Professional Documents
Culture Documents
İslam Prensipleri Ansiklopedisi
İslam Prensipleri Ansiklopedisi
serbesttir.
Kitap halinde de baskısı mevcuttur ve takip eden sayfadaki adres ve
telefonlardan temin edilebilir.
© İttihad Yayıncılık
Her hakkı mahfuzdur
Takım: ISBN 975-7985-19-8
1. Cilt: ISBN 975-7985-20-1
2. Cilt: ISBN- 975-7985-21-X
Baskı Tarihi ve Yeri:
Temmuz 2006, İstanbul
www.ittihad.com.tr
ittihad@ittihad.com.tr
İ L M İ F E L S E F İ Y E N İ
İSLAM
PRENSİPLERİ
ANSİKLOPEDİSİ
Hekimoğlu İSMAİL
Ansiklopediler, genel kültür verir, bunun için mevzu adedi çok fazladır.
Öyle ki, ansiklopedideki bir madde üzerinde ihtisas yapmak için, bir ömür
yetmiyor. Dolayısı ile ansiklopediler, kısa ve özlü bilgi verir, bir bakıma
maddî ve manevî mevcudattan, okuyucusunu haberdar eder.
Bazı kimselerin kütüphanesinde sıra sıra dizilmiş ansiklopedi ciltlerini
görürüz. Buradaki maddelerden çoğu, gerekli değildir. Ayrıca ansiklopediler,
insanımızın problemlerini çözmeyi gaye edinmez. Öyle ise, binbir derdin
içinde kıvranan insanlar, ansiklopedik bilgileri ne yapsın?
Gerçekten Dünya, bir ansiklopedi furyası içindedir. Bir kısım naşirler
oturup, düşünmüşler:
− Acaba insana gerekli olanı vermek mümkün değil midir?
Böylece yeni tip ansiklopediler ortaya çıkmış. Bunlar çok geniş değil, fa-
kat içindeki her madde, insana hitap eder, adeta insan bunları öğrenmek zo-
rundadır.
Bir de DİN mes’elesi var. Özellikle biz Müslümanız. İlim Allah’ın sıfatı
olduğuna göre, her mes’eleye İslâmî açıdan bakmak zorundayız. Acaba kâi-
natı yaratan, her şey'i insanın hizmetine veren, insandan ne istiyor? Nasıl bir
hayat yaşarsak, şu Cennet gibi Dünya’yı başımıza Cehennem etmemiş olu-
ruz?
İşte bu ansiklopedi, böyle bir soruya cevap vermektedir. İlim ve manevî-
yatın kıymetini takdir edenlere takdim ettiğimiz bu eser, bir hey'et tarafından
hazırlanmıştır.
Bu eser, Müslümanlara faydalıdır, onların dünya ve âhiretlerini Cennet
etmek için kaleme alınmıştır. Cevapsız sorulara cevap, vesveselere çare,
imana kuvvettir.
Her Müslüman, bu eserden bol bol istifade edecektir...
ÖNSÖZ
Ansiklopedi, ilim ve kültürün geniş çevrelere ulaştırılmasında mühim bir
vasıtadır.
Memleketimizde son zamanlardaki umumi gelişmeye uygun olarak, an-
siklopedi neşriyatında da çeşitli çalışmalara şahit olmaktayız. Ne var ki, bun-
ların çoğunluğu ya Batı dünyasında neşredilmiş ansiklopedilerin tercümeleri
veya bunlar esas alınarak yapılan te’liflerdir.
Ansiklopedilere alınan maddeler ve bunların izah tarzları, bu malumatın
yayıldığı memleketler ve medeniyet çevrelerine hakim dünya görüşünün te-
sirlerine açık bulunmaktadır. Bu sebepledir ki, bizde neşredilen ansiklopedi-
lerin ekseriyeti, cemiyetimizin bin yıllık İslâm kültür ve medeniyetiyle yoğrul-
muş ve şekil almış milletimizin ruhî ve hayatî ihtiyaçlarına mutabık olmaktan
uzaktır.
O halde, bu sahada yazılacak bir ansiklopedi öyle olmalıdır ki; hem insa-
nımızın uzun zamandan beri istifadesine set çekip mahrum bırakılmak iste-
nen mutemed kaynakları önüne sersin, hem de bunları kuru bir malumat yı-
ğını olarak değil, bunca neşir vasıtaları yolu ile ve Batı taklidi ve hayat tarzı
ile aşılanan batıl telkinlerden kurtulmasına vesile olabilsin. Ve en mühimmi
de, ruhlarda örtülü bir nüve halindeki İslâm ve iman esaslarını harekete geti-
rici dinamik malumat olsun.
Elbette farkındayız ki, “muhit-ül maarif” manasında ve yukarıda işaret
edilen vasıflara haiz bir ansilopedinin hazırlanması için çeşitli ilimlerde mü-
tehassıs, imanlı bir heyetin teşekkülü şarttır. Fakat işaret ettiğimiz acil durum
ve ihtiyaç, bir yerde, ilk adımı atmak ve imkan ölçüsünde bu ihtiyaca cevap
vermek mecburiyetini de beraberinde getirmektedir.
İşte bu hakikate ve bu ihtiyaca binaen, kusursuz olma iddiası taşımadan,
ilk adımı atmaya kendimizi mecbur hissettik. Ansiklopediye aldığımız mad-
deler ve bunların izah tarzlarının farklılığını, sanırız okuyucu da takdir ede-
cektir. Gayemiz, kuru malumat vermek değil; daha çok, yukarıda işaret edil-
diği gibi, çağımız insanının muhtaç olduğu fakat çeşitli sebeplerle mahrum
kaldığı veya bırakıldığı hakikatlerle, mevzu ve mes’elelerle tanıştırmak; diğer
ansiklopedilerde pek rastlanmayan bir tarzda fikir, iman ve ahlaki istikamet
ve insanın dünyaya geliş ve varoluşundaki hikmetler ile gayeler bakımından
bu mevzulara ışık tutan mutemet kaynaklarla, mehazlarla yüz yüze getir-
mektir.
Bu ansiklopedinin üstlendiği vazifelerden biri; öncelikle dar veya geniş,
küçük veya büyük topluluklara şifahen veya neşriyat yolu ile hitap etmek du-
8
LÜZUMLU BİLGİLER
7- Ansiklopedide Arabça metinleriyle yer alan hadisler için de, yeni ya-
zıyla bir indeks yapılmıştır. Böylece bir hadis metninin ansiklopedide bulu-
nup bulunmadığını veya hangi parağrafta olduğunu tesbit mümkündür.
Şöyle ki:
Hadisler başlangıç harflerine göre alfabetik sırasına göre dizilmişlerdir.
Aynı harfle başlıyanlar da, ikinci üçüncü ve daha sonraki harflerine göre al-
fabe sırasındadırlar. Böylece aranan hadisin başlangıcı nazar-ı itibare alına-
rak, kolayca bulunabilir. Bu “Hadis İndeksi” de 2. cilttedir.
11
KISALTMA İŞARETLERİ
VE ME’HAZ KİTAPLAR
A. (a.) Arabça
A.B. Asar-ı Bediiye Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca
A.S.M. Aleyhissalatü Vesselam
B.İ.İ. Büyük İslâm İlmihali Ömer Nasuhi Bilmen, İst. 1986, 544 sh.
B.L. Barla Lâhikası B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994
B.M. Bülûğ-ul Meram Sönmez Neşriyat, İstanbul 1965
c. cemi (çoğul)
ci. cild
Coğ. Coğrafya’da
D.M.İ.F. Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı Çağrı Yayınları, 3.Baskı, İstanbul
(Terceme)
Edb. Edebiyat’ta
E.L.I. Emirdağ Lâhikası (I.cild) B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992
E.L.II Emirdağ Lâhikası (II.cild) B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992
E.T. Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili) Hamdi Yazır, II.Baskı, İst.1960-1962
F. Farsça
Fels. Felsefe’de
Fık. Fıkıh’ta
Fr. Fransızca
G.R. Gençlik Rehberi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994
H.G. Hikmet Gonceleri (500 Hadis-i Şerif) Ömer Nasuhi Bilmen, II.Baskı, İst.-1963
Hi. Hicrî Tarih
H.İ. Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye
Kamusu Ömer Nasuhi Bilmen İstanbul Ü. yayınları no: 402,
Hukuk Fakültesi no: 90, İstanbul 1950-1952
H.N. Hakikat Nurları B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
H.R. Hanımlar Rehberi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992
H.Ş. Hutbe-i Şamiye B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1990
Hz. Hazret-i, Hazretleri
i. isim
İ.A. İslâm Ansiklopedisi Maarif Matbaası, İstanbul 1941
İc. İctihad Risalesi Risale-i Nur Külliyatı’ndan, 84 sh.
İ.İ. İşarat-ül İ’caz B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994
İ.M. İbn-i Mace Tercemesi Kahraman Yay., İst.-1982-1983 (10 cild)
İ.M.Ş. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi Bediüzzaman Said Nursî, İst.-1990
İ.U. İhya-i Ulum-üd Din Tercemesi Bedir Yayınevi, 1974 İstanbul
K.H. Keşf-ül Hafa Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cild)
K.L. Kastamonu Lâhikası B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1990
Kn. Konferans B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
K.S. Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Akçağ Yayınları Ankara
12
Koz. Kozmoğrafya’da
K.U. Kenz-ül Ummal
L. Lem’alar B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1992
Lat. Latince
M. Mektubat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
Mc. mecazî mana
M.E. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı Mütercim: Hasan Ege, Ankara-1971
Mi. Miladî Tarih
M.N. Mesnevi-i Nuriye Mütercim: Abdülmecid Nursî, İst.-1993
M.Nu. Mesnevi-i Nuriye Mütercim: Abdülkadir Badıllı, İst.-1980
M.Ö. Miladdan önce
M.T. Müslümanlıkta İbadet Tarihi Tahir-ül Mevlevî, Bilmen Basımevi 1963
Mu. Muhakemat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
Mün. Münazarat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
N.A. Nur Âleminin Bir Anahtarı B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
N.Ç. Nur Çeşmesi B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1980
N.İ.K. Nurun İlk Kapısı B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1991
N.İ. Nimet-ül İslâm Mehmed Zihni Efendi, İstanbul 1957
os. Osmanlıca
O.A.L. Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Büyük Lûgat Sebat, İstanbul 2006
O.İ.İ. İşârât-ül İ’caz (osmanlıca) Risale-i Nur Külliyatı’ndan
O.L. Lem’alar (osmanlıca) Risale-i Nur Külliyatı’ndan, 879 sh.
O.T.D.S. Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü Millî Eğitim Basımevi 1946-1955
p. parağraf
R.A. Radıyallahü anhü (anhâ, anhüma, anhüm)
R.E. Ramuz-ül Ehadîs Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2cild
R.K.K. Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları A. Badıllı, Envâr Neşriyat, İst.-1994
S. Sözler B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
sh. Sahife
S.B.M. Sahih-i Buhari Muhtasarı Diyanet İşleri Bşk. Yay.dan II.baskı, 12 cild
S.E.D. Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve Şerhi Şamil Yayınları, İstanbul-1987
S.M. Sahih-i Müslim Tercemesi Mehmed Sofuoğlu, İrfan Yay.-1967, 8 cild
S.M.A. Sahih-i Müslim Tercemesi Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşr. İst.-1980
S.N. Siyaset, Neşriyat, Şerh ve İzah Mes. Envâr Neşriyat, İstanbul 1979
S.T. Sikke-i Tasdik-i Gaybî B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1993
S.T.İ. Sünuhat Tuluat İşarat B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-2002
Ş. Şualar B.Said Nursî, Envâr Neşriyat, İst.-1994
Tas. Tasavvuf’ta
T.H. B. Said Nursî (Tarihçe-i Hayatı) Envâr Neşriyat, İstanbul 1994
Tıb. Tıb’da.
T.T. Tac Tercemesi Bekir Sadak, Sinem Matb., İst. 1968-1979
yu. Yunanca
yy. yüzyıl
13
İÇİNDEKİLER
A ..............................................................................................................14
B .............................................................................................................190
C .............................................................................................................283
D ............................................................................................................362
E .............................................................................................................445
F .............................................................................................................529
G ............................................................................................................592
H ............................................................................................................634
I ..............................................................................................................838
İ ..............................................................................................................841
K ..........................................................................................................1057
L ...........................................................................................................1210
M ..........................................................................................................1234
N ..........................................................................................................1495
O ..........................................................................................................1589
Ö ..........................................................................................................1597
P ...........................................................................................................1603
R ...........................................................................................................1614
S ...........................................................................................................1702
Ş ...........................................................................................................1856
T ...........................................................................................................1920
U ..........................................................................................................2073
V ..........................................................................................................2102
Y ..........................................................................................................2143
Z ...........................................................................................................2172
Kelime İndeksi .....................................................................................2217
Âyet İndeksi .........................................................................................2298
Hadis İndeksi .......................................................................................2321
Madde Başlıkları ..................................................................................2329
A
1- AB-I HAYAT _[& ¬ ³~ : Hayat suyu. Ebedî hayata sebeb olan
nesne. *Yağmur. *Mc: Kan.
Bu terkib edebiyatta; çok güzel ifade, latif söz, parlaklık ve letafet mânâ-
larına kinayedir. Tasavvufta ise; aşk-ı hakiki, aşk-ı İlahî, ilm-i ledün ve
marifetullah mânâlarına gelmektedir.
