonunun, insanı sürekli
suçlu hale getirebilen ve etiği <kaçınılmaz> kılan türde oldu­
ğunu kanıtlar sadece. lyi bir Dünya'da erdemler gereksizleşir.

228
Viyana, Haziran

Edebiyatın, gerek İkinci gerek Birinci Dünya Savaşı'ndan son­


ra, dehşeti ne kadar az konu ettiğine tekrar tekrar şaşırmadan
edemiyor insan.
Açıklaması: Daha olağan bir yaşamda, utanmazlıklara ve
bayağılıklara yer yoktur, öylelikle hatırlanmazlar da. Şimdi ar­
tık biraz daha yaşanır olmuş Dünya'da yeniden nazik komşu­
muz olup çıkmış, o zamanın gözünü kan bürümüş ucubesin­
den, tutup da o canavarlıkları hatırlamasını bekleyebilir miyiz
acaba? (Bambaşka bir <Dünya'nın> denk düştüğü) o zamanki
yaşam tarzı, şimdikinden masif mi masif bir duvarla ayrılmış
mıdır da öylelikle ulaşılmaz, yani hatırlanamaz olmuştur?
Galiba bellek yitimi sanıldığından çok daha yaygın bir şey.
Gün geceyi hatırlamaz, gece günü. Nadiren hatırlar ya da. Bu
bellek yitimine neden olan şey şöyle açıklanabilir: Bir A du­
rumundan (ya da <ortamından>) tamamıyla farklı bir B du­
rumuna atlayan kişinin kimliği gerçekten yiter gider. B duru­
munda, A durumuna gönderme yapan hiçbir unsur bulamaz.
Gündelik dil sadece <başkaydın> demekle yetinmez, <orada
bambaşka biriydin> diyerek kestirip atar. Doğru söze ne denir.

Viyana, Haziran

K. ve bir tanıdığıyla dolaşıyoruz. Geçen günkü tema ve K.'nin,


vahşeti aklamaya çalıştığım yönündeki eleştirisi peşimizi bı­
rakmıyor. Konuyu hiç açmadığımız halde. Tek kelime etme­
den öylece birlikte yürüdük.
Wienzeile'deki pazar yerine geldiğimizde ancak konuşma
fırsatı doğdu. Satıcı kadınlardan biri, önündeki tekneye elini
daldırıp bir tumabalığı çıkararak tezgahın üzerine attı; sonra
da bir müşterisiyle çene çalmaya başladı; o sırada hayvancağız
tahtanın üzerinde çırpınıp duruyordu.

22 9
K de bu durumu bir süre izledi. "Balığın bu yaptığı da sizin
düsturunuza verilmiş bir yanıt," dedim.
"Hangi düsturuma ?"
"Vahşet uygularken insanın gerçek yüzünün ortaya çıktığı
yolundaki."
"Tecrübeyle sabit bu." Durmayıp devam edelim istedi.
"Tamam, tecrübe."
"Turnabalığının konuyla ne ilgisi var şimdi?"
"Her zamankinden farklı davranıyor da ondan. Bildiğimiz
<asıl halinde> ondan asla beklenmeyecek hareketler sergili­
yor."
"Almancası: Suda olsaydı böyle bir davranışta bulunmaz­
dı."
"Aynen öyle."
"Yanlış: Yalnızca sudayken böyle bir davranışta bulunur­
du."
"Belki de. Çünkü yalnızca sudayken b u hareketler gerçek
anlamda <davranış> sayılabilirdi Suyun içinde ancak, isabetli,
anlamlı, koordine ve başarılı olurlardı. Oysa şu anda bir panik
ve oynatmışlık halini anlatıyor. "
"Oynatmış," diye tekrarladı.
"Aynen öyle, oynatmış. Sözcüğün gerçek anlamıyla. Sıfat­
fiil anlamında. Çünkü kendi doğal ortamındaki yerinden oy­
natılmış ve ters bir ortama kaydırılmış durumda. Her bir organ
oynatmış durumda. Çünkü bu organlar sadece suya hazırlıklı­
lar, sadece suyu <kavrayabilirler>. Solungaçlarının nasıl çalış­
tığına bir baksanıza. "
Bakışlarını kaçırdı balıktan.
"Hava sanki suymuş gibi resmen," diye açıkladım.
Omuzlarını silkti. "Bu iş için varlar.'.'
"Kuşkusuz. Ama sonuçta havaya da ihtiyacı var hayvanın."
"Suda," diye karşılık verdi.
"lşte taşı gediğine koydunuz. Havayı bile ancak sudan al-
<lığında kullanabilir sadece. Bu dışarıdaki hava ise kendisine
yabancı, hem de bildiğimiz havadan başka bir şey olmamasına
rağmen. Sırf havadan başka bir şey olmadığı için denebilir ya
da. Hava, balık için burada adeta bilinmeyen ve hava olarak
teşhis edemeyeceği bir şey. Her halükarda, hava olarak kapa­
mıyor bu şeyi. O yüzden de hava olarak algılayamıyor. Hava­
sızlıktan boğulup ölecek."
<Yabancı>, <bilinmeyen> ve <algılamak> tabirleri sırasında
kaşlarım çatmıştı. Paralellikleri seziyordu. "Lafı nereye getir­
mek istiyorsunuz ?"
"Sizin meseleye," diye karşılık verdim. "Şu anda gelmiş bu­
lunduğumuz."
"Yani?"
"Balığın bu oynatmış hali bize onu tanıma fırsatı verir mi
sizce?"
Yanıt vermedi.
Daha bir genelleyerek devam ettim. "Bir canlının, tam da
doğasına aykırı bu tür bir durumda gerçek <yüzünü> ortaya
koyacağına inanıyor musunuz?"
"Olmaz herhalde."
"Çünkü bir varlık," diye özetledim, "kendini ancak doğal
ortamında ortaya koyar."
Bu ilk galibiyetten sonra öncelikle susmayı tercih ettim.
Konuya yeniden dönen o oldu.
"Yani sizin iddianıza göre," diye tercüme etti, "Hitler'in
boyunduruğu altındayken de insanlar doğal ortamlarından
koparılmışlardı; doğal olmayan bir duruma itilmişlerdi. O du­
rumda karşılaştıkları şeyleri neye benzeteceklerini bilmiyor­
lardı, örneğin insanları insan yerine koyamadıkları gibi, kendi
yaptıklarım da ayırt edemiyorlardı."
"Böyle düşünmeye çalışıyorum en azından. O yüzden bu
durumun insanın gerçek doğasını 'gözler önüne serdiğini' söy­
leyemeyiz."

23 1
"Hının, peki nerede gözler önüne seriyorlar insanlar doğa­
larını?"
"Siz, 'bu durumda' derseniz, ben de derim ki doksan dokuz
kere de kendilerine ait, kendi doğal ortamları olan bir dünya,
o tür iğrençlikleri akıllarından dahi geçirmeyecekleri bir
dünya kurma becerilerini ortaya koydukları durumlarda. lşte
o zaman ortaya çıkar doğaları."
O anda hiçbir karşı argüman elle tutulabilirmiş gibi gelme­
di ona. Ancak kuyruğu kıstıracak biri değildi, aykırılık içine
işlemişti. Ahlaki varoluşu buna bağlıydL Yüz ifadesi benim
tüm argümanlarımı birer saptırma olarak gördüğünü ele veri­
yordu , bu meselelere saptırmalarla yaklaşmak da kabul edilebi­
lir şey değildi onun açısından. Yolun ortasında durdu , "Bakar
mısınız ," diye sordu birden, "sahiden, mazeret madrabazlığına
soyunmaya mı geldiniz buraya? Vahşeti savunmaya mı? Böy­
lelerinden yeteri kadar var başımızda."
Üzülerek kafamı iki yana salladım. "Aksine insanların yeni­
den iğrençleşeceği durumların yine yaratılmasını önlemek . . .
bunu önlemeye yardımcı olabilmek için."
"Bilmez miyim," diye yanıt verdi. Beni bir ahmak olarak
gördüğü su götürmezdi. Çünkü acı çeken kasvetli birinin gö­
zünde, pes etmeyen herkes ahmaktır.

Viyana, Haziran

K. gider gitmez, tanıdığı, kolumdan tutarak, birkaç dakika­


mı almak istediğini söyledi. Bizim konuşmalarımız boyunca
sessiz kalmıştı. Tamamen ihmal etmiştik onu. "Rica ederim
buyrun," dedim.
"Tumabalığı diyorum hani," diye girdi söze.
"Evet, ne olmuş?"
"Basmakalıp bir hayat tarzı var. Tüm hayvanlarda olduğu
gibi. Davranış biçimi <belirlenmiştir>. Belli bir dünyaya göre
belirlenmiştir."

2 32
"Ee?"
"Belirlenmiş olduğu içindir ki hakkında gözlem yapıp fi­
kir yürütebiliyoruz. Örneğin akıllıca bir saptamayla, tezgahın
üzerine atılmış balığın ona ters bir ortamda bulunduğunu söy­
leyebiliyoruz." Yüzünde benimle dalga geçtiğini gösteren en
ufak bir belirti yoktu.
"Felsefeci misiniz?" diye sordum.
"Öylesine hobi benimkisi. Bu doğal olmayan halde balığın
hiçbir şeyi ayırt edemediği ihtimalini dile getirirken kuşku­
suz haklısınız da. Genelleyerek söylersek tek tek şeyler, aşina
olmadığımız ve bilmediğimiz ortamlarda karşımıza çıktığında
yadırgar ve teşhis edemeyiz."
Şaşkınlıkla yüzüne baktım.
"Şöyle diyelim ya da, balık kendi dünyasından koparıldı­
ğında, onsuz yaşayabildiği süre boyunca, en azından henüz öl­
memişse, her şeyi, hatta her girişimi, tek bir şey, asıl ortamına
geri dönebilmenin bir aracı olarak görür sırf. Ne yaparsa yap­
sın, yaptığının bilincinde değildir. Doğru anlamış mıyım sizi?"
"Benim kendimi anladığımdan daha iyi anlamışsınız," de­
dim.
"Teşekkür ederim. Bunlar ön açıklamalar sadece. Şimdi
bizi düşünün bir de. Insam yani. İnsanın da tumabalığı gibi
belirlenmiş olduğunu söyleyebilir misiniz ?"
Bekledim.
"Bir sürü dünyası yok mudur kurup ettiği? Toplum biçim­
lerinin her türünü denememiş midir? Tarih boyunca demek
istiyorum. Hepsi yapay değil mi?"
Hak verdim.
"Teşekkür ederim. Peki hepsi yapaysa, <doğrusunun> han­
gisi olduğunu nereden bileceğiz? Hangisi bir yaşamsal öge,
hangisi değil? Ne fark eder artık? Bu yapay dünyaların her
biri <ona ait> hale gelmemiş midir? Tercih ettiği sayısız yaşam
tarzı, onun ikinci doğası olmamış mıdır?"

2 33
"Öyledir belki de, ikincidir," diye kesin olmayan bir yanıt
verdim
"Elbette ikinci. Çünkü insanın birinci doğasını oluşturan
şey, tam da bir doğasının olmayışıdır."
İfade şekli benim için sarsıcı olmaktan uzaktı. Tersine, ay­
nısını yirmi yıl önce hararetle ben savunmuştum. Hatta bu
yüzden Cassirer tarafından sertçe eleştirildim. "Açıklar mısı­
nız," dedim.
"İnsanın ne belirlenmiş bir yaşam biçimi vardır ne belirlen­
miş ve ona uygun �ir dünyası. Çünkü insan <doğası>, tam da
işte kendine ait dünyalan bizzat üretmesi, değiştirebilmesi ve
sürekli yeniden tasarlayabilmesinden oluşur. Tarihin akışına
baktığımızda örneklerini fazlasıyla görüyoruz. İşte insan <do­
ğası> budur. Yapaylıktır yani. İsterseniz siz <özgürlük> deyin
buna: İnsanın özgürce şöyle ya da böyle olabilmesi Dünyası­
nın şöyle ama aynı zamanda başka türlü de olabilmesi." Kü­
çümser bir tavırla omuzlannı silkti: "Eski kulağı kesiklerden
tabii, hem de ne eskilerden."
"Yani?"
"İşte asıl mesele de burada ya. Dediğim gibi. İnsan tara­
fından oluşturulmuş durumlann hepsi yapaysa ve bu yapay
ortamlar onun için doğal hale gelmişse, insanı anlatırken 'do­
ğal' ya da 'yapay' terimlerini kullanamayız. Aradaki fark an­
lamsızlaşmıştır artık. Sizi alıkoyup vaktinizi aldığım için özür
dilerim."
Sonra da beklemeyip gitti.

Viyana, Haziran

Yanıtımı yazılı olarak K. aracılığıyla kendisine ulaştırdım.


Mektuptan alıntılar: "Doğru, biz insanlar tarih boyunca sa­
yısız farklı dünyada, yine sayısız, bu dünyalara göre ölçülüp
biçilmiş davranış formuyla yaşadık. . . sanının sayısız olası

234
<dünya> da henüz önümüzde duruyor: Hepsinin benzer şe­
kilde <doğal> ve <yapay> olduğunu da yadsıyacak değilim. Bu
dünyaları <gerçek> ve <sahte> diye ayırmayı ciddi hiçbir ta­
rihçi düşünmez; ayıracak olsa da aradaki sınır çizgisi, insanla­
ra sözde <doğal> gelen Dünya şeklindeki bir bölgeyle <yapay
dünyalar> arasında uzanmazdı. Aksine bu sınır, yapaylıkların
alam dahilinde kalırdı: Çünkü hepsi birer insan ürünü.
Ancak <sahte> dünyalar buna rağmen var ve <gerçek>le
<sahte> arasında ayrım yapmak her şeye rağmen meşru. Şöyle
ki bu ayrım yapabilme hakkı, sizin tayin ettiğiniz özgürlük
sorunuyla bağlantılı, gerçi <özgürlük> denince sizin anladığı­
nızdan çok daha elle tutulur bir şey anlıyorum. Sizin sözünü
ettiğiniz insanın özgürlüğü sadece. <Ya kimin olacaktı?> diye
soracaksınız. Sorunuza soruyla karşılık veriyorum: <İnsan de­
diğiniz kimdir? Bir bütün olarak mı insanlık?>
lnsan derken, dış görünüş itibarıyla hayvanlardan farklı
olmayı mı kastediyoruz? Bu arka planla forsalar bile özgür
sayılırdı kuşkusuz. Bu tür bir özgürlüğü ahlak tartışmalarına
dahil ettiğimizde, özgürlük kavramı dediğimiz şey bir perdele­
me manevrasına dönüşmez mi? <Etik> adını verdiğimiz alan­
da insanla hayvan arasındaki ayrım konu edilmez, insana da
rastlanmaz orada ayrıca. lnsan için kullanılan eril ön isim eki
bile bir aldatmaca: Dilini kullandığınız felsefi antropoloji de
böylelikle kolayca sistematik bir allayıp pullamaya dönüşür.
Demek istediğim, insanın insanlar olduğudur: İnsanın yal­
nızca çoğul olarak var olduğudur. İnsanlar, <insan> fikrinin
tesadüfen seri üretimle imal edilmiş örnekleri değildir, aksine
çoğul kavramı bu modelin özelliklerindendir. <İnsanlar> te­
kil <insan>ın çoğulu değildir, tersine tek tek her insan esasen
<insanlar>ın tekil halidir.
Biliyorum <insan> derken siz de tek bir insanı kastetmi­
yorsunuz. Ne var ki tipin tanımlanmasına hizmet eden, dilde-

Almancadaki "der", yani maskulin ön eki kastediliyor -çn

235
ki tekil, <insan doğası>mn özelliklerinden olan insanın çoğul
haline bakışı bulandırmakta ya da engellemektedir işte. Öte
yandan bu engelleme filozofların pek işine gelmektedir: Çün­
kü tekil, sorunun diyalektiğini gözden kaçırmaya yol açmak­
ta. Böylece şunu demek istiyorum:
<İnsan - insanlardır> formülünde dile getirilen çoğul da bir
bakıma yanın hakikattir. Çünkü 'insanlar' hiçbir zaman nicelik
olarak çokluğu ifade etmez, aksine her zaman toplum demektir.
Bizzat 'toplum' sözcüğü bile tam olarak hakikati ifade etmez.
Çünkü toplum bir de daima egemenlik içerir. Egemenlik de da­
ima egemenlerden ve boyunduruk altındakilerden oluşur: Şu
adına yaraşır özgürlük ve bağımlılık meselesi ilk bu bağlamda
ortaya çıkar ancak. <İnsan> birçok ortama, tarzlann ve davranış
kalıplanmn sonsuz sayıdalığına açıktır, bu açıdan özgür olabilir.
Ne var ki insanlann çoğunluğu dilek kipinde özgürdür. Olabilmeyi
çok isterlerdi; ama olamazlar. Bunun nedeni ise başka birilerinin,
yani egemenlerin sahiden özgür olabilmesidir, bildirme kipinde
yani. Yoksa şimdi siz de mi kalkıp tutsaklığı bizzat özgürlüğün
göstergesi ilan edeceksiniz; insan özgürlüğünün bir yanıyla da
insanın insanı boyunduruk altına almak olduğu savım mı ileri
süreceksiniz? Umanın yapmazsınız.
Argümanlannız, insanın tarihte değişik çağlarda, tam üs­
tüne oturan ve benzer şekilde yaşamının <esası> haline gelen
farklı dünyalar yarattığı varsayımım içeriyordu. Sizin insanın
yerine <toplum>u koymamız halinde bu varsayımın haklılığı
tartışılır doğrusu.
Hükmedenleri ve hükmedilenleri olduğu için bu dünya­
lardan hiçbiri toplumun bütünü tarafından tasarlanmamış,
hiçbiri toplumun tamamının üstüne <oturması> amacıyla
kurulmamıştır. <Esasen insan> hakkında söylediğiniz her şey
yalnızca efektif anlamda özgür olanlar için geçerlidir. Egemen
bir sınıf, sahip olduğu dünyayı <bizim dünyamız> olarak ad­
landırıyorsa, yerden göğe haklıdır. Onlar açısından, iyelik za-
miri sadece psikolojik bir anlam ya da sadece aidiyet duygusu
değiL aynı zamanda reel bir mülkiyet ilişkisi, reel bir karar
verme ve düzenleyip uyarlama yetkisi ifade eder. Dünya bi­
çilmiş kaftan gibi üzerlerine <oturur> ya da bir klavye gibi
parmaklarına yakışır. O dünyada yaşamak, ona uygun davran­
mak, egemen sınıfın gerçekten de <ikinci doğası>. Ama işte
sadece egemen sınıfın.
Peki ya hükmedilen açısından durum nedir? En uç örnek­
ten yola çıkarsak, köle açısından?
Erk dünyasında onun da hesaba katıldığı doğrudur gerçi.
Ne var ki Dünya'nın ona göre de <ölçülüp biçilmiş> olması
anlamında değil. Onun yaşamı, daha çok diğerlerinin dünyası­
na alet olacak şekilde düzenlenmiştir: Yani üzerine oturan bir
elbiseyi giymek yerine, egemenlerin üzerine oturan elbiseye
uyar. <Dünyam> ve <dünyamız> diye konuşmakta serbesttir -
uşaklar da <efendim> demiyor mu - ancak kullandığı iyelik za­
miri neyin ona ait olduğunu değil, onun nereye, resmen kime
ait olduğunu gösterir. Bu gerçeği <insanın özgürlüğü>nün ka­
nıtı olarak kullanmakta zorlanacağınızı düşünüyorum; meğer
ki insanın baskı altındayken de, dışlandığı dünyayı, en azın­
dan psikolojik olarak, <kendi> dünyasına dönüştürebilecek ve
kendini o dünyanın yerlisi hissedebilecek kadar özgür (yani
mümkün olduğunca az belirlenmiş ve mümkün olduğunca
kalıba sokulabilir) olduğu yolundaki savı sahiplenmeye cü­
ret etmiş olun. Buna karşın hayvan hayli tekdüzedir, pek az
özgürdür. Hayvandan adam olmaz, uşak hiç olmaz örneğin.
Böyle bakarsak, dışlandığımız dünyayı yine de <kendi> dün­
yamız olarak algıladığımız olgusu elbette tartışılmaz. Sosyolo­
jik olarak da büyük önem taşır bu. Böylelikle örneğin tipik bir
küçük burjuvayı, kendisini psikolojik açıdan aslen dışlandığı
bir dünyaya ait sanmasıyla tanımlayabiliriz düpedüz. Ancak
<olmak>la <bilinç>· arasındaki bu uyuşmazlığı özgürlük gös-

Almancada: 'Sein' ve 'Bewusstsein' --çn

237
tergesi olarak kabullenmemiz mümkün değil. Ben, <insanın>
ayrıcalığı denince başka bir şey anlıyorum.
lşte böylece, sizin yadsıdığınız, <doğru> bir dünyayla
<yanlış> dünya arasındaki ayrımın, meşru, hatta zorunlu ol­
duğunun açıkça görülebildiği noktaya gelmiş bulunuyoruz.
<Yanlış> dünya, tümüyle başkalarının dünyasına ait objeler­
den oluşan dünyadır; sırf psikolojik anlamda <benim> olan,
buna karşılık kullanım alanında bana ait olmayan dünyadır.
Ahlaken de eo ipso yanlıştır: Köle, kendini, bir A erkinin A
dünyasına kusursuz biçimde uyumlu kılsa ve orada kendi do­
ğal ortamında yaşadığını sanmayı becerse bile, belirleyici olan
o durumda kendini artık insan olarak <algılamayıp>, tersine
Kant'ın diliyle söylersek, <içindeki insanlığı> kaldıran bir araç
yerine koymasıdır.
Daha da ileri gideceğim. Köleyi adeta <dünyasız> biri ola­
rak nitelediğimde, bir kere <Dünya'da> olduğu bile tartışılır
dediğimde de - üstelik akıllara zarar bir cümle kurduğumu
biliyorum - beni yanlış anlayacağınızı düşünüyorum açıkçası.
Bununla hedef tahtasına koyduğum şey, sizin argümanlarınıza
da sinmiş olan, Heidegger'in <var olmak> eo ipso <Dünya'da
olmaktır> şeklindeki tezi. Bu tez, maksimum bir geçerliliğe
ulaşıyormuş gibi görünse de kanımca butada yalnızca erk sa­
hibi insan kastedilmiştir ya da insanın pekala <özgür> olduğu
varsayımından yola çıkılmaktadır. Ne demek istiyorum?
Siz de en az benim kadar biliyorsunuz, sözünü ettiğim
tezde <Dünya> sözcüğüyle kastedilen fiziksel evren değil,
Heidegger'in deyişiyle <Var olma>nın <çırpınıp durduğu>
durumdur. Bu Dünya kavramı ne kadar <idealistçe> gözü­
kürse gözüksün, anlamsız olduğu söylenemez. <Bugünün
Dünyası>ndan söz ettiğimizde örneğin, evreni değil, tersine
güç odaklarının kendilerini sarmaladıkları, yani bizzat üretil­
miş bir dünyayı kastederiz. lfadenin idealistçe gözükmesinin
nedeni, elle tutulur üretim gerçeğinin yerine spekülatif bir te-
rimi geçirmesidir. Aynı şekilde ona göre Dünya, tasarlanmış
bir şemadır, var olmanın bir ürünüdür. Biz de ekleyelim, ürün
olarak, özgürlüğün bir göstergesidir.
Böyle bakıldığında - ve dediğim gibi, bu kavram meşrudur
- <Dünya> tüm şeylerin toplamı değildir. Daha çok, mümkün
olan her şeyin ve deneyimlerin, kararların ve beklentilerin yer
aldığı ve yön bulduğu bir çerçevedir, yani bir şemadır. Biz­
zat bilerek böyle düzenlenmiş bir Dünya'da yaşıyor olunca bu
şema, tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır. Öyle ki
belli bir amacı gözeterek özel kullanım için üretilmiş tek bir
aygıtın işlevselliği kadar açıktır. O kadar açıktır ki bizzat ken­
disi bile bir <dünya görüşü>dür ve ayn bir dünya görüşünü
gereksiz kılmaktadır.
Oysa yönetilen, bir anlamı olan o şemaya, başkasının ken­
di kullanımı için oluşturduğu dünyaya katılmaz, hem de bu
dünyayı asıl <yapan> o olduğu halde. O bu şemada eğreti du­
rur, perspektifi kaymıştır. Bulunduğu yerden, sahne dekorunu
yanın yamalak gören (kendisi sahnede rol aldığı halde ya da
tam da bu yüzden) oyuncununkine benzer bir perspektifledir
aşağı yukarı. Başka deyişle hükmedenin dünyasında yer alan
konumuyla, yönetilen, başkalarının <dünyasını> oluşturan
şeylere yanlış perspektiften bakar, hatta o kadar yanlış bakar
ki, başkaları için <dünya> olan şey onun için yalnızca <şeyler­
den> oluşur.
<Dünya görüşü yoktur da ondan>, diye itiraz edeceksiniz
şimdi Haklı olarak. Ne var ki bu saptama düşündüğünüzden
farklı bir anlama sahip. <Dünya görüşü> terimini sözcük anla­
mıyla alırsak, şeyler <dünya> olarak görülebilir demektir bu.
Öylelikle, dünya görüşü olmayan da, o şeyleri <dünya> ola­
rak elde bulundurma şansından mahrum kalana denir. Tam
da böyle birinin bir dünya görüşü peşinde koşmasında çelişkili
bir durum yok; böyle olmasının nedeni bir kere en başta bir
<dünya>ya sahip olmak için uğraş vermesidir.

239
Gördüğünüz gibi düşüncelerimin akışı, tasarladığımın çok
ötesine götürdü beni. Şunu ileri sürmüştünüz: Her türden
insan dünyası yapay olduğu, yani insan tarafından özgürce
oluşturulduğu için <gerçek> dünyayla <sahte> dünya arasın­
daki ayrım meşruluğunu yitirir. Şimdi ben, sadece bu ayrımın
meşruluğunu koruduğunu iddia etmekle kalmayacağım, aynı
zamanda, her tür özgürlüğü gaspedilmiş insanın, adını hak
eden bir Dünya'da değil de başkaları için bir <dünya> ifade
eden şeyler arasında yaşadığını söyleyeceğim. Savaş sırasın­
da Hitler tarafından Almanya'ya sevk ettirilmiş ve zorla çalış­
tırılmış yabancı işçilerin hala bir <dünya>da yaşadığını öne
sürmek örneğin, katışıksız sinizmdir. Sözünü ettiğim o insan­
lar, karşı koymadıkları sürece daha çok da aygıtların arasında
yaşıyorlardı sırf; nasyonal sosyalist şemada işlevleri fazlasıyla
belirlenmiş bu aygıtlar onlar için öylesine <objeler>di. Yaban­
cı bir dünyada yaşamak şöyle dursun, hiçbir dünyada yaşamı­
yorlardı. Keza Voltaire'in öfkesi sayesinde ünlü olmuş kürek
mahkumunun, dünya adını hak eden bir <dünya>da yaşadığı­
nı iddia etmek akıldışı olurdu doğrusu. Bütün organları ve im­
pulsları, elinden alınmış bir dünyaya göre biçimlenmişti onun.
Dünkü felsefi kelime oyununa yeniden dönersek, <oynatmış>
gibi davranması (tıpkı tezgahın üzerine fırlatılmış tumabalığı
gibi) doğal ortamından <oynatılıp> hiçbir şeyi kavrayamadığı
başka bir ortama kaydırılmış olması yüzündendir. En alışık ol­
duğu şeyleri de kavrayamaz o ortamda; çünkü dünyasızlık du­
rumunda - bunlar sizin sözlerinizdi - bilinen şeyler de tanın­
maz olur ve anlamsızlaşır. Belki de son bir <anlam> kalmıştı
onun için, ama bu, çevresindeki tüm şeylerin ortak anlamıydı.
Her biri onun <Dünya'da olması>nın önünde bir engeldi, baş­
ka da bir şey değildi (ya da her biri belki de kurtarma aracı
olarak denenebilirdi, başka da bir işe yaramazdı) . Yaşadığı pa­
niğin dayanılmaz hale geldiği bir anda önündekini öldürme­
siyle, tumabalığının tezgahta çırpınmasının nedeni aynı.
Bunun asıl konumuz açısından anlamı şu: Hitler"in bo­
yunduruğu altında milyonlarca insanın - ve milyonlarca Hitler
yanlısının da - zaten her türlü perspektiften yoksun biçimde
eklendikleri <dünya>dan nihai olarak sökülüp koparıldıkla­
nndan adım gibi eminim. Vahşete doğrudan katılmış olanla­
rın birçoğunun <bir dünyası> yoktu artık; o dünyasız konum­
larında hiçbir şeyin farkına varamıyorlardı; insanları insan
olarak algılamıyorlardı, algılayamıyorlardı; (yine sizin sözle­
rinizle) <yabancı bir ortamda, bildikleri şeyler de yabancı> ge­
liyordu kendilerine; en nihayetinde de daha önce asla olmaz
dedikleri eylemler mümkün hale gelmişti, çünkü o dünyasız
ortamda hiçbir ayrımın önemi kalmamıştı, her şey hem imkan
dahilinde hem imkansızdı adeta.
Gerçek bir dünyayla sahte bir dünyayı ayırt etmenin meşru
olmadığından emin misiniz sahiden?
Aradaki ayrıma itirazı olan biri, sadece teorik bir sav ortaya
atmakla kalmaz. Daha ziyade, günümüzün ahlaki görevini, bir
anlamda doğru bir Dünya'yı mümkün kılma ya da - aynı ka­
pıya çıkar zaten - insanları sistematik olarak dünyasızlaştıran
ve insanlıktan çıkaran güçlerin ipliğini pazara çıkarıp onlarla
mücadele etme görevini doğrudan felce uğratır.
Her kim <insan özgürdür> biçimindeki genelgeçer iddiayla
yola çıkıyor ve bu özgürlük kavramını ahlak tartışmalarında
kullanıyorsa, çok geçmeden bu kavram elinden alınacak ve
o daha ne olduğunu anlayamadan, insanların insanları tutsak
edebilecekleri olgusu da aynı şekilde <özgürlük> olarak görü­
lecektir. Tutsaklığa <özgürlük> mührünün basılıp onaylanma­
sı bir ilk değil.
<İnsan özgürlüğü>nü benim argümanlarımın karşısına
çıkardınız ya, gerçekten sizin kendi argümanınız mıydı bu?
Çünkü kendi felsefelerini altlarındaki iradesiz topluluğun ku­
lağına usulca fısıldamak, iktidarların yöntemlerinden biridir;
o denli usulca ki söz konusu topluluğun üyeleri, bu duydukla-

24 1
rı şeyin kendi içlerinden gelen sesten başka bir şey olmadığını
düşünür ve <işin felsefesini de> yaparak sırf kendilerini ya da
hakikati ifade ettiklerini sanırlar. Öyle mi gerçekten? Sahiden
kendilerini mi? Sahiden hakikati mi?"

Temmuz

Bunları yazarken, günlüğü iki haftadır hiç elime almadığımı


fark ettim. Oysa gördüğüm ve duyduğum <yeni şeyler>, ön­
ceki haftalardakinden daha az değildi. Ne var ki artık gördük­
lerimi günlüğün gözüyle göremiyorum. Yabancı olmanın ver­
diği avantajın yavaş yavaş kaybolmaya başlamasından olacak
herhalde. Asıl nedense galiba, yoluna devam eden Dünya, be­
nim bazı kararların arifesinde olmam, ufukta bazı yeni uğraş­
ların belirmesi, kısacası ısınmaya başlamam. Hareket halinde
olan biriyse bu işlerin, raporların adamı değildir. Gördükle­
rim karşısındaki reaksiyonlarım tamamen değişti. Uyarımla­
ra <Demek böyle ha?> ve <Neden böyle? > diye tepki vermek
yerine <Benim bu meseledeki tavrım ne olmalı?> sorusunu
soruyorum.
Sonuçta günlüğün evinin kapısını bir kez daha kilitliyo­
rum. Ama dışarıdan. Sokaktayım artık çünkü . . .
Günümüzde Harabeler

1952/53

Freiburg, Aralık 1 952

Yakılıp yıkılmış olanın daha güzel bir görüntüye kavuşacağı


aklıma gelmezdi ! lşte karşımda, ışıkları ta uzaklardan seçilen,
her zamankinden daha şık, ilk kez gerçek bir sembol niteli­
ğinde, pazar yerinin küçük evlerinin bodurluğundan sıyrılmış
haliyle Freiburg Katedrali: Yeniden doğuşunu bir terör saldı­
rısına borçlu !

Heidelberg, Ocak 1 953

Saray harabesi. O da hala yerinde duruyor. Henüz her şey


sağlam ve dayanıklıyken abidelerin de kalıcı olmadığını gös­
teren bir abideydi herkesin gözünde; yani görülmeye değer
bir çöküş sembolüydü. Şimdiyse dayanıklı şeylerin kendileri
çökmüş olduğu için, bu kalıntılar, o işlerin tıkırında gittiği,
durumun harabelere elverdiği zamanların melankolik bir anı­
tına dönüşmüş durumda. Bu saray da değişmiş öylelikle. Onun
tarihi de yerinde durmamış. Dün önceki günü değişime uğrat­
mış anlayacağınız. Yarınımız dünümüze daha neler yapacak
kimbilir.
Doğrusu patetik bir azamet eksik. Sağlamken bir eksiği
olduğundan değil. Hatta görkemliydi belki de o haliyle. lşin
aslı, kalıntıların, ancak tamamıyla yitip gitmiş bir dünyanın

243
tanıklığını yaptıkları zaman patetik olabilmeleri; bu yitik dün­
yanın izole olmuş elçileri olarak arta kaldıklarında ve şimdi
kendi çöküşleriyle, güçbela tanıklığını yapmaya devam ettik­
leri dünyayı nihai olarak altlarına alıp gömecek gibi oldukla­
rında yani.
Antikçağ'dan geriye harabeler dışında hiçbir şey kalmadı.
Bu 'hiçbir şey' harabeleri patetik kılıyor.
Ama bu harabenin tanıklığını yaptığı Rönesans dönemi
dünyasından harika şeyler duruyor hala. O yüzden de patetik
bir harabe değil.

Heidelberg, Ocak

Harabeler, bizim zamanımızda bile çekici şeylerdi. Bizim


bile, ense kökümüzde çocuk sırt çantalarıyla, ailece çıkıp
Kynast harabelerine gittiğimiz olmuştur. Neden güzel acaba
sorusuna ya da güzel olmadığı düşüncesine takılma ihtima­
limiz yoktu çocuklar olarak. Babam da takılmazdı böyle şey­
lere. Tıpkı sıradağların ya da denizlerin güzelliğinden kuşku
duymanın aklımıza gelmemesi gibi. Neden sorusu kuşkuya
işaretti, ruh körlüğünün ya da benzeri bir şeyin belirtisi sa­
yılırdı. <Okumuşlardan> sayılma konusunda az çok iddiası
olan biri, eo ipso belli ölçüde sanata ve doğaya meraklıydı ve
tabii harabe sevgisi de buna dahildi, hem de anladığım kada­
rıyla <doğrudan doğruya duygusabdı bu sevgi bağı.
Günümüzde bu tür bir doğrudanlık nasıl da kuşku uyan­
dırır oldu. Ne kadar rehberlik gerektiriyor bu doğrudanlık !
Nitekim sakin kafayla bakınca, yıkılmışın ya da kırılmışın
güzel tarafım keşfedip sevmek hiç de öyle anlaşılır bir şey
değil. Kimlerin gözüyle baktık acaba biz? Atalardan kim, bi­
zim bu <dolaysızlığımızın> vaftiz babalığını yapmış olabilir­
di ki?

244
Kimler olduğunu ortaya çıkarmak zor değil. Kynast harabe­
lerini anımsadığımda, karşımda muazzam bir görüntü be­
liriyor. Bugün dahi. Yaşanıp görülmüş olanın sonraki sureti
bile o zamanki epizodun ideali aracılığıyla oluşuyor. Elbette
sadece muazzamlığın payı yok bunda. Harabelerde özlemi­
ni duydukları eskinin, yani darmadağın olmuş kutsal Alman
lmparatorluğu'nun kalıntılarım görmüş olan tüm Romantik­
lerin idollerinin de rolü büyük. Vaftiz babalarımız onlar işte.
Ancak harabe kültünün kurucuları Romantikler de değildi
tabii ki. Onların zamanında vardı bu kült zaten; onlara bile,
defalarca empoze edilmiş bir anlayış olarak ulaşmıştı. Orijina­
liyle karşılaştınldığındaysa tanınmayacak kadar dönüşmüş ve
Almanlaşmıştı.
Bu anlayışı hayata geçirenler Almanya'dakiler değildi kesin­
likle, ltalya'dakilerdi; yüz elli yıl önce değil beş yüz yıl önce;
Romantik çağın değil Rönesans'ın temsilcileriydi. Harabeleri
gören gözleri bize onlar yerleştirdi. Vaftiz babalarımız onlardı.
<Harabenin güzelliği> denince bizim anladığımızdan farklı
bir şey anlıyorlardı onlar kuşkusuz. Memleketlerinin toprağı­
m eşip kırık dökük parçalar aramış ve gün ışığına çıkardıkları
her yarım heykel gövdesine hürmette kusur etmemişlerse bu,
o bulgu yanm gövde olduğu için değil, aksine yanm gövde olma­
sına rağmendi. Aradıkları güzellik (yani Antik Dünya) bir yer­
lerde sapasağlam karşılarına çıkacak olsaydı, uğruna tüm o kı­
rıkları hiç düşünmeden feda ederlerdi. Toprak, tek bir bulguyu
bile zarar görmemiş şekliyle sunduğunda nasıl da coşkuya ka­
pılıyorlardL Ne var ki güzelliği harabelerde buldular işte - ne
yazık ki harabelerde: Bu <ne yazık ki>yi ne kadar vurgulayıp
tekrar etsek azdır. Sonuçta o sağlam parçalar da birer yarım
gövdeydiler: 'Aetas aurea'nın· birer sembolü olarak gördükleri
şeyler, eksiksiz haliyle boşuna geri getirmeye çalıştıkları bir
dünyanın, sadece kınklarıydılar bir bakıma.

Lat. Altın Çağ -yhn

245
Değişmeyen bir gerçek varsa o da aradıkları güzelliği kırık­
larda da olsa bulmuş oldukları, hem de bir iki istisnayı say­
mazsak, yalnızca kırıklarda bulmuş olduklarıdır. Böylelikle de
güzellikle harabe arasındaki bağlantı kök salmış oldu. Temel
sağlamdı artık; yanlış anlama serüveni başlayabilirdi.
Bu tür yanlış anlamalar hiç gecikmez çünkü. Tarih, bir
sendrom oluşturmayagörsün hele, anında bu sendroma nere­
den vardığını unutur. Böylece çok geçmeden (kesin daha ikin­
ci kuşakta) <güzellik-harabe> ilişkisi adeta tersyüz olmuştu.
Başta güzelin harabesi olan şey sonradan harabenin güzelliğine
dönüşmüştü, harika şeylerin mahzun elçisi niteliğiyle duran
şey, artık hüznün harika elçisi görünümündeydi demek istiyo­
rum. Bu durum sürüp gitti, o kadar ki ressamlar peyzajlarını
bile (hatta mitolojik olanlarını ya da Antik tarihi konu edenle­
rini bile) harabe manzaraları şeklinde resmetmeye başlayıp bu
peyzajları (tabloları ya da) <güzelleştirme> görevini resmen
harabelerin üzerine yıktılar.
Kuşkusuz melankoli yüklü bir güzellikti. Bulguların yarat­
tığı şevke başlangıçta eşlik eden elem, şevkin içine geçmiş ve
bu alaşımdan coşkulu bir melankoli doğmuştur. Evet, melan­
kolinin yarattığı coşkudur bu ve harabelerle tatmin edilebilir
ancak. Öylelikle harabeler resmedilmekle kalmamış, aynı za­
manda gerçek manzarayı <pitoresk>leştirmek amacıyla fiilen
üretilmişlerdir de.
Bu söylenenler, hangi özgün tarihsel güç ve çıkarların, gü­
zel olanın harabe halinin ani bir değişimle harabelerin güzel­
liği olmasına yol açtığı ya da en azından yardımcı olduğu so­
rusuna açıklık getirmiyor kuşkusuz. Ancak harabe merakım
doğuran, dolaylı yollardan ve sayısız karışımlardan geçerek bi­
zim çocukluğumuzdaki döneme dek uzanan sürecin modeli,
biçimsel açıdan tanımlanmıştır.
Lakin çocukluğumuzda sarmaşıkla kaplı duvarlarda sevdi­
ğimiz şey, Antikçağ değildi artık. Çünkü Rönesans'tan bu yana,
değişen sadece harabelere bakış değil harabe sevgisinin obje­
siydi de aynı zamanda. Her yeni, özellikle de her yeni ulusal,
Rönesansçı akımla birlikte, yitik geçmişlerin başka <yeni> ka­
lıntıları ön plana çıktı. Tapınakların yerini derebeylerinin şa­
toları aldı. (Elbette bu şatolar yalnızca vurdumduymaz cahil­
lerin gözünde imparatorluğun parlak döneminin simgesiydi.)
Ama hep aynı ters çevrilme vakıası baş gösterdi. lyi karşıla­
nan şeylerin yıkıntıları, hileyle, yıkıntıların iyi karşılanmasına
döndürüldü; coşkuya eşlik eden hüzün, hüznün yarattığı coş­
ku halini aldı. Çocukken, Kynast harabelerinin önünde dikil­
diğim anlarda ben de bu coşkuya katıldım, bilirim.

Trenle Köln'e giderken, Ocak

Yeniden, güzelin yıkıntısının yıkıntının güzelliği haline geldi­


ği ani değişime dönüyorum.
Somut tarihte tanık olduğumuz refleksiyon denen şey, hiç
de öyle sadece <bilginin bilinmesi>nden ibaret değildir. Aynı
zamanda <anımsamanın ammsanması>ndan , <özleme duyu­
lan özlem>den, <coşkunun yarattığı coşku>dan, <gururdan
duyulan gurur>dan vesaire - kısaca duygusal yinelemeler­
den oluşur. Bu yinelemeler göz önüne alınmaksızın tarihteki
en önemli fenomenler anlaşılamaz. Klasisizm akımı örneğin,
Rönesans döneminin tutkusuna olan tutkuydu. Poussin'in
Antikçağ'a yönelik heyecanının, Rönesans'ın heyecanına
benzediği söylenemez, en azından aynı dolaysızlık özelli­
ğini taşımıyordu; bilakis onu heyecanlandıran, Antikçağ'ın
Rönesans'ta yarattığı heyacandı.
Bir coşkunluk, kazanımları kadar acılarıyla da var olmuş
bir devre ilişkin olunca da o acıları kendi şevk tasavvurunda
<Saklayacaktır>, olumlayacaktır yani. Öte yandan bununla,
acılara neden olan yanlarım da olumlayacaktır: Rönesans ör­
neğinde bunlar yıkıntılar ve yanın gövdelerdir. Onlar da bu

247
arada gözde çağın unsurları olarak yüceltilen şeyler arasında
yerlerini alacaklar. Ağıt yakana gösterilecek derin hürmet, ar­
kasından ağlanan şeyi <güzelleştirir.>
Dışarıda kentin ilk göze çarpan yıkıntıları.

Parantez: Amerika'da tuttuğum günlükten alıntı. New York, 1945

Yıkıma uğramış bir kenti, harabeye dönmüş bir semti, param­


parça olmuş bir yolu ya da darmadağın edilmiş bir evi, bun­
lardan hiç olmazsa birini anıt olarak korumaya almalı. Kimin
kime ne kötülük yaptığı her gün herkesin gözünün önünde
olsun ve hiç kimse olan biteni unutmasın diye.

Köln, Ocak 1 953

Savaş sona erdiğinde öyle fazla hayale kapıldığımı sanmıyo­


rum. Hal böyleyken o zamanki harabe anıtıyla ilgili <umu­
dum> ne büyük bir hayalperestlikmiş.
lşte karşımda, bu darmadağın olmuş kent. Yıkıntılar yerin­
de duruyor, hala, bu kadar yıldan sonra da. Lakin kime neyi
hatırlatıyorlar? Kime ne için anıtlar? Peki yarın bir gün kime
bir mesaj verecekler, daha bugünden, onları anıt olarak gören
kimse kalmamışsa artık? <Kimse artık> da ne demek? Felaket
sırasında, başlarına ne geldiğini kavramışlar mıydı ki? İnmekte
olan darbeler sırasında asıl saldırganın elini fark etmişler miy­
di? Peki sızlanıp durduklarında saldırganı suçlamak gelmiş mi­
dir akıllarına? Gerek onu gerek kendilerini? Derken, tepelerin­
deki gökyüzü kızıllaştığında, yaşadıkları çevreyi silip süpüren
o ateşin, 33 yılının fener alaylarındaki ateşin aynısı olduğunu
görebilmişler midir? Kendi içlerindeki kundakçıyı peki?
Belki de mümkün değildi böyle bir şey. Kimsenin harcı de­
ğildi üstelik. Dahası insanlardan beklenebilecek olanın çok
üstündeydi.
Ahlak, sırf <doğrudan> yaşananı değil aynı zamanda <doğ­
rudan> yaşanan şeyin öğrettiklerini de; sırf meseleyi de değil
aynı zamanda altında yatan nedeni, yani kendi suçunu da ya­
şayıp görmekse, o halde ahlak savunuculuğu da sadece uzak­
tan mümkün olan bir şeydir herhalde.
Öyleyse yıkılıp dökülmüş olanı toparlayıp kaldırmak hak­
lan. Anıtlardan uzak durmak da. Yeniden inşa da. Çünkü ta­
rih, hasıraltı etmelerin tarihidir. Her bugün de bir unutkanlık
abidesidir.

Köln, 4 Ocak

Wilhelm Dönemi'nden kalma bir otelin önündeyim. Şurada


hala gerçek stil ya da yanlış stil, zevkli ya da yavan, büyük ya
da önemsiz demenin bir anlamı var mı? Yıkılıp dağılınca ber­
bat bir şey bile hatırı sayılır hale geliyor, harabeye dönünce en
şişirme şey de saygınlık kazanıyor. Yalnızca sahici olanlar de­
ğil, faniliğin gerçek tanığı haline gelenler; çöküşleriyle birlikte
bu taşlar da Akropolis'tekilerin kardeşleri oluyor.
Karşımda duran bir harabe duvarında - Ren Nehri'yle ara­
sında iki yüz metre bile yok - renkli bir afiş: REN KIYISINDA­
Kl KALE HARABELER1N1 GEZİN ! Burada hem de. Hem de
hala. Harabelerin harabeleri atlatması tam bir absürdlük.
Güzel bir şey görmek amacıyla pazar günlerini Ren kıyısın­
daki harabeleri görmeye harcayan birileri var mıdır bu kentte?

Köln, Karnaval

Akşamüzeri, sulu kar altında, yıkıntıların bulunduğu yerlerde


dolanıp Ren kıyısına doğru indim. Aydınlatmadan eser yok.
Birden, Romanesk bir pencerenin görkemli kemeriyle çev­
relenmiş, ateşten bir palmiye yükseldi gökyüzüne, bir an orada
tutundu ve püskürüp dağıldı, aynı anda kemer de yok oldu;

249
kapanışı, Ren taraflarından uzaklardan ya da Deutz yakasından
gelen bir patlama sesi yapu. Kızıl palmiyeyi san bir salkım iz­
ledi, onu mavi bir kuyrukluyıldız ve her Bengal işi görüntüyle
birlikte kemer de ortaya çıku, ilki sönünce diğeri de yok oldu.
lşte sekiz yılının karnaval gösterisini bu şekilde, bir kilise­
nin ya da manastırın harap olmuş duvarları arasından, anlaya­
cağınız kutsal Köln şehrinde nasıl icap ediyorsa öyle izledim.
Kemerin çerçevelediği serpilen ateş yağmurunun mu, yoksa
ateş yağmurunun kesip çıkardığı pencere kemerinin mi daha
güzel olduğunu söylemek zor. Eski yeniyi, yeni de eskiyi gü­
zelleştirmişti
Birkaç adım attıktan sonra şaşırarak duraksadım. Hangi
romanesk yapı olabilirdi bu? Eskiden orada bir kilise mi var­
dı? Bir manastır mıydı yoksa? Yakından incelemek için geri
döndüm.
Bir yan cephede, sokak lambasının aydınlattığı, elbette
yine romanesk tarzda bir giriş kapısının üzerindeki SÜVARI
KIŞLASI yazısı gözüme çarptı, bir de yılı belirten 188'le başla­
yan bir sayı. Kilise ya da manastır değil demek ki. Romanesk
bir yapı olmadığı da açık. Hiç öyle eski falan da değilmiş. Sek­
senli yıllardan kalma, tarihsel görünüm verilerek inşa edilmiş
kutulardan biri.
Bu kadar güzel olan bu muymuş yani?
Sağlam olduğu sürece eminim güzel değildi. Henüz değil-
di. Ama şimdi yerle bir olmuşken - ait olduğu dönem de keza
onunla aynı kaderi paylaşmışken - artık güzel.
Varsayalım ki Dünya'nın tüm romanesk yapılan tuz buz ol­
muş, romantik dönemden geriye, yedi yüz yıl sonra gereksiz
yere, şevksiz ve bilgisizce inşa edilmiş bu taklitlerden başka
bir şey kalmamış olsun - bu kalıntı gerçek sanılıp yanlış an­
laşılmaz mı? Ona ne şüphe. Haklı olarak yanlış anlaşılabilir.
Hatta <yanlış anlaşılması> dahi mümkün olmayabilir.
Her ne kadar bu baştan savma yapının mimarları o önemli

2 50
devrin ruhunu zerrece anlamamış, biçimlerini sıkıcı ve bas­
makalıp bir tazda kullanmışlarsa da devrin tek tanığı olma
özelliğiyle bu yapı gerçek bir örneğe dönüşürdü. Arta kalan
türevde bile orijinalden izler bulunabilir, göz istesin yeter ki.
Bazen basmakalıp örnekler de yeşerir.
Otuz küsur yıl önce japonya'dan gelmiş birine Louvre'u
gezdiriyordum. Konuğum Ingres'ın bir tablosunun önünde
kalakaldı şaşkınlıkla. Ben ona bir Poussin gösterdiğimdeyse
heyecanlandı: "Hayır ! " diye bağırdı, "benim deminki resimde
kastettiğim şey buydu!" Raphael'in karşısındaysa büyülen­
miş gibiydi, ağzından çıkan "Hayır, bu ! " sözcükleriyle Pous­
sin için söylediklerini geri aldı; Milo Venüsü önüne gelince
de Raphael için söylediklerini tekzip etti. Ancak ondan sonra
mutlu olduysa da Klasisizmin araya girmiş tüm buzlu camla­
rına rağmen orijinali tanıyabilmişti yine de.
Geçmiş kültürlerin tek nüsha olma özellikleriyle özenle
saklanan kırık parçalarının bir çoğu, sonraki bu, sahte ama
yıkıldığı için <gerçek> olmuş, romanesk kışlanın kardeşleri
olmasın? Kimbilir.
Kafamda tüm bu sorular, tökezleyerek ilerlemeye devam et­
tim (bu arada sokakların karanlığını geride bırakmıştım, şim­
di bulunduğum bölge tertemiz bombalanmıştı, yolu kaybet­
meye neden olabilecek hiçbir şey kalmamıştı) , önümde artık
gerçekten eskinin kalıntıları vardı, diğer yakadaki havai fişek
gösterisi değişen mavi, kırmızı ve san ışıklarıyla kraterli arazi­
yi gündüz gibi aydınlatıyordu. Bir solukta St. Martin Evi'nin,
derken eski belediye binasının olduğu yere ulaştım. lkisinin
arasında, sesler birbirine karışmış halde, 1930'lann hüzün­
lü mü hüzünlü popüler Alman operet şarkılarıyla 1940'lann
popüler caz parçalan çalıyor, boş ve yağmurdan ıslanmış at­
lıkarıncalar dönüyor, daha yüksekteyse bobslede benzer bir
eğlence treni hızla turluyordu.
lşte sekiz yılının, yani 1953 kışının Köln'ü.

2 51
Trenle Frankfurt'a giderken, 1 5 Şubat

Almancadaki boş konuşmaların bayağılığının tepemi attırması­


nın hiç mi sonu gelmeyecek? Yoksa diğer dillere alerjimin daha
az olmasının nedeni, onlardaki yavanlığı iyi göremeyişim mi?
"Köln'ü daha yeni mi gördünüz? " diye sordu , karşımda
oturan, anlaşılan öylesine yolculuk yapan Berlinli biri. Ar­
dından kısmen benim geç kalışıma üzülerek, kısmen dehşeti
yaşamış olmakla böbürlenerek, toplamda ise şen şakrak ses­
lendi: "45'teki nahoş sürprizi görmeniz lazımdı. Fena dağıt­
madılar ortalığı doğrusu. "
<Fena değildi doğrusu . >* Aslında kökeni zümre kibrine
dayanan ve zamanla yalnızca soy sop değil, her türden etkile­
yici şeyin de altını çizen bu fiyakalı deyişin yardımıyla, soylu
çevrelerden gelmediği ya da Corpsstudent'lerden** olmadığı
belli olan bu adam, duygusal ve ahlaki açıdan üstesinden geli­
nemeyen şeyi hatırlıyor. Başarılı olmadığı da söylenemez. Dil
anımsamaya bağlıdır, anımsama da bir o kadar dile. Yaşadığı
felaket, görüntüsü yerini bu deyişe bıraktığı ve kendisi sadece
deyişte var olmaya devam ettiği için silinmiş artık. Bu deyişin
performansı gerçekten de <fena değildi doğrusu>. Eğer günün
birinde yine <hiç de fena olmayan> birileri, ikinci bir Hitler
çıkarsa, karşımda oturan kişi yine sevinç gösterilerinde bulu­
nanlara katılacak, yapılanları yine yapacak. Ta ki <hiç de fena
olmayan> radyasyonlu bir moloz yığını üstünü örtene dek.
Dışarıda Frankfurt'un yıkıntıları gözükmeye başladı.

Frankfurt, 1 5 Şubat

Diyelim ki tarih bu ülkeye soluklanabilme şansı verdi ve en­


kaz halindeki kentler de yeniden inşa edilecek; dünün yıkıntı-

Almanca: "Nicht von schlechten Ehem iyi aile çocuğu" deyişi, "fena
=

değil" anlamında kullanılır -<71


Kökeni 18. Yüzyıl'a dayanan öğrenci birlikleri -çn
sının, Dünya tarihi açısından bakarsak, bir fırsat oluşturmaya­
cağını kim söyleyebilir: Savaştan zarar görmeyen kentler, tıpkı
saygıdan, tutumluluktan ya da uyuşukluktan görünümlerini
bozmayan ve radikal bir slum clearing* kararım asla vereme­
yen ya da vermek istemeyen kentler gibi arka plana düşmez­
ler mi? Kısa süre sonra belki de Avrupa'mn galip güçlerinin
kentleri, savaşı kaybedenlerin kentlerinin yanında bir müze
görüntüsü oluşturacaklar. Daha şimdiden belirginlik kazan­
maya başlamış, Frankfurt kent merkezi diyebileceğimiz şey­
le karşılaştırınca aynı büyüklükteki birçok Avrupa kenti, 19.
Yüzyıl'ın kalıntısı gibi duruyor.

Frankfurt, 1 6 Şubat

Bir zamanlar <Römer>in·· olduğu yerdeydim. Hayır Römer'in


önünde değil, gerçekten de bir zamanlar onun doldurduğu
yerde dikildim. Bulunduğum yerden, önemli zatların, impa­
ratorun taç giyme töreni sırasında pencereden dışarıya göz at­
tıklarında bakışlarının isabet edeceği karşıdaki evlere baktım.
Ancak evlerin bulunduğu cepheyi yarıp geçti bakışım, çünkü
cephe artık yoktu. Arkadaki blokları da, çünkü onlar da yok­
tu. Öylece bir dış cepheden geçip diğerine - hiçbir şey kal­
mamıştı geriye çünkü - derken <Römer>deki efendilerin asla
göremedikleri şeyi gördüm: Katedrali Tepeden tırnağa hem
de. Akıl sır ermez nedenlerden ve sanki arasından yükseldiği
enkaz kaosundan habersiz, hala duruyor orada, üstelik her za­
mankinden daha fazla göze çarpacak şekilde.
Bir zamanlar Römer olan boşluğa adımımı atmak için arka­
mı döndüğümde ise baktım yine de bir şey var orada. Bu <bir
şey> üzerine birkaç laf etmeye değer. Sahicinin telef olduğu yer­
de sahtenin sahicileştiğini bana bir kez daha gösterdi çünkü.

Gecekondu yıkımı -yhn


Tarihi Frankfurt Belediye Binası.

2 53
Yine de Römer'den geriye pek bir şey kaldığı söylenemez
doğrusu. lşin aslı, Römer'in ön cephesinde bulunan, dökül­
müş iki yapıyı, ta bu yüzyılın başında yenilemişler. Aslına
sadık kalarak eskisinin aynısını, ama önceki olanakların el­
vermediği biçimde daha sağlamım yapmışlar. lşte bu sahte
yedek parçalarmış, bu ikinci el Römer evleriymiş, demin bir
şeyler varmış daha derken kastettiğim. Yıkılıştan önce var ol­
dukları ve o yıkılışı atlatıp kurtuldukları için şimdi artık bir
zamanların parçaları onlar. Eski olan onlar. Yarın bir gün, her
türlü sınırlamadan uzak ve art niyet taşımaksızın, <Römer>
adım alırlarsa, bu adı haklı olarak taşıyacaklar ve <Römer>
olacaklar.

Frankfurt, 1 7 Şubat

Gerçek tarihin dejenere olup sahte bir bilgi birikimine dö­


nüştüğünü duymaktan usandım. Diğeri de var mıdır acaba?
<Sahte>nin <sahici>ye, kopyanın orijinale dönüştüğü süreç?
Bir sonraki kuşakta, yaşadıkları dönemin kapısından dı­
şarı başlarım uzatıp saygı dolu bir ses tonuyla, "Burasıydı.
Goethe'nin kastettiği yer bu," diye fısıldayacak çocuklar çı­
karsa objenin orijinal ya da kopya olmasının ne önemi var?
Buluşma <gerçek>se eğer, eseri de tutar <gerçeğe> dönüştürür.
Daha Klasik Çağ'da sergilenen Theseus'un gemisinde, yüz­
yıllar boyunca çürüyen tahta ve parçalar sürekli yenileriyle
değiştirildiğinden, zaman içinde geminin ne uskuru ne yama
olmayan tek bir kalası kaldı. Gemi yine de <Theseus'un gemi­
si> olarak bilinir. Tabii ki Theseus'undu gemi.
Frankfurt şehri de bu gemi değil mi? Olamaz mı? Yeterince
güçlüyse, taklitleri yeniden imgelemeyi başaracaktır. Böylelik­
le sahteleri gerçeğine çevirmeyi de.

2 54
Frankfurt, 1 8 Şubat

Varmış meğerse, kıyamet bölgesinde tek başına, bilinmeyen


nedenlerle bir kenarda kalmış, eski Frankfurt'tan bir yapı du­
ruyormuş. Hangi yapı olduğunu hemen çıkaramadım, doğru­
dan önüme çıkana kadar da anlamadım Bu yapıyı tanıdığım
o arkaik zamanlarda, sıfır yılından önceki dönemde, sağında
solunda kardeş evler yer alıyordu ve henüz bir sokağı vardı
kendine ait.
Yeniler ölürken eskilerin sağ kalması, değersizler yıkılır­
ken değerlilerin ayakta kalması, hiç hesapta yoktu. Tarihin
akışının düsturlarıyla öyle cüretkarca çelişiyordu ki bu, pek
gözüm tutmadı doğrusu. Şurası kesin, onu çevreleyen boşlu­
ğU, yapının kendisinden daha uzun bir süre ve daha dikkatle
inceledim Çünkü boşluk yabancıydı, yapıysa bildik, her ne
kadar yeni çevresi ya da çevresizliği ona biraz yabancılık ka­
zandırmışsa da.
Kapısı kapalıydı. lşime gelmedi diyemem.

Frankfurt, 1 9 Şubat

Fakat yine de girdim içine bugün. Başta en az eskisi kadar


korkarak; eskisi gibi nefesimi tutarak, kıyametin yok edeme­
diğini, takındığım saygı yok edecekmiş gibi bir duyguyla. Ama
salona ayak basar basmaz, üstelik baktım benden başka kimse
yok - rehberin eşlik ettiği grup, o sırada yukarıda bir yerler­
deydi tahminen - yuvaya dönmüş olmanın verdiği mutluluk­
tan, korkuya yer kalmadı. Çeyrek yüzyıldan fazla bir zamandır
bu eşikten içeri adımımı atmadığım halde ve bu arada sayısız
mesken tutmayı ve sayısız mesken edinememeyi (hiçbirini ha­
tırladığım söylenemezdi) <evim> olarak adlandırdığım halde,
burası benden sorulurdu, gözü kapalı bulamayacağım tek köşe
yoktu.

2 55
Elbette önce sağa doğru döndüm, parmak uçlarıma basa­
rak, Aja Hanım'ın hakimiyet bölgesine, mutfağa girdim
Pasta kalıpları yerlerinde asılıydı, sayıları tamamdı, kazan,
ocağın üstündeydi, bakır ve kalaylar temizlenmişti; bir de taze
pişmiş hamur işi ya da dereotlu sos kokusu gelseydi hiç şaşır­
mazdım.
Mutfağın çaprazında bulunan yemek odasında o kadar sı­
cak bir atmosfer yoktu; duvarda hala, hem de kaldırılsın diye
Wolfgang kendini paraladığı halde, o zamanların jugendstil
canavarı, bir Venedik işi ayna kıvranıyordu. Ağır sandalyeler­
se anneyle oğlun masaya oturduklarındaki içli dışlı halleriyle
kopardıkları şamatadan çok, babanın ağırbaşlılığına tanıklık
ediyorlardı.
Giriş holünde tatlı bir serinlik vardı. Merdivenlerse bildi­
ğimiz eski konforunda: Hakikaten hali vakti yerinde bir ailey­
miş, iki yetişkin, iki çocuk için böyle krallara layık merdiven
boşluğu yaptırmak herkesin harcı değil. Yavaşça yukarı çıktım
(Wolfgang'la Cornelia büyük olasılıkla buralarda atlayıp zıplı­
yorlardı) - tabii ya, yerlerinde asılıydılar onlar da: Büyük boy
ltalyan gravürleri, konsey üyesi beyefendinin güneyden getir­
diği, onlarsız hiçbir ltalya seyahatinin gerçekleşmediği gravür­
ler. . . şurada mozole duruyor, şurada da. . .
" . . .işte dediğim gibi 4 4 Martı'nda bu ev, temeline varana
dek yandı. Alt katın ön cephesi orijinal parçalardan oluşuyor
gerçi; pencerelerin önüne takılan dövme demirler de bir yer­
lerden çıktı. Ama geri kalan kısmı . . . "

Ama geri kalan kısmı. Kalbim duracak gibi oldu. Ne oldu


geri kalan kısmına? Rehber ve sürüsü, patırtı kütürtüyle geç­
tiler önümden.
Geri kalan kısma nasıl ulaştığımı doğru dürüst hatırlamı­
yorum. Ama sonuçta baktım kapısının önündeyim, aynen
öyle: Kapısının; derken odasında, aynen öyle: Odasında. Ça-
lışma masasının önünde, aynen öyle: Onun. . . Werther'i yazdığı
çalışma masasının önünde durarak Goethe'nin yaşadığı evde
dakikalarca kaldığımı söylersem, aksini kim iddia edebilir
peki?
Çünkü sahte, gerçek olabiliyor.

Trende, 20 Şubat

Bu, gerçek olma ya da gerçek kılma düşüncesinin pek hoşuma


gittiğini söyleyemem. Şaşırıp şu türbe kültüne methiye düz­
me işine yanaşıyor olmayayım? Bir talaş parçasına haç kıymı­
ğı muamelesi yapıp kutsayan ya da bir kemik parçasında bir
azizi gören her kişiyi onaylamış olmuyor muyum? O tür bir
şeyi baskı altında kalmadan gönüllü yapmalarına karşın, bu
gerçeği asla teslim edemeyecek olmalarını hem de üstüne basa
basa mazur göstermiş olmuyor muyum böylece? Bir türbenin,
sahiciliğini, kendi inancına borçlu olduğunu itiraf edecek biri,
artık inanmamaya başlar çünkü.
Yoksa acaba sahte bir gerçeklik kavramı mı beni bu denli
kuşkuda bırakıyor? Tarihsel tortular, fiziksel kimliklerini ko­
rudukları için mi <gerçek>ler? Tek tek her taşı, Hudson kıyı­
sındaki Fort Tryon Parkı'na taşınıp yeniden inşa edilen <Clo­
ister> örneğin, sahiden <gerçek> mi? Tam da kendi varlığına
hiç gönderme yapmayan bir dünyanın ortasında durduğu için
sahte değil mi? <Sahte> ve <gerçek>, sırf herhangi bir gün­
cel zamanın geçmişle ilişkisi, yani tarihin kendisiyle ilişkisi
değil mi? Bu açıdan bakınca röprodüksiyonlar orijinallerden
daha gerçek olamaz mı? Hatta seri üretim röprodüksiyonları?
Belki tam da bu tür şeyler? Tek başına kalmış ve neredeyse
artık gerçek olmaktan çıkmış orijinalin yaratamadığı etkinin
sahiden oluşması fırsatını verdikleri için? Bu konu üzerinde
düşünmeliyim.

2 57
Uçakla Berlin'e inmek üzereyken, 1 8 Haziran 1 953

Demek ki şurada, biraz ileride. On dakika sonra oradaymışız.


<Yolculuğun> çemberi tamamlanmış olacak böylece. Şu ana
dek sadece gri bir duvar görünüyor ufukta. Bir fabrika baca­
sından çıkan duman da olabilir, bir enkaz toz bulutu da. Yirmi
yıl önce bu <yolculuk> başladığında nasıldı her şey?
33 Martı. Gece yolculuğu. Paris'e kaçış. Zoo Gan'ndan
Köln'e kadar, kompartımanın bir köşesinde, pardösümü üze­
rime örtmüş uyuma numarası yapıyorum. Öbür koltuklarda
yedi kişiden oluşan SA elemanları oturuyor çünkü, aralıksız
bağrışıyor ve marş söylüyorlar:
Kaldırımlarda uzun bıçaklan bileyin !
Sonra da daldırın böğrüne Yahudinin!
Oluk oluk kan aksın şöyle!
Sokarım özgürlüğüne de Yahudi cumhuriyetine de !
Hele bir intikam vakti gelsin,
doğranz gözümüzü kırpmadan hepsini de.
Zoo Gan'ndan Köln'e kadar hiç kesilmedi bu. Yanlarında
oturan bense bir Yahudi bedeniydim, bilmiyorlardL Büyük
olasılıkla o şarkıları söyleyenlerin hiçbiri sağ kalmadı. Ama
kitle katliamlarının verdiği memnuniyetin tadına vardılar
öncesinde ne de olsa. Aşağıda Havel ve Babelsberg seçiliyor.
Görünüm dingin. Birkaç dakika kaldı, çok uzun zaman önce­
sinden siparişini verdiğim anı yaşamaya. <Misilleme anı mı?>
Yok canım. Gerçekten düşünülecek şey değil. Şu aşağıda ya­
rattıkları trajediyle hangi misilleme olasılığı, hatta hangi mi­
silleme arzusu başedebilir.

Berlin üzerinde

Dikdörtgenler halinde sıralanmış yıkıntılar. Buymuş demek.


Bin kere rüyasını görmüşsün oysa yuvaya dönmenin. Kavra­
ması zor, tepeden tırnağa yabancı bir şeyin - ki kıyaslansa, hiç

25 8
ama hiç bilmediğin bir kent bile daha tamdık gelir - evet böyle
bir şeyin senin yurdun olmasını ve 'aşağılara böyle bakma'mn
kavuşma sayılmasını.
Seni terk ettiğimde, yirmi yıl önce - aşağılarda şuralarda bir
yerde Zoo Gan olmalı ya da vardı bir zamanlar - üzerindeki
gökyüzü kıpkırmızıydı, Reichstag yanıyordu. Ne tarafta acaba
sendeki o ilk suçun işlendiği yer? Fark edilmemek için kur­
banlanmn arasına mı saklanmış? Yoksa başlangıcı orası olan
mahvoluş, misilleme yapıp onu haritadan mı sildi? Suç denen
şey, ne denli büyükse, kurbanlarının sayısı ne denli fazlaysa o
denli gizlenme şansı bulur. Görünen yalnızca küçük suçlardır,
yalnızca önemsiz cürümlerdir fark edilen. Büyük suçunsa, yol
açtığı sonuçlarca üstü örtülür.
Durduk. Tempelhof Havaalam.

Berlin, 1 9 Haziran

Bugün hala, aradan sekiz yıl geçmişken de, sokaklarında dola­


şılan şey kentten çok kentin haritası.
Berlin'in eski halini bilen, yaşça daha büyük olanlar enkazı
çoktan kanıksadığı, gençler de Berlin'i hiç başka türlü görme­
dikleri için yıkıntıları moloz yığını ya da moloz seti olarak
algılayacak kimse yok. <Yuvaya dönmüş> , komik denebilecek
kadar anakronik birisi dışında. O da şimdi en sona kalmış,
çölü arşınlıyor, ortalık sanki daha yeni çöle dönmüş gibi, oy­
nadığı sokakların ve çalıştığı yerlerin izini sürüyor - şuralarda
yukarıda bir yerlerde olmalı Tartini çalıştığım ev, şurada boş­
lukta, gül desenli iki kanş duvar kağıdının hemen sağında.
"Ne var orada yukarıda?" diye soruyor Berlin aksanıyla
konuşan, arkasına yanaşıp onunla birlikte yukan bakan biri.
"Yok bir şey, " diyor yabancı ve bir mahcubiyet duygusuyla yo­
luna devam ediyor.
Çünkü gerçekten de olan bir şey yok orada. Hiçbir şey ol-

2 59
mamış: Ne oynamak, ne çalışmak - geçmişten hiçbir şey yok.
Geçmişin suretine nasıl geri dönebilir ki insan, bu yeni gö­
rüntüler - odanın olması gereken yerdeki boşluk, evin olması
gereken yerdeki arka plan - evet bu yeni görüntüler, onunla
çocukluğu arasına girdiğinde ? Nasıl kanıtlayabilir ki tüm bun­
ların eskiden gerçekten var olduğunu ve bugünkü sanrıdan
çok daha fazla şey ifade ettiğini?
Keşke bunu doğrulayacak biri olsaydı.
Bu ortalıkta dolaşanlar, sessiz ve işleri başından aşkın, ken­
tin yalnızca şimdiki görüntüsünü değil, eski halini de yadsıyan
bu insanlarsa, onun gözünde yabancılar ve hiçbir şeye tanık­
lık edemezler belli ki. Edebilecek olanlardan - bu yabancının
nerede bu kentteki kadar arkadaşı oldu ki? - (kimi sürülmüş
kimi yollarda ölmüş, vurulmuş, gaz odalarında zehirlenmiş,
savaşta yaşamını yitirmiş, kimi burada enkazın altında yatan) ,
onlardan geriyeyse tanıklık edecekleri şeyler kadarı da kalma­
dı.
Böylece dolaşmaya devam etti yabancı, en uzak ülkede ol­
duğundan daha büyük bir yabancılıkla. O uzak diyarları red­
detmesinin bedelini de burada memleketinin onu reddetme­
siyle ödedi.

Berlin, 1 9 Haziran

Çok saçma, ama halihazırda oryantasyonumu bozan ve beni


ürküten, eksik olan değil, aksine eski bildiğimiz haliyle duran
şeyler; yakılıp yıkılmış olan değil, varlığını sürdüren şeyler.
Çünkü varlığını sürdüren, zamanı yalanlar. Ne olup bittiğini
yadsımakla kalmaz, geçen zaman zarfında bir şeylerin olup bit­
tiğini de yadsır.
Dışarıda sokakta, idare eder henüz. Etrafı boş olduğu için
de sağlam kalmış evler alışılmadık bir görüntü oluşturuyorlar.
Ama içeride öyle mi, örneğin burada odamda ve hatta şimdi

260
akşamüstü, perdeler çekilmişken? Dışanda yıkıntılar mı var?
Bir moloz okyanusuyla mı çevriliyim? Güldürmeyin adamı!
Dışanda Berlin var !
Niyetim kendimi kandırmak olsaydı, bu iş için bu odadan
daha uygun bir yer bulamazdım. Sapasağlam oluşu ve şirinliği
bir yana, benim öğrenciyken sık sık kaldığım Berlin'in tipik,
avluya bakan mobilyalı odalarından biri.
Kapıyla pencere arasında gidip gelip ikide bir "elli üç" diye
kendi kendime mırıldanmanın ne faydası olacak ki? Aynanın
tutup suratıma kır saçlı birini fırlatmasının ya da. Eşya, tek
kelime etmeden galip geliyor. Yıl 1925, bilemedin 1930, en
fazla 1933.
Hitler hiç iktidara gelmemiş. Hitler de kim? Hiç kaçmamı­
şım. Kimden kaçacaktım ki? Bombalar yağmamış, kim bomba
atar ki?
At kendini dışan !

Kurfürstendamm'da bir hafenin terası, 1 9 Haziran, saat 22

Buradaki ışıklandırmanın diğer yerlerdekinden güçlü olduğu


söylenemez. Daha iyi aydınlatılan yerler görmüşümdür kesin.
Buna rağmen ışıkların buradaki marifeti gözümü kamaştır­
dL Eminim başka yerlerde sadece deneme amaçlı kullanılmış­
tır şimdiye dek; asıl amacına uygun haline kavuşamamıştır ve
gerçek zaferini ilk burada kutluyordur.
Paris'teki güzelliği aydınlatan şey bunun yanında nedir ki?
Place de la Concorde'un ön cephesi gece olduğu kadar gün­
düz de vardı; ampul hevenklerinin Chatelet'nin üzerine çekti­
ği çizgilerin izleyeceği yol, önceden mimarisiyle belirlenmişti;
ışıklandırmayla, zaten olan bir şeyi pekiştirmiş ve aydınlat­
mışlardı sadece.
Oysa buradaki? Aydınlatmak için değil, aksine yadsımak
için parlıyor buradaki ışık. Var olanı onaylamak için değil,

261
kentin yokluğunu karartmak için. Gören olmamız için değil,
gözümüzü almak için.
Olmayan yapı sanatlarını karanlığa gömüyor. Olmayan
anakapıları süslüyor. Gerçekdışı bir dünyada aldatıcı bir yapı
ustası. Parladığı için aydınlatıyormuş gibi gösteriyor. Hakika­
ten gibi gösteriyor. Sözcüğün her iki anlamında da. Gösterdi­
ğiyse kendisinden başka bir şey değil.

Saat 23

Ama daha büyük bir ışıktı karanlığı yaran ve her şeyi yaratan.
Bir de baktık oradalardı ve görünür olmuşlardı. Dünya'nın ışı­
ğına gözlerini açtı her biri. Işıyan bir şeyin olduğu yerde ay­
dınlanan bir şeyin de olmasına o denli alışmış, kadim Güneş'in
meziyetiyle o denli şımarmışız ki yeni olanın parlaklığı altında
amaçsızca dolanmaya başladık. Bizim de bu aldatmacaya di­
renecek gücümüz yoktu, o yüzden bir dünya çevreledi bizi;
parıldayan bir şey olduğu için de etrafımızdaki şeyler görünür
oldu.

Geceyansı, evde

Biraz önce yeni güneşleri söndürdüler. Onlarla birlikte cadde


de karardL Demin oturduğumuz cadde, ışıklandırılmış falan
değildi, sırf ışıktan oluşan bir caddeydi.
Işığın günümüzde oynadığı rol, dilinkiyle aym Işık demeti,
parola ve slogana tekabül ediyor. Nasıl sloganlar bizi gerçekle­
rin kasvetine karşı sağırlaştırıyorsa, ışık demeti de Dünya'nın
karanlıklarına karşı körleştiriyor.
Nasıl dilin düzenbazları varsa, ışıklandırmanın da karanlık
adamları var.
Manişeist devirlerde yaşayanlar şanslıymış. Hiç dert etme­
den ışığı <hakikat>, karanlığı da <yalan dolan> olarak adlan­
dırmışlar. Bizse neon ışıklarının parıltısı altında, görüntünün

262
ve aldatmacanın ışığında yol alıyoruz. Karanlıkta parlayan
ama karanlığı daha da karartan ve gözlerimizi sadece bizi kör
etmek için kamaştıran aldatmacanın ışığında.
İşte böyle gözümüz boyanmış bir halde oturduk Cafe
Wien'in terasında. Queen Mary gemisindeydik sanki, açık
denizde bir yerlerde . . . sadece, gemideki yaşamın münasebet­
siz zarafeti, bitmez tükenmez bir denizle değil, unufak olmuş
enkaz okyanusuyla çevriliydi Hemen önümüzde, arkamızda,
sağımızda, solumuzda, her yana doğru, sınırsız bir çevreye
yayılmış bu enkaz, Charlottenburg'a, Zoo'ya, ta Bayerische
Viertel'e uzanıyordu.
Sanrının eksiğinin kalmaması için de kafenin küçük or­
kestrası çingene ezgileri çalıyordu. Gaz odalarına gönderilen
insanların ezgilerini. Ama acaba izleyenler arasında bundan
haberi olan var mıdır hiç ya da bunu bilen biri var mıdır
hala? Kıyıma uğramışların giysisi olan çardaş kostümü giy­
miş Pankow'lu bir kemancı onların yerini doldurmaya çalıştı,
ayakta çalarak.
İşte böylece karanlığı daha da karartan ışığın göz boyama­
sıyla ve katledilenlerin ezgilerinin coşturmasıyla çizdi rotasını
gemi, savaş sonrası tarihin sularında. Porsiyonlar devasaydı,
şikayet edilecek bir durum yoktu, sirenler ötmüyordu, sis bo­
rusu çalmıyordu. Okyanusun diğer kesimindeki olaylar da
herhalde başka bir gezegende cereyan etmişti.·

Berlin, 20 Haziran

Berlin 'çöl'ünde <Knie>de •• yeni inşa edilen Sebiller


Tiyatrosu'nda, L ile birlikte Almancaya çevirdiğimiz,
O'Casey'in Gümüş Kupa'sını izledik. Provokatörler, gürültü

17 Haziran l 953'te Doğu Berlin'de gerçekleşen işçi ayaklanması kastedi­


liyor çn
-

Berlin'de bir semtin halk arasındaki adı -çn


patırtı yapmak için - Birinci Dünya Savaşı'nın yıkıntılarının
görüntüsünden oluşan - ikinci perdeyi bahane ettiler. Kendile­
rini 1932 yılına geri dönmüş hissettiler. Hem tiyatro binasına
girmeden önce hem dışarı çıktıktan sonra ve de her gün, yüz
kat daha kötüsü gözlerinin önünde durmasına karşın - sah­
nede yansıtılan şeyi görünce gücendiler, sanırsınız ki tekrar­
lar, görüleni görünür kılıyor, gerçeği de gerçek. Kortner'in söz
konusu şeyi yeniden tasavvur edebilme, algılama, kabullenme
ve akılda tutmaya yönelik tiyatro anlayışı, onlarda sert kayaya
çarpıyor anlaşılan. Yaralılar sedyeyle revire taşınırken, bağrış­
lar yükseldi: "Rezalet ! Bitirin artık ! " Eserin, savaşın insanları
mahvettiği yolundaki basit saptamasını skandal olarak nite­
lediler. Aslında skandal dedikleri şey, gerçeklerin kendilerine
yeniden gösterilmesiydi elbette.
Bu protesto ne kadar korkunç da olsa , cesaret kırıcı değildi.
Gerçeğin görüntülerini kayda düşen bizlerin boşuna uğraşma­
dığını, reel olanın bazı insanlara ancak bu realitenin resimleri
önlerine konduktan sonra gerçekten görünür olduğunu ka­
nıtlıyor.
Mimesisin bu 'realize' eden performansıyla estetik pek, re­
alizm kuramı ise hiç ilgilenmemiştir. Kastettiğim, resimlerin
(sadece olanı <yansıttığını> zanneden resimlerin bile) bir şey­
leri <gerçek gibi gösterdiğidir>. Biliyorum ifade çok yanıltıcı,
normalde var olan bir şeye tekabül etmeyen bir görüntünün
yaratılmasını anlatır. Yani görüntü aracılığıyla bir şeyi var gibi
gösterme. Ancak <Var gibi gösterme> pozitif bir anlam da taşı­
yabilir. Şöyle ki var olan bir şeyin bizzat görünmez kaldığı du­
rumlarda. Örneğin, bastırılmış travmanın bilincine vardıran
psikanalizin, bu travmayı ön plana çıkarıp <var olarak göster­
diği> söylenebilir. Benzer şekilde bizler de göz ardı edilen ya
da bastırılan gerçekleri <var olarak göstermekle> yükümlüyüz;
tam da <öne>, görünürlüğün düzlemine; onları, resimlerimi­
zin yardımı olmadan erişemeyecekleri düzleme çıkarmakla.
Goya, iç savaş sırasında yaralanıp sakat kalmış insanların
arasına çömelip resim yapmaya başladığında, elindeki meşa­
leyle aydınlatma işini üstlenmiş hizmetkarı sormuş: "Üstat,
neden böyle bir şey çiziyorsunuz?" "Ne yaptıklarım görsünler
diye," yanıtını vermiş Goya, "görüp de bir daha asla yapma­
sınlar diye ! " Resmettiklerini bütün bunlar olmasın diye resme­
diyordu. Bu <bütün bunlar olmasın>, vahşeti tasvirin tek ge­
rekçesi işte. Bu yaşadığımız vahşeti.