Kur’an (21:30) âyetinde de beyan edildiği gibi, Allah canlıları sudan
yaratmıştır. Bilindiği gibi her canlı yine suya muhtaçtır. Bu hakikata teşbihen,
iman ilmi ve dersleri dahi insanın manevî ve uhrevi hayat ve saadetine vesile
olmasından dolayı ab-ı hayat tabiri ile de ifade edilmiştir. Ab-ı hayat tabiri;
ab-ı hızır, ab-ı hayvan, ab-ı beka gibi isimlerle de söylenir. (Bak: 1285.p.)
imar işleri ilerlemiş ve milli gelir çok artmış, bu medeniyet üç kıtaya yayıl-
mıştı. Ancak devletin sınırlarının çok geniş olması, merkeziyetçi idareye fazla
imkân vermiyor ve idareyi güçleştiriyordu. İkinci Hicri asrın sonundan itiba-
ren Abbasi halifeleri adına hutbe okunan bazı emirlikler kuruldu. Bunlardan
Afrikiyye’de Beni Ağleb, Horasan’da Beni Tahir, daha sonra Beni Leys ve
Âl-i Saman, Mısır’da Beni Tulün hükümetleri en önemli olanlarıdır. Bu hü-
kümetler gittikçe bağlılıklarını azaltmağa başladılar. Nihayet önce Büveyhiler,
sonra Selçuklular Irak’ı da ellerine geçirerek Emir-ül Ümera (Emirler Emiri)
ünvanıyla Bağdad’da dahi hüküm sürmeğe başladılar.
Ancak hilafet ilga edilmiyerek halifelerin sadece ünvanı kalmıştı. Dör-
düncü Hicri asrın ortalarında Batı Afrika’dan gelip, Mısır’ı zabt ve Kahire’yi
merkez yapan Fatımiler hilafet iddiasında bulundular. Böylece Abbasilerin
Afrika kıtasında hükümleri ve hutbeleri ortadan kalktı. Şam bölgesi ise bazan
Fatımilere, bazan Abbasilere tabi oldu. Altıncı Hicri asrın ortalarında Fatı-
miler yıkılınca Salahaddin-i Eyyubi Mısır’da Abbasilerin hakimiyetini yeni-
den kurdu. O sırada Haçlılar, Şam ve civarını istila ettiklerinden Salahaddin-i
Eyyubi, Atabeylikler ve diğer Türk hükümetleriyle beraber Haçlılarla kahra-
manca mücadele etti.
9- Abbasi Devleti her geçen gün kuvvet ve itibarını kaybediyordu. Son
Abbasi halifesi olan Musta’sım dinine çok bağlı ve sünni idi. Veziri olan İbn-i
Alkami ise Şii olup, halifeye sadık değildi. Devleti bu idare ediyordu. Abbasi-
leri yıkıp, Şii devleti kurmak istiyordu. Bunun için Moğol hükümdarı
Hülagu’nun Bağdad’ı alarak halifeliği yıkmasını ve kendinin de ona vezir ol-
masını arzu ediyordu. Şamanist olan Cengiz’in torunu Hülagu’nun müşaviri
Nasırüddin Tusi de Şii olup durmadan Bağdad’ı almasını teşvik ediyordu.
Neticede Hülagu’nun ikiyüzbin kişilik kuvveti karşısında duramadı. Bağdad
teslim olduğunda insanlık tarihinin en büyük vahşetlerinden biri cereyan etti.
Halife yanındakilerle birlikte idam edildi. Dörtyüzbinden fazla müslüman kı-
lıçtan geçirildi. Milyonlarca İslâm kitabı Dicle’ye atıldı. Güzel şehir harabeye
döndü. Böylece 524 senelik Abbasi Devleti yıkıldı. Bu yıkılışın önemli
müsebbiblerinden olan vezir İbn-i Alkami’ye hiçbir vazife verilmedi. Zillet
içinde o sene öldü. Ancak Hülagu istilasından kurtulan Abbasi halifelerinden
biri 1261 (Hi. 659)da Mısır’a gitti. Orada hüküm sürmekte olan Memluk
sultanlarından Baybars tarafından Kahire’de halife ilan edildi. Abbasilerin bu
kolu da Mısır’da 1517 (Hi. 923) tarihine kadar devam edip bu esnada hilafet
makamında bulunan III. Mütevekkil Alallah, hilafeti kendi arzusuyla Mısır
ve Hicaz Fatihi Yavuz Sultan Selim Han’a teslim etti. Selçuklular ve
ABBASİLER 17
1 ¬Ä_Å%Åf7~|«7¬~ _«ZW¬±V«K< |ÅB«&¬‰_ÅA«Q²7~z¬«"~ ¬Y²X¬. |¬±W«2 ¬f²7—¬ z¬4 }«4«Ÿ¬F²7~ «Ä~i¸«# ²w«7
“Yâni: Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde Hilâfet-i
İslâmiye devam edecek. Tâ Deccal’a, o hilafeti yani saltanat-ı hilâfet Dec-
cal’ın muhrib eline geçecek.” Yâni, uzun zaman beşyüz sene kadar hilafet-i
Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgu denilen üç
deccalden birisi o saltanat-ı hilafeti mahvedecek, deccalane, İslâm içinde hü-
kümet sürecek. Demek, İslâm içinde müteaddid hadislerde üç deccal gelece-
ğine zâhir bir delildir. Bu hadisdeki ihbar-ı gaybî, kat’i iki mucizedir: (Bak:
3844.p.)
Biri, hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek beşyüz sene devam edecek.
İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahribci Cengiz ve Hülâgu namındaki
bir deccal eliyle inkıraz bulacak.” (Ş.506)
1 Sahih-i Tirmizi ci: 4 kitab: 34 hadis no: 2226 ve Müsned İbn-i Hanbel ci: 5 sh: 221
ABD 19
16- ABD fA2 : Kul, köle, Allah’ın kulu. *Mahluk, insan. *Hizmetçi.
olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine
kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir.
Kur’an’da (5:6) âyetiyle abdest farz kılınmıştır. (Bak: 2856, 2857.p.lar)
karşı bir sû-i kast düzenleneceğini, buna karşı tedbir alacaklarını söyleyip ya-
nıltır. Pâdişah’ı Dolmabahçe Sarayı’ndan alıp Topkapı Sarayı’na götürür,
orada hapsettirir. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından intihar süsüyle bilek
damarları kesilerek şehid edilmiştir. (Bak: 1856.p.)
yaparlar ki; bir rivayette “Bir günleri bir senedir” yani, bir senede yaptıkları
işleri, üçyüz senede yapılmaz, denilmiş... Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve
Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku’ ile bu dehşetli istibdadı hisse-
derek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata
bir cebhede hücum göstermişler...” (Ş.593)
27- Hem de “Eski Said, bazı dâhî siyasi insanlar ve hârika ediblerin his-
settikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cebhe almışlardı.
O hiss-i kablelvuku’ tabir ve tevile muhtaç iken bilmiyerek resmî, zaif ve
ismî bir istibdad görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Habuki onlara deh-
şet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdadların zaif bir gölgesini asıl
zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru fakat he-
def hata.” (K.L.78) (Abdülhamid’in hal’i, bak: 1859, 1860, 1864, 1867.p.lar)
Annesi koltuğunun altında kırk dinarı bir kese içinde dikmişti. Haydutlar
onun da parasını alırlar. Reisleri: “Niçin param var, dedin?” diye sorunca:
“Anneme hiç yalan söylemeyeceğim, diye söz verdim.” der. “Annen yalan
söylediğini nerden bilecek?” deyince, o da: “Annem bilmezse de, Allah her
şeyi bilir yâ!” diye karşılık verir.
Bu söz üzerine haydutlar yaptıklarına tövbe edip kervan sahiplerine
mallarını iade ederler.
(Mezkûr hâdisede görüldüğü gibi, şefkatin hakiki mânâ ve hedefini idrak
ve takdir eden bir annenin, dini terbiyede gösterdiği bu hassasiyet, bütün
müslüman anneler için şayan-ı dikkat bir ibret dersidir.) (Bak: 169.p.)
32- Geylanî Hazretleri Bağdad’da İslâmî ilimleri öğrendikten sonra ica-
zetini alır. Hem hadis hem fıkıh hem de tefsirde büyük din âlimi olur.
Manevi kemâlat kazanmak için de inzivaya çekilir. Uzun zaman sonra
İlahî feyizlere mazhar olur. Geylani Hazretleri nefse karşı cihadını ömrünün
sonuna kadar devam ettireceğini anlatırken şöyle der:
33- “Her ne zaman nefsimle cihada girişip de onu o an için öldürsem, işi
bitmiş saymam. Zira nefis tekrar dirilir, yeniden baskı yapmağa başlar. Nefis
bir defa ölmekle yok olup gitse, onunla kazanılan cihad sevabı da bir defaya
mahsus kalır. Halbuki nefis ölmiyecek ki, cihad sevabı mücahede ile ömür
boyunca devam etsin.” (İslâm Büyükleri - A. Şahin)
34- “Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece
hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti
kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylani’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem
evliyayı inkâr eden Vehhabînin müfrit kısmı dahi Hz. Şeyh’i inkâr edemi-
yorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça tes-
lim edilmiştir.” (S.T.150)
35- “Hz. Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i
velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı
Geylani’dir. Ve demiş:
h²R«#« |«VQ²7~ ¬t«V«4 |«V«2 ~®f«"«~ _«XK²W-« «— «w[¬7Å—« ~ ‰YW- ²a«V«4«~
fıkrasıyla ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde
bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zattır.” (S.T.144)
36- Hazret-i Gavs’ın ba’del-memat tasarruf-u manevîyeye sahib oldu-
ğunu gösteren bir hâdise-i manevîye olarak naklediliyor ki:
A B D Ü L KA D İ R - İ G E Y L A N Î ( R . A . ) 25
43- “Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstak-
beli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde
haber veriyorlar da, istikbalden hafi remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
“Evet (2) «u[¬= «h²,¬~ |¬X«" ¬š_«[¬A²9«_«6 z¬BÅ8~ š_«W«V2 ferman etmiş. Gavs-ı Azam
Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem
vazifeten büyük hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatıyla ve eserleriyle fi-
ilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hik-
met-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imdadına
göndermiş...” (K.L.7)
46- İşte böyle din yolunda bütün gayretini kullanmış ve sünnet-i
seniyeye tam ciddiyetle bağlanmış ve kemâlat-ı beşeriyede mukteda-bih ol-
muş dinî şahsiyetler hakkında rivayetlerde, onlara hürmet edilmesine teşvik-
ler edilmiştir. (Radıyallahu anhüm) (Geylanî’nin (R.A.) arş-ı âzamı temaşa etmesi,
bak: 1529.p. sonu)
2 S.B.M. ci:1 sh:107 ve K.H. hadis:1744 ve Et-Temyiz sh:871 ve El-Cami sh:702 ve El-
Metalib sh:200
ABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A.) 28
50- ABDULLAH İBN-İ ÖMER hW2 w"~ y±V7~ fA2 : Bi’setten bir yıl
önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccac-ı Zalim’in emri ile şehid
edildi.(R.A.) Sahabe-i Kiramın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ekrem’e
(A.S.M.) çok sadakatlı olup, daima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı.
Hz. Ömer’in (Radıyallahü Anhü) oğlu idi.
Hilafet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi,
halim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa der-
hal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.) (Bak: 1541.p.)
ret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr Bin Avvam’ın oğludur.
Yezid’in saltanatını kabul etmedi ve Mekke’de dokuz sene halifelik yaptı. 73
yaşında şehid edildi. (R.A.)
“(52:35) ¯š²|-« ¬h²[«3 ²w¬8 ~YT¬V' ²•«~ Yani: “Kâinatı abes ve gayesiz itikad
eden felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazife-
siz, Hâliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş görmüyorlar mı ki,
kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir.
Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve
evamir-i İlahiyeye musahharlardır.” (S.386)
ACAİB-İ SEB’A-İ ÂLEM 30
56- Kur’an (21:16 - 23:115 - 38:27 - 44:38) âyetleri ile âlemin bir eğlence
ve abesiyet üzere yaratılmadığını bildirir.
yedi acaibi, büyük antika eserleri. Gerçi dünyada bunlar gibi daha antika
eserler vardır ve olabilir. Fakat, ekseri Avrupa kaynaklarına göre meşhur ol-
muş yedi büyük eser şunlardır:
1- Mısır piramitleri.
2- Babil’de Semiramis’in asma bahçeleri.
3- Zeus’un heykeli.
4- Rodos heykeli.
5- Efes’te Artemis-Diana mabedi.
6- Bodrum (Halikarnas)da Mosokus’un türbesi.
7- İskenderiye deniz feneri.
Halbuki Kamus-u Alâm’a göre 4000 km.yi aşan Çin Seddi, bunların ço-
ğundan daha büyük ve acibdir. Bazı kaynaklar bilgi ihatasızlığından bu bü-
yük eserden bahsedememişlerdir. Bu eksikliği dile getiren, Tercüman Yayın-
larından Hârikalar Ansiklopedisi haklı tenkidinde şunları yazıyor:
“Her şeye rağmen Çin Seddi bir hârikadır. Dünyanın yedi hârikasını sa-
yan Romalı tarihçilerin uzakdoğu hakkında bilgilerinin ihatasızlığı sebebiyle,
onu ve doğunun ünlü eserlerini hârikalar arasında gösterememişlerdir. Fakat
Dünya, Çin Seddini tanıdıktan sonra onu Mısır piramitlerinin ardından ikinci
hârika olarak kabul etmek gerektiğini söyleyen tarihçiler çok olmuştur.” (Hâ-
rikalar Ansiklopedisi sh: 256, Tercüman Yayınları)
Keza Resimli Kamus-u Osmanî Acaib-i Seb’a maddesinde ve Bedayi-iz
Zuhur Fî Vakayi-id Dühur adlı eserin 34-45. sahifeleri arasında mezkûr
izaha uygun tafsilatlı mâlumat verilir.
Demek Çin Seddi, ilmî ihataya sahib tariçilere göre Acaib-i Seb’a-yı Ale-
min ikincisidir. Bu mânâya temas eden “International Encyclopedia” da “Se-
ven” (Yedi) maddesinde dünyanın yedi hârikası anlatılırken; “Bir parça deği-
şik sayılabilmekle beraber umumiyetle mâlum yedi hârikayı ihtiva eder” de-
mek suretiyle bu Acaib-i Seb’adan, başka eserlerin de nazara alınabileceğini
ifade eder.
ACB 31
57- ACB `D2: Omurganın en son kemiği. “Us’us” denilen küçük ke-
mik. Herşeyin kuyruk dibi ve nihayeti. Hadis-i Şerifde ismi geçen ve insanın
kuyruk sokumundaki en küçük kemik diye ifade edilen acbüzzenebe dair
hadis-i şeriflerden biri şöyledir:
`Å6 «h< y²X¬8—« «s¬V' y²X¬8 ¬`²9 Åg7~ `²D«2 Å ¬~ ~«hÇB7~ yV6 ²_«< «•«…~´ ¬w²"! Ç u6
Yani, “Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, kuyruk kemiği müs-
tesna. Her Âdem oğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (4)
58- Mezkur hadiste geçen ve mahiyeti oldukça derin olan acbüzzeneb
bir âyetin tefsiri münasebetiyle şöyle izah ediliyor:
“(30:27) ¬y²[«V«2 –«Y²;«~ «Y;«— ˜f[¬Q< Åv$ «s²V«F²7~ Η«f²A«< >¬gÅ7~ «Y;«—
“Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha
kolay, daha rahattır.” Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa,
sonra bir boru ile çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanma-
ları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de; bir
bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esa-
siye, Hz. İsrafil’in (A.S.) sûru ile Hâlik-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk” de-
meleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür.
Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar
hükmünde olan ve hadisde “Acb-üz-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve
zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm beden-i
insanîyi onların üstünde bina eder.” (S.524)
Bir atıf notu:
-İnsan vücudunda bazı zerreler yüksek vazifelerde elde ettikleri manevî tenevvürle,
ikinci neş’eye medar olmak liyakatını kazanabilirler, bak: 4089, 4093.p.lar.
4 H.G. hadis: 280 ve S.M. ci: 8 sh: 508 hadis: 142 ve İ.M. Zühd 32
ACZ 32
59- “Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade
edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden
ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat
tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “Acb-üz-zeneb” tabir edilen bir kı-
sım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine be-
den-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.” (İ.İ. 57)
bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi (28:78) ¯v²V¬2 |«V«2 yB[¬#~ «_WÅ9¬~
yâni: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i
azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve
terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil,
cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona
muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona il-
ham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi;
kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve
hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve
ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği
giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun
za’fının semeresi olan teshir-i Rabbaniye ve ikram-ı Rahmanîdir. Ey insan!
Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergahında
acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru ve dua lisanıyla ilan
et ve abd olduğunu göster.” (S.327-328)
ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. (67:8) ¬o²[«R²7~ «w¬8 ÇiÅ[«W«# …_«U«# âyetinin sırrıyla
Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak
derecesine geliyor.” (Ş.12) (Bak: 3373.p.)
71- Âd kavmine dair âyetlerden birkaç not:
-Kur’anda müteaddid âyetlerde zikredilen Âd kavmi, uzun boylu, iri cüsseli ve kuv-
vetli idiler: (41:15) (89:7,8)
-Şiddetli rüzgarla helak edildiler:(46:24,25) (54:19) (69:6)
-Rüzgar azabı günlerine eyyam-ı nasihat denir: (41:16)
-Âd-i ûla (ilk Âd kavmi) ve helaketleri: (53:50)
72- ÂDAB ~…³~ : Usul, yol yordam. Davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk
ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara
edebsiz denir. (Bak: Ahlâk, Dil, Hecr-i Cemil, Hürmet, İlmiye Kıyafeti, Lisan-ı
Hal, Musafaha, Selâm, Terbiye) (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, bak:
1610.p.)
73- İslâm âdabının bütününü Peygamberimiz (A.S.M.) sünnetiyle göster-
miştir:
ÂDAB 36
|¬A<¬…Ì_«# «w«K²&«_«4 |¬±"«‡ |¬X«" Å…«~ (5) Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir su-
5 K.H. hadis:164
ÂDAB 37
âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zik-
retmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehem-
miyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de
hakiki zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından
gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiri-
yor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik
ve çirkinlik görünmüyor!..
İşte, hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad,
nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve
ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve
sarmış bulunduğunu.. ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini de-
ğiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!..” (L.309) (Bak: Mizan)
ADALET 41
kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana
umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesse-
selerinde cari ve hâkimdir.” (T.H.651)
İki atıf notu:
-Hürriyet-i vicdan kaidesi, bak: 1414.p.
-Sultan Fatih’in muhamekesi, bak: 919.p.
88- Kur’anda adaleti emreden âyetlerden biri olan
“ >«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬i7~«— ‡¬i«# « «— (6:164) nass-ı kat’isiyle Kur’anın bir kanun-u
esasîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmi-
yeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: “Birisinin
hatasıyla başkası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa,
partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi
tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada de-
ğil!..” (E.L.II.82)
İşte adalet-i Kur’aniye böyle görür ve böyle hükmeder.
Atıf notları:
-Adalet-i mahza ve izafi, bak: 527,528.p.lar.
-Hak ve gayr-ı hak adlî merciler, bak: 1526.p.
89- Adalet hakkında âyetlerden birkaç not:
-Allah adaletle hükmetmeyi emreder: Kur’an (4:58,105,135) (5:8,42) (6:152)
(16:90) (49:9)
-Kelâm-ı İlahî (Kur’an) mahz-ı adalet ve adalet-i tâmmedir: (6:115)
-Allah, cemiyeti ayakta tutan mizan-ı adaletle beraber, mütecavizleri durduran âlât-ı
harbin kaynağı olan demiri indirdi: (57:25)
iyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adavet mecazi olur; acımak
suretine inkılab eder. Evet mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı
için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için
nass-ı hadis ile: “Üç günden fazla, mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme
etmeyecek.” (*) Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatıyla bir kalbde
bulunsa; o vakit muhabbet mecazi olur, tasannu ve temelluk suretine girer.”
(M.263) (Bak:2540-2543.p.lar) (Bir seyyie için mü’mine adavet etmemek, bak:
129.p.) (Mü’mine adavetin muaccel cezası, bak: 146.p.)
91- “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine
çalış. Hem, en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine
adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme.
Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur, onlara adavet et.
Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de: Adavet hasleti,
herşeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlub etmek ister-
sen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele eder-
sen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar,
adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost
olur...” (M.265) (Siyasi adavetler, bak: 3235-3238.p.lar) (Mü’minin ruhunda adavet
yoktur, bak: 2170.p.) (Adavetten nasihata davet edenleri dinlemek, Bak:3882.p.)
92- “Hârici düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adavetleri unut-
mak ve bırakmak olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi
takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne
olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken,
cüz’i adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu
hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.”
(M.269) (İttifak maddesinin parağraflarına da bakınız.)
Atıf notları:
-Şiddetli muhabbetin adavete dönmesi, bak: 2550.p.
-Ehl-i kitaba muhabbet meselesi, bak: 779, 2541 ilâ 2543.p.lar
93- Adavet mevzuu ile alâkalı Kur’an’dan birkaç not:
-Yahudilerin düşmanlık ve ifsadları: (5:64) (Bak: 782.p.)
-İns ve cin şeytanlarının düşmanlığı: (6:112)
“ @«ZÅV6 «š_«W²,« ²~ «•«…³~ «vÅV«2«— cümlesi, (2:30) «–YW«V²Q«# « _«8 v«V²2«~ |¬±9¬~ cümlesinin
mazmununu tahkik ve icmalinin tafsil ve ibhamının tefsiridir. Ve keza
Cenab-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve
kanunlarını tatbik etmesi içindir. (Bak: 1139.p.) Bu ise, tam bir ilme müte-
vakkıftır. Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir
olacaktır: Âdem’i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti,
sonra esmayı talim etti ve hilafete namzed kıldı. Sonra vaktaki Âdem’i melai-
keye tercih etmekle rüchan mes’elesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile
mümtaz kıldı.” (İ.İ. 209)
ÂDEM 45
İlahiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onla-
rındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras
etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem
ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından
kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini, baki olan ervahlarına devrede-
rek; onların o ervah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek
devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gider. Eğer o ziruhlar zevi-l-
ukuldan ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve manevî kemâlata medar
olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakim’in dünyadan daha güzel, daha nurani
olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka
memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil,
belki kemâlata kavuşmaktır.” (M.287)
Bir atıf notu:
-Ahval ve mahiyetlerin imkândan vücuda çıkması, bak: 892.p.
102- “Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zan-
nettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz-zeval olan bazı şeyler de
ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden ma-
sun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri
hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve
aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal
vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki, âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla
terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam var-
dır. (14:27) f<¬h< _«8 vU²E«<«— š_«L«< «_8 yÁV7~ u«Q²S«< “ (M.N.128)
idare etmek salâhiyetidir. Bir yere bağlı olmaksızın veya bir yerden idare
edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin kendi kendilerini idare
tarzı.
1908 senesi içinde Sultan II. Abdülhamid’in yeğeni Prens Mehmed
Sabahaddin Bey, ileri sürdüğü adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsî fikrin-
den dolayı, İttihad ve Terakki mensubları tarafından şiddetli tenkide uğra-
mıştı. Bediüzzaman Hazretleri de bir mektubla Sabahaddin Bey’e cevab
vermişti. Çok noktalara temas eden bu mektubda; adem-i merkeziyetin, im-
paratorluğu ve İslâm birliğini böleceği endişesini izhar ediyor. Sonradan
Bediüzzaman’ın “Nutuk” isimli eserinde neşredilen bu mektubu aynen aşa-
ğıya alıyoruz:
109- “Prens Sabahaddin Bey’in su-i telakki olunan güzel fikrine cevab:
Hayat ittihaddadır. Benim gibi bir bedevinin fikri, fıtrat-ı asliyeye daha
yakın olduğu için muhakemesi de tabii olduğundan, sun’iden daha mükem-
mel olacaktır. Şöyle ki:
Efrad mabeyninde muhabbet-i millî, zerrat mabeynindeki cazibe-i
cüz’iyeleri gibi, bir muhassal teşkiliyle.. cihet-ül vahdetimiz olan usul-ü
merkeziyeyi intac edeceğinden, ittihad ve muhabbet-i millî revabıtını tahkim
eylemekle zülal-i medeniyet o mecrada seyelan ederek şu anasır-ı muhtelifeyi
bir seviyeye getirdiğinden aheng-i terakki hoş bir nağme ile ecnebilerin
sımah-ı hassasında tanin-endaz edecektir.
110- Hem de her kavmin ma-bih-il bekası olan âdât-ı milliye ve lisan-ı
kavmiyeye ve istidad-ı efkâra muvafık, hükümet teşebbüsata başlamalı.. tâ ki
makine-i terakkiyat-ı medeniyetin buharı hükmünde olan müsabakayı intac
edecek bir hiss-i rekabet peyda olabilsin. Yoksa bu revabıt ve mecariyi
fekkedecek adem-i merkeziyet fikri, veyahut onun ammizadesi unsura mah-
sus siyasi kulübler- zaten merkezden nefret var- istibdad ciheti ile ve şiddet-i
ihtilaf-ı unsur ve mezheb sebebiyle birden bire kuvve-i anilmerkeziyeye
inkılab edeceğinden, tevsi-i me’zuniyet kabına vahşetin galeyaniyle sığmaya-
cağından Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırtacak; bir
muhtariyete ve sonra istiklaliyete ve sonra tevaif-i mülûk suretini giydiğinden
hiss-i rekabet daiyesiyle vahşetin ve adem-i müsavatın mahsulü olan fikr-i
istila yardımıyla bir mücadele-i keşmekeş intac edeceğinden öyle bir zenb-i
azîm olur ki, hürriyetteki hasene-i uzmaya menafi-i umumi mizaniyle tartılsa
müvazi, belki ağır gelecektir. Seviye-i irfanı bir mütemeddin devlet, -Alman
gibi- libas-ı siyaseti kâmet-i istidadımıza ya kısa veya uzun olacaktır. Zira se-
ÂDET 52
viyemiz bir değildir. Tıbbın eski bir düsturudur ki; her illet, zıdd-ı tabiatiyle
tedavi olunur. Binaenaleyh mizac-ı ittihad-ı millete ârız sümun-u istibdad ile
istidad ve meyl-i iftirak marazı izale veya tevkif lâzım iken, adem-i merkezi-
yet veyahut onun kardeşioğlu gayr-ı mahlut siyasi kulübler sirayetine yardım
ve önüne menfezler, kapılar açmak, muhalif-i kaide-i hikmet ve tıb olduğun-
dan bir deha-yı mücessemin ki, fatiha-i zaferi istihsal, hasene-i uzma-yı hür-
riyet ve ittihad-ı millî iken.. böyle bir iftirakın zenb-i azîmiyle hatime çek-
mek, onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitneyi ikaz etmek ve
Asya’nın mahall-i saadetimiz olan sema-i müstakbeldeki cinanı, cehenneme
döndürmek, hamiyet ve ulüvv-ü cenablarına yakıştıramıyorum. Onun te’vili
güzel, fikren taakkul edebiliyoruz. Amma istidadımızla amelen tatbik edeme-
yiz. Tatbikine çok zaman lâzım... Biz ki ekseriz, muvahhidiz. Tevhidle mü-
kellef olduğumuz gibi, ittihadı te’sis edecek muhabbet-i milliye ile de muvaz-
zafız. Eğer unsur lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir.” (A.B.450)
Bir atıf notu:
-Prens Sabahaddin hakkında bir telakki, bak: 1861.p.
rına birer isim olsun. Lakin kanun, kâidelikten tabiiliğe ve zihnilikten harici-
liğe ve itibariden hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla ka-
bul ederiz.” (M.N.248) (Bak: Âdiyat, Esbab, İcabiye, Sünnetullah, Tabiat, Ülfet)
İki atıf notu:
-Şuunat-ı Rububiyetin cüz’de ve küllde aynı kanunla tasarrufu, bak: 3748.p.