Berlin, 21 Haziran

Kaldığım odayı boşalttıkları için hiçbir art niyet gütmeden


bana <Berlin tipi> bir oda tahsis ettiler. Şu anda öylesine afal­
lamış, afallamak da söz mü, köpürmüş haldeyim ki. Nasıl
olurdu da bugünle bir zamanlar, böylesine ensest bir ilişkiyle
karışırdı birbirine, buna nasıl izin vardı. Bu oda Toni Teyzemin
evindeki Berlin tipi odanın, beş-sekiz yaş arası Berlin'de tatil­
lerimi geçirdiğimde uyuduğum dev kovuğun aynısı. En azın­
dan her bakımdan o zamanki odaya benzediği açık Aynı an­
lamsız büyüklükte; aynı şekilde arka avluya bakıyor; aynı akıl
almaz orantı; aynı işlevi görüyor, evin daha <şık> bölümüyle
(<erkek konukların ağırlandığı oda> ve <salon>) daha az zarif
(yatak odası, mutfak, tuvalet) bölümünü birbirine bağlıyor;
o yüzden de tıpkı o zamanki gibi insanın burnuna aynı anda
bütün kokular geliyor: Mobilya cilası, soğuk puro külü, yağ,
sabun ve lağım. Elli yıl oldu bu karışımı koklamayalı. Belki
Proust, bundan işe yarar çok şey çıkarırdL Bizim gibileriyse bu
tür bir diriliş sadece isyan ettiriyor.
Önümde Toni Teyzemin, meşe ağacından, Alman Rönesans
tarzı büfesi, kuruluş döneminden kalma, korkunç bir nüfus
politikasının iyimserliğini temsil eden, heybetli yüksek demir­
baş: En azından yirmi dört kişilik bir aileye ya da yirmi dört
davetliye yetecek porselen stokunu öngörüyor çünkü. Büfe-

26 5
nin her iki yanında Kaulbach'ın elinden çıkmış Hermann ve
Dorothea tabloları. Her ikisi de bugüne kadar hiç yerinden
oynatılmamış (arkalarındaki, açık renkli duvar kağıdı kareleri
bunun kanıtı) . Solda kanepenin önünde miskin ve keyifsiz bir
maun sehpa. Tek varlık nedeni, kendi kadar keyifsiz, bronz­
dan gülleci kadın figürünün taşıyıcısı olmak. lki anlamsız par­
ça, karşılıklı birbirlerinin gerekçesi olmuşlar. Sahiden de Toni
Teyzemin eşyası olmasınlar? Olmayacak şey değil bu, ne de
olsa teyzem karşıdaki, artık yıkılmış ve yeri boş binada oturu­
yordu. Bir yerden sonra, gaz odalarına gönderilmiş insanların
sahipsiz eşyasına merhamet gösterilmesi gerekiyordu; bir de
en az teyzemin evine olduğu kadar buraya da aitler.
Aslında bu tür rastlantılar üzerinde durmanın gereği yok,
dönemin feci denebilecek tarzı meseleyi açıklar nitelikte. Zen­
gin işi bu kocaman büfelerden Halensee'den eski batı bölgesi­
ne kadar olan tüm evlerde vardı; Kaulbach tabloları her evin
büfesini sağlı sollu süslerdi; gülle atan kadın figürü - aynı fi­
gürden binlercesi - bu sokaktaki tüm evleri sarmıştı, aslında
boş yere duran maun sehpalara varlık nedeni bahşetmek ve
o sehpaların bahşettiği kendi varlık nedenlerini kabul buyur­
maktı işleri.
Karşı evdeki keza ışıksız Berlin tipi odanın içine bir göz
atabilseydim eğer, büyük olasılıkla orada da aynı büfeyi, fo­
toğraf gravürlerini, bronz fügürü, süslü masayı görecektim.
Kıyamet günü arkanızda kaldı. Neyi bekliyorsunuz?

Berlin, 21 Haziran

R R.'nin oturduğu ev. O zamanlar. O zamanlar? Sıfır yılından


önce. 1924. Otuz yıl önce. On yedisindeydi. O halde şimdi
kırk altı yaşında olmalı. Neredeyse elli. Akıl alır gibi değil.
Nerededir acaba? Yaşıyor mudur?
Hayır. Ev denemez. Dekoru andıran bir duvar parçası.

266
Katlar sayılabiliyor gerçi, en azından duvar kağıdı kaplı dört­
genlerden bir zamanki katlar seçilebiliyor. R. R. ü çüncü katta
oturuyordu. Bu duvar kağıdını, evet bu büyük çizgili benekli
duvar kağıdını hatırlıyorum. Glayöl desenli miydi neydi. inat­
çılığı tuttuğu zaman, kafasını arkaya atar, bu duvar kağıdına
yaslanırdı. Konuşmaya çalışmak hiçbir yarar sağlamazdı. Şu­
rada, yukarıda süzülüp duruyor sanki.
Bir yerde bir şey eksikse, bir zaman sonra eksik olan şeyin
eksikliğinin eksikliği de hissedilir. Bir yerde bir şey yoksa ar­
tık, bir zaman sonra o şeyin yokluğu da yoktur artık. Her var
olmuş olan, böylece ikinci kez ölür. Bu ikinci ölüm olmasaydı,
geri getiremeyeceğimiz hiçbir geçmişin üstesinden gelemez­
dik.
Lakin yıkıntılar bu ikinci ölümü engelliyorlar. Ya da erteli­
yorlar. Çünkü onlar var olma kılığındaki yoklar; hatırda olma
kılığındaki unutulmuşlar. fon 'rO µTı ôv.* Onları akıl almaz ve
katlanılmaz kılan bu.

Ara not. New York, 1 946

Kaiser Wilhelm anısına yapılmış kilisenin harabesinin fotoğrafı

Anıtlar inşa etmek yerine obj eleri anıt olarak devralmalı. Örne­
ğin bu kilisenin harabesini. Hitler'e bir anıt olarak. Her san­
timi ikiyüzlülük anlatıyor. Ürkütücü boyuta yıkımdan sonra
ulaşmış. Hangi abide bir imparatora bu kadar yaraşırdı? Daha­
sı onunla boy ölçüşebilirdi?
Korunsun bu kilise derim ! Bıraksınlar yerinde dursun ! Ha­
sarları da öylece kalsın !

Gedaechtniskirche, Berlin, 21 Haziran 1 953, akşamüstü.

Yun. Var olmayan vardır -yhn


Beş dakikadır bu anıt kilisenin önünde durmuş, kafasını kal­
dırıp yukarı bakacak birini bekliyorum. Nerede kaldıysa.
Peki bu canavarı kime borçlu olduğunu düşünecek biri ne­
rede? Anısına bir zamanlar bu kilisenin inşa edildiği İmparator
Birinci Wilhelm'i anımsayan olur en fazla, ama herhalde Hitler
kimsenin aklına gelmez. Halk arasında sadece <Anıt Kilise>
olarak adlandırılması, yani anısına inşa edildiği kişinin adının
geçmemesi, bellekten umudu kesmemiz gerektiğini ne kadar
da çarpıcı biçimde gösteriyor. Bu iş için öngörülen anıtlar bile
boşuna. Herhangi birinin bakıp da herhangi bir insanı ya da
herhangi bir günü hatırladığı anıtlar var mıdır ki?
Pek bir <tarihsel> varlıklar olduğumuz çokça söylenir. Eği­
tim safsatası. Bugün yeni olan bir şey, yarın bize ta ezelden
beri yeniymiş gibi geliyor. Oysa alışkanlık, hatırlamanın değil
unutkanlığın kızıdır.

Berlin, 22 Haziran

Ormanda yaşayan bir hayvan için deli dolu açan şeyin çürü­
yenle ve canlının ölüyle iç içe olması nasıl yaşamın bir parça­
sıysa, animal Berolinse· açısından da dünyasının doğal görün­
tüsünün beşte dördü ölü dişlerden ve çürüyen duvarlardan
oluşuyor.
<Kent manzarası> tabiri otuzlu yıllarda çok revaçtaydı. Ne
kadar nahoş bir deyişmiş meğerse.

Berlin, 22 Haziran

On yaşındakiler için Nollendorfplatz'la Zoo arasındaki moloz


tepelerine tırmanıp durmak ve Budapester Strasse'deki evlerin
bodrum katında kelebek yakalamak, pek iç açıcı bir keşif turu

Berolina: Berlin'in eski adı. "Animal Berolinse" ile Berlin sakinleri kaste­
dilmektedir -çn

268
değil Kentin dışına doğru değil de içine doğru başıboş dolaşıp
serserilik yapıyorlar bir anlamda. lçi dışına çıkmış bir dün­
ya çünkü. Çevre kentin bağnnda; sağlam ve oturulabilir olan
<merkez>se dışarıda.
Bir zamanlar merkez sayılan Bülow Strasse artık banliyö­
nün banliyösü. Caddenin ortasında durmuş (bir ağaç arama
zahmetine dahi girmeden, öylesine boşluğa doğru) ihtiyacı­
nı gideren adam kimsede şaşkınlık yaratmıyor. Çünkü, a la
recherche du monde perdu: bu kadar içerilere ve bu kadar
dışarılara uzanan benim dışımda kimin yolu oralara düşer ki?

Berlin, 22 Haziran

Biri vardı ama, halihazırda olanı, hatta planladığı, henüz haya­


ta geçmemiş şeyleri bile o zamanlar sanal harabe olarak düşü­
nen; aklını, lisede öğretilen idolleşmiş kahramanlarla bozmuş,
ölümden sonraki şöhreti için yaşayan; kendini daha baştan
Büyük lskender'le Sezar'ın yanına yerleştiren, yani geçmişten
biri sanan; <Dôme des Invalides>de fotoğrafçılara poz veren;
eylemlerini ve cürümlerini, bunların önemli devirlerin tanığı
olarak ünlerini yitirmeden kalacağını umut ederek gerçekleş­
tiren; şimdiki zamanı geçmişin imalinin aracı olarak, tarihi de
tarih kitaplarına malzeme olarak görüp kötüye kullanan - kı­
sacası <gelecek zamanın hikayesi>nde, <geçmişte kalacağım ve
geçmiş olarak kalacağım> modunda yaşayan biri.
Görlitz ve Quint'in kaleme aldığı biyografiden Hitler'in
Nürnberg'deki devasa parti binalarının inşası tamamlanmadan
çok önce bu binaların günün birinde harabeyken nasıl görüne­
ceklerinin çizilmesi talimatı verdiğini öğreniyoruz. Kendi Ak­
ropolis'ini ya da Mausoleum'unu hazırlamış yani. Bu binalann
parçalanmış abideler olarak binlerce yıl yaşayacak ve kendi­
sine tanıklık edecek olmalarından önce yapılıp bitmiş halde

Fr. Kayıp dünyanın izinde -yhn

26 9
sapasağlam durmaları gerektiğini, hiç kuşku yok, nahoş geçici
durum şeklinde algılamış ve bu süreyi kısaltmak için elinden
geleni ardına koymamış. Planladığı her şeyi yakın geleceğin
torsolan olarak planlamıştı; milyonlara haykırdığı "Heil" söz­
cüğüyle felakete zaten davetiye çıkmıştı, ama o aynı zamanda
bu felaketi içten içe ümit de etmiştir.

Ara not, New York 1 943

Yakılıp yıkılmış bir kentin fotoğrafı. Böyle bir harabeye bakar­


ken bireyle nesne arasındaki zorlama ayrım ne kadar gülünç
kalıyor. Bir insanın ölümünün bir kentin yitirilmesinden ke­
sinlikle daha büyük kayıp olduğu sahiden o kadar kendiliğin­
den anlaşılır bir şey mi? Arşimet'in ölümünün Siraküza'nın
yok olmasından daha büyük kayıp olduğu doğru mu? Bir kent
bir <nesne> midir peki? Bir kent, içinde yaşayan <bireylerin>
(Viyanalılar ya da Berlinliler için ne kadar soyut ve küçük dü­
şürücü bir sözcük) biçimlenişlerini borçlu oldukları, onları
başka türlü değil de oldukları biçimde kendileştiren bir <dün­
ya> değil midir? Canlarım kurtarmış dahi olsalar, kentleri ha­
rap olmuşsa, kent sakinleri de harap olmaz mı? Paris yerle
bir olsa Dünya batmış olmaz mı? Scipio'nun, enkaz halindeki
Kartaca'dan yükselen dumanlara bakıp döktüğü gözyaşları,
bizim gözyaşlarımız değil miydi? Biz insanların, Dünya'yı ba­
tırmayı becerebilecek olması karşısında duyduğumuz dehşet
yüzünden döktüğümüz gözyaşları?
Öte yandan, <İkinci Molusyalılann> öyküsü de var:
Molusyalılann atalan, kentlerini savunmak için surların
önünde kıyasıya direnmişler. Ta ki bir teki bile sağ kalmayana
dek. İşgalciler çoluğuyla çocuğuyla, sağlam kalmış kapılardan
içeri dalıp kenti ele geçirmiş. Oysa kentin yapılan ve görünü­
şü onu fethedenlerin ruhundan daha dayanıklıymış. Böylece
oraya yerleşen yeni sahipleri, zamanla Molusya'mn çocukları

2 70
olmuşlar. Efsaneye göre, çok geçmeden görünüşleri de örf ve
adetleri de ilk Molusyalılannkinden ayırt edilemez olmuş. Bir
zaman sonra da <kentlerinin> kadimliğiyle gurur duyup o ilk
Molusyalılan atalan olarak görmeye başlamışlar. Molusya'nın
geleneğinde bir çatlak, hatta bir dikiş izi olsun bulmak tarih­
çilere bile nasip olmamış. Dahası o tarihçiler, Molusya'nın
geçmişini kesintisiz bir tarihin ideal örneği olarak niteleyip
övgüye değer bulmuşlar.

Berlin, 23 Haziran 1953

<Modern sanat> konulu bir sergiyi gezdim. Bu başlık altında


kübizmden sürrealizme kadar bütün akımları toplamışlar. Her
şeyde bir garabet göze çarpıyordu.
En başta <modern> sözcüğünde garabet var. Bu sözcük
1880'le 1920 arası moderndi, ama artık, yıkıntıların diline ser­
piştirilmiş haliyle, tarihe tutarsızlaşmış iyimser bakışıyla, feci
köhnemiş geliyor kulağa. Bu kentteki her şey için geçerli sayı­
labilecek, zarar görmemiş olanın yıkılmış olandan daha ürkütü­
cü gözüktüğü gerçeği, sözcükler için de geçerli. Hem de en baş­
ta bu sözcük için. <Modern> sözcüğünden artık çürümenin o
tuhaf, kendine özgü kokusu yayılmakta. Sararmış gelecekler
ve tükenmiş umutlar yayıyor o kokuyu.
Dünya'nın (bütünüyle insanlığın) hep ileriye gittiğine ina­
nıldığı sürece, her son aşamanın ürünlerinin <modern> olarak
adlandırılması biraz da haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak
şimdiki durumda bundan söz edemeyiz. Günümüzde <en
son> olanı <modern> olarak niteliyorlarsa, bunu ilerlemeye
inandıkları için değil, kendilerine, ilerlemeye olan inancı (ye­
niden) telkin etmek için yapıyorlar. Büyükbabalarında kurun­
tu olan, şimdi onlarda kendilerini kandırma aracına dönüş­
müş durumda.
Ayrıca şu da var - meseleyi daha da tuhaflaştıran - <mo-

2 71
dem> diye adlandırdıkları bu evre hiç de son evre değil, sa­
dece onlar açısından sonuncu, çünkü on iki yıllık Bitler ikti­
darı nedeniyle Dünya'mn geri kalan kısmıyla eşzamanlılıktan
koparıldılar. Şimdi bu kadar gurur duydukları sürrealizm de
nereden bakılsa otuz yılı aşkın bir süredir var. Ama dediğim
gibi bu sergideki her şey ucube. En ucube tarafı da şuydu:
Darmadağın olmuş bir caddeden gelip salona giriyor ve dar­
madağın olmuş dünyayı tekrar karşında buluyorsun. Fransız
ve Amerikalı ressamların röprodüksiyonları halinde yani; son­
ra da bakıyorsun, sergiyi gezenlerin hiçbiri bu işte bir tuhaflık
görmüyor.
Molusyalılarla ilgili anlatılır, veba uyarılarım başta hiç
ciddiye almadıkları gibi uyarıda bulunanları da öldürmüşler;
salgının etkisini yitirmesiyle de önceki uyarıları, dönemin en
anlamlı lirik eserleri olarak değerlendirip yüceltmişler. Bu
hikayeye bir türlü inanasım gelmemişti. Artık inanıyorum.
Çünkü sergideki tüm resimler - bilsinler bilmesinler, ka­
bul etsinler etmesinler - Dünya'nın ve insanların darmadağın
edilmesini anlatıyor. Bazıları, en iyileri diyelim, gerçek uya­
rılar, abartılı karamsarlıkla tehlikeye dikkat çeken resimler,
utancın ve korkunun yarattığı, Dünya'mn yakılıp yıkılmasına
dair felaket tellallığı; bazıları bu tema üzerine uçarı rapsodiler;
yine bazıları açık sinik yapıtlar, insanın sökülüp parçalara ay­
rılmasını ve nesneleştirilmesini konu edinen, oh olsunculuk
ibrazları.
Bu resimlerde önceden söylenen ya da açıklanan yıkımı,
bu sergiyi gezen herkes bizzat yaşadı - <bizzat yaşadı> kısmen
<katılmak>, kısmen de <katlanmak> anlamında. Şimdiyse sağ
kalanlar, çöküş arkalarında kaldığı için bu çöküşün o zamanki
beyanının tadını çıkarmakta ısrarlı. Vebanın tahmin edilmesi­
ni de çağın en üst düzeydeki ifadesi olarak görüp yüceltiyorlar.
"Berbat bir dönemden sonra yeniden insan olmanın huzu­
runa kavuşmanın verdiği derin bir memnuniyet duygusu için-

27 2
deyim," diye tamamladı sözlerini, açılış konuşmasını yapan
kişi. İzleyiciler de alkışladı. Anlayacağınız, konuşmacı, gerçek
yıkıntıların verdiği yorgunluğunu, tahribatın sorumlularınca
<dejenere> diye aşağılanan yıkıntı sanatları sergisinde atıyor.
Güzelce çerçevelenmiş enkaz sayesinde yakaladığı <aydınlan­
ma> fırsatını da özgürlüğün ve kültürün göstergesi olarak gö­
rüp tadını çıkarıyor besbelli. O da epey hasar görmüş demek
ki. Anlaşılan, ruhunun sanatı kavrayan hatta tadına varan kı­
rık parçasıyla, gerçek olanı, cinayeti, ırza geçmeyi, sakat bırak­
mayı, kentleri yakıp yıkmayı yaşamış diğer kırık parçasının en
ufak bir teması yok. Aynı şey izleyiciler açısından da geçerli.

Abartılı bireycilikten yakınılıyordu bir zamanlar, kolektifin


tek tek bireylere bölünmesi ve birinin diğerinden <haberdar>
olmaması hayıflanma nedeniydi. Ne güzel zamanlarmış. Çün­
kü bu arada parçalama makinası işlemeye devam etti: Artık
tek tek herkes parçalandı, her birey <bölünenlerine> ayrışıp
ufalandı. Tıpkı iddia edildiği gibi, nasıl ki önceden bireylerin
birbirleriyle bağlantısı zayıf idiyse bugün de insanın her bir
parçası diğer parçalarından kopuk halde.
Resimlerin önünde duran halleriyle , parçalara bakan par­
çalan andırıyorlardı; yanm gövdelerin tadını çıkaran yanm
gövdelerdi. Aslında kendileri de o resimlerde yer alsalar, kı­
rık dökük halleriyle, tasvir edilen kırıkların arasına karışsalar
olurdu . Son derece gerçeküstü bir tablo düşünülebilir, alçıdan
yapılmış insanların gerçeküstü bir resim sergisinin ziyaretçi­
leri olarak resmedildiği. Ama sürrealizmi realizme çevirecek
sözünü ettiğimiz bu sürrealist resim de onlar açısından tadı
çıkarılacak bir kültür malzemesi sayılırdı herhalde. Resim­
de kendilerinin anlatıldığını idrak edeceklerini ise sanmıyo­
rum. Tıpkı, kendilerinin eşek kulaklı sanat snopları olarak
tasvir edildiği, Goya'nın oyma eserlerini beğenerek seyreden ,
Madrid'in saraylıları gibi.

273
Berlin, 23 Haziran

Demin pansiyona dönerken, ışıklan kararmış


Fasanenstrasse'den geçiyordum, harabeler arasında bir bina­
nın kabuğuna rastladım. Diğerlerine benzemeyen, kendi başı­
na kalakalmış bir kabuk. Tahribatı diğerlerinden altı yedi yıl
daha önce gerçekleşmişti Çevresindeki yapılar güven dolu ve
her şeyden bihaber öylece dururken, bu, çoktan harabe olmuş
çıkmıştı. Diğerlerinden farklı tarzda bu hale düştüğü gibi ic­
racılar da farklıydı.
Diğer yıkıntılar, çekilen cezanın verileri; bu, işlenen suçun
göstergesi Diğerleri havadan atılanlarla yıkılırken, bu, içten
yanıp kül olmuş. Diğerlerine ateş düşerken, bu, içten ateşe ve­
rilmiş.
Ama sanki, bu yapının ölümünden altı ya da yedi yıl sonra
kenti kasıp kavuran bela, zaten mahvolmuş sinagogu bir kez
daha hırpalamaktan kaçınmış da o da şimdi sağındaki solun­
daki yıkıntılarla karşılaştınldığında neredeyse zarar görmemiş
gibi duruyor; içi boş <sadece>, <sadece> çıplak, temizlenerek
içi boşaltılmış <sadece>.
tınan zor olmazdı, ama neye yarayacak? Bin kişi sığardı
içine, ama bu bin kişi nerede?
Yahudi olmayanlar! Bu, şimdi artık sizin sinagogunuz !
Onu altı milyonun anıtı yapabilirsiniz !

Berlin, 24 Haziran

Bu sabah bir kez daha gittim oraya. Çoktan bir anıt olmuş
doğrusu. Tabii başka türde bir anıt.
Çapraz kemiklerin ve kuru kafanın, bu zehir sembolleri­
nin yasak olduğu yazmıyor ya bir yerlerde. Dört köşeli taşla­
nn üzerinde bunlar var işte, dünün gamalı haçlarının yerini
almışlar. Semboller değişiyor. Ama nefret sürüyor.
Kime karşı duyulan nefret?

274
"Yazık ama, öyle değil mi?" diye yorum yaptı biri geçerken.
"Ne gibi?" diye sordum şaşırarak, bir anlığına bir parça
ümitlendim.
"Yani, bütün işi halletmişler ! " deyip uzaklaştı.
Hemen anlamadım ne demek istediğini. Ama şimdi biliyo­
rum: "Yazık, bize iş bırakmamışlar; <bütün işi> sadece bir ke­
reliğine halledebiliyorsun. lnsanlan sadece bir kere öldürmek
mümkün ne yazık ki."
Yahudilerin sonunun gelmesiyle antisemitizmin de sonu­
nun geldiğini ve katillerin katlettikleri kimselerle birlikte ka­
zara nefretlerini de öldürdüklerini düşünmek naiflik olurdu.
Antisemitizm için Yahudilerin varlığı gerekmiyor.
Gerçi <Yahudi> diye niteledikleri şey, şimdiye dek hep bir
görüntüydü. Ama şimdi, gerçeğinin katledilmesinden sonra,
onların bakışıyla tam bir hayalete dönüşmüş durumda. Bırak­
tığı boşluk yüzünden ve nefretlerinin o boşluğa düşmesi nede­
niyle, Yahudilere o kadar sinirleniyorlar ki. Bugün onlara lanet
okumaları 'yokluk'larından kaynaklanıyor.
Nedenler değişiyor.
Semboller de keza.
Nefret kalıyor.

Banyo penceresinden dışanya bakış, Berlin, 24 Haziran

Ama bu pencerenin baktığı avlunun görüntüsü gerçekten de


benzerlikle sınırlı kalmıyor. Sahiden Toni Teyzemin avlusu.
Bu yapma tüf taşı kalıntılarından, kimse bana bunun <ne gibi
bir şey> olduğunu ya da ne gibi özelliği bulunduğunu açıkla­
yamadığı için beş yaşındayken kafamı karıştıran bu yığından
bir tane daha olması olanaksızdı. Demek o da hala duruyor.
Hayatta kalmasını sağlayan şey neydi acaba? Ölü numarası
yapma kurnazlığı mı? Enkaz dünyasına gösterdiği vakitsiz mi­
mikri mi? Neden tam da o?

275
Berlin, 25 Haziran

Evet bu anlamsız 'neden bu ve neden öbürü değil ?' sorusu işte.


Yerinde duran veya durmayan her evin, her nesnenin önünde,
her köşe başında insanın ağzından çıkan soru bu.
Masa başında kolay çıkıyorsun işin içinden: "Rastlantının
hakkını vermek doğruluğun gereğidir" ya da "Neden diye sor­
mamak felsefe yapmanın ilk adımıdır" diyorsun. Oysa burada
öyle mi?
Yanıtı bilmesek de olur. Zaten başka çaremiz de yok. Ama
sorulan, hangi üçkağıtla başvurup da bastıracaksın? Filozo­
fun, hayatın anlamına ilişkin anlamsız sorulara karşı filozof
olmayan birine oranla daha şerbetli olduğunu zannetmek,
çileciliği benimsemiş birinin, ayartmalara çileci olmayan bi­
rinden daha az maruz kaldığını varsaymak kadar budalaca.
Savunma, dispozisyonun kanıtıdır.

Berlin, Kleiststrasse, 25 Haziran

Tahminen daha lise yıllannda elime geçmiş bir felsefe maka­


lesini hatırlıyorum hayal meyal. İçeriği, <harabe>nin - herhal­
de makalenin başlığı da buydu - insan yapısı şeylerin doğaya
karşı yürüttüğü yavaş ama temelde nafile savaşımın ifadesi
olduğu gibi bir şeydi. Buna göre harabe henüz <objektif akıl>
tarafında yer aldığı ama bu arada zorunluluk alemine de dahil
olduğundan diyalektik bir temaydı. Diyalektik orada kendini
gösteriyordu adeta. Özgürlüğün doğadaki yerçekimine karşı
temelde nafile savaşımının seyri, bizi melankolikleştiriyordu
gerçi. Tıpkı günbatımı gibi. ( Claude Lorrain gibi ressamların,
harabeleri akşamın kızıllığında tasvir etmeyi sevmelerinin
rastlantı olmadığı anlatılıyordu.) Ama tıpkı günbatımı gibi ha­
rabe de kendine has bir <güzelliğe> sahip deniyordu. Hatta
iki kat güzeldi, çünkü hem sanatsal hem doğal güzelliklerin
alanına dahildi. Aşağı yukan böyleydi makale.
Gel de imrenme, ne kadar da naif bu savaş öncesinin fel­
sefesi ! Diyalektiğin, bir yandan özgürlükle zorunluluğun, öte
yandan insanla doğanın ilişkisine ihracı ! Sanırsınız harabeler,
akşamlan da bir güzel aydınlatılmış halleriyle, savaş bölge­
lerinde değil de, Rickert'in doğa bilimleriyle sosyal bilimler
arasına çektiği şu <doğa bilimleri kavram türetimi sımrı>nda
bulunuyor. Hakikaten, bu felsefeden çıkan ses Heidelberg res­
men: Aslı <efendi ve köle> olan diyalektik modelin yerine He­
idelberg sarayı geçmiş. Hegel'in patlayıcı madde olarak dile
sürdüğü kavram da artık ayaklarım uzatıp rahatına baksın ve
sanat estetiğiyle doğa güzelliği arasında zararsızca oradan ora­
ya salınan ve parıldayan bir şeyi tammlayadursun.
Ellerimizle yarattığımız eserlerin, tüm mücadeleleri sanki
doğaya karşıymış gibi; sanki sadece bu mücadele esnasında
eskiyor, çürüyor ve yenik düşüyorlarmış gibi.
Hayır, bu duvarlar çürümedi. Olsa olsa sonradan çürümüş­
lerdir. Aksine harap edildiler. lnsan icadı ölmüş şeyler değil,
öldürülmüş eserler. lmal edilmiş harabeler onlar, yani bizzat in­
sanoğlunun marifeti.
Bu yapıtlar <doğa>mn eline de düşseler, bunun nedeni de
yine, biz insanların başının altından çıkan doğayı provoke
etme fikri. Doğanın yardımım alarak yaptıklarımızı mahvedi­
yoruz.
Bu ne yalnızca bu harabelerle sınırlı kalıyor ne yalnızca
bugünün harabeleriyle. Aksine tüm Dünya'nın harabeleri açı­
sından geçerli. Ne var ki işte, torunlar unutkan olur, bilirsiniz,
bizler katledilmişleri daima kendi kendine ölmüşlere dönüş­
türüyoruz, dünün savaş meydanlarını bugünün mezarlıkla­
rına ve atalarımızın yaşadığı dehşeti de melankolimizin tatlı
içeceğine.

2 77
Berlin, 25 Haziran

<Sınırlarda> duruyor gerçi bu harabeler. Ama işin doğrusu,


felsefi açıdan temelde birbirinden ayrılan <doğa> ve <zihin>
gibi <dallar> arasındaki sınırda değil de iki düşman arasındaki
sınırdalar. <Diyalektik> olduğu da kesin bu sınınn. Ama ha­
kikaten öyle sınırların hep diyalektik sayıldığı klasik anlamda
değil sadece, aksine tahmin edilemeyecek yeni bir anlamda.
İnsan icadı olan topyekun savaşta coğrafi anlamda <sınırlar>
artık kalmadığından, bizzat diyalektik <sınır> kavramı da di­
yalektik bir tersyüz olma tecrübesi yaşadı. Son savaşta olduğu
gibi, her nokta, her kent, her ev <cephe>, yani <sınır> özelliği
kazanınca, <Sınır> kavramı da çöküyor. O da darmadağın ol­
muş durumda. Artık bu kavram da bir harabe.

Berlin, 26 Haziran

Güzel mi?
Hayır, hakikaten güzel falan değil artık bu harabeler.
Her ne kadar kıyametten önce düşünme deneyleri yapıp,
beklenen yıkımın güzel tarafım görmeye çalışan birileri çık­
mışsa da (topyekun savaş antisipasyonuyla jünger gibile­
ri, Hitler gibileri) bugün bu girişimler yankı bulmuyor her
halükarda. Çok şey denendi bu yıkıntılarla: Önemsiz göste­
rildiler; görmezden gelindiler; kullanıldılar; satıldılar; üstle­
rine nefretin bayrağı dikildi; ama yüceltilip güzel gösterilmek
istendiğini, çocukluğumuzun tapınakları ya da şatoları gibi
batmakta olan güneşin ışıklarıyla aydınlatılmaya çalışıldığını
duymadım hiç.
Alçakların bile ahlaki çekinceleri oluyor demek ki. En
azından cürmün ardından.
Berlin'de villalann bulunduğu bir semt, 26 Haziran

Bahçe kapısında bir tabela: Harabesiyle birlikte satılık villa.


Fakat bu harabe, şimdiye dek gördüklerim içinde en az­
manı.
Bahçede, tam suyun kenarında, kaderine terk edilmiş, keza
bir şatoyu andıran <Hildegarde Evi>nin arkasında (X. , bana
buranın sahibinin para babası fabrikatör L. olduğunu söyle­
mişti) , villanın kendisinden daha iyi durumda, belli ki çok
sağlam inşa edilmiş <harap durumda bir şato> yükseliyor.
Gerçi gerçek bir şatodan daha küçük ama yine de bir oyun­
caktan daha heybetli, dolayısıyla da daha ciddi bir şey. Villa,
seksenli yıllardan kalma olduğuna göre ona ait bu Ortaçağ şu­
besi de kendisiyle aynı yaşta olsa gerek.
Azmanın tarihsel arka planına gelince:
Eskimiş olan yaşlılığı belgelediği, yaşlılık da otoriteyi kuv­
vetlendirdiği için, eskimiş nesneleri sergilemek, bu sonradan
görme nüfuz sahiplerinin çok önemsediği bir şey. Genç impa­
ratorluk da mişli geçmiş zaman parçalarına iştahı ve teşhircili­
ğe düşkünlüğüyle doymak bilmiyordu.
Böylece imparatorluğa bağlılığını göstermek isteyen her­
kes, bu geçmiş kültü işine el attı, hem de öyle zorla falan de­
ğil, tam bir coşkuyla. Anavatanın sembollerine sahip olmak
anavatan sevgisinin sembolüydü.
Bu vatanseverlerden biri de L.'ymiş bu arada, <Hildegarde
Villası>nın sahibi. Yeterince gerekçesi de varmış, kendi yük­
selişiyle imparatorluğun yükselişi aynı döneme denk geliyor
haliyle. Bu yükselişi, imparatorluk sınırlan içinde artan refaha
borçlu olmadığı aşikarsa da.
Ne var ki o sıralar anavatan sembollerine olan muazzam
talep artışı karşılanamadığı ve bir de Mark bölgesinin kumlu
sömürge toprağı pek o kadar fazla imparatorluk kalıntısı su­
namadığı için bu tür kalıntıları üretmekten başka çare yoktu.

2 79
Geleceğini üreten bir ülke geçmişini de üretmeden edemez.
O zamanki sonradan görme Almanya'nın tamamı için ge­
çerli olan, bizzat sonradan görme L. açısından da geçerliydi
haliyle. Adamımız, (yine X'in anlattığına göre) bir asalet un­
vanı alabilmek için yanıp tutuşuyormuş. Harabeden de anla­
şılıyor zaten bu . Bu yapı sayesinde onda eksik olan kökeni ve
mahrum kaldığı asaleti kendine bizzat yine kendi tevcih etmiş
oldu. Amerikalı milyonerlerden farklı olarak kendi kazandı­
ğıyla gurur duymak yerine, kendi yaptığını miras kalmış gibi
gösterebilmeyi istiyordu . Ne ideolojik ne duygusal açıdan bir
selfmade-man· olduğu söylenebilirdi, tam tersine feodal kıs­
taslara karşı derin bir hürmetle hareket ediyordu. O halde bu
harabenin şiarı şöyle olmalı: "Çalışarak edindiğini öyle göster
ki babadan kalma sansınlar. " Ya da: "Mirasına konamadıgın ata­
lardan sende de olmasını istiyorsan onlan kendin imal et. "
Gedaechtniskirche'nin yanı başındaki bir kafenin terası, Ber­
lin 26 Haziran
<Pitoresk> demiştik harabelere öyle değil mi ! Gerçeklik, o
kadar kıyamet kopardı ki zamanla bizi bu kategoriden vazge­
çirdi !
Pitoresk olan hep istisnaydı çünkü. llerlemenin, temizli­
ğin, hali vakti yerindeliğin ve güvence altına alınmış yaşamın
istisnası. istisna olma özellikleriyle de genelde tatildeki keyif
objeleriydi: Napoli'deki, giysisinin kollarından dirsekleri fır­
lamış çocuk; yaşlı dilenci; her yanı dökülen kulübe. Çalışma
üzerine kurulmuş, iyi çekilip çevrilen, neyin ne olduğu dosya­
larla belirlenmiş, imar polisince güvence altına alınmış, kendi
dünyamızın gerçekliğinde kesinkes <yasak> olan şeyleri <pi­
toresk> görüp hoşlanıyorduk hasılı. Ne diye hoşlanıyorduk
peki?
Çok basit, güzellik ('iş'i sanatın konusu yapmaya çalışan
bütün politik girişimlere rağmen) çalışmanın karşıtı bir kav-

lng. Kendi kendini yetiştirmiş kişi -yhn

280
ramdır da ondan. Boş zaman, en azından iş olmayan şey, gü­
zelliğin önkoşulu olduğu gibi sanata da enfes bir malzemedir.
Sanat, <alınterinin> lanetini görünüşte de olsa çürütmeye ça­
lışır çünkü. Estetik olan, çalışmaktan yıpranmamış vücuttur;
güzel olan, işe ihtiyaç duymadığı anlaşılan 'aetas aurea'nın
dünyasıdır.
Şöyle ki, lazzarone, dökülen ev, yaşlı dilenci, hepsi de ça­

lışmama ve aldırışsızlık timsalidir: Hiçbir şeyi dert etmez, öy­


lesine takılırlar. Onlar da - asıl tam da onlar - 'aetas aurea'nın
elçileridir; çünkü far niente'ye - özgü saadetin ve gamsızlığın
sefalette bile mümkün olabileceğini asıl onlar kanıtlamakta­
dır. Bu nedenle, (gerçekçi tasvirlerde bile) <güzel> ya da <pi­
toresk> olarak görülmüşlerdir. Sefaletin lüksüne <pitoresk>
deniyor.
Büyük ninemin, dilencilerin şahsen girmelerine zinhar izin
verilmeyecek salonunda, dilencilerin resimleri asılıydı. Büyük
ninem açısından iki şeyin göstergesiydi bu:
Birincisi (Rousseauculuk daha ölmemişti çünkü) kendi
içinde yaşadığı lüksün sefaletinin. Öyle yapaydı ki yaşamı. Bu
olgu onda melankoliye indirgenmiş kültürel bir vicdan aza­
bına yol açıyordu . . . melankoli ise comme telle*** tatlı oldu­
ğundan büyük ninem kesinlikle vicdan azabının da bir kez
daha tadını çıkarıyordu. Öte yandan ama - işin bu kısmı çok
daha önemliydi - resimlerde tasvir edilen sefalet muazzam bir
hoşnutluk yaratıyordu: Kendi refahlarının arka planı görevini
gören o resimler vazgeçilmezdi. Her dilenci, ona, kendisinin
ne kadar iyi konumda bulunduğunu kanıtlıyordu Her hara­
be onun kendi evini nasıl konumuna yaraşır şekilde dayayıp
döşediğini. Gerçek anlamdaki berbat sefaleti hayatlarında fon
olarak kullanmaktaki acımasızlık yetmemiş olacak ki tutup

lt. Napoli'de aylaklara ve berduşlara verilen ad --çn


lt. Yan gelip yatmak, hiçbir şey yapmamak -yhn
Fr. Böylesi, bu haliyle --çn

281
bir de (anlaşılan yine de mesut saydıkları) 'dolcefar niente'nin •

sefaletinin resmini asıyorlardı duvarlarına.


Yalnızca tuzu kuru olanın perspektifinden bakıldığında,
her tarafı dökülen şey, pitoreskmiş gibi bir duygu verebilir.
Sosyal statüdeki yükselmenin pitoresk olana tutkuyu artırdığı,
adeta doğurduğu ve bu tutkunun acımanın kız kardeşi olduğu
kesin. Harabelerin ortasında dikilip duran, sadaka bekleyen
dilenci, pitoresk olanın arayıp da bulamadığı bir motif gerçek­
ten de.
Yıkık dökük olanın keyif nesnesi olarak neden <pitoresk>
diye nitelendiği sorusunun yanıtı (en azından sayısız <pito­
resk resim>le karşılaştırıldığında) , kayda değer <pitoresk plas­
tik sanat eserleri>nin olmadığı kafada berraklaştırılırsa verile­
bilir. Sefalet, resim olarak yine de görüntüden ibaret kalıyor
çünkü, gerçeklikte fazla yer işgal etmeyecek kadar mesafeli
henüz. Oysa heykeller sahiden üç boyutlu olma özellikleriyle
üç boyutlu Dünya'nın içine bir güzel kurulacak kadar yüzsüz­
ler. Zenginlerin misafir odasında sefilliği anlatan bir heykel,
istila anlamına gelirdi Böyle bir istila, bir sokak çocuğunun
o salona dalmasıyla eşdeğerdedir. Sanat sosyolojisi açısından
bunun anlamı şudur: Bir sanat türü ne kadar görüntüden iba­
retse o kadar gerçekçi anlatıma soyunabilir, hatta rezalete yol
açanı tasvir etmeye cüret edebilir ve bir o kadar da <devrimci>
olmasında sakınca yoktur.
Duvarlarında dilencilerin ve harabelerin resimlerinin asılı
olduğu, büyük ninemin misafir odasında, plastik sanatların
çok daha tutucu kalmış olması ve sehpaların üzerinde ne halt
karıştırdıkları bilinmeyen mini heykellerin, Apollon'lardan ve
Diana'lardan oluşması kesinlikle rastlantı değildi
Acıklı eserler gibi, pitoresk meraklısı da gözünü sefalet­
ten ayıramaz. <Yüksekteki konumu>nun gerçekliğini ayırt
etmek ve tadını çıkarmak için bozulmanın varlığına ihtiyaç

lt. Tatlı aylaklık -çn

282
duyduğundan, belli ölçüdeki bir gerçekçilikten vazgeçemez.
'Dünya ruhu' bir kez daha yapmış yapacağını: Merhamet ede­
biyatıyla dolaylı olarak sosyal kurama götürmesine benzer
şekilde , pitoresk üzerinden de yolu gerçek realizme çıkar­
mış. (Millet) .*
Bizimse böyle şeyler görmeye ihtiyacımız kalmadı. Gerçek­
lik yeteri kadar gerçek oldu. Keyfini çıkaracağımız istisnalar
varsa da bunlar harabeler değil, <sağlam> dünyanın parçalan.
Bir zamanlar evlerinin duvarları harabe resimleriyle tıkabasa
dolu Kurfürstendamm'a şimdi harabe denizinde ada gözüyle
bakılıyor. Artık şiirlerimizin teması da sefalet değil lüks.

2 7 Haziran

Bir Rodin konferansı sonrası. Yanın gövdelerin taklitlerinin


üretimi günümüze dek uzanıyor resmen ! Bu, baştan sakatlan­
mış olarak tasarlanan eserler ne kadar da çelişkili ! Bir yandan,
kazılarda daha yeni bulunmuş gibi gözükerek, arkeolojik kla­
sisizm geleneğinde yerlerini alıyorlar. Diğer yandan Rodin'ın
bu sözde arkaik eserleri yaratarak klasiğin tüm katmanlarını
çiğnemeyi denediği ve tüm bilinen tarihin öncesindeki bir za­
mana ulaşmayı, bir bakıma tarihten firar etmeyi hedeflediği
çok açık. Hakikaten Rodin'ın bazı yanın gövdeleri <tersyüz
edilmiş harabeler> gibi görünüyor. Yani çoktan beri değil de
henüz parçalar halinde; doğanın parçaladığı, biçimlerinden
olmuş varlıklar değil de doğa tarafından çiziktirilmiş, henüz
biçim kazanmamış eskizler gibi duruyorlar.
Felsefesi sırf dinamikten, natüralizmi sırf oluşumdan, za­
man kuramı sırf gelecekten ibaret bir çağda, yanın gövdeler de
biçimlerini yitirmiş olarak çıkamazlardı ortaya artık, tersine
yalnızca henüz-biçimine-kavuşmamış şeyler olarak boy gös­
terebilirlerdi. Geçen yüzyılın ikinci yarısında başlayan eskiz

Fransız ressam ]ean-François Millet ( 1 814-1875)


hayranlığı, harabe kültünden nöbeti gerçek anlamda devral­
mış gibi görünüyor. Her halükarda Rodin'da bu iki motif, ek­
sik gövdeyle eskiz, neredeyse iç içedir: Henüz bitmemiş olan,
arkaik; arkaik tarzda yapılan da gelişme havasında. Eserlerin
tarih öncesini temsil etme sevdaları da aynı zamanda hem çok
eskiyi hem henüz-tarihi-olmayanı, yani geleceğe dönük olanı
anlatıyor.
<Antik eser taklitçisi> sözünü ahlaki değil felsefi anla­
mıyla alırsak, Rodin'ı böyle nitelememizin de sakıncası yok.
Sahiden ilk döneme ait gerçek yarım gövdelere çoğu kez tas­
lak gözüyle bakıp hayranlık duymakla, başka deyişle kırılmı­
şın biçim bozukluğunu , henüz-ısrarla-biçimini-arama olarak
yorumlamakla kalmamış ; bizzat kendisi de eserlerini, sanki
her biri ilk dönemin bir kalıntısı ya da ilk oluşumuymuş gibi
yaratmıştır. Bu taklitçilik işini tek yapan Rodin değil elbette.
Eski orijinal metinlerin icadı , Ossian'la birlikte beklenmedik
ölçüde yaygınlık kazandı; farklı ulusçu eğilimler, kendileri­
ne meşru dayanak yaratmak amacıyla bu tahrifleri sistema­
tik biçimde sürdürdüler; bir şey <kurmaya> niyetlenilen her
yerde bir <zemin> üretildi , buna dinler de dahil. Sözde dini
metinleri dile getiren Blavatsky de buna bir örnek. Gerçek
kalıntı metinlerden yola çıkarak günümüz açısından sözde
belirleyici , sahte Parmenides'ler ya da sahte Herakleitos'lar
uydurduğuna bakılırsa Heidegger, bugün hala aynı şeyi yapı­
yor. Ayrıca nasyonalizm de bir imparatorluk kurma amacıyla
aradığı arkaik gerekçeyi <ırk>ta keşfederek çoktan gelenek­
selleşmiş < köken üretimi> meselesinin üstüne tüy dikmiştir.

Berlin, 28 Haziran

Hangi kuşaktan çocukların bu bollukta taştan oyuncak blok­


ları olmuştur? 1953'ün Zille* tiplemesi afacanları tuğlaların

Heinrich Zille, Alman ressam ( 1 858- 1 929) -yhn


arasında yerde oynuyorlar, kimbilir o tuğlaların altında kim­
ler yatıyor. Taşlarla bir şeyler kuruyorlar. Grolman Sokağı'nın
orta yerinde.
Yapı taşlarının nereden geldiğini, bunu kime borçlu olduk­
larım bilmiyorlar, bilmeleri de mümkün değil, geç doğanlar
onlar. Felakete tanık olmadıkları gibi, Dünya'yı da sağlam ha­
liyle görmediler. Tuğlalar var işte. Nasıl bizim için denizlerin o
bitmek tükenmek bilmeyen stoklan, kumlar var idiyse; biz de
sormamıştık nereden geldiğini, bir velinimete teşekkür etme
gereği de duymamıştık. (Aynca şu da var ki biz de tuğlayı ter­
cih ederdik, bu türden yapı taşlarının yanında kumun lafı mı
olur.)
Birden durdum. "Neler yapıyorsunuz bakayım öyle?"
Küçüklerden birisi, kafasını bile kaldırmadan (Berlin şive-
siyle) :
"Kafamjda göjleyinij yok mu şijin ya?" İnşaata devam etti.
"Sığınak mı?" diye sordum.
"Sığınak ! " diye tekrarladı. Sonra sanki karşısında umutsuz
vaka bir ahmak varmış gibi: "Yo, mağara ! "
"Ha tabii ! " dedim, görev aşkıyla, sanki böyle yanılmış ol­
mam bağışlanamayacak bir şeymiş gibi. "Muhteşem bir mağa­
ra ! " Ama hiç oralı olmadı.
Demek ki o noktaya vardık yine.
tık insan mağarayla yetinmişti. Sonraki kuşaklardan bir
insanoğlu gelmiş, eşmek yerine ev kurmakla gurur duymuş.
Sonra onun torunu insanoğlu gelmiş, tahta yerine taş kullan­
makla övünmüş. Derken onun torunu insanoğlu gelip yapıl­
mış olanı yerle bir etmekle böbürlenmiş. En sonunda da onun
torunu gelmiş ve gayet mağrur: "Kafamjda göjleyinij yok mu
şijin ?" diye sormuş.
Mağaralar.

285
Basel, 29 Temmuz

Enkazla çevrili olmak nasıl erdem değilse , sağlam olmak da


karalanma nedeni değil sonuçta. Bu her şeyden habersiz ve
deneyimsiz sokakların aşağılanmasında en ufak bir haklılık
payı yok, bu konudaki ahlaki çaba gereksiz külfet. Kendile­
rine dokunulmamış bu yapıların arasında dolanmak yine de
ıstırap veriyor. Her biri, buradan sadece birkaç kilometre öte­
deki kardeş yapıların başına geleni yadsır gibi.
Sağlam kalmış olana karşı bu kibir de neyin nesi? Ya sağlam
kalmış kentlerin sakinlerine karşı sergilenen kibir? Az ötede­
ki, o harabelerde bir zamanlar oturmuş insanlar, yaşadıkların­
dan sonra daha mı görmüş geçirmiş sayılıyorlar? Düştükleri
çukurun derinliği yüzünden daha mı derinlikli insanlar? Daha
mı insaniler?
Öyle olduklarını varsayalım. Diyelim ki olağandışı durum­
ların, <iki arada bir derede> kalmanın ne demek olduğunu
çok daha iyi biliyorlar, hatta o açmazdan yüz akıyla çıkmış
olsunlar, peki korkunç şeylere tanık olmuş ve aynca taviz de
vermemiş biri, <daha mı avantaj lıdır> ya da barışı ve dostlu­
ğu yaşama şansından mahrum kalmamış birine oranla daha
mı iyi ya da makbul yahut sevimlidir? Çöküşün <derinliği>
neden bize yıkılmamış olanın seviyesinden daha <yüksek> ge­
liyor? Daha derine düşmüş olan daha mı <derinliklidir>? Aca­
ba fark ettirmeden <vivere pericolosamente> idealinin yerine

<pericolosamente yaşamışlık> idealini mi geçirdik? Talihsizlik


övgüye layık bir şey mi?
Acaba diyorum, felaketi, krizi, olağandışı halleri, böyle
kasvetli bir şekilde gözde büyütme, çöküşün verdiği bu gurur,
dert deryasına olan bu heves, mutluluğa karşı bu kurumlan­
ma, tüm bunlar çekememeden kaynaklanıyor olmasın?

it. Tehlikeli yaşam, tehlikeyi severek yaşamak -yhn

286
EK 1 95 7

Berlin

Final dediğin böyle olur: 1957 yılında, Sigismund Sokağı'nda,


Amerikalı bir yapımcı şirket - olay 1945 yılının, yerle bir ol­
muş Berlini'nde geçiyor - bir film çekiyor. Ama <ne yazık ki>
Sigismund Sokağı bu arada tamamen yeniden kurulup inşa
edilmiş bulunuyor. Bu da şirketi, tırlarla enkaz getirtip, kar­
tondan yapılmış yıkık bina ön cepheleri kurmak zorunda bı­
rakmış. Sokakları darmadağın edilirken evlerinin bodrumun­
da oturan bu insanlar, şimdi bir melankoliyle (ne olursa olsun,
geçmiş her zaman tatlıdır) bu eğlencelik enkazı seyrediyor­
lardı. Kendilerine, bu yıkıntı görüntüleriyle yüz yüze gelmeyi
reva gören şirketin bunu telafi için ödeme yapması nedeniyle
de sokaktakilerin keyfine diyecek yok. lşte bu, Berlin'in sonu­
nun sonu demek.

Haziran

Kimseye fark ettirmeden Hansaviertel'e daldım. Henüz inşa­


at halinde (yakında açılacak uluslararası bir mimarlık fuarına
hazırlanıyor), her yam kapatmışlar. Artık Berlin sahiden öldü.
Yıkıntılar ortalıktayken henüz, binaların cesetleri hala geç­
mişi anlatıyordu, ölüm geçmişte kalam gösteriyordu daha. Ar­
tık bu ölmüşlük de öldü. Yepyeni bir kent doğuyor, bir zaman­
lar <eski Batı>nın olduğu bölgede. Naumannlar oturuyordu
orada, bir de Bergerler. O tarafta bir yerlere gidip uyuyorlardı.
Şimdi ya rüzgar esiyor o yerde ya da geçmişi tamamen yadsı­
yan bir yapı boy göstermiş. Lakin işin ürpertici yam, kalıntı­
nın da kalıntısı olarak sokak adlarım, hatta gördüğüm kada­
rıyla - <Lessingstrasse>, <Klopstockstrasse> vb. - eski sokak
tabelalarını olduğu gibi bırakmış olmaları. Tabutları ve ölüleri
çoktan kaldırıldığı halde mezar taşlan yerinde duran mezar­
lıkları hatırlatıyor bu durum.
Kaç yıl yaşayacak bu Lessingstrasse, Lessingstrasse'nin bu
halefi? Peki ya üçüncü Lessingstrasse? Neye benzeyecek acaba?

EK 1962

Roma, Aralık

Urbs aeterna?* Bu harabeler koleksiyonu kadar, ölümün sü­


rekliliğini böylesine amansızca ve adımım attığın her yerde
kafaya vura vura öğreten ikinci bir kent yok bence. Hala var­
lar diye bu harabalere ezeli şeyler gözüyle bakmak tam bir ya­
nılsama. Varlıkları, bize bir zamanlar ait oldukları dünyanın
yerinde yeller estiğini kanıtlamak için tam da kılpayı yeten bir
'var' oluş. Hiçbir kırık sütun ezelin göstergesi değil ki; tam
tersine her biri ait oldukları bütünün artık var olmadığının
kanıtı. Bu diyalektiği pitoresk bulmamız, yokluğa işaret etme­
ye ancak yetebilecek kadar güçleri kalmış bütün bu kalıntıları
keyif objeleri olarak algılamamız , pek de övgüye değer bir du­
rum değil. Sahiplerinin silip süpürdüğü tabaklardaki kemikle­
ri ve kılçıkları iştah açıcı bulan evcil hayvanlara benziyoruz.
Ben bu işte yokum; dört yıl önce Hiroşima dönüşü uçakla bu­
raya geldiğimizde de aynı düşüncedeydim. Hele buradaki çö­
zülmenin azar azar gerçekleşmesinin, benim gibi en modem
yöntemlerle üretilmiş harabeler görmüş birine köhnemişlik,
dolayısıyla da hafif aşağılanacak bir durum ifade ettiğini göz
önüne alırsak. Bu harabeler artık birer bina olmaktan çıkmış­
lar, bu bir yana, üstüne üstlük harabe olmaktan da çıkmış­
lar. Ayrıca bu köhnemiş harabeler nihai ve <aetemum> •• bir
harabelik sürdüreceklerine dair kuruntuya kapılmasalar iyi

Lat. Ebedi şehir -yhn


Lat. Ebedi -yhn

288
olur. Bu harap olmuşluk onları kurtarmayacak. Bizi bekleyen
yıkım, Kansas City'deki yeni yapılmış bir iş merkeziyle Foro
Romano· arasında fark gözetmeyecek. Günümüzde mortur·
tıpkı halihazırda yaşayan bizler gibi morituri. •••

Pompei, Aralık

Ne muazzam bir paradoks, bu kentin bir afet yüzünden bu­


günlere dek korunmuş olması. Oysa o zamanki diğer kentler
(yaşamları sürdüğü , hep bir metabolizmaya ve tarihe sahip ol­
dukları, yani o zamanlar bir tahribatla karşılaşmadıklan için)
tahrip olmaktan kurtulamadılar. Şayet tamamen yok olmadı­
larsa tanınmaz hale geldiler.
Çiseleyen yağmurda neredeyse kentin sahipleriymişiz gibi
saatlerce dolaştık sokaklarda. Kafa karışıklığı yaratan deja vu

duygusundan da kurtulamadık. Bu manzarayı nerede görmüş­


tük? Derken birden kendimi, sağlı sollu bombalanmış yapıla­
rın arasında Köln'de geziyormuşum gibi hissettim. Buralarda­
kinden farksızdı oradaki görüntü. Bir Şey, ister dün yerle bir
olmuş olsun ister bin dokuz yüz yıl önce, yarattığı etki aynı:
Geriye kalan, yani harabe, <zamandışı> olduğu izlenimi uyan­
dırıyor hemen. Köln'deki, kısa bir süre önce tahrip edilmiş
yalancı gotik tarzdaki kapalı pazar yerinin dış duvarlarının,
eskilikte buradaki, neredeyse iki bin yıl önce harap olmuş ka­
palı pazar yerinin dış duvarlarından hiç de aşağı kalır yam yok.
Derken 1942'de bir uçaktan atılan bombanın harabeye çevirdi­
ği harabenin olduğu yere geldik. Acaba hayranlıkla seyrettiği­
miz harap olmuşluk hala o yeni harap olmuşluk muydu , yoksa
<harabelerin ebediliğini> korumak için, harabeye dönmüş ha­
rabe sağlam gözüksün diye restore edilip yeniden eski harap

Rorna'daki kent merkezi -yhn


Lat. Ölüler -yhn
Lat. Ölecek olanlar -yhn
olmuşluğuna mı kavuşturulmuştu, bunu anlamak çok zor. Her
halükarda böyle bir şeyi planladıklarını biliyorum Pompei de­
nen bu bir parça tarihe, daha sonraki tarihi ve ölümü çok gör­
meleri ne garip. 1942 yılı, bugün içinde bulunduğumuz 1962
yılında fark edilmemeli burada. <Ebediyet>ten anladıkları şey
<geleceksizlik> besbelli. Anlaşılan ileride de kentin imhasını
ebedileştirmek için post festum yani kentin, post mortem'inde·
gerçekleşen olayların izlerini silme yükümlülüğü var.

EK 1 962

Milano, Temmuz

Bugün artık başka bir harabe türü var. Tuttuğum notları <Gü­
nümüzde Harabeler> başlığı altında özetlerken, böyle ha­
rabelerin olabileceğinden haberim yoktu. Kastettiğim, geç­
mişin değil de geleceğin harabeleri. Mar Tirreno·· kıyısında
sayfiye yerlerinden geçerken, apartman görünümünde, yan­
da kalmış otel inşaatları gördük, <boş pencerelerden oluşan
kovuklan>yla çürümeye doğru yol alan. Tahminen bu inşa­
atlara, henüz turist sayısının artacağı öngörüsüyle hareket
edilirken ve örneğin Yugoslavya'daki gibi ucuz kitle turizmi
merkezlerinin türeyeceği hesaba katılmıyorken başlandı. Bir
bakıma daha doğumlarından önce dağılmaya başlamış bu
devasa harabeler, çirkinliklerine rağmen zamanında görevini
yapmış ve adet olduğu üzere yaşadıktan sonra ölmüş yapıların
yıkıntılarından daha trajikler. Benim gözümde günümüzün
asıl sembolleri bunlar: Çünkü bu gidişle Dünyamız, günün
birinde yarım kalmış haliyle, 'in statu nascendi' ... gafil avlana­
cak ve kaba inşaatı bitmeden mahvolacak.

Lat. Ölüm sonrası -yhn


lt. Tiren Denizi -yhn
Lat. Doğum aşamasında, doğum halinde -yhn
Baskın

(1962)

Son aylarda, akşamlan gemimin küpeştesini adımladığımda


defalarca aynı şeyi yaşadım, öyle ki geçmişin çalkantılı sula­
rından sesler yükseliyordu hep, çoğunlukla korku ve yakarma
sesleri ile imdat çığlıklarıydı bunlar. Hiç kuşku yoktu, gemi­
min peşinden yüzdükleri ya da uçtukları anlaşılan bu bağı­
ranların her biri, nedendir bilmem, beni olası bir cankurtaran
olarak görüyorlardı ve yine her biri benim seleflerimdendi.
Ben, yıllardır gününü, bugünkü ya da yarınki fark etmeksizin,
amaçsızca yaşamış biriydim. Her halükarda, ardımda kalanla­
rın varlığı silinmişti. Bir aralar benim adımı taşımış onca çocu­
ğun, gencin ve yetişkinin içinden bazılarının çıkıp da geriden
gelerek gemimin dümen suyunda peşimsıra yüzdükleri gerçe­
ğinden habersizdim. Bilakis bir şekilde üzerinde düşündüğüm
olmuşsa hepsinin çok gerilerde kaldığından, gözden kaybolup
geminin rotasından ayrıldıklarından emindim. Üstelik bu pek
öyle dert ettiğim bir şey de değildi, tersine işime geldiğini bile
söyleyebilirim, çünkü epey bir zamandır - ve bunu adeta ilke
haline getirmiştim gemimin, dalgaları sertçe yararak gele­
ceğe doğru rotasında ilerleyişini yavaşlatabilecek her şeyden
uzak durdum. Çoktandır yaşadığım bu sanrının farkına van­
şımsa başlarda can sıkıcı olmaktan öteye gitmemişti doğrusu.
Sonuçta her gece bir görev bilinciyle sürdürdüğüm turlarım
sırasında bağrış çağnşlann duyulduğu güvertenin o kısmın­
da adımlarımı hızlandırmak yetiyordu, seslerden uzaklaşıyor-

29 1
dum çabucak. Meraktan ya da seleflerimi kurtarma isteğinden
eser yoktu, ne de olsa ben onları aramıyordum, onlar beni bul­
mak istiyordu.
Ne var ki son haftalarda durum hatırı sayılır oranda değişti,
hatta bana kalırsa gereğinden fazla değişti, üstelik kötüye git­
ti. Yaygaracılar gittikçe cüretkarlaştı, geceyle de yetinmemeye
başladılar, bazen daha gün batarken duyulur oldu korku ve
imdat çığlıkları; derken sadece tornistanda değil, güverteye
her çıkışımda, bazıları bir yunus ya da martı gibi gemiye sağlı
sollu eşlik ediyor, hatta onunla yarışıyor gibiydi; bundan bir­
kaç gün önce bir öğleden sonra ise, sisten göz gözü görmüyor­
du, iki ya da üç tanesi ön taraftan karşıma çıktı, (kulaklarıma
inanamadım, nasıl olurdu da geçmişteki biri insanın önüne
geçerdi, ama yanılmadığım kesin) kah havadan kah - belki de
- sudan (bu kesif çamaşırhane havasında yerlerini belirlemek
olanaksızdı) seslenerek beni selamladılar, bunlar öncekiler
gibi edepli, yakaran ve dilenen değil, aksine düpedüz alaycı
ve oh olsuncu seslenişlerdi, sanki çok büyük bir dolap çevir­
mişler de durumu tamamıyla kendi lehlerine çevirmeyi, yani
yolumu kesmeyi ve beni ricacı konumuna düşürmeyi başar­
mışlar gibi.
Denebilir ki beni, bildik geleneksel yerlerinden, yani geç­
mişten çağırmalarına göz yumulabilir, ne de olsa bu alışılmı­
şın dışında bir şey değil. Ama benim de henüz ulaşmadığım
ve kendisine doğru yol aldığım, henüz keşfedilmemiş gelecek
diyarından önüme çıkıp beni karşılamaları biraz garipti doğ­
rusu. Yoksa gemiyle yerküremizin çevresinde bir turu tamam­
layıp, geçmişe bir ölçüde arkadan ikinci kez varmak gibi bir
gaflete mi düşmüştüm? Yo, cidden böyle bir şey söz konusu
olamazdı. Ama nedeni ne olursa olsun, şimdiye kadarki gibi
kayıtsız kalamaz, artık bu huzur bozanların varlığını görmez­
den gelemezdim. Sanırım işte , hatta büyük olasılıkla, bir süre
duraksadıktan sonra ölçüp biçtim, dahası karar aldım, bu çı-
ğırtkanlara, tabii bu arada kaptanlığın her gün ve her saat başı
bana yüklediği sorumlulukları ihmal etmeden, bu konuda hiç
şakam yoktur çünkü; evet, dediğim gibi, ölçüp biçtim, bu çı­
ğırtkanlara hiç değilse ara sıra güler yüz gösterecektim. Örne­
ğin yerine göre kendilerine iyi niyetimden ufak tefek emareler
bahşedeyim ya da ne bileyim, önlerine birkaç takdir sözcüğü
ya da bağlılıkları için teşekkür ifadesi yahut bir iki lokma yü­
reklendirici lakırdı atayım diyordum. Veyahut onları avutup,
endişeye kapılmalarına gerek olmadığını, unutulmadıkları
gibi hiçbir zaman unutulamayacaklarım, birisi ya da bir şey şu
ya da bu zamanda bir kez olmuşsa, bu gerçeği sonradan yok
saymaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini temin edecektim.
Kısacası geçimsiz birileri karşısında akla gelebilecek ne kadar
ucuz ilgi ve sakinleştirme yöntemi varsa hepsini uygulamaya
karar vermiştim.
Şimdi düşünüyorum da neler olup bitmiş bu arada. O za­
manlar onlara karşı daha uzlaşmacı davranma kararı aldığımı
saptamamsa, aslında konuya hiçbir açıklık getirmiyor. Şöyle
ki geçmiştekilerin beni, yani güncel olanı geçip geride bıraka­
bilecekleri olgusu kadar esrarengiz bir şey de benim gözümde
bu yaygaracıların nasıl ve hangi duyu organlarıyla - çünkü ne
de olsa uzlaşma niyetimi hiç belli etmemiştim - evet bu varlık­
ların nasıl olup da benim göze batmayan dalgalanmamı kayda
geçtikleri sorusuydu. Böyle olduğuysa su götürmez, tartışıla­
cak hiçbir yam yok. Neden derseniz, eğer öyle olsaydı, eğer
şu ya da bu şekilde zaafımı fark etmemiş ve bu konuda şu ya
da bu şekilde görüş birliğine varmamış olsalardı, birkaç saat
önceki, bana düzenledikleri, dramatik denebilecek karşılama
töreni asla vuku bulmaz, iş oraya varmazdL lşte kolay değilse
de bu karşılamayı anlatmam gerekiyor sanırım.
Geceleri motoru bir çeyrek saatliğine durdurup harita ka­
marasına çıkan basamakları tırmanarak hava almaya yukarı
çıktığımda, genellikle, rotanın bundan sonraki seyri hakkında

2 93
derin düşüncelere dalmış olurum. Yanılmıyorsam dün gece de
öyleydi. Kafam tamamen boştu belki de. Her halükarda ya­
karanlar ya da dünkü uzlaşma niyetim gelmedi aklıma hiç ya
da ne dersek diyelim artık bu çöküşe. Üstte güvertede olup
bitenin soluğumu kesmesinde şaşılacak bir şey yok anlayaca­
ğınız. Aslında hala kendime gelebilmiş değilim. Denizin orta­
sında yıldızlı gecenin sessizliğiyle haşhaşa kalacağımı düşün­
müşken içine sürüklendiğim kargaşaya ilişkin derli toplu bir
rapor verecek durumda hissetmiyorum kendimi en azından.
Çünkü bağırarak ve öterek kulaklarımın dibinde süzülenler
ve uçuşanlar, sürüler halindeydi, sayılan binleri buluyordu.
Yaşadığım ilk şok ne kadar sürdü, bir saniye mi yoksa saatler­
ce mi bilmiyorum. Galiba en fazla şu ya da bu ayrıntıyı tasvir
edebilirim. Örneğin daha ben açık havaya çıkar çıkmaz bir
sivrisinek sürüsü gibi vızıldayıp başımın etrafını saran, cılız
bağrışlardan oluşan bulutu, yüzümü ellerimle kapatarak sa­
vuşturmaya çalıştım. Derken kart sesli bir bağırtı, fırlatılmış
bir taş gibi yüzümü sıyırıp geçti, karanlıklara çarparak düşüp
kayboldu; sonra da (galiba en etkili sahne buydu, en azından
en törenseli) aniden bir mola. Daha doğrusu görünüşte bir
molaydı, çünkü sadece ön plandaki bağırtı ve ötüşlerle kanat
çırpmalar durdu. Onun yerine bu kez birden yırtılan bir per­
denin ortasından geçip gelen bir koro sesi duyulur oldu sanki.
Uzaklardan gelen, arka plan seslerinden oluşan bir koro. Belli
ki tüm o sesler sırasında bu koro da (nasıl desem) birlikte
bağırmış ya da birlikte müzik yapmış, diğerleri tarafından bas­
tırılmıştı sadece. Alçak sesle, usulca inlemeler, çocuk sesleri,
güçlükle duyulabilen. Uzaklarda ufukta şamandıraların üs­
tünde salınıp duruyorlarmış gibi geldi bana.
Şimdi bu anlattıklarım tek tek görüntülerle, sahnelerle ve
örneklerle sınırlı. Bana karşı dört koldan girişilmiş bu saldı­
rının yoğunluğunu tüm ihtişamıyla aktarmak için örnekleri
rasgele çoğaltabilirdim istesem ama bunu anlatmaya bin ay-

294
rıntı yetmez. Şu kadarını söyleyeyim, en önemlisi de bu zaten,
üstelik ilk andan itibaren açıklık kazanmıştı: Bu kalabalık, be­
nim önceki zamanlarımdan uçuşup gelmiş seslerin tesadüfi ve
başıboş buluşması değildi. Kendiliğinden toplanmalar böyle
olmaz. Burada söz konusu olan daha çok, sistematik ve müt­
hiş organize bir ayaklanmaydL Tüm geçmişlerimdeki yığınlar
azmedip birleşmiş olmalılardı. Aralarında dayanışma sağlayıp
bana başkaldırıyorlardı. Şimdiye dek sadece tek başlarına ya
da ikişer üçer denedikleri ve bu yüzden de başarısız olmuş
bir şeyi, çoğalarak yarattıkları baş döndürücü şiddet sayesinde
zorla, geç de olsa kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Anlayacağınız,
beni ileriye doğru olan yolculuğuma bir daha devam etmemek
üzere son vermeye zorlayıp, ileri gitmektense yaşamımın geri
kalan yıllarını tamamen kendilerinin bakımına, onları besle­
meye ve moral vermeye ve avutmaya ve şımartmaya, kısacası
onları kurtarma ve ölümsüz kılma işine atlamamı istiyorlardı.
Dediğim gibi, bana, bugünkü 'ben'e karşı düzenlenen bu
toplu saldırı ne kadar sürdü, ne kadar süre hareketsiz kaldık­
tan sonra kendimi bir şeyler yapacak durumda hissettim (<bir
şeyler> diyorum, savunmadan ya da bir karşı saldırıdan söz
edip yüksekten atmanın alemi yok çünkü) , doğrusu bilmiyo­
rum, fazla zaman da geçmedi üzerinden oysa - emin olduğum
tek şey (sonuçta yenilgimi tescilleyip kayıtsız şartsız teslim
olmama yol açtı çünkü) , evet tek şey, bu yaygaracılardan bazı­
larını yakalamak için zıplayıp üstlerine atılmaya başladığım -,
çocuk oyuncağıydı bu ne de olsa; tam tersine, hiç tutamamak
büyük maharet gerektirir diye düşünmüştüm.
Neden böyle bir ava kalkıştığım sorulacaktır herhalde.
Bunun yanıtını da veremiyorum. Acaba birkaçını etkisiz hale
getirip, tutsak ederek öcümü almayı, hatta belki de parmak­
larımın arasında ezilmelerini mi umut ediyordum? Yoksa tam
tersine onlara, kendileriyle ilgilenmeye, bakımlarını üstlen­
meye kararlı olduğumu mu kanıtlamak istiyordum? Yahut

2 95
birbirleriyle çeliştikleri halde, her iki saike birden mi kulak
vermiştim acaba? Dediğim gibi, bunu da hatırlamıyorum. Ni­
hayetinde pek de önemi yok. Nedenine gelince, onca kalabalık,
dahası sürüler halinde olmalarına rağmen anlaşılır gibi değil­
di avlanma çabalarımın sonuçsuz kalması. Küçük bir tanesini
bile yakalamayı becerememiştim. Hep aynı şey tekrarlanmıştı:
Sağ tarafımdaki bir tanesinin üstüne atladığımda, hemen sol
taraftaki bir tanesi bağırıyordu. Onun üstüne atıldığımdaysa
sağdan bir ses yükseliyordu. O kadar yaratıcı bir uyum için­
deydiler ki adeta orkestra gibiydiler. Bereket o sırada onlardan
başka kimse . tanık olmadı buna. Başka birileri, sergilediğim
görüntüler karşısında, sadece saçmaladığımı düşünmekle kal­
maz , bana kaçık gözüyle bakar, sanal kelebek avına çıkmış mo­
ruğun teki ya da dans eden bir palyaço sanırdı herhalde. Gerçi
olayın tanığı olmuş ya da olmamış fark etmez, hem kendime
hem onlara yeteri kadar rezil oldum doğrusu. Çünkü bu nafile
zıplamalarımdan birinde ayaklarımın üstüne düşmek yerine
dengemi kaybedip başımı geminin demirine ya da başka bir
demirden kütleye çarptım ve yerde bir süre hareketsiz kaldım.
Sanki dört gözle bu anı bekliyorlarmış gibi zafer kazanmış bir
edayla öyle cırtlak sesler çıkardılar ki. Daha önce böylesini hiç
duymamıştım. Onyıllar önce yedinci sınıftayken bir kutlama
sırasında sunum yapacağım podyumda okul arkadaşlarımdan
birinin taktığı çelmeden sonra orada toplanmış öğretmenle­
rin, velilerin ve öğrencilerin gözü önünde iki seksen yere uza­
nışım sırasındakileri saymazsak. lşte demin tıpkı o zamanki
gibi yatıyordum yerde, zafer coşkusu içindeki yüzlerce yayga­
racı da başıma toplanmıştı. Oysa daha biraz önce beni sözde
kurtarıcı olarak görüp peşime düşüyor, başıma üşüşüyorlardL
Ne kadar budalaymışım, nasıl da yedim numaralarını ! Beni bu
komediye alet ettiler resmen ! Bana ihtiyaçları var ha ! Benden
bin kere daha dinç olmalarına bakmıyorlar hiç , sayıca bin kat
fazla olmaları da cabası. Tabii ya, bana göstermek istedikleri

296
buydu işte. Benim gibi tek başına yaşayan ve tam da bugün,
sırf bugün, keza onların da bir zamanlar benden önce taşıdığı
adı taşıyan birine, onlarca yılı temsil eden bu ezici üstünlüğün
yanında bir hiç olduğunu, hem de en bayağı ve en elle tutulur
şekilde kavratmışlardL
Yolculuğumun devam etmeyeceğini, kimbilir ne zaman
tayin ettiğim varış limanına ulaşamayacağımı, ulaşmayı da
denemeyeceğimi belirtmeme gerek yok sanırım. Şu anda et­
raf sakin gerçi, doğuda şafak sökerkenki kızıllık. Seleflerim
ortalıkta yok, sesler kesilmiş - ama her an yeniden çıkıp gele­
bilirler. Salınıp duran gemimin nereye gittiği belli değil. Hala
güverteye tırmanmadan önce hesapladığım ve - bu olan bite­
ni nasıl adlandırsam ki - baskının diyelim, gerçekleştiği po­
zisyondaysam, tahminen iki ya da üç saat sonra, belki de bu
mektubu güvertesine fırlatacağım bir posta teknesi çıkacaktır
yoluma. Ama bu arada - bu da ihtimal dahilinde - olur da ro­
tayı kaybeder, başka taraflara sürüklenir, başka sularda gezi­
nirsem şayet, işte o zaman bu anlattıklarım da temps perdu ye'

dahildir. Üstesinden gelinebilecek bir kayıp olurdu kuşkusuz.

2 97
"Holocaust"tan Sonra

1 979

1966 yılında Holocaust'un vuku bulduğu kentten başlayıp


yine aynı canilerce yerle bir edilmiş - ve haliyle artık Polonya­
lıların egemenliğindeki - çocukluğumun kentine uzanan seya­
hatimi kağıda döktüğümde, güncemin benim gibi Breslau'da
doğup büyümüş okurları - yaşananların üzerinden yirmi yıl
geçmiş olmasına karşın - milyonlarca insanın canına kıymış,
Polonya'nın tüm yerleşim merkezlerini harabeye çevirmiş
olanların, bazı kentler üzerindeki haklarım (kaldı ki bu kent­
ler zamanında bir yağma savaşıyla Almanlaştmlmıştı) çarçur
ettiğini kavramaktan uzaklardL Mitscherlich'in, Almanların
savaş bittiğinde de günümüzde de, olan bitenlerin acısını yü­
reklerinde taşımaktan aciz oldukları yolundaki gözlemi yanlış
olmamakla birlikte tam anlamıyla gerçeği de yansıtmıyor. Bu­
rada Almanlara özgü bir arızadan söz edilemez; katledilmiş
milyonlarca insana gerçek anlamda üzülmek kimsenin harcı
değil. Lakin bu olgunun dile getirilmesi, rahatlamanın gerek­
çesi olmamalı. Hiç değilse, yaşananlara yaraşır bir kederin
hiçbir zaman duyulamayacağı gerçeği karşısında kederlenme­
li. Hayata geçmemiş, geçmesi olanaksız, daha büyük matemi
temsilen.
Sık sık, katliama omuz vermiş olanların çocuklarının bu
gerçekliğe kafa yorması ve kurbanların neler çektiğini hisset­
mesi gerektiğine dair çağrımın, kolektif cezanın savunucu­
luğuna soyunduğumun göstergesi olduğu yolunda itirazlarla
karşılaşıyorum Üstelik bu, anne-babalarımızın cinayetlerinin
"suçlusu biz değiliz" şeklindeki itirazı yöneltenler istisnasız,
l 933'te gözlerini kırpmadan <Ortak sorumluluk> ilkesini be­
nimseyip uygulayanların çocukları. Saçmalıyorlar elbette, so­
nuçta kimseyi anne-babalarının işlediği suçtan sorumlu tut­
muyorum.
Gelgelelim şöyle ya da böyle bir özdeşleşme (araya mesafe
konduğu vurgulanarak da olsa) yersiz değil bence. Ne de olsa
insanların, atalarının - keza kendilerinin 'sorumlu tutulama­
yacağı' - 'anlı şanlı' eylemleriyle övünmesi adetten. Okullarda
da atalarımızın yaptıklarıyla gurur duymamız gerektiği öğ­
retilimiyor mu sonuçta? O halde bireylerin ebeveynlerin cü­
rümlerinin sonuçlarım yüreğinde hissetmesi yolundaki çağrı
yakışıksız bir yaklaşım değil. Bu cürümlerden ötürü utanmak
gerekmiyorsa da hiç değilse dehşete düşmeli.
lşte bu dehşetin, <Holocaust> dizisinin gösterimiyle bir­
likte gündeme geldiğini gözlemliyoruz. Bu diziden sonra al­
dığım notları, filmin tema ettiği şeyi iliklerinde hissedenleri
gözeterek eski günlüklerime ekliyorum. Belki bu düşünceler,
duydukları ürpertiyi dile getirmede işlerine yarayabilir. Bu
sayfalar kendilerine ithaf edilmiştir.
Nisan 1979, Viyana
G. A.