-Âdetullah kanunlarında şüzuzat, bak: 1727.p
114- Beşerin acib bir gafleti şudur ki, âdetullahın mahiyetini bilmekten
âciz olmasına rağmen “bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlara bir isim takıp,
güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ:
Bu elektrik kuvveti imiş deyip, o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz ya-
pıp âdi gösteriyorlar. Halbuki, kudretin o mucizesinin hikmetleri iki sahife ile
ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikatı ve o külli hikmeti
gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mucizeli
eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu
Cehilden daha echel bir dereceye düşüyorlar.
115- İşte, İrade-i İlahiyenin namuslarının ünvanları olan âdetullah ka-
nunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahi-
yetine elektrik namını verip, tenvirdeki hârika mucize-i kudreti âdileştirmekle
ve malum birşey imiş gibi elektirik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun
gibi cok hârikulâde mucizat-ı Kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.”
(N.A.14)
116- Tabiiyyunun âdetullah hakkındaki yanlış ve acib anlayışlarını tasvir
eden iki misalden birincisi:
“Bütün âsar-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrada
kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış...
Binlerle muntazam sanatlı eşyayı görmüş... Vahşetinden, ahmaklığından,
“Hariçden kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı
müştemilatiyle beraber yapmıştır” diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakı-
yor.. o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sa-
rayın teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde
yazılı olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter
dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tez-
yin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten,
kavanin-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu def-
teri münasebetdar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim
ÂDETULLAH 54
yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar; aynen öyle de: Yüksek ehl-i
hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan
iman ve tasdikde, iki cadde ile hareket etmişler:
Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile, “Âyet-ül-Kübra” ve “Hizb-ün-Nuriye”
ve “Hülasat-ül-Hülasa” gibi âfaka bakmaktır. Diğeri: Ve en kuvvetli ve
hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı in-
saniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini
mütalaa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır.”
(E.L.I.146) (Bak: Tefekkür) (Tarikatta âfakî ve enfüsî meşrebi, bak: 3672.p.)
122- Bu mevzuda Kur’an âfakî ve enfüsî delillere beraber baktırır. Her
iki tarafa dikkatleri celbeder. Ve tahkik ve tefekküre davet eder. Ezcümle,
Kur’an
“Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır:
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfakî denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tes-
miye edilir. Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usulî olmak üzere iki
kısma taksim etmiştir. Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır:
âfakî, nefsî, usulî.
Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsî delile (2:21) ²vU«T«V«' >¬gÅ7«~ cümle-
siyle, usulî delile de ²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— cümlesiyle işaret edilmiştir.” (İ.İ.94)
“ ®š_«X¬" «š_«WÅK7~«— (2:23) cümlesiyle, Sani’in vücuduna olan âfakî delillerden
en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.” (İ.İ.95)
123- Kur’an (41:53) âyetinde geçen (âfâk) kelimesi, mevzumuzla da alâ-
kalı olup çok manidardır. Bu âyetin mânâ-yı küllîsinden bir cüz’ü olarak ve
“Zaman ilerledikçe Kur’an gençleşir” hakikatine binaen anlaşılıyor ki; hakiki
ilimlerin ve bilhassa tahkikî iman ilminin inkişafiyle âfakî ve enfüsî deliller
tam tebeyyün etmekle hak ve hakikat vuzuhuyla ortaya çıkacaktır. (Bak:
1898.p.)
124- Âfakîliğin izah edilen müsbet mânâsından ayrı olarak, bir de menfi
mânâsı vardır ki o da, insanlara gaflet veren içtimaî boğuşmalar ve mes’eleler
ve kâinatta kesret âlemidir. İnsan şu kısa ömrünü kıymetsiz şeylerle meşgul
etmemesi için isabetli tercihler yapmak mecburiyetindedir. Şöyle ki:
AFV 58
125- “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri
içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed
ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dai-
resinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zihayat ve dünya
dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir
nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli
ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra va-
zife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- va-
zifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük daire-
deki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfakî
işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar
ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak
ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür,
zulmüne şerik olur.” (Ş.202) (Bak: Merak) (3239.p. aynı mevzuyla alâkalıdır.)
“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlana Cami,
kesretten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:
²>Y6 |¬U«< ²–~«… |¬U«< ²w[¬" |¬U«< ²>Y% |¬U«< ²–~Y«' |¬U«< ²˜~Y«'|¬U«< demiştir. (*)
Evet Cami pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki
maksud, hakiki mabud yalnız O’dur..” (S.217)
yüz tevil ile tevil ettirir. °}«V[¬V«6 ¯`²[«2 ¬±u6 ²w«2 _«/¬±h7~ w²[«2«— sırrıyla nefsine na-
zar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için, itiraf et-
mez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hz. Yusuf Aleyhisselam gibi bir
peygamber-i âlişan, |¬±«"«‡ «v¬&«‡_«8 Å ¬~ ¬šYÇK7_¬" ?«‡Å_8« «j²SÅX7~ Å–¬~ |¬K²S«9 š¬±h«"~ _«8«—
(12:53) dediği halde, nasıl nefse itimad edebilir. Nefsini ittiham eden, kusu-
runu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder, istiğfar eden, istiaze eder.
İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan
daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlık-
tır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, afva müstehak
olur.” (L.88) (Sahabelerin mağfiret olunması, bak: 3203.p.)
129- “İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur
ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desi-
sesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Habuki: Cenab-ı Hak ha-
şirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman,
hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyia-
tın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok
seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele
AFV 61
130- Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyuruluyor: _«S«2 «‡«f«5 ~«†¬~ v<¬h«U²7«~
Yani, “Kerim olan zat, kadir olunca affeder, intikama kalkışmaz.” (6)
Seyyiatın örtülüp afvedilmesi hakkında âyetlerden birkaç not:
-Sadaka verenlerin bir kısım seyyiatları örtülür: (2:271)
-Din uğrunda hicret eden, eziyet çeken ve şehid olanların seyyiatları örtülür ve
afvedilir: (3:195)
-Kebairden içtinab edenin seyyiatı örtülür: (4:31)
-Namazı ikame, zekatı vermek, resullere iman ve onları düşmanlara karşı müda-
faa etmek ve Allah’a karz-ı hasen (din yolunda harcama) vesilesiyle seyyiatın örtül-
mesi: (5:12)
-Ehl-i kitab iman edip Allah’tan ittika etseler, seyyiatları örtülür: (5:65)
-Takva ehline bir feraset-i manevîye verilir ve seyyiatı örtülür: (8:29)
-İman edip amel-i salih işleyenlerin seyyiatı örtülür: (29:7) (47:2) (64:9)
-Doğruyu getiren ve onu tasdik edenlerin en kötü amelleri örtülür: (39:33,35)
-Müttakilerin seyyiatı örtülür: (65:5)
-Tevbe-i nasuh edenin seyyiatı örtülür: (66:8)
-Haktan i’raz edenlere karşı (müsbet hareket makamında) afv ve müsamaha tavrı:
(5:13)
-İhlaslı kulların afvedilmesi, bak: 1522. p. da âyet notu
-Günah ve Kısas maddelerinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.
-Karargâh ve istikrariyet ancak kayyumiyet-i İlahiye ile olur ve ona iltica edilir:
(75:12) (Selâmet-i tamme ancak Cennet’tedir, bak: 3326.p.)
134- AHLÂK »Ÿ'~ : (Hulk. c.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tu-
tum ve tavrı. İnsanın doğuştan olan veya sonradan kazandığı zihnî veya ruhî
halleri ve bu hallerinden doğan iyi veya kötü tavır ve hareketleri.
“Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Hakîm’de (68:4) ¯v[¬P«2 ¯sV' |«V«Q«7 «tÅ9¬~—« ferman
eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin,
Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmı tarif ettikleri zaman
“Hulukuhu-l-Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani, “Kur’anın beyan ettiği
mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Ve o
mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan
odur.” (L.59)
Bir rivayette “Kişide iyi hal; libas güzelliği değil, vakar ve ciddiyet-
tir.” buyurulur. (R.E. sh.362)
AHLÂK 64
136- “Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından
izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe
müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, uluvv-ü şanların-
dan, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ah-
lâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet yalnız şecaatla iştihar
eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi
cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
137- Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm kendi kendine
güneş gibi bir bürhandır. Ve keza, o zatın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına
kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş
ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zatın yaradılışında, tabiatında bir fenalık,
bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışa-
rıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemâl-i istikametle, metanetle,
iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret
eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun,
kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline
gelir, (Bak:1591. p) daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının ba-
şında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi
celb ve cezbettiren, o zatın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malum olan sıdk
ve emaneti idi. Demek o zatın (A.S.M.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvve-
tine en büyük bir bürhan olmuştur.” (İ.İ. 107)
Bir atıf notu:
(Seciyeleşen) ahlâkın değişmeyeceği, bak: R.E. Ci:1 sh:50/12
138- “İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-
i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümme-
tinden olan gafillerin (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek
isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.” (L.60)
Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir
mi?” (İ.İ.109)
142- “Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i
uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya
iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların
cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı
âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim için inki-
şaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu
noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey
muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de
intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve manevîyatın inkişafı hu-
susunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi
bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat
devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila;
İlahî, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.”
(İ.İ.110)
143- Beşere İlahî teklif olan din ve onun telkin ettiği ulvi ahlâk olma-
saydı, insaniyet hayvaniyet mertebesinde kalıp saadetine vesile olan kemâle
eremeyeceği hakikatı, bir sual vesilesiyle şöyle izah ediliyor:
“Diyorsun ki; teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb,
tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?
Cevab: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini
kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak
ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de
beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o to-
humlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakı-
lırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin
inkişaf ve terakkisini telkih eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tek-
liftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir.
Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu
kadar kemâlat-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat in-
sanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i
şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanla-
rın büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmiş-
lerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî vesaire güzel
şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş
AHLÂK 67
bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.”
(İ.İ.163)
İki atıf notu:
-İmanın içtimaî ahlâka tesiri, bak: 279, 1651.p.lar.
-Peygamberin gönderilmesiyle kazanılan kemâlât ve keyfiyetin üstünlüğü, bak:
1657.p.
144- “Sual: (17:70) «•«…´~ |¬X«" _«X²8Åh«6 ²f«T«7—« âyetinin ® YZ%« _®8YV«1 «–_«6 yÅ9¬~
(33:72) âyetiyle vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün
Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:
Cenab-ı Hak; kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor,
çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek
çok enva’ yerinde bir nev’i cami’ halketmiş. Yani bütün enva’-ı hayvanatın
muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek, irade
etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış,
fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissi-
yatları mahduddur, fıtrî bir kayd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, had-
siz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahi canibine gider. Çünki in-
san, Hâlik-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir ayine olduğu için,
kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan, hırs ile, bütün dünya
ona verilse ²f<¬i«8 ²w¬8 ²u«; diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine bin-
ler adamın zararını kabul eder. Ve hakeza... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede
inkişafları olduğu ve nemrudlar ve firavunlar derecesine kadar gittikleri ve
siga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede daha hadsiz bir
terakkiyata mazhar olur. Enbiya ve Sıddıkîn derecesine terakki eder.”
(M.331)
Bir atıf notu:
-Hissiyatı asıl vazifelerine tevcih etmek, bak: 1344.p.
145- İslâm ahlâk kaidelerinin ve hükümlerinin yaradılışa tam uygun oldu-
ğuna, her fıtrat-ı selime şehadet eder:
“Cenab-ı Hak, kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden
iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat
AHLÂK 68
Å»… Å»«… ²w«8 kaidesiyle; su-i zan eden, su-i zanna maruz olur. Mü’min kar-
deşinin harekâtını su-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda su-i tevile
uğrar, cezasını çeker. Ve hakeza... Bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu muka-
yeseye göre ölçülmeli.” (O.L.684)
AHMED-İ BEDEVÎ (SEYYİD) 69
Atıf notları:
-Domuz etinin su-i ahlâka tesiri, bak: 1184.p.
-Muhitin ahlâk üzerindeki tesiri, bak: 3780/1.p.
-Âhirzaman fitnesinde ahlâk-ı içtimainin bozulması, bak: 250.p.
ise, namahrem yüz kadından ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sı-
kılır. Kadın o cihette azab çektiği gibi, sadakatsızlık ittihamı altına girer;
za’fiyetiyle beraber, hukukunu muhafaza edemez.” (L.202)
158- “Bahtiyardır o adam ki: Refika-i ebediyesini kaybetmemek için
saliha zevcesini taklid eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki: Ko-
casını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o
da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini ka-
zanır. Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder, vaz geçir-
meye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına
bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini
ateşe atmakta yardım eder. Yani medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik
eder.” (L.202)
Dünyada iki kere evlenen bir kadının âhirette hangi kocasıyla beraber
olacağını soran sahabeye Peygamberimiz (A.S.M.), “Güzel ahlâklısı kocası
olur.” cevabını verdi. (Diyanet İ.B. Yayınlarından Seçme Hadisler 1.Kitap, 10.
Hadis) Bu rivayetten anlaşılıyor ki, diyanetçe küfüv olanlar âhirette beraber-
dirler.
159- “Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini,
beş on senelik fani ve zahirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki kadınların
hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus
hüsn-ü siretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının
muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki
muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve se-
vimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve
merhamet ile birbirine muhabbet etmek lazım geliyor. Şimdiki terbiye-i me-
deniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî
bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.” (L.201)
“İnsanın, hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve kü-
çük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim, sebebini
aradım. Bildim ki: Nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısiyle Din-i
İslâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla se-
fahate sevketmek için bir-iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçare nisa
taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir-iki komitenin
tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki; bu millet-i
İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve
gençleriniz olan manevî evlatlarıma kat’iyyen beyan ediyorum ki: Kadınların
AİLE 74
¯±¿~ _«WZ«7 ²uT«# «Ÿ«4 _«W;«Ÿ¬6—² «~ _«W;f«&«~ «h«A¬U²7~ «¾«f²X¬2 Åw«RV ²A«< _Å8¬~ (17:23) âyeti,
beş mertebe hürmet ve şefkate evladı davet etmesi; Kur’anın nazarında
vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin oldu-
AİLE 77
ğunu gösterir. Madem peder, kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha
ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava ede-
mez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira
münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya mü-
nakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkın yoktur ki, pederine karşı hak dava
etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan
eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evladlarını, o Zat-ı Rahim-i Kerim’in hediyeleri olduğu için kemâl-i
şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk’a aittir.
Ve o muhabbet ise, Cenab-ı Hakk’ın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise:
Vefatlarında sabır ile şükürdür; me’yusane feryad etmemektir. “Halikımın
benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi
hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte
bir zahirî hissem varsa, hakiki bin hisse onun Hâlik’ına aittir. El-Hükmü
Lillah” deyip teslim olmaktır. Hem dost ve ahbab ise: Eğer onlar iman ve
amel-i salih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler, “Elhubbu Fillah” sır-
rınca o muhabbet dahi, Hakk’a aittir.” (S.639)
165- Milletin ehl-i takva, musibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fa-
kirler ve gençler olarak altı tabaka olduğunu ve bu taifelere göre onlara uy-
gun ders, teselli ve terbiye gerektiğini beyan eden risalenin çocuklara ait kıs-
mında, mimsiz medeniyetçilere hitaben şöyle denilmektedir:
“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet
isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za’f ve acz ve iktidarsızlık noktasında;
merhametkâr, kudretli bir Hâlikı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları
mes’udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvale karşı
gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar
hayata müştakane bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı
medeniye dersleri ve onların kuvve-i manevîyesini kıracak ve ruhlarını sön-
dürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir? Eğer insan bir
cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu ma-
sum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve
terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu frengî usul, onlara çocukçasına bir oyun-
cak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın
dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok
uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek.
Madem hakikat böyledir, onlara şefkatın muktezası, gayet derecede fakr ve
aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı;
AİLE 78
¬š_«[«E²7~ ¬}ÅV¬T¬" Ô «Ä_«5 Ó ²v¬;¬…« ²—«~ ²w¬8 _«9«…« ²—«~ ¿¬h²Q«9 «r²[«6«— ~Y7_«5
AİLE 79
8 R.E. sh:504
AİLE 80
y¬ ¬9~«h¬±M«X< ²—«~ ¬y¬9~«…¬±Y«Z< ˜~«Y«"«_«4 ¬?«h²O¬S²7~ |«V«2 f«7Y< Å ¬~ ¯…Y7 ²Y«8 ²w¬8 _«8
_«Z[¬4 «–YÇK¬E # ²u«; š_«Q²W«% ®}«W[¬Z«" }«W[¬Z«A ²7~ c¬B²X# _«W«6 ¬y¬9_«K¬±D«W< ²—«~
|¬B Å7~ ¬yÁV7~ «?«h²O¬4 Ôy²X«2 yÁV7~ «|¬/«‡ ?«h ²<«h; Y"«~ ÄYT «< Åv$ «š_«2²f«% ²w¬8
(9) v ¬±[ «T7~ w<¬±f7~ «t¬7«† ¬yÁV7~ ¬s ²V «F¬7 «u<¬f ²A «# « _«Z²[ «V «2 «‰_ÅX 7~ «h«O«4
9 S.B.M. ci:4 hadis: 664
AİLE 81
“Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. (Bak: Fıtrat)
Sonra anası ile babası onu Yahudi yahut Nasrani yahut Mecusi yaparlar.
Nasılki her hayvanın yavrusu tamm-ül aza olarak doğar. Hiç o yavrunun
burnunda kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü? Sonra Ebu Hüreyre
radıyallahü anh (30:30) âyetini okudu ki meali şöyledir:
“Habibim! Allah’ın, insanları hakkı idrak ve kabule müsait yarattığı fıtrat-ı
asliyeyi -ki fıtrat-ı İslâmiyedir- rehber-i hareket ittihaziyle Allah’ın yarattığı
bu İslâm ve tevhid seciyesini şirk ile tebdil etmek, muvafık değildir. Bu İs-
lâm ve tevhid dini, en doğru bir dindir.” (Bak: 969.p)
Sahih-i Buhari 23. kitab, 93.bab ve 82. kitab, 3.bab; ve Sahih-i Müslim
46. kitab-ül kader 6.bab, aynı mevzuu beyan eder.
169- Aile mes’uliyetinde gayet hassas davranmayı telkin eden ve uhrevî
neticelerini tasvir ederek dünya gafletinden ikaz eden ve bu ciddi din terbi-
yesinin neticesi olarak Cennet’teki kurtuluşun sevincini ihsas eden şu âyet:
_«X²[«V«2 yÁV7~ Åw«W«4 Şimdi Allah bize menn etti; lütf u tevfikiyle bu nimetleri
in’am buyurdu. ¬•YWÅK7~ « ~«g« 2 _«X²[«5« —«— Ve bizi o semum azabından ko-
rudu.” (E.T.4556) diyerek mesrur olurlar. (Bak: 30,31.p.lar)
170- Çocuğun dinî terbiyesi hakkındaki hadislerden biri de şudur:
_«Z²[«V«2 ²v; Y"¬*²/!«: «w[¬X¬, ¬p²A«, š_«X²"«~ ²v;—« ¬?«ŸÅM7_¬" ²v6«…« ²—«~ ~—h8
(10) ¬p¬%_«N«W²7~|¬4 ²vZ«X²[«"~Y5¬±h«4«— «w[¬X¬, ¬h²L«2 š@«X²"«! ²v; «:
10 K.H. hadis:2286 ve H.G. hadis:381
AİLE 82
“ ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 «–Y7 ÎY²K«8 ²vUÇV6«— ¯ ~«‡ ²vUÇV6 “Ey ümmetim! Siz hepiniz ço-
bansınız, ailenizin her ferdi öbürlerine karşı bir takım vazifelerin ifasıyla mü-
kelleftir. Ve bu vazifelerden dolayı Allah’a karşı mes’uldür.” buyurmuştur.
Bu vazifeler ve mes’uliyetler şeriat-ı İslâmiyede müstakil fasıllar halinde bü-
tün teferruatıyla tafsil ve izah edilmiştir... Bunların vazife ve mesu’liyetlerine:
¬š_«K¬±X7~ |«V«2 «–Y8~ÅY«5 Ä_«%¬±h7«~ erkekler ve alel-husus recul olan tam erkekler,
kadınlar üzerinde kavvamdırlar; onların üstlerinde dururlar, işlerine bakarlar,
dikkatle gözetir, muhafaza ederler, kâhyaları, müdürleri, muhafızları, veliyy-
ül emirleridir...
175- Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan ricalin de kadınlar üzerinde
kavvam olmaları ve onlardan itaat ü sadakat beklemeleri bir hakk-ı meşrula-
rıdır. Binaenaleyh ° _«B¬9_«5 _«E7¬ _ÅM7_«4 saliha olan kadınlar da Allah’a itaat
ederler. Kocalarına karşı divan durup, haklarına riayet ederler.
(Evlad ü iyal sahibi olmak cihetinde ikaz edici âyetlerden notlar, bak: 419 ve
419/1.p.lar)
178- Aile efradı arasında muhabbet ve itaat, (9:23) (29:8) (31:15) âyetle-
rinde de beyan edildiği gibi dine uygunluk şartına bağlıdır. Şöyle ki:
¬h¬'´ ²~ ¬•²Y«[²7~«— ¬yÁV7_¬" «–YX¬8YÌ < ®•²Y«5 f¬D«# « Allah ve âhiret gününe
“(58:22)
iman eden hiçbir kavmi (cemaatı) y«7Y,«‡—« «yÁV7~ Å…_«& ²w«8 «–—Ç…~«Y< Allah’a ve
Resulüne hadd yarışına (Bak: Hadd) kalkan kimselerle sevişir bir halde bula-
mazsın...
²vZ«#«h[¬L«2 ²—«~ ²vZ«9~«Y²'¬~—² «~ ²v; «š_«X²"«~—² «~ ²v; «š_«"´~ ~Y9_«6 ²Y«7«—
Babaları veya oğulları veya kardeşleri veya hısımları, hemşehrileri olsalar
bile...
179-«t\¬ ³7—~ İşte onlar -o Allah ve Resulüne yarışa kalkışan kimseleri
sevmiyen mü’minler yok mu- «–_«W<¬ ²~ ²v¬Z¬" YV5 |¬4 «`«B«6 Allah onların kalb-
lerine imanı yazmıştır. -Yalnız lisanlarında değil, kalblerinde tesbit eylemiş,
yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki, asıl iman kalb işidir.-
y²X¬8 ¯ƒ—h¬" ²v; «fÅ<«~ «— ve kendilerini, tarafından bir ruh ile teyid buyurmuş
tur. -Kalblerine hayat veren İlahî bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun
için Allah’ı unutmazlar. Âhiret yolunu görür, sevileceği sevilmeyeceği tanır-
lar. Allah ve Resulüne itaat ederler, Allah yolunda her fedakârlığı yaparlar.
‡_«Z²9« ²~ _«Z¬B²E«# ²w¬8 >¬h²D«# ¯ _ÅX«% ²vZV¬' ²f< «— hem Allah onları, altından ır-
maklar akar Cennetlere koyacaktır. _«Z[¬4 «w<¬f¬7_«' O suretle ki, içlerinde
ebediyyen kalmak üzere y²X«2 ~Y/«‡—« ²vZ²X«2 yÁV7~ «|¬/«‡ Öyle ki, Allah onlardan
hoşnud, onlar da Allah’dan hoşnud... Hem marzıyye, hem raziye olarak,
Allah’ın rıdvanına ermişler.
lunda mücahede eden mücahidlerdir.- «–YE¬V²SW²7~ v; ¬yÁV7~ « ²i&¬ Å–¬~ « «~ Uyanık
ol ki, Allah’ın hizbi muhakkak hep felah bulanlardır.” (E.T.4804) (9:114 âyeti
de mevzu ile alâkalıdır.)
180- Mezkûr âyetin tefsirinden, dine aykırı isteklerde bulunan ebeveyne,
çocukların isyan edeceği mânâsı çıkarılmamalıdır. Zira 164’üncü parağrafta
da beyan edildiği gibi, dine aykırı isteklerde bulunan ebeveyne itaat etmemek
başka, isyan etmek daha başkadır. Bir çocuk, ebeveynine hiç bir şekilde isyan
edemez ve onları rencide etmez. Ancak ebeveynin dine aykırı istekleri
olursa, çocuk ehven bir şekilde bunları geçiştirir, yapmaz, dini yaşayışına de-
vam eder.
Bazı ana ve babalar, çocuklarını dinî hayattan çekip kendi anlayışlarına
uygun bir hayata itmektedirler. Bu hal ise manevî mes’uliyete ve çocukların
da itaatsızlığına sebeb olur. Zira dinin emri ile ebeveynin emri tearuz ederse,
dinin emri tercih edilir. (Bak: 3760/10.p.)
Yukarıda anlatılan ebeveynle evlad arasındaki ayrılığı haber veren bir
rivayette mealen şöyle buyuruluyor:
“Yakında bir fitne olacak, öyle ki, insan kardeşinden ve babasından ay-
rılacak (aile müessesesinin fıtrî ve iman şuuruyla inkişaf eden manevî rabı-
tası, sıla-i rahmi zedelenecek) bu fitne kıyamete kadar insanların kalblerinde
yayılıp duracak. Hatta o fitnelerde belaya uğramış çilekeş bir adam, (cemiye-
tin ve ailelerin bozukluğunu gören ve ıslahına çalışan asrın imamı) zaniyenin
zinası sebebiyle ayıplandığı gibi ayıplanacak.” (R.E.298)
Atıf notları:
-Ebu Yusuf’un dinî tahsiline ebeveyninin müdahalesi, bak: 1613.p.
-Aile müessesesinin korunması, Bak: 3760/9.p.
181- Aile reisinin riyasetinde yürütülen aile hukuku ve münasebetleri ile
alâkalı olarak, kadınların camiye ve bilhassa evlerinden dışarıya çıkmalarının
mahzurları mes’elesine gelince:
“Hanefilerin “El-Hidaye” namındaki fıkıh kitabında, kadınların cemaate
devamları hakkında aynen şöyle denilmektedir:
Kadınların cemaate gelmesi mekruhtur. Yani genç kadınların gelmesi
mekruhtur. Çünkü fitneden korkulur. Yaşlı kadınların sabah, akşam ve yat-
AİLE 87
sıya çıkmasında bir beis yoktur. Bu Ebu Hanife’ye göre böyledir. İmameyn:
“İhtiyar kadınlar bütün namazlara çıkabilirler, zira fitne yoktur, çünkü onlara
rağbet azdır. binaenaleyh bayram namazlarında olduğu gibi, burada da çık-
maları mekruh değildir.” demişlerdir. Ebu Hanife’nin delili şudur: “Fazla
şehvetperestlik, ihtiyar kadınlara da musallat olmaya sevk eder. Binaenaleyh
fitne melhuzdur.” Müteahhirin-i ulema, genç ihtiyar bütün kadınların, bütün
namazlara çıkmalarını men’etmişlerdir. Çünkü sair vakitlerde fasıklar
galibdir.