4 Mart 1 979

Dizi filmin tamamını izlemiş bulunuyoruz. Olan bitenin gün


yüzüne çıkmasından bu yana, yani otuz altı yıldır kafası sürek­
li bununla meşgul bizim gibiler dahi ekranda gördüklerinden
sonra dondu kaldı. Meseleye estetiğin ölçütleriyle yaklaşanlar
haksızlık ediyorlar. Dahası, dizinin ekonomik arkaplam, çı­
kar sağlayanlan, suçluları göstermediğini, dolayısıyla yetersiz
olduğunu söyleyenlere de hak vermiyorum. Çünkü öncelik-

299
le yapılması gereken, yaşananlardan haberi olmayanlar ya da
<sadece üstünkörü bilgiye sahip olup> işin boyutlarını tasavvur
etmemişler için - ki çağdaşlarımızın % 99'u bu insanlardan
oluşuyor - olgulan gözler önüne sermekti. ikinci bir dizi çekil­
se ne kadar isabetli olurdu. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Bi­
rinci filmi görmüş olanlar ikinciyi izlerken ilkindeki sahneleri
hatırlar böylece. Tabii etiolojik olacak bu ikinci dizi ABD'de ya
da Almanya'da finanse edilip çekilebilir mi, doğrusu tartışılır.
Yapımcılar senaryoyu fazla <Marksist> bulacak ve bu işe ya­
naşmayacaktır muhtemelen. Bu arada bu dizi, daha önce bin
türlü <detaylı> kitap ve istatistiğin ortaya koyduğundan daha
fazlasını görünür kılıyor. Şu teoremi akıldan çıkarmamalı:
Factum yalnızca fictio sayesinde, sınırsız olan yalnızca bireysel
vahaya indirgenerek açıklığa kavuşturulup zihinlere kazınabilir.
Filmde bu yapılmış. Şu eleştirellikten uzak onay ifadesini kul­
lanırsak tam anlamıyla 'başarılı olmuş.'
Almanlar açısından Hitler sonrası dönem işte şimdi baş­
ladı. Olan biteni o sıralar, 45 yılında henüz kavramamışlardı;
kimse dehşete kapılmamıştı. Arkalarında kalan on iki yılla bağ
kuramadılar, ne eleştirel olabildiler ne üzüldüler ne de piş­
manlık duydular. 1945'te gündemde olması gereken şok daha
yeni baş gösterdiği için l 978'i aslında 1 945 olarak görebiliriz.
Aradaki 35 yılı kapsayan süreci tarihsel ve düşünsel açıdan
tanımlamak zor. Benjamin'in tema ettiği, Klee'nin tablosun­
daki, tarihin akışının ileriye taşıdığı fakat kendi geriye bakan
<angelus novus> figürününkine benzer bir yaklaşımdan söz

etmek mümkün değil. l 945'i izleyen yıllarda Almanya geriye,


yani on iki yıllık milenyuma dönüp bakmak şöyle dursun, bu
zaman dilimini yok saydı. Öte yandan ülke , geleceğe koşmadı
ya da tarihin akışı toplumu herhangi bir geleceğe de taşıma­
dı. Tepeden tırnağa yenilmiş bir kitleye gelecek ve geçmişin
her türlüsünden gına gelmişti, belki bin yıl hiçbir şeye kafa

l.at. Yeni melek -yhn

30 0
yormak istemiyorlardı - müttefikler de bu toplumdan gerçek
bir yenilgiyi esirgediler, onaylamayacakları politik sonuçlar
doğurabilirdi böyle bir şey - tek dertleri şimdiki zamandı. Yani
ev, karın doyurmak, televizyon, seyahat etmek ve seks, hasılı
tüketimdi. Bu, tarihsellikten arınmış istekleri çarçabuk, feci
halde çabuk ve o güne dek görülmemiş bollukta yerine gelince
(daha doğrusu yerine getirilince) geleceğe dönüp de bakma­
dılar bile. Onlara ait olmayan bir tarih rüzganyla sürüklenme­
yi yeğlediler; en iyi ihtimalle başka bir tarih öznesi eşliğinde
tarihe iliştiler. Tüketim denen olgunun ne geçmişle bağı olur
ne gelecekle. Tüketici, ne yüzünü geleceğe dönüp plan yapar
ne de geçmişi anımsayıp özler. Doğrusu Almanya, son otuz
beş yıldaki yoğun gündeme rağmen ahistorik bir ülke olup
çıkmıştı. O savaş yıllarıyla bağ kurma yoluyla yeniden bir de­
vamlılık sağlama, başka deyişle yeniden tarihsel olabilme fır­
satını ancak bugün yakaladı. Muhtemelen çok geç kaldı. Artık
Dünya'daki emperyal güçlerin sayısı ikiyi-üçü geçmediğinden
bağımsız tarihsel özneler geçmişte kaldı.

5 Mart

Filmin bazı baş karakterleri zihnimi kurcalayıp duruyorlar


hakikaten. Kastettiğim karakterlerin ön planda olmasını eleş­
tirmenler, hatta, avant la lettre' bile aşağılayarak <kişileştirme>
diye niteliyor. Lakin bu eleştiri çarpık bence. Filme <kişileş­
tirme> atfeden ve milyonlarca insana yönelik, özünde kitlesel
imha yatan 'nihai çözüm'ün perdelenip önemsizleştirildiğini
ileri sürenler, pratikte bu, çözüm'ün devasa sonuçlarım hedef
tahtasına oturtmaktalar.
<Kişileştirme> sözcüğünü nasıl da içini boşaltarak ve çarpı­
tarak kullanıyorlar. Çünkü ancak kişilikdışı şeyler, dolayısıyla
nesneler ya da fikirler kişileştirilebilir - kavramın bir anlamı
olsun isteniyorsa. Nesnelere, örneğin bir muskaya büyüsel güç

3 01
atfeden animist, fikirlere ise örneğin <adalet>i kadın figürü
olarak biçimlendiren alegori ustaları kişilik kazandırır. Konu­
muzla bağını düşündüğümüzde, bu sözcüğün burada işi yok
diyorum; kişiler, kişileştirilmez. Olsa olsa yeniden kişiliklerine
kavuşturulabilirler; şöyle ki köleleştirilmiş ya da nesneleştiril­
miş veyahut (Auschwitz'te, hatta salt imha amacıyla kurulmuş
kamplarda olduğu gibi) bir posa yığınına dönüştürülmüş,
benlikleri gaspedilmiş, kısacası < kişiliklerinden edilmişlerse>.
Bu dizi film işte bunu anlatıyor, başarısı burada yatıyor. İn­
sanların nasıl kişiliksizleştirildiğini, işlenip hurda yığınına
dönüştürülen varlıkların kısa süre öncesine dek bir benliğe
sahip olduklarını belgeliyor. <Prima materia> · kavramına ben­
zer bir <ultima materia> * * kavramını hayata geçirmeli bence.
izlediğimiz film, o kamplarda <ultima materia> muamelesi gö­
ren 'kütle'nin bir zamanlar <ben> ve <biz> diyebildiğini, umut
edebildiğini, aşık olabildiğini, velhasıl <persona>* * * olduklannı
gösteriyor.
Bireylerin ön plana çıkması ne diye bir defo olsun ki?
Aiskhylos'tan günümüze, hiçbir oyun yazarı dünya dertle­
rini <kişiselleştirdiği> yolundaki bir eleştiriyi anlayamazdı.
<İnsanlığın ortak sorunlarını> işleyen tüm tragedya yazarla­
rı bu sorunları tek tek insanların şahsında sembolize etmiş,
yani <kişiselleştirmiş> , kişiselleştirmek zorunda kalmıştır. Ne
kadar düzenbazca bir sözcük bu tema ettiğimiz. Sanırsınız o
korkunç muameleye maruz kalanlar birey değil. Sanki gerçek­
lik, bireylerin şahsında bir genellemede değil, toptan bakışta;
numaralanmış insanlarda değil, sayılarda saklı. Yaşananların
<üstesinden gelmek> zorunda olan bizlerin kitle katliamcıla­
rının kişiliksizleştirme suçuna ortak olması mı gerekir?
Caniler, insanların kargo misali yüklendiği trenlerin hare-

lal. llk madde -yhn


Lal. Son madde -yhn
lal. Kişilik, şahsiyet -yhn

30 2
ket planlarını hazırlayıp düzenlerken hayata geçti bu kişilik­
sizleştirme edimi. Annelerimizi, babalarımızı, kardeşlerimizi
<altinsan> diye niteleyip - bu yaftalamadan sonra işleri kolay­
dı - onlara altinsan ya da sığır muamelesi reva gördüklerin­
de. Birkenau'da trenden inenleri fiilen de <altinsan> olmaya,
yani bir önceki trenle gelenlerin kömürleşmiş cesetlerini fırın­
lardan kazımaya zorlayıp sonra da bu insanlan da çırılçıplak
gaz odalarına tıktıklarında. Film <kişiselleştiriyor> öyle mi?
Asıl, canilerin yaptığı bireyleri kişiliksizleştirmek değil miydi?
Bunu göstermek için o insanları önce birey olarak canlandır­
mak gerekir. Filmin kotardığı, bizim de yapmamız gereken,
sayılan yeniden insanlara dönüştürmek, böylelikle kamplarda
katledilmiş altı milyonun altı milyon birey olduğunu somut­
laştırmak olmalı.

5 Mart'ı 6 Mart'a bağlayan gece

Filmde abartı olması şöyle dursun, <azımsama> var; insanla­


rın <çöpe dönüştürülmesi> - <nesneleştirme> sözcüğü, geçen
yüzyıldan kalma, allayıp pullamaya yarayan bir tortu artık -
devasa bir çekinceyle işleniyor çünkü. 'Kibar' bir film, sade­
ce insanların canavarlığını değil, canavarların insanlığını da
sergiliyor; aynı zamanda gaddarlaşmayı makulmüş gibi gös­
teriyor. Üstelik felsefi yanı da var, daha önce hiçbir romanda
ve filmde görmediğimiz, günümüz sahtekarları içindeki en
önemli tipi - hem de baş karakterlerden biri olarak - ekrana
taşımış oldu. Bu tipi şöyle tarif edebiliriz: Doğrudan yalan
dolanla değil, katliamı başka türlü adlandırarak, çağımız in­
...

sanının, suça ortak olanların, naif bakışlıların, amirlerin, hat­


ta kurbanların ve nihayetinde de kendi nazarında zararsız ve
sözünü etmeye değmeyen bir olguymuşçasına indirgeyen biri
(<Etiket hilebazı> adını verdiğim bu çağdaş yalancı karakte­
ri hakkında daha fazla yorumu "Ahir Zaman ve Zamanların
Sonu" başlıklı makalede bulabilirsiniz). Hasılı dizi en önemli
şeyi işleyip sunmuş. Soykırımdan sonuçta kimin çıkar sağladı­
ğını ise doğrudan açıklamıyor. Kolay da değil zaten bu temayı
deşmek; ne de olsa bir muhasebe girişimi - örneğin mevcut de­
vasa görüntü malzemesinden yararlanılsa - savaş çıkarma gay­
retlerini hatırı sayılır biçimde sabote etmiş olurdu. Lakin per­
de gerisindeki herifleri teşhir edecek bir film ne (Amerika'da)
çekilebilir ne (Almanya'da) gösterime girebilir. <Holocaust>u
sözümona katışıksız estetik perspektiften bakarak eleştirmek
ve alay konusu etmek; şoke eden sahneleri <duygusal> deyip
aşağılamak; yapımın bir <meta> olduğunu ve salt kar amacıy­
la çekildiğini öne sürüp yermek komik, daha doğrusu nahoş
bir hilebazlık. Bazı ağızlardan birdenbire ne sözcükler duyar
olduk! Kaldı ki kar gözetmeden yapılmayan ve meta özelliği
taşımayan film mi var?

6 Mart

Hiç kuşkusuz aramızda çok net, arkaik anlamda, düpedüz


hödük, sadist, zalim, kaba kuvvet yanlısı, işkenceci ve cani
diyebileceğimiz binlerce kişi yaşıyor. Ne de olsa ceset üreti­
minden sorumlu tipler hiç de öyle <masa başında oturan katil­
ler> değildi. Ellerini kirletmeme derdinde olan o masa başın­
dakilerin, cürmü doğrudan işleyecek birilerine ihtiyacı vardı.
Bu iş için binlerce maşa hazırdı; nasyonal sosyalizm onlara,
daha önce tarihte örneği görülmemiş bir cezasız kalacak bar­
barlık fırsatı sundu. Caniliğin serbest olması bir yana - bakı­
nız Himmler - ilahi bir görev addedilmesi sayesinde her gün
<elleriyle> yapacakları işkencenin ve işleyecekleri cinayetlerin
vereceği hazza hayır diyemeyen binlerce kişi. Kurbanlara salt
bir insan yığını gözüyle bakmak ne kadar yanlışsa katilleri salt
devasa ölüm düzeneğinin <makine aksamı> olarak görmek de
o kadar çarpık. Her fail bir bireydi sonuçta; düZeneğin sundugu

304
fırsatı kendi sadist zevklerini tatmin için kullandı hepsi. Yine on­
lar da 'kişiliksizleştirilmemeli'; her ne kadar Kantçı anlamda
ahlaklı <bireyler> olmasalar da münferit varlıklardı; Hegelce
söylersek hiçbiri, yaptıklannın şahsen hesabını verme <hakkın­
dan> men edilemez.

6 Mart

Gazetelerde, dergilerde , radyolarda <bastırma> sözcüğünden


geçilmiyor. Aradan geçen 36 yıl <bastırılmış duygularla> dolu
yıllarmış, öyle diyorlar, <Bastırılmış> olan mı su yüzüne çıktı
şimdi sahiden? Bu kadar uzun bir kuluçka döneminden sonra
birden yüz binlerce hatta milyonlarca insanın dahil olduğu bir
kür gerçekleşsin öyle mi? Kuşkuluyum doğrusu.
<Bastırma> ifadesi, o sıralar katlanılmaz ve hazmı zor ol­
duğu için belleğin çaresiz kaldığı bir durumun, başka deyişle
bir travmanın yaşandığını varsayar. Haklılık payı var mı peki
böyle bir varsayımda?
Mesele salt anımsamaktan acizlik, salt üzülmeyi bilmemek
değil. Söz konusu· acz daha eski tarihli: lşledikleri ya da ta­
nığı oldukları tarif edilemez korkunç kabahatleri dehşet olarak
duyumsamaz, vahşeti vahşet olarak algılayıp kavramazken acz
içindeydiler. Bunlann belleklerinde yer etmesi şöyle dursun, trav­
ma dahi yaşamadılar. Mat ve duygusuzdular ya da o hale geti­
rilmişlerdi. Yaralan yoktu ki kabuk bağlasın.
Fiilen işkenceye ve cinayetlere dahil olanlar için söyledikle­
rim mutatis mutandis* Yahudilerin kökünün kazınmasına se­
yirci kalanlar ve yardakçılar - dolayısıyla ezici çoğunluk - için
de geçerli. Kırklı yılların başında Almanya ve Avusturya'da
yaşayan hiç kimse, bir zamanlar milyonun üstünde Yahudi­
nin de yurdu olan ülkelerin o tarihlerde artık, (keza kimseyi
rahatsız etmeyen) tiksinti verici bir edebikelamla ifade edildi-

Lat. Gereken değişiklikler yapılmak suretiyle -yhn


ği gibi <Yahudiden arındırılmış> bölgeye dönüştürüldüğünü
görmezden, bilmezden gelemez, anlamazlık edemezdi. Bu ger­
çeği mi bastırdılar? Gereğinden fazla onurlandırıyoruz onları;
öyle ya, söz konusu kavramla bu insanların aslen yaralanmış
ve sarsılmış olduğu varsayılıyor. Oysa ne incindiler ne sarsıl­
dılar. Aksine <eksik olan fark edilmez> düsturu geçerliydi; top­
lum öylesine <totaliterleşmişti> ki görmemeleri gereken şeyi
hakikaten görmediler; daha doğrusu hissetmemeleri gereken
şeyi hakikaten hissetmediler. Düşünsel açıdan olduğu kadar
duygusal açıdan da köleleştirilmişlerdi.
1 945'ten sonra da durum farklı değildi. O sıralar, yani otuz
beş yıl önce kitaplarda, fotoğraflarda, filmlerde; toplama kamp­
lanna, fınnlara, ceset yığınlanna denk gelmemek olanaksızdı.
Müttefikler'in toplama kamplarını kurtardıktan sonra çektiği
filmlerin kolektif kabusa dönüşmesi gerekirdi, ama ne gezer !
Bırakın kabusa dönüşmesini, o görüntüler algılanmadılar bile,
haliyle bastırılmalarına da sıra gelmedi ! Bu insanların, önce bir
kendilerinin enkazın altından kalkması gerektiği ya da kıl payı
kurtulmuş birileri sıfatıyla kurtulamayanlar hakkında bir şey
duymak-görmek işlerine gelmediği ya da kısa bir süre öncesi­
ne dek isterik tezahüratlarla destekledikleri kimseleri anım­
samak istemedikleri yahut içlerindeki utanma duygusu on iki
yıl boyunca sistematik olarak kötekle dışarı pompalanıp bo­
şaltıldığı, dahası bu on iki yıl boyunca yine kötekle ruhlarına
arsızlık tıkıştırıldığı için mi tüm o gördüklerini algılamadıkla­
rını zannediyorsunuz? Hayır - işte burada bir kez daha <kişi­
selleştirme> sorunu çıkıyor karşımıza - asıl neden şu: Görün­
tülerde haddinden fazla ceset vardı; fotoğraflardaki ve filmlerdeki
cesetlerin sayısı arttıkça ölümlerin, hatta cinayetlerin yarattığı
dehşet duygusu azalır. Bir diğer önemli neden de görüntülerde
sadece işlenen büyük suçun sonuçlarının, yani dağ gibi yığıl­
mış cesetlerin kadraja girmesi (başka ne gösterebilirlerdi ki? ),
canilerin işbaşında ve kurbanların reel olarak, daha doğrusu

306
<maruz kaldıkları muamele> sonucunda <yanıp tutuşurken>
görülememesi; sadece anonim ölülerin kaydedildiği karelere
yer verilmesi; seyircilerin sağlıklarında tanıdıkları, hatta ya­
kınlık kurdukları kimselerin ölüsüne bu belgesellerde rast­
lamamaları. Dahası görüntülerin değil de metinlerin devreye
girdiği yerlerde ise donuk <altı milyon> sayısı okunuyor ya da
duyuluyordu; oysa işkence görenlerin inlemesi ve işkenceci­
lerin gülmesi, bırakın altı milyonu ya da altı bini, altı kez bile
yansıtılmamıştı. Sayıyı <megacorp> misali bir nicelik olarak

teslim alıp kabul ettiler, altı milyonu birle çarpmak kimsenin


aklına gelmedi. Mesaj , devasa sayıya indirgendiği için kulak­
lara, gözlere ve yüreklere otuz üç yıl boyunca erişemedi. Olgu­
nun <yerine varması> isteniyorsa bu sonuçlarla sınırlama ve bu
<devasalığa indirgeme> yaklaşımının hükümsüz kılınması gere­
kirdi. lşte şimdi film sayesinde gerçekleşti bu. Küçümsenen bu
indirgeyiş sayesinde milyonlar - burada istisnaen yaşayanları
kastediyorum - gerçeği algılayabildi. Olguların öylesine akta­
rılması, hatta alt alta sıralanan istatistikler tasavvur gücünü
canlandıramaz ve aydınlatamazken <Holocaust> dizisi bu işi
becerdi. Kurgulanmış yaşamına tanık olduğumuz, gönlümüz­
de yer eden - işkence görmüş insanlardan seçilmiş - sanal tek
bir karakter, milyonlarca insanın akıbeti hakkında o kadar çok
şey anlatıyor ki. Milyonlara dair istatistiksel verilerse tek bir
insanın yazgısına bile ışık tutamıyor.

6 Mart'ı 7 Mart'a bağlayan gece

Alman toplumu <geçmişiyle yüzleşmedi> deniyor. <Geçmişle


yüzleşmek> diye bir şey var mı gerçekten? Varsa da, arzu edi­
len bir şey mi?
Otuz dört yıldır kullanılan <geçmişiyle hesaplaşmak>, içi
boş bir söylem. Meselenin asıl ürpertici yam büyük çoğun-

lng. "Megacorporation" , "mega şirket" -yhn


luğun, geçmişi düşünmeyip huzurunu bozmadan yaşama­
yı becermiş olması. Tabir, hiç sorgulamaksızın yaşananların
bir yara açtığından, bir <travma> yarattığından, bu trav­
manınsa - işin bu kısmı sürecin ikinci evresi olarak görülü­
yor - < bastınldığı>ndan yola çıkıyor. Bu <hesaplaşma>, yani
'bastırma'yı hükümsüz kılma prosedürü ise - en azından el­
zem görülen - üçüncü evre olarak değerlendiriliyor. Söyleme
zemin oluşturan varsayımsa üzerinde kafa yorulmamış bir
önsav. Çoğunluk 'bastırma'yı devreden çıkarmak gibi bir şeye
ihtiyaç duymuyor oysa, çünkü bir şeyleri bastırmış değillerdi.
Bastırmamışlardı, çünkü yaşayıp gördükleri (bunlara dene­
yim denebilirse tabii) hiç de travmatik değildi, sonradan da
olmadı. <Geçmişle yüzleşmek> ifadesi lafügüzaf. Bu ifadenin
temelinde, o vahim on iki yıl boyunca Almanların ruhsal açı­
dan nelere maruz kaldıklarına, daha doğrusu asıl nelere maruz
kalmadıklanna dair bir kavrayışın zerresi dahi yok.
<Yüzleşme>, Alman toprağında yetişmiş bir postulat değil
Kavram, 34 yıl önce <travma> � <bastırma> � <bastırılmış
olanın ortaya çıkarılması> (= <yüzleşme>) � <sağlık> şeklin­
deki şablonu naif ve mekanik bir yaklaşımla uzmanlığı dışın­
da kalan bir alana uygulayan vulgar psikanalizin icadı. Psika­
nalistlerin, geçmişindeki bir olayla <yüzleşmiş> bir hastadan
söz etmeleri, hastanın gelecekte kendine eziyet etmeden yaşa­
yabileceği, yaşamaya hakkı olduğu anlamına gelir. Oysa biz,
bu sözcüğü kullanacak olduğumuzda tam tersini kastederiz. O
dönemi yaşayanlar geçmişleriyle, daha muhasebeye başlama­
dan hesaplaşıp konuyu kapattıkları için bizim <yüzleşme>den
anladığımız, bu insanlann - nihayet - geçmişleriyle başa çıkama­
malannın, kendilerine bir travma yaratmalannın ya da edinme­
lerinin zamanının geldiğidir. <iyileşmek> için değil <bir yaraya
kavuşmak> için uğraşmalılar. Eskiden <pişmanlık> denirdi.
Çünkü pişmanlık, işlenen bir "kabahat"in verdiği duyguyla
baş edememek, o kabahati işlememiş olmayı dilemektir. Ha-

308
kikaten de o topluluk <yüzleşme> dendiğinde kendilerinden
böyle bir adımın beklendiğini çok iyi biliyor. Gösterdikleri
reaksiyonlardan anlaşılıyor, çünkü <yüzleşme> sözcüğünü
tamamen kendilerine utanmazca bir müdahale olarak görü­
yorlar. Lanet olsun deyip ayak diredikleri ya da <Holocaust>a
kadar ayak diremiş oldukları şey, o on iki yılda tanık oldukları
hiçbir sahne tarafından taciz edilmeyen bellekleriyle 'yan gelip
yaşadıkları', ebedi istirahatgahlara - cinayetgahlara desek daha
iyi olur - mahsus huzurlu ortamlarını bozacağımız korkusu.
Şişkin hodpesentlikleriyle masum olduklarından eminler. Üs­
telik ortak oldukları kötülüklerden acı ve rahatsızlık duyma­
dıklan için kendilerini suçsuz ilan ederek akıllara zarar bir
tavır sergiliyorlar. Vicdanlannın tutukluk yapmasını hakkaniyet
duygulannın kanıtı olarak kullanıyorlar.
Gündeme gelmesi gereken, bugünlerde bu filmle birlikte
baş gösteren gelişme, psikanalitik bir sağalma sürecinin tam
tersi dolayısıyla: Pekala sağlığın bozulması, deyim yerindey­
se bir sarsılma. Hakikaten de <Holocaust> dizisini seyreden
binlerce insan, sürüklendiği ruh halini <sarsılma> sözcüğüyle
tammlayabildi ancak. Filmin tekrar gösterilmesini isteyenler
de bu 'sarsıntı' geçiren kişlerdi. Sarsıntı, ahlaken <sağalma>
ihtimalinin önkoşulu gerçekten.
lşin tuhaf ve üzücü yanıysa <sarsıldığını> söyleyenlerin
çoğunun, olup bitenlerde hiçbir suçu bulunmayan genç in­
sanlar olmasıydı. Şunu da söylemeliyim, bu gençleri sarsan,
ebeveynlerinin böyle bir şeyin faili ya da yardakçısı olabile­
ceği düşüncesi değil, aynı koşullarda kendilerinin de bu tür­
den suçlara ortak olma ya da <yardakçılık etme> ihtimalinin
bulunmasıydı. Filmi izleyen ve gördüklerinin onda nasıl bir
izlenim bıraktığını sorduğum on altı yaşındaki gencin verdiği
yanıtsa (bu ifadeyi bu bağlamda kullanmakta sakınca yok her­
halde) iç açıcıydı: "Korkuyorum." "Weiss ailesinin maruz kal­
dığı şey senin de başına gelebilir diye mi?" şeklindeki soruma,
bir süre dalıp gittikten sonra usulca şöyle karşılık verdt "Evet
öyle de olabilir, ama beni asıl düşündüren, Dorf'un yaptıkları­
m yapacak konuma düşme endişesi."

B Mart

Yaşananlar bence <üstesinden gelmek> isteyen birilerinin


çıktığını varsaysak dahi - üstesinden gelinebilir gibi değil. Üç
nedeni var bunun: Birincisi, çoğu vakarla sadece <suça işti­
rak >, yani üst mercilerden gelen emirle (ya da <yasak koy­
mamayla>) yapılanlar söz konusuydu; işte bu suç ortaklığı,
tek tek bireylerin vicdan bütçesini pek öyle sarsacak bir kalem
oluştunnuyordu - askerlerin savaşta doğallıkla cinayet işleme­
leri bunun kanıtıdır. Vicdanda, sadece omuz verilmiş olanın
izine rastlamak bir anlamda olanaksızdır. Hiroşima pilotların­
dan Eatherly'nin durumu ne yazık ki istisna oluşturuyor. Bu
arada, ortak olduğu suçun pişmanlığını duyma çabalan onun
açısından da şöyle ya da böyle nafileydi. Bilakis pişmanlık gi­
rişimlerinin sonuçsuz kalmasından ıstırap duyuyordu - aynca
bunun da takdire değer bir istisna olarak kaldığını belirtmeli.
Öfkeyle sağa sola saldırması ve elinde pişmanlık duymanın
zeminini oluşturacak bir şey olsun isterken suçlu durumuna
düşmesi o nafile çabayla açıklanabilir. lkinci nedene gelince:
Genellikle cürümler öyle boyutlardaydı ki ruhsal anlamda bu
edimlerin dengi olma girişimleri çuvallamaya mahkumdu.
Dahası bırakın binlerce insan için üzülmeyi, katledilmiş bin­
lerce insanı anımsamak, daha doğrusu gözlerin kaydettiği
binlerce cesedi tam anlamıyla algılayıp realite olarak görmek,
yani gerçekten kavramak da mümkün değildir. Devasa şey­
lerin olduğu yerde algı da sekteye uğrar. Bu saptama, muaz­
zam boyuttaki suçların kurbanlan için de geçerlidir aynca.
Hiroşima'dan sağ kurtulmuş insanlardan bombanın patlama
anındaki sesi ve ışığı betimlemelerini rica ettiğimde kekele-

3 10
yerek verdikleri yanıtlar kanıttır buna. Hatta içlerinden biri
şöyle demişti: "I didn't experience it at all. "* Benzer şekilde,
cürmün boyutu ne denli büyükse hatırlanması o denli güçle­
şir; <üstesinden gelme> şansı da azalır dolayısıyla. Suç devasa
olduğu için pişmanlık doğmaz. Üçüncüsü, insanlar sadece dilin
araçlarıyla hakkından gelebildikleri şeyleri hatırlayabilir ya da
tasavvur edebilir, hatta layıkıyla algılayabilir. Velhasıl duyusal­
lık ve bellek, dilselliğin hapsettiği alanın dışına çıkamazlar. Dil
bazında ustaca söze dökülemeyen izlenimler güdük kalmaya
mahkumdur. Auschwitz'ten sonra şiir yazılamaz diyen Ador­
no, yargısındaki hakikatin bu derece doğrulanacağını tahmin
etmemiştir. Auschwitz'i sözcüklerle ifade etmeye dilimizin
yetmeyeceğini herkes bilir. Celan'ın bunun üstesinden geldiği
iddiası, Altmışlı yıllarda sırf revaçta diye tatlısu antifaşizmini
benimseyenlerin uydurduğu, modaya uygun safsatadan başka
bir şey değil

9 Mart

Eatherly örneği - 1963'te Meksika'da buluştuğumuzda çaresiz­


likten bağırdığına tanık olmuştum resmen - günümüzde çare­
sizliğin pişmanlık şeklinde su yüzüne çıkmadığını gösteriyor.
İnsanların, suçlarını kavradığı, kabullendiği, onlarla özdeş­
leştiği ve <mea culpa, mea maxima culpa>** diye hayıflandı­
ğı devirlere özlem duymamak mümkün mü? Bu çağda keder
- o da baş gösterirse tabii - yardakçısı olunan cürmün mu­
azzamlığından ötürü nafile bir 'suçla özdeşleşme' girişiminin
yarattığı ruh halidir. Claude E. o buluşmamızda "Ifl only could
repent it! "*** diye sızlanmıştı. Ama hep pişmanlık hissetme­
ye çalıştı. Magazin gazetecisi Huie, <Eatherly'nin pişmanlığı

lng. Hiç hissetmedim -yhn


Lat. Benim hatam, en feci hatam -yhn
lng. Bir pişman olabilsem -yhn

3 11
efsanesi>nin eğlenceli bir dalavere olduğunu <debunk> ama­ •

cıyla onu ziyaretinden sonra alaycı bir bayağılıkla Claude'da


hiçbir pişmanlık emaresine rastlamadığını beyan ederken,
nükleer karşıtı hareketten rahatsızlık duyan resmi mercilerin
çıkarları doğrultusunda, pişman olunacak bir durum bulun­
madığını kanıtlama derdindeydi; Truman'ın sözleriyle "Hiros­
hima alright"tı:· <Pişman olacağım bir durum yoksa, ortada
haksızlık da yok demektir>; - işte bu absürd düşünce şablonu­
nu Auschwitz'te görev almış herifler de kullanıyorlar haliyle.
Huie'nin kavramadığı fakat haklı olduğu bir noktayı gözden
kaçırmamalı bu arada. Çaresizce arzu ettiği pişmanlık duygu­
su Eatherly için gerçekten lükstü, çünkü böylesine muazzam
bir 'meblağı' tedarik etmesi olanaksızdı. Lakin gazetecinin, bu
pişman olamama halini ellerini ovuşturarak teşhis etmesi tam
bir rezillik. Böylesine devasa bir suçtan ötürü üzülüp pişman
olmak hiçbir insanın harcı değil çünkü; suçluluk duygusunu
var etme çabasında ısrar da şöyle dursun. Öte yandan Eatherly
hep denedi bunu. Çok daha ağır suçlar işlemiş Eichmann gi­
bilere, Zyklon B gazını nerede kullanılacağını bile bile üretip
satan kimya sektörünün bazı kodamanlarına, ölüm fabrikala­
rının kurulmasında canla başla çalışan - <Çalışmak özgürleşti­
rir> öyle ya - mimar ve mühendislere hiç benzemedi.

1 1 Mart

Konu bir kez daha <yüzleşme> postulatı. Ahlak felsefesinin


bildiğim hiçbir öğretisinde bu kavrama rastlamış değilim. Bir
failin suçuna bakışı söz konusu olduğunda daha ziyade "kefa­
ret" ya da <telafi> kavramları tercih edilmiştir. Her halükarda
binlerce, milyonlarca insanın katledilmesi nasıl telafi edilebilir
ki? Peki öyleyse neden hiç değilse <üzüntü duymak> denmi-

Çürütme -yhn
Hiroşima tamamdır -yhn

3 12
yor? Bu sözcüğün onca sanığın ağzından bir kez bile çıkma­
mış olması korkunç bir şey değil mi? (E Novak hakkında açı­
lan her iki davada da izleyici olarak katıldığım duruşmalarda
haftalarca bu sözcüğü duymayı bekleyip durdum. Nihayetinde
de Novak - toplama kamplarına trenle nakilleri planlama ve
koordine etme işine bakıyordu, doğrudan Eichmann'a bağlı
bir SS subayıydı ve zekasına diyecek yoktu [ daha doğrusu
zekasına diyecek yok, çünkü beraat etti ve elini kolunu sal­
laya sallaya dolaşıyor] - tüm marifetlerini ve yol açtığı acıla­
n görmezden geldi. Beklediğim sözcüğü duyamadım tabii. O
kadar masum pozlarındaydı ki vahşete ilişkin saatlerce süren
tartışmalar sırasında, üstelik tanıklara rağmen yerinden kımıl­
dayıp, fısıltıyla da olsa şu ya da bu durumdan ötürü <üzüntü
duyduğum:> söylemedi.) Peki açıklaması nedir bu olgunun?
• Pişmanlık duymuyorlar, çünkü geriye dönüp baktıkların­
da (hatta belki de edimleri sırasında) işledikleri suçu kendi
suçlan, kendilerini de o zamanın suçlulan olarak görmüyor
ya da hissetmiyorlar. Olan bitenlerle aralarında daha baş­
tan bir mesafe oluşmuş. Bu mesafeyi (insanın kimliğinden
cayamaması gerçeğine nafile kafa tutarak) arzu eden, lakin
failin kendileri olduğunu bir an dahi akıllarından çıkara­
mayan <normal katiller>le aralarındaki fark bu. Pişmanlı­
ğın önkoşulu olan bu özdeşleşmeyi günümüzün kitle kat­
liamcılarının önce bir öğrenmesi gerekir. Peki ama neden
bu denli uzağındalar özdeşleşmenin?
Cinayetleri çoğunlukla kendi iradeleriyle işlemediler, emir­
leri yerine getirdiler; dolayısıyla kendi avukatlarının bile
olanca naiflikleriyle mazur göstermeye çalıştıkları gibi -
işin iğrenç tarafı da bu ya - yaptıklarım görev bildiler. Da­
hası suçu kendileri değil, < ... sıfatıyla> işlediler. Sözümona
bu, nitelik'leriyle özdeş değillerdi, her halükarda şimdi ar­
tık özdeş olmadıklarından eminlermiş. (Bkz. "Nitelikler,"
başlıklı mesel, "Kuleden Bakış," s. 1 )
Cinayetleri doğrudan değil dolaylı yollardan işlediler. Örne­
ğin Zyklon B gazının üreticileri, bu gazı sonuçta kullanma­
dıklarını, <sadece ürettiklerini> söylemişlerdi <Başkaları­
nın bu ürünle ne haltlar karıştıracağı beni ilgilendirmez.>
Söz konusu olan tekil cinayetler değil, suçların aralık­
sız sürmesiydi. Bir anlamda sıtf bu suçlarla dolu <rezil bir
yaşam>dı. Pek kolay olmasa da bir insanın, tek bir cina­
yetin pişmanlığını duyması, başka deyişle ampütasyonla
yaşamından çıkarması sonuçta mümkün. Oysa yaşamı
handiyse boydan boya kaplamış bir bütünün rezeksiyonu
neredeyse imkansızdır.
Cinayetleri yalnız başlarına değil, çoğunlukla başkalarıyla
birlikte işlediler; birbirlerini <taşıdılar>, öyle hissediyor­
lardı. Görüşlerince, kendilerini taşıyanlar bir <meşruiyet
efekti> yaratıyorlardı. Onlara kalırsa suçlan (başkalarıyla
birlikte, en azından başkalarının bilgisi dahilinde yapılan­
ların <SUÇ> olduğundan da emin değiller tabii) en fazla
<suça ortak> olmaktı. Hasbelkader bir suç oluşturan şeyler
yapılmışsa da kendilerinin sorumlu olmadığı kesindi
Yukarıdan açıkça o yönde emir gelmemişse marifetleri­
ni suç saymıyorlardı, çünkü açıkça yasaklanmamıştı tüm o
kötülükler. Yasaklanmamış bir şeye ise serbest, hatta yetki
verilmiş gözüyle bakıyorlardı.
Failler onyıllardır cinayetlerinden hiç söz etmediler. Üze­
rinde konuşulmayan bir temaysa bir süre sonra hatırlan­
maz olur. Epey bir süre sonra ise sanki hiç olmamış gibidir.
Söz konusu cürümlerle <sıradan ağır suçlar> arasındaki
fark esaslıdır. Çünkü bu cürümler, <transcendunt proporti­
onem humanam> yani kavranamayacak, hatırlanamayacak
ve pişmanlık duyulamayacak kadar devasadır. Bu söyle­
diğim imha kamplannda görevli herifler için olduğu kadar
Eatherly için de geçerli.
Kastettiğimiz alçaklıklar, belleğin, kişisel yüz karası suçlar
kadar kolaylıkla erişebileceği türden değil. Kişisel suçlar, geçmişe
dönük bir muhasebeyle çabucak kontrol altına alınabilir, pişman­
lık konusu edilebilir. Mitscherlich'in, mateme mesai harcamaktan
aciziz demesi boşuna değil. Buna işaret etmekte haksız değil
elbette. Öte yandan böylesine bir uğraşın verilmesi talebinin
yepyeni bir şey olduğunu yeterince vurgulamıyor sanki. Vic­
danının sesine kulak verip - Augustinus gibi - sözümona suçla
dolup taşmış gençliğinden ötürü yerinen birinin, hatırladığı
günahların orta yerinde kendini keşfetmek için <emek ver­
mesine>, hatta herhangi bir zahmete katlanmasına dahi gerek
yoktur (her ne kadar yüreğinin sızlamasından kurtulamaya­
caksa da) . <Ego feci> * O halde şu ya da bu günahı işleyen ben­
dim ifadesi, ayan beyan, dahası aynı zamanda kaçınılmaz bir
tecrübeydi Yaşanmış olanı aramaya gerek yoktur, o kendili­
ğinden <SU yüzüne çıkar>.
Sanıklara toplama kamplarındaki karman çorman üst üste
yığılmış cesetlerin fotoğraflan gösterildiğinde <bunu biz yap­
tık>, ya da <bunu yapan bendim> şeklinde bir özdeşleşme gi­
rişimiyle karşılaşılmadı belli ki. Eğer içimizden birileri içimiz­
den birilerine bir daha asla böyle bir kötülük yapmasın, hatta
sırf yardakçılık edip olup bitenlere sessiz kalmasın istiyorsak
bu, kendini teşhis etme'ye yönelik girişimleri - hep çuvalla­
mayla da sonuçlansa - hiç ara vermeden teşvik etmeliyiz. Yok­
sa günün birinde yine istemeyerek de olsa yapacaklarımızla ve
yine ne yaptığımızı bilmeden (üstelik her şey apaçık ortaday­
ken) yeniden dağ gibi yığılmış cesetlerle ve göğe yükselen mo­
loz yığınlarıyla baş başa kalabiliriz. Gök demişken, oradan biz
insanlara - kendimizi kandırmanın alemi yok - en fazla baş­
kalarına, yani öldürülebilen, gaspedilebilen, dolandınlabilen
hemcinslerimize yapmamamız gereken kötülüklere dair ahla­
ki direktifler gelmişse de aygıtlaşmış bir dünyanın mensupları
olan bizlere neyin yasak olduğu söylenmemiş. Tarihteki dinsel

Lat. Ben yaptım -yhn

315
ve felsefi etik öğretilerinin tamamı baştan aşağı köhnemiştir ar­
tık; bu öğretilerin hepsi Hiroşima'da havaya uçtu, Auschwitz'te
gaz odalannı boyladı. Yeni etik anlayışı açısından bakarsak sı­
fır yılındayız. Yüksek yerden (hem de sıklıkla insandan değil
bir aygıttan) gelen emirle varlığından bihaber olduğumuz ve
gelecekte yokluğundan haberdar olmayacağımız bir kenti yer­
le bir etme yahut akarbantta (Auschwitz'in modernizasyonun­
dan ve tavuk üretim çiftliklerinin standardına kavuşturulmuş
olduğundan kuşkunuz mu var?) cesetleri fırınlara sürme işiy­
le görevlendirilmek gibi bir musibetin hepimizin başına gele­
bileceği öngörülebilir bir şey değildi elbette.
Günümüzün (bu işte materyalizmin parmağı falan yok, so­
rumlusu teknoloji) Tanrısız dünyasında bir etik inşa etmenin
(kim ya da ne dayatacak bunu?) anlamı var mı? Dahası artık
- Dünyamız her an ahir zamandan zamanın sonuna devrilebi­
leceği için - etiğe benzer bir şeyler yaratacak kadar (pek öyle
önemi de kalmamış) zamanımız var mı? Bilmiyorum doğrusu.
Yine benim de aklıma bir tek, Molusya hikayesindeki, gemisi
yan yattıktan sonra tayfalara direktif verip kamaralara gemide
geçerli yönetmeliğin asılmasını isteyen kaptan geliyor.

1 1 -12 Mart

Auschwitz dediğimde, bu yerin ismiyle çeşitli toplama kamp­


larında (özellikle de sırf imhaya yönelik olanlarında) organi­
ze edilen soykırımı kastediyorum. Bir de bu konu açıldığında
bazı sözcük ve deyişlerin anında 'ağza damlamasına' karşı ya­
pacak bir şey yok. <Kolektif suç> tabirinin başı çektiği bazı ifa­
deler, alternatif formül olarak dayatılmış durumda; dolayısıyla
bu ibarelerden kaçınanlar, katliamın savunucusu ilan ediliyor.
Sırf, 'evet' ya da 'hayır' şeklindeki yanıtların değiL muhteme­
len beylik soruların da (<suçlu muyuz değil miyiz?>) pekala
boş lakırdı olabileceği düşüncesinin irdelenmesine kapılar

316
daha baştan kapatılıyor. <Kolektif suç diye bir şey var mı?
Evet mi hayır mı?> şeklindeki soru ağızda iyice çiğnenip sufle
ediliyor. Oysa soruyu bu şekliyle sineye çekip yanıtlamaktan
uzak durmalı. Önce bir, ifadenin geçerliliğini masaya yatırmak
daha doğru. En önemlisi de bu soru kimlerin işine geliyor onu
sorgulamalı.
Bu ifadenin Nümberg davasında, şu naif re-edükasyon
girişimlerinde peyda olduğu muhakkak. 'Kolektif suç' tabi­
rini ortaya atan Amerikalı sözde filozoflarsa kavramı çoktan
unuttular. Ayrıca son otuz yılda önemli hiçbir Alman düşü­
nür ya da gazeteci tarafından kullanıldığını görmedim. Hayır,
bugüne dek sözcüğü koruyup, kullanma tekelini elinde tutan
muhafazakarlar, itham edenler değil suçlulardı. Hala öyle üste­
lik. Hiçbir basın organı bu <kolektif suç> kavramını <Deuts­
che National-und Soldatenzeitung>* kadar kararlılıkla, deyim
yerindeyse sadakatle kullanmıyor. Washington'daki cahil fi­
lozoflardan biri akıl etmeseydi, böyle bir tabiri nazi eskileri
icat etmek zorunda kalırdL Bu kavram olmadan yapamazlar­
dı. Sık kullandılar, çünkü amaçlan bu kavramın saçmalığına
işaret edip yadsımak, sözünün geçtiği yerde hiddetlenmek ve
hiddetlerine dayanarak haklı konuma geçmekti. Argümanları:
<Kolektif suç diye bir şey olmadığına göre kolektif olarak suçlu
değiliz, hiçbirimize suçlu muamelesi yapılamaz.> Kısacası kav­
ramın geçersizliğini öne sürerek hem başkalarına hem de ken­
dilerine kendi suçsuzluklannı kanıtladıklarını düşünüyorlar.
İroniye bakın, tam da bu güruh aslında eskiden beri var olan
kolektif suç kavramını çıkarlarına alet ediyor. Antisemitizm,
tüm Yahudilerin Yahudi (ya da hain) sıfatıyla suçlu olduğunu
varsaydığı için, kolektif suç savının orijinal hali çünkü. Ken­
dilerini götürü bir yaklaşımla sanık sandalyesine oturtulmuş
gördükleri için şimdi kalkmış tam bir ukalalıkla "vaftiz edil­
memişlerin eski masallarının ısıtılıp önlerine konulmasına"

Almanya Milli Ordu Gazetesi -yhn.

317
(nasıl da çıkıyor ağızlarından bu sözcükler) hiddetleniyorlar.
Özellikle de meselenin yeniden güncellik kazanmasından ötü­
rü, güttükleri kolektif kinin meşruluğunun doğrulandığından
eminler. "Şu Yahudilerin, Auschwitz'i bir türlü bağışlayamaması
Hıristiyanlarla aralannda ne büyük birfark olduğunu gösteriyor.
Biz çoktan unuttuk o günleri! " (Bir "Oysa biz onları çoktan af­
fettik ! " demedikleri kaldı.) Tema ettiğimiz kavrama gösterdik­
leri kulak tırmalayıcı tepkiye bakılırsa, bağırıp çağıran birinin
başka bir sesi bastırmak istediğini düşünmekte haklıyız. Qui
conteste, s'accuse. *
lşte şimdi bu film gösterildiği için kışkırtıldıkları vesvese­
siyle kurumlanıp bastılar yaygarayı. Yadsınamayacak bu, su­
çun sorumluluğuna ortak olma meselesine kafa yormak ge­
rektiğini düşünenleri - haliyle ve haklı olarak filmin senarist
ve yapımcıları da bu gruba dahil - herkesin suçluluğu iddia­
sına onay vermekle, bir anlamda 'kolektif suç' savının propa­
gandasını yapmakla itham ediyorlar.
Savaşın galiplerinin <kolektif suç> nitelemesi, öylesine or­
taya atılmış, psikolojik açıdan gerçekdışı ya da absürd bir ta­
bir değildi; totalitarizme gösterilmiş gayet anlaşılır bir tepkiydi.
Sonuçta Almanlar, rejimin icraatına ve suçlarına şöyle ya da
böyle omuz vermişlerdi; totaliter rejimle yönetilmeyen hiçbir
ülkenin yurttaşları devletlerinin suçlarına bu ölçüde payanda­
lık etmemişlerdi. Bu açıdan bakıldığında <kolektif suç> nite­
lemesindeki haklılık payı görülecektir. Kolektif suçsa öyle sa­
nıldığı gibi kolektif eylemlerde değil, böylesine ağır bir cürmü
işleyen ve insanı böyle kötülüklere bulaştıran bir devlete karşı
başkaldınnın kolektif olarak savsaklanmasında - ki bu suçun
da diğerinden aşağı kalır yanı yok - yatıyordu. Savsaklamak
da bir eylemdir.
Söylemesi kolay, şeklinde bir itiraz gelecektir; kafa tutmak
mümkün müydü o sıralar denecektir. Lakin o <imkansızlığın>

Fr. ltiraz eden, kendini suçlamış olur-yhn

3 18
koşullarına giden sürece göz yumulmuş olması bile suçtu ben­
ce. Suç, herkesin kendi benliğine karşı seferber edilmeye alet ol­
masıydı; tüm toplumun eli kanlı baskı rejimiyle aynı hizaya
gelmeyi sineye çekerek, o rejimin muhafız alayı olup çıkma­
sıydı. (Yahudilerin aşağılanmaya ve imhaya hiç direnmedikle­
ri yolundaki suçlayıcı yaklaşımsa - bu iddianın gerçeği yansıt­
madığının göstergesi olan Varşova'daki getto ayaklanması da
bir yana - anlaşılır şey değil, çünkü elinde [örneğin grev gibi]
silahlan olan o yetmiş milyonluk kitle, nazilere karşı koymayı
aklından bile geçirmedi. Zevahiri kurtarmak için adlan anılan
kahramanlarsa mikroskobik bir azınlıktı ve Alman halkının o
zamanki halini yansıtamayacak kadar atipiktiler. Bu olgu ne­
deniyle o az sayıdaki direnişçi takdir edilmeyi daha bir hak
ediyor.)
Kaldı ki toplumdaki herkes başından sonuna, şüphesiz
oiabildiğince yalan dolanla, güncel gelişmelerden haberdar
edildiği için de rejimin operasyonlarına ateşli destek ver­
meleri gelişmelere dair az çok bir şeyler bilmelerinden ge­
çiyordu - sorumluluğa ve suça ortaktı. Kimse hiçbir şeyden
haberinin olmadığı gibi bir bahaneye sığınamaz. Neler dön­
düğü - milyonlarca insanın katledilmesi de buna dahil elbet­
te - biliniyordu haliyle. Yardakçıların ve tanıkların sayısı on
binleri buluyordu. Bu paydaşların, gördüklerini kesinlikle
kendilerine sakladıklarını, o denli dramatik, olağandışı vuku­
atın haberinin ağızdan ağıza dolaşmadığını düşünmek insan
zekasını hiçe sayan bir küstahlık; sosyal psikolojinin en banal
aksiyomlanna bile ters. Hiçbir şeyden haberleri olmadığını
söyleyenler en fazla kendi ahmaklıklarını itiraf ediyorlar. O
sıralar Amerika'da yaşadığım halde toplama kamplarına dair
ilk söylentiler 43 yazında kulağıma çalınmıştı; söylentilerin
doğrulanması ise 44 baharına denk geliyor. Burunlarının di­
bindeki kamplarda olan bitenin, oralarla doğrudan bağlantı­
lı Almanya'da hiç duyulmamış olması mümkün mü? Binde

3 19
birinden haberdar olduklarını varsayalım; bu binde bir dahi
tüyler ürpertici değil miydi? Akarbant usulü gerçekleştirilen
imha aksiyonunun başlamasından üç yıl sonra bile toplumun
afallamadığı kesin; cinayetlerden doğrudan sorumlu olanlara
yapılan tezahüratlar biliniyor.
Tabiri belli anlamda bugünlerde yeniden kullanabiliriz.
Hala (ya da yine) toplama kamplarının varlığını inatla red­
deden ve utanmazca, "Siyonizmin yumurtladığı bir palavrayı
yuttuğumuzu" orada yakınlarını kaybeden bizlerin yüzüne
haykıran, dirseğimizdeki matem bandını çekip çıkarmaya ça­
lışan bu heriflere, düşünce özgürlüğüne duyduğumuz hür­
metten ötürü yalan söyleme özgürlüğü tanırsak eğer, işte o za­
man biz de bu işe bulaşmış, kolektif suça ortak olmuş oluruz.
Dahası nihayetinde kolektif olan, almamız gereken so­
rumluluktur. Özellikle de yaşananların tekrarlanmaması için.
Benzer bir şey bir daha yaşanırsa, o zaman hakikaten hepimiz
suçlu konumuna düşeceğiz. Karşılaşacağımız bir sonraki kat­
liamda "kolektif suç" tabiri, kullanılmasının yerindeliği şöyle
dursun, kaçınılmaz olacak.

13 Mart

<Holocaust> dizisinin 35 yıllık bir gecikmeden sonra yol aç­


tığı afallamışlık, bu film olmadan da yaşanır mıydı acaba? Hiç
sanmıyorum. Belki de kimse yerinden kımıldamaz, duygusal
körlük devam eder, Almanya'nın Hitler sonrası tarihinde psi­
kolojik anlamda belki de en dramatik vaka olan bu kolektif
sarsılmayla karşılaşmazdık (nihai bir <dönüşüm>den söz et­
mek içinse henüz erken) . Ne denli utanç verici de olsa haki­
kat vaktinin gelip çattığı, Almanlara sınır ötesinden ilan edildi;
dehşetin gerçekliği dışarıdan <talih kuşu> olarak gelip başlarına
kondu. Filmi Almanlar çevirmedi; <kapılarının önünü kendi­
leri süpürmedi> (hep ukalaca başkalarından isterler bunu\

32 0
R. Hochhuth'un eseri önemli bir istisna oluşturuyor. Bunun
ötesinde Holocaust üzerine yazılmış her şey tamamen ülke­
den göçmüş olanların ya da kurbanların kaleminden çıktı.
Keza, saikler ne olursa olsun (ki bunları özellikle sorgulama­
mızı gerektirecek bir neden yok) prodüksiyon, heyecan verici,
eğlencelik bir malzeme olmanın çok ötesinde - yapımcıların
elde ettiği kazanca rağmen (doktorlar da bedavaya çalışmıyor
sonuçta) politik ve ahlaki yanı olan bir ürün. ôyle de karşı­
-

landı zaten. Seyredenler, henüz filmin ilk dakikalarında <Se­


yirci> olmaktan çıktılar. Daha film yayımlanmadan kestirip
atanları (örneğin Avusturya'nın en ciddi geçinen gazetesinin
en ciddi redaktörü bilinen Ch. , filmi görmeden "ticari amaç­
lı, karlı yatırım olduğu belli Hollywood melodramı" hakkın­
da küçümseyici bir köşe yazısı yazmıştı) saymazsak ahlaki
anlamda tepki göstermemiş, afallamamış, utanç, acı, tiksinti
ve öfke duymamış birine rastlamak zordu. Kant'ın <güzel gö­
rüntü> kuramı ne kadar arkalarda kalıyor. Çünkü film bize
düpedüz 'korkunç resmi', daha doğrusu algılanan gerçeklik
yoluyla kavranamayan , ancak sanat aracılığıyla anlatılabilen
'korkunçluğun görüntüsü'nü aktarıyor. Üstelik teslim aldığı­
mız şey bir <görüntü>den çok o zamanki gerçeklik. Bu ger­
çekliğin, kavranması için <kurgu>ya dönüşmesi gerekiyordu.
Yine de <gerçekçilik>ten söz etmek doğru olmaz; (görünür)
bir gerçekliğin "kopyası" değil çünkü izlediğimiz, daha ziyade
görüntü ( <picture>) sayesinde tarihsel bir gerçekliğe ve teş­
his edilebilir bir olguya dönüşmekte. Kant'ın <kayıtsız haz>
kavramı ne kadar ardımızda, ne kadar uzakta kaldı ! Filmi de­
ğerlendirenlerin yaklaşımında, sadece <haz>dan ziyade dehşet
değil, aynı zamanda <kayıtsız haz>dan ziyade derin ilgi vardı.
194S'ten sonra popülerleşen ama filmin yorumlanışında se­
yirciyi değil filmi kotaranları anlatan tabiri kullanmakta sa­
kınca yoksa, derin bir <angajman> gözlemleniyor. Vaktiyle
Schiller'in tiyatro sanatından beklediği <ahlaki bir kurum>

321
olma işlevi, yine Brecht'in bu bağlamda - Schiller'den pek de
uzağa düşmeyerek - didaktik oyunlarında yaratmayı hedefle­
diği şey, bu filmle hayata geçti. Öte yandan <Holocaust> filmi,
hepsinin yapıtlarının toplamından bin kat fazla etki yarattığı
için, dar kafalı yaklaşımlarından kaynaklanan perişan bir ce­
saretle bu filmi <tek yanlı angaje bir yapıt> diye niteleyip (o
halde hiçbir söylevin değeri yok, çünkü hepsi angaje) kayda
değer bulmayan; milyonlarca insanı gözyaşına boğduğu için
diziyi tipik Hollywood işi bir <acıklı film> yakıştırmasıyla aşa­
ğılayan ve - işte bunu da filmdeki hakikatin karşısına argü­
man diye çıkarıyorlar - ekranın bir uyan gereci olarak <kötüye
kullanılması>ndan - kötüye kullanmanın anlamını da öğren­
miş oluyoruz böylece hoşlanmadıklannı deklare eden eleş­
tirmenlerinse kendileri - hem de milyonların gözünde - alay
konusu olacak.

14 Mart gecesi

R., biraz önce alaylı bir ses tonuyla itiraz etti: "lyi ama ta o
zamanlar biliyorlardı bu gerçeği ve o günden bu yana, 35 yıl­
dır, hep bildiler! " Bir soruyla yanıtladım: "Bilmek dediğin ne­
dir ki?" Bilmek, ilginin en cılız biçimidir, ilgisizlik'ten daha
boylu poslu olduğu söylenemez. <Sadece bildiğim bir şey beni
ırgalamaz>. Elli yılı aşkın bir süre önce yazdığım, "Kuleden
Bakış" başlıklı kitaptaki fabllardan birinde bir kuleden etra­
fı seyrederken oğlunun trafik kazasına kurban gidişini gören
bir kadın figürü yaratmıştım. Yüksekten bakınca aşağıdaki her
şey oyuncak gibi görünmektedir. Kadın, aşağıya caddeye in­
meye ayak direr, çünkü böylece oğlunun ölümünü salt bilme­
nin ötesine geçecektir. "Aşağıda olsaydım dayanamaz, üzün­
tüden çıldırırdım! " diye çığlık atar. lşte milyonlarca Alman,
altı milyonun ölmesi karşısında fabldaki kadın gibi davrandı,
aşağıya inmemek, olup bitenle <göz göze gelmemek> için di-

3 22
rendi Şimdi ise aşağı indirildiler ve bilmenin ötesine geçmeye
zorlandılar. Artık moraller yerle bir. Hele şükür demek lazım.
Bereket versin - haklarını teslim etmeden olmaz - çokları, ger­
çeğe ilk kez, göz attıktan' ve bu gerçeği şimdiye dek <sade­
ce bildiklerini> gördükten sonra, bir tabuya dönüşmüş olan
şeyle, adım adım, sabırla yüzleştiler. Üstelik bazıları, öylesine,
gerçeğin müptelası' olmuşlar ki sadece kaçıranlar için değil,
kendileri için de dizinin tekrar gösterilmesi çağrısında bulun­
dular.

1 6 Mart

Bir televizyon dizisinin böyle bir etki yaratmasına ilk kez tanık
oluyoruz. tık örnekler Vietnam'daki çatışmaların ekrana taşın­
dığı programlardı, (25 yıl önce yazdığım "Fantom ve Matris
Haliyle Dünya" adlı makalemde kastettiğim şekliyle) <imge>
oldukları halde gerçek vakaları ilk defa gerçekten aktaran
nitelikteydiler. Gerçekliği (o sıralardaki anlatımımla) <şirin
göstermekten> uzak (bu terimi görüntülerin yarattığı etkiyi
sabitlemek için kullanmıştım) bu programlar, çoklarının biz­
zat tanıklık edemeyeceği gelişmelerin, gerçeklik' olmalarını
sağlamış ve insanların sürece somut müdahalesinin yolunu
açmıştır. O <hayali görüntüler> olmasaydı, Vietnam'daki savaş
pekala devam ediyor olabilirdi
Lakin <Holocaust> filminde çok daha garip bir fenomenle
karşı karşıyayız. Seyrettiklerimiz, günümüzde gerçekten vuku
bulan gelişmenin kareleri değil, zamansal açıdan da uzağımızda
kalmış, yani 35 yıl öncesinde yaşananların - dahası izlediğimiz
aynntılarla gerçekleşmemiş, yani kurgulanmış olanın - ekrana
yansıtılmasıdır. İşin şaşırtıcı yanıysa bu kurgunun bize aktardığı
olgular sayesinde ancak, geçmişte kalmış bir vakaya dair 'son
gelişmelerden' haberdar olmamız. Bu kadarla da bitmiyor. Bu
türden bir kurgu, bize aktarılması amaçlanan gerçeğin artık
algılanamaz oluşu nedeniyle, daha da önemlisi günümüzde
olup bitenlerin (son Dünya Savaşı da buna dahil) korkunçlu­
ğu ve masifliği hiçbir zaman kavranıp ayırt edilemeyeceği için
vazgeçilmezdir. Olduğu gibi görünmemesi, içyüzünü saklaması,
bir anlamda artık görünmez oluşu günümüz dünyasının belirle­
yici özelliklerindendir. Gaz odalarının ya da imha silahlarının
yahut nükleer enerji santrallerinin görünümleriyle içeriklerini
açık ettiği mi var? Bu <görünmezlik> , sadece gerçeği yakala­
mak için değil Yeryüzü'nde yaşamın sürmesi için de devre dışı
bırakılmalıdır. Bunun hayata geçebilmesi içinse <merceklere>
ihtiyacımız var; ama büyüteçlere değil, <küçülteçlere>.
lnsanın Eskimişliği'nin· birinci cildinde <hakikat doğrultu­
sunda abartmamızı> salık vermiştim; şimdi ise tersini, <ha­
kikat doğrultusunda küçültmeyi> öneriyorum, yani devasalığı
nedeniyle kavranamaz olan gerçekliği daraltmayı ve böylece
bu gerçeklik tarafından tamamen dışlanmayacağımız koşulla­
n yaratmayı. Kastettiğim şey, <Holocaust> filmiyle kotarılmış.
Fena da olmamış. <Daraltılarak> ele alınışı, yani <understate­
ment> sayesinde bu tema milyonların görüş alanına ve duygu
menziline girebildi.

19 Mart

Hayır, Yeryüzü'nün Auschwitz yüzünden değil Hiroşima'nın


doğurduğu sonuçlarla batacağı her ne kadar gerçekse de,
Auschwitz, etik açıdan kıyaslanamayacak kadar korkunçtu.
Bunu vurgulamak istiyorum, çünkü notlarımı karıştırırken,
Auschwitz'i, kitle katliamının bir yöntemine ilişkin saptama­
ların diğer katliamlar için de geçerli olduğu gibi bir önyargıyla
ele almış olabileceğime dair kuşkuya kapıldım. Yanlış bir çı­
kanın çünkü. Auschwitz'in - sayılan binleri bulan - canileri-

Günther Anders, insanın Eskimişliği, 2 cilt, çev. Herdem Belen - Hüseyin


Ertürk, lthaki Yayınlan, 2017-2018.

324
nin yanında ]aponya'ya uçan pilotlar masum kalıyordu. Bunun
<ilerleme> olup olmadığı ise ayn bir tartışmanın konusu.
Hiroşima'da bir anlamda sadece <düğmeye basıldı> - bu
arada 1945'te bombalar en azından, olay yeri'nin semalarında
aşağı bırakılırken, günümüzde, <nuclear missiles>' açısından
bakarsak, her şey uzaktan düğmeye basmayla, halloluyor.' Gö­
revlendirilmiş o adamlar, edimlerinin (yani tek bir el hareke­
tinin) sonuçlarının uzağındaydılar; tıpkı çağımızda işçilerin
%99'unun pratikte, çalışmalarının doğuracağı sonuçlardan
soyutlanmış olması gibi. Aslında roketlerin icadından sonra
<olay yeri> kavramı anlamını yitirdi Esasen bu kavram, ön­
ceden tek bir yeri, hem cürmün işlendiği hem acının çekil­
diği tek bir yeri anlatıyordu. Bu sintopik duruma - kavramın
sonunun başlangıcı ateşli silahların icadıyladır artık nadi­
ren rastlanıyor (Mylai bunlardan biri) . Pasifik Okyanusu'nda
ateşlenen bir füzenin erimi Sibirya'ya dek uzanıyor. Olay yeri
neresi o halde peki? Okyanus mu, Sibirya mı? <Sizotopya> ta­
birini, günümüzün etik ve etikdışı kategorilerinin belirleyici
kavramı olarak literatüre kazandırmanın zamanı geldi. Ben­
zer şekilde, bombalan talihsiz iki kentin üzerine bırakan iki
Air Force pilotu sayıları yüz binleri bulan kurbanlarım gün­
lerce, yıllarca aşağılamak ve işkenceden geçirmek şöyle dur­
sun - Auschwitz'te adettendi bunlar - görmediler bile, daha
doğrusu tasavvur dahi etmediler. Elleri tepeden tırnağa temiz
kaldı gibi bir şey söylerken elbette Eichmann ve şürekasının
tırnaklanmnkine benzer bir temizliği kastetmiyorum. Pilot­
lar kitle katliamı için tüm ayrıntılarım düşündükleri bir plan
yapmamışlardı; zamanlarım titiz ve noksansız bir çalışmayla,
günlük ceset üretiminin aksamayacağı koşullan oluşturmakla
geçirmemişlerdi Sırf <misyon>da görev aldılar diye o pilotlar,
özellikle de eylemlerini doğrudan olay yerinde gerçekleştiren,
aralıksız her gün işkence, <şırıngalar>, insanları gaz odala-

lng. Nükleer füzeler -yhn


rına tıkmak gibi alçaklıklarla bizzat iştigal eden binlerce SS
mensubu ve <yardımcı güçleri>yle aynı kefeye konulamazlar.
<Misyon>a sırf sadist oldukları ya da gözlerini kırpmadan
zevkle cinayet işlemeyi öğrendikleri için katıldıkları da söy­
lenemez - bu aksiyonla tatmin olmazlardı zaten. Keza edimle­
riyle (tek bir el hareketiyle) ya da her gün kalkıştıkları alçak­
lıklarla canavarlaştıkları da olmadı. Hiroşima ve Nagasaki'de
katilsiz kitle katliamı yapıldı, 'kötülük'süz olup bitti her şey.
Auschwitz'in canileri içinse bu iki farklı kitle katlia­
mı arasına bu açıdan ne denli kalın bir çizgi çekilse yeridir
- geçerli değil bu son söylediğimiz. Hakikaten sadece <kötü­
nün masumiyeti> (Eatherly) ve <kötülüğün sıradanlığı> değil,
aynı zamanda, pardon aynı zamanda değil, her şeyden önce,
'gerçekten kötü'nün kötülüğü ya da sürekli kötülük yüzünden
kaçınılmaz şekilde kötüye dönüşmüş ya da dönüştürülmüş­
ler de var. Bunlar - işte bu yönleri nedeniyle Eatherly benzeri
kitle katliamcılarıyla aralarında esaslı bir fark vardır - mola­
sız aşağılama, işkence, <şırınga> vb. şeklinde <full time job> •

olarak icra ettikleri kötülüğü ve dönüşü olmayan 'bayağılaş­


mışlık'larını teşhis etmekten acizdiler. Canlılara <hala eziyet
edilebilir> varlıklar gözüyle bakmaları (bu da işte kamplarda­
ki <yaşam>m kamufle edilmiş tanımı) , insanlara bu zihniyet­
le muamele etmeleri, üstüne üstlük bu muamelenin, serbest
olmanın ötesinde görev bilinip, talimatla uygulanması (hepsi
aynı kapıya çıkıyordu; Himmler, yapılanları kahramanlık ve
gurur duyulması gereken bir <kararlılık> olarak görüp övü­
yordu) , tüm bunlar artık ayırdına varmadıkları şeylerdi. Çün­
kü kötülük ahlaki açıdan artık duyarsızlığın hakim olduğu bir
gündelik yaşamın zemininde yükselmiyordu, bilakis başlı başına
bir dünya olup çıkmıştı (<Le monde concentrationnaire> .. ) .
Olağan ve sıradan olan kötülüğün kendisiydi; öyle bir dünya-

lng. Tam zamanlı iş -yhn


Fr. Toplama kamplarının dünyası -yhn
da olsa olsa (bizim anladığımız anlamda sıradan) rezillikten,
bayağılıktan, kötü niyetten uzak söz ya da edimler garip kaçar­
dı herhalde. Bir SS mensubunun ağzından çıkacak iki sözcük
- örneğin <iyi geceler> - Auschwitz cehenneminde skandal
sayılırdL (Bu arada <cehennem> nitelemesiyle fazlasıyla onur­
landırdık kampları, ne de olsa bu sözcük kötülerin cezalarını
çekmeye yollandığı koloni olan klasik cehennemi anlatıyor.
Hiç kuşku yok, naziler altına imzalarını atarlardı bu tabirin,
çünkü kamplara tıktıkları insanları, 'Yahudilik', 'çingenelik',
'Marksistlik' gibi doğalarında olan kötülükler nedeniyle <ce­
zalandırıyorlardı>.)
Tüm bu saydıklarımın nükleer suça bulaşmış failler için
geçerli olmadığı ve SS görevlilerine kıyasla Eatherly gibile­
rin ahlaken üstünlüğü olgusu, - aslında karşılaştırılması bile
abes - eylemlerinin daha az korkunç olduğu anlamına gelmi­
yor elbette. Aksine Hiroşima Auschwitz'ten çok daha kötüydü.
Bir insanın, bir saniyelik bir hamleyle iki yüz bin (bugün olsa
milyonlarca) insanı yok edebilmesi gerçeğinin yanında milyon­
lan sadece ağır ağır katledebilen birkaç bin 55 mensubu (sözcü­
ğün bağışlanmasını diliyorum), 'zararsız' kalır. Nükleer tehlike
insanlığın tamamı için bir tehdit çünkü. Toplama kamplan için
aynı şey söylenemez. Nükleer silahlar kelimenin tam anlamıyla
<apokaliptik>; oysa kamplar yalnızca mecazi anlamda <kıya­
met> demekti. Modem katliam yöntemleriyle kıyaslandığında
Hiroşima'nın öncesindeki üç yıl boyunca imha kamplarında
olanlar (sözcüğü yazmaya elim varmıyor) basit kalır. Kamp­
lardaki düzeneklerin randımanı ve teknolojisi, günümüzün
füze üslerinin teknolojik normunun ve erişebilecekleri per­
formansın yanında hantal, adeta 19. Yüzyıl'dan kalmadır. Bu,
'tesisler' bir günlük işlemde yüz binlerce ya da milyonlarca
insanı değil (yine kullanmaya dilimin varmadığı bir tabirle)
<sadece> yüzlerce kişiyi haklayabiliyordu.
Hiç kuşku yok: <Gelecek>, modem kitle katliamlarının-

3 27
dır. ('Geleceksizlik' üreten aparatlara <gelecek> yakıştırmak
mümkünse tabii) . Henüz endüstriyel gelişmesini tamamla­
mamış ülkelerde Auschwitz'in daha uzunca bir süre model oluş­
turması olasılığı devre dışı kalmıyor elbette. Henüz Hiroşima
üretecek konumda olmayan güçler Auschwitz'teki <işleyişle>
yetinmek zorunda. Hasılı <gelecek> henüz her yerde <başla­
madığı> için Auschwitz modelinin de bir geleceği var. Modern
kitle katliamı metoduyla pek de yeni olmayan diğer metot -
tabii bu arada insanlığın 'sağ kalmasına' izin verirlerse - daha
uzunca bir süre <örtüşecek>.

22 Mart

"H. journal"de - motifi neredeyse 'kıskançlık' diyeceğim - bir


makale okudum bugün. Yazar, Yahudi olmayan milyonlarca
insan da savaşın kurbanı sonuçta, diyordu. Yazdıklarına bir de
'bu Yahudilerin her zaman olduğu gibi savaş kurbanları ara­
sında şeref locasını kapmak için öne geçmeye çalıştıkları' gibi
bir tümce eklememiş bereket.
Yahudiler bu türden ayrıcalıklı mevkilerden feragat etme­
yi ne çok isterlerdi oysa. Lakin - şeref locası denemeyeceği
apaçık - bu yerlerin gerçekliği su götürmez. Kamplarda ölen­
ler, <öylesine> yaşamını yitirmiş savaş kurbanlarına dahil de­
ğillerdi çünkü. Hitler'in, siyasi hedeflerine ulaşmak amacıyla
feda edilmelerini <sineye çektiği> milyonlarca Alman askeri
ve sivil ya da hedefe yakınlaştıran savaş metodunun gereği
olarak görülen kayıplar, örneğin işgal bölgelerindeki düş­
man birliklerine ya da halka verdirilen kayıplar kategorisinde
de değillerdi. Hayır, Yahudilerin yok edilişi ne bedel ne araçtı,
bizzat nasyonal sosyalizmin hedefi, hatta paronoya denebile­
cek başlıca hedeflerinden biriydi. lşte o nedenle, ölülerimiz ve
yine katledilen yüzbinlerce Sinti ve Roman, katledilen Slavlar,
lkinci Dünya Savaşı'nda yaşamını çatışmalarda yitirmiş olan-

328
lardan - çağın diğer savaşlarında ölenlere değinmiyorum bile
- tamamen farklı anlamda bir 'ölü' kategorisindeler. lçler acısı
koşullarda yaşamım yitirmiş, o yılların tüm kurbanları derin
bir saygıyı hak ediyor. Bizlerin diğer kurbanlardan daha rezil
bir biçimde katledilmesinde bit yeniği arayan, bir kere daha
özel muamele talep ettiğimizi, böylelikle boşuna gaz odalarım
boylamadığımızı düşünenlerse en esaslısından bir aşağılama­
ya layıklar.

26-27 Mart gecesi

Peki ama neden? Neden milyonlarca insanı 'Todt Teşkilatı'nda


yol vb. yapımında çalıştırmak varken imha etmeyi yeğlediler?
Öldürdüklerinin yerine dışarıdan, işgal edilmiş bölgelerden
milyonlarca işçiyi yurt içine nakletmeleri gerektiği halde ne­
den kalkıştılar bu katliama? Külüstür yük vagonları bile nazi
ordusu ve bu orduya yoğun tedarik için bulunmaz nimetken,
onca tren neden toplama kampları için seferber edildi? Ay­
rıntılara boğulan açıklamalar bile 'neden', daha doğrusu 'ne
diye' sorusuna açıklık getirmiyor. 'Yahudilerin kökünü kazımak
isterken hangi amacı güdüyorlardı?' sorusunun yanıtı şudur: Ya­
hudilerin kökünü kazımak. Bu bir araç değil hedefti.
Hitler, Himmler ve tayfası, Yahudileri - hem debdebeli bir
amiyane metafizik örneği hem makro tarzda kurnazca bir si­
yasi demagojiydi bu - tüm olumsuzluklann, kötülüğün, kirin,
çürümenin, hilebazlığın, para ve şehvet düşkünlüğünün sim­
gesi olarak görüyordu. Neden böyle bir figüre ihtiyaç duymuş­
lardı peki? Birçok nedeni var:
1 . Şöyle ki - hiç kimse, hakikaten aptal olmayan Hitler ka­
dar ayırdına varıp çıkarları doğrultusunda kullanmadı bunu
(herkesin malumu olduğu üzere) sadece <Tann> değil,
<Şeytan da ölmüştü>. Çoğunluk, özellikle de haklan ellerin­
den alınmışlar, Tann'nın yokluğunu unutturacak bir şeylere

3 29
(doğa, aşk, sanat) nasıl sarıldılarsa, birikmiş agresifliklerini
ve dar kafalı hoşnutsuzluklarım üstüne salabilecekleri, yani
Şeytan'ın yerini doldurabilecek bir figür olmadan da yapamazdL
Hitler onlara <ikame Şeytan> olarak <Yahudiyi> bahşetti (Pek
bir tercih edilen, şeytanlaştırıcı tekil ifade, Şeytan'ı şeytanlaş­
tıran tekile tekabül ediyor) . Bu 'vekalet', milyonlar tarafından
coşkuyla karşılandı. Dinin mantığına göre Şeytan, lekesiz bir
karşı figürü gerektirdiği ve mümkün kıldığı için de Şeytan'ı
armağan eden kişi kolaylıkla bu tür bir lekesiz figür, bir çeşit
kurtarıcı olarak boy gösterebilir ve bu sıfatla 'Heil haykırış­
ları' eşliğinde ilahlaşabilirdi Yahudiler olmasaydı Hitler Tann
muamelesi göremezdi. Statüsündeki ihtişamı Yahudilere borç­
ludur. (Şurası bir gerçek ki Yeryüzü'nde şeytanlaştırmaya baş­
vurmayan kişilik kültü yoktur; Troçki karalanıp suçlanmasa,
Stalin hiçbir zaman Sovyet toplumunun 'manevi babası' ola­
mayacaktı; Troçki'ye yönelik yapay nefret üretilmeseydi, nef­
retleri üzerine çekmeden milyonun üstünde insanı katletmesi
mümkün değildi Bu arada Anti-Troçkizmin bir zaman sonra
Antisemitizme dönüşmesi rastlantı değildi elbette.)
2. Diktatörler, iyiyi ve kötüyü, belirlenmiş bir varoluş biçimine
sabitleme ihtiyacı duymuşlardır. Toplumun çoğunluğu da heves­
lidir bu türden <ontolojikleştirmelere>. <Ontolojikleştirme>den,
uğraşı, erdemi, ayıbı, inançlı olmayı, kafirliği, görev aşkını, gö­
revi ihmali ya da mizacı <iyi> ya da <kötü> saymama - aslında
çoğunluğun hiçbir zaman gerçek anlamda içselleştirmediği bir
etik anlayışı bu - <iyi> ya da <kötü>yü daha ziyade doğuştan
var olan şeyler olarak görme yaklaşımını anlıyorum. Buna göre,
örneğin paryaların değersiz görülmelerinin nedeni şu veya bu
edimleri, şundan veya bundan kaçınmaları, şu veya bu şekilde
düşünmeleri veya düşünmemeleri değildir; aksine bir parya,
parya olduğu - ve isyan etmediği sürece kendini de öyle kavra­
dığı - için şöyle değil de böyle davranır, şundan değil de bun­
dan uzak durur, şöyle değil de böyle düşünür. Hasılı bu <etik>

33 0
türünde <iyi> ya da <kötü>, varlık mertebesidir. Yunancadaki
<esthlos> = soylu, kavramının kökeninin <einai> = var olmak,
olması rastlantı değil. Benzer şekilde soyluların 'yükseklerde'
konumlandırılmış olmalarının (birçok yerde hala öyle) nede­
ni de hünerleri ya da düşünce kapasiteleri - en azından önce­
likli olarak bu yönleri - değildi. 'Üstlerde' olmalarının teme­
lini (aristokrat diliyle kendilerinin de ifşa ettiği gibi) <iyi bir
(ahırdan) aileden geliyor olmalan> oluşturuyordu. <Prestij ve
erdem>, Schiller'in tarif ettiği gibi (<.Asalet sadece ahlakın temel
alındığı yerde olur>) bir <ahlaki> nitelik değil, <yetiştirildiğiniz
haranın nonnuydu>. lşte Hitler, burjuvazinin ahlak kavramlan­
nı atlayarak bu soyluluk ölçütünü devraldı. Tabii gözü kara ve
paradoksal bir yaklaşımla. Köken - ya da dedikleri gibi ahır
- ölçütünü sürdürmekle birlikte bir de tutup sokaktaki ada­
mı, yani (eskiden aristokrasinin kendisiyle bir tutmadığı) ava­
mı asil ilan etti (bir ilkti bu, çünkü proletarya kendini en fazla
<tarihsel anlamda öncü> görmüştü) . Toplumun yüzde dok­
san dokuzunu manipüle ederek elit tabaka olduklarına, daha
doğrusu elitin hası olduklarına inandırdı. Bunu başarabilmesi
için mutlaka bir karşıt figür yaratması gerekiyordu. Toplum bu
figürün varlığı sayesinde kendini <asil> ( üstün ırk) addede­
=

bildi. kat edilen <avam>la (bu kez <ayak takımı>, <aşağılık>


anlamında) kıyaslandığında kendilerini <olağanüstü> varlık­
lar olarak algıladılar. Kavuştukları asalet ve kendine güvenin
temelinde Yahudi olmayışları yatıyordu; sırf çoğunluğun <iyi
ahın>ndan geldikleri için <orijinal> ve soyluydular. Sınıfların
var olduğu, yani bilinen tüm tarih boyunca aristokrasinin hep,
soylu olmayan ezici çoğunluğun dışında bir azınlığı oluşturdu­
ğunu düşünürsek, gelinen noktada demin de değindiğimiz gibi
eşi benzeri olmayan bir absürdlük sergilendi. <Kitlesel soylu>
ya da <vulgar aristokrasi> kavramlarının meşruiyetine diyecek
yoktu. Bu arada bu topluluğun tarihte görülmüş en ödlek ve en
mızıkçı 'asiller' olduğu da es geçilmemeli; milyonlarca 'seçkin',

33 1
birkaç bin kişiyi can düşmanı ve kurban ilan etmekten çekin­
medi. Bu birkaç bin insanın önemini sonuçta aşın abartıp onla­
rı Dünya çapında bir güç (<Siyonist Lobi>) olarak etiketlediler.
Karşıt figür - Yahudi - olmasaydı Alman halkına seçkin olduk­
ları yutturmacası telkin edilemezdi. Bu şekilde asalete konan
%99, hatta kenar mahallelerde pinekleyen işsizler bile, gerçek­
teki pek de seçkin denemeyecek yaşam koşullarını görmezden
geldiler. Ari ırk vesikası, kitlenin asalet rehberiydi, hangi sınıfa
ait olduklannın önemi yoktu, hep birlikte kayıtlıydılar bu rehbere.
Hitler, milyonlarca sıradan insanı soyluluğa terfi ettirerek, yol
açtığı hasarın - yani onların sınıfsal aidiyet bilincini ve yurttaş­
lığın gereği olan tüm özgürlüklerini gaspetmesinin - tazminatı­
nı ödedi. <Yahudi>ye ihtiyaç duymasının nedeni buydu.
Bu tür bir figür olmasaydı, hakikaten icat etmek zorunda
kalırdı, başka çaresi yoktu . Gerçi neden <olmasaydı> diyorum
ki? Hitler'in fon olarak ihtiyaç duyduğu ve kullandığı Yahu­
di karakterleri sonuçta gerçeklikte değil, yalnızca "Stürmer"
gazetesinin kışkırtıcı karikatürlerinde vardı. Sonrasında - bu
söylediğim ne denli kulak tırmalayıcı da olsa - gerçekten vü­
cuda gelmişlerse, gaddarca muameleyle kamplardaki insanları
Stürmer'deki karikatürlerin kopyalanna dönüştürmeyi başaran
SS güruhunun marifetidir bu. Ôlümcül karikatürlerin suretin­
den gerçekleri yaratıldı. Bir varlık (Aryan) doğuştan ve geri
dönüşsüz biçimde iyiyi simgeliyorsa; diğer bir varlıksa (Yahu­
di) yine doğuştan ve geri dönüşsüz, kötüyü temsil ediyorsa,
artık özgürlüğe (iyiyi ya da kötüyü tercihe) yer kalmamış de­
mektir, aynca yine geri dönüşsüzlük geçerlidir. Dahası - keza
geri dönüşü yok - bu verili durumda <koşulsuzluğa> da yer
bırakılmamıştır; koşulsuzluk, varolmayla zorunluluk arasında
sıkışıp adeta ezilmiştir.
Nasyonal sosyalist diktatörlüğün hedeflediği şey tam da
buydu. Zorunluluğun hükmünün geçtiği yerde koşulsuzluğun işi
yoktur. Aryansan yapman gerekeni yapacaksın. Vice versa: Ya-

33 2
hudi doğmuşsan katlanman gerekenlere katlanacaksın.
Nasyonal sosyalizme <ahlaksızlık> atfetmek 'understate­
,
ment of the century. . Çünkü nazizmin en çarpıcı <marifeti>
koşulsuzluk kategorisinin büsbütün yok edilmesinde yatar. Bu
imhanın başlıca kurbanlarının tam da 'On Emir'le ve 'Dağdaki
Vaaz'la <kategorik buyruğu> oluşturanların torunları olması
rastlantı değil; böylelikle 'koşulsuzluğun' hayata geçirilme­
sinden tarihsel boyutta öç alınmış oldu. Kant'ın <kategorik
imperatifleri>nin sık sık sözünün geçmesine (<kategorik> sı­
fatı cezbetmişti onu) rağmen Hitler, (Schiller'in <her şeyi çiğ­
neyip ufalayan> dediği) Kant'ı çiğneyip ezmiştir.