“El-İnaye” adlı fıkıh kitabımız şu malumatı veriyor: “Eskiden kadınların
namaza çıkmasına müsaade edilirdi. Sonraları bu fitneye sebeb olunca çık-
maktan men’edildiler. Tefsirde mezkûrdur ki,
183- Bir hadiste de: “ Åw¬Z¬#Y[" h²Q«5 ¬š_«K¬±X7~ ¬f¬%_«K«8h²[«' Kadınlara ait
mescidlerin hayırlısı, kendi hanelerinin içerisidir.” (13) buyuruluyor.
Lemaat adlı eserde de bu hakikat nim-manzum bir ifade ile şöyle beyan
edilir:
¬ _«,~«Y«Z²7_¬" š_«Z «S ÇK7~ Ä_«%¬±h7~ «b Å9¶_«# !«†¬~
¬ _«&_«5«Y²7_¬" ~«i-¬ _ÅX7~ š_«K¬±X7~ «uÅ%«h«# ~«†¬~
“Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de
kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları ev-
lerde, hayat-ı ailede. Temizlik zinetleri.
Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemâli, ismet; hüsn-ü kemâli, şefkat; eğ-
lencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı lâzımdır ta dayansın.”
(S.727)
“Kadının, aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının
bütün malına, evladına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı
hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası na-
zarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki
güzel haslet olan, cesaret ve sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve
sadakata zarar olduğu için ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat
kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve mer-
hamet ve hürmettir.” (L.198)
184- Evvela, ezvac-ı tahirata, dolayısıyla bütün müslüman kız ve kadın-
lara hitab eden ve onların kendi evlerinde âyat-ı İlahiyeyi ve ondaki hikmet,
iman ve manevîyat derslerini tezekkür (Bak: Tezkir) yani tekraren okumala-
rını emreden bir âyet şudur:
185- AKL (Akıl) uT2 : İnsanın hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeb-
lerden neticeleri çıkaran ve eserden müessire intikal eden hassası. Düşünme
ve anlama kabiliyeti. Zihin, zeka, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, kuvve-i
hafıza, mülahaza, re’y, yaptığını bilme. İlim, zihinde hasıl olan suret. İnsan
zihninin sıfatı. Kalbde hak ve batılı ayırdedebilen bir nur. *Huk: Bir
cinayetten dolayı icab eden diyeti vermektir. Diyet mânâsına da kullanılır.
Akıl, esasen imsak ve imtisak mânâsınadır. Diyet vermek, kan dökülme-
sini men’ ve imsak edecek müeyyid bir kuvvet mesabesinde olduğundan bu
cihetle de diyete akl denilmiş olması melhuzdur. (O.A.L.) (Bak: İlm, Naklî
Delil)
185/1- Elmalı’lı Hamdi Efendi, akıl mevzuunda (2:164) âyetini tefsir
ederken aklı şöyle izah eder:
“Akıl: Madeni, kalb ve ruhda; şuaı, dimağda bulunan bir nur-u manevîdir
ki, insan bununla mahsûs olmayan (beş duygu ile hissedilmeyen) şeyleri id-
rak eder. Akletmek; esbab ile müsebbebat, eser ile müessir arasındaki alâ-
kayı, yani illiyet kanununu ve ona müteferri’ lüzum alâkalarını idrak ederek
eserden müessire, veya müessirden esere, veyahut bir müessirin iki eserinin
birinden diğerine intikal eylemektir ki, mantık denilen bu intikal sayesinde
bir eser-i mahsûsdan (yani beş duygu ile bilinen eserden) gayr-ı mahsûs olan
müessir.. keşf ü idrak olunur.” (E.T.566) (Mantıkta intikal ve istidlalin üç nev’i
vardır, bak: İstidlal)
186- İnsanın diğer hislerinde olduğu gibi akıl dahi hakka teslim olmakla
değerini bulur. Aksi halde zararlı bir âlet durumuna düşer. Meselâ:
“Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına ça-
lıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki: Geçmiş zamanın
âlam-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bi-
çare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bu-
nun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve ta’cizinden kurtulmak için galiben
ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakiki’sine satılsa ve onun
hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan ni-
hayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini
saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.”
(S.27)
187- Hem “insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır
zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O za-
A KL ( A k ı l ) 90
manlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı
için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular,
endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezze-
tini geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti
cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli
bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat nokta-
sında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki
kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti
noktasında madumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karan-
lıklar veriyor.
Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur. Ve ademle
hasıl olan ebedî fıraklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler
veriyorlar. Eğer iman hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar
imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine
iman noktasında ulvi ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor.”
(S.145)
188- Hem dine tabi olmak şartıyla, İslâmiyet akla büyük değer verir. Me-
selâ:
“Kur’an-ı Hakim lisanıyla «–—hÅU«S«B«<«Ÿ«4«~ «–—hÅ"«f«B«<«Ÿ«4«~ «–YV¬T²Q«#«Ÿ«4«~
gibi kudsi havaleler ile, aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale edi-
yor, tahkike sevkediyor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına ma-
kam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i
tefekkürü susturmuyor; körü körüne taklid istemiyor.” (M.436)
Esasen akıl, dinin emrinde olmalıdır. Çünki “vicdanın ziyası, ulûm-u
diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat te-
celli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri va-
kit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.” (Mün.78)
Evet “kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve mu-
habbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûmu akliyeye tevaggul etmek
nisbetindedir. Demek manevî olan hastalıklar insanları aklî ilimlere teşvik ve
sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden emraz-ı kalbiye mübtela olur. (M.N.69)
189- Hem “mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mu’tezile
imamları, zinet-i surisine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı
hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine
çıkabilmişler..” (S.543) (Akıl mürşide muhtaçtır, bak: 2893.p.)
A KL - I E V V E L 91
ve vesaite rububiyyette bir nevi şirket verip Halık-ı Zülcelale “Akl-ı Evvel”
namında bir mahluku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim
ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlud ve dalâlet-pişe o felsefenin düsturu
nerede?.. Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler;
Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas
edebilirsin.” (S.542) (Bak: 1819,1820.p.lar)
manasına geldiği gibi; kişinin kendisi, ailesi, taraftarları gibi manalara da ge-
lir. Bazı lügaviyyun “rücu’ etmek, idare etmek” manalarına gelen “âle” fiilin-
den geldiğini söylerler. Bazıları da “ehl” kelimesinden geldiğini kabul ederler.
(İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı, Âl maddesi’nden)
Âl kelimesi umumiyetle meşhur bir şahsın nesli, kabilesi, hanedanı veya
temsil ettiği fikirler, ya da manevî şahsiyetine bağlı olanlar için kullanılan bir
ıstılahtır. Âl kelimesi Kur’anda yalnız şahıs isimlerine muzaf olarak meydana
getirdiği terkiblerde geçer. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li-elfaz-ı Kur’an-il Kerim
Ú ²Ä´~ Û maddesi sh:97) Ayrıca âl-i beyt ile müteradif sayılabilen ehl-i beyt
Kur’anda (11:73) (28:12) (33:33) âyetlerinde geçer. Âl kelimesi hadislerde de
zikredilir. (Bak: El-Mu’cem-ul Müfehres li- elfaz-ıl Hadis-in Nebevî Ú ²Ä~´ Û maddesi
sh:124)
194/2- Âl kelimesinin bir manası olan “çadır direği” mefhumundan teş-
bih yoluyla: Bir millet veya cemaatın yıkılıp yok olmasını önleyen, ayakta
tutup devamlılığını sağlayan muhafız ve merkezî bir taife, itaat ve irtibat
mercii bilhassa İslâm dünyasında âl-i beyt silsilesi ve müceddidler cemaatı
diye anlamak; tarihî ve dinî hakikata mutabık gelmektedir.
Aynı şekilde âl, “rücu’ etmek” manasıyla ele alınırsa, hakka ve hidayete
dönmek ve döndürmek manasıyla; nübüvvete ve o yolda yürüyen
müceddidlere bir telmih sayılabilir. Ehl-i dalalet için ise yani, Âl-i Firavn ve
muakibleri gibi menfi cereyan ifadelerinde ön ek olunca, hak ve hidayetten
rücu etmelerine ima olabilir. “Serab”da ehl-i dalalete bakar. Yani onlar zahi-
ren mutantan görünseler de, hakikatta hiçtirler. “Dağ ve çevresi” teşbihi de;
dağ gibi merkezde sabit bir şahsın etrafındaki âli ile kazandığı ağırlığını ve
onunla muhtemel ihtilafatı önleyip müvazeneyi temin ettiğini hayale getirir.
Demek lügaviyyunun âl kelimesine verdiği muhtelif manaların hepsinde, le-
tafetli bir hakikat payı vardır. (Bak: Âl-i Aba, Âl-i Beyt, Seyyid)
Bu meselenin en çok dikkat çekici ve ibretli noktası ise: Kur’anda Âl-i
Musa (2:248), Âl-i Harun (2:248), Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran (3:33), Âl-i
Yakub (12:6) (19:6), Âl-i Lût (15:59,61) (27:56), Âl-i Davud (34:13) ifadele-
ÂL-İ ABA 94
195- ÂL-İ ABA š_A2 ¬Ä~´ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendisi ile beraber,
kızı Hz. Fatıma Vâlidemiz, damadı ve amcazadesi Hz. Ali ve torunları Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’den (R.A.) müteşekkil heyet “Hamse-i Âl-i Aba” da
denilir. Hz. Peygamber’in (A.S.M.) giydiği abasını mezkur sahabe-i güzin
hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden bu isimle anılmaları meş-
hurdur.
196- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, giydiği mübarek abasını,
Hz. Ali (R.A.) ve Hazret-i Fatıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in
(R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle;
(33:33) ~®h[¬Z²O«# ²v6«h¬±Z«O<« — ¬a²[«A²7~ «u²;«~ «j²%¬±h7~ vU²X«2 «`¬;²g[¬7 âyetiyle dua
etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmiyeceğiz. Yalnız va-
zife-i Risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra
Sahabeler ve tabiinler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş.
İçinde en mümtaz şahsiyetler, abası altında olan o üç şahsiyet olduğunu mü-
şahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek
ve Hazret-i Hüseyin’i (R.A.) taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı
(R.A.) tebrik etmek ve müsalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve
ümmete âzim faidesini ilan etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir
ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilan et-
mek için o dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşe-
den o abayı örtmüştür. Evet, çendan Hazret-i Ali (R.A.) halife-i bilhak idi.
Fakat dökülen kanlar çok ehemliyetli olduğundan ümmet nazarında teb-riesi
ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkid ve tahtie ve
tadlil eden Haricileri ve Emevilerin mütecaviz tarafdarlarını sükûta davet
ediyor. Evet Hâriciler ve Emevilerin müfrit tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.)
ÂL-İ BEYT 95
(3:36) ¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 _«Z«BÅ<¬±‡†—« «t¬" _«;g[¬2~ |¬±9¬~—« diyen Hazret-i Meryem’in
vâlidesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilan ediyor.” (L.94)
197- ÂL-İ BEYT a[" Ä´~ : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sülale-i tahire-
sinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın
sünnete ittiba ve onu idame ettirenler. Âl-i Resul, Âl-i Nebi, Âl-i
Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tabirlerle de söylenir. (Bak: Âl, Âl-i Abâ,
Aliyyülmurtaza, Cemaat, Eimme-i İsnâaşer, Hasan (R.A.), Hilafet, Seyyid)
İki atıf notu:
-Kaderin Âl-i Beyti siyasette muvaffak etmemesi, bak: 997.p.
-Teşehhüdde âl hakkındaki dua, bak: 3642.p.
“Bir kısım müçtehidler, ¬y¬A²E«.—« ¬y¬7´~ |«V«2—« duasında, seyyid olmayan fa-
kat ehl-i takva bulunan, o duada dâhildir” demişlerdir. (Ş.414)
Bir atıf notu:
-Âl-i Beyte bağlılık, bak 2300.p.
198- Âl-i Beytin âlem-i İslâmda bir merkez-i manevî olmasının lüzumu
ve bütün ümmetin Âl-i Beyte bağlanmasındaki hikmet hakkında
Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:
“(42:23) |«"²hT²7~ |¬4 «?Å…«Y«W²7~ Å ¬~ âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, vazife-i Risaletin icrasına mukabil ücret is-
temez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
ÂL-İ BEYT 96
faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, (49:13) ²vU[«T²#«~ ¬yÁV7~ «f²X¬2 ²vU«8«h²6«~ Å–¬~
sırrına binaen karabet-i nesliyye değil, belki kurbiyet-i İlahiye noktasında va-
zife-i risalet cereyan ediyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina nazarıyla
görmüş ki: Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne ge-
çecek âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemâlat-ı insaniye dersinde rehber-
lik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten
çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki:
_«W«6 ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, ¬Ä~´ |«V«2—« ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ¬±u«. ÅvZ±V7«~
°f[¬D«8 °f[¬W«& «tÅ9¬~ «v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä´~|«V«2«— «v[¬;~«h²"¬~ |«V«2 «a²[ÅV«.
dir.(*) Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasılki Millet-i İbrahimiyede ekseri-
yet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslin-
den olan Enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i
azime-i İslâmiyet-te ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi,
Aktab-ı âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için
(42:23) |«"²hT²7~|¬4 «?Å…«Y«W²7~ Å ¬~ ~®h²%«~ ¬y²[«V«2 ²vUV\« ²,«~ « ²u5 demesiyle emrolunarak,
Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer
rivayetlerde ferman etmiş:
“Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz.
Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. (14) Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve
muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”
199- İşte bu sırra binaendir ki: Kitab ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu
hakikat-i Hadisiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten vazife-i risaletçe mu-
radı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakiki Âl-i
Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.
Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki:
Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve
* Bak: İ.M. 6/25 ci:3 sh: 163
14 Riyazüssalîhin (tercemesi) ci:1 hadis: 345 ve T.T. ci:1 hadis: 72,73
ÂLEM 97
İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir ce-
maat-ı mütesanide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyat-ı manevîyesinde medar
ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına
toplamasını arzu etmiş. Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda
sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileride-
dirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî
tarafdarlık; zaif ve şansız hatta haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki,
gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve
şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar
esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı?
Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm le-
hinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî
tarafdardır. Başkası ise kuvvetli bir bûrhan ile sonra iltizam eder.” (L.21)
(T.T.ci: 3, sh:645’de 4. Bölüm, Ehl-i Beyt’in menakıbı hakkındadır.)
200- ÂLEM v7_2 : Bütün cihan. Kâinat. *Dünya. *Her şey. *Cemaat.
*Halk. Cemiyet. *Dehr. *Hususi hal ve keyfiyet. *Bir güneş ile ona tâbi olan
ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği daire.
“Cenab-ı Hak’tan gayrı mahlukata “âlem” denmesi, mucidi olan Zat-ı
Ecelle ve A’lâ Hazretlerini bilmeğe delâlette vesile olduğuna mebnidir.” (Lü-
gat-ı Remzi’den) (Bak: Kâinat)
“Sani-i Hakim-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında
yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o
vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu
insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler
gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor” (L.281)
“İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi manevî
vücudlar da var. Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin
şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i
arzdan, tâ cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer seması vardır.” (S.569)
“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik,
âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında
müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilalsız, müsademesiz
küçük bir yerde içtima ederler.” (M.N.138)
sinde; daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i rububiyet ve bahr-i ubudi-
yetten tut, tâ dünya va âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet
bahirlerine, tâ şark ve garb, şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine, tâ bahr-i
Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan de-
nilen balık ondan çıkıyor-, tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kana-
lına, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve
müteferrik su denizleriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve
Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile onların ka-
rıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, mânâsındaki cüz’iyatları var. Bunlar
umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakiki ve mecazi mânâlarıdır.
İşte onun gibi, «w[¬W«7_«Q²7~ ¬± «‡ ¬yÅV¬7 f²W«E²7«~ dahi pek çok hakaikı cami’dir. Ehl-i
keşf ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler.
Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var; yıldızların bir
kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlemdir.
Hatta her bir insan dahi, küçük bir âlemdir. «w[¬W«7_«Q²7~ Ç «‡ tabiri ise, “Doğ-
rudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve
tedbir edilir” demektir.” (M.328)
ÂLEM-İ BERZAH 99
Melek-i sual ondan sordu: «tÇ"«‡ ²w«8 “Senin rabbin kimdir?” dediği za-
man o nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında
demiş: “ ²w«8 mübtedadır, «tÇ"«‡ onun haberidir.” Nahiv ilmince cevab vermiş,
kendini medresede zannetmiş.” (Ş.329)
ÂLEM-İ ERVAH 100
eşya ve zuhura gelen bütün ef’alin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir
tarzı veya âlem-i ruhaninin bir nev’i. (Lügat-ı Remzi’den)
Aynı kelime bazan rüya mânâsında da kullanılır. “Rüya misalin zılli, misal
ise, berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.”
(S.717)
“Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her
ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar.
Meselâ: Ayinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten
senin ruhun gibi latiftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar
vücudu kat’idir.(*) Acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzüh-
* Bence âlem-i misal’in vücudu meşhuddur. Âlem-i şehadet gibi tahakkuku bedihidir.
Hatta rüya-yı sâdıka ve keşf-i sâdık ve şeffaf şeylerdeki temessülat, bu âlemden o âleme
karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.
ÂLEM-İ MİSAL 101
gahıdır. Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir
insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki o vazifeyi görüyor. Ve
hakikatlıdır. Kuvve-i hafıza Lehv-i Mahfuzdan haber verdiği kuvve-i haya-
liye dahi âlem-i misalden haber verir.” (B.L.345)
207- “Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemik-
leri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cere-
yan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı
ayrı suları, arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâ-
let edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de: İnsanın ruhu, âlem-i ervahtan;
ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden ve
hakeza her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücudlarına
kat’i şehadet ederler.” (L.355)
208- “Âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâ-
disat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya ka-
dar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve faniyatın fani ve zail hallerini ve
vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve
Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski
hatıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf ma-
kinesi olarak bildim. Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misalin iki ciheti ve
iki küçücük nümunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hafıza ve
kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, bir büyük kütübhane kadar
hiç karıştırmıyarak kemâl-i intizamla içlerinde yazılması kat-i isbat eder ki, o
iki kuvvenin nümune-i ekber ve azamları olan âlem-i misal, hava ve su un-
surlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha
ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiç-
bir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid, hedefsiz esba-
bın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vecihle mümkün olmadığını Ha-
kîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile
kat’i bilindi. Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı.” (E.L.I.262) (Bak: Hafiziyyet)
209- Manevi müşahedatta, âlem-i maddî ile âlem-i misali iltibas etme-
meli:
“Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil”
denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliya-i
meşhure; küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı
Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar, gör-
dük diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu
ÂLEM-İ MİSAL 102
yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini ka-
bul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı
vaki ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?
Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve
şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i
şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları ol-
madığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği
gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir
edemezler. Onları tabir edecek, “Asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhak-
kikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları za-
man, Kitab ve Sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem
etmişler.
210- Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:
Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp
yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine
uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır.
Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çı-
kıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider,
bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner,
yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş!
Acib bir rüya gördüm.” O da der: “Allah hayr etsin, nedir?” Der ki: “Sütten
bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü ka-
palı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. bir meşelik gördüm ki, başları
hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir ha-
zine gördüm. Acaba tabiri nedir?”
Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi şu ağaç çanaktır. O köprü
de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu kü-
çük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı
getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları
buldular.
İşte yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş, fakat rüyada iken
ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından âlem-i maddî ile âlem-i ma-
nevîyi bibirinden farketmediğinden hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî
maddî bir deniz gördüm” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i
maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki dedi: “Gördüğün doğrudur, fa-
kat hakikî deniz değil, belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş,
ALEVÎ 103
kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza.” Demek oluyor ki: âlem-i maddî ile
âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hü-
kümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var, fakat dört duvarını
kapayacak dört büyük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı
bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: “Odamı geniş bir meydan ka-
dar görüyorum.” Doğru dersin. Eğer : “Odam bir meydan kadar geniştir”
diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştı-
rırsın.
211- İşte Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve
Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız Coğrafya nokta-i
nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ demişler: “Bir tabaka-i
Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir iki senede
devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve
âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği
hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çe-
kirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud
seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok
geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri
doğrudur, fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için iki âlemi
memzuc görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit,
mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-ı hakikat te-
lakki ediliyor. Nasıl küçük bir ayinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin
vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik me-
safesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i manevîye yerle-
şir.
Hatime: Şu meseleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı
bilgaybdan çok aşağıdır. Yani yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i
velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikî-
nin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i
imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın
ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnet’tir. Ve mehenkleri, Kitab
ve Sünnet’in desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i
hadsiyeleridir.” (M.81) (Âlem-i cismanîden başka âlemler, bak: 3336, 3337.p.lar)
sinde Peygamber’e siper olmuş, Veda Haccında onun yanında hazır bulun-
muştur.
Hz. Ali Hz. Osman’ın şehadetinden sonra halife olmuş, hükümet mer-
kezini Medine’den Kûfe’ye nakletmişti. Bundan maksadı, İslâm arasında bir
birlik sağlamaktı. Bütün İslâm âlemi Hz. Ali’nin etrafında toplanmış ve yal-
nız Şam valisi Hz. Muaviye birlikten ayrı kalmıştı.
Hz. Ali’nin fıkıh ve ictihaddaki olgunluğunu zamanın en büyük
müctehidleri takdir etmişlerdir. Başkalarının çözemediği fıkıh meselelerini
sühuletle halletmesini bilirdi. Çünkü o, zamanının en büyük kadısı idi.
Hazret-i Ömer de “En büyük kadımız Ali’dir” demekle onu takdir et-
mişti. Hz. Faruk, halifeliği devrinde yapacağı işlerde daima onunla istişare
eder ve “Ali olmasa, Ömer helâk olurdu” derdi. Kudüs’e gittiği zaman Hz.
Ali’yi Medine’de vekil bırakmıştı.
Hz. Ali hicretin kırkıncı senesinde ramazan-ı şerifin 20’nci cuma günü
Kûfe mescidinde sabah namazında Haricilerden Mülcem oğlu Abdurrahman
tarafından şehid edilmişti.
Techiz ve tekfini, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda
olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e gömülmüştür. Halen
türbesi bir ziyaretgâhdır.” (Riyazüssalihîn Hadislerinin Ravileri Olan Ashab-ı
Kiram’ın ve Hadis İmamlarının Hal Tercemeleri, Diyanet İ.B. Yayınları, sh:
62)
Tarih ve Coğrafya Lûgatı olan “Kamus-ül A’lâm”, Hz. Ali’nin (R.A.)
şehid edildiği camiin kapısı önünde ve bir rivayette de Kasr-ı İmaret’te def-
nedildiğini kaydeder.
214- “...Resul-i Ekrem Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’ye Medine’de
kalmasını ve bu seferin uzaklığı sebebiyle aile içinde bulunmasını emretmişti.
Hz. Ali’ye cihaddan kalmak giran gelmesi üzerine Resul-i Ekrem: “Senin
bana bağlılığın, Harun’un Musa’ya bağlılığı gibidir.” demişti. Nasılki Musa
Peygamber Tur’a çıkarken kardeşi Harun’a: “Kavmim Benî İsrail’e halefim
ol, onları gör, gözet” demişti. Bu da hayatta halef olmaktı.” (S.B.M. ci:9,
sh:416)
Mezkûr rivayetle alâkalı diğer bir rivayet de aynı eserin 8. cildinde 1158
numaralı hadisin son cümlesidir ki; Hz. Ali’ye hitaben: “Sen bana bağlısın,
ben de sana muttasılım” mealindedir.
ALİYY-ÜL MURTAZA (R.A.) 106
Bir rivayette de: “Ali’den başka feta, Zülfikar’dan başka kılınç yok.” tak-
diriyle, Ali (R.A.) ve Zülfikar’ın müstesna üstünlükleri bildirilir. (K.H. 3069.
hadis)
215- “Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönder-
miştir. Hz. Ali: “Ya Resulallah! Benim kaza işlerine vukufum yoktur” demiş,
bir def’a da: “Ya Resulallah! Beni Yemen’e kadı nasbediyorsun, halbuki orada
benden yaşlı zatlar var, ben onların arasında nasıl hükmedebilirim” demek
istemiştir. Resul-i Ekrem de: “Bana yakın gel” diye emretmiş, mübarek elle-
rini Hazret-i Ali’nin göğsüne temas ettirerek: y«A²V«5 ¬f²;~«— y«9_«K¬7 ²a¬±A«$ ÅvZÅV7«~
“İlahî! Lisanını tesbit et. Kalbini de hidayete mazhar buyur” diye dua bu-
yurmuştur. Hazret-i Ali demiştir ki “Âlemi yaradana yemin ederim ki, ben
bundan sonra verdiğim hükümlerin hiçbirinde bir şek ve tereddüde düşme-
dim.” Yine İmam-ı Ali Hazretleri demiştir ki: Resul-i Ekrem Sallallahu
Aleyhi Vesellem bana: “Ya Ali! huzuruna iki hasım gelip oturduğu za-
man birincisinin sözünü dinlediğin gibi diğerinin sözlerini de dinle-
medikçe aralarında hükmetme. Böyle yaparsan nasıl hükmedileceği
sana tebeyyün eder.” diye buyurdu. Artık bundan sonra bana hiçbir hü-
kümde işkal vaki olmadı.” (H.İ. ci:1, sh:360)
216- Hazret-i Ali’ye (R.A.) muhabbetin ifrat ve tefriti hakkında Resul-i
Ekrem (A.S.M.) “nakl-i sahih-i kat’i ile İmam-ı Ali’ye demiş:
Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi ifrat-ı
muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya Nasrani muhabbetinden
hadd-i meşrudan tecavüz ile haşa -ibnullah- dediler. Yahudi, adavetinden te-
cavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kı-
sım, hadd-i meşru’dan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete gidecektir.
}Å[¬N¬4~Åh7~ vZ«7 Ä_«T< °i²A«9 ²vZ«7 (15) demiş. Bir kısmı senin adavetinden çok ileri
Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında
muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman orta-
sında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor.
Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı
a’zamı, İmam-ı Ali’nin (R.A.) hârika kemâlatına ve kerametlerine ve verase-
tine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine
darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler.” (E.L.I.211) (T.T.ci:3, sh: 613’de Hz.
Ali’nin (R.A.) menakıbı hakkında hadisler bölümü vardır.)
ALKOL ÄYT7³~ : (Bak: Hamr)
219- ALLAH yÁV7~ : İnsanın, dünyanın, kâinatın, görülen veya görülme-
yen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yok-
tur; çünkü yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiçbir şey yok-
ken o yine vardı.