28 Mart

Şu <art> sözcüğü. Nazi metafiziğinde insanlık, hatta bence


Dünya, doğuştan (ezoterik <metafizikler>deki gibi) pozitif
ve negatif, an ve kirli olmak üzere ikiye ayrılıyor. Pozitif ya
da negatif olana aidiyet a priori belirlenmiştir. lyi ya da orto­
doks olma yahut kurtulma olasılıklarının önünü kapatmamış
geçmişin doktrinleriyle arada esaslı bir fark var. Buna karşın
sonradan Aryan olmak mümkün değildir; iyi niyet para etmez.
Daha toplama kampını boylamamışken de kökeninin ölüme
mahkum tutsağısındır. Yahudi dediğin, ebediyete dek Yahu­
di kalmanın lanetine mahkumdur, o yüzden de <lanetlidir>.
<Selamet aleminde> (ahlaken bozulmamış kulaklar açısından
katlanılmaz bir tabir ! ) , bu aleme dahil olma lütfuna erişmiş
herkesin birbirini <Heil ! > diye selamladığı ortamda Yahudiler
vazgeçilemeyecek bir karşı figürdüler, musibet timsaliydiler.
hile kakıla Auschwitz'in ana kapısından içeri sokulan insanla­
rın girişte asılı o ünlü tümceyle değil de bu sözcükle karşılan­
maları gerekirdi aslen.
<Art> sözcüğünü her duyduğumda tüylerim diken diken

lng. Yüzyılın kifayetsiz ifadesi -yhn

333
oluyor. Benim için bu sözcük daima <Almanyayı Yahudiler­
den annmış ülke yapacağız!> tümcesine kenetli. Anlık ülküsü,
sadece cinsel olanı da değil üstelik, her daim - sodomi kor­
kusundan olacak, yabancılarla, değil evlilik, dirsek ve beden
temasından bile ödleri patlayan - fanatiklerin ülküsü olagel­
miştir (<ırkın alnına sürülecek kara leke>) . lşte korktukları
bu şeyi <tabu> haline getirmişlerdir (<Dokunulmazlar>) . Bu
temas korkusu , en korkunç versiyonlarında yumuşaklığın göz
kamaştırıcı beyaz elbisesini giyer. Sonra da amaca uygun bir
iffet ve vejetaryenlik kılığında boy gösterir. Altmış milyon in­
sanın kanına giren Hitler'in ciğer ezmesi sosisine el süreme­
mesinde, yeşillik ve havuç düşkünü biri sıfatıyla Yahudilerin,
Sinti ve Romanların, Slavların canına okumuş olmasında hiç
de çelişkili bir durum yok. Bilakis, anlıkla aklını bozmuş biri­
nin gözünde her şey (pis) domuzdur. Eh, domuzlara da el sür­
memek olmaz, 'silip süpürmek' gerekir her birini.

5 Nisan

Bu eksende aynı zamanda - üstelik ilk bakışta sahicilik ve anlık


aristokrasisiyle bağdaşmayan - sosyal Darwinciliğin de önemi
büyüktür. Bu kavram da imhaya gerekçe oluşturuyordu. An
olan kökenle özdeşken, sosyal Darwinciler geleceği referans
alır. Onlara göre (sözümona anlıkla özdeş) <sağlık> sayesinde
yaşama hakkı olanın, yani yaşaması gereken ve yaşayacak ola­
nın onaylanması gerekir. Darwin'in son derece tuhaf (mekanik
ve zoolojik ilerlemeye arka çıkan) ontolojik temel tezi, varlı­
ğını sürdürenlerin varolma mücadelesinde galip gelmiş olmalan
gerekir; aksi takdirde soyu tükenmiş olurdu, şeklindedir. Kısaca
ifade edersek, 'çekişme', 'yanştan galip çıkma' gibi sözcükler on­
tolojik kavramlar olarak karşımıza çıkarlar: Yaşam = sağ kalmış
olmak; varoluş = henüz var olma. Türlerin, henüz var olmaları,
rekabetten, yani yaşam mücadelesinden zafer kazanarak, daha

334
güçlü olduklarını ortaya koyarak çıktıklarının kanıtıdır, bu sa­
yede yaşama hakkı elde etmişlerdir. Galip gelmemiş herhangi
bir türün dinozorlar gibi soyu tükenmiş olurdu; bir anlamda
yaşama hakkı yitip gitmiş demektir.
lşte Hitler bu Darwinci tezi bir ideale ya da postulata dö­
nüştürdü. 'Yaşamak için, yaşama hakkını elde etmek için Dar­
winciliği pratiğe dökmeli, başkalarına üstünlük sağlamalıyız'
- rakiplere her şey müstahaktır. <Rakibimden büyüğüm, onu
yok ediyorum, o halde yaşamak hakkım. Cinayet varolmanın ön­
koşuludur.>
Hayatta kalmanın vazgeçilmez koşulu olan kurbanın ideal
türü ve sembolüyse - yeniden konumuza döndük - Yahudilerdir.
O yüzdendir ki Auschwitz, nasyonal sosyalist politika çerçe­
vesinde - korkunçluğu malum - tüm olup bitenlerin ötesin­
de bir vakadır; bir anlamda nasyonal sosyalist ontolojinin pa­
radigmasıdır; merkezidir. Hala toplama kamplarının varlığını
yadsıyanlar belli ki bunu kavramışlar. Rettetikleri tek başına
olgunun kendisi değil, nasyonal sosyalizmin asıl ilkesi.
Bu arada bu türden bir sosyal Darwinciliğin böylesine
önemli, belirleyici bir rol oynaması çok garip doğrusu. Çün­
kü ona bakarsanız özellikle de Yahudi halkı, tarihte herkes­
ten daha frapan bir biçimde hayatta kaldı ve aslında var olma
hakkının gerekçesini sundu. Lakin sadece görünüşte çelişkili
bir durum var. Çünkü tam da Yahudiler benzersiz bir <survi­
val>, deyim yerindeyse ölümsüzlük örneği sergiledikleri için
("Ezeli Yahudi" )' ciddiye alınacak tek rakip olarak görüldüler,
o yüzden ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. Aynca nasyonal
sosyalistler (yurttaş eşitliğinin başlangıcından itibaren var ol­
muş antisemitizm geleneğini sürdürerek) yeni bir ölümsüzlük
kavramını kullandılar. Buna ben, Hegel'in bilinen ifadesini
biraz değiştirerek <murdar ölümsüzlük> diyorum. Nasyonal
sosyalizm, Yahudilerin kendi güçlerine dayanarak değil de

1 940 yapımı nazi propaganda filmi -çn

335
başkalarının sırtından, yani parazit olarak günümüze dek var­
lıklarını sürdürdüklerini savunmuş ve öğretmiştir. 'En zayıf ırk
oldukları halde güçlünün sırtından <vurgunculuk yaptıklan>
ve <sırtımızdan geçindikleri> için Yeryüzü'nde hala mevcuttur­
lar. Gücümüzü <emen>, görünüşte daha güçlü bu güruha göz
yumulamayacağı apaçıktı.' lki satır öncesinde tırnak içinde
aktardıklarımın aşın keskin, tahrik edici ifadeler olduğu açık;
kapitalistlerin kaba tasvirinde kullanıldığı için bu sözcükler
haliyle işçi sınıfı saflarında da geniş yankı buldu.

7 Nisan

Kısacası Yahudi düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının yerini


alması hedeflenmiş yedek <aşırı taşkmlıktı>. Hitler, Yirmili
yıllarda önünde hazır duran, öfkeye evrilmiş 'egemen sınıfa
nefreti' yok saymaması gerektiğini, öyle bir çırpıda ortadan
kaldıramayacağını, dahası eldeki bu birikmiş enerji kuantu­
munu kullanmanın, hatta artırıp başka bir nefret objesine ka­
nalize etmenin son derece karlı olacağını görmüştü. <Etiket
hilebazlığı>nın bu muazzamlıkta hayata geçirilişinin ilk ör­
neğiydi yapılanlar. lsim değişikliğiyle, nefret objesi sermaye­
darın yerini <Yahudi> aldı. Gerçek Yahudilerse yapay olarak
üretilmiş <nefret>in önüne yem olarak atıldılar. Kuşkusuz
Yahudilikle kapitalizmin eşdeğer tutulması Hitler'in buluşu
değildi; Yüz yıllık bir gelenekten yararlanıldL Marx'ın Yahudi
Sorunu'nda dahi akuttur bu anlayış. Erken kapitalizm dönemi­
nin ( Grosz ve Weber'e dek uzanan çizgideki) karikatürlerin­
de sermayedarları karga burunlu ve borsacılara özgü silindir
şapkayla resmetme eğilimi yaygındı. "Stürmer"in bu geleneği
sürdürmesi yeterliydi. (Aynı umacı, komünizmden korkanla­
ra da servis edildi bu arada. Nasyonal sosyalist propagandanın
kullandığı çizimlerde yalnızca kapitalistler değil, Bolşevikler
de karga burunluydu. Troçki, "Stürmer"deki karikatürlerde
göbekli Rothschild'in cılız kardeşi gibi duruyordu . Bu açıdan
Sovyetler'deki "Krokodil" dergisi de pek farklı çizgide değildi.)
Dolayısıyla tüm nefret edilecekler muazzam pratik bir
çözümdü - eritilip tek bir <negatif fetiş>te birleştirilmişti. Bu
figürden nefret etmek serbestti, hatta ödevdi. Daha doğrusu
yükümlülüktü; öylelikle nefreti asıl hak edenlere ayıracak bir
tutam nefret bile kalmasın isteniyordu . Beklenti boşa çıkmadı:
Nefret etmek, izinli, daha doğrusu ödev, daha doğrusu zorun­
lu oldu mu , insan çok geçmeden nefret objesine bağlanır, ruhun­
dan öyle çabuk söküp atamaz. Hitler'in, Alman toplumuna ger­
çekten de bir şey armağan ettiği, yani o topluma nefret etme
fırsatını bahşettiği tartışılmaz. Bugün bile o armağan edilmiş
nefretten sıyrılamayan çok insan var.
Yukarıda sözünü ettiğimiz 'öcü' aynı zamanda - ikinci var­
lık nedeni de buydu - aşırı baskı altında bir yaşama ve ölüme
mahkum olanlara hiç beklemedikleri bir 'başkalarını ezme ve
öylelikle elit gruba dahil olma' şansı sundu . Molusya atasö­
züdür: <Uşağından koşulsuz sadakat bekliyorsan ona bir köle
armağan et. Kendi uşaklığını unutacaktır.> işte Yahudiler bu
uşakların köleleri sıfatıyla Holocaust'ta ölüme yollandılar. O
sıralar aslında o uşakların köleleri arasında yer alması gere­
ken ve kırk beş yıldır şans eseri fazladan yaşamış olan bense
burada oturmuş canilerin hizmetlerine koştukları caniler hak­
kında kafa patlatıyorum. Ara sıra pencereden dışarıyı seyretti­
ğjmde ise karşıdaki yangın duvarında hala yazılı duran, daha
doğrusu yeniden yazılmış olan Holocaust sloganını görüyo­
rum: <Geber Yahudi.>

20 Nisan

R. hayret dolu bakışlarla, kafa yorduğum bu düşüncelerimden


ötürü ne büyük bir <cesaret> sergilediğimi söyledi. Bütünüyle
yersiz bir iltifat. O totaliter devlette - kamplar da şöyle dursun

337
- bir insanın gıkım çıkarması bile benim düşünüşümdeki ra­
dikallikten çok daha fazla <cesaret> gerektiriyordu. Her ne ka­
dar bu düşünme tarzı başımı ağrıtıyorsa da bazen, fiziksel bir
tehlikeyle karşı karşıya değilim. . . düşünmedeki radikalliğin
vazgeçilmezliğini sarsacak bir durum değil bu aynca. Gerçek­
ler gerçekliklerini, dile getirilmelerindeki gözüpekliğe borçlu
değillerdir. Bazı zırvaları söze dökmek de hayli riskli örneğin.
Kamplarda kaçıklar da katledildi.
Burada tüm kayda düşülenler, "Ahir Zaman ve Zamanların
Sonu" adlı kitabımda analiz edilmiş sorunlarla sıkı sıkıya iliş­
kili. Hiroşima ve Auschwitz çağımızın gerçekten en büyük ah­
lak skandalları oldukları ve önümüze en önemli ahlaki ödev­
leri koydukları için bu iki temaya ilişkin yazılmış metinlerin
üst başlığı şu olmalı:

MAXIMA MORALIA
Ölüler diyarını ziyaret

TEMMUZ 1966

Auschwitz'ten çıkış. Arabada, 5 Temmuz

Korkunun da ferahlamanın da ne olduğunu şimdi anladım.


Korku, üç karyolaya on iki kişi uzanmış yatarken, gece bir
trenin geldiğini duyman, neler olup bittiğini anlamak için ka­
ranlığa kulak kabartmandır. Kimbilir ne çok yeni gelen ola­
cak, karyolayı seninle paylaşacak ya da yanın saat içinde ne
kadar çok kişi dışarı atılacak, yeni gelenlere yer açmak için.
Sen de onlardan biri mi olacaksın acaba?
Ferahlama ise trenin Auschwitz'te sadece yavaşladığını
ama durmadığını, birkaç yüz metre uzaklıkta bulunan Birke­
nau'daki rampaya doğru devam ettiğini duymandır; bunun ne
anlama geldiğini biliyorsundur, karyola yüzünden çekişecek
olduğun insanlar, bulunduğun bloğun arkasından geçen tren­
deki herkes, yirmi dakika sonra bir dumana dönüşüp bacadan
tütecek belki.
*

"Ölü falan da görmedik oysa," diye fısıldadı Ch.


"Aynen öyle," diye fısıltıyla yanıt verdim. "O kadar ölüler
işte."
" N e demek istiyorsun?"
"Ölülerin bile buralarda bir yerlerde olduğunu. Ama biz
yalnızca onların yokluğunu gördük Tabii var olan şeyler kı-

339
lığında. Bavulları, bavul yığınları, gözlükleri, gözlük yığınları,
saçları, saç yığınları, ayakkabıları, ayakkabı yığınları şeklinde.
Yani şunu gördük, tüm eşyamızın, kullanılacak durumdalarsa
eğer, affedildiğini, oysa bizleri affetmediklerini. lşte bunu gör­
müş olmak, ceset görmüş olmaktan çok daha kötü."

Binlerce insanın işkence gördüğü ve milyonlarca insanın öldü­


rüldüğü yerde, yıllar sonra orada olmak. Oysa biz o sıralar -
sahi ne yapıyorduk, ne yaşıyorduk o sıralar? O zamanlar neler
yapmış olursak olalım - en yararlı şey bile - neler yaşamış olur­
sak olalım - en güzel şey bile - şimdi hepsi geçersizleşmiş ya
da hiç vuku bulmamış gibi. Çünkü o zamanlar yaptıklarımızı
ya da yaşadıklarımızı, aynı anda başka yerde olan bitenin ya­
nında anlamları olup olmadığını kestiremeden yapıp yaşadık.
Hitler, bu kadar zaman sonra şimdi bile yaşamımızı darma­
dağın ediyor. Yıllardır kendi mülkümüz olarak gördüğümüz
yaşam kesitlerini bile.
Katoviçe Kilisesine giderken yolun yarısında bir dönemeç­
te durduk. Gezinmek için arabadan indik. Demir parmaklıklar
arasından oradaki mezarlığa baktık. Böyle bir şeyin olmasına
şaştık kaldık. Lükse bak. Ölüler, tek yataklı odalarında kıya­
mete kadar kalabilme özgürlüğüne sahip, hem de kendilerine
armağan edilen çiçeklerin süslediği, üzerinde kendi adları ya­
zılı mezar taşlarıyla. Arkada bıraktığımız Auschwitz'teki, ken­
dilerine bir toplu mezar bile çok görülen ölülerle karşılaştı­
rınca, buradakiler 'single room'larında ölmüş bile sayılmazlar
doğrusu. Her halükarda geride kalan yakınlarınca henüz ölü
olarak görülmüyorlar. Birine armağan sunuyorsan onu henüz
yok saymıyorsun demektir. "Sana armağan veriyorum, demek
ki hala varsın."
Peki biz o geride kalan yakınlardan daha mı akıllıyız? Ölü­
mü kabullenmeyi daha mı iyi beceriyoruz? Daha mı hazırlık-

34 0
lıyız buna? Sadece <ölüler> sözünü bile sarf etmemiz yetiyor
işte (Meyer'in şiirinde geçen <ölülerin daha büyük orduları>
da şöyle dursun) - bir de bakmışsın dildeki bu hileyle o ölü­
leri nesnelere çevirmişiz. Haklarında görüş bildiriyoruz bir de
(ölü olmaları hakkında yani) , sanki bu ölü olma durumu, has­
ta olma ya da aç olma türünden bir şeymiş gibi, <var> kabul
edilen objelerin var olma durumuymuş gibi. Oysa artık öyle
olmadıklarım biliyoruz. Öyle değiller artık Benim şu cümle­
me bile hala hile yapışık.

Katoviçe, Temmuz

Akşamımızı M. ve R. ile geçiriyoruz. Kendisi de Auschwitz'i


yaşamış olan M., Simonsohn adlı bir ihtiyarın hikayesini an­
lattı. Hikayenin kahramanı, 1942 kışında bir akşam, güçbela
sürünerek, <kaldığı> barakanın arkasına atmış kendisini. Ora­
da (insanlar ne ümitler besliyorlarmış o zamanlar, inanılır gibi
değil) yüzükoyun yatmış, yağan karla üstü kaplansın da kimse
fark etmeden, öylece öle bilsin diye. Başaramamış tabii. Kamp­
taki düzenden sorumlu heriflerden biri onu bulmuş, bir sıçanı
çevirir gibi çizmeleriyle sırtüstü çevirmiş ve <haddini bildir­
miş>. "lyi be, bir de bu çıktı başımıza," diye bağırıp <açık­
göz> ihtiyarı tekmelemiş, "Var mı öyle herkesin kafasına göre
takılması, kaçıp kendi damak zevkine göre nallan dikmesi."
Arkasından da M.'nin çağımızın kilit tümcesi olarak nitelediği
o tümce gelmiş: "Bak dostum, bu kampta, nerede, ne zaman ve
nasıl ölüneceğine biz karar veririz, anladın mı! "
Ôlüneceğine. Tıpkı, "Tutsaklar yemeklerini saat 12'de ala­
bilir" değil de edilgen formdaki: "Yemek saat 1 2'de alınacak"
gibi, o zamanki söyleyiş şekli de "Yahudiler ölecek" değil
"Ölünecek"ti. Burada da edilgen çatının kullanılması anlaşı­
lır bir şey değil, öyle ya, <ölmek> sözcüğü zaten aktivitenin
ve özgürlüğün sonu, aynı zamanda da pasifliğin zaferi değil

34 1
mi? Ama sadece bizce anlaşılmaz bir şey bu. Öldürmeyi teke­
line almış meslekten canilerin gözünde, öldürülme dışı kala­
rak ölen, hatta ölmek için bilinçli olarak yere uzanan toplama
kampındaki her tutsak, öldürülmekten kaytaran, cinayet teke­
lini sabote eden, böylece intihar girişimindeki özgürlüğe cüret
eden utanmazın biri konumundaydı. Bu kaytarma sevdasının
ya da sabotajın yahut küstahlığın önüne geçip, tayin edilen
güne ve programa uygun olarak öldürülmesi için el altında
bulunsun diye, bu Simonsohn'a basmış tekmeyi anlayacağınız
SS elemanı. Şu işe bak ki bu tekmeyle yan ölü adamı hayata
döndürmüş ve sağ kalmasını sağlamış, ta ki - üç gün sonra
yani - adaba uygun bir şekilde gaz odasının yolunu tutacağı
ana dek.
M.'den bunları dinledik. R. ise toplama kampından sağ
kurtulup memleketlerine, Lemberg yakınlarındaki bir kasa­
baya geri dönen ve vardıkları gün kasabadakiler tarafından
öldürülen beş Yahudiden söz etti. Nokta. Sadece şu söylene­
bilir: Kuşkusuz tanınmayacak haldeki, iskelet görünümlü o
insanların Yahudi oldukları için değil de hortlak zannedilerek
öldürüldüklerini umut edelim. R.'den bu umudu destekleye­
cek hiçbir yorum gelmedi elbette.
*

Auschwitz'ten buraya geldiğimde, daha kötüsüyle asla kar­


şılaşmayacağımdan emindim. Yanlış. Hep daha kötüsü var.
Öylesine ölüp gitmek varken infaz için kurtarılan insanların
olduğu; yine, başka insanların da, yıllar süren alçaltıcı zul­
me yenik düşmeyip, gazla zehirlenmekten kurtulup, bir deri
bir kemik kalmış halde, lime lime olmuş giysilerle, günlerce
haftalarca karda kıyamette yıkıntılar arasından yürüyerek, so­
nunda, yıllarca düşünü kurdukları yuvalarına varan ve aynı
anda, ne diye hem de, gaz odalarını boylamadıklan için, gaz­
lanmaktan kurtulma cüretini gösterdikleri için canlarından

342
olan insanların da olduğu gerçeği, Auschwitz'te gördüklerimi­
zi bile unutturuyor.
Yabancı biri, M. ve R.'nin Auschwitz'ten yeni gelmiş biz­
leri mahcup etmek, hatta birbirlerinin anlattıklarını gölgede
bırakmak istedikleri gibi bir izlenime kapılabilirdi. Of, hiç de
öyle değil. Hiçbirimiz göz göze gelmeye cesaret edemedik.
Sessizce vedalaşıp ayrıldık.

Katoviçe, 6 Temmuz

Bu, Auschwitz'ten bir sonraki gün anlayacağınız. Önceki gün


de Krakow'da K.'yle Hiroşima hakkında konuştuk. Gazeteler­
de yine Vietnam'daki terör saldırılarına ilişkin, bir de halkları
adına konuşan, <özgürlük için mücadele>yi dillerinden dü­
şürmeyen malum politikacılarin ikiyüzlülükten ibaret daya­
nışmalarıyla ilgili haberler.
Hakikaten öyle zamanlar, günler ve anlar var ki histeri­
ye kapılmamak olanaksız gibi. Çünkü çok fazla baş kaldırma
hikayesi eşzamanlı dayatılıyor bizlere. Bir zamanlar ne güzel­
miş - doğru dürüst hatırlamıyorum bile artık - her seferinde
sadece bir şeye, tek bir alçaklığa öfkelenme ve henüz <duy­
gusal açıdan konsantre olma> lüksümüz varmış. Ya bugün?
Gazetenin sayfalarını karıştırdığın beş dakika gibi kısa bir za­
man zarfında ilk sayfadaki soykırımın, ikinci sayfadaki kara
çalmaların, üçüncü sayfadaki ikiyüzlülüklerin vb. hücumu­
na uğruyorsun. Günümüzde aşın duyusal yüklenmeden söz
ediliyor, ben de yıllarca bu konuda yazdım. Ama bugün artık
en beter aşın duyusal yüklenme, ahlaki olan. Aynı anda hem
Hiroşima'ya hem Auschwitz'e hem Cezayir'e hem Vietnam'a
tepki verme zorunluluğu. Kendi kendine <sus artık! > diyebil­
mek, kendini sükunete ve çalışabilmeye, yani, belki de yarın
olabilecek kötülükleri bir nebze olsun azaltmaya yönelik bir
çabaya zorlamak ne kadar da zor.

343
Ara not, Viyana, Sonbahar

Okuyorum: "Kesin olan tek şey, gaz odalarının, giysileri ve


cesetleri dezenfekte etmede kullanıldıkları. Yahudilerin bu
tür bir yöntemle öldürüldüklerine dair hiçbir kanıt yok." Bu
saçmalığı öne sürebilmek için göstermelik bir kanıt uydur­
manın bile mümkün olmadığı bir hapishane hücresinde ya­
zılmış, tesadüf olmayan bu satırlar, nazi gizli servisinin eski
bir subayının, Theodor Soucek'in kaleminden çıkmış. Üstelik
Soucek (tabii ki çoktan özgürlüğüne kavuştu, ne de olsa 'Bay
1945'ten sonra özgürlük devri başlamıştı) sekiz ya da dokuz
yıl sonra bu yazdıklarını yayınlatabildi. Yani o ölüm fabrika­
larının bulunmasından, fotoğraflarının çekilmesinden , filme
alınmasından, santim santim dökümünün çıkarılmasından ve
dediklerine bakılırsa, tüm Dünya'ya tanıtılmasından on bir yıl
sonra. Belli bir ürün yelpazesi içeren tüm kitapçıların, üç yıl
öncesine dek, yani yedi yıl boyunca, o kitabı sergileyip yetiş­
kinlere ve gençlere satışa sunmasına kimse karışmadL
Peki ya bugün?
Okuyorum:
"Gaz odaları küçüktü,
ileride daha büyüklerini yapacağız,
sonra da hepiniz doğru oraya ! "
Bir gaz odası şarkısı. O zamanlardan mı? Hiç de öyle değil.
Altı yıl öncesinden. Söyleyenler de Auschwitz döneminde he­
nüz çocuk olan ya da daha doğmamış olan gençler; 1960 yılın­
dan bir plak kaydı, <Vatansever Gençlik Birliği>nin erkekler
korosu söylemiş. Böylelikle evlerdeki akşam saatlerini <keyifli
hale getinneyi> umuyorlarmış. Bu olay, l 960'ta bu birliğin ba­
şındaki kişiye açılan davanın görülmesi sırasında ortaya çıktı.
Bu şarkı bugün de hala söyleniyor mudur dersiniz?
Daha altı yıl öncesinde bile bu, <hala söylenen bir şarkı>
olmaktan çok <yine yeniden söylenen bir şarkı>ydı. O halde

344
bundan kuşku duymamızı gerektirecek çok ama çok az neden
var elimizde.

Breslauya giderken, 6 Temmuz

Yol kenarında durduk. Tarlaların dibindeki fundalığın gölge­


sinde uzanıp dinleneceğiz. Pek temiz bir alan değil, ortalıkta­
ki dikenli teller, kırık tuğlalar toplanmamış. Arada bir tabela:
ÇALGI ÇALMAK, KONAKLAMAK, DİLENMEK YASAKTIR!
Yazının üstü boydan boya çizilmiş. Uykuya dalmak üzerey­
dik ki tam hizamızda bir kamyon durdu. Sürücü pürtelaş, ze­
hir yeşili bir bez parçası çıkarıp bize doğru sallamaya başladı,
sonra baktık ki yanına gitmemizi işaret ediyor. Hemen fırladık
yerimizden, herhalde yanlış yere park ettik diye düşündük.
O sırada bir anlığına yasak lehvasının arka yüzünün de yazılı
olduğunu fark ettim ama beni ne ilgilendirirdi bu.
llgilendirirmiş oysa, hem de çok. Yolun kenarına vardığı­
mızda adamcağız öyle derin bir nefes aldı ki sanırsınız o an,
boğuldu denilen çocuklarını canlı canlı sudan çıkardı; sözünü
ettiğim zehir yeşili bezle yüzündeki terleri sildi; sonra Lehçe
bir şeyler söyledi, sesinin tınısı şunun gibi bir şey: <Ben sizi bu
günler için mi okuttum?>; kavramadığımızı kavrayınca tıslaya­
rak bir patlama sesi taklit etti, kollarıyla da havaya uçmuş gibi
bir hareket yaptı. Bu Lehçeyi ikimiz de anladık hemen. Kuşku­
ya ne hacet, tabelanın arkasında yazan şey şu: <Dikkat! Mayın­
dan arındırılmamış bölge ! > Her halükarda: <Ölüm tehlikesi! >
Teşekkür jestleriyle karşılık verdik. Hatta Ch. parmağını duda­
ğına götürüp öpücük yolladı, o da bir şövalye edasıyla öpücük­
le karşılık verdi ve gitti. Biz de yola koyulduk, çalgı çalamadan,
konaklayamadan, dilenemeden ve yanlış bir adımla, yirmi yıl­
dır etkisiz hale getirilmemiş bir mayına basıp yolculuğumuzu
yanda kesemeden, Breslau yönüne doğru; kurtarıcımıza rastla­
mış olmakla da hani denebilir ki: Wroclaw yönüne doğru.

345
Beuthen yönüne, kuzeye doğru

Buralarda, endüstri bölgesine ait, adı çıkmış, moloz ve çöp


dökülen devasa bir mıntıka olmalı. Ama bir de baktık, bek­
lentimizin tersine geniş bir alan uzanıyor önümüzde, yüzlerce
dönüm büyüklüğünde diyebilirim, havası temiz, endüstri böl­
gesini çağrıştıran hiçbir şey kalmadı. İçinde stadyumu, gezinti
yerleri, havuzlan, oturulacak bankları, atlıkarıncalan olan ye­
şil bir alan, <park> deniyor. Tabii ki ağaç falan yok ama ağacı
nereden bulsalardı? Aynı zamanda muazzam bir dönüşüm bu:
Çorak ve çerçöp dolu bir arazi adam edilmiş. Bir düşünürsek,
yirmi beş-otuz kilometre güneyde insani olanın çöpe dönüş­
tüğü yer duruyor. Ancak burası Auschwitz'in karşı ağırlığı
olamaz elbette. Hiçbir Tanrı Auschwitz'i telafi edecek bir şey
yaratamaz.
Beuthen'in arka taraflarındayız. Hala kömür havzasındayız.
Dizlerimin üstünde yol haritası. Birden gözüme (buradan yir­
mi kilometre kuzeyde, biz o noktayla güneydoğuda ardımızda
kalan Auschwitz'in tam ortasındayız) Lubliniec yazısı ilişti,
bir yerlerden aklımda kalmış bu isim, belli ki hiç iyi anısı yok
bende - derken o şey aklıma geliyor, hayır bir şey değil, birisi,
bir kız. Bu <kız>ın, annemle babamın sohbetlerinde sıkça adı
geçtiği için (o zamanlar sayılan çok az olan kız öğrencilerden
biriydi ve sanırım içlerinde en yeteneklisiydi) hakkındaki bazı
şeyleri biliyordum, Lublinitz'li olduğunu da - Buna inanasım
gelmediği gibi korkunç da buluyordum hatta. Tann'nın belli
bazı insanları, bu derece bilinmeyen ve sadece haritada var
olan Lublinitz gibi ücra bir köşede Dünya'ya getirtip sonra da
o karanlıkta doğanlardan hangisinin karanlıkta kalacağını ve
hangisinin yolunun Dünya'nın <Breslau> denen parıldayan
merkezine düşeceğini tesadüflerin takdirine bırakmasını hem
kavrayamıyor hem bağışlanamaz bir haksızlık olarak görüyor­
dum. Anlayacağınız, yer adı o zamanlar (ayrıca ne annem ne
babam böyle bir şeyi makul karşılardı, o yüzden bu konuya
hiç girmedim tabii) Tann'nın sportmenliğe aykın davranışını
simgeliyordu, benim gözümde teolojik bir kavramdı. lşte bu
yer adının şimdi, 1966 yılında dahi, neden haritadan gözüme
sıçradığı ve beni ürküttüğü, açıklığa kavuşmuş oluyor böyle­
ce. - Kızın adı Edith Stein'dı.

Yolda

lki yerleşim merkezi arasında (<arasında> denebilirse tabii,


çünkü tüm bölge aslında hiç bitmeyen tek bir kentten ibaret)
akünün suyunun bittiğini fcı.rk ediyoruz. Derken, eski bir çift­
lik evinde faaliyet gösteren bir tamirhane buluyoruz. Lehçe
bilmediğimi söyleyip özür diliyorum. Tableau. Bize bakan iki
yaşlı adam tam tersine coşkuyla karşılıyorlar Almanca konuş­
mamı. Kimbilir, benim elli yıl sonra bile tam zımparalanmamış
Silezya aksanımı tammış dahi olabilirler. Kısacası tesadüfen,
o bölgeyi terk etmemiş küçücük azınlığa ait iki adama denk
geldik. Tutup beni <kendilerinden biriymişim> gibi selamla­
dılar. Korkarım bu sadece eski bir Alman değil aynı zamanda
eski bir nazi olduğum anlamına geliyordu. Şu işe bak, otuz üç
yıl sonra, hem de benim başıma böyle bir şey gelsin; ellerine
geçsem beni o zamanlar sürecek, dövecek ya da gaz odasına
tıkacak adamlardan, onlardan biriymişim gibi muamele gö­
reyim ve benden para almasınlar, üstelik bir de Polonya'da.
Kaçtığım 33 yılında kim derdi ki bunlar olacak? 33 yılında üç
yaşında olan, yani 30'da Kalifomiya'da doğmuş Yahudi Ch.'ye
bile hempalanymış gibi bakışlar fırlatmalarının absürdlüğü de
şöyle dursun.

Edith Stein aklımdan çıkmıyor. Sanki karşımda duruyor yine:


lri gözleriyle ve kalın saç örgüsünün çevrelediği Yahudi kızı
simasıyla; tipik sınıf birincisi yüzü, aslında güzel olmadığı

347
söylenemez, ancak yine de biraz fazla terbiyeli, fazla küçük
burjuva, fazla şirin, fazlaca öksüz bir kız çocuğunu andırıyor­
du , keyifsiz bir görünümü de vardı biraz, ağzının hali gözden
kaçmıyordu. Doğrusu o Edith'i gerçekten kendi gözlerimle mi
o şekilde görmüştüm yoksa fotoğraflardan mı böyle tanıyor­
dum, elli yıl sonra bunu artık bilemeyeceğim. O zamanlar eğer
onu bizzat böyle görmüşsem, kafamı kaldırıp yukarı doğru
ona bakmış olmalıyım, babamın öğrencisi olan birinin otori­
tesi tabii ki benim açımdan tartışılmazdı o zamanlar, dokuz ya
da on yaşındaydım herhalde, o ise yaşını başını almış bir genç
kadın olmalıydı, yani en az yirmiydi. Yo, yalnızca fotoğrafları
da hatırlıyor olabilirim pekala. Evde , babamın öğrencileriyle
çektirdiği fotoğraflarla dolu bir sürü albüm vardı. Sonradan;
madem Flandre'deki, Somme bölgesindeki ya da Galiçya'da­
ki topraklara gömüleceklerdi, derslere girme zahmetine hiç
katlanmasalardı da olurdu diye hayıflanarak sözünü ettiği öğ­
rencileriyle. Ancak babam, gönlünde taht kurmuş, çok fazla
sayıda kayıp vermiş, Breslau'daki bu vefakar öğrenci grubunu
yine de hiçbir zaman unutmadı. Çeyrek yüzyıl sonra bile, ar­
tık kendisi de bir kuşak geride kalmış ve çoktan sararmış 35
yılında, uzaklardaki güney eyaleti North Carolina'da sürgün
devri başladığında bu fotoğraflar yanındaydı. Hatta 38 yılında,
ölümünden birkaç ay önce de orada albümlere birlikte bak­
mıştık.
lşte bu fotoğrafların bazılarında o da vardı: lri gözlü, yete­
nekli, Lublinitz'li genç bayan Stein , babamın gözde öğrenci­
siydi, doktorasını babamda yapması planlanıyordu , ama sonra
kimseye haber vermeden Breslau'dan ayrıldı. Nereye ve kime
gittiğini (yani Göttingen'e Husserl'e) ve bu ayrılışın baba­
mın gururunu pek okşamadığını sonradan öğrendim elbette.
Ama şu var ki fotoğraflardan gitmemişti ve bu fotoğraflardan
19l l'den ya da 1912'den olduğunu düşündüğüm bir tanesi­
nin o kadar aklımda kalmış olmasının nedeni, büyük ihtimalle
öğrencilerin bir kıyafet balosunda çekilmiş olması ve fotoğraf­
çının - bu da o sahneyi gerçeküstü yapmıştı - masalsı ve eg­
zotik tarzda giyinmiş insanları olanca titizliğiyle ve mümkün
olduğunca simetriyle makinamn karşısına dikmişliğiydi. Ne
yapsın , lise mezunlarının, Corp öğrencilerinin ya da Protes­
tanlık eğitimi alanların fotoğrafım çekerken öyle görmüştü.
lşte bu fotoğrafta bir Frizyalı olarak ölümsüzleşmişti genç ba­
yan Stein - anlaşılan bir kereliğine bile olsa tam bir Alman
kızına dönüşme , bir bakıma bir geceliğine <asimile olup-öbür
tarafa geçme> fırsatını iyi değerlendirmişti Lublinitz'li genç
bayan. Daha az mutsuz olan diğerleriyse bir kereliğine de olsa
Alman olmamanın tadını çıkarıyorlardı, onun yerine Türk,
İspanyol ya da Kızılderili kılığında olmayı tercih etmişlerdi.
Edith'in melankolik ve gettoları çağrıştıran yüz hatları, folk­
lorik kostümle kontrast oluşturması nedeniyle daha bir belir­
ginleşmişti elbette . Derslerdeki parlak zekasına rağmen işin
bu kısmını gözden kaçırmıştı belli ki. Aklın bu tuhaf devre
dışılığı ise öyle kişisel falan değil tüm Dünya'da yaygın bir
defoydu. Düşünme gücü ile naiflik birbirini dışlamıyor ne de
olsa, hatta tersine çoğu kere kaynaşmış gibidirler. Alman Ya­
hudilerinin düşünenlerinin hayli uyanık olduğunu zanneden
biri, olan biteni hiç kavrayamamıştır. Asıl yaygın olan acık­
lı bir temiz kalplilikti. Polonya-Prusya sınırını ya da Yukarı
Silezya'nın o şehirciğiyle Breslau metropolü arasında uzanan
kültür sınırını geçer geçmez içlerinde (elbette yanı sıra va­
tanseverliklerini ve güvenilir bir vergi mükellefi olduklarını
kanıtlamaları koşuluyla) bir umut, yo inanç desek daha iyi
olur, filizleniyordu sorun çıkmayacağına dair ve anında tüm
Almanlar tarafından doğma büyüme Alman olarak kabul edi­
lip dostça karşılanmayı bekliyorlardı, bunun için Ortaçağ yazı
dili Almancasını araştırmanın ya da Beethoven'ın sonatlarını
çalmanın ya da Lessing, Kant ya da Goethe üzerine kitaplar
yazmanın yeteceğini düşünüyorlardı. lki bin yıldır o sayede

349
halk olarak kalabildikleri, bir kitap toplumu olarak yaşaya­
geldikleri için benzer şeyleri karşıdan da bekliyorlardı: Yani
başka bir topluma o toplumun kitaplannı okuyup inceleyerek
ya da yorumlayarak hatta gerekirse yazarak ait olabilmeyi.
Ne Salomon Maimon'un ne Mendelssohn'un ne de babamın
sorguladığı naif düstur buydu. Şimdi gencecik Edith Hanım
kalkıp da bir adım daha ileri gitmeyi denemiş ve başkalarının
geçmişine de talip olmak ve bir geceliğine de olsa Kuzey Al­
manyalı ya da Hollandalı köylü ya da balıkçıların torununun
torunu kılığında gözükmek istemişse bunun nedenini onun
ilk sadakat sınavım çoktan başardığından emin olmasında ara­
mak gerekir. Okulda Goethe ya da Sebiller ya da Almanya'da
Romantik dönem üzerine ve elbette daima sınıfın en iyisi olan
kompozisyonlar yazmıştı çünkü. Diyeceğim, Frizyalı kılığın­
da (kendisi derviş ya da benzeri bir şey olarak en ortada du­
ran) babamın sol koluna girmişti, bu pozisyon <girmek> ola­
rak adlandınlabilirse eğer, çünkü <motorik açıdan budalaca>
gözüken bir jestti. En azından, en hafif bedensel temastan ödü
kopuyormuş gibi korkunç beceriksizce ve utangaç duruyor­
du; babamın sağ kolunaysa çok daha inandırıcı görüntüsüyle,
çünkü malın sahibi olduğundan emin, Venedikli ya da İspan­
yol gibi giyinmiş (doğrusu bunun için o kadar uğraşmasına
gerek yoktu) annem girmişti.
Derken o isim, hiç beklenmedik bir anda - aradan geçen za­
man en fazla on yıl olmasına rağmen yepyeni bir çağda, çünkü
ne de olsa bu arada bir Dünya savaşı yaşanmıştı ve ben dokuz
değil on dokuz yaşındaydım - yeniden karşıma çıktı. Yabancı
bir yerdeki ilk sömestrin, Freiburg'daki o harika ilk yaz sö­
mestrinin ilk gününden söz ediyorum. Ev sahibem, Kybfel­
sen'deki birahanenin karşısına düşen Günterstal'de bahçıvan­
dı, benim kayıt belgemi heceleyerek okuduktan sonra birden
coşkuyla: <Breslau ! > diye bağırmış ve Breslaulu başka birinin
daha benim kaldığım odada kalmış, benim yattığım yatakta

35 0
yatmış olduğunu anlatmıştı. Bayan Stein, Edith'miş adı. Bres­
lau o kadar da büyük değildi ya, onu oradan tanıyıp tanıma­
dığımı sormuştu. Duyduğuna göre bu genç bayan, bir sürü
yabancı öğrencinin uğruna buralara geldiği ünlü bir profesö­
rün <tam anlamıyla gözdesiymiş>, bundan da kimbilir ne an­
laşılırmış. Nihayetinde ben de her şeyden önce bu profesörü
düşünüyorum, yani Husserl'i. Bana sonradan, doktoramdan
önceki sömestrlerde tekrar tekrar ve övgüyle Edith Stein'dan,
gökte ararken yerde bulduğu ideal asistan diye söz eden; daha
doğrusu , büyük bir ıstırapla ve biraz da şaşkınlıkla "onun son
zamanda yaşadığı düşünsel süreç"ten (yaşını başını almış bu
adamın daha keskin sözcükleri ağzına almamak için nasıl dişi­
ni sıktığını görebiliyordum) - yeni öğrencisi ben olduğumdan,
Stein'ın asistanlık yaptığı güzel dönem geride kalmıştı artık
çünkü - onun <parlak gelecek vadeden>, doğrusu asla şimdiki
gibi bir gelişmenin ipuçlarım vermeyen o 'summa cum laude •

başlangıcı'ndan sonra deyim yerindeyse üzücü yola girdiğin­


den; bu yola frapan ve bir o kadar da yetenekli olan (<dahi>,
hele <şeytani> gibi sözcükler asla ağzından çıkmazdı, biliyo­
rum) Bay Scheler'in etkisi altında kalması yüzünden girmiş
olabileceğinden - kuşkusuz bu daha da kavranamaz bir şey
diyen, çünkü ne de olsa Bayan Stein tam da kendisininkine
benzer bir yaklaşımla başlamış ve onun rehberliğinde akılcı ve
dürüst araştırmacılığı öğrenmişti, yoksa (herhalde <metafizik­
sel dolandırıcı> demek istedi) onun idaresinde değil - kısacası
Edith Stein'ın, Göttingen'de biçimlenen fenomenolojiden ca­
yıp Katolikliğe geçişinden bahseden Husserl'i. O bu konulara
ilk kez değindiğinde , kıyafet balosu fotoğraflarım düşünme­
den edemedim elbette, çünkü bu kez de yine kendisinin ol­
mayan bir geçmişe soyunmayı denemişe, daha doğrusu bunun
cazibesine direnememişe benziyordu. Bu kez ulusal değil de
diniydi gerçi ama vaka prensipte aynı sonuçta. Edith Stein'ın

Lat. En yüksek onurla -yhn

35 1
önceki çalışmalarını yayınlamayı sürdüren ve benim gözüm­
de, hayal kırıklığına uğramasına rağmen sabırla bir kenarda
bekleyen aşığı andıran Husserl'in olup biteni kavradığını, şöy­
le ki zavallı Stein Hanım'ın aslında sadece bir simge, yani tarifi
zor <ait olma ama yine de tam ait olamama>nın bir simgesi ol­
duğunu - bu hiçbir Yahudinin yüzleşmekten kaçınamadığı bir
zorluktu - evet Husserl'in bunu kavradığını hiç sanmıyorum.
Ama bu mesele hakkında bildiğim kesin bir şey yok, ne kadar
zor gelmiş olsa da bu konuda hiç ağzımı açmadım. Her şeyden
önce Husserl'in başından da bir vaftiz geçtiğini öğrenmiştim,
Protestan olmuştu yani. Protestanlık hakkında hiçbir şey bil­
miyordum ancak onun asıl felsefi görüşleriyle uzaktan yakın­
dan ilgisi olamazdı - bu kadarı bir Husserl öğrencisi için açıktı
sonuçta - oysa Edith Stein'ın 'hona fide'sinden, hatta 'optima
fide'sinden* kuşku duymak için ilk etapta bir sebep yoktu. O
yüzden onun, bu çok sevdiği öğrencisinin attığı tuhaf adıma
ilişkin serzenişine katılmam mümkün değildi. Üstüne üstlük
benim, pek alışık olmadığı suskunluğumu tamamen yanlış an­
laması da meselenin büsbütün çarpıklaşmasına yol açtı, bir
ara Edith Stein'ın yaptığına sempatiyle baktığım gibi bir kuş­
kuya bile kapıldı diyebilirim. Ama yirmi ikisinde biri olarak
bu absürd durumu nasıl düzeltebilirdim bilmiyordum. Kendi­
sinin, hiçbir ortak yönünün bulunmadığı bir dine inançsızca
bağlılığını içten ve dürüst olarak değerlendirip , Edith Stein'ın
oportünistlikle ilgisinin olmadığı bilinen adımına kuşkuyla
yaklaşmanın bana ters geleceğini ona nasıl açıklasaydım? An­
lamazdı ki bunu. Avusturya'nın öyle bir yerinden geliyordu
ki kuşağının erkekleri, tacirler ve fabrikatörler kadar bilim
adamları ve sanatçılar da, vaftizi, halledilmesi gereken <ufak
bir formalite> olarak görüyor, bununla kalsa yine iyi, bu <for­
maliteyi> halletmemeyi dar kafalılığın ve iflah olmaz tutucu­
luğun göstergesi sayıyorlardL Büyük olasılıkla HusserL uydu-

Lat. Olağanüstü iyi niyet -yhn

35 2
ruk din değiştirmeyi, kendisinin dinlerle ilgisi olmayan felsefi
doğrularının önünü açma olanağı sunması olarak açıklamak
gibi bir argümana başvurur, ben de bu argümanı reddederdim.
Yahu bu Yahudiler, böyle ahlaki açıdan belirsiz ve çarpık du­
rumlara düşmekten hiç mi kurtulamayacaklar? Nasıl bir ab­
sürdlük bu ! Karşımızda Moravyalı Yahudilerin yaşadığı ücra
beldeden gelmiş ve Katolik Freiburg'da felsefe öğreten bir filo­
zof vardı. Bu felsefede, değil dinlerin varlığı, belli bir dinin bile
adı geçmiyordu , filozofun ciddi ciddi , tüm felsefe tarihinde,
sıkı onur unvanı <felsefe>yi gerçekten hak eden ilk akım ol­
duğunu iddia ettiği bir düşünme sistemiydi söz konusu olan.
İşte bu filozof aynı zamanda hala kökenini belli ettiğini, hatta
her geçen yıl daha da fazla bir aziz hahama benzediğini dahi
sezemeyecek kadar naifti. Dahası bu adam Freiburg'daki ünlü
felsefe kürsüsüne atanabilmesinin ve kendini sözde biricik
doğru felsefesine böylesine tümden adayabilmesinin sırf za­
manında kendi dini olmadığı gibi yabancı da kaldığı , tanımak
için bir sebep görmediği bir dini kabullenmişliği sayesinde
olduğunu - bastırmaya çalışmamışsa tabii - unutmuştu anla­
şılan. İşte ileri yaştaki , felsefi doğruları uğruna uyduruk bir
vaftizi gözünü bile kırpmadan sineye çekmiş ve bu durumun
hazin absürdlüğünü ayırt etmemiş bu insanın karşısında yir­
mi iki yaşında, Musevi dininden bir o kadar anlamayan hatta
belki de Moravyalı bu yaşlı adam kadar da anlamayan (Büyük
dedesi bile Almanca tarih kitapları yazmış, ondan mıdır) - ne
de olsa profesör bir getto bölgesinden geliyordu - biri oturu­
yordu . Ama bu yirmi iki yaşındakine, profesörü taklit etmek,
yani onun gibi, inançsızlığı nedeniyle ve doğruların gün ışı­
ğına çıkması uğruna, hakikate aykırı birşey yapmak, başka
deyişle herhangi bir başka inanca aitmiş izlenimi yaratmak,
form doldururken bile yanıltıcı bir not düşmek, itici geliyordu
(yanlış anlamayın kişisel karakter sağlamlığının göstergesi fa­
lan değil bu, sadece kuşak meselesi) . Kaldı ki öyle davranmış

353
olsa bile bunun ona hiçbir yaran olmazdı. Nasıl ki Thomasçı
ve Katolik ve hatta Karmelit olmak Edith Stein'ın işine yara­
madıysa: Şu anda ardımızda kalan o yerde, hiç vaftiz edilme­
mişlerle farkı gözetilmedi, kül olup gitti. Yaşça büyüğümüz
Husserl'den böyle bir son esirgendiyse eğer, tek nedeni daha
önce ölüp gitmiş olmasıdır.

Oppeln

Keskin boğucu Temmuz, iç çamaşırlarımız üzerimize yapışı­


yor. Soluklanmaya çalışıyoruz. Daha önce buraya hiç gelme­
miştim. Oderwiese'de salkımsöğüt altında bir banktayız. Ne­
redeyse hemen üstümüzde demiryolu köprüsü, oradan sonsuz
uzunlukta kömür yüklü bir tren geçiyor, gürültüler çıkararak
Breslau yönüne doğru gözden kayboluyor. Kömür havzasıy­
la bağlantıyı sağlayan ulaşım hattı bu. Yani aynı zamanda
Auschwitz'le de. lki onyıl önce köprüden paldır küldür geçen­
ler ve belki de tıkıştırıldıkları sığır vagonlarındaki aralıklardan
dışarıyı gözetlerken bu suyu, bu çayırları görmüş olanlar, iki
saat sonra dumana dönüşmüşlerdi. Birkenau'daki bacalardan
tüten bu duman , Yukarı Silezya'nın zaten sürekli isli göğünü
eser miktarda daha isli kılmıştı. Şu köprünün üzerinden trenle
o yöne gidenler dumandı tamamen , geçici olarak erkek, kadın
ve çocuk kılığına girmiş duman.
lşte gürültüyle köprüden geçen trenlerden birinde o da var­
dı. Westfalyalı kız öğrencilerine Alman edebiyatına giriş dersi
vermesi hiçbir işine yaramadL Birinci Dünya Savaşı sırasında
yirmi dört yaşındayken, Husserlciğini yüzüstü bırakıp yurt­
taşlık görevini yerine getirmek uğruna bir epidemi hastane­
sinde Alman askerlerinin bakımıyla uğraşması da hiçbir yarar
sağlamadı. 191 9'da bölgenin Alman varlığına ait kalması için
yürütülen halk oylaması kampanyasına ne pahasına olursa ol­
sun katılabilmek amacıyla kalabalık ailesinin tüm fertleriyle

354
Lublinitz'e dönmesi de. (Muhtemelen bu toplu seyahat <Ya­
hudi aile, 1939'daki kaçış sırasında> gibi bir görüntüye sahipti
ya da onun bir genel provası görünümündeydi; ama kim daha
o zamandan bu benzerliği görebilirdi ki?) Hayır, hiçbiri fayda
etmedi, hiçbiri bir yere varmadı. Adam yerine mi koyulacağız
yoksa yakılacak mıyız, bizim elimizde olan bir şey değil bu.
Kendimizi o topluma ait hissedip hissetmediğimizin hiçbir
önemi yok, hissetmek de neymiş hem, aidiyetimizi gösterme­
ye yönelik fedakarlıkların bile önemi yok, bunları düşünen
mi var, hatta belki de akla en az gelen şey bu. Bilakis her şey
kendilerinden olmayı umduklarımıza bağlıdır, onların kafala­
rından geçene, varlığımızı ya da yokluğumuzu ne şekilde kul­
lanmak istediklerine bakar her şeyden önce.
Ah, onun da bu sığır vagonlarından birinde bir ağıla tıkılı
olduğunu düşünmek;
onun da şuradan Oder Nehri'nin üstünden paldır küldür
geçip gittiğini;
iki saat sonra dumana dönüşmekten kurtulamayıp bacadan
tüttüğünü;
ve daha bir saat öncesinde Breslau'dan - Breslausu'ndan -
geçtiğini;
ve o sırada belki de vagonun aralığından dışarıya bakmaya
çalıştığını;
ve belki de - çünkü Breslau'nun ölü şeyleri sağlamdı daha o
zamanlar - Elisabeth Kilisesi'nin kulesini son bir kez görmüş
olduğunu;
ya da bir kez daha bir saniyeliğine okulunun görüntüsünü
yakalamış olabileceğini, o da olmadı, merkez garının çirkin -
bildiğin bir şey çirkinmiş ne gam, öyleyken en çirkin şey bile
güzeldir - arka avlusunun civarını;
ya da kayda değer kariyerinin başladığı üniversitenin geniş
ön cephesini;
ya da o absürd kaçışı sırasında ağlayan ailesiyle vedalaştığı

355
sokağı, sahi, yüz binleri bulan o zamanki kaçışlar içinde en
absürd olanı; kafese dönüşen Almanya'dan değil, ikinci dere­
ceden bir kafese, kafes içinde bir kafese, manastırdaki kapalı
odasına kaçmıştı, bu oda tabii ki kafes işlevi görmedi, nihaye­
tinde bulunup çıkarıldı oradan da;
ve son yolculuğunun diğerlerininkinden, onunla birlikte
fınnlara doğru yol alan binlerce başka insanınkinden daha
ıstıraplı olduğunu, üstelik yol arkadaşlarının tümünün onun
kendilerinden biri olduğunu ayırt ettikleri halde yine bu kez
de - ne dehşet dolu bir tekrar ! - bir tür kıyafet balosu oyunu
oynadığını, yani Karmelit kılık kıyafetiyle aralarında oturdu­
ğunu tasavvur etmek.
Buna ilişkin bir şey öğrenmek asla mümkün olmayacak.
Burada yukarıda, hayatta olanların diyarında, bu konuda bir
şeyler anlatabilecek bir tanığı nereden bulacağız? Ancak uzak
ihtimal değil - büyük olasılıkla dememizde de sakınca yok ka­
nımca - zavallı Edith'in ağır bir bedel ödemek zorunda kalmış
olması: Diğerleri gibi, canilerin sövgüsüne ve aşağılamasına
maruz kalması bir yana, yolculuğa birlikte çıktığı insanlardan
da aynı sövgü ve hakaretleri görmüş olması. Öyle ya Karmelit
rahibeyi bir dönek ya da hain olarak görmemeleri ve ona öyle
muamele etmemeleri için o insanların melek olması gerekmez
mi? Kusuru olmayan atsın ilk taşı.

Ara not, Viyana, Sonbahar

Bu zavallı ve çılgın Yahudi kızını - tarihi momenti akıl sır er­


mez biçimde yanlış yorumlayarak tam da asimilasyon çağının
son bulduğu bir anda tamamen asimile olabileceğini ummuş
ve çöp yerine konup yakılmak dışında hiçbir hak elde ede­
memiş bu kadını - bu zavallı ve anakronik kızcağızı şimdi de
azizeliğe yükseltme düşüncesindeler. Yeni de değil bu düşün­
ce üstelik. Ta on yıl önce başladılar azizeliğine sözde kanıtlar
toplamaya, hatta onun adının geçtiği duaların yarattığı muci­
zevi etkiler üzerine haberler derlemeye. Sevinilecek hele de
gurur duyulacak bir şey değil bu. Milyonlarca insan imha edil­
diğinde, tüm Dünya'nın gözü önünde bu işin sorumlularının
ne mal olduklarını dile getirmeye cesaret edememiş, kudretli
dediğimiz kurumlar, işte bunlar şimdi kalkmış post festum,
post mortem Yahudi kızını kendilerine mal etmeye çalışıyor­
lar. Sözünü ettiğimiz kurum, o zamanlar sessiz kalmasaydı
eğer; bu kızcağız belki de ölmeyecek ve sessizliğe gömülmeye­
cekti. lşte şimdi bu kurum, Edith'i azize mertebesine yükselt­
meyi bile düşünüyor. Kilise Edith'e yeniden hayat veremez .
En fazla sonsuzluk bağışlayabilir. Bununsa lafı mı olur?
Hayır, her ne kadar o utangaç, alçakgönüllü ve megaloman
Edith, ad maiorem gloriam Christi* odun yığınının üstüne
çıkmakta duraksamayacaktıysa da ve her ne kadar ölmesinin,
kavminin kayıp topluluğunu selamete çıkaracağına olan inan­
cı tanıdıysa da, gerçek bu değildi. Yalın ve çarpıtılmamış ger­
çek, tam tersine, diğer altı milyon insan gibi onun da kökeni
nedeniyle yok edilmiş olmasıdır. Bence Kilise, nazi dönemin­
de neleri savsakladığı böylesine ortaya çıkmışken, bu kutsama
gerçekten yapılmalı mı diye üç kez düşünmeli. Korkanın bu
tür bir girişim, gelecekteki birçok insanın gözüne, ucuza ka­
patılmış, elden düşme bir mazeret olarak görünecektir. Hele
Edith Stein'ın daha 1 933- 1 938 arası Papa Pius'un huzuruna
kabul edilmek için başvurduğu, Papa'nın, Hitler'in Yahudi
politikasına ve halkının uğradığı hakaretlere karşı bir ferman
çıkarmasını sağlamak için uğraştığı; bu başvurunun, keli­
mesi kelimesine aktarıyorum; <ziyaretçilerin yarattığı büyük
izdiham> nedeniyle reddedildiği kesinleşmişken. Bu ayrıntı,
Kilise'nin baskı ruhsatıyla çıkmış <Yaşamöyküsü>nde··· yer al-

lsa'nın yüce onuru adına -yhn


Edith Stein, "Yüzyılımızın Büyük Kadını" (Eine grosse Frau unseres ]ahr­
hunderts) , Herder Yayınevi.

35 7
<lığına göre doğru olduğunu kabullenmemde sakınca yok diye
düşünüyorum. Yalnız bu kitabın yazan rahibe Theresa Renata
di Spiritu Sancto, bu gerçeği neden böylesine açıklıkla aktar­
mış, anlaşılır şey değil Belli ki bu beyandaki aleyhte içerikle­
rin ne anlama geldiğini ne kendisi kavramış ne sansürcü. Ne
olursa olsun , Hochuth ve Friedlaender'in ifşaatlarından çok
daha öncesinde onların da konu ettiği Vatikan taktiğini göz­
ler önüne seren bu gerçek, ilk kez bir Karmelit manastırının
baş rahibesi tarafından açıklanmış oldu. "Bu şekilde ricamı
yazılı olarak sundum" , deniyor, Edith Stein'ın bir mektubun­
dan alındığı anlaşılan satırlarda, "mektubumun Aziz Peder'e
kapalı ve mühürlü olarak teslim edildiğinden eminim; bir süre
sonra da şahsım ve ailem için hayır dualarım aldım. Başka da
bir şey gelmedi. Ama sonradan sık sık düşünmüşümdür, aca­
ba o mektup hiç mi aklına gelmez diye." Bu sözlere iyi kulak
verilmeli. Hiç de Papa'nın yanılmazlığına olan inancı ifade et­
miyor. Çok şükür ki etmiyor.
Onur hak edenindir. Edith Stein bir girişimde bulundu. Bu
girişim sonuçsuz kaldıysa bu onun suçu değil, hiç şüphe yok.
Ama o zamanlar sesi çıkmayanların bu kadının azizeliğe layık
olup olmadığını incelemeye kalkması meşru mu? Önceki çu­
vallayışlanm teslim ettikleri takdirde belki. Belki bu bile yet­
mez.
<Azizelik> ya peki? Yardım etme ve insanların hayatını
kurtarma çabası, yani ahlaki açıdan kendiliğinden anlaşılır bir
şey, neden azizelik belirtisi olsun? En banal doğrunun tersyüz
edilmesi değil mi bu? Asıl doğru olan, yardımı savsaklayanın
hiçbir koşulda aziz sayılamayacağı. Tersine, kurtuluş için bir
şeyler yapmak Edith Stein'ın aklına hiç gelmeseydi korkunç
olmaz mıydı?
Bir azize mi? Çektiği tarifsiz acılar nedeniyle? Belki. Ah,
yaşadığı şeyleri kaldırabilmek, ölüme gidebilmek, yalnızca ka­
tillerince değil, birlikte ölmeye mahkum edildiği kişilerce de
hor görülmek, bütün bunlar için bir azize kuvveti gerekebile­
ceğini yadsımıyorum. Bu aşağılamalara dayanabildi mi, daya­
nabildiyse nasıl, bunları kim bilebilir? Bütün o horlanmalara
katlanmaktan, yani kahraman olmaktan başka çaresi mi vardı
aynca? Kendini herhangi bir şey için feda etmemiş, tersine
kendisine kıyılmış bu insanı göğe yükseltmektense Oppeln
Köprüsü üzerindeki o gürültülü yolculuğu, büsbütün acı ve
öfke duyarak anmayı daha değerli ve yaraşır buluyorum. Anı­
sına saygıyla. Ama yalnızca saygıyla.
Vatikan'ın Edith'i kutsama işini bu kadar önemsemesinin,
sırf kendilerine mazeret arama ihtiyacından kaynaklandığını
düşünmeden edemiyorum. Roma'nın, milyonlarca Yahudinin
imha edilmesini protestosuz - en azından duyulur bir protesto
yoktu, etkilisi de şöyle dursun - kabullendiği gerçeği ayyuka
çıktı. lşte bu ayyuka çıkan şey günümüzün milyonlarca insanı
tarafından duyulduğu ve yarının milyonlarca insanı tarafından
da duyulabileceği için Kilise'nin bu yükselen sesi bastırmak ve
çuvallayışını affettirmek için çareler ve yollar araması anlaşı­
lır bir şey. Bu iş için o zamanlar zehirli gazla yok edilmiş bir
erkek ya da kadın Yahudinin post festum kutsanması prose­
düründen daha inandırıcı ne olabilir ki? Yahudi bir kadını uy­
gun gördü Vatikan. Elbette rasgele birini değil. Çünkü ancak
yaşarken ve yaşamıyla, yani Yahudilikten zamanında çıkması
ve Katolikliğe zamanında geçmesiyle bu işe uygunluğunu ka­
nıtlamış biri söz konusu olabilirdi Kısacası yaşam - öyküsü ,
Kilise adına anlı şanlı bir sayfa oluşturan biri; yakılarak öldü­
rülmesi <Biz de yakılarak şehit olduk> anlamına gelen, gök­
lere çıkarılmasıyla Kilise'nin de kendini göklere çıkarabileceği
biri. Korkarım sırf bu nedenle Edith ideal adaydı, o yüzden
seçildi. Amacı Edith'in kutsanmasının ön hazırlığı olduğu an­
laşılan kitabı okuyunca insan, zavallının bir Hıristiyan olarak
bu işkenceleri çekmesi için Hollanda'dan zorla alınıp Doğu'ya
götürüldüğü ve Auschwitz'te, ailesinin memleketinden kırk

359
kilometre uzakta yanıp kül olduğu izlenimine kapılıyor. Haki­
katen bir tek, Edith Stein'ın Katolik Kilisesi mensubu olduğu
için odun ateşiyle yandığını ya da sözde, tıpkı çarmıha gerilen
gibi Yahudilerin kurbanı olduğunu iddia etmedikleri kaldL
Denecektir ki duyduğum acı tüm orantıları çarpıtıyor ve söy­
lediklerimi haksız kılıyor. Hiç sanmıyorum. Söz konusu ki­
tabın hiçbir yerinde Edith'in Hıristiyanlığına rağmen ortadan
kaldırıldığı açıklıkla yer almıyor. Bu <rağmen>i tüm açıklığıy­
la vurgulamak, kutsama planlarına ters düşeceği gibi Edith'in
Hıristiyan şehit ününün parıltısını da söndürürdü.
Başka bir versiyon da var, buna göre Edith, din değiştir­
mesinin ona sağlayabileceği her türden avantajı elinin tersiyle
itmiş, hatta içinden geldiği halkla dayanışma halinde ölüme
gitmesi nedeniyle de bir bakıma içi rahatmış. Bu versiyona
inanmamak için hiçbir neden görmüyorum. Ben de saygıyla
eğiliyorum önünde - yanlış bir şey de yapmış olmam, dışında
kalamadığı facianın devasalığı her koşulda saygı gerektiriyor,
hem de sonsuz bir saygL Ama ölmeyi göze aldığı gerçeği onun
kendini Yahudiler için feda ettiği anlamına gelmiyor - sözü
geçen kitapta bazı bölümler öyle anlaşılıyor - saçma sapan bir
düşünce bu. Çünkü Edith de diğerleri gibi katledildi, onun
tercihi değildi bu son, üstelik kurtulma şansı da yoktu. Doğ­
rusu onun kendini feda ettiği iddiası sadece saçma değil aynı
zamanda yanıltıcı. Yahudilerin suçlu olduğu imasını içeriyor
sanki. <Sanki> de laf mı, 159. sayfada kaynak göstermeden
Edith'e mal edilen şu sözleri okuyoruz: "Kristal Gece, halkı­
mın üzerine çektiği lanetin gerçekleşmesidir." Bu cümle yeti­
yor. Öldürülen milyonlarca cezasını bulmuş Yahudiyle onun,
yani Hıristiyan şehidin arasındaki mesafenin açık tutulması
gerektiğini ifade ediyor çünkü. Edith Stein'ın yanarak ölme­
sini ondan önce, sonra ve onunla birlikte yakılan milyonlarca
lanetlinin ölümünden farklı değerlendinnemiz isteniyor. "Yüz
hatlarında Yahudi kökenini ele veren hiçbir yan yoktu" cüm-
lesi rastlantı değil. Kitabın kapağındaki röprodüksiyonda yü­
zünden Yahudilik akan genç kadın fotoğrafının yalanladığı bu
tümce, birtakım şeyleri feci şekilde ortaya seriyor. Sırf sakin­
leştirme amacına hizmet eden bir tümce. Dolaylı olarak şunu
demek istiyor: Belki de yakında bu yeni Azize Theresa'ya dua
edecek olan sizler ! Endişe etmenize gerek yok, bir Rebecca'ya
ya da bir Sarah'a, "Stürmer"den· bildiğiniz bir Yahudi kadına
dua etmenizi kimse istemez. Yahudi görünümünün böylesi­
ne açıkça yadsınması, gerçekte Yahudi tipinin aslında düşük
nitelikte bir görünüm arz ettiği yolundaki yargının açıkça ta­
nınmasından başka bir şey değil; en azından açık biçimde , bu
görüşte olanların dikkate alınması demek. Kuşku yok: Antise­
mitizm , bu kitapta bir olgu olarak kabul görmekle kalmıyor,
aynı zamanda kimi pasajlarda meşru bir olgu sayılıyor.

Oppeln - Brieg arası, 6 Temmuz

Aslında ölmemin, katledilip çöpe dönüşmemin öngörüldüğü


yerden geliyorum, yirmi beş yıl önce olacaktı bu yani. Neden
kurtulduğum, neden benim ayakkabılarımın da Auschwitz'in
ayakkabı yığınlarının, benim bavullarımın da Auschwitz'in
bavul yığınlarının, benim saçlarımın da Auschwitz'in saç yı­
ğınlarının, benim gözlüklerimin de Auschwitz'in gözlük yığın­
larının bir parçası olmadığı, bazılarının yirmi beş yıl önce do­
laştığı yerde neden daha ilk dün dolaştığım ve neden oradan
ayrılıp gidebildiğim, istediğim zaman hem de, gözetlenmeden
ve sanki bizzat Höss'ün kendisiymişim gibi. . . Bu soruları ya­
••

nıtlamak mümkün değil. lşte oradan gelip , Dünya'nın <ışığı­


na> gözlerimi açmamın öngörüldüğü yere doğru ilerliyorum.
Yo , benim için bu <öngörülmemişti>, tesadüftü doğumumun

19 23 1 945 arası Nümberg'de yayımlanan, antisemitik ve kışkırtıcı bir


-

dil kullanan haftalık gazete -çn


Rudolf Höss, Auschwitz toplama kampının sorumlusu nazi subayı
( 1 900-194 7) -çn
orada olması. Annem babam oralı değil, Berlinliydi çünkü. Ne
yapalım, orası olmuş. Varlığımı öğrendiğim yer, bir Dünya'nın
olduğunu, bu Dünya'nın nasıl göründüğünü, yerinde yurdun­
da olmanın ne demek olduğunu, atlan ve faytonlan ve köp­
rüleri öğrendiğim bir de. Tüm bu saydıklarımdan ilk orada
haberdar oldum ve benim için gerçek atlar ve gerçek faytonlar
ve gerçek köprüler bugün bile hala sadece Breslau'daki atlar,
faytonlar, köprüler; orada hala atlar, faytonlar, köprüler var
mı yok mu önemli değil, ilk orada öğrendim hepsini. Tohum,
düştüğü yerde yurdundadır, yuvama gidiyorum anlayacağınız.
Ne var ki yarım yüzyıldır, orada geçirdiğim sürenin dört katı
bir zamandır görmedim yurdumu. Benim sesimi duymuş kim­
se yok orada artık, orada öğrendiğim dili konuşan kimse de
kalmamıştır belki. Bu dili (çünkü konuşmayı orada öğrendim)
tüm göçlerime ve yerküre turlanma karşın bugün dahi kendi
dilim olarak konuşuyorum. Bir de belki o yer yoktur artık, du­
ruyor mudur ki Führer'in ve takımının çıldırmasıyla zorunlu
olarak yerle bir edilmiş o kent?
Var olduğunu söylüyorlar. Biraz sonra anlayacağım bunun
doğru olup olmadığını. Ama kent varsa eğer, 191 0'da Bran­
denburger Caddesi 54 No'lu evin tavan arası penceresinden
baka baka ezberlediğim siluet duruyorsa eğer, geldiğim yer
olan bu geçmişte kalmış kenti elli yıl sonra yeniden görecek
olmam, benim için de öngörülmüş Auschwitz'teki fırınlara
daha demin, soğumalanndan yirmi beş yıl sonra dokunmuş
olmam kadar ihtimal dışı.

Brieg civannda

Elli yıl uzakta kalmak. Ch. , dile kolay bu, o kadar kolay ki
söylemesi, bu mesafeyi kafanda bir berraklaştırman gerekiyor,
hatta bunu benim de yapmam gerekiyor.
Şu an içine doğru yol aldığımız zaman, benim için fosil
çağının ilk dönemlerine ait. Çünkü her şey o zaman başladı.
Daha öncesinde de bir şeylerin var olduğu iddiasına hala gü­
venmiyorum. Ama bu 1916'yla 1966 arasındaki zaman, yal­
nızca benim kısa yaşamımın ölçüleriyle değerlendirildiğinde
değil, tarihin ölçülerini işin içine kattığımızda da uzun. Çünkü
şöyle diyelim örneğin, Haydn'ın hala beste yaptığı 1809'la, ar­
tık Tristan'ın da olduğu 1859 arasındaki süreden kısa değil bir
kere. <Kutsal lttifak>ın imzalamşı, yani sonsuza dek kraliyetçi
statükoyla Kapital'in ilk cildi arasında geçen zamandan da aşa­
ğı kalır yam yok; Goethe'nin ltalya Seyahati'yle ]ules Veme'in
Aya Seyahat'i arasındakinden de; Napolyon'un Helena'daki
ölümüyle Babamın Berlin'deki doğumu arasındakinden de.
Söz açılmışken, 1870'teki Fransa-Prusya Savaşı olmasaydı ba­
bam Berlin'de değil Paris'te doğacaktı. Seninle Almanca ko­
nuşmamı ve Breslau'da doğmuş olmayı sırf Bismarck'ın Ems
telgrafı üzerindeki dalaveresine borçluyum: Haliyle Breslau'ya
bu yolculuğumuz da dolaylı olarak Bismarck'ın eseri - ama
şimdi bunu ele almanın yeri değil.
O zamanlar Breslau, kırtasiyelerinde, üzerlerinde "Her
tekme izi bir lngilizi. . . " , "Her darbe ansızın bir Fransızın . . . " ,
"Her ateş bir Rus yerde leş . . . " benzeri rezil metinler yazılı
kartpostalların satıldığı bir kentti. Bir de hepimizin, evet biz
de dahiliz buna, hatta babam da - ne de olsa kafası çalışma­
yan bir adam değildi, sıradışı şeyler düşünmekten, yazmak­
tan ve yayınlamaktan çekinmemişti hem de - evet hepimizin,
Dünya'nın en doğal şeylerinden biriymiş gibi, Tanrı, impara­
tor ve anavatan için (jimnastik kulübünden verdikleri keme­
rimin tokasında bile yazılıydı bu) zaferden zafere, nihai za­
fere koştuğu bir kentti. Bir kez bile evde kuşku taşıyan bir
söz ya da okulda hanedanlık karşıtı bir yorum yahut herhangi

Prusya Şansölyesi Otto von Bismarck'ın, Bad Ems'den gelen ve Fransa'nın


taleplerini ileten telgrafı kısaltarak ve tahrif ederek basına açıklaması ve
bunun üzerine Fransa'nın Prusya'ya savaş ilan etmesi kastediliyor-çn
bir yerde o zamanki kanlı olayların meşruluğuna yönelik bir
eleştiri duyduğumu hatırlamıyorum. Hepimizin sinsice saldı­
rıya uğradığı su götürmezdi. Beş hafta içinde gidişatı tersine
çeviren Marne Muharebesi hakkında bir şey duyduysak da en
fazla, çoktan telafi edilmiş küçük bir bozgun olduğu yönün­
deydi - yani anlayacağınız Breslau, o zafer senin bu zafer be­
nim, geleceğe doğru koştuğumuz bir kentti, o gelecekte tabii
ki ne bir Verdun vardı ne Ekim Devrimi ne enflasyon ne Hitler
ne Auschwitz ne Hiroşima ne de bir Vietnam. Onun yerine
devasa tek bir Almanya, okulları tatil, bayrakları dalgalanan,
tüm Dünya'yı ıslah edecek bir Almanya vardı. En azından
Belçika'yı, Briey Havzası'nı, Polonya'dan birkaç parçayı koya­
caktık cebimize, bir iki de sömürge tabii, e ama sahiden hak
etmiştik, kahramanlarımız damarlarındaki Alman kanım bir
hiç, koca bir hiç uğruna mı dökmüşlerdi?
lşte ben şimdi o zamana geri dönüyorum Ch. Oysa sana
bunlardan hiç söz etmeyecek orada göreceklerin, tersine bam­
başka bir geleceği anlatacak, tabii o gelecek de, en azından
büyük bir kısmı, yine aynı şekilde yok oldu ve unutuldu.

Ohlau

Burası Breslau'dan önceki son nokta. Varışı geciktirmeye ça­


lışıyorum. Oder Nehri kenarında birkaç dakikalık bir mola
daha veriyoruz. Korkmaya başladım. Egzotik mi egzotik bir
ülkeye yapılan, tehlikelerin hiçe sayıldığı bir keşif gezisine ka­
tılmış gibi hissediyorum kendimi. Ay'a giden bir rokette ya da.
<Gibi> de laf mı?
Resmen egzotik. Çünkü genellikle böyle adlandırılan şey­
ler, son yıllarda gördüğüm sözde egzotik tüm o yerler, Meksi­
ka'daki, doğanın parçası olmuş devasa Güneş Tapınağı komp­
leksi, Kalküta'da çıplak bedenlerle kaplandığından görülmez
olmuş caddeler, Kuzey Kutbu. Bütün bu yerler egzotik miydi?
Egzotik şeyler yalnızca, Berlin-Charlottenburg ya da Viyana­
Mauer ya da Sixieme Arrondissement ya da Upper Manhattan
gibi yerlerde doğmanın normal olduğundan ve ancak bu gibi
yerlerde ikamet etmenin yakışık alacağından emin olanlar için
vardır. Egzotiklik, "Bir insan nasıl olur da Frankfurtlu olmaz"
diye şaşıran kara cahiller için vardır sadece. Bugün hala eg­
zotik olandan söz etmek avanaklık. Viyanalı birine Bangkok
nasıl egzotik geliyorsa Bangkoklu biri için de Viyana'nın öyle
sayılması bir yana, bugün artık bir insanın her yerde kendi­
ni evinde hissetmesinin doğal sayılıp sayılamayacağı sadece
parasının olup olmamasına bağlıdır. Bir de belki onu zapt ve
cinayet amacıyla sağa sola yollayan emperyalist güçlerin ada­
mı mıdır, yoksa küçük ve ihtirassız bir gücün mü ona bakar.
Egzotik şeyler yalnızca uçakla yolculuk edemeyenler, yalnızca
<egzotik> dedikleri yerlere erişemeyenler, bu egzotik şeyleri
göremeyenler için var. Hatta onlar bile destek görüyorlar, on­
lar bile gruplar halinde ve okul çocukları gibi uygun fiyatlara
oralara götürülüyorlar. Götürülüyorlar, çünkü gidilen yer söz­
de egzotik - nihayetinde egzotikliği de kalmıyor oranın. "See
exotic Hawaii. Everybody does !"* Şu tarz bir şey ya da ( böy­
le bir reklam sloganı duyarsak şaşırmayalım) : ''.Join the army
and destroy exotic Vietnam. Everybody does ! "**
Egzotik mi? Hayır, içine doğduğum çağda <egzotik> kav­
ramı anlamını yitirdi, en fazla turizmde faaliyet gösteren ya da
militarist şirketlerde reklam sözcüğü olarak varlığını sürdü­
rüyor. O yüzden eskiden egzotik sayılan ve seyahat şirketle­
rinin bugün hala (yarın kesinlikle çok geç olacak) <egzotik>
diye reklamım yaptığı bir sürü yer dolaştığım halde , egzotik
olanına hiç rastlamadım şimdiye dek. Hatta bu söylediğim,
bir roketin içinde Dünya'nın çevresinde tur atsaydım (köhne­
miş biri olarak kaçırdım bu fırsatı) ya da roketin dışına çıkıp

Herkes gibi siz de egzotik Hawai'yi görün -yhn


Herkes gibi siz de orduya katılın ve egzotik Vietnam'ı yok edin -yhn
boşlukta dolansaydım dahi geçerliydi. Kuzey Kutbu, Kalküta,
Meksika ya da uzay fark etmez, bu yerlerin ya da yörüngelerin
tuhaf bir tarafı yok, çünkü varlar işte, çünkü şu an, onlardan
söz ettiğim şu an, oturup Ch.'ye bu düşünceleri açıklamaya
çalıştığım şu sırada bulunduğumuz nokta kadar halihazırda ve
varlar. Bu yerlerin hepsi (Einstein'ın eşzamanlılık diyalektiği
bunu hiçbir şekilde zayıflatmaz) aynı şimdiki zaman zarfında­
lar. Bangkok şu anda var, Kuzey Kutbu şu anda var, roketin yö­
rüngesi şu anda var. Bu noktalar bize sadece mekansal olarak
uzaktalar, bununsa önemi yok, mekansal uzaklıktaki bir yere
ulaşmak sorun değil Henüz ulaşılmamış da olsa ulaşılabilir
bir yeri <egzotik> diye adlandırmak düpedüz anlamsız.
"Ama?" diye araya girdi Ch.
"Ama şimdi mesele tuhaflaşmaya ve kuşku uyandırmaya
başladı. Belki de şu aşağıda akan nehrin, buradan hiç bakma­
mıştım o nehre (buraya da hiç gelmemiştim çünkü) , bu arada
başka bir ad alması iyi olmuş bence, artık <Odra> diyorlar,
öyle ama Odra Oder işte ve Breslau'da; Breslau ise yüzyılın ba­
şında, hayır onunla kalsa iyi, yüzyılın başı, topu topu yanın
yüzyıllık mesafede, oysa Oder ve Breslau benim yaşamımın tari­
höncesi kısmına ait. Çoktan sona ermiş fosil çağına, Dünya'nın
başlangıcına yakın zamanlara. Öyle ya, benim yaşamımın baş­
langıcından önce ne vardı ki Dünya'da? Oraya mı gidiyorum
şimdi yani? Geçmişe doğru mu iniyorum?"
"Should we tum back?',.
Kafa salladım. Yola devam ediyoruz, tabii biraz daha yavaş­
ladık, hem de vakit geç olmasına rağmen. Gerçekten egzotik
olan bir yere öyle prestissimo.. yaklaşmak, yeraltı dünyasına
son sürat gitmek pek de yakışık almazdı. Ford Angliamız el­
liyle ilerliyor, derken elli kırk oluyor ve WROCl.AW tabelası,
ölüler diyarının sınırını arkamızda bıraktığımızı gösteriyor.

Geri mi dönsek? yhn


-

lt. Müzikte çok hızlı tempo -yhn


Breslau, 6 Temmuz, akşam

Ben daha ne olduğunu kavrayamadan ve kente giriş yaptığı­


mız caddenin de içine daldığımız semtin de neresi olduğunu
anlayamadan geldik. Herhalde bir zamanların Dürrgoy'u ya
da benzer bir yer. Önüme bir şey çıkıyor, çok iyi bildiğim bir
şey gerçi: Bir dizi kulesiyle katedral adasının silueti. Bu ka­
tedralden eser kalmadığını, yeniden inşa edildiğini biliyorum,
bu arada "Katedral" , "Protestan Kilisesi" ve "Kum Adacığı
Kilisesi"ni Ch.'ye açıklıyorum, bu adlar ona hiçbir şey ifade
etmiyor elbette; evet bu kadar bildiğim bir şey olmasına karşın
siluette bir gariplik seziyorum. Şimdi ancak, o yapı topluluğu­
na demin nereden baktığımı anlayınca aradaki farkı kavradım.
Önceden oradan bakınca o kilise kompleksi hiç gözükmüyor­
du. Orayla, şimdi boşluk ve moloz yığınlarının toplandığı yer
olan bulunduğum nokta arasında, görüşü engelleyen mahalle­
ler vardı. Vay be, bugün, yirmi bir yıl sonra dahi böyle burası,
Köln bile 50 yılında böyle görünmüyordu. Bombalanan kent­
lerle, sistematik bir topçu ateşiyle çökertilen kentler arasında
ne kadar da büyük fark var. Breslau, Stalingrad'a benzemiş ol­
malı. Gerçi şimdi kent merkezinin nerede olduğunu seçebili­
yorum, Elisabeth Kilisesi her yerden görünüyor, bir yığın çatı,
sanki sıradan bir günmüş gibi, yine de oryantasyonumu sağ­
lamakta zorlanıyorum, nerede dönüp durduğumuzu bilmiyo­
rum, (haritayı inceledikten sonra ancak) tam da 1909'la 1915
arası gezip dolaştığım yerlerde turladığımızı fark ediyorum.
Latincenin labirentlerinden ya da geometrideki ispat teorem­
lerinin, hipotez bağıntılannın içinden çıkabilecek miyim diye
her gün tir tir titreyerek tur attığım yerlerde, teneffüslerde
<at sırtında>, yani daha büyük bir öğrencinin ensesine bin­
miş halde, kolunu benim boynuma dolamış, benim gibi <ata
binmiş> bir diğerinden kurtulmaya çabaladığım. Yani okulun,
hatta kesinlikle eski okul avlusunun olduğu yerdeyim tam, ta
arkaik zamanlarda her gün akla karayı seçtiğim bu yerde de­
min de akla karayı seçtim, en azından okulumdan, Johanneum
Lisesi'nden geriye kalan ıssız harabelerin arasında dolaşırken.
Okulumdan geriye , gözlerimi kapatıp hatırladıklarımdan da
azı kalmış . Ama dediğim gibi demin nerede olduğumu kesti­
rememiştim, nereden kestirecektim ya da farkına varacaktım,
okula bu yönden hiç gelmemiştim ki, hiçbir zaman, ne güney­
doğu yönünden ne Auschwitz'ten; hep güneybatıdan , hep gü­
ven dolu bölgeden, evden , 4 Numara'yla Gabitz Sokağı'ndan
Brüder Sokağı'na kadar. Gabitz Sokağı'ndan önce ve Brüder
Sokağı'ndan sonra başka hangi duraklar vardı, Dünya bu du­
rakların ötesinde nasıldı, ötede Ohlau ve Oppeln, bir de Ka­
toviçe ve Auschwitz var mıydı , en azından olabilirler miydi, o
zamanlar bütün bunlara hiç kafa yormamıştım tabii. Nasıl fark
etseydim demin nerede olduğumu? Okuldan bakıldığında,
dökülmekte olan yangın duvarlarıyla çevrili avludan başka bir
şey gözükmüyordu ki. Çizim salonundan dışarı baktığımız­
daysa, karşıdaki Paradies Sokağı'nda , bir feniğe meyankökü
aldığımız , şekerlemeler satan, perişan durumdaki dükkanın
bulunduğu binayı görebiliyorduk bir tek. Oysa şimdi (arada
yıkılmadık hiçbir şey kalmadığı için) çok şey, fazlasıyla çok
şey, katedral, nehirdeki adanın üzerindeki kilise, Protestan ki­
lisesi, hepsi görülebiliyor. işte bu kadar çok şey görebildiğim
için demin nerede olduğumu anlamam olanaksızdı. Aynı yer­
de üç tur döndükten sonra, olmayan bir sokakla olmayan bir
başka sokağın kesiştiği yerde pes ettim ve <Stalingradzka>ya
ne taraftan gidilir diye sormaya karar verdim. Geçmişin ka­
lıntıları arasında yolumu bulayım diye Krakowlu bir arkada­
şımın verdiği küçük kent haritasında, kuzey-güney bağlan­
tısının, yani bir zamanların Schweidnitzer Caddesi'nin adı
böyleydi. Ama yardım girişimi fayda getirmemişti, <nowy>*
olduğunu iddia ettiği halde bu kent haritası da eskimişti bu

Lehçe "yeni" -çn


arada, o da geçmişe aitti artık. Çünkü gitmek istediğim cadde­
nin adı artık <Schweidnitzer> olmadığı gibi <Stalingradzka>
da değildi. Arabadan başımı uzatıp yol sorduğum kadın (köy­
lü, başörtülü , önlüklü, ayağında ağır ayakkabılar) taş kesildi.
Almancam mıydı acaba onu böyle ürküten, yani beni, tam da
beni, hortlamış bir nazi olarak mı gördü; yoksa kabahat cad­
denin adında mıydı - bu arada yeni adı <Swidnica> - yahut da
bende , tam da bende Stalinizmin reenkamasyonunu sezer gibi
mi oldu bilmiyorum, tek bildiğim, bir süre kaskatı kesilmiş
halde durduktan sonra birden sıçrayıp şeytan görmüş gibi ba­
ğırmaya - öyle ki gören Munch'un Çığlık tablosundan kaçmış
sanır - ve koşmaya başladığı; bunun üzerine, kısmen panik
karşısında kendimiz de paniğe kapılmış olarak, kısmen daha
fazla dehşete kapılmasın ve takip ettiğimizi sanmasın diye dö­
nüş yaptık, böylelikle de, mucizeye bak, bir şekilde (herhalde
<sur hendeği>nin oradan geçerek) Schweidnitzer Caddesi'ne
düştük. Oradan Tauentziehen Meydanı'nı bulmak zor olmadı.
Meydan her zamankinden güzeldi bu arada (şu da var ki es­
kiden nefret ettiğim bir yerdi, köşedeki evlerden birinde diş
hekimimiz Treuenfels oturuyordu çünkü) . Vardığımızda, ar­
navutkaldmmındaki taşlar sökülüyordu (benim için o ses, diş
kliniklerinde kullanılan aeretörden geliyordu); elbette Garten
Caddesi de otelimiz de oradaydı, Krakow'da tarif etmişlerdi,
merkez garın tam karşısında kalacaktık. Geldik işte.
Garten Caddesi'ne paralel sokaklardan birine park ediyo­
ruz. İsimler aklımda kalmamış. Şimdiki ismi Rejtane ve şu an
geçerli olan bir tek bu isim, çünkü arabayı tekrar bulabilme­
miz gerekiyor. Evlerin eskiden kaldığı belli, müthiş bakımsız­
lar. Duvarlar kurşun izleriyle dolu , sıvalar tamamen dökül­
müş, 1950'deki Köln gibi. Sokakta perişan bir hareketlilik var,
buranın yerlisi olmayanlar, merkez garın sakinleri geziniyor.
Ancak bu evlerin hala duruyor olması, hatta kendi içinde bir
bütün oluşturan sokağın bir bölümü, neredeyse bütün bir so-
kağın varlığı, akıl alır gibi değil. Artık olmayan şeyler ve boş­
luk değil, tam tersine aslında beklenilen bir boşlukta yine de
tesadüfi bir şeylerin bulunması ürkütüyor. Suç ortağıymışız
gibi el sallıyorum sıralanmış evlerin ön yüzlerine. Ch. ürkekçe
beni izliyor bu arada, tüm bunların bana biraz fazla gelmesin­
den korkmuş gibi bir tavrı var. Yersiz bu korku, biraz uzun
yaşayınca, insanın sarsıntıları ertelemeyi ister istemez öğren­
diğini, kendisinin de ileriki yaşlarda bunu becerebileceğini
henüz bilmiyor işte. Ona bu evlerin ön yüzüyle ortak yanı­
mız olduğunu açıklıyorum, tıpkı benim gibi onların da var­
lıklarını, hala varoluşlarını aynı banal raison d'etre sayesinde
sürdürdüklerini, aynı onur kıncı tesadüfe borçlu olduklarını,
yani tarihin özensiz çalıştığını, işini doğru yapmadığını, ba­
zılarını elinden kaçırdığını anlatıyorum. Vive la Negligence ! *
Merkez garın çok yakınında olmamıza karşın bu sokak (gelir­
ken yan gözle bakıp keşfetmiş, gözlerime inanamamıştım) on
beş yirmi ev ötede boş bir araziye açılıyor sanki. Orada, önce­
den doğrudan merkez gara çıkan geniş Taschen Caddesi'nin
olması gereken yer, çok aydınlık, bomboş gibi.
Otel binası eski konforlu Alman evlerinden besbelli. Büyük
bir oda, tertemiz yataklar, sırayla üzerlerine uzanıyorum. Sı­
cak su akıyor ama ilk çağlardan kalma bir sıhhi tesisatçının işi;
lavabo pembe nilüfer desenli, tıpkı büyükannemin Berlin'de­
ki evinin tuvaletindeki gibi, belli ki o zamanlardan. Ahizeyi
kaldırıyorum, telefon bile çalışıyor. Biri yirmi diğeri yirmi se­
kiz yıldır okyanusun öbür yanında unutulmuş kül kavanoz­
larında duruyor olmasalardı, annemle babamı arayabilirdim
yani. Nasıl sinirlenirlerdi kimbilir evimizde yatmayıp otelde
kalmama, bir de evli olmama, hem de bir Amerikalıyla ! Aşa­
ğıdan Garten Sokağı'ndan (ya da yirmi yıldan beri adı neyse
artık) tarifi imkansız bir teneke gürültüsü geliyor. Pencereye
yanaşıyorum. Bunlar o zamanki tramvaylar olmasın? Benim

Fr. Yaşasın ihmalkllrlık -çn

37 0
<dört> numara olmasın bu? "Yarın sabah yedi buçukta" diyo­
rum, yanımda pencere pervazına yaslanan Ch.'ye, "beni dokuz
yaşında okula gidiyorken görebilirsin şurada." Beni pek dinle­
memiş olan Ch. kararlı biçimde yarın uzun uyuyacağını söy­
lüyor. Bu son birkaç günden sonra bunu tam anlamıyla hak
etti doğrusu.
Valizleri boşalttıktan sonra odada duramıyorum. Ch. yor­
gunluktan ölüyor, ama yine de benimle geliyor. Bir süre ote­
lin önünde dikiliyoruz. Garten Caddesi eskisi gibi ana arter,
ortalık genç kaynıyor, Krakow'dakilerden ya da Katoviçe'de­
kilerden daha kötü giyinmişler, Polonya'nın diğer yerlerindeki
gençlerden daha perişanlar. Büyük ihtimalle, yitik doğu böl­
gesinden, Lemberg'ten falan gelip, kapağı buraya atmış anasız
babasız yalnız yaşayan gençler. Derken önce, kente girdiğimiz
sırada yakaladığım olasılık dışı görüntüyü tasdiklemek ya
da yalanlamak için sola doğru karşıya geçtik. Ama öyleymiş,
doğru görmüşüm, resmen o tren garıydı, benim hayatımda ilk
gördüğüm gar, ta o zamanlar bile çok eski ve gülünç <mer­
kez gar>dı, kulecikleri ve mazgal dişleriyle, bizim o zamanki
adlandırmamızla <kocaman şövalye şatosu.> Buranın mimarı
(lmparatorluğun kurulmasından önce yapıldığı kesin) oraya
öyle daha ilk bakışta gar olduğunu belli edecek kadar roman­
tizmden yoksun bir şey kondurmaktan utanmış belli ki. "Gü­
zel dediğin, ne olduğunu inkar eden şeydir." Aynca bu gar öyle
bir şey olmalıydı ki biz Silezyalılara, yurtseverliğimizden ötürü
gerçek bir Ren Bölgesi şatosunu kafamızda nasıl canlandırma­
mız gerektiğini de göstermeliydi İnanasım gelmiyor: Tam da
bu şey, her şey yerle bir olurken (kentin yüzde yetmiş beşi yok
oldu deniyor) , tam da bu şey ayakta kalsın, kentin batışını at­
latsın. Yoksa? Yoksa Polonyalılar mı bu büyük kapılı, kuleli,
mazgal dişli Alman cengaverliğini bu şekilde yeniden yaptılar?
Bana, pek öyle olmayacak bir şeymiş gibi gelmiyor bu. Hatta
büyük olasılıkla öyle. Krakow'da, hem de biraz kibirlenerek,

37 1
sadece Krakow'da sağlam yapılar kaldığını, Polonya'da geriye
kalan her şeyin <sağlam hale getirildiğini> anlattılar. Ben de
bundan üç yıl önce Varşova'mn Ortaçağ'dan kalma, henüz bir­
kaç yıllık sokaklarında dolaşmıştım. (Öte yandan Hitler'in bir
daha asla belini doğrultamaz dediği un ufak olmuş Varşova'yı
yeniden inşa etmedeki dikbaşlılıklan ve ölülerine gösterdikleri
saygı göz önüne alınırsa <sahte>likten ya da benzer bir şey­
den söz etmek saçmalık olurdu.) Peki ya burayı? Ne de olsa
Breslau kendi kentleri değildi, hatta düşmanın kentiydi Neden
burayı da? Galiba savaşın bitiminde, bir moloz yığınına dönüş­
müş Breslau'ya girdiklerinde bu <şövalye şatosunun> yansım
sağlam bulduklarından. Bu şatoyu tamamen başka biçimde
ve <modern> tarzda düzeltmeyi nasıl becereceklerdi, kim ya­
pacaktı bunu? Ayrıca o sıralar ellerinde yalnızca cesetlerden,
kelepir mallardan ve kentlerin harabelerinden oluşan bir ülke
varken <modem> ne anlama gelirdi? Muhtemelen kullanıla­
bilecek ve az çok ayakta duran ve bir çatısı da olan her şeyi,
o şeyin stili (ya da stilsizliği) nasıl gerektirmişse ya da gerek­
tirir gibi gözükmüşse, öyle restore ettiler. Aynı şey üç dakika
sonra, Schweidinitzer Caddesi'ne doğru yürürken önünden
geçtiğimiz, her yanından Wilhelm Dönemi stili bir Barok fışkı­
ran resmi bina için de geçerli. Çevredeki hemen her şey yerle
bir olmuşken, bir tabunun bu kasıntı binayı korumuş olması,
tıpkı merkez garın hedef alınmamış olabileceği ihtimali gibi
gerçekdışı bence. Acaba diyorum, bu dolgun göğüslü korkunç
yaratık, düzeltilip dört köşe bir yapıya mı dönüştürülseydi? Bu
arada, önünden geçerken, Ch.'ye (hiç farkında olmadan) "lşte
bu da eyalet binası" dedim. "Eyalet binası ne anlama geliyor? "
diye sorduğunda da "Binanın adı bu işte," diye yanıt verdim.
Devasa yaratığın o zamanki işlevi neydi hiç bilmiyorum, tıpkı
bugün ne için kullanıldığını bilmediğim gibi Ama hiçbir anla­
mı olmayan bu isim, yarım yüzyıl önce her gün okula giderken
önünden geçtiğim için birden ağzımdan çıkıvermişti

37 2
<Yeni Schweidnitzer> Caddesi'ne sapıyoruz - yepyeni bir
cadde, ferah tasanın, Tauentziehen Meydanı'na dek makul
modem büyük yapılar göze çarpıyor. Meydansa şaşırtıcı, ye­
niden inşa sonrası planlanmış oteller ve kafelerle (hepsinin
çatısı aynı hizada) sahiden güzel bir yer olmuş. Baş döndü­
rücü bir ıhlamur kokusu. Meydanın ortasındaki anıt (her­
halde Tauentziehen'di, her kimdiyse artık) yok olmuş. Bir de
şık görünen büyük bir lokanta var, oraya girmeye çalışıyoruz
ancak kapısında bekleyenlerin sayısı hayli fazla. Çok yorgun
olduğumuzdan sıraya girmek istemiyoruz. Aç dolaşmaya,
birkaç dakikalığına sahiden Breslau sokaklannda gezinmeye
devam: Hava kararmasına rağmen sağ kolda sur hendeği ve
kilise seçiliyor, sol kolda opera var, Borodin çalıyorlarmış bu­
gün, biz gidemiyoruz, ama dış cephe eskiden nasılsa öyle kal­
mış. Ch. saatlerce direksiyonda oturmaktan yürüyemeyecek
durumda. lki dakika sonra Schweidnitzer Caddesi'ni seçemi­
yoruz, Ring'den hemen önce sağlı sollu, çehresiz, her küçük
kentte (ama sadece oralarda) inandıncı görünen, evlerin ve
dükkanlann yer aldığı binalar. Derken.
Bu gördüğüm doğru olamaz. Ring de Belediye Binası da
yerinde. O halde 1905 ve 1915 de yerinde duruyor. Evhamlı
bir tavırla etrafıma bakınıyorum, ama eksik olan bir şey yok.
Sol taraftaki, soylu kent eşrafına ait binalar bile yerlerindeler,
yeniden yerlerindeler mi desek acaba? Ch., içimden neler geç­
tiğini saklayamadığını için boynunu büküyor, böyle geç doğ­
muş olmaktan, böyle genç olmaktan utanır gibi bir hali var, ne
de olsa benim burada dikildiğim en son günden sonra doğmak
için bir on beş yıl daha beklemişti. Suskunluğumuzu bozmak
için "Yemeğimizi burada yiyeceğiz" , diye atılıyorum yapay bir
canlılıkla, bununla da ünlü <Belediye Mahzen Lokantası>nı
kastediyorum. Gotik tarzdaki çapraz kemerli tonozu, 1912'de
johanneum Lisesi'nde gördüğümüz <yurt bilgisi> dersinden
aklımda kalmış. Tabii ki sadece oradan biliyorum. Ama telafisi

373
mümkün şimdi işte, never say too late; bir de baktık, mah­
zen gerçekten var, hala ya da yine, kimbilir - bir farkla, başka
bir şey daha var artık Derinden, geçmişin mahzenmezanndan
Amerika çalınıyor kulağımıza, caz yani, en azından burada caz
olarak geçen, cazla polka karışımı tuhaf bir şey. Bu karışımı
kaldırabilseydik, Auschwitz'ten gelmiş halimizle ve on saatlik
yorucu bir yolculuktan ve elli yıllık bir uzaklıktan sonra, on
dördüncü ya da on beşinci yüzyıldan bir çapraz kemerli tonoz
altında gulaş yiyerek caz dinleyecek gücü bulabilseydik bile
aşağıya kadar inmemiz çok zordu, merdivenler, çoğunluğu
uzun saçlı bir sürü genç ve bir iki senkop yakalamak isteyen
çok sayıda caz meraklısı tarafından işgal edilmişti, bunları,
karşı gelmenin, cüretkarlığın ve özgürlüğün sembolü olarak
görüyorlardı çünkü, aradan geçmeye kalkışmak, üstelik bunu
bizim gibi Almanca konuşan birilerinin denemesi, sonuçsuz
kalırdı. Biçare geri döndük, bugün bir yerlerde bir yemek izi­
ne rastlamak bizim için ütopyaydı adeta. Tekrar merkez gara
döndüğümüzde son bir girişimde bulunuyoruz. Bir de ne gö­
relim, bekleme salonunda, üstelik bu saatte de insan kayna­
masına rağmen, iki yer boşalıyor. Polonyalı birileriyle aynı
masada oturuyoruz. Statülerini ve mesleklerini tahmin etmek
bizim için zor. Bizi Batı Alman olarak gördükleri halde çok ki­
bar ve yardımseverler; nezaketimiz şimdiye dek hiç karşılıksız
kalmadı doğrusu. Menüyü bizim için tercüme etmeyi deniyor­
lar, ancak yanlışlıkla Lehçeden Lehçeye tercüme yapıyorlar,
bunun üzerine karşılıklı konuşamadan gülmeye başlıyoruz.
Yanılgı, ortamı çekilir hale getiriyor. Menüden rasgele bir şey
gösterip ısmarlıyoruz, nefis sığır eti geliyor, yemeği beğendi­
ğimiz ve tabaklan tertemiz yaptığımız için masadaki Polonya­
lılar gururlanıyorlar. Çıkışta bir reklam panosuna çarpıyoruz,
kadın çorabı ya da Nivea reklamı falan değil de, arkeoloji mü­
zesinin reklamı, bir taş balta resmiyle kısmen kültürün tanıtı-

Asla çok geç deme -yhn

374
mını yapıyor, kısmen de Breslau toprağının daima Slav toprağı
olduğu gerçeğinin altım çiziyor. tık gençliğimde öyle olmadığı
kesin, kafamda benim ilk gençliğimden daha arkaik bir geç­
miş canlandırmayı ya da öyle bir geçmişi teslim etmeyi bece­
remeyecek kadar yorgunum şu anda. Uyku hapı alıp dokuza
kadar külçe gibi uyuyoruz. Yani yedi buçuktaki dört numaralı
tramvayla okula giden, benimle aynı isimdeki oğlan çocuğunu
kaçırıyoruz. Biliyorum, biz olmasak da varacaktır okuluna.

7 Temmuz, sabah

Ch. mışıl mışıl uyuyor henüz; Breslau'da, of all places. Su gö­


türmez biçimde burada olmasına karşın, şu anda rüyasında,


büyük olasılıkla hiçbir yerde ya da çok başka yerlerde. Belki
ne bir zamanlar Breslau diye bir yer olduğunu ne artık Breslau
diye bir yer olmadığını ne de Wroclaw diye bir yer olduğunu
biliyor. Bilmesi de gerekmez zaten.
Parmak ucunda yürüyerek çıkıp gidiyorum. Eve mi? Ha­
yır ! O kadar çabuk değil. Yeniden kentin içine dalıyorum.
Schweidnitzer Caddesi'nin sur hendeğiyle kesiştiği yeri geç­
miyorum. Bu kadarı yetiyor.
<Bu arada.>
<Bu arada> ne demek? Eğer burada dikiliyorsan: Sağ kol­
da tesisler ve bazilika (adını zaten hiçbir zaman bilmediğin) ;
onun çapraz karşısında şehir tiyatrosu binası, onun arkasında
külüstür Monopol Oteli; tam sol tarafta asliye mahkemesinin
şato görünümlü kuleleri. Burada son defa dikildiğin, dün müy­
dü, önceki gün müydü, 1915 ya da 1914 müydü, fark etmez,
o günden sonra bu arada bir şeyler olup bittiğinin söylenme­
sine kulak asma. Hiçbir şey olmadı. Hepsi sayıklama, hepsi
düş, hepsi efsane. 1915'te Hamburg'a taşındığımız sayıklama,
Freiburg'ta öğrenim gördüğün düş, Berlin'de enflasyonda aç

Bunca yer varken -yhn

375
kaldığın efsane. Paris'e kaçışın sayıklama, New York'ta bekle­
yişle geçen yıllar düş, Avrupa'ya geri dönüşün efsane. Weimar
Cumhuriyeti bir sayıklama, SA'.mn bağrışları düş, Auschwitz
efsane. Hiroşima sayıklama, Cezayir'deki işkenceler düş, ya­
nan Vietnam efsane. Hiçbiri, hiçbiri, hiçbiri, bunların hiçbiri
olmadı, inanma söylenenlere, yutma bu yalanlan, yürümeye
devam et, <Ring>e doğru yürü, on iki yaşındasın, hadi on üç
diyelim, Barasch mağazasının önünden geç, babanın enstitü­
süne kadar git, seni bekliyor çünkü, birlikte, yolu uzatarak,
Weisgerberlohe'den geçip, Neue Graupen Sokağı'ndan eve gi­
deceksiniz.
Yoksa öyle değil mi? lyice bak şuraya ! Öyle yerli yerinde
olmayan bir şey görüyor musun? Bu arada çok fazla değilse
de bir şeyler olup bitmiş midir acaba? Örneğin önümde at sır­
tında İmparator 1. Wilhelm duruyordu. Her gün buradaydL
Nereye gitmiş olabilir ki? Bir de şu sol tarafta sur hendeğiyle
şehir tiyatrosu arası, ne kadar da boş görünüyor. Orada da bir
şeyler eksik, ne olduğunu bir bilsem. Anlaşılan bu arada bir
şeyler olup bitmiş, en iyisi dikkatli ol, daha ileriye gitme, baba­
m bulup bulamayacağın belli değil, Neue Graupen Sokağı'nı,
Brandenburger Caddesi'ndeki evinizi bulup bulamayacağını
da bilemezsin. Geri dön, otelde kalıyorsun, yaşlı bir adamsın
sen ve itiraf et ki, elli yıl hiçbir şey değilse de elli yıldır.

Eve ilk keşif gezisi

Kahvaltıdan sonra (kahvaltı salonu şık sayılırdı, etrafımızda do­


lanan güler yüzlü üç garsona peçete üzerine yumurta resmi çi­
zip göstermemden, Ch.'nin de garanti olsun diye gıdaklamasın­
dan sonra bir yerine dört yumurta geldi) , "Hadi!" diyorum, iyi
de <hadi> ne demek şimdi? Nereye hadi? Eve mi yoksa? "Fazla
uzakta olamaz" diyorum kendi kendime, "buradan en fazla bir­
kaç dakika, önce Garten Caddesi'nden aşağı Höfchen Sokağı'na,
oradan aşağı, Moritz Sokağı'na kadar, zaten o da Brandenburger
Caddesi'nin devamı, derken bir bakıyorsun oradasın. " Ancak
bu baskın girişimine kanmıyorum. Elli yıldan sonra öyle an­
sızın <eve gitmek> olur mu , daha değil, saçma sapan da olsa
bir bahane bulmam gerekiyor. Böylece önce biraz daha zararsız
bir semti denemeye karar veriyorum. tık keman öğretmenim
Putz'un oturduğu semti. Gravelotte Sokağı ya da Sedan Sokağı
ya da bunlara benzer 'vatanperver' bir isimdi. Aslında ona gi­
derken yanımda Sewzek ya da Sevcics'in, <yeni başlayanlar için
keman teknikleri>ni götürmem gerekir, neyse bu seferlik böyle
idare edeceğiz. Oradan devam ederiz artık.
Tahmin ettiğim gibi demiryolunun geçtiği bir tünel var
(Lohe Sokağı'na ya da Neudorf Sokağı'na çıkıyor olmalı) , hat­
ta bu o ze>manki eski tünel galiba. Oradan geçtik, sonra de­
vam ediyoruz, tramvay rayları bile olan geniş bir yol, lakin
ufak bir pürüz var, evler yok. Böylece biz de önümüzde giden
tramvayın yaptığı gibi kentin güney kısmından dolanmak ye­
rine açıkta, yaz güneşinin vurduğu bir yeşillikten, çayırların
ve koruların, gelinciklerin ve baldıranların arasından geçerek
ilerliyoruz boş arazide. Bay Putz'un evi yerine hiçbir yere gi­
diyoruz.
Dördüncü sınıfta < taş taş üstünde bırakmamak> deyimini
öğrenmiştik (şurada biraz ötedeki Paradies Sokağı'nda, oku­
lun, dün akşam hiç de cennete benzemeyen arazisinde kay­
bolmuştuk) . Ama elli yıl önce lisedeyken, bu deyimle dalga
geçiyorduk, çünkü sadece lafta var olduğundan o kadar emin­
dik ki. Bir de <Ostennann>da ve sıraların altından gizlice

kopyalarını kullandığımız De Bello G a llic o'da vardı en fazla.


Yanlışmış. Hatta daha o zamandan yanlıştı. Çünkü o devir­
de de Belçika'da, Polonya'da, Fransa'da öyle köyler, kasabalar
vardı ki artık onlara köy ya da kasaba denemezdi. Gerçekleş­
miş ölümleri sonrası, kurmay haritalarında bir hayalet hayatı

Resimli romanlar yayımlayan yayınevi -çn

377
sürdürüyorlardı, çünkü oralarda " taş taş üstünde bırakılma­
mıştı. " Bunu yapanlar bizim kahramanlanmızdı tabii ki, Bel­
çikalılar Belçika'yı istila edecek, Polonyalılar Polonya'yı tahrip
edecek, Fransızlar Fransa'yı dağıtacak değildi ya. Bu kadannı
biliyorduk, ama kalıbımızı basardık ki bunu kendileri istemiş­
ti, dolayısıyla hak etmişlerdi. Aynca bizlerin kan ve enkazla
yüz yüze gelmesi sistematik olarak engellenmişti hep. Kan­
lı meydan savaşlannın ve yakıp yıkmalann, gösterişçi, süslü
sözlerle ya da askeri-teknik terimlerle bezenip ima edilerek
söylenmesi ve üstünün sıvanması, daha o zamanlardan gele­
nek halini almıştı. Böylece neyin söz konusu edildiğini hem
biliyor hem bilmiyorduk. Savaş meydanları hakkında çok az
şey duymuştuk örneğin, oysa <savaşın seyrine dair sahneler>
sözünü her gün duyuyorduk. lster istemez bu bizlerde, en
azından bende, bu kadar önemli sahnelerin içeriğinin gösteri
amaçlı olduğu duygusu yaratıyordu . Binlerce kartpostal, özel­
likle Longwy'de at sırtında veliaht ve Lüttich önlerinde ateş
saçan <şişko Bertha> kartpostallan bu işlere bakıyor, bizimle

ilgileniyorlardı. Yani elli yıl önce bile durum böyleydi ve uzun


süre de devam etti bu. Oysa şimdi - biz böyle Breslau'nun o
güney tarafında, açıklıktan, Güneş vuran tarladan, çayır ve
çalılıklardan, gelinciklerden ve baldıranlardan, anlayacağınız
<civardan başka hiçbir şeyin> olmadığı bir yerde ilerlerken
- şimdi artık o tür yöntemlerin vakti geçti. <Taş taş üstünde
bırakmamak> deyimini öğrendiğimiz o sekizinci sınıf, seki­
zinci sınıfında olduğumuz okul, o okulun bulunduğu sokak,
o sokağın olduğu semt, o semtin ait olduğu kent, tüm bunlar
bulunamaz hale geldiği için eninde sonunda, iyi mi kötü mü
bilinmez, anlaşıldı ki, dayanıklı çıkan ve gerçekliğini kanıtla­
yan tek şey, tam da sadece kağıt üzerinde var sandığımız <taş
taş üstünde bırakmamak> deyimi oldu .

Birinci Dünya Savaşı'nda ilk kez kullanılan Alman ağır toplan -çn
Tramvayın burada boşlukta ne aradığını birden kavrıyoruz.
Bir duvar boyunca ilerliyorduk, üstünden morsalkımlar, sa­
rısalkımlar sarkmıştı, daha arkada kavakların yam sıra gerçek
çamlar ve Böcklin işi selviler yükseliyordu. Çok açık, burası
mezarlıktı, daha doğrusu bir mezarlıklar kümesiydi. Yo hayır,
bu kadarım kaldıramazdım. Boykot ediyorum. Nihayetinde
tüm bu bölge, sadece Breslau'ya ait olan değil üstelik, ara­
bayla katettiğimiz yüzlerce kilometre uzunluktaki, Tatra'dan
buraya kadar olan, üstünde Nowy Targ'ın ve Krakow'un ve
Auschwitz'in yer aldığı bu topraklar, nihayetinde bu toprakla­
rın tamamı devasa tek bir mezarlık, devasa tek bir toplu mezar,
kuşkusuz bakımsız, kendini öyle de adlandırmayan, ölüleri­
nin adını da vermeyen üstelik. Bir önemi var mı ki bunun? Bu
büyük ve karman çorman mezarlıkta, bu büyük toplu mezar­
da şu lüks ölü bakım adacıklarının ne işi var? İçindeki bu me­
zarlıkların ve tek tek mezarların anlamı ne? Geri dönüyoruz !

Ara not, Viyana, Ağustos

"Klasik anlamda bir kale olmayan Breslau, çarpışmalar sıra­


sında nihayetinde yine de kaleye dönüştü. Çünkü Breslau'ya
has manevi değerleri, bu büyük kentteki gerek askeri gerek
sivil fiziksel güçlerle ve malzemeyle birleştirip canlandırmak
,,
ve böylece iyi bir işbirliği sağlamak mümkün oldu. . Tümce­
nin ortaya koyduğu, Almancadaki tahribata, burada değinmek
istemiyorum. Belirtilmesi gereken, iki yazarın felaketten on
beş yıl sonra dahi "iyi bir işbirliği" ve "maddi manevi değer­
ler" palavrasını sallayacak, hatta "canlandırma" sözcüğünü
ağza alacak cesaretleri ve ahmaklıkları. Doğrusu bu olgu be­
nim gözümde, kentin o zamanlar yıkıma terk edilmesinden
ve enkazın (Almanya'nın malı deyip hala geri istedikleri),

*
istihkam komutanlan H. von Ahlfen ve H. Niehoff'un kaleme aldığı So
hampfte Breslau (Breslau Böyle Savaşn) adlı kitaptaki önsözıin son cümlesi.

379
Almanya'nın kapitülasyonundan sonra ancak karşıt güçlere
tesliminden daha tüyler ürpertici.

Eve ikinci keşif gezisi

Güneye ulaşmak için ikinci deneme. Oryantasyonumuzu yi­


tirmemek amacıyla Garten Caddesi'nden yola çıkıyoruz yine,
bu kez eski Kaiser-Wilhelm Caddesi'nden aşağı doğru, yeni
adı Powstancow Slaskich, ama sadece adı var, sadece Powstan­
cow Slaskich fikrinin ifadesi, her ne kadar sağlı sollu, varlık­
ları su götürmez bir iki evle Lohe Sokağı'na fark atmışsa da işi
fiziki bir var oluşa kadar götürememiş. Eski geniş Kaiser-Wil­
helm Caddesi'nin inşa planı elbette hala ayırt edilebiliyor, ne
de olsa planlar sadece ante rem değil post rem· de varlar; bazen
kat planlarının arkeologlarca beş bin yıl sonra keşfedildiği bile
oluyor - birden bir döner kavşak çıkıyor önümüze, eskinin
Kaiser-Wilhelm Meydanı olsa gerek, hatta kesinlikle orası,
ama <eskinin> ne demek ki, şöyle ya da böyle Kaiser-Wilhelm
Meydanı'nın kendisi işte. İmparatorluk zamanından kalma
bazı zengin evleri, o sıralar bir hayli modern olan villalar yer­
lerinde duruyorlar tüm konforlarıyla, öyle ki bu arada olup bi­
ten şeylerden zerre haberleri olmamış gibi görünüyorlar. Her
biri, hemen ilk bakışta tanıdık gelen çehresini koruyor; her
biri, komşu evlerin arasında değil de 'solo' durduğu için aynı
zamanda tamamen yabancı kaldığı halde. Anlaşılan, vefasızlı­
ğa, sadece biz insanlarda değil, ölü nesnelerde de rastlanıyor.
Her halükarda huzurlu ve suskun duran, faciadan sağ kurtul­
muş bu varlıkların bende uyandırdığı asıl izlenim, riyakarca
naif bir tavır takınmış oldukları yönünde; bir an adeta öfke
doluyor içime, bir teki bile yanındaki yok olmuş komşusunun
peşinden haykırma gereği duymuyor çünkü.

Lat. nesneden önce ve nesneden sonra, yani söz konusu yapılar inşa
edilmeden önce ve sonra -yhn.
Güney Parkı'nın başladığı yer en azından eskisi gibi kal­
mış. Orada iniyorum arabadan. Bu çölün adı Landsberger
Caddesi ya da ona benzer bir şeydi. Triest'ler Birinci Dünya
Savaşı'na dek burada oturuyorlardı. Robert, bir çingene gibi
keman çalardı. Onun böyle keman çalması ve enstrümanın
kestane rengindeki egzotik güzelliği nedeniyle annemle baba­
mı bana da bir keman almana dek sıkboğaz etmiştim. Benim­
ki daha çelimsiz ama açık doru renk, Stainer işi bir kemandı,
<cadı> adını takmıştım ona, gerçekten de bir on beş yıl kadar
üstünde tepindim. Ta ki 1933'te Paris'teki sürgünde önce bo­
ğaz sonra müzik deyip elden çıkarana dek. Kadın taciri gibi
hissetmiştim kendimi, kimbilir nerede o keman şimdi, doru
rengi Hitler dönemini atlatabilmiş midir, öyleyse şimdi kimler
çalıyor onu acaba? Ne önemi var ki bunun, benim bu arada ar­
tık eklem iltihabı olan yaşlı erkek ellerim zaten ses çıkaramaz
ondan. <Eklem iltihabı> da nereden çıktı, ağzı açık bir halde
burada dikilmiş, Robert'in arşe ve yay akrobasisini izleyen on
ya da on bir yaşlarında bir çocukta eklem iltihabı ne gezer, ne
demek olduğunu bile bilmez. Sarasate ya da Wieniawski olma­
lıydı Robert'in çaldığı; zevk denen bir şey yoktu Robert'te , ama
harikalar yaratıyordu . Aynca sihirbazlığın yanında zevkin lafı
mı olur. O halde şu anda bulunduğum yerde, 1 9 1 2'de ya da
1 9 1 3'te olmalıyız en azından. Birinci Dünya Savaşı çıkmamış
henüz , <Dünya Savaşı>nm ne demek olduğunun bilinmedi­
ği bir gündeyiz . Çünkü Robert, hani dulce et decorum es( ya,
daha 1 9 1 4 Ağustosu'nda savaşa gönüllü olarak katılmak için
Polonya'da kalmıştı, savaş başlayalı iki ya da üç haf ta olmuş­
tu , ne kadar iyi durumdaymış ki (adeta kavranamaz bir şey, o
zamanki kuşak bu ayrıcalıklara sahip olmak için hangi numa­
ralara başvurdu bir bilsek) o sıralar kafasına bir kurşun yeme
hakkından öncelikli yararlanması öngörülmüş. Kurşun, kah-

Lat. Dulce et decorum est [pro patria mori) . Türkçesi: [Vatan için öl­
mek] tatlı ve onurludur -çn
ramanımızın göğsüne de gelmiş olabilir kimbilir, 'şafak vak­
ti şafak vakti, ışığı göreyim erken öleyim',· keza Polonya'da
kalmış yeğenlerine benzememiş hiç. Biliyoruz ki çeyrek yüzyıl
sonra onlar, ama şafak vakti olmadan ve kafaya ya da göğüse
isabet edecek kurşunlara hedef olma hakkını saklı tutamadan,
daha çok çırılçıplak gaz odasının yolunu tutmakla ve - çalış­
mak özgürleştirir - kül olup Birkenau'nun bacalarından Yukarı
Silezya'nın kurumlu göğüne yükselmekle yetinmek zorunda
kaldılar. Aklıma gelmişken, önceki gün Auschwitz'in kori­
dorlarında dolanırken bavul yığınlarını oluşturan o binlerce
bavuldan birinin üzerinde iri ve beyaz matbaa harfleriyle TRI­
EST yazıyordu. Bu ada az rastlanmakla birlikte, bavulun sa­
hibi Robert'in yeğenlerinden ya da akrabalarından biri olacak
diye bir şey yok. Çünkü Triesteli bir Yahudiye ait olma ihtima­
li de var, <yolculuğa çıkmadan> önce (işimizi sağlama alalım)
güzel bir liman kenti olan memleketinin adını bavulun üze­
rine resmetmiş ve belli ki yanlış anlamadan kaynaklanan bu
seyahatten çabucak döneceği için bavulunu hiç beklemeden
teslim alabilme amacı gütmüş olabilir. Ne var ki bavulun sahi­
binin kim olduğu sorusunun önemi yok artık. Bugün ne yazık
ki ne adı Triest olan o kişiden eser kaldı ne Triesteli olandan,
yirmi yıldan fazla bir süredir ikisi de listelerden silinmiş du­
rumda, tıpkı elli yıl önce bundan nasibini alan Robert ve yirmi
yıl önce paçayı kurtaramamış, bir zamanlar bu Güney Parkı'na
bitişik olan ev gibi.

Buz pateni alanı

Park - bir kez daha görüyoruz ki doğa ebedidir işte - hiç de­
ğişmemiş. Kavak ve kayın ağaçlan arasından küçük gölün pa­
rıldadığını görebiliyorum. Altı yaşındayken o gölette - şimdi
artık çoktan unuttuğum - patenle kaymayı öğrenmiştim Yine

Almanca tekerleme -çn


orada, o zaman sekiz yaşında olan Hilde'nin yıllar süren nef­
retini kazanmıştım, çünkü bükülen ayak bilekleriyle buzun
üzerinde kaymaya başladığında, onun yüzünden utanıyor ve
kardeşliğe sığmayan bir tavırla onu tanımazlıktan geliyor, bur­
num havada, gizlenmiş bir bandonun paten kayan kalabalığın
ortasına üflediği vals müziğine ayak uydurup kavisler çiziyor,
sağlı sollu bakışları, özellikle de Hilde'nin arkadaşlarının ba­
kışlarım üzerime çekiyordum. Hatırladığım bir başka şey de
müziğe ara verdiklerinde önce inanamaz, sonra büyülenmiş
bakışlarla, enstrümanlardan tükürüklerin temizlenişini izleyi­
şimdi. Yani açık havadaki bu tarif edilemez güzellikteki mü­
ziğin, böyle bir iğrençlikle zorunlu bağlantısını keşfedişimin,
yaşamımın sanatla ilgili ilk korkunç, hatta belki de en korkunç
hayal kırıklığı olduğuydu. Hilde'ye karşı olan tavrıma gelince,
38 yılında bile, otuz yıl sonra yani, tereyağından kıl çeker gibi
nazi hapishanesinden kurtulup New York'a geldiğinde, bana,
üzerinde o güne dek hiç düşünmediğim bu konuyu açtı ve
onun genç kızlığına ihanetim yüzünden, benden şiddetle nef­
ret ettiğini ve bu duygusunu yıllarca yenemediğini itiraf etti.
Ah, bu gecikmiş itirafın üzerinden de artık neredeyse otuz yıl
geçti. Şimdi Hilde'nin nefreti de dinmiştir kuşkusuz, en azın­
dan hiçbir yerde izine rastlanamaz. Çünkü yıllar var ki artık
Hilde'nin kendisini de hiçbir yerde bulmak mümkün değil.
Amin.

Krietem

Ancak bir kısmı imar edilmiş bir bölgeden geçiyoruz, tek tük
evler, hobi bahçelerinde kulübeler, herhalde Krietern burası.
Sınıfın ayrılmaz üçlüsüydük, yedi yaşında olmalıyım, 1909
ya da 1910'du, buralarda sürtmeyi severdik, iribaş yakalardık.
Bilimkurguya dair elimize geçen ne varsa, yani resimli Kos­
mos uzay romanlarının hepsini, yalamadan yuttuğumuz için
sanıyorduk ki (ne <sanması>, biliyorduk) hızlı hareket eden,
bacaksız, aslında soyu tükenmiş bu minik varlıklar, milyon­
larca yıl önceki bir çağa, uçan kertenkelelerin ve küçük başlı
dinozorların çağına aitlerdi ve - ne de olsa her şey ilerliyordu
- günün birinde milyonlarca yıl uzaklıktaki bir gelecekte, kur­
bağa olacakları belirlenmişti. Bu dönüşümün sırrına, Wilhelm
Bölsche'nin Darwinci popüler yazılarını okuyarak varmıştık.
Bu hızlı hareket eden mahlukların sansasyonel tarafı ise bi­
zim gibi okyanus devlerinin ve zeplinlerin çağdaşlarının geç
de olsa ilk çağlardan nasibini almasını mümkün kılmalarının
yanı sıra , bize (aslında çağlar boyu sürecek) bu dönüşümle­
rini evde onları içine koyduğumuz , akvaryum adını verdiği­
miz reçel kavanozlarında izleme olanağı da sağlamalarıydı. Bu
benzersiz varlıkları yakalamak için bata çıka içinde dolaştığı­
mız göleti, o sazlığı , sivrisinek sürülerini ve yusufçukları gö­
remiyorum gerçi ama belki de bu Pontine bataklığı yok artık,
belki de Hitler ıslah etti orayı ya da Ruslar yanan tanklarını
söndürmek için tulumbalarla su çekip boşalttılar; bir bilsem
çocukluğumu kimin kuruttuğunu. Ama yanılmadığım kesin,
tam buradaydı, çünkü sadece Krietern'den bakılınca Güney
Parkı solda, Zopten de ileride ufukta kalıyordu ve her ikisi
de her zaman oldukları yerde, olmaları gereken noktadaydılar.
Zopten bir sis bulutu olarak görünüyor o başka. Şimdiden,
sabahın onunda bile çok sıcak burası, havada sıcağın buğusu
ve Ch. - bu perişan tepe ona bir şey ifade etmiyor elbette -
benden daha keskin gözleri olmasına karşın, göremiyor orayı
hiç. Aynı şekilde burada demin gerçekleşen sahneyi, resmen
uğruna buralara geldiğim sahneyi de göremiyor. Artık hatırla­
mıyorum, o üçlüden hangimizdik her şeyi başlatan, öbürünün
daha büyük ya da daha iyi iribaşlannı kıskanan, eline vurup
kavanozunu yere düşüren ve yerde kıvranan, bu henüz kara­
daki yaşam için hazır olmayan hayvancıkları üzerlerine ba­
sarak ezen. Ama çok iyi bildiğim bir şey varsa o da yerlerde
yuvarlandığımız, öfkeyle birbirimize vurduğumuz, cam kırık­
larının ellerimizi, dizlerimizi kestiği ve bu arada o küçük var­
lıkların tamamının milyonlarca yıl önce donatıldıkları, adları­
na yaraşır gerçek bir kurbağa olabilme şansım her halükarda
yitirdikleriydi. Kimi doğranmış kimi ezilip sümük gibi olmuş
kimi kumların arasında havasız kalmış o küçük şeyler henüz
doğmamış bir dizi kuşağı temsil ediyorlardı, sadece bugünün
varlıklarını öldürmekle kalmamıştık, daha kötüsü , uzak gele­
ceğe uzanan cinayetlerin sorumlusuyduk.
Şöyle ya da böyle buna ilişkin bir şeyler hissetmiş olmalıyız
o sıralar. Çünkü hatırlıyorum da sonuçta, giysilerimiz yırtıl­
mış, her yanımız kir pas, yara bere içinde , tek kelime etmeden,
kaz adımlarıyla , Hanslar'ın evinin bulunduğu Kleinburg'un
yolunu tutmuştuk. Hans'ın annesi ya da ablası, her halükarda
bir yetişkin, eline bir fırça alıp bizi tepeden tırnağa iyotladı­
ğında ve kızılderililere ya da palyaçolara benzediğimizde de
suskun kalmıştık. Diğerlerini bilmem ama ben, sayısız kuşak­
ların ölümünden sorumlu olduğumuzu düşündüğüm için, her
yanımı yakan iyotun verdiği acıyı hak ettiğimiz bir ceza olarak
görmüştüm.

Evi bulma derdindeyiz. Bir benzin istasyonu. Çaresiz bir karar­


lılıkla doğrudan Hohenzollern Caddesi'ni soruyorum. Görevli,
Breslau'nun yerlilerinden gerçi ama demek ki o kadar da yaşlı
değilmiş, Hohenzollem Caddesi'ni, Hohenzollern Caddesi ola­
rak bilemedi, bir soruyla karşılık verdi (hiç çekinmeden, nazi
dayanışmasının gayet doğal olduğunu varsayarmışçasına; bir
düşünürsek, yirmi bir yıldır Polonya toprağı olan Breslau'da
bir Yahudiye soruyor bu soruyu) , SA-Bulvarı'm mı kastediyor­
muşum. O kadar ürktüm ki yanıt veremedim. Bu arada yanıta
ihtiyacım da kalmadı, hiçbir şey söylemeden benzin parasını
öderken bir şey keşfettim çünkü, tüm soruları gereksiz kılan
bir şey: Su kulesi yerinde duruyor, çocukluğumun, Arjantin
bardak tipindeki ve bu görüntüsünü hala koruyan su kulesi.
Oraya yürümek her günkü rutin görevlerimizdendi. Oradan
yalnız başıma <evin> yolunu rahatlıkla bulabilirim. Son elli
yılda elli ülkede kaç yüz kule görmüşümdür kimbilir, hepsi o
kadar aklımda kalmış ki ezbere resimlerini çizebilirim. Ama
demek ki hiçbiri bu kule kadar yer etmemiş bende. Öyle ki
kafamı çevirip doğru dürüst bakma gereği bile duymadığımı
ya da sadece laf olsun diye baktığımı fark ediyorum.
Arabadan inip kulenin etrafım dolaşıyorum. Birden aklıma
geliyor: Ansızın şaha kalkıp süvarilerini üzerlerinden atmış,
caddeden yukarı doğru dörtnala arkamızdan gelen atlan gö­
rünce, buraya, kulenin bu kırmızı tuğlalardan örülü duvarının
dibine sığınmıştık (<biz> = Dadımız Else, dört yaşındaki ben
ve bebek arabasındaki Eva). Tıpkı sonraki yıllarda her sınıfta
ve her tarih kitabında karşımıza çıkan meydan savaşı resimle­
rindeki görüntüyü andıran bir durumdu. <Gravelotte> bu işin
doruk noktasıydı. O zamanlar, atların su kulesini ele geçirme
girişimini atlatmış, hatta o hücumu gözümü kırpmadan sa­
vuşturduğuma kendimi inandırmış biri olarak, sekizinci sınıfa
gelene dek, tarihin tüm süvari savaşlarım kazandığım duygu­
suna kapılmamda şaşılacak bir şey yok. O ünlü süvari savaşı­
nın cereyan ettiği yer olan bu kulenin hem de hiç değişmeden
hala yerinde durmasını anlamam mümkün değil, bildiğim ka­
darıyla doğrudan Rusların menzilindeydi çünkü ve onlar ku­
leyi çökertselerdi eğer, kanımca kenti teslim alabilirlerdi. Hiç
değilse burada bir fotoğrafımı çekiyor Ch. Çocukluk günleri
ve süvari saldırılan geçmiş; ak saçlı ve uysal halimle arabanın
üstüne oturuyorum. Umanın kulenin Arjantin bardak şeklin­
deki mimarisi arka planda iyi çıkar.

Kırmızı tuğlalı tamdık bir bina. İnanasım gelmiyor. Yahudile­


rin kökü kurutulmuş, kent yerle bir edilmiş, ama yıkılmamış
tek bina olan su kulesini saymazsak, burada boşlukta duran,
yetmiş ya da seksen yıl önce Yahudi cemaati tarafından yaptı­
rılan <Musevi Hastanesi>. Yoksa bunu da mı yeniden inşa etti­
ler? Her halükarda eski haliyle karşımda. Kulak-burun-boğaz
bölümünü gözü kapalı bulabilirim, işte tam şurada yukarıda
soldaydı, 191 l'de annemin elinden tutarak buraya, orta kulak
iltihabımı tedaviye gelip gittiğim için iyi biliyorum. Bina ger­
çekten hala ya da yine kullanılıyor, genç bir kadın çıkıyor dı­
şarı, profesyonel adımlarla yürüyor, bir asistan doktor olabilir.
lçeri girsem mi? Ancak muhtemelen Almanca bilmeyen birine
ziyaretimin nedenini nasıl açıklayacağım? Vazgeç en iyisi. Bin
arabaya, doğru asıl hedefine yollan.

Ch. ye hitaben

"Üzgünüm, ama sana gelince, galiba bir süre susup kendini


yok sayman gerekecek. Arabayla şu anda bulunduğumuz yer­
de 1906 yılındayız, yani sen daha yoksun, hatta günün birinde
(aşktan çok can sıkıntısından) birlikte olacak iki genç insan
(erkek Philadelphia'da, kadın Brooklyn'de) ne için.. . hayır
öyle demeyelim de , <bu sayede> evet bu sayede , hazdan çok
yanlışlıkla (ama şu anda 1 906 yılında henüz bir şeyden haber­
leri yok) bir kız çocuğunun Dünya'ya gelmesine yol açarlar,
senin adım ve yirmi beş yıl sonra benim adımı taşıyacak, on
yıl sonra da beni arabayla Wroclaw'a getirecek bir kız çocuğu.
Evet ne diye bu kız çocuğunun varlığım dikkate alayım, içine
doğru ilerlemekte olduğumuz o 1906 yılında o iki genç insan,
bu kız çocuğunun anne-babası dahi bahsedilmeye hak ka­
zanmamışken, onlar da dört ya da yedi yaşındalarken, benim
yaşıtlarım yani, anlıyorsun değil mi, denizci kıyafeti giymiş
o çocuğun yaşıtları, benim adımı taşıyan, şimdi belki de sağı­
mızda ya da solumuzda koşan, belki de bizi geçmeye çalışan
çocuğun. Oradaki, Brooklyn ve Philadelphia'daki (iki) kids,*

lng. Çocuk -yhn


olası annen babanla, burada Breslau'daki ben, yani olası eşin
arasındaki mesafe aşırı uzak olmasaydı (<modern hızlı buharlı
gemilerle Hamburg-New York arası on bir gün sürüyormuş,
bu bile <Yeniçağ'ın aşılmaz kazanımı> olarak kabul görmüş
durumda) , belki o zaman üçümüz, o oğlan çocuğu, o kız ve
ben <hide and seek> ya da <cops and robbers>
• •• oynuyor
olabilirdik. Lakin gereksiz düşünceler bunlar. Şimdi burada,
gittiğimiz yerde ve içinde bulunduğumuz 1906 yılında asıl
önemlisi, birbirimizi tanımıyor oluşumuz. Ben oradaki diğer
ikisini, onlar beni tanımadığı gibi o ikisi henüz birbirlerini de
tanımıyorlar, hele günün birinde birlikte yatağa girecekleri­
ni hiç bilmiyorlar - gerçi bu arada (yani bugün 1966 yılında)
bunu da artık unutup, neredeyse hayal ürününe (ama Allah'tan
olmamış bir şeye değil) çevirdiler - bir gün senin olacağını ise
zaten hiç bilmiyorlar, doğumun için - bu Dünya'ya helikopter
gibi yükselişin, yani sezaryenle teşrif buyurman doğum denen
saygın sözcüğü hak ediyorsa tabii - daha bir yirmi dört yıl bek­
lemek zorundalar. Bana öyle sitemle bakma ! Başka zaman bu
bakışlarla beni düşüncelerimden caydırabilirsin, ama bugün,
burada bu yitikler diyannda zor. Bu aleme senin gibi yabancı
bir zamanın, henüz var olmayan bir zamanın yöresinden gel­
miş biri, göz yumulmanın ötesinde bir şey beklemesin. Ama
sana söz veriyorum, bu yitikler diyannı terk ettiğimiz andan
itibaren yeniden eski haklannla donatılacaksın."
Ch.'nin hiç bu kadar derinden incindiğini görmemiştim.

Hohenzollem Caddesi

Birkaç dakika boyunca hiçbir şey belli olmuyor. Her ne kadar,


Ford Angliamızın - en fazla beş kilometre hızla gidiyor, rahat­
ça yanında yürüyebilirim - <Sudecka>dan aşağı doğru ilerle-

Saklambaç -yhn
Hırsız-polis -yhn
diğini, <Sudecka>nın eski SA bulvarı, SA bulvarının da eski
Hohenzollem Caddesi olduğunu, l 915'te Hamburg'a taşınma­
dan önce üç yıl boyunca burada Hohenzollem Caddesi'nde
oturduğumuzu ve 1912'den önce (hatta Dünya'nın yaratılma­
sından bu yana) bu caddeden sadece birkaç ev ileride, <Ho­
henzollem Meydanı> denen aynı perişan yeşil üçgene bakan
Brandenburger Caddesi'nde oturduğumuzu, kısacası yaşamı­
mın çemberinin birazdan kapanacağını, bir çırpıda eve vara­
cağımı biliyorsam da - meğer ki önümüze ilk çıkan sokaktan
son anda sağa ya da sola kırıp ölüler diyarına hiç göz atma­
dan , gerisin geri bugüne firar edecek cesareti bulmuş ya da
bunu yapacak korkaklığı toparlamış olayım. Yoksa hiçbiri ger­
çek değil mi bunların? Buranın Hohenzollern Caddesi olduğu
yönündeki iddiayı ciddiye alabilmek için gündelik Tann'ya
güvenden daha fazlası gerekiyor gerçekten de. Ne de olsa cad­
de o zamanlar orta tabakaya ait evlerden, hatta büyük ölçüde
asillerin ve gayet asillerin beş altı katlı evlerinden oluşuyordu.
Tarz: Berlin-Kurfürstendamm. Evlerin, ağır dövme demirden
yapılmış pnömatik giriş kapılan vardı, biz çocuklar okuldan
geldiğimizde , sırt çantalarımızı tampon olarak kullanıp tüm
bedenimizle yüklenirdik o kapılara, ancak öyle açabiliyorduk.
O tarihlerde caddedeki evlerin ön cephelerinden balkonlar
fışkırıyordu, çökmemeleri için de bu balkonları, kaslı deva­
sa heriflerin göğe çevrilmiş avuç içleri taşıyordu. Aynca bu,
yalancı Barok Herküller, göbek altında da adam gibi aynen
devam etmek yerine ya pürüzsüz bir ampütasyona kurban git­
mişlerdi (bunun, içimi bir hadım edilme dehşetiyle doldurdu­
ğunu belirtmeliyim) ya da (yine pek imrenilecek bir durum
değildi) dikilitaşlara dönüşmüşlerdi yahut banyo havlusuna
benzer bir şeyde çözülmüşlerdi (hiç değilse bu katlanılır bir
görüntüydü), bu havlu gibi şeylerse hiç gereği yokken uçu­
şup, uçuşma sırasında bir de taş kesilmişlerdi. Ne olursa ol-
sun, bu Herküller 'genii loci'ydiler,* Hohenzollem Caddesi'nin
cinleriydiler, caddeye karakterini vermişlerdi, hatta ben başta
onları bir nevi <Hohenzollem>ler, bu mağrur bulvara adını
verenler olarak görüyordum. Şimdi o cadde bu mu yani? Bu­
rası mı? Ne taşkın balkonlardan, ne dövme demir pnömatik
kapılardan ne de Hohenzollem soyundan Herkül'lerden eser
kalmış, <evler>i geçtik, <ev> demeye dayanak oluşturabilecek
en ufak bir iz kalmamış. Sadece inşaatlar, bir iki de toprak
küreyen araç, herhalde yapılacak bodrum katlarının yerlerini
kazmaya yarıyorlar. Peki acaba, olası ya da gelecekteki bod­
rumlar, Hohenzollem Caddesi mi yoksa? Bunu sorarken ara­
bayı durduruyorum, çünkü geldik.

Hohenzollem Caddesi No: 20

Temmuz rüzgarı yumuşacık esiyor evin dış kapısından içeri.


Ne bir kapı var çünkü ne bir ev.
Temmuz güneşi apartman girişinin gölgesine vuruyor.
Çünkü ne bir gölge var ne apartman girişi.
Onun yerine önümde uzanan şey, herhalde daha önce de
böyle uzanıp durmuştu burada, <tarih> denen aranağme işe
başlamadan, yani burada sokakları, kaldırımları, evleri ve
asansörleriyle bir kent oluşmadan önce, yani otları, yoncaları
ve gelincikleriyle bir tarla. 1915'te sırtımdaki okul çantasıy­
la pnömatik demir kapıya yüklendiğim, sonra da halı kaplı
merdivenlerden (<ev sahiplerinden başkası giremez, dilenmek
ve seyyar satıcılık yapmak yasaktır ! >) ikinci kata çıktığım,
1915'te , 'düşmanın çoksa şerefin de çoktur' üstüne zaferle­
rimizle sarhoş bir halde, yedi odalı, suyu, gazı, elektriği, iki
balkonu ve diğer tüm aksesuarları olan eve girdiğim bu yerde,
burada eğiliyorum ve incinmiş Ch.'nin gönlünü almak için
iki gelincik koparmaya yelteniyorum. Ancak bu armağan bile

Lat. Mekanı koruyan ruhlar -yhn

39 0
yan yolda kalıyor, çiçekler, geçiciliği, enkazından kendi güzel­
liklerini devşirdikleri
.._
şeylerden bile daha çabuk öğrenmişler.
Ch.'ye bu iki kırmızı kadehi uzatmak istediğim anda elimde
iki saptan başka bir şey olmadığını görüyorum.

Brandenburger Caddesi No: 54

Ama gerçek evim burası değildi zaten. Dünya'daki doğru dü­


rüst hatırladığım ilk mekan, oldum olası, ezelden beri yaşa­
mış bulunduğum yer (bir zamanlar var olmadığım da nereden
çıktı) , ötede, çapraz karşıdaydı. Brandenburger Caddesi 54
Numara diyorduk oraya. Şimdi bile Birinci Dünya Savaşı ön­
cesindeki gibi kolayca çıkıyor ağızdan. Ne var ki nesneler ad­
lan kadar dayanıklı değiller işte. Elbette Hohenzollem Cadde­
si'ndeyken göz ucuyla da orayı süzmüştüm. O tarafa gitmeyi
göze almadan önce de durumun ayırdına varmıştım. Haritaya
bakılırsa orada bir sokak var. Adı da <Lubuska>ymış. Var ol­
mayan şeylerin neden adı var pek aklım ermiyor. Hiç değilse
olmayan evleri sayıya dökmeye kalkışmamışlar. Lubuska'da
bir 54 Numara da yok haliyle.
Memlekette memlekette, kavuşmak var memlekette! ·
Hiçbir şey kalmamış kavuşulacak. Balçık ve havadan başka.

Tam doğru noktada olduğumu, boşlukta doğru noktada dur­


duğumu nereden biliyorum? Hohenzollem Meydanı, akasya
ağaçlan ve oyun parkıyla üçgen biçimini korumuş da ondan.
Brandenburger Caddesi üçgenin hipotenüsüydü, evimiz de bu
hipotenüsün tam ortasındaydı, ben de işte tam orada dikili­
yordum
Bu hipotenüsün, yani evlerin ön cephelerinin yükseldiği
yerde, şimdi, kabaca çakılmış tahtalardan yapılma bir çit var.
Onun arkası da boşluk işte. Başka da söylenecek bir şey yok.

Almanca tekerleme -çn

39 1
Sanırım buraya bir kez daha gelirim. Failin cinayet mahalline
geri dönmesi gibi. Sonra da beklerim, bakalım bu olay yeri
ağzını açıp da birkaç kelime eder mi diye. Bilemiyorum.

Kuryelik

Olmayan Moritz Sokağı'yla olmayan Schwerin Sokağı'nın


kesiştiği yer. Demiryolunun geçtiği yere doğru birkaç adım
atıyorum. "Where are you heading?"* diye sesleniyor Ch.
arabanın içinden. Ona, "Steinitzler'e, Götzen Sokağı'na gidi­
yorum" desem anlamaz ki. Kimi öldürülmüş kimi pek akıllıca
davranıp cinayetler çağından önce ölmüş Steinitzler'in kim
olduklarım da bilmez, yirmi bir yıldan beri olmayan Götzen
Sokağı'nın benim için ne ifade ettiğini de. Ziyaretimden vaz­
geçeyim diyorum. Ama birden, buradan nereye gittiğim, daha
çok da koşturmayı alışkanlık haline getirdiğim geliyor aklıma.
Sık sık babamın tertemiz steno edilmiş metinlerinin yer aldığı
(içimi hiyeroglifler gibi derin hürmet ürpertisiyle dolduran,
sonradan, tıpkı tırtılların kelebeğe dönüşmesi gibi babamın
kitaplarına dönüşeceğini bildiğim) sayfaları Steinitzler'e taşır­
dım, demin de dediğim gibi. Götzen Sokağı'nda demiryolunu
gören köşede - demiryolu hala oradan geçiyor aynca, demin
bir trenin gürültüsünü duydum - ne diyorduk, orada tam kö­
şedeki evde cüceleri andıran beş kız kardeş, Steinitzler oturu­
yordu. Kız kardeşlerden Martha ( <Matşek> derlerdi, öylesine
masumca Polonezleştirirlerdi bazı şeyleri o zamanlar) baba­
mın daha o zamanlardan eski moda (<yeni Stolze> •• derlerdi
o başka) steno yazısını okumayı öğrenmişti. Bunu öğrenebil­
mesi de - bu bana daha da masalsı geliyordu - bu hiyeroglifleri
okunabilir metinlere çevirebilme becerisine sahip olması, yani

lng. Nereye gidiyorsun? -yhn


H. A. Wilhe\m Stolze, Almanya ve Avusturya'da kullanılan stenografinin
kurucusu ( 1 798- 1867) �

39 2
daktilo bilmesi sayesindeydi. Yüksek bir bebek sandalyesine
oturarak hantal bir daktiloyla yapardı işini; bu aletin o cüce
kadının çocuksu parmaklarına itaat etmesini, diğer taraftan da
onca masifliğine rağmen makine yerine konduğu için ezilip
büzülmesini insan anlayamazdı doğrusu. İtalik harflerle ya­
zan bir daktiloydu çünkü, yazılar sanki insan, hatta bir kadın
elinden çıkmış gibiydi. Yıllarca bu makinenin el yazısını Mat­
şek Hanım'ın el yazısı zannettim gerçekten de. İşte ayda iki
ya da üç kez babamın baştan aşağı eksantrik hiyerogliflerle
dolu sayfalarını oraya götürür ve açık mavi renkte daktiloya
çekilmiş olarak (üç dakikalık mesafe için kumanya olarak bir
öksürük şekeri verilmeden çıkmazdım oradan) alıp geri ge­
tirirdim, bunlar babamın sondan bir önceki hiyeroglifleriydi.
Bu kuryelikler her seferinde, benden otuz yaş büyük olmasına
karşın babamın, bu arada o zamanlar şimdiki benden otuz yaş
gençti, ona temiz nüshayı teslim ederken, kısmen kibarlıktan
kısmen de düşünce gücümü sınamak amacıyla beni, onun için
vazgeçilmez olduğuma, bu götürüp getirmeler olmasa hiçbir
kitabının çıkamayacağına, aksine her sayfanın ilk başta onda,
sonra da Steinitzler'de ortalıkta öylece duracağına iknaya ça­
lışmasıyla son bulurdu . Söylediklerine pek inanasım gelmi­
yordu ama hiç inanmamak da işime gelmiyordu . İşte böyle,
Steinitzler'e doğru gidiyordum ki Ch.'nin bana seslendiğini
duydum, daha üç adım bile atmamıştım. Ziyaretimden vaz­
geçtim, dönüp arabaya bindim.

Grabiszynska

Daha yarım dakika geçmemişti ki durup dururken geniş, fe­


rah, Los Angelesvari bir bulvarda bulduk kendimizi, daha
doğrusu buraya savrulduk; tıpkı radyonun düğmesini azıcık
çevirip başka bir kentin ya da ülkenin yayınına savrulur gibi.
On katlı, hepsi pent houselarla taçlandırılmış yapılar arasında

393
ilerliyoruz. Her biri tek başına duran, ayrıca ustalıkla birbiri­
nin çaprazına oturtulmuş, komşusunun ışığını ya da havasını
engellemeyen apartmanlar. Mimarileri ve yapı planlan hayli iç
açıcı; pek deli dolu gözükmedikleri halde tutucu ya da göste­
rişli de değiller, diğer büyük, ölçülü modern büyükkent proj e­
lerindekilerden hemen hemen farksızlar.
Ch. rahatlıyor, geri döndü, yeniden Dünya'da. Buna kar­
şılık ben kendimi asıl şimdi, yeraltında, ölüler aleminde his­
sediyorum. Çünkü geçmişte kalanın yokluğu , demin Bran­
denburger ve Hohenzollem Caddeleri'nde olduğu gibi gelip
yerlerine kurulan boşlukla değil, geçmişte kalanın ya da boş­
luğun yerinde başka bir şey uzandığında tescilleniyor ancak.
Benim gözümde Breslau ancak bu olumsuzlamanın olumsuz­
lanmasıyla nihai olarak yok edilmiştir. lşte bu deneyimi demin
Grabiszynska'da yaşadım. Bu ulica· bir zamanların Graebsche­
ner Caddesi'nin olduğu yerde uzanıyor ya da bu muhteşem
modern Ulica Grabiszynska'nın, anlaşılan kalıcı olduğu yerde
bir zamanlar, 1 945 yılına dek, nedendir bilinmez <Graebsche­
ner> denen bir cadde yayılıyor, pardon daralıyordu.
Şimdi, şu anda otel odasında oturmuşken söylemesi ko­
lay. Oysa biraz önce, Grabiszynska üzerindeyken iki şeyi aynı
anda düşünmek asla mümkün değildi benim için. Eskinin kü­
çük burj uvamsı kalabalık alışveriş caddesini, şu an önümde
gördüğüm Graebschener'i gözümün önüne getirmem olanak­
sızdı demin. Görünür olan, hiçbir Breslaulunun öngöremediği
yeni şeylere bakışım, önümü kapatmıştı. Artık yer etmiş olan
bu yenilikler, tartışılmaz ve alt edilemez biçimde, geçmiştekini
bastırmakla kalmıyor, onun geçip gitmişliğine dair bir kavrayı­
şa da yer bırakmıyor, öyle bir kavrayış dahi tasavvur edilemez
hale geliyor. Mekanda bir noktada aynı anda iki farklı nesne­
nin olamayacağı yasasına, mekanda bir noktada aynı anda iki
farklı zamanın olamayacağı yasası denk düşüyor galiba.

Lehçe, "Sokak, cadde� -çn

394
Sebiller, "yeni yaşamın yıkıntılardan doğduğunu" öne sür­
müştü; yeni yaşamın yıkıntıyı nihaileştirdiğini söylemek daha
doğru. Brandenburger Caddesi'nin yokluğunu, henüz tahrip
edilmeden (inşaat makineleri yıkıntıların olduğu boş arazide
duruyorlardı, çok geçmeden her şey tam anlamıyla bitecek)
son anda görmüş olmam ne büyük şans. Şimdi boşluğun he­
nüz korunduğu yerde, yakın gelecekte herhangi bir şey yük­
selecek büyük olasılıkla, yeni ve büyük bir şey, tahminen o
büyük Grabiszynska Yapı Kompleksi'nin devamı olacak.

Biliyorum, biliyorum, tüm bu söylediklerim feci, korkunç tu­


tucu geliyor kulağa. Ama nihayetinde hepsi benim açımdan
böyle sadece. Şu bulunduğumuz yerde, benim gibi her şeyini
yitirmiş anakronik biri, işte böyle biri, hani nasıl denir, bu­
rada "ne arıyor"dur! Kenara çekilsin, yeni bir sürü şeylerin
yükseleceği yerlerde durmasın. Burada yalnızca bugünün in­
sanlarına yer var. Yarının genç Polonyalılarına ait bu bulvar.
Bu kaleme aldıklarımın onlar için hiçbir anlamı yok elbet­
te. Onlardan, üzerinde yaşadıkları toprak parçasının geç­
mişin yıkıntılarından oluştuğunu, bu Grabiszynskaları'nda
<Graebschener>in mezarları üstünde oturduklarını düşün­
melerini, buna dair bir duygu beklemek de hakikaten olur
şey değil. Üstelik burada eskiden varolanın onların dünyasına
ait olmadığını, hatta onlar tarafından tahrip edilmediğini dü­
şünürsek bir de, öyle bir beklentinin saçmalığı hepten ortaya
çıkar. Bunu yapanlar asıl ilk onların ülkelerini yakıp yıkmış,
budamış, halkını katletmiş olanlar. Bir vakitler kendilerine ait
kenti yerle bir etmiş olanlar da aynı kişiler.
Yo hayır, benim bu görmüş olduğum, Breslau değil. Wroc­
law. Burada yer almakta da tamamen haklı. Bu kente, gelecek­
teki her şeyin gönlünce olmasını diliyorum.

395
Damdaki ağaç

Etrafı yeni yapılarla çevrili biraz tuhaf bir kule, bir meydanın
odak noktası olacak gibi görünüyor. Bir yerlerden tanıyorum
bu yapıyı ama çıkaramıyorum. Dört katlı, ilk üç katın her bi­
rinde üç dar romanesk pencere deliği açılmış, en üst kat bü­
yük, tek bir köprü kemerine benziyor. Çatıdaysa çalılar hatta
küçük ağaçlar var. Haritaya bakınca anlıyorum nerede oldu­
ğumu. O zamanlar hayli taşralı, hiç şüphe yok, yapı olarak
da sıradan <Güzel Sanatlar Müzesi>nden tesadüfen arta kal­
mış son parçanın önünde duruyordum. Ancak bu son kesit,
yalnızca bir parçadan ibaret haliyle, bütünün yok edilişinin
intikamı olarak, müzenin sağlam halinden çok daha güzel ol­
muş bir bakıma; hatta içerisinde şimdiye dek duvarlarda asılı
olan her şeyden daha güzel olmuş denebilir. Üstelik belki de
daha sahici. Bir yapının gerçek bir harabeye dönüşmesi için
sağlığında sahici olmuş olması gerekmiyor ne de olsa. Taşra­
lıymış, sıradanmış, doğrusu hiç önemi yoktu, on yaşındayken
içinde turlayıp durduğum bu müze benim için Akropolis'le
Louvre'un birleşmiş haliydi. O Antikçağ salonunda, Venüs'ün,
Ege'nin köpüklü sularından ilk çıkışı yok mu, benim için ora­
daki kırık alçı mermerdi, mermer ten ve tense şahaneydi. Yağlı
boya resimler gördüğüm ilk yer de orasıydı. lkinci katta du­
varlarda asılı o tablolar üçüncü sınıf da olsalar, okul çocukla­
rının yaptığı şeyler ya da kopya gibi de dursalar, portre nedir,
peyzaj nedir, onlardan öğrendim. Çocukken yaptığım çizim­
lerin her boş anımda resim yapıyordum üstelik Hals'ın,
ya da Rembrandt'ın ya da Ostade'nin ya da Goyen'in ya da
Cuyp'ın öğrencilerinin elinden çıkmış gibi gözükmesi başka
türlü açıklanabilir mi? Gerçekten de bu kulenin yukarısında
(yoksa sağında ya da solunda, şimdi boşluk olan yerde miydi,
acaba bu arta kalan taraf, müzenin orta kısmı mı yoksa sağ ya
da sol yan cephelerinden biri mi, bilemeyiz artık doğrusu) ,
işte ilk kez orada yukarıda açtı kapılarım bana sanat krallığı;
resimsiz ve tablosuz düşünemeyeceğim yaşam orada başladı
benim için; aynca yaşamım hala resimlerle ve resim sanatıyla
dolu. Selamlarımı minnetle o yana doğru yolluyorum. Tepe­
sindeki ağaçla bu viran yer, benim en önemli öğretmenlerim­
den biriydi.
Bir dakika sonra , Schweidnitzer şehir hendeği boyunca
ilerlerken, bir şeyin eksikliğini hissediyorum. Ne olduğunu
hemen çıkaramıyorum, etrafta bir eksiklik yok gibi görünü­
yor, özellikle irice ve masif emniyet binası sayesinde. Olma­
yanı saptamak çok zor. Şimdi ancak, yine kent planının yar­
dımıyla , henüz yerinde duran asliye mahkemesinin yalancı
burcunun karşısında aynı şekilde tamamen yalancı romanesk,
kubbeli bir yapı olan sinagogun yerinde olmadığını görüyo­
rum. Bu sinagogun neden <Yeni Sinagog> diye adlandırıldı­
ğını bilmiyorum, vaktiyle yeni olmuştur haliyle ancak benim
zamanımda sanırım pek muhteremdi artık. Şimdiyse en azın­
dan, tabii eğer hala ondan söz edebilirsek, düşünülebilecek
en yüksek yaşa vardı, çünkü artık o kadar ileri yaşta/eskimiş
ki eksikliği bile unutuldu , yo hatta eksikliğinin unutulduğu
bile unu tuldu çoktan. Bugün Wroclaw'da yaşayan hiç kimse
sinagogun kalıntılarını görmemiştir herhalde. Nazilerin daha
Breslau'yu mahvetmeden epey önce bu sinagogu yok ettiğini
tahmin etmek zor değil. Yahu kimse kavrayamadı mı hala , biz
Yahudilerin katledilmesi uğursuzluktan başka bir şey getirmi­
yor. Gözlerini kırpmadan bizi yakanlar sonra gözlerini kırp­
madan herkesi yakıyorlar. Breslau'yu yakıp kül eden yangın
l 938'de çıkarıldı; Kristal Gece'de.

Ek, Viyana, Sonbahar

l 960'ta yayımlanmış "Breslau Böyle Savaştı" adlı kitaba eklen­


miş, 22 Şubat-7 Mart 1945 tarihli , üstünde Kaiser Caddesi'nin

397
havaalanı yolu olarak işaretlendiği 5 numaralı asker haritasın­
da - gözlerime inanamıyorum - bu onyıllardır olmayan sina­
gogu keşfediyorum, hem de sanki o zaman daha hiçbir şey
olmamış gibi eski adıyla yani <Yeni Sinagog> olarak yer alıyor.
1945'te başına neler geldiğini düşünürsek, hem sadece onun
değil, bütün sinagogların, dahası sadece sinagogların değil
onun içinde toplananların da, bu 45 yılının haritasına sina­
gogu alanların ve bu kaydı 60 yılında devralanların avanak­
lığına ve saygısızlığına resmen ne diyeceğini bilemiyor insan.
İnsanları ve o insanların kutsal saydığı şeyleri havagazı olarak
görüp yok ettikleri yetmemiş, onları yok ettikleri gerçeği bile
artık havagazı geliyor kendilerine.

Otelde

Vestiyer görevlisi biraz önce bana - turistik bir yeri anlatıyor­


muş gibi bir ses tonuyla - Grabiszynska 330 Numara'da, 1945
Nisanı'nda, oradaki göğüs göğüse çarpışmalarda ölen Polon­
yalı askerlere ait iki toplu mezar olduğundan söz etti. Hatırlar
gibiyim anıta benzer bir şeyler gördüğümü, ama demin önün­
den geçip gitmiştik. Durmak gerekir miydi ki? Burada akla
ölüleri getirmeyen bir şey mi var sanki? Breslau'nun kendi bir
toplu mezar. Daha büyük bir toplu mezarın içine yerleştirilmiş
bir toplu mezar. Saygısızlık değil bu. Olsa olsa duyduğum acı­
ya karşı bir saygısızlık, kutulara koyup yerleştirme türünden
şeylere gelemeyen bu acıya. Sonradan şapka çıkarıyorum ger­
çi. Ama diğer taraftan da bunu boşuna yaptığım, bu ölüleri ve
ölümlerini artık tek tek tasavvur edemediğim bilinci var.

Otelde

Akşam yemeği sonrası. Ch. hemen uykuya daldı. Beni buralara


çeken şeyin ne olduğunu bir bilsem Yurt özlemi mi? Elli yıllık
uzaklık boyunca Breslau'dan ne bir görüntü ne bir kule ne de
bir çocuk odası yolunu şaşınp girdi rüyalarıma Aşağıda takır­
,
dayan tramvaylardan hiçbiri 'a streetcar named desire . olmadı.
Dün akşamdan beri bir kez bile burada kalma isteği duymadım.
Tam da bu düşünce absürd Ne peki? Hani denir ya "kendimi
mi aramakla meşgulüm" ? Saçma. Kendimle onyıllardır ilgilen­
medim Yaşamlarım, geçmişlerinin külünü eşeleyip durmakla
geçiren ya da başka insanların yardımıyla ömürlerinin embri­
yona! dönemlerine ait ıslak kundak bezlerini son anda ucun­
dan yakalamaya çalışanlara budala gözüyle bakmışımdır hep.
Ben daha bu insanların ne yaptıklarım bile anlamış değilim
Ama yine de buraya gelmenin akıllıca bir karar olduğu tartı­
şılmaz. En azından, bu ölüler diyarı bir kaplıca kadar iyi gel­
di bana. Bu dinlendirici seyahate çok daha önce karar vermiş
olsaydım daha doğru olurdu belki de. Ne peki? Antaios'mut*
Bu daha da saçma. Hep kuşkuyla bakmışımdır o herife. Sadece
yere temas etmeyle, nakavt olmuşken bile, hemen tekrar gücü­
ne kavuştuğu yolundaki iddia, anti-şehir efsanesinden başka
bir şey değil. Ben her halükarda Herakles'in tarafım tutmuşum­
dur oldum olası. Herakles değil miydi bu 'kan ve toprak'tan he­
rifi, soluğu kesilene dek havada tutmayı başaran. Ben şimdi bu
Antaios gibi biri miyim yani? Gücünü kökeninden alan? <Kö­
ken> sözcüğünü duymak bile tepemi attınyor. Yaban ellerden
aldım gücümü ben. Daima <özgürce salındığım> gerçeğinden
bir de. Onyıllar önce sürgünde bir yerlerde not aldığım:
Bizi harekete geçirendir deneyimli kılan
uzaklara kaldınp atan, ta uzaklara
hareketli yıllara borçluyuz her şeyi
çocukluğaysa hiçbir şeyi
bu dörtlük bugün de geçerli. Konuya kim kafa yorarsa yorsun.
Ch. derin uyuyor. Usulca sıvışıp eve gidiyorum.

lng. Bir arzu tramvayı; Tennessee Williams'ın eserine atıfla -yhn


Yunan mitolojisinde, yorulunca annesi olan topraktan güç alan, Posei­
don ile Gaia'nın oğlu dev -yhn

399
Yeniden Brandenburger Caddesi No: 54

A la recherche du temps perdu? Bilemiyorum. Yolun şu


ya da bu parçasının görüntüleri kaybolmuş olabilir. Yolculuk
uzun ve alaca bulacaydı. Fazlasıyla uzun ve fazlasıyla alaca
bulaca. Avrupa, Amerika , Asya. Durakların sayısı da kabarıktı,
hepsini eksiksiz kafamda canlandırmam çok zor, hem gere­
kir mi zaten, cui bono?* Hayır <recherche> hiç yaptığım bir
şey değildi. Ama eğer Dünya'daki ilk günü (benim ilk günüm
olur mu , elbette Dünya'nın ilk günü) gözümün önüne getir­
me isteğine kapılmışsam, ki olmuştur bazen, ön planda çiçek
açmış akasya ağaçlarıyla, arka planda pis kum havuzlarıyla,
Hohenzollern Meydanı'nı; bir köşeden diğerine sırıkla yürü­
yen, sözde benimle özdeş ya da ben onunla özdeşim sözde,
Günther adındaki çocukla (her iki versiyon da aynı oranda
deli saçması, her ne kadar kuşkusuz aynı oranda gerçekse de)
Brandenburger Caddesi'ni ve önündeki sağlı sollu, çıplak, sa­
kallı , kaslı adamlarla evin giriş kapısını. . .
Kısacası, yaşamımdaki, belleğime kazınmış bu ilk görün­
tüleri gözümün önüne getirebilmek için yazgı beni nereye
götürüp bırakmış olursa olsun, Avrupa, Amerika ya da Asya
fark etmiyordu, sadece gözümü kapamam yetiyordu, başka bir
şeye asla ihtiyacım olmadı. Gözümü kapayıp çağırdığım anda
geliyordu bu dünya ve ben yuvaya dönmüş oluyordum. As­
lında şimdi de başka bir şeye ihtiyacım olduğu söylenemezdi.
Ama ne diye? Ne diye yedekte durana, yani resme çağrı
yapmalıyım ki? lşte buradayım ya. Yuvaya döndüm ya işte.
Selam sana ey suskun ev.

Buradaki her metrekare, aynı şekilde herhangi bir başka ülke­


de ya da herhangi bir başka onyılda da sırıtmazdı. Kaba bir çi­
tin arkasındaki balçıklı zemin , arka tarafa doğru biraz yükseli-

Lat. Kimin işine yarayacak? -yhn

4 00
yor, bir amfi gibi, en iyi ihtimalle bir inşaat arsası. Çitin önünde
de balçıklı zemin var, şu anda durduğum, zamanında tabii ki
asfalt olan yerde - henüz asfalttı ya da çoktan asfalttı - bugün,
zamanında buranın asfalt olduğunu ayırt edebilecek insan da
çıkmaz artık Tanrı da, biliyorum. Her zaman öğrenilecek bir
şeyler çıkıyor. Örneğin yirmi yıldır kaldırım taşları olmayan
bir sokağın ya da ne dersek diyelim bu şeye , hiç kaldırım taş­
lan olmamış bir sokaktan zerrece farkının olmadığı; öncesiyle
sonrasının birbirine benzediği, hatta adeta iç içe geçtiği; arada
bir şeylerin, kısa süren bir tarihin, karanlıkla karanlık arasın­
da bir aranağme olduğu.
Çit, sanırım, burada Hohenzollern Meydam'nda , ya da adı
neyse artık , sağa sola koşturarak oynayan çocukları (bizim za­
manımızdan bin kat daha iyi yapabiliyorlar bunu , çünkü mo­
lozlar, vadileri ve zirveleriyle sıradağları aratmıyordu) , çitin
arkasında kalanlardan koruma amacına hizmet ediyordu. Ora­
da çitin arkasında şimdilik bir şey belli olmuyor, sadece mo­
loz ve toprak var, ama bugün tatil, ölü bir gün, orada hafriyat
için duran araç da bu boşluğun çoktan bir inşaat alam oldu­
ğunun göstergesi. Dün burada sıkı bir çalışma yapılmadığını
kim söyleyebilir, belki de yarın bodrumun (elli beş yıl önce
Hilde'yle kıran kırana, unutulmayacak bir meydan muhare­
besi yapmıştık orada, kilere istiflenmiş patateslerle birbirimizi
bombardımana tutmuştuk, akşam üzeri ancak, pislik ve kan
revan içinde bulmuşlardı bizi. Otuz küsür yıl sonra ise, yani
yirmi bir yıl önce, sonradan akıbetleri bilinmeyen genç çocuk­
lar makineli tüfekler kullanacaklardı aynı yerde) , işte belki de
yarın bu bodrumun yeri kazılıp temizlenecek. Yerine bir şeyler
inşa edilebilsin ve hiçlikten geriye hiçbir şey kalmasın diye.
Balçık, gazete yırtıkları ve tuğla kırıkları arasında beyaz bir
şey göze çarpıyor, bir tavuk kemiği olmalı, ama belki de bir
insan kemiğidir, şaşırtmazdı doğrusu. Ama yinni bir yıl sonra
böyle bir insan kemiği, tavuk kemiğinden daha korkunç gö-

4 01
rünmezdi ve başka bir varoluş biçimine ait olması da düşü­
nülemezdi. O zamanlar, daha hayattayken henüz, bir kuşun
bedeninde mi iş gördüğünü, yoksa bizden sonraki kiracılardan
birinin bedeninde mi yer aldığını, yoksa evimizin çöken tavan­
larından birinin altında gömülü Sibiryalı bir piyade erine mi ait
olduğunu, bunu artık şimdi ne kemik söyleyebilir ne biz.
Tartışılmaz biçimde arta kalan bir şey varsa o da yolun
taşıtlara ait kısmındaki döşeli taşlar, belki bir de (kaldırımın
kendisi artık sadece balçıktan oluştuğu halde) az çok eşik ye­
rine geçen oluklu kenar taşlan Ortalık yangın yerine döndü­
ğünde yoldaki asfalt da eridi sanının.
Çocukluğumda, burada oturduğumuz zamanı takip eden
bir iki yıl boyunca arkeolog olmak istemiştim. lşte şimdi geç
de olsa arkeolog oldum. Tıpkı Claude Lorrain'ın, bir zamanlar
Augustus'un tezahüratlarla alkışlandığı, Forum Romanum'un
otlarla kaplı güzel taşlarının üstünde usulca gezinmesi gibi -
yam başında da inekler otluyordu - dikkatlice atıyorum adım­
larımı, elli beş yıl önce Hohenzollem Meydanı sırıkla yürüme
yarışmasında üç-sekiz yaş grubunda birinciliğimi ilan ettiğim
bu fiyakalı beton zeminde. Her taraf çamur. Elbette çamur o
zaman da vardı, sırıkla yürüdüğümde de, ama <vardı> ne de­
mek ki, ne görülüyordu ne biliniyordu ve hiç kimse, betonun
birkaç santimetre altında, yerkürenin merkezine dek, hatta
oradan antipoddaki yüzeye dek, her yerin çamur olduğunu
aklına getirmiyordu. O olduğu gibi duran kütleninse, insanın
müdahalelerinden ve fiyakalı beton zeminden çıkan seslerden
hiç haberi yoktu. lşte bu kütle burada şimdi yeniden baş gös­
termiş durumda. Otele geri dönüyorum.

Babama gidişim

Schweidnitzer Caddesi'ni ve Schmiede Köprüsü'nü geçiyoruz.


Babamın her gün derslerine giderken kırk dakikasını harca-

4 02
<lığı mesafenin kısalığına şaşırmadan edemiyorum. Breslau'da
yaşadığı yaklaşık yirmi yıl boyunca, garibim bu yolu birkaç
bin kere gitmiştir herhalde, üstelik sadece yürüyerek ya da
tramvayla. Otomobil mi? 1906'da ona, günün birinde, 66
yılında, benim bu mesafeyi hem de kendi arabamla katede­
ceğim söylenseydi, babam bunu, oğlunun gelecekte Breslau
belediye başkanı olacağı kehaneti kadar avanakça bulurdu.
Oğulsa kahinin söylediklerine zaten hiç metelik vermezdi. O
vakitler benim gözümde arabalar bütünüyle doğaüstü varlık­
lardı çünkü. Hele Breslau'da gördüğüm ilk araba var ki: Ko­
caman tekerlekli Triumph markaydı, imparator - <imparator
manevrası>na gelmişti Breslau'ya - arabanın içinde süzülerek
yavaşça Garten ve Schweidnitzer caddelerinden geçmişti (ya­
nılmıyorsam zırhlı süvari kılığındaydı, kıvrık çizmelerle ve
kafasında kuyruklu korkunç bir miğferle, belki de Bismarck
görüntüleriyle karıştırıyorum, neyse) . Gördüğüm ilk otomo­
bil, içindeki imparatorun, birkaç yıl sonra sözde onun için
Mame'de ya da Karpatlar'da canlarını veren ve böylece artık
kendisine sevinç gösterilerinde bulunamayacak olanların al­
kışlarını acele tarafından kabul etmesi için Breslau'nun ana­
caddelerinde süzülerek ilerleyen 'fayton'du. O zamanlar işin
bu yanını bilmiyordum tabii, tıpkı ona el sallayan binlercesi
gibi. Tek bildiğim, daha doğrusu gördüğüm, kendisinin ya
da faytonunun ata ihtiyaç duymaması ve caddede <öylesine>
zahmetsizce ilerleyebilmesiydi. Bu olgu ona masalsı bir ihti­
şam kazandırıyordu, bir tür kral-imparator ihtişamı, mutlak
kudret ihtişamı. At sırtındaki sürüyle generalin, bu doğaüs­
tü taşıtın etrafında fır dönmesinin ve içinde süzülüp duran
haşmetli varlığa hürmet göstermesinin, benim açımdan an­
laşılmayacak bir yanı yoktu. lşte yaşamımın ik otomobili
buydu. Üzgünüm, bu ihtişam kalmadı artık. Majestelerinin
zafer coşkusu yaşadığı yerde şimdi her geçen çöp arabası üs­
tünlüğünü ilan ediyor, yirmi küsur yıl önce de zırhlı birlik-
ler üstünlüklerini ilan etmişlerdi. Günümüzde ben bile atsız
süzülebiliyorum, <öylesine işte>, Schweidnitzer Caddesi'nden
aşağı, milyonlarca İmparator Wilhelm'den biri olarak. Tabii
artık caddenin adı Schweidnitzer değil de Swidnica, oradan
da Schmiede Köprüsü'ne, tabii adı artık Kuznica olan. Daha
oraya bir dönüp bakamadan, 50 ya da 60 yıl önce olduğu gibi,
üniversitenin önünden geçtim.
Kendimi <Fechterbrunnen>in • önünde buluyorum. (Bu
gülünç ve baştan savma iş de zarar görmeden kalmış) . Tam,
babamı beklediğim yerde duruyorum, seminerlerinden çıktı­
ğında sık sık karşılardım onu. Ne göreyim (hayır kesinlikle
<bir de ne göreyim! > değiL hiç şaşırmadım doğrusu, başka ne
olacaktı ki orada), babamın binası ! Kurduğu enstitüye tahsis
edilen o harika, Barok stili eğitim binası, o da - hem de eski­
den nasılsa öyle - duruyor hala. Birazdan, yanında ona eşlik
eden bir öğrencisi, büyük olasılıkla en sevdiği öğrencilerinden
Hermsen, 191 5'te gönüllü olarak katıldığı savaşta Flandre'de
yaşamım yitiren Hermsen, evet birazdan Barok kapıdan dışarı
çıkacak, elini gözlerine siper edip beni görmek için bakına­
cak, ben ona soyadımızla sesleneceğim. Peki ama bu arabayı
gördüğünde gözlerine ve de kulaklarına inanabilecek mi, duy­
duğu sesin arabadan geldiğini fark edince ne yapacak? Benim
ben olduğuma inanacak mı?
Bir şeylerin yok olup gitmesi zaten yeterince üzücü. Daha
da kötüsü bazen yok olmayıp kalmış olmaları. O zaman baş­
ka bir şey yok olup gidiyor çünkü: Bu arada kendi yaşamış
olduğun hayatın zamanı ve gerçekliği. Burada duruyorum şu
anda ve yine 191 0'dayız. O zamandan bu zamana olup biten
her şey silindi. Geriye kalansa yaşanmış olanın ölümü. Son­
radan Berlin'de yaşadığım, olmamış hiç. Daha sonra Paris'te
yaşadığım olmadı. Daha sonra New York'a kaçtığım da olmadı.

Breslau Üniversitesi önünde bulunan anıt, Alman heykeltıraş Hugo


Lederer'in (1871- 1940) eseri -çn
Hitler de olmadı. Hiroşima da olmadı. Auschwitz de olmadı.
Vietnam da olmadı. Gitmeliyim buradan, bir an önce gitmeli­
yim ! Harabelere dönmeliyim gerisin geri, içinde bulunduğu­
muz günün önceki gün değil bugün olduğunu kanıtlayan o
hoş harabelere.

Höfchen Sokağı, 8 Temmuz

Aklımda yarım saat olarak kalmış uzaklıklar arabayla sıfıra


indi. Bunu bilmiyor değilim elbette. lyi de bilmek dediğin ne­
dir ki? Yola çıkmamızla ortasına dalmamız bir oldu. "Burası
Höfchen Meydanı" diyorum Ch.'ye "Neresi?" diye soruyor ve
bu tenhalıkta, aslında bana kalırsa <meydan>dan başka hiçbir
şeye benzemeyen bu tenhalıkta, öyle ayn bir meydan görme­
diğinden benim iddiamı "the overstatement of the year''* diye
nitelendiriyor. Kendi perspektifinden haklı elbette. Ona gö­
rünür olan tek şey ortada duran yalancı gotik, kırmızı bina.
Herhangi bir sigorta kuruluşunun kutusu. Oysa benim için
görünen çok daha fazlası. O zamanki Höfchen Meydanı'nın
çehresini belirleyen, vasatlığı aşamasa da ona en azından ken­
dine özgü bir görünüm kazandıran bu kutuydu . Bu kutu
hala mı yoksa yine mi, hiç önemi yok - şimdi de vardı. lşte
o yüzden meydan da var. Üstüne üstlük bir adı da var yine
artık. <Yine artık> diyorum, çünkü elbette adı <Höfchen Mey­
danı> değil, bambaşka bir şey ve elbette yirmi yıldan fazla bir
süredir öyle. O nedenle halihazırda yirmi yaşına varmış bazı
doğma büyüme Breslaulular için buradaki boşluğun hiç başka
bir adı olmadı. Tuhaftır ki bu ad bir Yahudi adı hatta, <Lud­
wik Hirszfeld> yani. Kimbilir kim ya da bu adı seçmelerinin
••

nedeni ne? Hem neden bu ad <Höfchen>den daha kötü ya da


isabetsiz olsun ki. Belki de Ludwik Hirszfeld bir direniş sa-

lng. Yılın abartısı -yhn


Polonyalı tanınmış tıpçı ( 1884- 1954) -yhn
vaşçısıydı, yararlıklannın ne olduğu meçhul Höfchen Bey ya
da Hanım için de benzer şekilde onurlu bir şeyden söz edi­
lebilir mi bilemiyorum? Sadece Höfchen Meydanı'nın değil,
aynı zamanda bu olmayan meydana çıkan, olmayan Höfchen
Sokağı'nın da, meydandan da az var olan, çünkü tek bir ev bile
çıkaramayan bu sokağın da adı var. Her neyse. Bu var olmayan
sokağa Tadeusz Zielinski* adını vermişler, telaffuzu zor bu ad
da Hirszfeld adı kadar az şey anlatıyor bana, ama sokağının in­
şası işini halledeceğine inanıyorum. Bir şeyin adı varsa, günün
birinde kendi de olacaktır. Sokaksız bir ad, adsız bir sokaktan
daha fazla şey vadediyor. Bir kez daha buraya gelecek olursak
(hiç sanmıyorum doğrusu, bu sefer bile buradan sağlam çıka­
cağım kuşkulu, doğum günümü burada geçireğim düşüncesi
bile canımı sıkıyor, ama diyelim ki bu vahşi hayvanı bir kez
daha tahrik edecek kadar uzun ömürlü ve akılsızım) sana söz
veriyorum, gezintimizi, tartışmasız var olan ve sağlam bir be­
ton zemin döşenmiş bir Ulica Tadeusza Zielinskiego ve tartış­
masız hoş bir <Plac Ludwika Hirszfelda> üzerinde yapacağız.

Arabadan ineli çok oldu, kafamı kaldırıp Temmuz göğüne ba­


kıyorum. Bu bakış bende alışkanlığa dönüştü gibi.
Ne var orada?
Hiç.
Ne tür bir hiç?
Bir pencere.
Nasıl bir pencere ki?
Bir zamanlar annemin bana gösterdiği. Tam bu bulundu­
ğumuz yerden. Bu basamaklarda dururken. Şurada yukarıda,
olmayan bir evin olmayan dördüncü katında, 101 no'lu evin,
(evet 1 0 1 , bu rakam yaşamımın asla silinmeyecek üç dört ra­
kamından biri) olmayan Höfchen Sokağı'nda. Annem bu pen­
cereyi hep bir tür törenle göstermiştir. Onun açısından çok

Polonyalı yazar ( 1 859- 1944) -yhn


büyük önemi varmış gibi. Benim için de çok büyük önem ta­
şımasını arzuluyormuş gibi.
Peki var mıydı senin için önemi?
Zannederim evet. Gel gör ki onun istediğinden büsbütün
farklı bir şeydi bu. Çok eskilere gidiyorum şimdi ve anlatıyo­
rum:
Farzet ki diyerek başlıyorum, şimdi annem, bir fanfar eşli­
ğinde şurada sahne alsa, sallanan devekuşu tüyleriyle süslü,
değirmen taşı büyüklüğündeki hasır şapkasıyla, sol elinde yeşil
renkte güneş şemsiyesiyle , yaka baliniyle çenesine dek iliklen­
miş beyaz bluzuyla, yere değen koyu renk eteğiyle, sağ elinde
denizci giysisiyle ben, kısacası bir tür (biraz edeplice söyler­
sek) Toulouse-Lautrec figürü olarak çıkagelse ve senin önünde
dursa, kesinlikle etkilenir, "What a period play ! '' * ya da "Look
at that fantastic scarecrow ! "* * diye bağırırdın. Lakin yanılırdın
işte. Şapkasının kenarını biraz kaldırdığında - tıpkı kısa eteğine
rağmen l 966'da bir zamane figürü olmayan senin gibi onun da
- bir "zamane figürü" olmadığını görürdün. Dahası korkuluğa
benzer bir yanı olmadığını fark ederdin. Tersine hoş ve narin
bir kadındı, her ne kadar olgunlaşıp gelişimini tamamlamış ol­
duğu söylenemezse de. Görünüşü büyük olasılıkla iki bin yıl
önce Celile'de, daha sonralan Ispanya'da yaşamış ve belki de -
umarım - iki bin yıl sonra da bir yerlerde görülebilecek Yahudi
kadınlarınkini andırıyordu. Aynca halihazırdaki senden on iki
yaş daha gençti. Her ne kadar, eteğinin ucuyla <yaya
kaldırımı>nı ya da <tretuvar>ı süpürüyorduysa da (o zamanlar
<yaya kaldırımı> ve <tretuvar> sözcükleri kullanılıyordu) . Se­
nin eteğineyse, burada Polonya'da bile, biraz kocamış kızların
eteği gözüyle bakılır (bu manzarayı görse kızarıp bozanrdı) ,
çünkü dizlerine geliyor. Hayır, bunların bir önemi yok. Dedi­
ğim gibi, şapkasının ucunu şöyle bir kaldıracak olsan, altındaki

Ne şahane bir tarihi piyes yhn


-

lng. Şu korkuluğa bak, olağanüstü -yhn


melankolik El Grecovari yüz çıkardı ortaya Bir süre önce,
Auschwitz'te yani numaralanmış, sayılan yüzleri bulan (Yahu­
di kadınlara ait) pasaportlarda sayısız örneğini gördüğümüz şu
narin Yahudi kadın yüzlerinden biri; yüksek yerden gelen
emirle hepsine ikinci isim olarak lbrahim'in hikayesinde kula­
ğa hoş ve saygın gelen, Saralı (Tann'nın onu "ulusların anası"
tayin ettiği sırada yüzüne bir gülümseme yonttuğu, lbrahim'in
kansı Saralı) isminin işlendiği pasaportlarda; öyle ki sanki bu
Saralı ismi maskaralığın simgesi olup çıkmıştı, sanırsın bu say­
gın ismi taşıyanlar, artık hayat bahşetme onuruna sahip olma­
dıkları gibi kendileri dahi yaşamaya layık değillerdi Neyse. Bu
suretlerin yüzlercesi annemin vesikalık fotoğrafı olabilirdi
Onun pasaportuna da günün birinde bu saygın ve ölümcül­
maskara ikinci isim yazılacaktı, daha doğrusu bu saygın ve
ölümcül-maskara ikinci isim yazıldı bir defasında. Ama şimdi
burada bundan söz etmek bizi konudan uzaklaştırırdı, çünkü
annem, gerçek olan, şimdi 1906 yılında senin önünde duran,
kafasında değirmen taşı büyüklüğünde devekuşu tüylü şapka­
sı, sol elinde yeşil güneş şemsiyesi, sağında elinden tuttuğu de­
nizci kıyafeti giymiş ben; şu anda Auschwitz'i hem henüz bil­
miyor hem ileride son durağı gerçekten Auschwitz değiL (hani
derler ya, Tann'nın işine akıl sır ermez) aksine New York ola­
cak; bunu söylemekle anneme bir eleştiri yöneltmiyorum asla
ya da Hitler tarafından öldürülmeyenler, akıbetlerinden, yani
alınıp götürülmekten ya da gaz odasından kaytardılar gibi bir
iddiada bulunmuyorum, birinin geleceğinde ya da geçmişinde
Auschwitz'in olmaması utanç nedeni değil sonuçta, tıpkı
Auschwitz'e götürülmenin ya da götürülmüş olmanın da bir
utanç ya da liyakat nedeni olmaması gibi; ah, ne biçim bir laf
bu 'akıbetten kaytarmak', istesen de kaçamazsın, ister
Auschwitz'te ol ister New York'ta, kurtuluş yok, Manhattan'da
da günün birinde sonuçta ağrılarına yenik düşüyorsun, nite­
kim bu söylediğim yirmi yıl önce orada başına geldi annemin.
O zamanlar oysa, yani 1906'da burada dururken annem, yani
şimdi önümüzde dikiliyorken, değirmen taşı büyüklüğünde
hasır şapkası kafasında, sağ elinden tutmuş denizci kıyafetli
çocukla; benim adımı taşıyan çocuğa yeşil güneş şemsiyesiyle
yukarıyı gösteriyor, dördüncü kattaki bir pencereyi, buradan
ve günümüzden bakarak göremeyeceğimiz pencereyi; işte
1906 Temmuzu'nda, tabii çok genç o zamanlar, senden on iki
yaş daha genç, yirmi dördünde henüz, günün birinde başına
gelecek şey, yani 78. Cadde East Manhattan adresindeki ölü­
münden habersiz, o ölümden bile payını almamış daha. Kimin
nerede öleceği bugün de kimsenin kafasına takılan bir şey de­
ğil, birilerini <seleksiyonlardan> ötürü hangi ölüm türünün
bekleyebileceği sorusu da şöyle dursun. Birkenau rampasından
bu yana s2sli söyleyemediğimiz sözcük, 1906 Temmuzu'nda
çok masum henüz, hiç zorlanmadan sarf edebiliyoruz, şimdilik
büsbütün masumuz, 1906'nın Breslausu'ndayız, bir yaz günü
öğleden sonra, o gün denizci kıyafetli dört yaşındaki ben, onun
elini tutmuş bir sözünü ettiğim pencereye bir kendisine bakı­
yorum, aynca evdeki resimli Binbir Gece Masallan kitabından
kaçtığı konusunda hiçbir kuşku taşımıyorum, bu civarda on­
dan güzel kadın yok diyordum, hatta dünyada ondan güzel ka­
dın yok diyordum. Babam da hep öyle söylüyordu, doğrusunu
babam biliyordur herhalde ... Hayır, saçmalık, hiç öyle bir şey
bildiği yoktu babamın, hep öyle söylediği halde, bugün altmış
yıl sonra rahatlıkla dile getirebilirim bunu, sahiden, senden çe­
kinmemi gerektirecek hiçbir neden de yok, ne babamı ne anne­
mi tanıyabildin sonuçta - tanıma ihtimalin bile yoktu - hayır
babam kadınlan hiç anlamadı, annemi başka kadınlarla kıyas­
lamak rüyasında bile aklına gelmemiştir, <kadınlar> sözcüğü­
nü asla ağzına almazdı sanıyorum, sadece o çoğul hal bile ona
çokeşlilik gibi gelirdi. Sahiden bugün bile çok iyi hatırlıyorum.
Hep, annemin <tanıdığı en güzel kadın> olduğunu iddia etmiş­
se de, bununla annemden çok kendini anlatmış oluyordu - her
ne kadar sadece onu sevmişse de, ki bundan zerrece kuşkum
yok, bununla aynı zamanda, daha doğrusu her şeyden önce
tam da kendi deneyimsizliğini ve monogamik korkaklığını er­
deme dönüştürmüş, bu erdeminden ötürü kendi göğsüne bir
madalya takmıştır. Hayır, annem en güzel kadın değildi (tabii
bunu ancak birkaç yıl sonra ve çok şaşırarak anladım) , ne ya­
zık ki gerçek bir oryantal güzellik, bir 'Şaron çiçeği, vadideki
gül' olacak kadar açılamadı, çünkü Doğulu prenses yüzüne kız
lisesinden, çalışma hırsından ve dediğim dediklikten bir şeyler
yerleşmişti, şaşırtıcı yam da yoktu bunun, çocukluğunu, daha­
sı genç kızlığını da, hatta doğrudan düğününe kadarki zamanı­
m tam bir anaerkil evde geçirmiş olma şanssızlığını yaşamıştı.
Öyle bir ev ki tamamen erkeksiz ve cinsiyetsiz bir kraliyet. Sak­
sı palmiyeleri arasında rahat koltuğuna kurulmuş olarak hü­
kümdarlığını sürdüren bir büyük nine (ben de görebildim onu
hükmederken, "dik dur bakayım" , doksanlık ninemizin bana
söylediği yegane sözcüklerdi) . Kısacası annem, amansız bir bü­
yükanne dışında yalnızca hatunların ve 'ast hatun'lann olduğu
bir evde büyüdüğü için, aslında sadece 'ast hatunlar'ın desek
daha doğru olur, çünkü büyük ninenin kızı yani annemin an­
nesi de, bu nazik ve erken dul kalmış kadın da felçli kocasının
dünyadan ayrılmasının ardından yeniden bir kız çocuğuna, de­
yim yerindeyse bir bakireye dönüşmüştü ve öylelikle, kendi
annesinin somurtkanlığı eşliğinde hayat bahşettiği diğer altı
kız (teyzelerim) gibi onun da sözü hiç geçmiyordu; kısacası
annem, büyükanne tarafından yönetilen, bir anne ve beş kız
kardeşle çevrili olarak ve tabii çamaşır sepetleri, küçük sonat­
lar, kasnaklar, Fransızca dilbilgisi kitapları, jüponlar, tabular,
şapkalar ve tabii Kaulbach'ın resimlediği klasiklerden oluşan -
bir de kendiliğinden ve perpetuum mobile· misali ayakta kala­
mayacağından, tam tersine, çekilip çevrilebilmesi için - aynca
bir küme daha başka hatunu, yani dadıları, hizmetçi kızlan,

Lat. Devridaimle çalışabileceği düşünülen araçlar -yhn

4 10
Fransızca öğretmenlerini, piyano dersi verenleri, dikişçi kadın­
lan gerekli kılan bu hatun imparatorluğunda büyüdüğü için ...
işte annemin dünyası bunlardan ibaret olduğu için; üstüne üst­
lük, sert huylu büyükanne, bu mal mülk zengini, hem de erkek
reisi olmayan Yahudi imparatorluğunun, etraftakilerce her gün
gözlem altında, dahası her gün şüphe altında tutulduğunu ve
böyle bir tehlikeden korunmak için, hükümdarlığın yüksek
ahlaki düzeyinin her gün yeniden ortaya konması gerektiğini
bildiğinden, emrindeki bütün canlılara belli sorumluluklar
yüklemişti. Yerine getirilip getirilmediğini Argos misali izleyip
denetlediği kenarları yaldızlı olması zorunlu hayır işleri örne­
ğin. Bütün bu ödevlerin konu komşuya mesafeli bir biçimde
açık edilmesi işine ise doğrudan ulaklar ve hizmetkarlar bakı­
yordu. Yeniden anneme dönüyorum ya da o hatunlar dünya­
sındaki adıyla Klaracık'a. Annem (pek yaratıcı oldukları söyle­
nemeyecek altı kız kardeş içinde en beceriklisi) daha on beş
yaşındayken, yani 92'de ya da 93'te, yani bana hayat bahşetme­
sinden on yıl önce, körler yurduna yollanmıştı. Alman kültü­
ründen mahrum kalmışlıkları kendi suçlan olmayan genç kız
ve kadınların geç de olsa bu kültürden sebeplenmeleri için bu
garibanlara, onlar örgü ya da sepet örerken Schiller, Kömer,
Platen , en çok da tabii ki Geibel'den pasajlar okuyordu. Görme
yetisinden yoksun olmasalardı asla bir yerde duyamayacakları
şiirler. Neyse, taze tutkusuyla ya da gençliğinin verdiği tutkuy­
la Klaracık (altmış yıl sonra, hem de sürgünde, tek sağ kalan
kız kardeş Wally bununla gurur duyuyordu) yalnızca bu yok­
sul ve ama kadınlan belli aralıklarla duygulandırıp ağlatmakla
kalmıyordu - körler yurdunun müdürlerinin de Klaracık'ın ba­
şanlannı övmede birbirlerinden geri kalır tarafları yokmuş de­
niyor - asıl başarısı, bu hatunlar klanının onlarca yıllık tarihin­
de, klana kazandırdığı itibar nedeniyle, sert mizaçlı büyükanne
tarafından hem de diğerlerinin gözü önünde alnına öpücük
kondurulan tek üye olma bahtiyarlığına erişmesiydi.

4 11
lşte yaşananların bir bedeli oluyor haliyle, iyilik de cezasız
kalmıyor aynca, bunlar annemin tuhaf yüz ifadesini açıklıyor.
Aslında bu yüz Tanah'taki <güzel ve şirin> kadar güzel olabilir­
di, oysa o yüzde hiç yeri olmayan ifadeler kazınmıştı çehresine:
Aristokrat aile kızı ifadesi, kocamışlık, kılı kırk yaran bir titizlik
ve dediğim dediklik. Yüzü eğrilmemişti belki bu saydıklarım ne­
deniyle, hatta yaşlandığında dahi bir <el oyması mücevher>i an­
dıran profilini koruyordu. Fakat çeyizlerin en güzeline rağmen
ışıltılı bir Züleyha güzelliğiyle sivrilememiş olması, mahkum ol­
duğu anaerkil ve yaldızlı gençlikten kaynaklanıyordu kuşkusuz.
Belki de deneyimli, aynı zamanda akılcı ve sevecen bir tarz­
da tavizsiz bir sevgili ya da eş, ipleri eline alsaydı, onu, henüz
oturmamış, dediğim dedik tavrından ve müşkülpesentliğin­
den döndürebilirdi, hatta belki de birkaç haftada, çünkü an­
nem babama <vardığında> henüz yirmisindeymiş, yani yüzü
bir parça da olsa işlenebilirmiş. Anlaşılan babam bu konuda
hiçbir şey yapmamış. Bunun nedenleri üzerinde, şimdi yetmiş
yıl sonra tahmin yürütülebilir ancak. Belki de fizyonomiyle
uzaktan yakından ilgisi olmadığı, yani annemin yüz çizgileri
onu hiç rahatsız etmediği içindir. Bir yüzü yoluna koymaktan
ya da ferahlatıp şenlendirm�kten anlamadığındandır belki de.
Henüz kalıcılık kazanmamış yüz hatları nasıl güle seve yok
edilir, bunun yolunu yordamım bilmediği içindir. Yahut - kor­
karım ki gerçeğe en yakın olanı bu açıklama - annemin yü­
zündeki yüksek tabaka çocuğu ifadesi babamın işine gelmişti.
Hiç kuşkum yok, babam, Şarklı bir görünüme sahip bu genç
kadını, meslektaşlarının, yan Prusyalı yan Slav görünümlü ,
genellikle de aptalca davranışlar sergileyen eşlerinin arasında
gördüğünde her defasında ürkmüştür. Günün birinde ordi­
naryüs olma düşleri kuran bir Yahudi doçent - bu yeterince
alışılmadık bir şeydi - aynca göze batacak her tür davranıştan
kaçınmak zorundaydı. Annem, görüntüsüne uyacak bir egzo­
tikliğe kaçmadığı, ortalıkta Süleyman'ın Şarkısı'ndaki Şaron

4 12
gülü gibi dolaşmadığı, bulunulan ortamlarda, akla gelebile­
cek tüm tabuların ve kusursuzluklann timsali olarak sessizce
yerini aldığı, yani kimsenin laf edemeyeceği bir duruşa sahip
olduğu için babam herhalde Tann'ya şükretmiştir. Kısacası
annemin yüzündeki varlıklı aile kızı ifadesi, babamı rahatsız
etmek şöyle dursun, onun aristokratik bulup övdüğü ve teşvik
ettiği bir özellikti diye düşünüyorum.

Ah, ne kadar ağır oldu bunun sonuçlan. Annem, kırk yıl sonra
(bu arada babamın ordinaryüs olma hayali çoktan gerçekleş­
mişti, ama bu gerçekleşen hayal de bir işe yaramamış, babam
da ölüp gitmişti) New York'ta ölüm döşeğindeyken, yüzünde
bu artık kırışıklıklara dönüşmüş ve derinleşmiş donuk titiz­
likten ve mağrurluktan başka hiçbir şey kalmamıştı geriye. O,
dünyanın en güzel kadınının oryantal masalsı yüzünden izler
kalmış mıdır geriye diye çok bakındım ama boşunaydı. Şim­
di artık kendisi de hayatta olmayan ablam Hilde, gözyaşları
içinde, annemin yüzünde ne bulmayı umduğumu sorduğun­
da ona, "Breslau günlerimizdeki o binbir gece masallarının
parıltısını" yanıtım vermiştim , oysa Hilde bir zamanlar öyle
bir parlaklığın var olduğunu bile unutmuştu anlaşılan, her
halükarda bana anlayamaz gözlerle baktı, o arada da mümkün
olabilecek en frapan tarzda anneme benzemeyi ihmal etmedi.
Ah, ikisi şimdi daha da çok birbirlerine benziyorlar, çünkü
ölmüşlükleriyle artık neredeyse aynı kuşağa aitler, artık ikiz
gibiler ve ikisi de yüzünü çoktan yitirdi.

Yine de yavrucuğum, o şimdi burada önümüzde duran haliy­


le, burada Höfchen Meydam'nda, şimdi 1906 yılında, şu anki
senden on iki yaş daha genç. Hem de çoktan Dünya'ya getir­
miş olduğu , Hilde'ye, Eva'ya ve bana rağmen, nasıl olup da üç
çocuk doğurduğunu kesin o da doğru dürüst anlayamamıştır,

413
bildikleri evlilik öncesi bildiklerinden fazla değildir, öyle ya
ince ayrıntısıyla bilmek yakışık almaz, öncesinde de sonrasın­
da da, arada bir şeylerin bulunması ya da olmuşluğu yetmez
mi zaten, bellek dahi dönemin tabularının emrinde. Şapkası­
nın kenarını kaldırıp bir bak, hoş bir Yahudi kız, dünyadan ha­
beri olmayan, en fazla yirmi yaşında gösteren. Eğer onu şimdi
burada sana teslim ediyor ve kendisiyle biraz ilgilenmeni rica
ediyorsam, benim varlığımda, böyle yaşlı bir adamın varlığın­
da kesin utanıp çekineceğini bildiğimdendir. Hem bu altmış
dörtlük halimle, böyle genç, tüylü şapkalı bir kadının dilin­
den sahiden pek anlamam. Diyeceğim, şimdi burada onu sana
verirsem, sen (bu sert sözcükten ötürü kusura bakma: lster
kabul et ister etme, otuzunu geçmiş bulunuyorsun, bu talih­
sizliği sineye çekmek zorundasın) yaşının büyüklüğü itibarıyla
ve onunkiyle karşılaştırıldığında bir kozmonotunki kadar çok
deneyiminle ona kız kardeşinmiş gibi davranabilir, ailenin en
küçüğüymüş gibi kanatlarının altına alabilirsin. Her ne kadar
ilk önce çekingen davranacak ve seni garipseyecekse de bir
yandan da (şimdi bize aptalca gelen, o zamanlar çok revaçtaki
bu sözcük ne anlama geliyorsa artık) 'çok çok enteresan' bula­
caktır. En başta şu yüzden 'çok çok enteresan', çünkü sen alı­
şılagelmişin dışında uzak bir yerden, Kalifomiya'dan gelmiş­
sin, aynca bir 'sanatçı'sın resmen. Ama sen de yavrucuğum, bu
feci halde Yahudi'den arındırılmış Avrupa'ya benim yüzümden
düşmüşlüğünle ve gençliğinde alıştığın tüm simalardan yok­
sun kalmışlığınla, sen de belki soluklanırsın, bir saatliğine bu
genç Sarah'ı arabaya yanına alsan. Denizci kıyafetli ufaklıkla
ben ilgilenirim o arada, ya evet, kucağıma alırım onu, belki
dördümüz bir koşu karşıdaki Monopol Otel'e gideriz, toru­
num yaşındaki o çocuğa dondurma alırım orada.
"Yeter! " diye bağırdı Ch. "Bu saçmalığa bir son ver artık!
Aksi halde ben gidiyorum ! "

4 14
"Tamam rahat ol," diyorum bir süre sonra. "Elbette tamamen
haklısın. Geçmiş geçmişte kaldı. Bugünse bugündür. Üstelik
dört değil iki kişiyiz. Ama şu olmayan 101 Numara'daki evin
olmayan penceresinin önünden - annemin yeşil şemsiyesiyle
gösterdiği, doğum günüme kutsanmış bir hava vermek için,
belki de o anı benim için unutulmaz kılmak amacıyla (gör­
düğün gibi başarmış da) - hiçbir şey yokmuş gibi geçip gide­
mem Çünkü bu pencere yolculuğumun hedefiydi, en azın­
dan. Çünkü <analara>' bundan daha yakın olamam."
Anlamıyor bunu Ch.
"Anlaman zor elbette bunu. Bunu anlayabilmen için benim
o zamanlar tamamen masum olduğumu bilmen gerekir. Kavra­
mın, şu gülünç kendine özgü anlamını, aptalların, masumiyeti
ve suçluluğu bel altında bir yerlere yerleştirerek bu sözcüğü
kullanmaları doğrultusundaki anlamını kastetmiyorum. Çok
daha geniş anlamda, ontolojik anlamda ifade ediyorum, de­
mek istiyorum ki o sıralar daha, bir zamanlar Dünya'da olma­
dığımı bilmiyordum, tıpkı bitkilerin ve hayvanların da bunu
bilmemesi gibi. Hatta var olduğum, hayır var olduğumuz, yani
babam, annem ve biz üç çocuk, onca zaman boyunca, Bran­
denburger Caddesi 54'teki evimizde oturmadığımız dönemler
de bulunduğunu, hatta başka bir yerde oturmuş olabileceği­
mizi bile bilmiyordum. Tersinden söylersek, o zamana dek,
yani bir bakıma hep, o zaman da dahil, hep var olduğumdan
emindim. Bu hep var olmuş - ya da hiç yok olmamış - olma
hali, bu <geriye doğru ölümsüzlük>, benim yaşamımda asıl ap­
riori buydu. Bu boşlukta, tuğla kırıklarının ve kazılmış topra­
ğın ortasında, bu tür ifadelerin kulağa ne kadar banal geldiğini
biliyorum Bunun ne önemi var, ontolojik terimler ve kuram­
lar, sadece bu terk edilmiş bölgede değil, her yerde çuvallı­
yorlar. Hangi var olan şey dönüp de bir kez biz ontologlann
suratına baktı ki şimdiye dek? Aynca şunu da söyleyeyim, şu

Faust'un ll. cildinde geçen, yaşamın kaynağı olan ezeli varlıklar -yhn
anda <apriori>den daha iyi bir terime pek gerek de yok, be­
nim için halihazırda önem taşıyan şey, bu apriori değil, yaşadı­
ğım şu çöküş. Zaten çökmüş bir şey için hangi tanımın uygun
düşeceği üzerine kafa yormak gereksiz. Kısacası işte o anda,
annemin yeşil şemsiyeyle yukarıyı gösterip pencerenin anla­
mını açıkladığı anda, benim apriori, ağır topçu ateşine maruz
kalmış bir evin duvarı gibi çöktü. Şöyle ki annem (o güne dek
yalnızca doğum günü sırlan için ayırdığı törensel fısıltı tonuy­
la) benim, o yukandaki pencerenin ardında dünyaya geldiğimi
aktardı. <Dünyaya geldin>. Yani kendisinin <beni dünyaya ge­
tirdiğini> değil de bunu söylemişti. Öyle bir ifade hatırlamıyo­
rum en azından. Ama belleğim beni yanıltıyorsa da, annem
daha o zaman bana tam bir açıklama yapmak, yani bedeninin
kuytu köşesinde onun bir parçası olarak geliştiğimi anlatmak
istemişse eğer, bu ilk denemesinde başarısız olduğu kesin. Her
şeyden önce <dünyaya gelmek> ifadesinde yatan iddia baştan o
kadar riskliydi ki ek bilgileri, sıradışı sayılabilecekleri bile , al­
gılayacak durumda değildim. Nihayetinde bu ifade Dünya'nın
benden önce davrandığı, benim gelip , benden daha önce var
olan bu Dünya'ya katıldığım, sadece sonradan katıldığım anla­
mına geliyordu. Ben, daha öncesinde, bilmem ki, belki de (var
olmayanların durumunu öyle tanımlıyorlardı) <ölüydüm>,
<henüz ölüydüm> anlayacağın, hatta - tasavvur edilecek gibi
değildi - ezelden beri ölüydüm. Bu kadar korkunç bir şey or­
taya çıktıktan sonra herhangi bir güvencesi var mıydı bu işin?
Geleceğin, geçmişten daha iyi olduğunu bana kim garanti
edebilirdi? Bir iki yıl sonra bir iki yıl öncekinden daha mı az

ölümlü olacaktım? Hayır, annem o gün, onun bedeninde pi­


neklediğim dokuz aydan söz etseydi bile , o nahoş, nahoş da laf
mı, daha çok da korkunç ve feci haberin, benim yokluğumun
ezeli oluşuna dair bu haberin korkunçluğunu ve feciliğini bir
nebze dahi azaltmazdı bu, orası kesin. Masumiyet bir kez kay­
bedilmeyegörsün, artık sonsuza dek kaybedilmiştir. Çünkü o
zaman da kalkıp, onun bedenindeki ikametimden önce nerede
olduğumu soracaktım, yani sorun sadece ertelenmiş olacaktı.
O yüzden de annem, yeşil şemsiyesiyle yukarıyı gösterdiğin­
de, beni, hani denir ya <aydınlatmış mıydı> acaba, hakikaten
önemi yoktu bunun. Annemin yanında dikilip durduğum o
dört yaşımdaki halimle , <ontoloji> ve <fizyoloji> sözcüklerini
hiç duymamıştım gerçi ama ontolojik meseleler söz konusuy­
ken fizyolojik terimlerle baştan savılmayı o zaman da sineye
çekmez, şiddetle karşı çıkardım."
Derken Ch. de yukarıyı işaret edip ürkekçe bir bana bir
havaya doğru baktı , benim, altmış küsur yıl önce Barok bir
melek gibi, kanatlı küçük erkek çocuğu figürünü andırırcası­
na havada salınmış olmam gereken yere. "Orada mı?"
"Evet, aşağı yukarı orada," diye yanıt verdim, "doğrusu ben
de bilmiyorum artık tam neresiydi. Bir koordinat sistemi ya da
bir iz yok orada yukarıda, a shade more to the left diyesim var,
şurada, şu küçük bulutun altında , ama zaten olayın biraz sağa
doğru bir yerde mi yoksa daha çok solda mı olduğunun bir
önemi yok. Annem yukarılarda bir yerlerde sancılarla salın­
mış ve ben karanlıktan gelip Dünya'ya doğru ciyaklamıştım,
aynen öyle, bu Dünya'ya doğru , hem de - lütfen ağzıma bak
- bu dudaklarla ve bu dille. Marifet annemde miydi o zaman
yoksa bende mi bunu belirlemek çok zor artık, hatta o za­
man bile belirlenemezdi belki de , yukarıdaki o akrobatlığımız
sırasında (sirk diliyle söylersek) <ağla mı> çalıştık ağsız mı
onu da bilemeyiz keza, ama bana kalırsa ağla, çünkü o sıralar
dördüncü katın zemini vardı ayağımızın altında, garanti olsun
diye de bir altta üçüncü katın zemini vardı. Daha da garantili
olsun diye de ikinci katınki vb. Yani aşağı düşmemiz mümkün
değildi pek öyle. Ama pozitif anlamda şu kadarını biliyorum,
ikimiz de hayranlık uyandırıcı bir çabukluk ve yetkinlik sergi­
lemişiz , normal değildi tabii bu, ne de olsa ben opus 2 oluyor-

lng. Azıcık solda -yhn


dum onun açısından, kendimse böyle bir şeyi daha önce hiç
denememiştim. Bir buçuk saatten az bir sürede konuyu kapat­
mıştık. Anlattıklarına bakılırsa annem sabah sekizde iştahla
birinci kahvaltısını ettiği halde ben ikinci kahvaltıya kalma­
dan çıkagelmişim Annem hayatı boyunca övündü bununla,
haksız da sayılmazdı (kadınlar o sıralar en fazla neyle gurur
duyabilecekti?), ölümünden birkaç gün önce dahi, artık dili
dönmezken, bana bu rekoru hatırlattı bir kez daha, sanırım
daha çok da benim yardımıma muhtaç olduğu o çaresizliğinde
bu desteği hak ettiğinin altım çizmek için. Anlayacağın şurada
gökte gerçekleşen bu presto-performans onun kırk yıldan faz­
la bir süre boyunca hep önemsediği bir şey oldu. Ah ne diye?
Benim için bir önemi yok ki artık. Ben sadece onun hatırladı­
ğını hatırlıyorum. Benim bunu hatırladığımı da gün gelecek
kimse hatırlamayacak.
Sana şimdi anlattıklarım, geriye kalan son şeyler. Annemin
kendisinin (yani Happy Dale Krematoryumu'ndaki kül kavano­
zunda duran tozunu, yeni tozlara yer açmak için dökmemişler­
se eğer, <yeni> dediğimiz şeye bak) onun kendisinin en ufak bir
haberi yok, bir zamanlar burada Breslau'da Höfchen Sokağı No
lOl'de dördüncü katta, Temmuz rüzgarlarının estiği bu yerde
doğurmada dünya sürat rekorunu kırdığından. Nereden haberi
olacak ki, daha kendisinin bir zamanlar var olduğunu bilmiyor.
Ölmüş olmak, kuzum - bunu hiçbir zaman vaktinde öğreneme­
yeceğiz, öyle olmasaydı, günün birinde uyanır ve şaşkınlıktan
küçük dilimizi yutardık - ölmüş olmak sadece ölmüş olmak de­
ğil aynı zamanda hiç var olmamış olmaktır."

Schweidnitz sur hendeğinin kıyısında bir bankta

Bankta oturuyoruz. Ch. çok az şey görüyor, çünkü neyi gör­


mediğini bilmiyor. Ben, önümüzde saray müzesini görmüyo­
rum. Arkamızda sinagogu görmüyorum.
Höfchen Sokağı, Ch.'nin içinde bir şeyler karıştırmaya de­
vam ediyor gibi. Ama az tuhaf değil bu dönüp duran şeyler.
Tam da ne diye o sıralar denizci kıyafetiyle dolaştığım. Nere­
den aklıma geldiği bunun.
"Benim aklıma mı? Bizim! Tam da denizlerde bir Dünya
egemenliği kurmak üzere olduğumuzu düşünürsen, pek öyle
şaşılacak bir şey yok ! "
"Biz kim? "
"Anlasana," diye rica ediyorum, "şu anda Alman lmpara­
torluğu'ndayız. Yıl da 1966 değil, 1906. Bu koşullar altında se­
nin buna şaşırman çok anlamsız. Denizci kıyafeti gayet normal
bir şey, bu kostümü mazur gösteren binlerce şey var: Donan­
ma derneği, donanma takvimi, Togo posta pulları, Kamerun'u
anlatan resimli kitaplar, sonra <geleceğimiz sulardadır> (diye
Wilhelm'in ilan ettiği ya da ne bileyim, edeceği şey) ; işte bu ve
benzeri bir ton başka ayrıntı - anlaşılmayacak bir yanı yok bu­
nun - kıyafetlerde, hatta okyanuslar işinde kesinlikle parma­
ğı olmayan Silezyalılann giydiklerinde, hatta Silezyalı Yahudi
çocukların bayram kıyafetlerinde bile hükmünü sürdürüyor.
Silezya'nın o Yahudi çocuklarınınsa seafaring people olarak

Dünya'yı <Almanlık kurtaracak> deyip de <Albion'u dize ge­


tirmek> amacıyla ya da buna benzer niyetlerle sinsice okya­
nusları dolaşma hevesinde olduklarını kimse iddia edemez.
Hayır, Yahudi çocukları bugün, yani 12 Temmuz 1906'da, ok­
yanuslarda turluyorlarsa - günümüzde böyle Yahudi çocukları
sahiden de var - Almanya'da değil sırf başka yerlerde kötülük
hüküm sürdüğü içindir, Kişinev'de örneğin daha bir süre önce
bir kıyım gerçekleştiği ve bu çocuklar resmen kaçmak zorunda
kaldıkları içindir. Sağ kalanların şimdi Yeni Dünya'nın yolunu
tutmaları nedeniyledir. Bu sözünü ettiklerim oraya, havaya
kalkmış eliyle zorbaların geçmemesi için kıtanın kapılarına
bekçilik eden heybetli, kuvvetli, balıketi şahsın kanatlarının

Denizci bir millet -yhn

41 9
altına sığınmaya gidiyorlar. Şu senin <Statue of Liberty>den·
söz ediyorum, hani meşalesi ışık anlamına gelen ve özgürlük
ve adalet demek olan (hayır, bir süreliğine Vietnam'ı ve oradaki
gerginliği unutmaya çalış, orada öldürülenler yüzünden New
York Limanı'ndaki taştan bayanı suçlamak anakronik bir dav­
ranış olurdu) , işte o meşale ışık, özgürlük ve adalet anlamına
geliyor öyle değil mi, yoksa Kişinev'deki meşaleler gibi ölüm
ve yangın değil. .. dur yahu nerelere gittim, öyle ya, şu anda
Breslau'dayız, denizci kıyafetlerimden <iyisini> giyip gezmeye
gitiğim Breslau'da (bir tane de <kötüsü> var çünkü gündelik
giydiğim) , ne de olsa biz Breslaulu çocukların o Kişinevli sı­
ğınmacılar grubunda yeri yoktu, olacak şey miydi canım, öyle
saçma şey mi olurdu , Ay'da yaşamıyoruz ya, Besarabya'da"
ya da Polonya'da da değiliz, aksine düşünürlerin ve şairlerin
ülkesindeyiz, insan onurunun, her şeyden önce de tüm yurt­
taşların eşitliğinin, yani bizlerin de, en azından Amerika'daki
kadar, yani sonsuza dek güvence altında olduğu bir ülkedeyiz ,
amin. O yüzden biz de diğer çocukların giydiği kıyafetleri gi­
yip dolaşabiliyoruz, o yüzden biz de özellikle pazar günlerin­
de, doğum günlerinde ve Noel'de ve cuma akşamları ve Yom
Kippur'da bayram bayramdır - Majesteleri'nin gemilerinin
ya da okul gemilerinin <mavi oğlanları> ve <mavi kızları>yız.
Majesteleri'nin Lützow gemisinden ve hatta (aynen öyle, böyle
bir kruvazör de var anladın mı) Majesteleri'nin Breslausu'nda­
nız , Silezya'nın rüzgarlarında gururla uçuşan keplerimizin ke­
narındaki şeritlerde memleketimizin adı yazıyor, Majesteleri
bir bakışta hangi geminin güvertesinde, gerektiğinde Tanrı
için, onun için ve vatan için, Albion karşısında ya da sarı teh­
likeye ya da Hotantolar'a karşı tuzlu ve kahramanca bir ölüme
hazır olduğumuzu görebilirdi. Sana evde, Viyana'da yani, her
ne kadar aslında burayı evim olarak görmem gerekiyorsa da,

Özgürlük Heykeli y hn
-

Bugünkü Moldova'nın tarihteki adı -çn

42 0
neyse Viyana'daki evde yani, döndüğümüzde hatırlat lütfen,
sararmış eski fotoğraflarımı göstereyim olmaz mı. Benim de
var sararmış fotoğraflarım. Bu fotoğraflar, o mavi beyaz çizgili
yakalı, siyah boyun bağlı bahriyeli kıyafetinin bana ne kadar
yakıştığının kanıtı, sen de göreceksin, on yıllardır giydiğim
şu sıradan şeylerden çok daha fazla yakışıyordu o kıyafet. Bu
arada kepimin üstünde adı yazan bu <Majesteleri'nin Breslau­
su> da (bu belki seni daha da az ilgilendiriyor) sekiz yıl sonra
bir Türk kruvazörü , hatta sultanın donanmadaki gururu oldu;
Birinci Dünya Savaşı'nın başında yani. Ama şimdi <Birinci
Dünya Savaşı> da nereden çıktı? Aynca <Dünya Savaşı> ya da
sırf <savaş> ne demek? Çünkü korkusuz denizci kıyafetleri­
mize, dahası Majesteleri uğruna Helgoland açıklarında ya da
Çin denizlerinde boğulup gitmeye seve seve hazır olmamıza
rağmen, buna rağmen, ne kadar çelişkiliymiş gibi görünse
de ileri bir çağda, Kızıl Haç çağında, Düppel Tabyası ve ölü
atlarıyla resimli kitaplardan bildiğimiz esas savaşların patlak
veremeyeceği kadar insancıl bir çağda yaşıyoruz elbette. Tam
da temmuzun ortasındaki o günlerde iyice belli oldu bu. 1 2
Temmuz'un öneminin öyle benim doğum günümle falan ilgisi
yok (bu arada bu seferki doğum günümü burada kutlamak
istemiyorum, yarın gidiyoruz) , hayır, doğum günü çocuğu­
nu bir süre olduğu yerde, Höfchen Meydanı'nda bırakabilir­
sin, merak etme kimse çalmaz. Bu 1 2 Temmuz 1906, binlerce
insan açısından unutulmaz bir tarihti. Fransız hükümetinin
Yüzbaşı Dreyfus'a yönelttiği suçlamalardan, sözde <Dünya
vicdanı>nın (her kimse ya da neyse artık) baskısı altında kala­
rak vazgeçtiği kıvanç dolu gündü o gün. Bu olayı, bütün dan­
galak babalarımız kadar bütün kafası çalışan ve eğitimli baba­
larımız da Yeryüzü'ndeki adaletin nihai zaferi olarak görüp her
yerde hüküm süren Yahudi düşmanlığının önü alınamaz tüke­
nişi olarak selamladılar. <Bizde Almanya'da> (diyen babamın
sesini hala duyar gibiyim, çünkü Dreyfus Davası yıllarca soh-

4 21
hedere konu oldu) <bizde böyle bir şey kesinlikle olmazdı. >
Yahu Ch. , olacak şey m i b u , o babalarımız v e amcalarımız, o
koca doktorlar, avukatlar, koca profesörler ne işe yarıyorlardı,
ne diye bunca espri anlayışıyla donanmış olarak ve kuşaklar­
ca sürmüş sıkıntıların deneyimiyle geldiler dünyaya? Dertsiz
geçen bir iki yılın ardından tüyler ürpertici bönlere dönüşe­
cek kadar dejenere olduktan sonra. Ne diye kafataslarını bu
kadar akademik bilgiyle tıka basa doldurdular, yine de kalkıp
Dreyfus Günü'nü valör kabul ettikten sonra. Öyle ki, sanırsın
o günden sonra Liberte, Egalite ve Fratemite'nin* garantisi ha­
zırdı, o günden sonra kimsenin ne kendi adına ne çocukları
ve torunları adına, mağduriyet ve haksızlık yaşama endişesi­
ne kapılmasına gerek vardı. Merak ediyorum , üç buçuk onyıl
sonra sığır vagonlarında, (Oppeln'de altında oturduğumuz
köprüden geçerek) paldır küldür Auschwitz fırınlarına doğ­
ru yol alanların, sonlarına sadece iki saat uzaklıkta olanların
içinde, o garibanların arasında, o kıvançlı ve unutulmayacak
1 2 Temmuz 1 906 günü yaşanan sevince ortak olanlar da var
mıydı acaba? Hatta, o zaman bile, yani 1 942'de ya da 1943'te
çığlık atanların ve ölülerin arasına sıkışmış vaziyette , yakla­
şan son dolayısıyla (hayır, tam da <dolayısıyla> olmadığı açık)
hala gayet kendinden emin bir tonda <ama yani rica ederim
dostum, düşündüğünüz şeye bakın, Ortaçağ'da mı yaşıyoruz,
günümüzde bu tür şeyler. . . > şeklinde ısrarını sürdüren olmuş
mudur?
Geçelim bunları. Bu tür şeylerden, zekilerin ahmaklığından,
keskin görüşlülerin körlüğünden, umut taşıyanların şapşallı­
ğından, Oppeln Köprüsü'nden paldır küldür geçen trenlerden,
Birkenau'daki bacalardan, bütün bunlardan tekrar bahsetme­
ye niyetim yoktu elbette. Ama ne çare, bu korkunç meseleden
başka mesele mi var, hangi temanın arkasında bu konu pu­
suda beklemiyor ki, hangi masif duvar bu meseleyi gözlerden

Fr. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik -yhn

422
saklayabilir ki? Aynca orada vuku bulmuş şeylerin doğrudan
(sözcüğün kusuruna bakma) <hakkını vermek> olanaksızsa
da, hangi konudan söz açarsak açalım, bir bakıma hep yana ka­
yıp o olanları da konu edersek, kendimizi tekrar tekrar o ünlü
yerin adıyla baş başa bulursak ancak, dolaylı olarak <hakkım
vermemiz> mümkün. Bütün yollar Auschwitz'e çıkar."
Sessizce otele döndük.

Gece otelde

Ch. yan uykulu haliyle: "Biliyor musun, bugün Höfchen


Meydam'nda ya da adı neyse artık, kendi gençliğinden değil
de annenin gençliğinden anlattın. Kendinden daha çok bü­
yükannenden ve büyük ninenden. Hatta buradan daha çok
Berlin'den söz ettin."
"Mümkündür," diyorum, "Nedeni belli."
"Neymiş nedeni?"
"Mnemosyne'ye bulaşınca böyle oluyor."
"Kime?
"Bellek perisine. Hesiodos'un titan yakıştırması yaptığı.
Haksız da sayılmaz. Hem de hain bir titan bence, ona küçük
parmağımızı uzatsak, arkaya doğru öyle bir çekiyor ki kafaüs­
tü çukura yuvarlanıyoruz. Düşeceğimiz yerin neresi olduğunu
seçme hakkımızsa yok. Üstelik bir de bakmışız ki bizim olma­
yan, başkalarına ait geçmişleri boylamışız. Biz daha dünyaya
gelmeden geçmiş halini almış geçmişleri."
Ch. daha bu açıklama sırasında uyumuş olmalı. Yorum
yapmadı her halükarda, soluk alışı da düzenliydi. Bu beni ra­
hatlattı. Annenin genç kızlığını hatırladığını mı iddia edecek­
sin diye sormasından korkmuştum doğrusu. Aşağıdan takır
tukur geçen tramvay da hiç tartışmasız benim kendi geçmişi­
me ait olması nedeniyle, beni daha da yatıştırdı. Böylece ben
de uykuya dalabildim sonuçta.
Yeniden gizlice Brandenburger Caddesi No 54, 9 Temmuz

arka avluya bakan balkonumuzun akasya ağacının tepesine


kadar uzandığı. Bu balkonda , sıcak yaz akşamlarında üç ço­
cuk (karşımızda, büyük ihtimalle ltalya hasreti çeken bir du­
var ressamının, komşu evin yangın duvarına resmettiği, ateş
püskürten Vezüv) oturup, kesilmiş süte karıştırılmış kambu­
rüzümleri kaşıklıyor ve bu yemişlerin yardımıyla yüzümüzü
bizim deyişimizle "mor zenci" yüzüne benzetiyorduk. Şimdi
o yukarısı toprak artık, bahçe toprağı, enkaz toprağı, arsa top­
rağı ya da ne denirse artık Dünya'nın bu kirli hoş maddesine.
Akasya dallarının kapladığı o yerde şimdi bitki kökleri görülü­
yor, bir çalı var orada, hem de büyük bir çalı , yirmi bir yaşında
bir çalı olmalı, sıradan sarı çiçekleri var, bir şeylere şaşırabil­
meyi ya da şaşırmamayı becerebilseydi, üzerinde olduğu yere
şaşırmazdı herhalde. Çünkü başka yerde hiç olmadı ki ve eğer
bir şeylere inanabilmeyi ya da inanmamayı becerebilseydi, ke­
sinlikle inanmazdı, olduğu yerde üstte eskiden avluyu gören
bir balkonun bir akasyanın tepesine uzandığına, sıcak yaz ak­
şamlarında bu balkonda oturmayı seven üç çocuğun kesilmiş
süte karıştırılmış kamburüzümlerini kaşıkladıklarına ve son­
ra bu yemişleri yüzlerine sürüp onların deyişiyle "mor zenci
yüzü" yaptıklarına. Büyük çalıdan bu kadar yeter.
Bir de küçük çalı var orada, diğerinin yarı boyunda Eski­
den birinci katla ikinci kat arasındaki merdivenin bulunduğu
yerde kök salmış olan. Tam o rengarenk camın , neredeyse bir
kilise penceresi gibi duran açılır kapanır tablonun, kasvetli
renkleriyle bizim, as kürküne sarınmış, bir yanına saf ve iyi
niyetli dedesi 1. Wilhelm'i, diğer yanına aşağı yukarı lsa gö­
rünümündeki Yüz Günlük Friedrich'i* almış Wilhelmimizin
yer aldığı tablonun, her gün, (seyyar satıcılar ve dağıtımcılar

Tahtta doksan dokuz gün kalan, kanserden ölen imparator Friedrich


( 183 1 - 1888) -çn
için yasak olan) merdiveni kullanan asilzadelerin vatansever­
lik duygularını güçlendirdiği yerde.
Bizim ev mi?
lki adet çalı.

Yolda

lyi ama burası bir Alman şehriydi.


Muhakkak. Bazı şeyler öyleydi. Ama her <öyleydi> bir
<böyle>nin mazereti olabilir mi? Bir statüko , apriori hakkını
nereden alır ve neye dayanarak hukuken bağlayıcıdır? Zorla
ele geçirilmiş bir erk, ne kadar yıl sonra kutsal bir alışkan­
lık hakkına dönüşür? Friedrich, Silezya'yı gaspetmeden önce
Breslau bir Alman kenti miydi? O zamanlar kendini Berlin'in
kardeş kenti olarak hissediyor muydu? O zamanki Breslau­
luların akşamdan sabaha Prusyalı ilan edilmelerine nasıl kı­
zıp tepki gösterdiklerini tahmin etmek hiç de zor değil doğ­
rusu. Günümüzde Avusturya kalkıp da Maria Theresa'nın bir
zamanki sahipliğini dayanak gösterebilir mi? Yanıt evetse, o
zaman aynı haklarla Çekler de gelebilir, ne de olsa Breslau bir
aralar da Bohemya'ya aitti.
Hayır, meşruiyetler böyle savunulmaz. A adlı bir yerde doğ­
dular diye o yer üzerinde her koşulda ve sonsuza dek <devre­
dilemez bir hakka> sahip <yerliler> diye bir şey yoktur. Haklar
kumarda kaybedilir bazen. Hakkını çarçur etmeyen, bu hak
üzerinde hak iddia edebilir ancak. Polonyalıların şu andaki
hukuki dayanağı için de geçerli elbette bu. Temelini oluştu­
ran şey (kendilerince lüzumsuz yere aşın vurgulanan) Breslau
da dahil Silezya'nın bin yıl önce Slav hatta Polonya toprağı
olması olgusu falan değil; bu, Silezya'nın bir aralar sırasıyla
Bohemya'ya, Avusturya'ya, Almanya'ya ait olması gerçeği gibi,
pek bir şey anlatmıyor. Aksine Polonya'nın günümüzde bu
bölge üzerindeki hakkı - tartışma götürmez bu - saldırgan Al-

42 5
man ordusunun, SS de şöyle dursun, 1939 Eylülü'nden başla­
yarak neredeyse tüm Polonya kentlerini yakıp yıkmasından ve
Polonya halkının dörtte birini katletmesinden ötürüdür sırf.
lşte kendilerine yapılan bu korkunç haksızlığa dayanır sağ
kalan Polonyalıların sahip olduğu hak. Bu mağlup edilmiş iş­
galcilerin evlerine, <evlerine> pek doğru olmadı, harabelerine
diyelim, <bir güzel yerleşme> hakkı da, kendilerine yapılan
haksızlık ölçüsündedir, yani sınırsızdır.
Alegorik bir anlatımla: Komşusu tarafından öldürülen biri­
nin, onuru çiğnenmiş ve sefalete düşmüş ailesi, katil alt edildi­
ğinde bu katilin evi üzerinde neden hak iddia edemesin? Ter­
sinden bakarsak, oturduğu evi, üstelik yenilgisinin arifesinde
bizzat yakıp yıkan bir katil, sonraki yıllarda yeniden inşasına
en ufak bir katkıda bulunmadığı eve taşınma hakkına sahip
olabilir mi?
Hayır, o eskinin Silezyalılarına, orada doğmuş olmalarım
dayanak alıp hak iddia etmelerini tavsiye etmem. O zaman­
lar kenti terk edip kaçanların geri dönmeyi ciddi olarak dü­
şünmemeleri, dönme isteğinin sadece lafta kalması bir yana,
oralarda Breslau'da doğan Almanların sayısı günden güne
azalıyor; Wroclaw'da dünyaya gelen Polonyalıların sayısı ise
günden güne artıyor. Otelde iki yaşında bir kız çocuğu gör­
düm, çalışanlardan birinin kızıymış, annesi on sekiz yıl önce
Wroclaw'da doğduğu için de kızı, Polonyalı ikinci kuşağı tem­
sil ediyor. Bu olguyu hiçbir tartışma yok sayamaz artık.

Liebigshöhe

Boş boş dolaşmaya devam ettim. Hava çok sıcak. Tauentzie­


hen Meydam'nın sağ tarafında bir <basın evi> var, her renkten
gazetenin bulunduğu, herkese açık bir okuma salonu. Doğu
Bloku gazetelerini olduğu kadar Le Monde, Neue Zürcher, İn­
giliz bulvar gazetelerini bulmak da mümkün. Bir gün önce-
sinin New York Times'ını satın alıyorum. Uzakdoğu'yla ilgili
haberleri okumak için kalıyorum. Sağımda bir Çinli ya da bir
Vietnamlı oturuyor, solumda bir Afrikalı. lkisi de Fransızca
bir şeyler okuyor. Bundan daha az taşralı olunmazdı. Breslau
denen sapa yer burası mı şimdi? Çocuklar adam oluyor.
Dolaşmaya devam. Kent hendeğinin orada bir ağaç göl­
gesindeki banka birkaç dakikalığına oturdum. Soldaki yeşil
alanda o kötü yer, babamın arkadaşı Malachowski'nin güzel
kızının, tahminen bir turistin tecavüzüne uğramış olarak yan
baygın halde bulunduğu yer. 1915'te olmuştu bu ve çocuk­
luğumuzun şokuydu. Bu talihsiz kızcağızın şimdi 75 yaşında
olması gerekirdi. Ne kadar anlamsız bir istek kipi tabii, o güzel
kızcağız, hamile kaldığını öğrenmiş ve kendini asmıştı. - Şid­
det ve cinayetlere daha o zamanlar, 1915 yılında bile rastlan­
dığına inanmak istemiyor insan, bir de sadece Vietnam'ı ya
da Hiroşima'yı ya da Auschwitz'i değil, Verdun'u bile hiç ama
hiç duymamış insanlar tanıdığına. Biz çocuklar için bu <Ma­
lachowski Yakası> - bu kötü olay, haftalarca gazetelerde bu
şekilde yer almıştı - aşinası olduğumuz ortamımızda şiddetin
açtığı ilk gedikti. Ebeveynlerimiz de paniğe kapılmıştı ve sa­
nının bunun nedeni bu talihsiz olayın yaşanmış olması ya da
buna benzer bir şeyin tekrarlanma olasılığı değildi sırf, aynı
zamanda <M. Yakasını> biz çocuklardan saklama girişimleri­
ne rağmen dış dünyayı dışarıda tutmanın olanaksızlığını ilk
kez ayırt etmiş olmalarıydı. Mazi oldu. Gerçekten tarihe gö­
müldü. Bugün artık benim dışımda bu olayı bilen biri kalma­
mıştır herhalde, hatta ben bile o talihsiz insanın ön adını artık
anımsayamıyorum, burada olay yerinde bile, bulup çıkarmaya
çalıştığım halde. Burada gelmeyecekse nerede gelecek aklı­
ma. Tam bir final bu. Şimdi biraz önce benim onu anmamdan
sonra, üstelik de ismini dahi söyleyemeden, artık kimse bu
parktaki çalılıkta olan sessiz saldırıyı hatırlamayacak. Hem ne
diye hatırlansın ki? Doğrusu bu zorbalık, binlercesinden bir

4 27
tanesiydi sadece, burada altında ölülerin yatmadığı bir karış
toprak parçası bile yok ki zaten. Her ne kadar çoğuna otuz yıl
sonra sıra geldiyse de. Daha doğrusu gelecektiyse de.
Bu hafif yokuş, <Liebigshöhe>ye çıkan eski yol. <Liebigs­
höhe> her neydiyse artık, orada bir seyir kulesi vardı sanıyo­
rum. Ağaçların altında da bir lokanta, hatırladığım kadarıy­
la babamın özellikle keyifli olduğu günlerde (çoğunlukla da
herhalde değişiklik olsun diye yine bir kitabını bitirdiğinde,
doğrusu ben onun kadar sık yapamıyorum bunu) , beşimiz
(biz üç çocuk elimizde balonlarla arkada) buraya çıkar, lo­
kantanın bahçesine oturup bizim açımızdan olağandışı, yo
daha doğrusu adeta ltalya işi egzotik bir şey yapardık, yani
meyveli dondurma yerdik Hatta adı da <cassata>ydı resmen
(ltalya'yla gerçek ilk karşılaşmam) bu meyveli dondurmanın.
Tabii bunun dışında bir de - üstelik bu benim için cassata'dan
daha olağandışıydı - Liebigshöhe'nin, Dünya'da - başka zaman
sadece harika bir aranağme olarak bildiğim - müziğin aralık­
sız, tamamen aralıksız çaldığı tek yer olmasıydı. Orada Hacılar
Korosu, Düğün Marşı ya da Aida Uvertürü'yle dolu olmayan
tek bir an yaşadığımı, böyle bir anın beklentisi içine girdiğimi
dahi hatırlamıyorum. Açıkçası o yer nasıl ki havasız, mekansız
ve zamansız düşünülemeyecekse , müziksiz de düşünülemez­
di. Son bir şey daha vardı ('son' yanlış sözcük aslında, daha
ziyade benim açımdan o yerin en sansasyonel tarafı buydu),
Liebigshöhe'den bakınca sonbaharda bulutsuz havalarda ufuk­
ta, delicesine hayran olduğum Krkonose Sıradağları'nın silu­
eti seçilebiliyordu, gerçi çok küçüktü, ters çevrilmiş bir opera
dürbünüyle bakıyormuşçasına, ama yine de su götürmeyecek
biçimde görülebiliyordu. Aslında tatillerimizin tekelinde olan
siluetin, tatil dışındaki zamanlarda da varlığını sürdürmesi ve
hatta Breslau'dan da görülebilmesi, işin içinde türlü hileler ol­
duğu kanısına varmama yol açmıştı. Doğaüstü olanın, hiç izin
almadan gündelik yaşamın ortasına dalmasıydı bu, oysa böyle
bir şeyi ümit etmeye ya da tadım çıkarmaya hakkımız yoktu.
Biraz önce orada yukarıdaydım. Ancak hava bugün çok sı­
cak. Krkonose Sıradağları'ndan eser yok. Darda kalınırsa dik­
katle bakılıp Zobten'in buğulu konturu seçilebilir.

Ek not, Viyana, Ağustos

Otuz yıl sonra Liebigshöhe'den yararlanmış olanların , benim


o zamanki hayranlığımı anlamış olduklarına hiç ihtimal ver­
miyorum. 1945'ten kalan askeri haritaya bakılırsa, Breslau'da­
ki birliklerin başkomutanı, alevler içinde kalmış kentteki yan­
gını (ya da on beş yıl sonra alaycı bir tarzda söylediği gibi
ateş yağmurunu) bu merkezden yönetmek amacıyla , bizim
masalsı köşemizin kutsallığını bozup, oraya bir savaş komuta
merkezi kurdurmuş. Bu arada Krkonose Dağları'yla onun da
özel bir ilişkisi varmış, şu anda okuduğuma göre, dış dünyayla
<desimetre bağlantısının> ileri karakolu olarak karlı doruğu
kullanmış. Şimdi anlıyorum, Tanrı karlı doruğu bunun için
yaratmış demek ki.

Hendek Boyu'nda bir bankta

Üzerinde oturduğum bank çürümüş. Eskiden kalmış olma­


lı. Çocukken burada sık oynadığım için bu bankın üzerinde
oturmamış olmam olanaksız. Oturulan yerini okşuyorum.
Diğer tahtalardan farkı yok. Auschwitz'teki krematoryumun
tuğlaları gibi. Onlara da dokunmuştum. Tuğlalar birbirinin
benzeriydi Yolculuğumdan geriye eve kutsal emanetler götür­
meyeceğim.
Burada kalmak dayanılır gibi değil. Bir kere , yüzyılın başı­
na ait bu yerin aslında artık olmaması gerekir. lkincisi, tıpkı
Hiroşima'daki gibi, Auschwitz de şöyle dursun, bir mezarlığa
hapsedilmiş durumdayım; ölülerin üstüne basmadan tek adım

42 9
atmam mümkün değil. Şimdi şurada oturduğum yerde toprağı
kazmaya başlasam, düşünmesi bile korkunç, biliyorum elbette
neyi bulup çıkaracağımı, hala tanınacak durumdalarsa, başka
yerlerde karşıma çıkacaklardan farklı şeyleri, katillerin ve ruh
hastalarının kemiklerini bulurdum. Biliyorum. Ama (burada
yakılmış ve katledilmiş çocuk ve kadınlara ise hiç değinmi­
yorum) sormadan edemiyorum, bu caniler ve ruh hastala­
n <kendiliklerinden>mi cani ve ruh hastası oldular? O hale
getirilmediler mi ? <Kendiliklerinden> (ne demekse bu), hatta
heves ederek cani ve ruh hastası olmuş olsalar bile, önemi var
mı artık bunun? Ölümle pençeleşmeye başladıkları andan iti­
baren önemini yitirmedi mi bu? Onlara da tıpkı ellerini kana
bulamadan ve suçsuz kurbanlar olarak, en azından haklı bir
dava için ölenlere olduğu kadar zor gelmemiş midir ölmek?
İnsanlar inlediklerinde ya da acıdan böğürdüklerinde zorbay­
la kurban arasında fark kalır mı? Kötüyle iyi arasında? Sakat
kalmış hinoğluhinlerle sakat kalmış azizlerin birbirinden farkı
mı var? Biliyorum biliyorum, burada toprağın altında yatan­
ların çoğu hak ettiler bunu. Aynca bunlar gibiler bugün ye­
niden ortaya çıkıp da bir daha Dünya'ya tecavüze kalkışsalar
hiç gözümüzü kırpmadan onlarla yeniden mücadele etmemiz
gerektiğini de biliyorum. Ancak bu, acımızın azaldığı anlamı­
na gelir mi? Asıl acı olan, bazı insanların ellerine geçen tek
yaşamı <bu sonu hak edecek> biçimde geçirmiş olmaları değil
mi? Tam da bu insanlar yüzünden bizlerin de nefret etmek
ve edebilmek, öldürmek ve öldürmeyi becerebilmek zorunda
kalmamız değil mi acı olan?
Bosch tarzı bir tablo hatırlıyorum, kan damlayan kılıcı di­
zinin üstünde bir cellat ve boynunu vurduğu, kafasını bir ço­
cuk gibi göğsüne bastırmış kurbanı el ele <in the same boat> •

oturuyorlardı. Bu kayık Styx Irmağı'nda aşağı doğru giden ka­


yıktı muhakkak.

Aynı kayıkta -yhn

43 0
Brandenburger Caddesi 54 Numara

Gizlice yine eve gittim. Yukarılarda salınan:


Annem. Geçirdiği tifodan sonra, 1909 ya da 191 0 , karanfil­
ler ve sümbüller arasında, katafalkta yatar gibi yatıyor, tanın­
mayacak halde, o denli zayıflamış. Ama duruyor işte yine de,
mucize bu, çünkü babam, hastalık sırasında beni postaladığı
Gaudenz'e yolladığı mektuplarda hep: "Annen yaşayacak mı
bilemiyorum oğlum" diye yazdı. Ama bak, yaşıyor işte resmen,
bizi bırakıp gitmemiş, ayaklarımın ucuna basarak odaya gir­
diğimde hemen tanıyamıyorum kendisini gerçi ama, dikkat­
li bakınca o olduğu anlaşılıyor. Yalnız bu kavuşma anı için
Graudenz'de haftalarca ezberlediğim şiiri nasıl okuyacağım?
"Annen iyileşmekte," diyor babam fısıldayarak; bu <iyileş­
me> sözcüğü, o gün hayatımda ilk kez duyduğum bu sözcük
o zamandan bu yana, yani 57 yıldır benim için Almancanın
en güzel sözcüğü olarak kaldı. Her duyuşumda, karanfiller ve
sümbüller içinde uzanmış ama işte bu sayede tekrar karşımda
duran annemin görüntüsü geliyor aklıma. Bu sözcük de yuka­
rıda boşlukta, kanatlı küçük çocuk figürü gibi salınan şeylere
dahil.
Keza orada yukarıda salınan bir şey de:
Babamın, ışığında birşeyler yazdığı, yeşil siperli gaz lam­
bası. Kitaplarından biridir muhakkak. Ama nasıl mümkün
olabilir ki bu, hiç de öyle üzerinde düşünüyormuş gibi görün­
müyor, eli düzgün bir biçimde ve hiç ara vermeden satırdan
satıra geçiyor, acaba alta öylece üstünden geçtiği gizli bir şab­
lon mu yerleştirmiş? Babam mı? Yok canım ! Hayır. Babamın
böyle şeylere ihtiyacı olmaz. Sessiz olun. Rahatsız etmeyelim
onu tamam mı!
Başka şeyler de var asılı duran orada:
Zierold marka kuyruklu piyanomuzun üstünde, ne kadar
külüstür olduklarım bilmeden biraz önce keşfettiğim üç adet

43 1
minör yedili akor. Heyecandan ter basıyor, tuşların davetini
bile beklemiyorum, mutlaka denemeliyim, tadını çıkarma­
lıyım mutlaka, gamlar arasındaki duvarlar birden kapıla­
ra dönüştüler resmen, elimde üç maymuncuk var şimdi , bu
maymuncuklara hiçbir kapı kilidi direnemiyor, böylelikle bir
gamdan diğerine rahatlıkla geçebiliyorum, hem de birbirlerin­
den ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar.
Başka bir şey daha var asılı duran orada:
Çinili soba. Karşısında uyuduğum, yo hayır, karşısında şu
anda uyandığım çinili soba, çünkü Else, Schreiberhau'lu El­
semiz. (On yedi yaşında olmasına rağmen alımlı değil; ama
şu anda sobanın önünde çömelmişken kızıl alevler saçları­
na, boynuna, omuzlarına ve bir de şimdi eğildiği için vücu­
dunun adını bilmediğim bir yerine yansıyor; ne bende ne kız
kardeşlerimde var böyle şeyler, bizlerde orası dümdüz; ama
Else'de güzel duruyorlar, meyve gibi, aslında doğruyu söyle­
mek gerekirse yüz güzelliğine hiç ihtiyacı yok) . Kısacası yeni
uyanmışım , Else yarı çıplak eğilmiş sobayı yakıyor (yirmi yıl
sonra evlenip Dresden'e gidecek ve yine yirmi yıl sonra ken­
disi yakılacak) . Ama daha oralara gelmedik, ben daha üç, o
daha on yedi yaşında, şurada yukarıda asılı olan daha 1905
yılı, henüz insanlar değil de sobalar yakılıyor. Ama yine de
o sırada insanın başına bir şeyler gelebilir, örneğin kendisi­
ne kötü şekilde bağırılabilir ve kapı dışarı edilme tehlikesiyle
karşı karşıya kalabilir. Elsemizin şimdi yaşadığı gibi. Duruma
bakılırsa artık onu bir daha göremeyeceğim. Güzelliğini de bir
daha göremeyeceğim. Yapacak bir şey yok, babam onu elinde
tuttuğu gazeteye gazyağı dökerken gördü , hatta yanan soba­
nın içine de döktüğünü. Anlayacağınız, şurada yukarıda salı­
nan şey, yalnızca sobadaki hoş kızıl alev ve Else'nin tenindeki
yansıması değil, aynı zamanda babamın bağırmasL Dünya ba­
şıma yıkılacak gibi, babamın bağırabildiğini bilmiyordum, ba­
ğıranlar başkalarıydı hep, bu ses onun değil, belki de ona bile

43 2
yabancıdır bu ses, hiç alışık olmadığı besbelli, adeta çatallaşan
bir ses, ama tam da bu yüzden daha da korkutucu. Derken
bakıyorum, yan çıplak Else sıçrıyor olduğu yerden; tutuşmuş
gazeteden meşale hala elinde , Schreiberhau Köyü'nden, koşan
bir Özgürlük Abidesi. Odasına girip kapıyı çarptığını ve anah­
tarı arkadan iki kez çevirdiğini duyuyorum. Ama yine de git­
medi kaldı, çünkü babam katı yürekli biri değildi. Böylelikle
ben de o güzel şeyleri tekrar görebildim.
Elbette orada yukarıda asılı olan bir şey de şu :
Üçümüz için gayet doğal ama tüm komşu çocukları için
resmen inanılmaz olan basamaklar. Hangi evde var ki böyle
basamaklar, bizim odamızla annemlerin yatak odası arasında,
benim üzerinde durup gözümü kapatarak geriye doğru atladı­
ğım, Eva'nın hemen beni taklit ettiği , sırtüstü düşüp kafasını
yere vurduğu o üç basamak. Bir akşam daveti için süslenmiş
annem, en üstteki basamakta belirdiğinde, dizlerine kadar
inen siyah saçlarıyla, gecelerin kraliçesi gibi görünürdü ve bu
saçlar yüzünü de tamamen kapladığı için neresi önü neresi
arkası anlayamazdık. Üç kere doğru tahmin eden - stop !
Stop ! Bu basamakta , annemin çözülmüş saçlarıyla durdu­
ğu bu basamakta vuku bulacak. Vuku bulmuştur ya da. Ça­
tışmalar burada şiddetlenecek. Şiddetlenmiştir ya da. Bizden
sonraki kiracılarla (ya da onların haleflerinin halefleriyle) Rus
askerleri arasında göğüs göğüse çarpışmalar; üçüncü, en üst
basamaktan başlayarak. Annemin kızlık saçlarına sarınmış
halde durduğu basamakta birisi yukarıdan aşağıya indirecek­
tir darbelerini. lndirmiştir ya da. Derken bir Rus süngüsünü
yiyip arkaya devrilecek. Devrilmiştir ya da. Hemen hemen
annemle babamın yatağının dibine - evet orada olacak bun­
lar, orada olmuştur, yirmi bir yıl üç ay önce. Meğer ki, bunu
bilmek avutucu olurdu, meğer ki bina daha önceden yıkılmış
ve üstünde şimdi çalıların yükseldiği tepeye dönüşmüş olsun.
Amin.

433
Auschwitz Sokağı

Bugün yeniden <Schweidnitzer> Caddesi'ni aşağı doğru yürü­


düm Ring Caddesi'ne çıkmadan hemen önce solda bir yan so­
kağa bakınca ileride, eskinin Blücher Meydam'm gördüm; dün
gözümden kaçmış. Sokak tabelasında - doğru mu bu, burasıjun­
kem Sokağı değil miydi? - <ULICA OFIAR OSWIECIMSKICH>
yazıyor, yani bir şekilde Auschwitz'le ilgisi var. Bu arada sözlüğe
bakıp <ofiara>mn <kurban> demek olduğunu öğrendim Sokak,
Auschwitz'te öldürülenlerin anısına ithaf edilmiş yani. Öldü­
rülmüş milyonlarca insanın anısına bir sokak tabelasıyla saygı
göstermek ne kadar yetersizse de. Hangi onurlandırma yetersiz
kalmazdı ki. O halde yetersiz de olsa anıya saygıyı akıl edenlere
saygı duyalım! Aynca Almanya'da ya da Avusturya'da böyle ye­
tersiz bir ithafın dahi hayata geçirilmeye çalışıldığını duymadım
Çünkü toplama kamplarının kurulduğu, kentlere uzak alanlarda
dikilen anıtlar bile gülünç ve göstermelik olmaktan öteye gide­
miyor. Hayır, kentlerin içinde olmalı bu anıtlar, katillerin kızları­
nın ve oğullarının gelip geçtiği yerlerde. Berlin'de bir Auschwitz
Sokağı var mı? Viyana'da ya da? Hamburg'da? Münih'te yahut?
'Peki bu ithaflann kime ne yaran olacak' şeklinde bir iti­
raz gelebilir bu söylediklerime. Hiç şimdiye dek, yolu Sebiller
Sokağı'na düşmüş biri örneğin, bu yüzden Schiller'i düşünüp
anmış mıdır? Bir Schiller anıtı önünde durduğunda Schiller'i ak­
lına getiren biri var mıdır ya da? Anıtların herhangi bir anlamı
var mı artık? Bir insan ya da olayın anısını korumaya gelince,
feci bir yaratıcılıktan uzaklık sergilemiyor muyuz?
Açık ve dik duran bir kitap gibi olmalı bu sokak. Her evin ön
cephesinde bir kitap kapağı gibi büyük bir resim olmalı, ölmüş
insanları gösteren. Ya da fınnlan Ya da dağ gibi yığılmış bavulla­
n Ya da kesilmiş saçların oluşturduğu koruluğu. O zaman soka­
ğın adının bir anlamı olabilir. O zaman ancak, buradan geçenle­
rin şaşkınlıkla irkilerek donup kalmalarım ümit edebiliriz belki.

434
Babamı ziyaret

Babamın Eğitim Binası'nın önüne geldim. <Steffens'in Evi>


diyorduk o sıralar bu binaya, sanırım 1813'te Steffens oradan
Napolyon'a karşı mücadele çağrısı yapmıştı. Ama bu geçmiş
beni ne ilgilendirir ki, artık o kadar eskide kalmış ki, oradan
bakıldığında babamın, bundan altmış küsur yıl önce bu bina­
da psikoloji enstitüsünü kurduğu, orada ilk IQ deneylerini ve
tanık ifadelerinin güvenilirliğiyle ilgili ilk denemelerini yaptı­
ğı gerçeği henüz çok uzak bir gelecekte saklL
Seminer salonunu bana açtılar. Daha önce içerisini hiç
görmemiştim elbette. Karlı ya da yağmurlu günlerde babamı
almaya geldiğimde, Steffens Binası'na girebiliyordum, ancak
salona girmeme izin yoktu. Benim için bu salonun, aslında
tüm yetişkinler aleminin demek daha doğru, esrarengiz bir ya­
nının bulunmasında şaşılacak bir şey yoktu. Bu arada, binanın
gördüğüm ilk Barok bina olması ve benim gözümde Bizans'ı
ve güçlü bir tropikal havayı yansıtması bu gizemi daha da ar­
tırıyordu Her iki şeyi de, gerek o sıralar henüz ne olduğunu
öğrenemediğim bir esrarengizlik sezişimi gerek giriş yasağı­
m onyıllardır unutmuşum. Biraz önce görevlinin kapıyı açıp
nazik bir jestle beni içeri davet ettiği anda canlandı bu anı
yeniden. Biraz duraksayarak içeri girdiğimde beklentim yerle
bir oldu tabii. Upuzun seminer salonu güzel olmasına güzeldi
de esrarengizliğini nereden çıkarmıştım anlayamadım doğru­
su. Ayrıca babamı bu salonda hiç görmediğimden olacak onu
burada tasavvur edemedim pek. Birkaç dakika kalıp sobayı
süzmüş ya da pencereden bakmışsam, babamın anısına değil
salonu açan görevliye ayıp olmasın diyedir, zahmet edip sırf
bunun için yukarı katlardan birinden aşağıya inmişti. Babamı
ziyaretimin başarılı olduğu söylenemez.

435
Üniversite

lçime korku salan şey, <her şeyin akıp gitmesi>, o zamanların


bir daha geri gelemeyecek şekilde geçip gitmiş olması değil Ak­
sine, her şeyin akmaması, nehirde taşların durması korkutuyor
beni. Yani o zamanki mekanın, hatırlayıcı olarak kendisinin de
geçmişin bir parçası olduğunu düşündüğüm mekanın, o eski
zamanlardan sıyrılıp özgürlüğüne kavuşması, eskiden nasılsa
şimdi de öyle ortalıkta durması ve zamanı yalancı çıkarması.
Yunanlar olsa, zaman, kalanın varlığını yalanlar derdi. Oysa
bana öyle geliyor ki kalanlar, zamanın varlığını yalanlıyor.

Sahaf

Üniversitenin karşısında küçücük bir sahaf görüyorum.


Bir sürü sanat kitabı var, hepsi Almanca, çoğu elli yıllık,
şu <Knackfusslar'dan>; onyıllardır görmemiştim, belki de
Breslau'dan sonra hiç görmemiştim. Bunlar, Yirmili yıllardaki
hoş sanat kitapları furyasında araya kaynayıp gitmişlerdi. Ta­
bii önce Rembrandt'a sarılıyorum. Olmaz böyle şey ! Bu koyu
lekeler Rembrandt resimleri olduklarım iddia etmişlerdi yani
öyle mi ! Yoksa olabilir mi? Vaktiyle, bakarak tek tek kopya
ettiğim bu sözde röprodüksiyonlardan, benim - günümüzün,
orijinallerinden ayırt edilemeyen nefis röprodüksiyonlarının
meraklılarıyla kıyaslandığında - Rembrandt üzerine daha az
şey öğrendiğim tartışılır. Çaktırmadan ciltli kapağın iç tarafım
kontrol ediyorum, acaba çocukluğumun el yazısıyla yazılmış
adımın yolu, yanlışlıkla bu kapağa düşmüş müdür diye. Ancak
böyle bir armağan, benim gibi, tesadüflerce şımartılmış birinin
bile kucağına düşmüyor işte. Böylelikle cildin kapağında adım
bugünden itibaren yer alacak. Yaşlı adam el yazımla yazılmış
olarak. "Lütfen paketler misiniz ! "

Hermann Knackfuss, akademisyen, sanat yazan, ressam (1848-19 15) -

çn
İkinci trouvaille: Satıcı önüme bir deste Breslau kartpostalı

koyuyor. Neredeyse tamamı belediye binası görüntüleri, İmpa­


ratorluk ve Weimar dönemlerinden pullar yapışık üzerlerine.
Yani öğrencilik yıllarımdan, yo hatta yazmayı ilk öğrendiğim
yıllardan objeler, bugün artık adamakıllı antikalaşmış olarak
sınıflandırılıyorlar. Bunu tecrübe etmiş olmak pek sağaltı­
cı doğrusu. Kartpostal metni: "Kadim Gross-Brasselimizdeki
jimnastik şenliğinden en sıcak selamlarımla ! Sana ebediyen
bağlı Gustav ! " Etkiledi beni bu Gustav, sadakatini kanıtlamak
için adının altına dolgun bir kurdele çizmiş, titizlikle yapılmış
taramalarla kurdeleye belli bir görsellik kazandırmayı bile he­
deflemiş, derz bandı gibi olmuş resmen. Bir bilseydi bu Gus­
tav, şimdi, aradan elli yıl geçmişken, duysaydı bir, çizimiyle
hiç kuşkusuz belli bir masiflik ve ebedilik kazandırmayı de­
nediği o zamanki sadakat sertifikasının hala durduğunu, o da
söz mü, değerinin bilindiğini, dahası karşılığının para, hem de
Polonya parası olduğunu. Belki de ürkmüş bir halde bu ebedi­
liği savuşturur, ebedilik dediyse bu kadarım da kastetmediğini
temin ederdi. Öte yandan tamamı <Breslau> damgası taşıyan
bu kartpostalların nasıl ve ne diye Breslau'nun yolunu bulup
geri döndüklerini açıklamak çok zor. Aynca ne diye rafta dur­
dukları, hangi müşteriyi bekledikleri de tam bir muamma. An­
laşılan o ki benim gibi delilerin yolunu gözlüyorlar.

Avusturya

Hava çok basık ve fırtınalı. Hem üniversite hem seminer bi­


nası kapalı olduğu için bu civardaki tek açık kapıdan içeri
giriyoruz. Yani üniversiteye bitişik Matthias Kilisesi'nin kapı­
sından. İçerisi tıka basa dolu. Roma'daki Gesu Kilisesi'ne ben­
zer tarzda. Bu tıka basa dolu iç mekan da ziyaretçilerle dolup
taşmış. Öyle ki içeri girmek gerçekten mümkün değil. Zan-

Fr. Kazara keşfetme -yhn

437
netlerim bu kalabalık - kilisedeki ziyaretçiler komünist gibi
durmuyordu, tersine aşın derecede sosyeteydi - politik bir
tavrın göstergesi. Büyük olasılıkla eski bir geleneğe dayanıyor.
Polonya'nın Rusya'ya ait olduğu onyıllar boyunca , Roma-Ka­
tolik Kilisesi'ne bağlı kiliselere gidilerek, Ortodoks Rusya'yla
araya mesafe konmak istendiğini biliyoruz. Bu kiliseye daha
önce hiç girmemiştim elbette, Yahudi bir çocuk olarak Bres­
lau'daki hiçbir kilisenin içini görmemiştim ki. Epey gecikmiş
bir ilk gösterim yani. Ama yine de tam bir ilk gösterim sa­
yılmaz. Cizvit Barok stiline aşinayım çünkü, işin ilginç tarafı,
gençlik yıllarımdan değil, yaşlılığımdan bildiğim bir şey bu.
Elli yaşımda yazgım beni Viyana'ya sürükledi çünkü. Katedral
adasının karşısında Oder kenarında dolaştığımızda da hiç bil­
mediğim bu haliyle de Breslau bana yabancılık hissettirmiyor.
Bir hafta önce Krakow'da da aynı duyguyu yaşamıştım Avus­
turya-Macaristan İmparatorluğu kokuyor, içimde Tuna Nehri
kıyısında gezintiye çıkmışım gibi bir duygu var, Avusturya'nın
her nasılsa hiç bilmediğim bir büyük kentindeyim sanki.

Almanlardan anndırma

Sokaklarda böyle dolanırken tekrar tekrar soruyorum kendi­


me, acaba diyorum o kadar önemsemiyor muyum sahiden?
Ruhumun gizli bir köşesinde kızgınlık taşıyor olmayayım, bu
kent bir Polonya kenti olduğu için, sadece adı değil kendisi de
gerçekten Wroclaw olduğu için. Sonuçta dilimi, Almanca ko­
nuşmayı burada öğrendim. Bu dille aramda hayatım boyunca,
en azından benim açımdan, neredeyse katı monogamik bir aşk
ilişkisi sürdürdüm. Öyle yakın bir ilişkiydi ki bu, Almanya'da
olup bitenlere, bize ve başkalarına, ve kendilerine, hatta Al­
man diline yaptıkları karşısındaki öfkemi, Almancadan baş­
ka bir dilde haykırmam imkansızdı. Herhalde susmayı dahi
yalnızca Almanca becerebilirdim. Şimdiyse gelmiş burada,
konuşmamın kaynağı olan diyarda dolaşıyorum. Sur hendeği
boyunca, artık sur hendeği olmayan. Çünkü artık Wroclaw bir
<şehir> değil, hendek de <hendek> değil. işte burada dolaşıp
duruyorum ve tam da burada ne bir kelime konuşabiliyorum
ne bir kelime anlayabiliyorum. Buna rağmen mi incinmişlik
hissetmiyorum?
Hayır. Bir nebze olsun incinmiyorum. En fazla, büyük bir
acı duyuyorum. incinmemiş olmamdan ötürü. Bunu dert et­
mememden ötürü. Biliyorum, geri döndüğümde Almanya'dan
bazı arkadaşlarım kırılacak bana. Üzgünüm. Ne yazık ki bu
tür deneyimsizliklere ve bu tür düş gücünden yoksunluklara
saygı gösteremem. Emsallerinin çoğu gibi Oppeln üzerindeki
köprüden paldır küldür geçip Auschwitz'teki fırınlara yollan­
mamış ve Edith Stein gibi duman olup Yukarı Silezya'nın gö­
ğüne yükselmemiş olmasını, sırf tesadüflere borçlu olan bir
insandan, böyle birinden hem de bugün hala, Alman yurtse­
verliği duygusu beklenebilir miydi dersiniz? Ah, öfke, üç on­
yıldır günlük tayınım oldu benim, hakikaten acemisi değilim
öfkenin, Breslau'nun Almanlardan arındırılmasının da beni o
sıralar öfkelendirmiş hatta çılgına çevirmiş olması mümkün.
Ama l 945'te vuku bulan arındırma değil, üstleri başları lime
lime olmuş Polonyalıların açlıkla boğuşarak, yakılıp yıkılmış
(kim tarafından dersiniz?) ülkelerinde batıya doğru göçtükle­
rinde ve yeni bir yurt edinmek için yüz milyonlarca metreküp
enkazı (kim yol açtı dersiniz?) kaldırmaya başladıklarında
gerçekleşmiş olan değil. Çünkü o l 945'ten itibaren yaşanan,
Almanların bıraktığı yıkıntıların temizlenmesiyle başlayan
arındırma, başlı başına sadece son perdeydi. Almanlardan
arındırma işi, on iki yıl öncesinde 1933 Martı'nda başlamıştı
Breslau'da, üstelik - bu konuda tartışmak anlamsız - Almanla­
rın kendi eseriydi. Kötü nam salmış Heines· buraya emniyet

Edmund Heines, SA lideri, Röhm Darbesi sırasında öldürülenler arasın­


daydı, gaddarlığının sınırsızlığıyla tanındı �n

439
müdürü olarak tayin edildiğinde. Almanlardan o andan itiba­
ren arındırılmıştı kent, hatta her ne kadar dıştan bakıldığında
mimari görüntüsünde değişiklik görülmüyorduysa da çoktan
yerle bir olmuştu. Belli ki aptalları (buna Yahudiler de dahil, bu
yüzden ölüp gittiler) tekrar tekrar esasında hiçbir şeyin değiş­
mediği, nihayetinde her şeyin eskisi gibi kaldığı yanılsamasına
sürükleyen bir durumdu. Biz insanları, aynı kaldığı ya da ka­
lacağı izlenimi uyandıran şeylerden daha beter aldatabilecek
az şey bulunur.
Hayır, Almanlardan arındırmanın suçu , sadece bu da değil,
kentin ölümünün suçu da, bu kadarla da bitmiyor, buradaki
binlerce insanın ölümünün suçu da Hitler'de aranmalı. Artık
Almanya'nın sonunun geldiğine dair hiçbir kuşkuya yer kal­
mamışken, evet o saatte bile, palavralar savurarak Breslau'yu
kale ilan eden ve kentin sokak sokak, ev ev, yıkıntı yıkıntı
savunulmasını yani batmasını emreden Hitler'de. On ikiye
beş kala bile bu emre karşı gelmek için bir neden göremeyen,
karşı gelme cesaretini de gösteremeyen, aksine köle gibi itaat
etmeye devam eden, üstelik kendi binalarını havaya uçuran ve
emirle Hr üyesi kendi çocuklarını kor halindeki enkaza yol­
layanlarda bir de. Bu kenti nihai olarak Almanlardan arındıran
ve kent üzerindeki haklarını nihai olarak kaybedenler onlar.
Almanlardan arındırmaya öfke mi? Hayır, şimdi düşünün­
ce acı dahi duymuyorum. Yalnızca, bu yeniden var olan ken­
tin, onun bugünkü ve yarınki sakinlerinin benzer bir şeye bir
daha hiç ama hiç maruz kalmamasını umut ediyorum.

Dördüncü kez Brandenburger Caddesi No 54

Orada yukarıdaydı işte, yukarıda ikinci katta havada asılı ol­


malı o sahne. Babam piyanonun başına oturmuş Beethoven
çalıyor, bense piyanonun üstünde yüzükoyun uzanmışım,

Hitler-Jugend, nazilerin gençlik organizasyonu -çı

440
ürkmüş ve büyülenmiş halimle yerimden kımıldayamadığını
gibi babamı da bu muazzam şeyleri yapan kişiyle özdeşleş­
tiriyorum. Eğer birisi yapmışsa bunları tabii, çünkü aslında
öylesine var gibiler, tıpkı dağlar, yağmur, orman ve Krkonose
Sıradağları gibi. Peki kim çıkıp da yağmuru, dağlan, orma­
nı ve Krkonose Sıradağlan'nı birisi yaptı diyebilir ki, kim ya­
pabilir ki böyle şeyleri. Neyse, o dinlediğim şeyi yapanın adı
Beethoven'mış. Eğer bu Beethoven varsa, Tanrı gibi biri olma­
lı. Ama babam da Beethoven gibi biri olmalı, çünkü bu duydu­
ğum müziği <yapan> o. Ve sık sık, belli bazı geçiş efektlerinde
(<geçiş efekti> olarak adlandırıldıklarını elbette bilmediğim,
ne tabirmiş ama, benim içinse bunlar muazzam doğa olaylan) ,
işte , bir saniye öncesinde tahmin edemediğim, olmaz dediğim,
bu <olaykr> sırasında yüzükoyun uzanmış olduğum halde
neredeyse düşüp bayılacağım, örneğin (Appassionata olmalı)
eserin fa minör girişi sağır pedalla (ama ne biliyorum ki bu
<sağır pedal> hakkında?) birden hoş bir sol bemol majörde
tekrarlanıyor, yoksa buna tekrar denemez mi artık?
Orada yukarıda ikinci katta asılı olmalı o sahne, babamın
haşin bir tonda (burnunun üstünde kelebekgözlük, yine de
Tanrı) "Babacığım, babacığım ! " diye seslendiği, panik içinde
yardım isteyen çığlıkları: "Babacığım, babacığım, dokunuyor
şimdi bana ! " Olacak şey mi, korku içinde babasına seslenen
babam, hangi babayı yardıma çağırıyor olabilirdi, "Peri Kralı"*
da kimdi Allah aşkına, onu acılara boğan, sadece acı olsa iyi,
hem de acayip bir çoğul ekiyle; <acılar>, akıl erdiremediğim
nedenlerle, çoğul eki olmayan her tür acıdan kat kat fazla bir
acı gibi gelmişti bana. Yaşadığım bu korkudan babama hiç söz
etmedim, hiçbir zaman cesaret edemedim bu konuyu açmaya,
otuz beş yıl boyunca, ta 38 yılına dek, gerçekten acılara maruz
kaldığı o güne dek de açamadım. Gerçekten <acılar>dı, bu va­
him çoğul ekiyleydi, yardım isteyecek baba da yoktu ortalıkta.

Goethe'nin baladına ve Schubert'in bu şiire bestelediği lied'e atıf -yhn

44 1
Çünkü gerçekten çok geçti artık. Durham diye bir yerdeydi. Şu
yukarıda ikinci katta, kelebekgözlükleri burnunun üzerinde
şarkı söylediği ve benim yüzükoyun piyanonun üzerine uzan­
dığım ikinci katta öyle bir yer yok. Ama böyle bir yer olmalı
bir taraflarda. Yoksa babam ölmezdi öyle bir yerde ya da öle­
cekti orada ne de olsa, en azından o gün böyle bir yer olmuş
olmalı, ona bu Peri Kralı'nı anlatmakta artık geç kaldığım, o
gün (sözü geçen Durham'da krematoryum olmadığı için) ce­
naze şirketinin sürücüsüyle, arkamızda takırdayıp duran ta­
but, Trinity Hospital'ın bulunduğu en yakın kente gitmiştim,
adam arabayı çok hızlı kullanıyordu, yüzüme bakmadan "time
is money"· diye mırıldanmıştı dişlerinin arasından. Ama git­
mek zorundaydık, çünkü bu hastaneye bağlı bir otopsi salonu
vardı, o salonunsa insan uzuvlarını yakmak için elektrikli bir
düzeneği. Hayır <Peri Kralı>ndan babama hiç söz etmedim,
ta ki onu yakmaya götürdüğüm o güne , yani iş işten geçene
dek; prosedür sırasında dışarıda hastanenin bahçesinde bekle­
miştim, derken bir süre sonra sürücü dışarı gelmiş (elinde ne
olduğunu seçemediğim bir şey sektiriyordu) ve bana babamın
sağlığında parmağından bir türlü çıkaramadığı yüzüğünü tes­
lim etmişti. Bu yüzük, o tarihten otuz yıl öncesinde , şurada
ikinci katta Peri Kralı'nı söylerken ve ben yüzükoyun piya­
nonun üzerinde uzanmışken de parmağındaydı. Sürücü bana
(herhalde beni beklettiği sürenin uzunluğu nedeniyle özür
dilemek için) , "the j ob" (bununla kastettiği kesmekten ve
yakmaktan başka ne olabilirdi, "babacığım, ah babacığım ! " )
"not s o easy"·· dediğinde, çünkü n e d e olsa Trinity Hospital'da
cesetlerin parçalarının ayn ayn yakılmasında uzmanlaşılmıştı
yalnızca ve Auschwitz'teki gibi - hayır, böyle söylemiş olamaz,
bu dört yıl sonra başlamıştı - neyse, sürücü bana "gömmek
her halükarda daha iyi" deyip sigara tuttuğunda ve beni bu

lng. Vakit nakittir -yhn


Pek kolay bir iş değil -yhn

442
kez yüz kilometre hızla Durham'a geri getirdiğinde, babama
bir şey açıklamak için artık çok ama çok geçti. Öylelikle ba­
bam - belki böylesi daha iyi - şurada yukanda ikinci katta ne
olduğunu, yani benim ne hissettiğimi hiçbir zaman öğreneme­
di. Demek istiyorum ki bana Peri Kralı'nı söylerken (şüphesiz
beni kıymetli Almanyası'nın kültür hazineleriyle tanıştırmak
için) bizzat kendi, baba diye bağırdığı için, ona, Tann babaya
duyduğum güveni yok etmiş ve o saatten itibaren benim için o
da artık sadece bir insan olmuştu.
1906 ya da 1907'de olmuştu bu, şurada yukarıda boşluk­
ta hala bir kuyruklu piyano asılı olmalı, (üzerinde <Zierold>
yazıyor, altın harflerle, kuşkusuz çoktan unutulup gitmiş bir
piyano firması) , babam hala bu Zierold'un başında ve telaşla
<Babacığım babacığım ! > diye bağırıyor ve getirip elli yıl önce
evimizin bulunduğu yere diktikleri bir tahta paravana yaslan­
mış şurada duran bense hala o Zierold yazısının altındayım.
"Bitti mi?" diye soruyor Ch. , dikkatlice. Bunun üzerine araba­
ya biniyorum, Ch. ise çok hızlı giderse bir şeylere zarar verebi­
lirmiş gibi bir korkuyla çok yavaş bir tempoyla Graebschener
Caddesi'ne doğru yol alıyor.

Sonradan ek, Viyana

Bazı şeylerin hala yerinde durmasının, bazılannınsa yok olma­


sının sıradışı nedenleri olabiliyor bazen. Örneğin - Breslau'da­
ki iki komutan, General von Ahlfen ve General Niehoff'un ki­
tabından aktanyorum yine - "Düşmana bırakılacak binalann
bulunduğu bazı semtleri, düşmanın gelecekte yüz yüze kala­
cağı tehlikeleri artırmak amacıyla sağlam bıraktık." Buna kar­
şın - insan gözlerine inanamıyor - "savunmak istediğimiz bazı
harabelerin duvarlannı havaya uçurduk." Başka deyişle bazı
şeyler duruyor, çünkü elden çıkanlmış; bazılan ise tersine yok
olmuş, çünkü sözde oralar elde tutulmak istenmiş. Kurtulmak

443
için intihar edilmiş bir bakıma. Hem de <kurtuluş> sözcüğü­
nü ağza almanın çoktan anlamsızlaştığı bir zamanda.
Hohenzollem, Brandenburger ve Höfchen caddelerinin
Ruslara kurban gittiği tartışılır o yüzden. Breslau'yu nazilerin
tahrip ettiğini öne sürüyorsak, bu iddianın doğruluğu, sadece
nazilerin kentin bu hale gelmesindeki siyasi ve ahlaki sorum­
lulukları yüzünden değil, fiilen bu fiziksel yıkımın büyük bir
bölümünü gerçekleştirmiş olmaları yüzünden de tartışılmaz.
Yine bir alıntı yapıyorum - ayrıca nasıl ki kentin yerle bir edil­
mesinin sorumlusu ben değilsem, yerle bir edilmiş dil için
de sorumluluk kabul etmiyorum - "kasıtlı olarak, savunma­
ya özellikle elverişli yapılar, en başta da köşebaşlarındaki
apartmanlar bizzat ateşe verilmiş, ardından iç ve dış duvarlar
havaya uçurulmuştur. Böylece artık tutuşmayacak bir enkaz
oluşmuş, bu enkazın iyi kamufle edilmiş bodrum pencerele­
rinde, makineli tüfeklerimiz ve bazukalarımız hevesle pusuya
yatıp, saldıran düşmanı beklemeye koyulmuşlardır."
Anlaşılan o ki eski komutan bile bu taktiğin "yararsız bir
vandalizm" olarak görüleceği endişesine kapılmış. Ama bu bir
yanlış anlamaymış, komutana göre. Bu intihara dönük önlem­
ler aslında daha çok "başanlı ve zayiatı azaltacak bir savunma
savaşı için zorunlu önkoşul"muş. Dikkat çekici nokta, 1945
Martı'nın son on günündeki tamamıyla anlamsızlaşmış çatış­
malara, yani Sovyet Ordusu'nun kentin kapılarına dayanması­
nın üzerinden geçen zamanın altı haftayı bulduğu bir döneme
ilişkin bu "zorunlu" ve "başarılı" sözcüklerini 1960 yılında
kullanırken, komutanın, on beş yıl sonra bile bizi, o zamanlar
başarıların mümkün olduğuna inandırmanın peşine düşmesi.
Büyük olasılıkla da haklı. O sıralar bir başarı şansının bulun­
duğu konusunda değil ama bu türden o zamanki şansların bu­
gün dahi binlerce kitap okuruna yutturulabileceği konusun­
da. Hatta kendi bile böyle bir saçmalığa inanmışa benziyor.
"Önemli olan, " diye iddia etmiş, "dönüp arkaya bakmaktan

444
kaçınmayan bir değerlendirmeyle, planın büyük bir kısmının
başanlı olduğunun buna karşın çok az bir kısmının başansızlı­
ğa uğradığının kayda geçirilmesi. " Bununsa bir tek anlamı var,
demek ki sonuçta Alman silahlarının zaferi önlenememiş. İn­
sana saç baş yoldururlar doğrusu. Çöle dönmüş Breslau da bi­
zim "savaş meydanında yenilmediğimizi" gösteriyor besbelli.

Yine Grabiszynska, eski Graebschener Caddesi

Kocaman, ağzına kadar dolu, ağır bir çamaşır sepetinin gıcır­


dayarak üzerime geldiğini görüyorum. Taşınmaktan çok sü­
rükleniyor. lki oğlan çocuğu tarafından sürükleniyor, on iki­
on üç yaşlarında olmalılar, yıl 1914 çünkü.
Biri Hans, daha o yaşta burnunun üstünde gözlük, Opus
l l O'u çalabilen, ileride, yirmi yıl sonraysa 1934'te, Yahu­
diler dışarı Breslau'yu ve Beethoven'ı ardında bırakmaya
mecbur edilecek, daha doğrusu mecbur edilmiş olan. Gü­
ney Amerika'ya kaçıp orada kümes temizleyerek yaşayacak
(Peru'da dağların arasında bir yumurta üretim çiftliğinde, beş
yıl sonra da 1939'da ölecek ya da şu veya bu şekilde intihar
edecek, daha doğrusu 1 939'da öldü, şu veya bu şekilde inti­
har etti; Peru dağlarındaki ölümü ya da intiharı da yirmi yedi
yıl geride kaldı, çok çok geride, Peru'daki bu yalnız ölümü
kim hatırlayacak ki; dört gün sonra Varşova bombalanmış ve
dört yıl sonra da milyonlarca insan, içlerinde Hans'ın anne
babası da vardı, Treblinka'da katledilmişlerdi; bu milyonlar­
ca insan da kimse tarafından hatırlanmayacak) . Her neyse, o
zamanlar, o 191 4 yılında, hayır, artık ben de her şeyi karış­
tırıyorum, 1934 yılında, Hans ülkeden gitmiş, yolu Peru'ya
düşmüş, derken kendisini dağların arasında bir tavuk çiftli­
ğinde bulmuştu. Bu arada yirmi kat büyümüş olan bu çiftliğin
sahipleri artık, Hans'ın aşırı havalı iki oğlu. Onlar da elbette
yine ve elbette ülkenin kızlarıyla ("ülkelerinin kızlarıyla" , hiç

445
çekinmeden böyle söyleyebiliyorlar) bir olup çocuk yapacak­
lardı, iki, üç ve yedi yaşlarında üç kız çocuğu. Bu çocukların,
eğer o sırada yumurta çiftliğinin arkasında birbirlerinin saçını
çekmekle meşgul değillerse, prensesler gibi süslenip püslenip,
bir at arabasına bindirilerek Barok tarzı bir İspanyol kilisesine
götürüldüklerini ve o gün sırada hangi aziz varsa ona hürmet­
lerini sunduklarını ve tabii yalnızca İspanyolca bildiklerini ve
tabii Breslau'nun ve Beethoven'ın adını bile duymadıklarını
ya da duymayacaklarını aktardılar bana. Kim bu prenseslere
Greaebschener Caddesi'ni ya da Opus l lO'u ya da Hans'ın,
anlı şanlı Alman kültürünün cazibesine kapılıp, Breslau sanki
bir çeşit Atinaymış ya da Floransaymış ya da Parismiş gibi,
Yukarı Silezya'dan ya da Bohemya'dan kuzeye göçen atalarını
anlatacaktı ki? Bir de ne işe yarayacaktı ki bu, üç çocuk Pe­
rulu ve Perulu olmakla gurur duyuyorlar, haklılar da hatta,
çünkü (Hans'ın çeyrek katkısını saymazsak) varlıklarını Pe­
rululara, yani Dünya'nın (örneğin eskiden <Alman İmpara­
torluğu>, <Polonya> ya da <Breslau> denen) bazı köşelerinin
isimlerini dahi duymamış atalara borçlular. İşte anlayacağınız
bunlar, bu Kızılderili prenses üçlüsü, benim yedinci sınıftan
arkadaşım Hans'tan (en azından fiziksel olarak) geriye kalan­
lar. Şimdi durduğum yerde, Graebschener Caddesi'nde (şim­
diki adı Grabiszynska olan ya da Grabiszynska üzerinde diye­
lim, bir zamanlar maksat denemek olsun diye Graebschener
Caddesi diye adlandırdıkları, uzatmayalım, şimdiki apartman
bloklarıyla Los Angeles'ın merkezine çıkan bir bulvar ya da
Mexico City'nin merkezine çıkan bir Avenida gibi gözüken)
1914 Ağustosu'nda kocaman bir çamaşır sepetiyle, akla karayı
seçen Hans'tan. Bugünün gözüyle o günlere bakarsak, büyük
olasılıkla cilveli ve çikolata renkli bu Kızılderili prenseslerin
var olabilmesi için, onların varlığına hiç itirazım yok elbette,
tersine her şeyin gönüllerince olmasını diliyorum, (yazgının
yollan bu denli eğri büğrü mü olmalı peki?) işte bu Kızılderili
kızların var olabilmesi için - bugün pazar olduğuna göre çın­
gıraklı at arabalarının içinde Barok İspanyol kilisesine doğru
yola koyulmuşlardır - Tanrı şu kararları almıştı, başka deyişle,
şu aşağıdaki önlemleri alıp, hazırlığını çok önceden yapmak
durumunda kalmıştı:
Avusturya-Bavyera sınırında Adolf Hitler adlı bir mahluku
büyütüp elde hazır tutmak,
Beuthner adında bir Yahudi gencini, Katoviçe'den (yani
o sıralar Avusturya'nın binlerce garnizon kasabasından biri
olan ve gelecekteki Dünya çapındaki şöhretinden habersiz
Auschwitz'ten) yukarılara Breslau'ya göç ettirmek,
bu gence bir kuşak önce Moravya'dan göçmüş antikacı
jakobsohn'un Lohengrin'de geçen adlardan 'Elsa'yla süslenmiş
ve böylelikle sözde Almanlaşmış kızını bulmak,
bu Elsa'ya 1 90 1 yılında Hans adında bir yavru Dünya'ya
getirtmek,
bu Hans'ı, daha doğrusu bu yavrunun gelişip büyümüş hali
olan adamı da diğer milyonlarca insanı olduğu gibi, 1 934 yı­
lında yukarıda adı geçen ve bu amaçla hazır edilen Adolf Hit­
ler tarafından kovuşturmaya uğratmak,
bu Hans'ın Peru'dan başka bir yere vize alamadığı bir du­
rum yaratmak,
böylelikle Peru'ya yollanan Hans'ı korkunç bir yalnızlığa
itmek, onun, aklını yitirmek istemiyorsa, komşu çiftlikten ilk
gözüne kestirdiği kızla törenle evlenmesini sağlamak ve böy­
lece o kızın,
ona iki oğul doğurmasını mümkün kılmak. Elbette ki Ka­
tolik olacak olan oğullar da sonradan böylelikle,
ülkenin kızlarıyla birlik olup, kendi çocuklarını yapabile­
ceklerdi. Quod erat demonstrandum; böylece çikolata tenli o
üç prensese geliyorum, şimdi onlar, ben burada Graebschener
Caddesi'nde dikilmiş dururken, çıngıraklı at arabalarıyla Ba-

Lat. Gösterilmek istenen buydu -yhn

447
rok İspanyol kilisesine gidiyorlar, şu anda değilse bile (çünkü
orada Güney Amerika gecesi sürüyor hala ve pazar günü daha
başlamadı) , birkaç saat sonra, benim, şimdi adı Ulica Gene­
rala Swierczewkiego olan Garten Caddesi'ndeki otelde (ya da
yarım yüzyıl önce deneme amaçlı olarak, ama anlaşılan boşu­
na, adını <Garten Caddesi> koydukları Ulica Generala Swierc­
zewskiego'daki otelde bir yatakta) uyumakta olduğum sırada.
Her nasılsa işte, 1914 yılının Ağustosu'nda bir öğleden önce
başka bir çocukla birlikte tıka basa dolu bir çamaşır sepetini
ite kaka sürükleyip, kapı kapı dolaşan bu Hans. Daha doğru­
su, ondan geriye kalanlar bunlar.

Sepeti öbür sapından, soldan tutan diğer çocuğa gelince, o


pek fazla uğraştırmayacak beni , onun için eskilere uzanırken
belleğimi o kadar zorlamam gerekmiyor, çünkü o çocuk ben
ya da benim ya da bendim ya da günün birinde ben olaca­
ğım, burada zaman formu o kadar da önemli değil, her biri­
nin aynı derecede gerçeğe uygun olması bir yana, asıl önemlisi
anlattıklarımın burada Graebschener Caddesi'nde olup bitmiş
olması, o Hans Beuthner'le , ruhu şad olsun, benim, Dünya
Savaşı'nın , aynen öyle, Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı hafta,
1914 Ağustosu'nda dükkan dükkan gezip ekmek, sandviç ek­
meği, köfte , salatalık turşusu, tütsülenmiş içyağı, sosis, peynir,
bira, içki , puro ve sigara ve "lütfen bezelye sosisi de unutul­
masın" , kısacası anavatanın yemişlerini dilenip topladığımız
yerde yani. Karınlarının doyması için bütün bunları topladı­
ğımız kişilerin çocukları, yirmi yıl sonra bizleri kovalayacak
ve otuz yıl sonra gaza boğacaklar, başka bir deyişle, torunları
otuz yıl sonra (hemen hemen Hans'la benim o dönemdeki ya­
şımızda) Hj , Hitler'in gençleri olarak yangın yerine dönmüş
Breslau'nun savunulmasına ve harabeye dönmesine yardımcı
olacak olanların, daha doğrusu yardımcı olmuş olanların kar­
nının doyması için uğraşıyorduk, bu arada bunun üzerinden
de yirmi yıl geçti sonuçta. O zamanki çöküşte tesadüfen paçayı
kurtarmış o Hitler gençliğinin elemanları da şimdi keza otuz
beş yaşında (biz Hans'la o ekmeklere, sosislere , salatalıklara el
koyarken, babamın olduğu yaşta tam) yani artık kendi oğul­
ları da olan adamlar keza. Hans'la benim o zamanki yaşımız­
da olabilecek oğullar yani, burada, Wroclaw'da yaşamıyorlar
gerçi (burada Breslaulu yok ki, Wroclaw'ın Wroclaw olmadığı
zamanları bilen kimse kalmamış) , ama o Hitler gençliğinin ço­
cuklarının, yani Hans'la benim kendileri için ekmek, sosis ve
salatalık toparladıklarımızın torunlarının herhangi bir yerde
karşımıza çıkmamış olmaları ihtimal dışı elbette.
Bizi burada ilgilendiren o anda, 1914 Ağustosu'nda tüm
bunlar başlı başına spekülasyon; evet bizi tek ilgilendiren,
Hans'la birlikte dükkan dükkan dolaşıp ekmek ve sandviç
ekmeği ve köfte ve salatalık turşusu ve tütsülenmiş içyağı ve
peynir ve bira ve içki ve puro ve sigara "ve lütfen bezelye so­
sisini de unutmayalım" , kısaca memleketimizin yemişlerini
dilenip toparlamamızdı. Sonra da bu ganimetleri, Freiburg
lstasyonu'nun 3 . kategori büfesine teslim etmekti. Orada hep­
si kesinlikle veliaht prenses Cecilia tipinde, onursal görevde
ve dik göğüslü hanımlar (anlaşılan Dünya tarihi açısından
önemli son birkaç günün estirdiği fırtına onlann önyargılarını
bile önüne katıp süpürmüştü) , yüksek statülerine ve büfenin
yanındaki istasyon tuvaletlerinden yükselen şüpheli kokula­
ra ve boş gezenin boş kalfası sinek ve at sineği sürülerine al­
dırmadan hummalı bir çaba içinde <naçizane> (kullandıkları
sözcük aynen buydu, daha önce hiç duymamıştım) bir katkı­
da bulunma peşindeydiler. Şöyle ki Hans'ın, benim ve diğer
okul arkadaşlarımızın oflayıp puflayarak sürükleyip getirmeyi
öğrendiği erzakı <kendi elleriyle> teslim almak (aynen öyle ,
kullandıkları sözcük <kendi elleriyle>) , kendi elleriyle hazır­
lamak; halka sosisleri kendi elleriyle dilimlemek, sütlü kü­
çük ekmekleri kendi elleriyle yağlamak, arasına tütsülenmiş

44 9
içyağı doldurulmuş ekmekleri kendi elleriyle paketlemek ve
biraları kendi elleriyle doldurup ikram etmek, böylece yüz­
lerce kahramanı, Görlitz'in, Hirschberg'in, Schweidnitz'in ha­
mam gibi trenlerinden aç susuz, terli ve toz toprak içinde inip
peronlarda gürültülü patırtılı bir kalabalık oluşturan, sonra
(üzerine tebeşirle "her kurşunda bir Rus" ya da buna benzer
şeyler çiziktirilmiş) diğer vagonlara binerek Ağustos akşamın­
da doğuya, yani Polonya'daki, Galiçya'daki, Rusya'daki toplu
mezarlara doğru yollanan bu kahramanları molaları sırasın­
da serinletip <kendilerine getirmek> (aynen öyle, bu da yine
onların kullandığı sözcüktü) şeklinde. Hakikaten kavranabilir
bir hırs ve hakikaten kavranabilir bir orgazm Kız liselerinde
eğitilmiş, belki de yaptıkları hiçbir şeyden memnun kalmamış
bu Cecilia'lan, vatanın bunca evladına, bunca evlat, kılıçlan
ve meşe yaprağından çelenkleri de yanlarında, mezarlarında
yerlerini almadan önce, bir kez daha memleketin yemişlerin­
den, ekmek, köfte, hıyar turşusu, tütsülenmüş içyağı, peynir,
bira ikram etme ve onlara son kez noksansız bir doyum sağla­
ma fırsatı kadar mesut edecek ve soluk soluğa bırakacak daha
başka ne olabilirdi ki?
Birinci Dünya Savaşı, yıllarca ve her yanıyla kusursuz dene­
bilecek biçimde planlanmışken (Belçika nasıl da tereyağından
kıl çeker gibi işgal edilmişti) neden tam da Breslau'daki <Fre­
iburg lstasyonu'nda> kahramanlara erzak temini için yapılan
hazırlıklarda bu kadar aciz kalınmıştı da bizim gibi on iki ya­
şındaki iki Yahudi çocuğunun devreye girmesi ve ekmek, so­
sis, bira ve peynir dilenip toplaması gerekmişti; neden biz ol­
masaydık mainadlar böylesine coşamaz ve toplu mezarlarına
doğru yolculuk yapan kahramanlar doyamazdı, bu soruların
yanıtı bir sır olarak kalacak haliyle. Yanlış hatırlıyor olmam
neredeyse olanaksız. Karşımda duran deliller (daha doğrusu,
çoktan unuttuğum ama birden karşımda gördüğüm) saymak­
la bitmez. Örneğin şu sütçü dükkanı, Hans'la birlikte cesaret

45 0
edip girdiğimiz ilk dükkan (bu blokların ön bahçesinde olma­
lı) , orada bize en ucuz şeyi verdiler, bir kalıp <Harz peyniri.>
tık vurgunumuz oldu bu peynir. Sonra da üstüne mutlu ve
tasasız bir halde diğer ganimetlerimizi yığmaya başladık: Ağır
ekmekler, taş gibi salamlar, bira şişeleri, derken alttaki <Harz
peyniri>nden geriye kokusundan başka bir şey kalmadı. Bu
koku da haliyle o gün ganimetlere olan tüm seferlerimiz bo­
yunca, hatta bir daha hiç çıkmadı, öyle ki bugün hala nerede
bir çamaşır sepeti görsem Harz peynirinin itiraz kabul etmez
kokusunu burnumda hissederim. Eğer kanıt olarak bu yetmi­
yorsa, aynca istasyon komutanının imzalayıp mühürlediği ve
çok geçmeden iri yağ lekeleriyle sarkıp gevşeyen kırmızı kim­
lik kartı var şu anda gözümün önünde. Tezgahların üzerinden
uzanıp, bize kuşkulu gözlerle bakan kasapların, fırıncıların ve
tütüncülerin burunlarına bu kimliği dayıyorduk. Dördüncü
ya da beşinci yağma seferinden sonra işlerin nasıl döndüğünü
kavradığımız için de (bütün satıcıların tavrı aynıydı) zaferimi­
zi peşinen ilan etmeyi savsaklamıyorduk. tık anda bizi yaka
paça dışarı atmak isteyen dükkan sahiplerinin, on yaşların­
da gözüken bu toy afacanları otoritenin elçileri olarak tanı­
mak durumunda kaldıklarında nasıl öfkelendiklerini, derken
özellikle de dükkan müşteri doluyken bu öfkelerini nasıl bir
vatanperverlik patlamasına dönüştürdüklerini ve bizi <Alman
gençleri> diye nitelediklerini, ardından nasıl da tutkulu bir
cömertlikle sosisleri, ekmekleri ya da puroları adeta zorla eli­
mize tutuşturduklannı, sepete kendi elleriyle istiflediklerini,
bıyık altından gülerek izlemek çok keyifliydi doğrusu. Hayır,
bu anı bolluğunda yanılmış olma ihtimaline yer yok.

Viyana, Ağustos

Benim Hans'la birlikte ekmek, peynir ve köfte dilenip top­


ladığım semtte, aynı yerde, otuz yıl sonra yine çocuklar ka-

45 1
nştı savaşa. Belki bizim o zaman olduğumuzdan üç-dört yaş
büyüklerdi, ama yine onlar da çocuktular daha. Bana, <Hit­
ler Gençliği Köşesi>nde, yani Kaiser Wilhelm'le Augusta
Caddesi'nin kesiştiği yerde, oğlan çocuklarının kendi yap­
tıkları sapanlarla - Roma tarihi bunun için ezberletilmişti de­
mek ki onlara - kentte çoktan mutlak hakimiyet kurmuş Rus
askerlerine el bombalan fırlattıkları anlatıldı. Kendilerine bu
şekilde, böyle gerçek silahlarla ve böyle kanlı sonuçları olan
bir savaş oyunu oynama izni, daha doğrusu görevi verilmiş
çocukların nasıl gururlandıklarını tahmin edebiliyorum. Ne
oyunmuş ama, ne fantastik bir oyunmuş, gerçekten öldürebil­
mekle ve evleri tahrip edebilmekle kalmıyor, kendin de ger­
çekten ölebiliyordun ! Olabildiğince canice istismar edilmiş,
ölesiye bir savaşın sürdüğü koşullarda savaş oyunu oynayan
bu çocukların çoğunun, kendi akan kanlarını bir kan akıtma­
cılık oyunu, hatta kendi ölümlerini bir ölmecilik oyunu ola­
rak yanlış anlamadıklarını kim söyleyebilir? Doğrusu hiç de
şaşılacak bir şey değil. Yetişkinlerin kendileri de (insan söyle­
meye utanıyor, gel gör ki katışıksız gerçek bu) o iğrenç kan­
lı aylara rağmen savaş oyunu oynamaktan başka ne yaptılar
ki? Sımsıkı ablukaya alınmış ve yerle bir olmuş bir kentteki
çarpışmanın, yani nazi imparatorluğunun ya ele geçirildiği ya
da teslim olmaya mahkum edildiği bir zamanda sürdürülen,
yani anlamının kalmadığı ve hiçbir amaca hizmet etmediği
belli bir çarpışmanın neresine ciddiyet atfedilebilir ki? Cid­
diyetin sadece beri tarafında olan bir oyun düşkünlüğünün
yanı sıra ciddiyet ötesi bir oyun düşkünlüğü de var. Süslü püs­
lü ve yapmacık olan, yangının sahne ateşiyle sınırlı kaldığı,
Götterdammerung'daki şu bildiğimiz kıyamet değil yalnızca.
Her şey çoktan yıkıntılar ve küller içinde olmasına rağmen
sürdürülen o kıyamet de tam bir fantezi.
Adı geçen Breslau kitabında her şey çok farklı anlatılıyor
haliyle. Sadece kentin <savunulması> değil, aynı zamanda ço-

45 2
cukların kullanılması ve kurban edilmesi de. l 960'ta hala - bu
alaycı sözleri dikte ettiren oh olsuncu zihniyetse gözden kaç­
mıyor - "herhalde düşman bu el bombalarının nereden ve nasıl
fırlatıldığına bir türlü akıl erdirememiştir" ifadelerine rastlaya­
biliyoruz. Bir kere bu yalancı tekil "düşman" bile, yazarın her
biri gerçek tekil olan ölmüş çocukları algılamamış olduğunu
ve hala algılayamadığını gösteriyor. "Düşman" "bu el bomba­
larının nereden fırlayıp geldiği"ne akıl erdirememiş olsa dahi,
asıl bu çocukları bu ölüm oyununa yollamakta hiçbir çekince
görmeyenler karşısında hayrete düşmüş olsa gerek.

1stasyonda

Eskisinden farklı. O zamanlar sanının merkez istasyonunun


cep boyuydu, yani ray hatları olan küçük bir şato. Şimdiyse
amaca hizmet eden modern bir yapı. Bir açık büfe bulmayı
beklediğim köşede, yani o zamanlar mainadvari bir Cecilia'lar
grubunun ortalığı birbirine kattığı yerde , orada bir bilet gişesi
var şimdi, sözünü ettiğim günlerde neler olup bittiğinden ta­
mamen habersiz, öyle safça duruyor.
Benim içinse durum farklı. Benim için şimdi dahi o savaş
başlayalı henüz birkaç gün olmuş. Şimdi dahi o kadar taze
ki <Dünya Savaşı> adını>, <Birinci Dünya Savaşı> da şöyle
dursun, taşımıyor. Benim için o Cecilia'lar hala ortalığı aya­
ğa kaldırıp duruyor bulunduğum bu yerde. Hala yüzlerinden
okuyabiliyorum zaferin tarihini şimdiden bildiklerini ("en geç
Noel'de") ve duruma göre, savaş kimbilir belki de 1915'e dek,
hatta 1916'ya, hatta 191 Tye ya da 1918'e dek sürebilir, hatta
kaybedilebilir deme cesaretini gösterebilecek herkesi, bu tür­
den karamsar ve teslimiyetçi herkesi parçalayabileceklerini
bugün dahi görebiliyorum. Ben, zaferden emin olmadığım için
haliyle sesimi çıkarmıyorum.
"Beş limonata, otuz beş sosisli sandviç !"

453
Ah anne, gerek var mıydı bütün bunlara?
Senin sesin de geliyor kulağıma bu mainadlar korosundan,
daha doğrusu , bu mainadlar korosunun arasından sivriliyor,
keskin bir ses ve etraftaki tüm kulakların had safhada dikkati­
ni çeken bir aksanla. (Senin kulakların hariç tabii, naifsin çün­
kü ve seni N ew York'taki bir klinikten dışarı taşıdıkları, otuz
yıl sonraki, o elemli güne dek de naif kalacaksın - yirmi yıl ön­
ceki o hazin güne dek, seni New York'taki bir klinikten dışarı
çıkardıkları güne dek naif kaldın işte - kimsenin olamayacağı
kadar naif, oysa biz Yahudiler, hayat bize başkalarına oranla
daha da zorlaştırıldığı için en son naif olması gerekenleriz.)
O kadar dikkati çeken bir aksan ki bu . Hiçbir yerde ko­
nuşulmuyor çünkü . Ne burada Breslau'da ne Silezya'da ne de
doğup büyüdüğün Berlin'de. Bu aksanın bu kadar fazla göze
batmasının nedeni, hiçbir aksanla uzaktan yakından ilgisinin
bulunmaması. Tersine, çıplak, tepeden bakan, antiseptik, bü­
tün şivelerden arınmış bir yazı Almancası olması. Bunun için
sana kim ne diyebilir, şivesiz konuşmak ayıp değil ki, nasıl şi­
veyle konuşmak bir erdem değilse. Senin gibi, komşuların ha­
şarı çocuklarıyla arka avluda oynamak yerine mürebbiyelerle,
Dalgı ç'la,* Iphigenia'yla.. büyümüş ve kafasına Almanya'nın
aslen, iyi aile kızları yetiştiren bir kız lisesi, ondan sonra an­
cak bir ülke olduğu sokulmuş bir kız çocuğu , (çocukluğumda
benim durumum da pek farklı değildi) başka bir dili nasıl keş­
fedebilecekti ki? Heyhat hiçbir zaman kuşkucu biri olmadığın
için ve konuşmanın başkalarından ne kadar farklı olduğunu
ve senin doğal bulduğun, konuştuğun şivesiz yazı dili Alman­
casının buranın yerlisi insanların kulağına ne kadar yapma­
cık geldiğini asla fark etmedin. Dahası sesini yükselttiğinde
ve seslenmeye, hatta bağırmaya başladığında ne kadar tatsız
bir duruma düştüğünü , herkesin gözünde inandırıcılığını yi-

Schiller'in bir baladı -yhn


Goethe'nin bir eseri (lphigenia Tauris'te) -yhn

454
tirdiğini, insanların yüz çevirdiğini de. Biz yaşça daha küçük
olanların, o da yakılmamışsak eğer, o arada öğrenmeye yete­
rince fırsatının olduğu tüm bu şeylerin ABC'sinden bile ha­
berin yoktu. Tersine, Lessing'in Nathan'ı sayesinde, Lessing'in
Nathan'ını hiç okumamış ve okusalardı zerrece iplemeyecek
olanlara dahil olduğundan hiç kuşkun yoktu; ve yine Goethe
sayesinde (açık konuşalım anne ! ) Goethe'yi senin kadar bil­
meyenlerin çevresinden biri gibi görüldüğünü düşünüyordun.
"Beş limonata ! " diye bağırıyorsun anlayacağın, yazı dili Al­
mancasıyla, tiz ve panik yaratan bir bağırma bu, "beş limona­
ta, otuz beş de sosisli sandviç ! "
lşte şimdi seni de gördüm anne! En azından birkaç sani­
yeliğine. Bir yangını söndürecekmiş ya da Dünya'yı kurtara­
cakmış yahut Alman ordusu adına bir zafer kazanacakmış gibi
sağa sola koşturuyorsun, derken yine gözden kayboluyorsun.
Balinli yakalan iliklenmiş beyaz bir bluz giymişsin, tıpkı diğer
Cecilia'lar gibi, ter içinde kalmış bir bluz, vatanperverliküstü
bu sağa sola koşuşturmacada başka türlüsü beklenmezdi, ayrı­
ca sahiden bunaltıcı bir Ağustos gününün öğleden sonrası ne
de olsa... yeniden görüyorum seni, yüzünü de tanıyabiliyorum
bir anlığına, dudağının üstü terlemiş, tüm diğer Cecilia'lar
gibi saçlarım örüp tepende toplamışsın, abanoz renginde saç­
lar tabii ki. Eski Ahit'ten fırlamış bir genç kıza benziyorsun
tıpkı. Ama tam da bu yüzden (ne de olsa kamtlamalısın, yani
kendini; bu kızgın Ağustos göğünden düşmüş halklar savaşı­
nın sana sunduğu olanakla eline nihayet 'kendini' kanıtlama
fırsatı geçtiği için hoşnut ve minnettarsın) , evet tam da bu
yüzden bu vatanperver Cecilia'lann içlerinden herhangi biri
değil, asıl Ceciliasın, örnek Cecilia, en ateşlisi, en güvenilir
olanı, en Almam - kısacası, diğer Cecilia'lar, Görlitz'den ya da
Schweidnitz'den gelen kahramanlarının açlıklarının ya da su­
suzluklarının giderildiğini görüp soluklanmak ya da bir şeyler
içmek için oturduklarında, nöbet tutan, dinlenmeyen, misyo-

455
nu sürdüren, 'yo hayır daha değil' diyen bir sen varsın. Aksine
kahramanların arkasından koşuyor, ne tarafa olduğunun hiç
önemi yok, trene yeniden binerlerken şişeleri ellerine sıkıştı­
rıyor, tren hareket ederken ekmek paketlerini pencerelerden
içeri fırlatıyorsun. Evet bu kendini kaybetmiş örnek öğrenci
sensin anne . Gerçekten yapman gerekir miydi bunları?
Ah, yirmi yıl oldu sen öleli, sadece külün var artık (New
York'taki bir <mortician>ın* bana zorla sattığı, üzerinde senin
asla okuyamayacağın lbranice semboller olan herhangi bir kül
kavanozunda), New York'un bir banliyösünde ( <with the lo­
veliest view of the Hudson>**) . Ah anne , orada peronda telaşla
sağa sola koşman, bağırıp durman yok mu? Coşku dolusun,
çünkü Cecilia'lardan biri olabilmişsin. Olacak şey mi, yaptı­
ğının ne kadar onur kırıcı, ne kadar yakışıksız, ne kadar nafi­
le olduğunu görmüyor musun? Alay konusu olacaksın sonra
çünkü, aşağılanacaksın ve sürüleceksin; senin bu topluma ait
olduğunu söylemen, zannetmen, hissetmen ya da kanıtlaman
zerrece önem taşımayacak. Yurttaşlık ödevlerini yerine getir­
din diye , bu topluma ait olmayı becerebileceğini mi sanıyor­
sun? Asıl tam da yurttaşlık ödevlerini yerine getirmek yet­
meyecektir. Bu ödevleri coşkulu bir hevesle ve göze batacak
biçimde yerine getirmekse hiç ama hiç para etmeyecektir.
Ama bunları nereden bileceksin ki anne , içinde bulundu­
ğumuz 1914 Ağustosu'nda. O zamanlar nasıl bilebilirdin ki
böyle olacağını. Daha çok da şöyle düşünüyorsun: "Böylesi bir
hak eşitliğini kim tahmin edebilirdi ki?" Bir de: "Hayır, yaşa­
nılan savaş işin insani bakımdan güzel ve yüce ne çok yanını
ön plana çıkarmıştır, hatta bazıları - ne kadar haksızlık etmi­
şiz - kendilerinden beklenmeyecek fedakarlıklar gösterdiler ! "
Böyle düşünüyorsun ve gece nöbetlerinde kendini helak etti­
ğin için gurur duyuyorsun, tıpkı diğer Cecilia'lar gibi. Aynen

lng. Cenaze levazımatçısı -yhn


Şahane bir Hudson manzarasına sahip -yhn
şöyle düşünüyorsun: "Maj esteleri'nin, bu işte farklı taraflar
tanımam artık, hepimiz Almanız yolundaki beyanı gerçekten
hayata geçti ! " Yorgunluktan ölüyorsun gerçi ama mutlusun.

Okuma salonu

Tekrar Tauentziehen Meydanı'ndaki okuma salonundayım.


<Les Americains au Vietnam>dan (Les Temps Modernes,
No 236) , Ngo-dinh-Diem'in* kardeşlerinin, "kentlerden uzak
bölgelerde, yoksullaşmış köylülere uygulanan terör rejiminin
prensiplerini <bireycilik> olarak" adlandırdıklarını, bu felsefi
terimle sosyalistleri ve komünistleri barbar ve hödük olarak
karalamayı amaçladıklarını , varlıklı büyük toprak sahipleri ile
büyük tacirlerin gözüne girdiklerini ve bu terimin bayrağı al­
tında binlerce insanı katlettiklerini okuyorum.
Baba , ah baba ! Ah baba, bir bilseydin bunları ! <Bireycilik>
kavramını yaratırken, böyle olacağını bilseydin.
1 908 ya da l 909'du sanırım, çok iyi anımsıyorum, sur hen­
deği kenarındaki gezintilerimizden birinde anlatmıştın - nasıl
da onurlandırılmış hissetmiştim kendimi, bana bir yaşıtın ya
da sırdaşınmışım gibi davranmışım çünkü kendi <felsefe­
nin> ilk taslağını yazmak için yıllar önce Eulengebirge'ye gitti­
ğini, şimdiyse ilk cildin çıkmış olduğunu, bu felsefeye, Kant'a
gönderme yaparak bir isim de bulduğunu, <bireycilik> olarak
adlandırdığını.
Felsefen unutuldu gerçi baba, ancak felsefenin adı hiç de
unutulmuşa benzemiyor. lyi ki görmedin bu günleri, bu te­
rimin ne zaman, nerede, kim tarafından, kime ve neye karşı
kötüye kullanıldığını. Bu sözcük göçü pek öyle muamma de­
ğil. Hatta geçilen durakları adım adım izlemek mümkün. Te­
rim önce Scheler'in felsefe anlayışına sindi - Scheler'in kendisi
henüz Köln'deyken bana terimi devralışını anlattı - böylelikle

1955-1963 arasında Vietnam devlet başkanı, milliyetçi, antikomünist -çn

457
bu terim, neokatolik felsefenin bir parçası oldu. Scheler'den
devralan Mounier oldu, bu da güvenilir bir bilgi. çünkü Mo­
unier bunu bana 1 933 Bahan'nda, kaçmayı başarmamdan he­
men sonra Boul Mich'te* aktardı. Gerçekten de Mounier, ken­
dini <bireyci> olarak adlandırmış ve terime sadece babamın
değil Scheler'in de düşlediği ölçüde bir önem kazandırmıştır.
Ama bir bakıma, onun tamamen iyi niyetli yaklaşımıyla terim
Dünyaca, en azından o sıralar azımsanmayacak büyüklükteki
Fransız Dünya lmparatorluğu'nda tanınma şansını yakaladı.
Mounier'in Katolik dergisi "Esprit" , bilinen, çok okunan bir
dergiydi, daha doğrusu , dağıtım ağı hayli genişti, çünkü can
alıcı toplumsal sorunlara değiniyordu ama buna rağmen - o
sıralar hiç alışılagelmiş bir durum değildi bu - bilinçli olarak
Katolik çizgisine sadıktı. Marksizmle ilgisi olmayan, hatta
antimarksist yanıtlarla, özellikle de şu bildiğimiz entelektü­
ellerin, aslında çoktan devrimciliğe yatkın ve Marksizmin eşi­
ğinde olan o entelektüellerin gönlünü hoş tutuyordu. lşte o
yüzden elbette iyi bir fırsattı bu , resmen dört elle sarıldılar bu
fırsata. <Bireyciliğin> yardımıyla sanal karşıdan engellemeyi
umuyorlardı. "Esprit'', Fransız Çinhindi'nde de aynı işleve
sahipti, böylece Mounier'in felsefesini, en azından kullandı­
ğı sözcük hazinesini benimseyenler arasında ünlü kanlı Diem
ailesi de vardı. lşte böylece baba, Vietnam'daki binlerce köylü ,
senin Eulengebirge'de bulduğun sözcüğün flaması altında kat­
ledildi. Ah babacığım ! Bir bilseydin !

Gece otelde

Çakımı kaybettim. Neredeyse otuz yıldır yanımda taşımışken,


şimdi cebimdeki ampütasyon duygusu dikkatimi dağıtıyor
resmen.
Babam l 938'de Durham'da öldüğünde, çalışma masası-

Boulevard Saint Michael'in kısaltması --çn


nın üzerinde bulmuştum bu çakıyı. O zaman, gizlice ve onu
babamdan çalıyormuşum gibi bir duyguyla yanıma almamın
nedeni, ondan bir parçayı hep yanımda taşıma arzum değildi
yalnızca, köstekli saatini de alıp cebime koyabilirdim; o ça­
kıyı kendi <keskin tüy çakı>sı olarak adlandırması da değil
tek neden - sivriltilmesi gereken tüy kalemleri anımsatan bu
dokunaklı terim ağzından her çıktığında, benim gözümde
Lessing'in ya da Kant'ın nazik bir çağdaşı olup çıkardı -, kes­
kin ucundaki gravürden de anlaşılacağı gibi, en önemli neden,
çakıyla aynı memleketli olmamızdı, o da benim gibi Breslau'da
açmıştı gözlerini Dünya'ya. Sahip olduğum tek parça Breslau
oydu. Babamın ölümünden sonra benimle Durham'dan New
York'a geldi. Oradan beş yıllığına Kaliforniya'ya. Oradan ge­
riye Avrupa'ya. Oradan Kuzey Kutbu üzerinden japonya'ya.
Oradan Hindistan üzerinden Viyana'ya. Oradan Meksika'ya.
Dün de üzerimdeydi muhakkak. Hatta sanının biraz önce de.
Ceplerimi kontrol ettim. Delik yok. Valizlerimizin ve çantala­
rımızın altını üstüne getirdim. Yok. Batıl inançlarım olsaydı,
çakının burada kalmayı istediğini öne sürerdim. Psikanalist
olsaydım ama, kendimden kuşkulanırdım herhalde , bilinç­
li olmasa da yine de kendi irademle çakıyı kaldırıp attığımı,
bu kurbanı vererek, karşılığında bu ölüler diyarından sağlam
çıkma - doğrusu hala belli değil ne olacağı - güvencesini elde
edebilmeyi umduğumu düşünürdüm.

Yine gizlice evin olduğu yerde, 1 0 Temmuz

İşte buradaydı demek ki, ne zaman olabilir, 1909 ya da 1910


herhalde. Peki hangi sözcükler o görüntüyü yeniden gözü­
mün önünde canlandırıp kıyamete dek alıkoyacak sırnaşıklık­
ta? Burada işte, bir salisede olup biten bir arsızlık yaşanmıştı,
ebedi boyutta bir vaka: Bir yıldız yükselmişti, daha önce hiçbir
zaman hiçbir yerde hiç kimse tarafından görülmemiş bir yıl-

459
dız. Hold your horses, brother! · Büyük konuşma ! Ne ebedi
boyutu, o da nereden çıktı! Baştan al bakalım !
Burada olmuştu işte. Erotizmin tanrıçası, hiç haber verme­
den, pervasızca ve olanca parlaklığıyla yaşamımın podyumu­
na sıçramış, elinde salladığı baltası, sahne ışıklarında birden
parlayıp vınlayarak kafama inmiş, babamın, annemin, Else'yi
de unutmayalım bu arada, yıllardır beynime pompaladığı ta­
bular kıvılcımlar çıkararak unufak olmuştu; Venüs'ün bu dar­
besi kadar bahtiyar edici bir şey daha önce başıma hiç gelme­
diği için de gözüm kararmış ve yere yuvarlanmıştım.
Hold your horses, demiştim ! Şimdi de tamamen saçmala­
dım çünkü ! Venüs'ün ne işi var burada şimdi !
lşin doğrusu, Pauline'ydi adı. Hatta tam adı Pauline Ma­
tuschke. Erotikliğin tanrıçası olmak şöyle dursun, etli butlu
bir hatun bile değildi, bırakın onu hatun bile değildi, hatta
kızoğlankız bile sayılmazdı. Çünkü o kadarı için bile belli
bazı minimum tatlı niteliklere ya da hiç değilse bu minimum
şekerlemeleri haber veren belli bazı minimum vaatlere sahip
olmalıydı. Saklama gereği duyacağı ya da zevkini ortalıkta
paylaşmayabileceği tomurcuklara göndermeler, deyim yerin­
deyse. Ancak Pauline bu minik potansiyele de sahip olmadığı
için - altmışlıklann ölçütüyle hiçbir şeye sahip değildi doğru­
su - üzgünüm, bakire de olamamıştı. Zihin gözümün önünde
olan şey daha çok bir çocuktu. Yalınayak, çırpı bacaklı, za­
yıf, çilli, saçları kirli, bir dişi eksik, diliyle sürekli oynardı o
boşlukla, bir çocuk. Kapıcımız genç bayan - kızlık soyadıyla
Matuschke'nin afacan kızı, bu afacanın bütün kaburga ke­
miklerini tek tek sayabilirdim. Bir de en fazla on iki yaşınday­
dı herhalde.
Bu döküntü arazide Venüs ya da Pauline fark etmez, biri­
nin pervasız bir gülüşle üzerine sıçrayabileceği bir podyumun
yükseldiği ya da onları ışıklandıracak bir sahnenin ya da vın-

Ing. Yavaş ol birader! -yhn


layarak kafama inebilecek parlayan bir baltanın varlığı da keza
bir o kadar gerçekdışı. Tabii ki öyle bir şey yoktu. lşin doğru­
su, şimdi bir kez daha baştan alıyorum, olacak herhalde, ilk
önce ebediyete uzanan sonra da mitolojik bir olay olduğunu
iddia ettiğim şey makul orantısına kavuşacak; işin doğrusu, o
zamanlar on iki yaşındaki bu Pauline ve o zamanlar yedi yaşın­
daki ben, sıcak bir ağustos akşamı arkada (bilinmeyen neden­
lerle o zamanlar bahçe diye adlandırılan) avludaydık (bugün
ne avludan ne bahçeden eser var) ; benim gözümün önünde
ama katiyen benim hatırım için değil, ben kimdim ki ona göre ,
bücürün tekiydim, orada dikili duran, halı dövmeye yarayan
ayaklı demir çubuğun üzerinde jimnastik hareketleri yapma­
ya başlamıştı, denediği hareketse o zamanlar (belki adı hala
aynıdır, gerçi burada öyle değildir o başka) <dizden sarkma>
dediğimiz şeydi; bu egzersiz sırasında yerçekimi yasasından
ötürü on iki yaşındaki bedeninin üzerinde taşıdığı ne varsa
(eh ağustosta tabii ki bir bez parçasından ibaretti bu) solmuş
bir çan çiçeği gibi, aşağıya sarkmış olan kafasının üzerine düş­
müş, böylece bütün çıplaklığıyla, Tanrı'nın onu yarattığı gibi,
daha doğrusu, Bayan Matuscke'nin onu doğurduğu gibi, daha
doğrusu, kendi kendine doğumundan bu yana hedefinden
emin geliştiği haliyle (hem de demin dediğim gibi kızoğlankız
bile sayılamayacağı halde, o zamanki aklımın erdiği kadarıyla,
yüce Tann'nın yaratabileceğinden ya da Matuschke Hamm'ın
dünyaya getirebileceğinden çok daha şaşırtıcı, çok daha baş
döndürücüydü) kesilip yolunmuş ve çengele geçirilmiş tavuk
gibi kafaüstü asılı dururken, tüm zamanların tüm oğlan ço­
cuklarının beslediği bütün içten arzuların ve köle sahiplerine
özgü umutların gerçekleşmesini sağlamıştı.
lşte Dünya'yı sarsan emsalsiz olay, benim, uygun sözcük­
leri nafile arayışım sırasında başta <Venüs'ün balta vuruşu>
olarak adlandırdığım darbe buydu. Hakikaten bütünüyle
anlamsız bir niteleme , çünkü Venüs, daha doğrusu Pauline
neye yol açtığından kesinlikle habersizdi. Yani yarattığı, beni
kendimden geçiren baş dönmesi için de ondan hesap soru­
lamazdı. Bir kere her şeyden önce onun, on bir ya da on iki
yaşındakinin, yani yetişkinin, bende, yedi yaşındaki birinde, o
da varlığımı dikkate aldıysa eğer, ciddiye alınacak bir yan gör­
mediği kesin. Fakat bunun bir nedeni de benim yanımda hep­
ten yetişkin kaldığı halde kendisinin de bir çocuk olmasıydı.
Demek istediğim, bana neler sergilediğini ya da bana herhangi
bir şey sergilemiş olduğunu ya da birilerine sergileyecek kadar
bir şeyleri olduğunu ya da birileri için görülmeye değer üç
yıldızlı bir şey sayılabileceğini kesinlikle bilmiyordu. O böyle
çıplak ve yolunmuş haliyle üstüne halı serilen çubukta asılı
kalmadan önce, bu gerçek, benim de hiç bilmediğim bir şeydi.
Çok daha yaygın olan gerçekse bildiğim bir şey değildi. Yani
bu Dünya'da görülecek, duyulacak, dokunulacak, tadılacak
ve koklanacak milyonlarca şey içinde, oynanacak, yenilecek
ve giyilecek şeyler içinde, hayvanlar ve bitkiler aleminde, tüm
bunların arasında, daha doğrusu bunların yam sıra, başka
türden bir şey, diğerlerinden esaslıca, hayli heyecan verici ve
muhteşem denecek kadar farklı ve tuhaftır ki diğer gündelik
şeylere karışmış olmasına rağmen yine de tamamen başka bir
gezegene aitmiş gibi görünen çok özel bir şey daha vardı. lşte
ansızın yaşadığım deneyim buydu. O vesileyle kapıldığım kor­
kuya rağmen öyle büyülenmiştim ki az buçuk kendime gel­
dikten sonra birden, kurnaz mı kurnaz belalı mı belalı muzır
birinden bile uyanık davranıp, bu arada daha az ilginç egzer­
sizlere geçmiş olan Pauline'ye tam bir ikiyüzlülükle, onun
dizlerden sarkma hareketinin, örneğin beden eğitimi dersinde
öğretmenimiz Schaller'in şart koştuğu kusursuzluğun hayli
uzağında olduğunu, galiba egzersizi daha çok tekrarlaması ge­
rektiğini, (hiç önemsemiyormuş gibi bir edayla elbette) isterse
kendisine seve seve "destek olabileceğimi" söyleyerek aklım
çelmeye uğraşmıştım
Başka deyişle yaşadığım bu şey de ister <Venüs> olarak ad­
landırayım ister <Pauline> ister <ten> ister <arzu> ister <şeh­
vet> ister <saadet> ister <Utanma> ister <korku>, daha sonra
o kadar da anlamsız kalmayacak bu deneyim de burada bir
başlangıç yapmıştı. En azından tam anlamıyla arkaik ve tam
anlamıyla çocuksu bir başlangıcın başlangıcının başlangıcıydı.
Hala var olan (bundan kuşku duymam mümkün değil) ,
hatta yedi yaşındakiyle özdeş (buna biraz zor inanırım) benim
dışımda - bu arada o yedi yaşındakini de o tatlı deprem az

kalsın öbür tarafa yolluyordu - ve son sürgünlerinin beni hala


titrettiği (buna da pek inanasım yok) bana bugün dahi ulaştığı
o tatlı deprem dışında, hayatta olan bu ikisi dışında, geçmişten
bugüne gelen hiçbir şey yok burada. Üzerinde halı dövülen
demir çubuğun üstü kapanmış. Kumlarla, kırıklarla, orada ar­
kada ne varsa artık. Belki dizlerden sarkma hareketi de. Belki
Pauline'nin kendisi de. Dilerim herhangi bir yerde - Tann'mn
hassasiyetinden bunu bekliyorum - mezarında yatıyor olsun.
O deprem sırasında yeterince büyük biriydi, on iki yaşındaydı.
O halde bugün - yaşlanmaktan daha beter bir hayasızlık dü­
şünemiyorum - yetmiş yaşında biri olmalı. Yetmiş yaşındaki
Pauline'ye izin yok. Yetmişine varmamış olması ve buralarda
bir yerde yatıyor olması da mümkün. Oysa bu da pek iç açıcı
bir düşünce ve gerçek anlamda bir avuntu değil. Kentin batışı
sırasında elli yaşında olmuş olmalı, elli yaşında bir Pauline'ye
de izin yok. Sonsuza dek on iki yaşında kalmalı.
Ama diyelim ki burada bir yerlerde yatıyor olsun ve yine
diyelim ki o zamanlar o 1933 yılında ya da 1938'de (çünkü bu
semtte birçok Yahudi oturuyordu, o yüzden sırtlan kesilmek
bir kapıcı kadın için kuşkusuz çok karlıydı), sırtlana dönüş­
müş olsun, öyle bile olsa huzur içinde yatmasını dilerim. O
halde ruhu şad olsun ! Çünkü bu küller onun sayılmaz artık.
Tahta çitin arkasında yığılı duran şey, çamur ve kum; ne bir
şahıs görülüyor ne bir köken, bu sen değilsin artık Pauline, bu
yine Dünya'nın bildiğimiz kadim maddesi, çoktandır bilmiyor
artık kimin bedeninde ortaya çıkmış olduğunu , bir de bir za­
manlar geçici olarak senin adını alıp Dünya'nın o maddesinin
geri kalan kütlesinden ayrıldığını ve Breslau'nun güneyinde,
Brandenburger Caddesi 54 Numara'da arka avluda dizlerden
sarkma hareketleri deneyeceğini. Hayır Pauline, şuradaki bal­
çığın bir kırıntısının sana mı yoksa tanımadığım elli yaşındaki
başka birine mi ait olduğu o kadar önemsiz ki artık. Sen olsan
da önemi yok. Seni kötü ve karaktersiz birine dönüştürmüş­
lerse, Hitler otuz üç yıl önce iktidara gelmişse ve sen bizi gözü­
nü bile kırpmadan satmışsan, bütün içtenliğimle söylüyorum,
bunda senin suçun yok. En azından, bu kentin sokaklarında
otuz beş yıl önce amiyane ilahlarına sevinç gösterilerinde bu­
lunan, böylelikle kendi sonlarına coşkuyla el sallayan, beleş
halı umuduyla kendi binalarındaki kiracıları gammazlayan,
arileştirilebilen piyanolara tamahla o kiracıları satan yüzlerce
kapıcı kızından daha fazla suçlu değilsin. Hayır, diğerlerinden
daha kötü biri olmuş olman olanaksız. Hitler'in kentimizi son
anda kale ilan etmesi , Rusların, Leningrad'daki ve Staling­
rad'daki enkazı, yollardaki darağaçlarını, Treblinka'daki ve
Auschwitz'teki toplama kamplarını görmüş Rusların, evimi­
zi, halı dövülen çubuğumuzu , dizlerden sarkma hareketimizi
yerle bir etmesi ve şimdi bu balçığın ve kumların bir parçası
olman nedeniyle bugün artık sana sitem etmem söz konusu
olamaz. Dahası acaba sen şurada yerlerde gördüğüm şeylere
dahil misin, bunu dahi bilmiyorum, belki de seni yanlış yerde,
yanlış mezarda anıyorum. Ama nerede olursan ol fark etmez,
ruhun şad olsun, ilk arzularımın tanrıçası!

Kaiser Köprüsü

Varşovalı bir arkadaşımın meslektaşı olan, buradaki üniver­


sitede görevli bir profesör, evine davet etti bizi. Kentin ku-
zeydoğusunda oturuyor. O yüzden Scheitnig yönüne doğru
kenti boydan boya geçmemiz gerekiyor. Oder Nehri'ne yak­
laşıyoruz. Kaiser Köprüsü'nde duruyoruz. Hiçbir şey değiş­
memiş. Ayrıca tarihi açıdan ilginç olmadığı söylenemez. Bu
kaba, hemen hemen hiç yontulmamış taş blokların kullanıldı­
ğı stil, ırkçıların bulduğu bir şey olsa gerek. Çok kozmopolit,
çok kadınsı, çok yumuşak ve çok Almanlıktan uzak görülen
jugendstil karşıtı bir stil olarak. Her şeye rağmen gençliğim­
de bu köprü benim köprümdü, hatta hala öyle. Bu köprünün
l 91 2'de ya da l 913'te açılışını yapanlardan biriyim çünkü.
Açılış töreni için kıvırcık saçlı koro öğretmenimiz Amadeus
Schmeidler, yüksek yerden gelen emirle bir kantat bestelemiş­
ti, adı da Kaiser Köprüsü Kantatı'ydı. Aklıma gelmişken, bu
kantatı şimdi herhangi bir nedenle seslendirmem gerekse hiç
zorlanmam, hatta bitiş fügünü ezbere okurum. Ne de olsa Bay
Schmeidler'in Breslau'daki müzik kariyeri, en azından ölüm­
süzlüğü , hiç kuşku yok, bu eserin başarısına bağlı olduğu için
haftalarca prova yapmıştık. Sonra büyük gün geldiğinde biz
korodakilere, sağdaki köprü ayağının orada durmamız söy­
lenmişti. "Şurada duracağım," diyorum Ch.'ye, "bugün ese­
rin galası var çünkü." Tabii ya, "gala" demişti , prova yaptıkça
endamı artan Bay Schmeidler. Bu tanım bizi derinden etkile­
mişti, böylelikle Schmeidler, biz korodakilere demek istiyor­
du ki icramızı, eserin binlerce başka icrası, büyük olasılıkla
başka köprü açılışlarında, belki de Dünya'nın çeşitli konser
salonlarında söylenmesi izleyecekti. Ama ne var ki hiçbirinin
bizimki kadar sansasyonel bir anlamı olmayacaktı, biz ilktik
ne de olsa. O nedenle bu köprü ayağının önünde dikilip kan­
tatı söylemeye başladığımızda, kalplerimiz yerinden fırlayacak
gibiydi haliyle; daha önce hiç böyle resmi bir gösteride bulun­
mayışımız şöyle dursun, bizden başka kim böyle generallerin,
belediye başkanlarının ve belediye meclisi üyelerinin önünde
şarkı söylemişti ki? Üstüne üstlük bir de açık havada, hem de
nehirden yukarı esen ve seslerimizi dudaklarımızdan koparan
rüzgara karşı. Öylelikle ne kendi sesimizi ne birbirimizi du­
yabiliyorduk. Haftalarca her gün, karşılarında eseri seslendir­
mek için prova yapıp hazırlandığımız yüksek makamlardan
konuklarımızın bizi duyamayacağı korkusuyla, dörtlükten
dörtlüğe, gittikçe daha fazla bağırmaya başladık doğrusu. Hele
bir gözünüzün önüne getirin bu kaybı. Bir düşünün, kantatın
doruğa çıktığı "daima selamet ve bereket" , özellikle, sadece
ebediyeti değil Alman sadakatinin ebediliğini hatırlatan "da­
ima", bu "daima selamet ve bereket" üniformalara ve silindir
şapkalara doğru dürüst ulaşmamış olsa ne büyük bir felaket
yaşanırdı ! Breslau ne yapardı ! Kent bugün kimbilir ne hale ge­
lirdi ! Bizler kimbilir ne hallere düşerdik! Ancak bitişle birlikte
anlaşıldı ki korkularımız yersizmiş. Çok şükür. Provalarda sü­
rekli yalpalayan sonuncu ritardando bile mükemmeldi. Sanki

derinden gürleyen 'dört sesli', muhteşem 'tek' bir şarkıcının


ağzından çıkmıştL Bay Schmeidler müthiş alkış toplamıştı.
Hatta her nasılsa alkışa benzer el hareketleri yapmaya yana­
şan generallerden bile. Sonra da koluyla geniş bir kavis çize­
rek, Silezya'nın ünlü koro demeğiymişizcesine bu onuru bize
aktarmıştı. Derken ertesi sabah kendimizi basılı bulduk, hem
<Silezya'nın>kinde hem <Breslau'nun>kinde, gerçi şahsen yer
almadık, Bay Schmeidler'in adı da geçmiyordu ama en azından
bütün Breslau - kimse görmedim diyemezdi - iki gazetenin
yerel haberler sayfasında "coşkulu açılış marşının pek bir ma­
haretle söylendiğini" resmen okudu, bu tartışılmazdı. Gazete­
ler tarafından kuşkuya yer bırakmayacak biçimde tasdiklenen
bu coşku da Johanneum Lisesi'nin korosu, yani biz olmadan,
açıkçası, nereden baksan, alto seslerin ikinci yedek solisti ben
de olmadan, asla ortaya çıkamayacağı için dolayısıyla ben de
Hilde'yle Eva feci şekilde kıskanmışlardı - gazetelerde yer
almıştım. O sabah babam, iki yerel haberin sayfalarını kah-

lt. Tempoda yavaşça azalma -yhn


valtıda içtiğim kakaonun yanına koyduğunda benim için çığır
açan bir şeydi dersem, abartmış olmam. O sabah anonimliğin
karanlık ve can sıkıcı yeraltı dünyasını, o güne dek yeryüzün­
deki milyonlarca insanla paylaştığım bu dünyayı ilk kez terk
edebilmiş, en azından çatıda ilk kez bir delik açılmış, o delik­
ten, herkesçe tanınmanın göz kamaştırıcı üst dünyasına bir
göz atabilmiştim. O alemde bir gün muhakkak yerim olacaktı,
belki de sonsuza kadar. Yani şimdi böyle köklü bir değişimi
borçlu olduğum bu Kaiser Köprüsü'ne kalbimde imparator­
lara yaraşır bir yer ayırmışım fena mı? Üstelik kalbimde bu
bağlılığın artıklarını bulmuşum, çok mu?
lşin doğrusu, Kaiser Köprüsü'ne olan tutkum ve onunla
duyduğum gurur ancak bir yıl sonra doruğa çıkmıştı. Her
durumda bu köprüyü o yıl, öncesinde ya da sonrasında ol­
duğundan daha sık gördüm. Çünkü o 1913 yılı sıradan bir
yıl değildi, özeldi, <Kurtuluş Savaşları> denilen savaşların
patlak vermesinin yüzüncü yıldönümüydü. Daha çok da Rus
çarının , Avusturya imparatorunun ve Prusya kralının hane­
sine yazılması gereken o 'vatanperver' patlamanın, bu büyük
geçmişin kutlama töreni çerçevesinde (bir yandan da Birinci
Dünya Savaşı'mn patlak vermesinin ön kutlaması için, ne de
olsa ona da sadece bir yıl kalmıştı, bizim Wilhelm'in hiz­
metinde görülmedik derecede işinin ehli kahinler vardı bel­
li ki) o zamanlar bizim Breslau koşullarına göre korkutucu
büyüklükte bir etkinlik düzenlenmişti, şu <Yüzyılın Sergisi>
denen şey açılmıştı: Salondan salona bir türlü bitmek bil­
meyen bir teşhir, üniformalar, silahlar, dokümanlar, savaş
meydanlarından resimler, Gneisenau'nun, Scharnhorst'un,
yaşlı Blücher'in portreleri vesaire. Hepsinin amacı, bizi, o za­
manki kahraman neslin, hiçbir kahramanca tarafı olmayan
biz torunları ve torun torunlarım yeniden gurur duymaya
ve onları taklide sevk etmekti. Hatta planlanmış en büyük
vatanperver kutlamanın hayata geçirilebilmesi için içinde
Dünya'nın en büyük orguyla Dünya'nın en büyük kubbeli
yapısı inşa edildi. Başka deyişle Breslau birden bir merkeze
dönüştü , her ne kadar 'uygar' dünyanın ya da Almanya'nın
olmasa da hiç değilse (o sıralar bu tanımı henüz bilmiyor da
olsak) psikoloj ik savaş hazırlığının merkezine. Neyse, tüm
diğer okul arkadaşlarım gibi ben de şanslıydım, bir öğren­
ci aboneliğim vardı, bundan bol bol yararlanıyordum. Ama
asıl, sergideki ana bölüm , yani vatanseverlik kısmı dışında
açılan bölüme sık gidiyordum. <Eğlence Parkı> dedikleri,
<Teufelsrad>ların ,' atış poligonlarının, eğlence trenlerinin ,
dans eden iskeletlerin , sosis satış tezgahlarının, devasa ak­
varyumlarda kırmızı balık kostümlü kızların ve buna benzer
mucizevi şeylerin olduğu bu bölüm, vatanseverlikle doğru­
dan ilgisi olmasa da vatanseverlik için gösterdiğimiz gayret­
ten ötürü bizi cömertçe ödülllendiriyordu . Böylece yeniden
Kaiser Köprüsü konusuna geldim . Köprüden geçmeden ser­
giye gidebilmek mümkün olmadığı için bana göre bu köprü
tabii ki artık benim köprüm olmuştu.
" Kral çağırdı ve herkes ama herkes geldi . " Giriş kapısının
üzerinde parıldayan bu iddia , yanlış hatırlamıyorsam serginin
sloganı olmuştu . tık olarak ancak yüzüncü yıl kutlamasına
da olsa ben de "geldim" işte. Çok sonra ancak, üniversite yıl­
larımda öğrendim ilk, kralın, yani III. Friedrich Wilhelm'in
<çağırmayı> hiç istemediğini (inanırım doğrusu ), daha çok
"herkes ama herkes"in, yeterince yüksek sesle hem de, onu
çağırdığını, Majesteleri'ne de "gelmek" ten başka seçenek bı­
rakmadıklarını keza, bugünse, halkın spontaneliğini de en az
kralların spontaneliği kadar inandırıcı bulmadığım için tıpkı
birincisi gibi bu versiyonun doğruluğuna da güvenmiyorum.
Sözde seslenip çağırdığı söylenen "herkes" kimlerdi örneğin?
Nasıl bir şey oluyor bu "herkes ama herkes"in çağırması? O
zamanlar 1 9 1 3 yılında böyle kuşkucu sorular, çok uzağımda

Alın. Şeytan tekeri -çn


kalıyordu. Yeni şeylerin ve yaşananların ani sel baskım, her
gün başımdaydı, her gün üstüme çöküyordü, beni hiç rahat
bırakmıyordu. Bir şeyleri kuşkuyla karşılamaya ne takatim
kalıyordu ne zamanım (kuşkuyla yaklaşım da güç ve zaman
gerektirir çünkü). Sadece ben değil, bütün çocuklar açısından
durum böyleydi. Hatta belki de herkes açısından. En azından
şuna inanıyorum, o sıralar her söylenene inanmaya benden
daha az meyilli, daha az zaaf taşıyan, daha az çekincesiz, daha
az manipüle edilmiş birini tanıdığımızı hatırlamıyorum. Üs­
telik bu söylediğim, çocuklar kadar yetişkinler için de geçer­
liydi. Daha doğrusu biz çocukların yetişkinlerden aşağı kalır
yam yoktu, çünkü yetişkinler bize öncülük ediyorlardL Ba­
bam dahi istisna oluşturmuyordu bu konuda. Çünkü eğer
babam istisna olsaydı, bana bu şovenist patırtı için abonelik
armağan etmekten kaçınması gerekirdi. Yoksa bu yakışıksız ve
şimdi söylemesi kolay, uygunsuz bir beklenti mi? Bir şeylerin
dışında kalmak son derece zordu nitekim, hele de bağlılığın
gösterilmesi gereği gündemde olunca. Bu zorluk en fazla da
zaten "dahil" edilmediklerini (yani aidiyetlerinin henüz tam
kabul görmediğini) düşünüp endişelenenler, hayır, daha doğ­
rusu iyi bilenler, güçlükle tırmandıkları basamaktan tek bir
yanlış adımla aşağı yuvarlanacakları kanısını taşıyanlar, yani
biz Yahudiler için geçerliydi. Ama her şeye rağmen benim, si­
lahların şakırtısından geçilmeyen bu sergiyle bağlantılı olarak,
naif babacığımla ilgili düşüncem iç açıcı değil. Hele de bana
sergiye defalarca gitmemi sağlayan bu olanağı sunmakla ye­
tinmeyip, bazı pazarlar annemi, biz üç çocuğu ve Else'yi de
tramvaya tıkıp sanki o fitilli tüfekler ve bayraklar bir Louvre
oluşturuyormuş ya da o eğlence parkı Baltık Denizi kıyısın­
da bir kumsalmış gibi bütün gününü bizimle birlikte sergide
geçirdiğini düşününce. Sonuçta ne de olsa o zamanlar kırk
üç yaşındaydı, yani olgun bir adamdı, bir eğitimci, hatta ya­
nına "reform" sözcüğünü eklemeden "eğitim" lafını ağzına al-
mayan bir eğitimciydi; bir bilim adamı, hatta başına süs sıfatı
"önyargısız"ı getirmeden "bilim" sözcüğünü kullanmayan bir
bilim adamıydı. İçinden neler geçirmiş olduğunu anlamak çok
zor. Belli ki hangi noktalarda önyargısız ve reformcu olmadan
davranılması gerektiğini iyi biliyordu. Şimdi böyle söylemekle
onun bunu bildiğini kastetmiyorum. Tüm akademisyen dost­
ları gibi o da naifleşecek kadar zekiydi. Gerçekten de naif ti, en
azından o derece ki şimdi ona bu yüzden düzenbazlık suçla­
ması getirecek olsam, bu da benim naifliğimi gösterirdi Bü­
tün bu söylediklerim, ona sevgimin ve saygımın olmadığı şek­
linde anlaşılıyor belki. Ah, ama hiç de öyle değil. Eskisinden
bir nebze bile az olmayan bu sevgiyi ve saygıyı, bugün dahi
içimde o kadar yoğun hissediyorum ki Babam hakkında söy­
lediklerim aslında ona değil onun gibilere ve onun kuşağına
yönelik. O kuşağa ait olması ise onun suçu değil.

Profesör D. yi ziyaret

Profesör D.'nin adresi şöyle: Plac Grunwaldzki Bu büyük


meydan önceden yoktu. Çünkü o noktada, geniş Kaiser Cad­
desi vardı, Scheitniger Parkı'na doğru uzanan. O yüzden bu
alanda oryantasyonumuzu tamamen yitirmiş olarak, önce ara­
bayla sonra yürüyerek dolanmamıza rağmen, uzun bir arayı­
şın ve sıkça sormaların ardından ancak, doğru binayı ve doğru
girişi bulmamıza şaşmamak gerekir. Profesör D.'nin anlattıkla­
rından sonra, nereye gitmiş olduğumuzu biliyorum artık. Be­
nim zamanımda olmayan bu kocaman alanı, kulağa ne kadar
absürd gelirse gelsin <Führer>e borçluymuşuz. Kendi yıkılışı­
nın hemen öncesinde, kentin ortasındaki bu geniş caddenin
kiliseleriyle, evleriyle, ne varsa artık, yerle bir edilmesini bu­
yurmuş. Gandau Havaalanı'nın Ruslar tarafından ele geçiril­
mesinden sonra iniş kalkış yapamayan Alman savaş uçakla­
rına yeni bir pist yaratılması, yani hala cephane taşınabilmesi

470
için. Bu emir o kadar korkunç ki insan hangi noktaya parmak
basacağını bilmiyor: Kendi kendini mahvetme çılgınlığına mı,
yani Hitler'in, sözde kurtarmak için, zaten yüzde sekseni yer­
le bir olmuş kentin sağlam kalmış taraflarım da bizzat yerle
bir etmesine mi? Yoksa henüz oturulan, sağlam denebilecek
bir sokağın piste dönüştürülmesi, insanların arap sabununa
dönüştürülmesiyle eşdeğer olduğu için, Auschwitz'le olan
benzerliğe mi? Yahut emrin veriliş tarihine mi, yani Hitler'in,
emri, Dresden'in enkaza dönüşmesinden on dört gün sonra,
yani topyekun kapitülasyonun an meselesi olduğu bir sırada
vermesine mi? Her halükarda Plac Grunwaldzki'deki oryan­
tasyonsuzluğuma bu <hava koridoru>nun yeşil alam neden
oldu. Polonyalılar da şehir planlaması açısından bu muazzam
fırsatı, aynı <hava koridoru>na borçlular, değerlendiriyorlar
da gerçekten.
Profesör D., belli ölçüde haz duyarak, bu bilerek kendini
sakatlamanın amacına ulaşamadığını anlattı bana. Bir tek nazi
uçağı bile bu piste inip kalkamamış, çünkü istisnasız hepsi
Ruslar tarafından düşürülmüş.
Bulunduğum yer, biraz acayip bir yer anlayacağınız. Pro­
fesör D. pistten söz ettiği sırada, pencereye yaslanıp altı kat
aşağıda keşfettiğim şeyle birlikte daha da bir acayipleşiyor
burası: Elli yıl önce hayranlıkla toplan, bayrakları, meydan
savaşı resimlerini seyrettiğim sergi salonları kompleksini gö­
rüyorum çünkü. Hemen yanında da Yüzyıl Salonu'nun yaş­
lılıktan kırlaşmış kocaman, kubbeli kısmı. Bu kez ben anlat­
maya başlıyorum. Profesör D. garipseyerek sözümü kesiyor,
<Yüzyıl Salonu> derken neyi kastettiğimi bilmek istiyor. Bi­
lindiği gibi bu yapı Polonya'mn en büyük sinema salonu, di­
yor; hatta bu sözlerde bir parça milli gurur seziliyor. Olsun,
Almanların Polonya'daki binlerce yapıyı tahrip ettikleri düşü­
nülürse, bu zaten şüpheli yapıyla gurur duymasında sakınca
yok. Bunu yapmakla benden bir şey çaldığı da yok. Ama kendi

47 1
eline bir şey geçiyor mu, tartışılır doğrusu. Velhasıl onunla
Breslau'daki ilk gençlik yıllarımın sırlarım paylaşırken, gözle­
rim aşağıdaki yapının üzerinde geziniyor. Elli yıl önce on bir
yaşında günbegün gezindiğim yerlerde. Eğer şimdi bir ope­
ra dürbünüm olsaydı, şu aşağıda film izlemeye gelmiş, Yüzyıl
Salonu'nun kapısından girip gözden kaybolan binlerce insan
arasında beş kişilik bir grubu da kesinlikle seçerdim: Babamı,
annemi, Hilde'yi, Eva'yı ve kendimi.

Ek not, Viyana, Ağustos

<Hava koridoru>na ilişkin: Breslau'daki iki komutanın, So


kampfte Breslau adlı kitabı yazdıkları tarihte, yani tahminen El­
lili yılların sonunda kullandıkları ve <askeri harita> olarak ya­
yımladıkları kent planı, Hitler zamanından falan değil, aksine
Weimar Cumhuriyeti döneminden. Önümde bir de 1934'ten
kalma Breslau kent planı duruyor. İki haritayı karşılaştırıyo­
rum. İnanılır gibi değil: Sonraki planda, generallere ait ola­
nında, Kaiser Caddesi pist olarak işaretlenmiş gerçi, ama bu
amaçsızca yakılıp yıkılmış caddeye paralel cadde, henüz (ne
budalaca bir "henüz" ! ) <Adolf Hitler Caddesi> adım almamış,
aksine <Friedrich Ebert Caddesi> olarak duruyor. Friedrich
Ebert Caddesi'ni öyle (Breslau'daki çatışmalara denk gelen dö­
nemdeki gibi, tam o sıradaki adıyla) <Horst Wessel Sokağı>
değil de sakin ve huzurlu <Grüneicheweg Sokağı> kesiyor. Bu,
sokağın benim gençliğimdeki adı. Bu yüzden insan, çılgınca
bir düşünceye kapılıp, kentin darmadağın edilmesinin 1925'te
gerçekleştiğini sanabilir. Diğer bir deyişle bu generaller, bu ak­
siyonu, Breslau'nun yerle bir olmasını organize etmelerinden
on beş yıl sonra, tutup kendi organizasyonlarından on beş yıl
önce piyasada olan bir haritada işaretlemişler. İnsanı burada
deniz tutabilir, daha doğrusu zaman tutabilir.

472
Profesör

Profesör D. daha bizdeki sosyolojinin kulağına çalınmamış so­


runlardan söz etti bana : Yani 1 945'te buraya gelenlerin <ilk in­
sanlar> olduğundan. Ne demek istiyordu ki bununla? Onların,
başkalarının yaşadığı bir bölgeye göçmen gibi gelmediklerini,
asimilasyonlarına yardımcı olacak topluluklara da katılma­
dıklarını; daha çok, öncü misali gelip boşluklara yerleştikleri­
ni, elbette tam boşluklara değil de seleflerinden geriye kalan,
ortalığa saçılmış , az ya da çok henüz işe yarayacak kent ve
köy artıklarına . En azından bunun, göçle gelenlerin kapalı et­
nik topluluklar oluşturmadığı bölgeler için geçerli olduğunu
belirtti. Kaldı ki bu tür, kapalı tek bir etnik topluluğun göç
ettiği bölgeler de istisnaymış. Örneğin Wroclaw, Polonya'nın
hemen her yerinden gelenlerin oluşturduğu bir kentmiş, ilk
kuşak göçmenler <tarihi olmayan insanlar>mış; daha doğrusu
yanlarında getirdikleri tarih artıklarını, yani anılarını, gele­
neklerini vb. ne kendileriyle aynı zamanda buraya göçenlerle
paylaştıklarından ne yeni yerleşim bölgeleriyle bağdaştırma­
yı becerebildiklerinden, geçici olarak bu tür <ilk insanlar>a
dönüşüp, <tarihsiz insanlar> olmuşlar. Ama bu arada herkes
kök salmış buraya elbette , doğma büyüme binlerce Breslaulu
varmış artık. Soruyorum , "Kente başka yerlerden göçmemiş in­
sanların yokluğunda sonradan gelmiş olmanın yol açtığı hor
görülme tehlikesi savuşturuldu mu böylelikle? Yoksa 'Mayflo­
wer Kıvancı'na· benzer bir etkisi mi oldu bunun? Büyük kent­
lerin bir zamanki yerlilerinin, adı sanı bilinmeyen köylerden
gelenlere karşı sergilediği kibir türünden? " Bu işin uzmanı
olmadığını söyleyerek kısaca yanıtlıyor. Bana öyle geliyor ki
kendisi de bulunduğu yörenin aşığı ve zarif denebilecek bir
Lemberg'li olduğu için bu son soru pek hoşuna gitmiyor. Bir
süre sonra yatıştırıcı bir tonda, kuşkusuz, diyor - ancak çok

Mayflower: 1620'de ilk göçmenleri Amerika'ya taşıyan gemi -yhn

473
genel bir bilgiyle sınırlı tutuyor söyleyeceklerini - bütün bu
sorunlar metodik olarak araştırılıyor. Hatta hayli yenilikçi bir
sosyolog grubu varmış bu <ilk kuşağın> sorunlarından başka
bir şeyle ilgilenmeyen.
Yola çıkmadan önce bana iki metin gösteriyor. Bir tanesi
Alman Federal Yüksek Mahkemesi'nin, 22 Eylül 1955 tarihli
karan, dosya numarasını kaydettim: g.H.4St R 269/54. Şöyle
deniyor orada: "Breslau kenti, hala Alman lmparatorluğu'nun
topraklarına aittir, sınırlarım belirleyen, 31 Aralık 1937'deki
koşullardır. Bu bölgede Alman devletinin yargı yetkisinin uy­
gulanması hala durdurulmuş bulunmakla birlikte, nihai ola­
rak ortadan kalkmamıştır."
Bu yüksek mahkemenin yargıçları, hangi kentten bahsedi­
yorlar bilmek isterim doğrusu.
Bahsi geçen kent, ona bakarsanız (onların sözleriyle söy­
lersek) "ortadan kaldırıldı." Üstelik sözü geçen kararda kaste­
dilenlerce değil, hem Breslau'nun batışının gerçek sorumlusu
hem yıkımda elinden geleni ardına koymayan Almanlarca.
Alman yargı yetkisi açısından daha da bir doğru söyledik­
lerim: Çünkü bu yetki, çok daha önce <ortadan kaldırıldı>,
nasyonal sosyalistlerin iktidarı ele geçirdiği 1933 yılında yani.
Almanlar tarafından <ortadan kaldırılan> Alman yargı yet­
kisi, Almanlar tarafından <ortadan kaldırılan> kentte, hangi
dayanakla geçerli olacak, anlayabilene aşkolsun.
Eğer orada, o, bir zamanlar Almanların yaşadığı Breslau'nun
varolduğu yerde, bir zamanlar Alman yargı yetkisinin hüküm
sürdüğü kentin - o Breslau'nun yasını ben de tutuyorum - bu­
lunduğu, bugün öyle kolay kolay yok sayamayacağımız bu
yerde, bu coğrafyada, bilakis bir kent yükseliyorsa ve orada
adaletin hükmü varsa, bu yalnızca, orada yeni bir kent ku­
rulduğu - ama eski kenti <ortadan kaldıranlar>ca değil - ve
yeniliği nedeniyle kurucular kente yeni bir ad verme hakkı­
m elde ettiği içindir. Bu kentte "Alman yargı yetkisinin uy-

474
gulanmasının durdurulmuş bulunduğu" yolundaki milliyetçi
sav (üstelik Alman dilinin suratına indirdiği yumruk da şöyle
dursun, düzgün bir Almancayla ifade edersek, doğrusu "en­
gellendiği" olacak) hepten saçma. Bu kent Breslau değil ki.
Anlaşılan Breslau'nun yok olmasının suçluları ya da bu suça
ortak olanlar yahut yol açtıkları yok oluşu içlerine sindireme­
yenler, "durdurulmamış yargı yetkisinin uygulandığı" bir kent
arzuluyorlar hala. Onlara, istiyorlarsa, o tür Breslau'yu başka
bir yerde kurmalarını öneririm. Ama şu aşağıdaki Yüzyıl Sergi
Salonu'na ya da dün geceki belediye binasına rağmen Breslau
olmayan - aksine Wroclaw olan - bu kent üzerindeki haklarım
kaybetmişlerdir.
Profesör D. ayrıca Federal Almanya'da çıkan bir gazeteyi,
daha önce adım hiç duymadığım Pommersche Zeitung'un
dokuz ay önceki, 6 Kasıml965 tarihli nüshasını gösterdi Altı
çizilmiş yazıyı okuyorum, "Polonyalılar, bize karşı savaşı bile
kazanamadılar. Varşova, savaşın son aylarında kendi olanakla­
rıyla kurtulamadı ki. O yüzden Almanya'dan yüklü tazminat
istemek de neyin nesi?"
Gazeteyi onun bana uzattığı gibi sessizce geri uzatıyorum.
Bu Almanya'ya ne demeli bilmem ki!
Bu devlet, muzaffer bir güç olduğu süre boyunca vahşice,
gücünün somutluğunun ortaya koyduğu şeyin, eo ipso bu gü­
cün bu devletin hakkı da olduğu anlamına geldiğini, hatta gü­
cün hak hukuk olduğunu iddia etti ve vice versa: Güçsüzlük
de eo ipso güçsüzlerin iktidarı hak etmediğinin, hatta temelde
haksız olduklarının göstergesiydi.
Almanya, bu gazetede dile getirilen yönüyle tutarlılığa
önem verseydi, yenilgisinden sonra, kendi çöküşünün ve içine
düştüğü aczin gerçekliğinin, haksızlığını, yani egemenlik iddi­
asının temeli olmadığını kanıtladığı biçiminde bir argümana
başvururdu. Ama ne gezer. Öne sürdüğü argümanı kendi için
uygulamak bu Almanya'nın aklına gelmiyor. Tam tersine dün-

475
kü kurbanlarının, yani yere serdiği, tekmeleyip çamura yu­
varladığı ve sakatladığı insanların, bu aşağılamalar sonrasında
kendi başlarına ayağa kalkmayı beceremeyişlerinin, tazminat
talebinde bulunma haklarını kaybetmelerinin kanıtı olduğu­
na hükmediyor. Pommersche Zeitung açısından hala eski dü­
şünme modeli - tabii söz konusu olan başkalarıysa - geçerli:
Birisi ne kadar feci hırpalanmışsa hak iddiası da o ölçüde aza­
lır. Dahası: Güçsüzlük, bizzat benim darbelerimin yol açtığı
güçsüzlük bile haksızlığın - güçsüz duruma düşürülmüşlerin
haksızlığının - kanıtıdır.
"Güvensizliğimizi tam anlamıyla aşmakta neden zorlandı­
ğımızı şimdi anlıyorsunuz değil mi," diye soruyor Profesör.

Yine de yuvaya döndüm

Dönüşte yolumuzu kaybediyoruz. Nasıl olduğunu anlama­


dım. Her nasılsa birden başka bir semtte bulduk kendimizi. O
zamanlardan kaldığı besbelli, bazı kasvetli sokaklar eski haliy­
le duruyor. Ancak bu semti daha önce hiç görmemiştim. Ne
gala ama ! Elli yıl sonra buraya geliyorum ve Breslau hakkında
bildiklerimi tamamlıyorum. Şiddetli yağmur yağdığı ve Güne­
şin ne tarafta olduğunu dahi göremediğimiz için bir süre sağa
sola sapıp duruyoruz. Nikolai Banliyösü'nde olduğumuzu
tahmin ediyorum Bu semtin varlığından haberdardım (çün­
kü sınıfın en yoksul çocukları burada oturuyordu) ama hiç
görmemiştim (herhalde proleterlerin mahallesi olduğundan) .
Birilerine, bu efsanevi yoksul semti hala var mı diye sormam
gerek. Birden yakınlarda Elisabeth Kilisesi'nin kulesi belirdi.
Onu izleyerek bu sağlam kalmış, tanımadığım semti terk edip
de Gustav-Freytag civarları olduğunu düşündüğüm bir enkaz
bölgesinden geçerek Ring Caddesi'ne çıktığımızda "Kurtul­
duk ! " diye bağırdım.
Breslau'ya geldiğimizde yuvaya dönmüşlük duygusu taşı-
mıyordum doğrusu. Ama şimdi, Breslau'nun bana bu kadar
yabancı bir yerine savrulduktan sonra, Breslau sınırlan içinde
yine de bir şekilde eve dönmüş oldum.

Akşam yemeği

Devletin işlettiği şık bir lokantadayız. Dans orkestrası, çok zor


karakterize edilebilecek bir müzik 'üflüyor' Parçaların marş
olduğu aşikarsa da (hakikaten çiftler bu müzik eşliğinde basit
ve eski tarz one-and two-step dansına kalkmışlar) , müzisyen­
ler, gençliğin caz dinleme arzusunu yerine getirmek üzere izin
ya da talimat da almışlar belli ki. Birkaç senkop yardımıyla
yapıyorlar bunu. Ancak bu basit ve metrik geçişler, bizim ku­
laklarımızı doyurmaktan çok uzak. Orkestra elemanlarının
hiçbirinin en küçük bir doğaçlamaya yeltenmemesi de üstüne
tuz biber ekiyor, müşkülpesentlik had safhada. Unutulmayan­
lar olarak kullanılan 'mol' ezgilerse ahenkli kompozisyonla­
rıyla, cazlanamayacak kadar yavanlar. Genel bir değerlendir­
meyle, çalınanların 1920'de Breslau'da bir itfaiye balosunda
çalınanlardan farkı yoktu pek. lşte muhteşem votkalanmıza,
ondan aşağı kalmayan lezzetli ve doyurucu çeşitlere eşlik eden
müzik buydu. Masamıza bakan garson Yahudi olduğumu he­
men anladı, ben et sarması ve karnabahar siparişi verirken,
yan masaların dikkatini çekmemek için olacak, yüz ifadesini
hiç değiştirmeden, Maidanek'teki toplama kampında bulun­
duğunu söyledi. Kısa kesmek için de hemen ardından, pek
tabii bunu artık düşünmek istemediğini, düşünmekle eline bir
şey geçmeyeceğini ekledi. Düşünse ne olacakmış ki. İnanma­
dım söylediklerine elbette, öyle olsa ne diye benimle paylaş­
ma gereği duysun ki? ltiraz etmeye kalkmadım ama. Etraftaki
tek Yahudi o muydu , böyle tesadüfen arta kalmış <minority
of one>* olarak kendini horlanmış mı hissediyordu , bir de

Tek kişilik azınlık -yhn

477
bu geçmişi elinde tepsiyle gezdirmesi, şunun şurasında ya­
şayacağı birkaç yıl boyunca duygularında bir kötüleşmeye
yol açar mıydı, bilemediğim için. Her halükarda gözlerinde
korku parlıyordu, daha doğrusu kararıyordu. Dediğim gibi,
karşı çıkmadım söylediklerine. Bir kere en başta, hiç kimse,
o zamanlar serbestçe dolaşan hiç kimse, o dönemin kurban­
larına pedagogluk ya da yol göstericilik taslamamalı diye dü­
şündüğüm için. Benjamin'in 1933'teki, mülteci olmak erdem
değildir sözü, toplama kampına düşmüş olanlar için de geçerli
gerçi. Dahası, biliyorum kulağa akıldışıymış gibi geliyor ama
bir o kadar da doğru olan şu ki öyle devasa bazı acılar vardır
ki, saygımız üzerinde hak iddia etme özgürlükleri, erdemlerin
sıradışı olanlarınkinden bile fazladır.

Otelde, gece vakti düşünceler

Babamın eleştirellikten uzak tavrı, özellikle de naif yurtsever­


liği, kafamı meşgul ediyor. Nasıl olmuştu da böyle bir düşünce
yetersizliğiyle böyle bir kavrama yeteneği ve yine nasıl olmuş­
tu da politik korkaklıkla o bildiğimiz hakkaniyet duygusu bir
araya gelmişti? Günümüzde, başımızdan geçen bunca şeyden
sonra babam, anlaşılması hayli zor bir vaka.
Sanının, bir Yahudi olarak, üniversitede saygın bir görevi
üstlenebilmesi, onu aşın mutlu etmişti. Bu başarıyı, kendi­
sinin de ayırt ettiği bir karakter defosuna maruz kalmadan,
yani karşılığını kültür bakanlığının tekrar tekrar tavsiye ettiği
<küçük adım>la, yani vaftiz edilmeyle ödemeden elde ettiği
için haklı olarak gururluydu. Ahlaki sarsılmazlığına hakika­
ten şapka çıkarılırdı. Atılacak <küçük adımı> reddetmesinin
nedeni, kendisinin bu adımı <büyük> görmesi değildi. Yahudi
inanışından ya da Yahudi cemaatinin ortamından kopamaya­
cağını düşündüğü falan da yoktu. Kendisini herhangi bir ta­
rafa ait hissettiği olmamıştı. Dördüncü kuşak Alman Yahudisi
olarak bir inanç ya da cemaat çevresinde yetişmemişti. Hayır,
o <küçük adımı> reddettiyse, yalnızca yükselme uğruna böyle
bir şeye yanaşmayı ya da dayanışmadan kaçma ve sadakatsiz­
lik pahasına kariyer yapmayı bayağılık olarak gördüğü ve ken­
disine uzak bulduğu içindir. Karakterinin sağlamlığı, inan­
madığı bir şeye dahi ihanet etmeyi reddetmesinde yatıyordu.
Ama yine de, kusursuzluk onun da özelliği değildi. Diğer her­
kes gibi o da <Sezuan'ın iyi insanı>' olarak ortalıkta dolanmak
zorundaydı. <lşlem>i reddetmesine rağmen yıldan yıla artan
becerisiyle, daha üst mevkilere gelmeyi başarması, onu kör­
lüğe itti, hem de öyle aşın bir körlüktü ki bu, karakter zayıf­
lığından hiç farkı yoktu . Her halükarda kariyerini vaftize de­
ğil de Alman kültür ortamının liberalliğine, toleransa, Alman
politikasının ileriliğine, muhalifliğin nankörlüğün daniskası
olduğunu düşündüğü bir devlette, yani pekala benimsenecek
bir devlette yaşamasına borçlu olduğunu zannederek kendi­
ni kandırdı. Kendisine iyi muamele edildiği için ona göre iyi
bir devletti bu . Politik açıdan bakarsak, babam hevesli bir re­
form yanlısıydı aslında, buna rağmen reformcu denemeyecek,
hatta neredeyse konformist biri olarak kaldı . Adam gibi bir
insan olarak yetiştirmeye çalıştığı oğlunu, yani beni, okulda­
ki militarist atmosfere ya da gözünü savaş bürümüş 'Yüzyılın
Sergisi'ne kuşkuyla bakmaya özendirmek sanıyorum aklının
ucundan bile geçmezdi.

Son bir defa Brandenburger Caddesi No 54, 1 1 Temmuz

"Buradaydı işte" ne demek, "burası" ne demek, çok yetersiz


bir sözcük bu, sanki geriye mekandaki soyut noktadan başka
bir şey kalmamış gibi. Oysa geriye kalmış olan, çok daha fazla­
sı. Meselenin aslı kalmış. Orada tahta çitin arkasında yükselen
şey, yani toprak, zemin ve çamur; aynı toprak, aynı zemin,

*
Brecht'in aynı isimli yapıtına atıf -yhn

479
aynı çamur, o zamankinin tıpatıp aynısı. Oynamaktan yor­
gun düşmüş halimle akşamlan bahçeden eve döndüğümde,
Else'nin fırça ve suyla ellerimi ve dizlerimi ovarak temizledik­
lerinin kırıntısı kırıntısına aynısı.
Uzan çıtaların arasından, uzat ellerini oraya, son bir defa
al ellerinin arasına gitsin ! İstersen bir defa daha geçmişi baş
parmağınla işaretparmağın arasında yuvarlayabilir ve son bir
defa yorgun düşmüş olarak ve üstün başın o zamanların kiri
içinde, eve dönebilirsin.

Geri Dönüş

Öğleden sonra üçte, boğucu sıcakta yola çıkıyoruz.


Çekoslovakya'da sınırın epey ilerisindeki jablonec'e kadar gi­
debilmeyi umuyorum, orada geceleyeceğiz. Ama asıl isteğim
birçok şeyi yanımda götürebilmek: Bir kere ne olursa olsun, o
zamanki cenneti, yani Krkonose Sıradağları'nı. Ne de olsa bu
adı hak ederek taşıyan tek dağ sırası (bu konuda söz söyleme
hakkım var, çünkü nihayetinde Fuji-Yama'yı da görmüşüm,
Popocatepetl'i de Alaska'daki dorukları da) . Tüm diğer <sı­
radağlar> istedikleri kadar şamata yapıp hinlikleriyle övün­
sünler, <sıradağ>lıklarına inandırmak için sırf o tür aşağılık
araçlardan medet ummaları bile her şeyi anlatıyor. Gerçek
sıradağ, adam gibi bir sıradağ olan Krkonose'dur ve elbette
hep öyle kalacaktır. lşte o yüzden orayı görmeden geçemem,
daha yolculuğun rotasını ilk çizişimde almıştım bu kararı. En
azından en tepeyi bir kez daha görmeliydim, orası benim için
bir yandan tatilin, yani altın çağın sembolüydü , öte yandan
tartışmaya meydan vermeyecek biçimde yeryüzünün en yük­
sek tepesiydi. Beni de yeryüzünün tartışılmaz efendisi yapan.
En tepeye çıkıp uğuldayan rüzgarda kendi etrafında döndü­
ğünde , uzakta yakında bu dorukla aşık atacak tek bir rakip
göremezdin. Ne Breslau'ya ne Dresden'e ne de Prag'a doğru,
senden daha yüksekte biri olabilirdi. Demem şu ki o zamanlar
dağın tepesini sahiplenmemde, <benim> tepem diye adlandır­
mamda şaşılacak bir şey yok Babama bile devretmezdim bu
tekeli. Silueti benim gözümde hiyeratik bir ideogramla eşde­
ğerdeydi. Kalemi elimden düşürmediğim, hayatımın ilk on yılı
boyunca hiçbir objeyi ya da motifi, ister bakarak ister ezbere
aynı sıklıkta çizmemişimdir. Diğer oğlan çocuklarının sade­
ce atları ya da sadece torpido gemilerini çizmelerine benzer
bir saplantıyla hem de. Evdeyken neredeyse her gün büyük
siyah yazı tahtasını kullanırdım. Brandenburger Caddesi 54
Numara'da, <üstümüzdeki> Müller ailesinin çocuklarının,
ruhları şad olsun, sonu gelmez şaşkın bakışları altında, hatta
gözümü kapatarak çizdiğim olurdu. Tatilin başladığı o büyük
an gelip de Krummhübel'e vardığımızda, önümüzde henüz
beş ya da altı hafta olmasına karşın , doruğumu en iyi nereden
selamlayabilirim deyip bir yere, mümkünse Villa Marie'nin
balkonuna mevzilenmeyi ve doruğumu , aslına bakarak çizme­
yi, yapmam gereken en acil şey olarak görürdüm. Doruk bü­
tün çıplaklığıyla, doruk siste, doruk sabah, doruk akşamüze­
ri, kurşunkalemle doruk, çini mürekkebiyle doruk, tebeşirle
doruk. Hatta bir gün erguvan renginde bile çizmiş olduğumu
gördüm doruğu. Öyle şaşırdım ki. Çünkü yukarıya defalarca
çıkmış ve onu oluşturan taş kütlelerinin erguvani değil, gri ,
yosun yeşili ve metal koyusu bir renkte olduklarım görmüş­
tüm; lakin ne çare , doruğun o akşam erguvan rengi olduğu su
götürmezdi, hatta içime kurt düşmüş, daha önce de, en azın­
dan bazen, bu rengi almış olabileceğini, ne var ki işte bunu
kendime itiraf edecek cesareti bulamadığımı, ileride dikkat
etmem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Neyse, o anda er­
guvan rengiydi artık, onu resmimde bir kereliğine böyle ergu­
van renginde boyamakla bir şey olmazdı ya. Hem de suluboya
kutumdaki küçük erguvani kiremiti o güne dek bir kere bile
denememiştim, bu da beni hepten cezbediyordu. Ama işte bir
şey olabilinniş demek ki, oldu da nitekim. Tam Hilde'yle (ak
saçlarıyla Berlin'de gömülü olan, yo hayır, o zamanlar dokuz
yaşındaki, siyah iki saç örgüsü olan) Eva (ak saçlarla Kudüs'te
yaşayan, yo hayır sarı çoban püskülü saçlarıyla o zamanlar beş
yaşındaki) , tam da ikisi benim erguvani doruğu keşfetmiş, res­
mi elimden zorla almış ve savaş ganimetini deliliğime kesin
kanıt olarak - öyle ya ne zamandan beri doruk erguvaniydi
- bir solukta anneme teslim etmişlerken, o da ne yapacağını
bilemez haldeyken - acaba kime hak verseydi, resme yeteneği
olan oğluna mı, yoksa asla aşağılık kompleksine kapılmama­
ları gereken kızlarına mı? - gürültüden rahatsız olan babam
bir deus ex machina olarak çıkageldi ve önce benim doruğa,
sonra karşılaştırmalı bir bakışla gerçek doruğa bakıp doruğun
akşam kızıllığında sahiden de erguvani göründüğüne karar
verdi ve haklı olduğumu söyledi. Ancak bu Hilde'yle Eva'nın
haklı olmadıkları anlamına gelmezdi , çünkü nihayetinde do­
ruk erguvani değildi, sadece öyle görünüyordu. Bu kararın ar­
dından annem babama taparcasına baktı, ancak hiç de onların
zannettiği kadar bilgece bir karar değildi bu. Ne beni ne kız
kardeşlerimi memnun etmişti, üçümüz de ihanete uğradığı­
mızı düşünüyorduk, hatta babamın bu yargısı bende derin
bir metafiziksel iç sıkıntısı yaratmıştı. Çünkü nasıl olurdu da
doruk gibi hem de böylesine önemli bir şey olduğundan fark­
lı gözükebilirdi, işin içinde hile olduğu kesindi bana göre ve
babamın da bundan çok doğal bir şeymiş , geçiştirilecek bir
meseleymiş gibi söz etmesini hiç ama hiç anlayamamıştım. O
sıralar nereden bileyim babamın pek de öyle parlak bir bilgi
kuramcısı olmadığını, üstüne üstlük 'bilgi kuramı açısından'
bakıldığında belli bazı sorunlara şaşırmayı bile beceremediği­
ni? O zamanlar bunu görememiş olmamın bir nedeni, henüz
bilgi kuramına yabancı olmamsa, bir nedeni de benim gözüm­
de babamın (karla kaplı doruktan farksız) bir doruk olmasıy­
dı, herhangi bir açıdan Tann'yla eşdeğer olmadığı düşüncesini
aklımdan bile geçirmem mümkün değildi çünkü. lşte dorukla
ve Krkonose Sıradağlan'yla ilgili meselenin içeriği böyle. Şim­
di oraya yaklaşıyoruz ve ben heyecandan duramıyorum, bir
kez daha görmek istiyorum o dağlan, tıpkı Breslau'yu bir kez
daha görmüş olmayı istediğim gibi
Gerçekten istemiş miydim Breslau'yu görmeyi? Artık hiç­
bir şey bilmiyorum. Emin değilim o kadar, hatta belki de tersi
doğrudur. Son kırk sekiz saatte üzerime çöken şeylerin yo­
ğunluğundan, farkına varmaya fırsat bulamadağım ya da belki
bilmek istemediğim şeyi, Wroclaw kent sınırını gösteren ta­
belayı görmemiz ve hemen bilfiil ardımızda bırakmamız sı­
rasında, bir çırpıda kavramıştım. Orada Breslau'dayken deh­
şetli korkuya kapılmıştım, neden olduğunu da bilmiyorum,
sanırım gelmekten çekinmediğim bu ölüler aleminde birden
kapalı kalabileceğim korkusuydu bu. Şimdiyse sözünü ettiğim
bu dünyanın bana fazla geldiğini biliyorum artık ve rahat bir
nefes alıyorum. Geçmişe olan bu yolculuk, en azından yolcu­
luğumun bu kısmı da artık geçmişte kaldı. Kentten çıkarken,
bir daha asla görmeyeceğimi bildiğim bu silueti son bir kez ak­
lıma kazımak için bir kere bile kafamı çevirip bakmadım, cui
bono? Krummhübel'den de vazgeçtim galiba. Krkonose'dan
da keza. "Bas gaza," diyorum Ch.'ye , "durmuyoruz, devam
ediyoruz. Doruk beni görmese de bir şey olmaz." Öylece kız­
gın ovada , sanki peşimizde ya da bagajda intikam melekleri
varmış gibi, son sürat yol alıyoruz; Zopten'e (bu kadar yakın­
dan görmemiştim. Galiba bizi o zamanlar dağlara götüren tre­
nin hattı bu hatalı biçimde ortalıkta duran dağa uzak kalıyor­
du , karayolu daha yakındı) , sonra Schweidnitz'e, Hirschberg'e
ve derken sınıra doğru. Hızla yol aldığımız bu düzlükte dışa­
rıyı hiç seyretmiyorum, köylerden geçerken yavaşladığımızda
bile. Aslına bakarsak benim memleketimin köyleriydi bunlar.
Ama "benim memleketimin köyleri" ne demek ki, hiç gel­
memiştim ki o zamanlar buralara, gelecek fırsat mı olmuştu,
beş kişi, annem, babam, biz üç çocuk, hatta Else'yle birlikte
altı kişiydik, 1906, 1907 ya da 1908'de tatile giderken (uyku
tulumlarımızı, çamaşır sepetlerimizi, beş hafta yetecek erza­
kı yüklenmiş olarak) Breslau'yla Krummhübel arasındaki her
önümüze gelen köyde inebilir miydik sanki. Kaçıklık olurdu
resmen ! "Aradaki" yerler yoktu bizim için, bu tür yerleri çok
sonraları, savaştan sonra, enflasyon yıllarında keşfettik ancak.
Trenle yolculuk etmekten vazgeçtiğimizde - kısmen parasız­
lıktan, kısmen gençliğin verdiği teknoloji düşmanlığından -
ve boyumuz kadar sırt çantalarıyla ve isten yeterince nasibini
almış tencerelerle ve prensipte akordu bozuk gitarlarla yollara
düştüğümüzde, samanlıklarda uyuduğumuzda. O zaman her
şeyden habersiz ne yaptığımız ancak şimdi anlaşılıyor. Yak­
laşmakta olan nasyonal sosyalizme o sahte coşkuyu ve o sah­
te doğallığı hazırlamıştık, onlar da bunu alıp kendi amaçla­
rı doğrultusunda kullandılar. lşte ilk o zaman gördüm böyle
arada kalan köyleri. Ama buradakileri, şimdi içinden geçtikle­
rimizi görmemiştim, çünkü Silezya'dan ayrılalı çok olmuştu,
benim sonradan gördüğüm, 'arada kalanlarsa', Holstein'da,
Schwarzwald'de· ya da Bavyera'daydı. Neyse, şimdi, sözde
memleketimin önceden hiç görmediğim köylerinden hızla
geçerken, şu kadarını ayırt edebiliyorum, bu köy evleri hem
güzel hem Karpatlar'da görmeye alışık olduğumuz, ortasından
yarılmış ladin gövdelerinden derme çatma yapılmış, likenle
kaplı, mavi-mor boyanmış, imparatorluk zamanlarından kal­
ma cadı kulübeleriyle karşılaştırılamayacak kadar sağlamdılar.
Savaş buradaki bu güzel köyleri de kasıp kavurmuş mu, evlere
bakarak bunu anlamak mümkün değil, artık ilgilendirmiyor
da beni zaten, dediğim gibi, gördüklerim yetti bana, gitmek,
sadece gitmek ve çıkmak istiyorum buradan, her şey çok fazla
geldi birden, Boden Gölü atlısı.. gibi hissediyorum kendimi.

Karaorman -yhn
Gustav Schwab'ın bir baladı (Der Reiter und der Bodensee) . Yapılan bir
Schweidnitz'deki kilisenin yüksek kulesi de ilgilendirmiyor
artık beni. (Oysa bu kule önceden fevkalade ilgimi çekiyordu.
Çünkü istasyondan onu her görüşümüzde, babam, bizim çok
daha büyük olan Breslaumuz'daki bütün kulelerden yüksek
olduğunu anlatırdı, bendeki yöre sevgisini çok yaralardı bu).
Ama bu incitici kilise kulesi de , beni demin bir kez daha, bir
anlığına biraz inciten bu kule de artık arkamızda kaldı. Bir iki
yeri görmek isteseydik bile, her geçen an bunu yapabilme ola­
sılığımız azalıyor, çünkü hava gittikçe aydınlanıyor, <aydın­
lık> demek doğru mu , Hirschberg'e (şimdiki adı jelenia Gora
mıymış neymiş) çıkan bu yol bizi batıya doğru götürüyor çün­
kü , yani batmakta olan güneşe doğru , hem de istemediğimiz
kadar hızlı gidiyoruz. Arkamızdan, doğudan öyle bir rüzgar
esiyor ki sanki yelkenle gidiyoruz, rüzgarın şiddeti giderek ar­
tıyor, gök gürültüsü de duyuluyor. Dönüp arkaya baktığımda
göğün karardığını görüyorum, Breslau'nun olduğu, hayır eski­
den olduğu, şimdi Wroclaw'ın olduğu yerde şimşekler çakıyor
bile. On dakika sonra siyah tabaka, sanki peşimizden gelmiş,
sanki bizi izlemiş gibi, tepemizde bitiyor. Ama bu, güneşi, za­
man zaman iyice kör edercesine gözümüzü kamaştırmaktan
alıkoymuyor. Öylelikle - Hirschberg olmalı kente vardığı­
mızda ve gölge bir yer bulduğumuzda seviniyoruz. Akşama
rağmen sıcaklığın, beş saat önceki Breslau'nun öğle sıcağından
aşağı kalır tarafı yoktu. Serinleyip gözlerimizi dinlendiriyoruz.
Ancak sonradan, bir yerlerde epey bir süre güneşten koruna­
rak durduktan sonra , buranın Hirschberg olduğu kafamda
netleşiyor ve gözlerime inanamıyorum. Çünkü Hirschberg ne
de olsa aşinası olduğumuz bir sözcüktü. Hirschberg, "banliyö
trenine aktarma olmak" ve o trenin çuf çuf yukarı, dağlara
çıkması, yani "artık geldik" demekti. Yani Hirschberg'in bi­
zim için anlamı vardı, hem de ne anlam ! Ancak sokakları ve

yanlışın ne kadar tehlikeli olduğunu ancak sonradan fark etmeyi anlatır.


çn
evleri de olduğunu bilmiyorduk, hem de bu tarafım hiç dü­
şünmemiştik, inanılmaz, eğer o zamanlar burada indiğimizde
bir dolaşsaymışız, önümüze bunlar çıkacakmış: Kemeraltlan,
aslına uygun revaklar, tıpkı Treviso, Merano ya da Udine'deki
gibi, çocukluk dönemiyle ya da Breslau'yla bir ilgisi yok bu­
nun, tatille ilgisi varsa da o zamanki tatillerle değil. Bambaşka
bir alana, yaşamın bambaşka bir bölümüne, bambaşka birinin
yaşamına, mutlu geçen son on yıla ait tatillerle, güneydeki ta­
tillerimizle, siamo in Italia, yahu ne kadar oldu gitmeyeli, na­
sıl oldu böyle bir şey, nasıl bu kadar dayandık anlamıyorum,
bu kadar ltalya'sız kalmaya. Yeniden orada olmanın zamanı­
dır. Ne de olsa yıllardır biliyoruz, yalnızca <trattoria>' ya da
<salumeria> - ya da <paneteria>... ya da <pesce> •••• sözcük­
lerini okumamızın ya da yalnızca piazza ••••• gören bir odada
uyanmamızın yeteceğini, hemen sağlığımıza kavuşacağımızı
ve yeniden çalışmaya başlayabileceğimizi. Ama son zaman­
larda yapamadık pek bunu , iki yıl boyunca mümkün olma­
dı, sıkıştıramadık araya Vietnam varken; hastalıklar, nükleer
tehlike, para kazanma zorunluluğu da cabası; evet, nükleer
tehlike , hastalıklar, Vietnam derken, ama bak işte, her nasıl­
sa bu yolculuğu kotarabildik resmen, kimbilir ne numaralara
başvurduk. Şimdi yine de buradayız ve tıpkı iki ya da üç yıl
önce Treviso ya da Merano'daki gibi revakların altında durup
serinliyoruz, parlak güneşin yorduğu gözlerimizi dinlendiri­
yoruz. Sonuçta bu su götürmez bir gerçek, iyi yapmadım mı
sence, ne diyorsun bu sürprize?
Saçmalık! Hold your horses ! Ne piazzası, burası ne Mera­
no, ne Udine ne de Treviso, keza burada <paneteria> ya da <Sa-

İtalyan restoranı -yhn


lt. Şarküteri -yhn
lt. Fınn -yhn
lt. Balık -yhn
lt. Meydan -yhn
lumeria> ya da <trattoria> tabelaları falan da yok. Şu karşıdaki
trattorianın tepesinde <trattoria> yazmıyor, dokab bile değil
adı - ha şunu bileydin, hecelenerek okunabiliyor - <restaurac­
ja>. Paneterianın adı da burada paneteria olmadığı gibi <fırın>
da değil <piekarnia> , <pesce>nin buradaki adıysa <pesce> bir
yana <balıkçı> dahi değil, tersine <ryby>. Bu levhaları bizim
için asmamışlar tamam mı, bırak Udine'yi, Hirschberg'de bile
değiliz; Hirschberg, jelenia Gora adım almış çünkü . Hem sa­
dece adı değil kendisi de jelenia Gora resmen. Hem jelenia
Gora olmakla kalmıyor, haklı olarak öyle bir de. Başka bir hal­
kı katletmiş, o halkın kentlerini, köylerini birer kül tarlasına
çevirmiş bir halkın , herhangi bir talepte bulunma hakkı var
mıdır? Hayır, bu ölçüsüzlükte bir haksızlıktan sonra bütün
hak talepleri çarçur edilmiştir. Kaldı ki bugün, yirmi yıl sonra,
bu kentte yaşayanlar buranın zamanında bir Alman kenti ol­
duğunu sadece duymuşlar (üstelik ezelden beri öyle değildi),
çokları burada doğmuş ayrıca, yani sonradan gelip yerleşmiş
de değiller.
Ama buna rağmen gerekçesi ne olursa olsun burada kala­
mam, burada durdukça deniz tutmuş gibi hissediyorum ken­
dimi, ayaklarımın altında toprağa ihtiyacım var, gidelim Ch. ,
geri dönelim, bizim biz olacağımız yerlere dönelim yine. Se­
nin yine sen olacağın, benim yine ben olacağım, buranın yine
burası ·olacağı, şimdinin yine şimdi, hadi , hadi durma ! Çok
geciktik, bak, ne kadar karardı ortalık, zaten patladı patlaya­
cak, biz daha sınırı arkamızda bırakamadan, böylesi daha iyi,
gerçi güneş hala batmış değil, hatta tekrar arabaya bindiğimiz
için daha bir yakıcı, ancak koyu tabaka gökyüzünü hepten
kaplamış durumda artık, hadi öyleyse, bu akşam Gablonz'da
olmalıyız, orayı tanımıyoruz, tanımamız gerekir mi ki, biliyo­
ruz işte , ne Breslau gibi önceki günde ne bu piazza gibi alda­
tıcı dünde , tam tersine bugünde, bugünde , bugünde. Ne ka­
dar yabancı, ne kadar iğrenç de olsa ait olduğumuz bugünde.
Durma hadi, bas gaza, aynen öyle, 90, 100, 1 1 0, bu arkadan
iten rüzgar mı yoksa, ne fark eder, ne kadar hızlansak o kadar
iyidir, bu gökyüzü daha ne kadar böyle kalabilir ki, olduğu
gibi inecek üstümüze, Rembrandt'ın fırtına tablosunu gördün
mü hiç, hızlan Ch., evde hatırlat, sana kitaptan o tabloyu gös­
tereyim, tıpkı burası gibi, önde altın sansı, üstte neredeyse kül
mavisi ve şurada . . . On ·saniyeliğine ya da belki yirmi, direk­
siyonun üzerinde, güneybatıda, birden ve ne Rembrandt'la il­
gisi var ne Treviso'yla, birden karşımızda gökyüzünün altın
sansı çizgisine karşı, erguvani, tıpkı Villa Marie'den bakarak
çizdiğim gibi, Hilde'yle Eva'nın alay ettiği ve babamın bilgece
savunduğunun aynısı, tıpkı ezbere bildiğim şekliyle, en az bin
kez ve hatta gözümü kapatarak ve - üst kattaki - komşularımız
Müller ailesinin çocuklarının şaşkın bakışları altında, hepsi­
nin toprağı bol olsun, Brandenburger Caddesi'ndeki evimizin
çocuk odasındaki koyu renk tahtaya çizdiğim gibi, işte orada,
ünlü siluet, Krkonose sırtları ve tam ortada bir taç gibi doruk,
benim doruğum, işte oradaydı, yine de gördüm, saniyelerle de
olsa . . . Sonra da gözden kayboldu.
"Ee ?" diye sordu Ch. Ne var ki görüntünün beni derinden
etkilediğini ya da benim için sürpriz olduğunu ya da mutlu
ettiğini yahut sıkıntı verdiğini söyleyemem. Neden bir şey his­
setmediğimi de kavrıyorum. Başka türlü olamayacak bir şey
beni neden etkileyip şaşırtsındı ki? Ancak sonuçta yeri bura­
sı olan ve hiçbir zaman başka bir yerde bulunmamış bu dağ
silsilesi burada olmasaydı etkilenir, şaşırır ya da paniğe kapı­
lırdım herhalde. Ürkütücü olan, o dönemle bugün arasındaki
zamanın (az da sayılmaz, elli yıldan fazla ve her yıl, her gün
ağzına dek dolu dolu) , bu zaman aralığının birden büsbütün
gerçekdışı olması. Sanki arada olan biten her şey yutulmuş ya
da silinmiş yahut Hamburg, sonra Berlin, sonra Freiburg, sonra
Paris, New York, Kalifomiya, Japonya, Meksika, ltalya, Polon­
ya, Avusturya bir daha hiç ama hiç bulunamayacakmış gibi
Sanki şimdiki zamanın meşruluğu karanlık ve kuşku uyandı­
ncıymış gibi. 100 km'nin üzerinde bir hızla dağlara doğru git­
tiğimiz şu sırada, yeterince gerçek olan Ch. bile bir düş sanki.
Ama dediğim gibi, bu sanrı, iki uydu doruğun arasında tahtına
kurulmuş doruğa, "benim doruğuma" ilişkin sanrı ve zaman
aralığının gerçekdışılığının algısı sadece bir an sürdü , çünkü
görüntünün benim gözüme çarpmasıyla ilk büyük damlaların
ön cama düşmesi, daha doğrusu vurması bir oldu. Önümüzde
uzanan şosenin kenarındaki ağaçlar, birer başak gibi eğiliyor­
lar rüzgarda. Birkaç saniye sonra o unutulmaz siluetten, 'fonda
kükürt sansı bir gökyüzü' , doruğumun erguvani siluetinden
eser kalmadı. Doğudan bizi izleyerek gelen ve bir çırpıda öne
geçen kurşuni kütle o an o görüntüyü yuttu . Doğruyu söyle­
mek gerekirse bu kararma anından itibaren herhangi bir şeyi
görmek şöyle dursun doğru dürüst fark etmedik bile, ta ki er­
tesi gün <]ablonice> adlı - ama kesinlikle, gitmek istediğimiz
Gablonz değil - bir Bohemya kasabasındaki pansiyondan çıkıp
güneşli bir pazar yerine adımımızı atana dek Tek seçebildiğim,
sonsuzmuş gibi uzayan, arkamızdaki rüzgarın etkisiyle dışına
çıktığımız, neredeyse dışına uçtuğumuz köyün Krummhübel
değil de Schreiberhau olduğu. Önceden aklıma gelmemişti.
Ama şimdi nerede olduğumuzun hiç önemi yok, önemli
olan ileriye ve sınıra doğru gitmekte olduğumuz. Şakır şa­
kır yağan yağmur ön camı dövüyor. Yüksekteki geçide doğru
tırmandığımızı sadece yolun eğimini fark ederek anlıyoruz,
ama gördüğümüz bir şey yok. Sağımızda yukarı doğru uza­
nan, sis parçalarının örttüğü ormanın ladinden mi, göknardan
mı yoksa karaçamdan mı oluştuğunu da göremiyoruz. Burası
Karpatlar'da ya da Tirol'de kasım ayındaki bir orman da ola­
bilirdi pekala. Tabii tüm bunlar benim tam tamına nerede ol­
duğumuzu , hangi ormandan geçip yukarı gittiğimizi bilmeme
engel değil. Burası Oberschreiberhau'daki <Weisbachtab de­
nen yer. En azından zamanında böyle adlandırılan vadi ; aşa-
ğıdan gürül gürül sesi gelen (köpüklü haliyle aklımda kalmış
bu şey hiç görünmüyor) dere de benden bir parça. lçinde saat­
lerce kaldığım, taştan taşa atlayarak ıslanmadan dengemi bul­
maya çalıştığım. O sırada sudan fena halde korkan Else (buralı
olan, en azından Mittelschreiberhau'lu , sonra da - bir iki on­
yıl sonra - Tanrı'nın zor, Churchill'in kolay anlaşılır kararıyla
Dresden'de Elbe kıyısında cayır cayır yanan; 1925'te gazete­
deki bir ilanın cazibesine kapılıp Dresdenli bir marangozla
evlenmeseydi keşke) o zamanlar on dokuz bile olmayan ve
henüz hiç ama hiç yanmamış Else, çaresizlik içinde kollarını
açıp kıyıda koşuşturuyor ve geri dönmem için bana sesleni­
yordu. Boşuna çabalıyordu tabii. Bu arada oduncuların onu
taklit etmesi ve benim alaycılığım da cabası. Ama ne yapsın
kızcağız, başka çaresi mi vardı, "Hanımefendi" - o zamanlar
muhtemelen yirmi altı yaşındaki anneme böyle hitap ediyordu
- kendisine öyle bir tembihleyip belletmişti ki "doğanın" (ne
oluyorsa artık, çünkü doğanın ortasında büyümüş köy kızı
Else'nin kulağına, doğa hakkında hiçbir şey çalınmamıştı öyle
değil mi ama) istisnasız tehlike arz eden şeylerden, çürük ağaç
gövdelerinden, deliırmaklardan, paslı tellerden, olmamış erik­
lerden, engereklerden, kaygan köklerden, saldırgan inekler­
den, böğürtlen çalılıklarından, zehirli mantarlardan, yenme­
yen frenküzümlerinden ve derinliği anlaşılmayan derelerden
oluştuğunu ve bu kötücül ve yanıltıcı şeylerin - ki buna Weis­
bach Deresi'nin köpüklü, buz gibi suları da dahildi - en başta
biz üç çocuğu gözüne kestirdiğini; her şeyden önce de - başka
türlü olsa şaşardım - beni, çünkü ben (kimbilir ne için, her­
halde insanlık için olsa gerek) <ilerisi için saklanmalıydım>.
Annem hangi budalalığın ya da kuruntunun neticesinde ben­
de bir Goethelik ya da Beethovenlık (aşağısı kurtarmazdı),
kendisinin v e Else'nin, kötülüklerden ve tehlikelerden ve çe­
kememezliklerden koruması gereken bir deha gördü ve gari­
ban köylü kızı Else, annem ona bu türden kibirli deyimlerle

49 0
tembihte bulunduğunda, kimbilir ne düşündü, artık altmış yıl
sonra bilemem, bilmesem de olur, ilgilendirmiyor beni hiç. O
ikisinin <ileriye saklamayı> sahiden de becerdiklerini tasdik­
lemem yeterli, çünkü bugün hala varım sahiden, cui bono,
orası ayn mesele. Aynca bana daha fazla anıyı çağrıştıracak
bir şeylerin bu havada gözükmüyor oluşundan hoşnutum ve
bereket yağmur gittikçe şiddetlenerek dövüyor arabanın tepe­
sini, tasavvur edişler de birlikte kararıyor, anılar da dövülüyor
bu arada, böylesi daha iyi. Bilincime, birden bir şeylerin parıl­
dadığı bir anda kavuşuyorum ancak: Bariyerlerin ışığı. Geçmi­
şin sınırına sahiden vardığımı ve hemen arkamda bırakacağı­
mı anlatan ışık. Pasaportumu gösterdiğimde, memur kibarca
göz kırpıyor ve yarın her koşulda, iyi bir şişe kırmızı şarabın
tadını çıkarmamı tembihliyor, kalemiyle tarihi işaret edince
anlıyorum, doğum günüme sadece üç saat kaldığını. Bu yanlış
mı yanlış ama içten mi içten Almancayla dile getirilmiş tebrik
sözlerinden başka söz çıkmadı ağzından, ona burada özellikle
teşekkür etmek isterim. Beni kutlama vesilesinin, bir tarihte
Breslau'da Höfchen Sokağı 101 Numara'da gerçekleşen hadi­
senin, benim ve annemin becerisiyle bir buçuk saatte sorun­
suz bir biçimde tamamlandığını bilmek de ilgisini çeker belki
kimbilir. Neyse, o enfes yanlış ama olağanüstü içten iyi dilek­
leriyle sınır görevlisi, geçmişin ölüler diyarından çıkıp bugün­
kü dünyaya, Çek tarafına geçmemize izin verdi. Orası da ama
- bunda sınır görevlisinin bir suçu yok - aynı şekilde karanlıktı
ve diğer taraftaki gibi şakır şakır yağmur yağıyordu; yarım saat
sonra yolumuzu öyle bir kaybettik ki geçmişin diyarında bir
kez bile böyle kaybolmamıştık.

49 1
Sonsöz

Son yirmi beş yılda biriken günlüklerin küçük bir parçasını


oluşturan bu derlemede , daha ziyade Dünyamızın tahribatını
ve bugünkü varoluşumuza kasteden yıkımı konu eden notları
bir araya topladım. Bu tema ön planda olduğu için metin bir
günlüğün sürekliliğini arz etmiyor. Düşülmüş yüzlerce notu,
bu yayınlananlarla aynı dönemde yazılmış olanlar da dahil,
çizdiğim çerçevenin bütünlüğünü bozdukları ya da bozmaya
aday oldukları için hasıraltı ettim.
Metinlerin neredeyse tamamı rötuşlandı. Bir topak hamu­
ru her koşulda o hamurdan yapılmış pişmiş ekmekten daha
sahici gören biri, elden geçirilmiş metinleri sahte diye nitele­
yecektir haliyle. Rahatsız etmiyor bu beni. Yapmam gerekeni
hamur ya da un sergilemek olarak görmedim çünkü. Aksine,
yaşananlardan ve olaylardan, sonuna dek düşünülmesi, sonu­
na dek yaşanması ve sonuna dek ifade edilmesi gerekenleri
alıkoydum sadece. Bu nedenle taslak halindeki metinlerin
sonradan gözden geçirilmesi, dolayısıyla düzeltilmesi ya da
değiştirilmesi de, taslaklara yabancı ve onların <sahiciliğini>
bozacak bir uğraş niteliğine bürünmedi. Bilakis yapılması ge­
reken bu düzeltme ve değiştirme işlemi sırasında ancak tam
anlamıyla gerçekliklerine kavuşan anlık izlenimlerin, meşru­
luklarını, deyim yerindeyse <sahiciliklerini> kanıtladıklarına
inanmışımdır.
Benzer şekilde, yayınlanacak notları sırf kendimden değil
dolaylı da olsa çağdaşlarımızdan söz ettiklerimden, böylelikle
dolaylı da olsa onlara hitap ettiklerimden seçtim; yani daha
baştan , belli bir <resmiyet> içeren notlardan.

49 2
Her okur, bu söylediklerimin özellikle metnin son kısmıy­
la, <Ölüler Diyarı'nı Ziyaret>le ilgili olduğunu hissedecektir.
Tesadüf değil. Çünkü bu ziyaret çok kısaydı gerçekten, çok
kısa notlarla kayda düşülebilirdi ancak. O ufak metinleri dü­
zenleyip genişletmeseydim, yaşadıklarımı saklayıp koruma
girişimi, o an bulunduğum yerde ve günü gününe aldığım
notlarda yapmaya çalıştığım şey boşuna olacaktı, yani tıpkı
geçmişten zorla koparmayı denediğim şeyler gibi unutulup
gidecekti.
Bu kitapta yer alıyorsam ki kaçınılmazdı, ilk planda kitabın
konusu olarak değil, bir tür mikroskop olarak varım; kendisi
gözleme hizmet eden ancak seyir için sergilenmeyen bir mik­
roskop olarak.
Viyana, Nisan 1 967
G. A.

493
Walter Benjamin'in kız kardeşi Dora'yla birlikte tatilde, 1 9 1 4'ten önce.

494
Eva, Günther ve Hilde kardeşler, Schreiberhau 1 909.

495
"Çoktan sönmüş bir yıldızın ışılda­
masını görebilmek için epey uzağında
olmak gerekir. Bir de öyle geçmişler
vardır ki hayli uzaklarda yaşandıkları
için bize henüz ulaşmamışlardır."

Daha önce İnsanın Eskimişliği adlı iki


ciltlik önemli yapıtını da yayımladı­
ğımız Günther Anders'in (1902-1992)
Günlükler'i, filozofun il. Dünya Savaşı
ekseninde Avrupa ve ABD'deki haya­
tına dair izlenimlerinin yer aldığı bir
kitap olmakla kalmıyor, harabeler ve
Hollywood kostümlerinden müze kültürüne, Holocaust'tan atom bom­
basına ve savaş sonrası Almanya'nın ruhsal portresine kadar birçok ko­
nuda çarpıcı sorular ve yorumlarla dolu felsefi bir metin kimliğine de
bürünüyor.

Hollywood'da temizlik işçiliği yaptığı dönemle başlayan, yirmi beş yılı kap­
sayan paragraflardan oluşan günlükler, özneliğe meraksız, kendini önem­
semeyen, "Dünya'mn haline direnme düşüncesinin açıksözlü oksijeni" bir
filozofıın, sürgün yıllanndan başlayıp elinin ayağının tutmadığı "morukluk
günlerine" dek devam eden "zarif nezaketsizlikleri''dir bir anlamda.

Özeti: "Salona biletsiz girdin. Gösterinin sıkıcı olduğunu da iddia edemezsin.


Hal böyle iken gösteri sırasında biri karşına dikilip yoksulluk, yoksunluk ve
hastalık şeklinde bir bedel talep ederse, rezalet çıkarma, sökül. Dünya'ya gel­
miş olmak her şeye değer. "

1:-1 • /ithakı,�yınlari www.ithaki.com.tr

� 1J /ithakiyayınlari lrr.ernet sonş:


it ha k i 'fi {ıthakiyayinlari www.ilknokta.com

You might also like