Bütün varlıklar sonradan yaratıldığından, yani ezelî olmadığından ve hiç-
bir sebeb yokken mutlak hiçlikten de varlık olamayacağı bedihi olduğundan,
Allah’ın ezeliyet ve vacibiyetini kabul etmek zaruridir. Allah’ın ezeliyetini ak-
lına sığıştıramayan, muhal ve imkânsız olan maddenin ezeliyetini veya mut-
lak hiçlikten varlık doğacağını aklına nasıl sığıştırabilir? Evet, ilk icad itiba-
riyle bu üç yoldan başka imkân yoktur. (Bak: Ezeliyet)
Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve
hepimizi her an bilir ve görür.
Allah’ın sıfatları sonsuzdur, derken aklî bir zarureti belirtmiş olmaktayız.
Sonlu olan insan aklı sonsuzluğu bizzarure kabul eder, fakat idrak ve ihata
edemez. Zira sonlu olanın sonsuzu idrak ve ihata edemiyeceği de zaruriyat-ı
akliyedendir. Aklın bu ihata acziyeti âlem-i şehadette, meselâ zamanın ve
mekânın sonsuzluğu, matematik sonsuzluklar gibi meselelerde bile ortada
iken; Vacib-ül Vücud’un ezelîlik ve ebediliği, sıfatlarının nihayetsizliği gibi
âlem-i vücubla alâkalığı sonsuzluk mes’elelerinde de elbette olacaktır. Aklın
bu idrak ve ihata acziyeti ve iktidarsızlığını kabul etmekle birlikte, sıfât-ı
İlahiyenin sonsuzluğunu kabul etmek de zaruriyat-ı akliyedendir. Zira bir sı-
fat-ı İlahiye hakkında aklın düşünebildiği en son mertebede durup işte bu
son diyerek bir tahdid koymayı yine aynı akıl ve mantık kabul etmez ve razı
olmaz. Daha ötesini ve ötenin de ötesini kabul ederek muayyeniyeti ve sı-
ALLAH 109
nırlamayı reddeder. Demek ki, akl-ı beşer sonsuzluğu idrak ve ihata edemez
ise de, varlığını bizzarure kabule mecbur olur. Bir şeyi idrak ve ihata etmek
başkadır, varlığını kabul etmek başkadır.
Bir atıf notu:
- Azamet-i İlahiye cihetinde şeytanın bir desisesi, bak: 1636.p.
220- Allah’a Tanrı demek yanlıştır. Allah isminin mânâsını ifade eden
başka bir kelime, hiçbir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki
Türklerin Şamanizm denilen batıl dinlerinde Gök İlahı mânâsına gelen
(Tengri) sözünün bugünkü dilde aldığı şekildir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden kısmen aldığımız Allah lafzı hakkın-
daki izahat şöyledir:
“ yÁV7«~ Ma’bud-i Hakk’ın ism-i hassıdır. Daha doğrusu ism-i zattır ve ism-i
alemdir... Allah ism-i zatını, ism-i has olarak bir mefhum ile mülahaza ede-
bilmek için, selbî, sübutî bütün sıfat-ı zatiye ve fiiliyesini tasavvur etmek ve
sonra onu icmal eylemek lâzım gelir. Binaenaleyh bu da şu suretle ifade
edilmiştir: “O zat-ı vacib-ül vücud ki bütün sıfat-ı kemâliyeyi müstecmi” Sa-
dece “Zat-ı vacib-ül vücud” demek de kâfidir. Çünkü bütün sıfat-ı
kemâliyeyi cami’ olmak, vacib-ül vücudun bir tefsiri, bir sıfat-ı kâşifesidir...
Bunun bir telhisi de “bihakkın ma’bud = İlah-ı hak” mefhumudur.
Arapçada bu mefhum, İlah-ı ma’lum demek olan “El’ilah” ism-i hassıyla
hülasa edilmiştir. “Hâlik-ı âlem” veya “Hâlik-ı küll” mefhumuyla da iktifa
olunabilir. Bunları Allah Teala’nın bir tarif-i ismî veya lafzîsi olarak ahzede-
biliriz. Biz herhalde şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” ism-i celalinden duy-
duğumuz mânâ-yı vahid, bu mefhumların hepsinden daha vazıh ve daha
ekmeldir... “Allah” ism-i celali ile yine Allah’dan maada hiç bir ma’bud
yadolunmamıştır... Meselâ: Tanrı, Huda isimleri “Allah” gibi ism-i has değil-
dir. İlah, Rab, Ma’bud gibi ism-i âmmdır. Huda, Rab demek olmayıp da
“huday” muhaffefi ve vacib-ül vücud demek olsa yine ism-i has değildir.
Arapçada “ilah”ın cem’inde “âlihe”, “rab’ın cem’inde “erbab” denildiği gibi,
Farisî’de “Huda”nın ceminde “hudayan” ve lisanımızda “tanrılar, ma’budlar,
ilahlar, rablar” denilir. Çünkü bunlar haklıya haksıza ıtlak edilmiştir. Halbuki
“Allahlar” denilmemiştir. ve denmez... Batıl ma’budlara dahi “tanrı” ism-i
cinsi verilir. Müşrikler bir çok tanrılara taparlardı, denilir. Demek ki “Tanrı”
ism-i cinsi, “Allah” ism-i hassının müradifi değildir, eamdır. Binaenaleyh
ALLAH 110
“Allah” ismi “Tanrı” adıyla terceme olunmaz.. yÁV7«~ Å ¬~ «y«7¬~ « diyen “Allah’dan
başka tanrı yoktur” diyor ve asla şaibe-i tenakuz olmayan açık bir tevhid
söylüyor...
221- Müfessirîn yÁV7«~ ism-i hassının tarih-i lisan nokta-i nazarından tetki-
kine çalışmışlar ve tarih-i edyan meraklıları da bununla uğraşmışlardır.
Bunda başlıca matlub şunlardır: Bu kelime esasen Arabî mi, değil mi? Men-
kul mu, mürtecel mi, müştak mı, gayr-ı müştak mı? Tarihi nedir? Bunlara kı-
saca işaret edelim:
...Evvela Asr-ı Risalet-i Muhammedî’de bütün Arabların bu ism-i hassı
tanıdığı malûmdur ve Kur’an-ı Azimüşşan da bize bunu anlatıyor:
(31:25, 39:38) «yÁV7~ Åw7YT«[«7 «Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~ «s«V«' ²w«8 ²vZ«B²V\« «, ²w\¬ «7«—
Binaenaleyh şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu isim, lisan-ı Arabın
tam bir malı olduğu şüphesizdir. Sonra bunun Hazret-i İsmail zamanından
beri cari olduğu da malumdur. Bu itibar ile de Arabiyeti şüphesizdir. Halbuki
Kur’anda bu ism-i celalin daha evvel mevcudiyeti de anlaşılıyor. Binaenaleyh
Hz. İbrahim’den itibaren İbrani ve Süryani gibi diğer bir lisandan intikali
cay-ı mülahaza oluyor ve burada intikale zâhib olanlar görülüyor. Fakat Âd
ve Semud kıssalarında ve daha mukaddem olan Enbiya-yı Kiram lisanlarında
da yalnız mânâsının değil, bizzat bu ism-i hassın dahi deveranını anlıyoruz
ve İbranî veya Süryanînin Arabçaya alelıthak takaddümünü de bilmiyoruz.
“Allah”, “el” ile “lah”dan bitterkib me’huz olsaydı, hemzesinin nidada
isbatına lisan müsaade edemezdi. Bunun içindir ki bir hayli ülema-i lisan, ez-
cümle Kûfiyyun bunun “lah”dan değil “ilah” ism-i cinsinin müradifi olan
“El’ilah”dan menkul olduğuna kail olmuşlardır...
222- Müfessir-i nahvî Ebu Hayyan-ı Endülüsî diyor ki: Ekseriyet indinde
yÁV7«~ ism-i şerifi mürteceldir ve gayr-ı müştaktır. Yani ilk vaz’ ile Ma’bud-i
Hakk’a ism-i alemdir. İmam Fahrüddin-i Razi dahi “Bizim muhtarımız şu-
dur ki; bu lafza-i celal, Allah Teala’nın ism-i alemidir ve aslen müştak değil-
dir. İmam Halil ve Sibeveyh, ekseri usuliyyun ve fukaha hep buna kail ol-
muşlardır” diyor. Filvaki nidada hemzenin isbatı ve “yâ” ile bila-faslın içti-
maı, asliyetine delildir. Binaenaleyh “el” harf-i tarif değildir.
ALLAH 111
Hasılı, yÁV7«~ ismi gayr-ı müştak ve gayr-ı menkul olup bil’irtical vaz-ı ev-
velde bir ism-i alemdir. Ve Zatullah bütün esma ve sıfata mukaddem olduğu
¬v[¬&Åh7«~ de, fiilî olan sıfat-ı gayriyeye imadır. w«W²&Åh7«~ dahi, ne ayn ne gayr
olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira Rahman, Rezzak mânâsınadır. Rızk, be-
kaya sebebdir. Beka, tekerrürü vücuddan ibarettir. Vücud ise; birincisi mü-
meyyize, ikincisi muhassısa, ücüncüsü müreccihe olmak üzere “İlim, İrade,
Kudret” sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu
için, “Basar, Sem’, Kelâm” sıfatlarını iktiza eder ki; merzuk istediği zaman,
ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde
o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz birinci sıfatı olan hayatı istilzam
ederler.” (İ.İ.15)
“Cenab-ı Hakk’ın zatî isimleri olduğu gibi, fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî
isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.”
(İ.İ.15) (Allah lafzı ism-i câmidir, bak: 456.p.)
ALLAH 112
¯‡YO4 ²w¬8 >«h«# ²u«; sırrına mazhar olan şu âsar-ı meşhude-i âlem, şu mev-
cudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-
iktidarın kemâl-i ef’aline delâlet eder. O kemâl-i ef’al ise, bilbedahe o Fail-i
Zülcelal’in kemâl-i esmasına delâlet eder. O kemâl ise, bizzarure o esmanın
müsemma-i zülcemalinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i
sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemâl-i şuununa delâlet ve şehadet
eder. O kemâl-i şuun ise, bihakkalyakîn o zişuunun kemâl-i zatına öyle de-
lâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün enva-ı kemâlat, onun kemâline
nisbeten sönük bir zıll-i zaif suretinde bir Zat-ı Zülkemal’in âyât-ı kemâli ve
rumuz-u celali ve işarat-ı cemâli olduğunu gösterir.” (S.306)
Bir atıf notu:
-Müessirin meziyet ve kemâlâtı, fiilî tezahürlerinden anlaşılır, bak: 1634.p.
225- Hem “Bilmüşahede gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve
muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve
tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplıyan faaliyet-i müstevliye hakikatı gö-
rünmesi ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü
ALLAH 113
226- İşte faaliyet hakikatı içinde tezahür eden Rububiyet hakikatı; ilim ve
hikmetle halk ve icad ve sun’ ve ibda’, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve
tedbir ve tedvir, kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat
ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuunatıyla ve tasarrufatıyla
kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü Rububiyet hakikatı içinde beda-
hetle hissedilen ve bulunan Uluhiyetin tebarüz hakikatı dahi; Esma-i
Hüsnanın rahimane ve kerimane cilveleriyle ve “Yedi Sıfat-ı Sübutiye” olan
Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelam sıfatlarının celalli ve ce-
mâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir. (*)
Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zat-ı Akdes’i tanıttırır,
öyle de; kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı
eserleriyle o Zat-ı Akdes’i bildirir ve kâinatı baştan başa bir Fürkan-ı Cis-
manî mahiyetinde gösterip, bir Kadir-i Zülcelal’i tavsif ve tarif eder. Ve ilim
sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilim
ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlukat adedince, mev-
sufları olan birtek Zat-ı Akdes’i bildirir. Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren
bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mi-
zanlı ve zinetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı
hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi;
hayat dahi, bütün o delilleriyle, ayineleri olan bütün zihayatları şahid göstere-
rek Zat-ı Hayy-ı Kayyum’u bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve
ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve
hadsiz ayinelerden terekküb eden bir ayine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kı-
yasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi; herbiri bi-
rer kâinat kadar Zat-ı Akdes’i bildirir, tanıttırır.
Hem o sıfatlar, Zat-ı Zülcelal’in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın
vücuduna ve tahakkukuna ve o Zatın hayatdar ve diri olduğuna dahi beda-
hetle delâlet ederler. Çünki: Bilmek hayatın alâmeti, işitmek dirilik emaresi,
görmek dirilere mahsus, irade hayat ile olabilir, ihtiyarî iktidar zihayatlarda
bulunur, tekellüm ise bilen dirilerin işidir.
İşte, bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar de-
lilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır
ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i azamın masdarı ve medarı ol-
muştur.” (Ş.144-147)
* Sıfat-ı sübutiye, Matüridî Mezhebince (tekvin) sıfatıyla sekiz, Eş’arîce mezkûr olduğu
üzere yedidir. (Hazırlayanlar)
ALLAH 115
kikate “Allah’a misil yapmayın” mânâsına olan ~®…~«f²9«~ ¬yVÅ ¬7 ~YV«Q²D«# «Ÿ«4 (2:22)
âyetiyle işaret etmiştir.” (İ.İ.91)
229- Hem “bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizatihi kaim-
dir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücudda
kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i Kayyumiyet
kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zat-ı Zülcelal’in Kayyumiyetiyle beraber
Kur’an-ı Azimüşşan’da ferman ettiği gibi (42:11) °š²|-« ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 dür. Yani
ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur,
şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i
Rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemâl-i intizam ile
tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve
şebih olmaz, muhaldir. Evet bir Zat ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar
kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve
hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir
ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun
hadsiz hâcatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat
ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden
hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir
mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey Ondan nihayet derecede
uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı
Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri,
zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde
şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir.” (L.341)
“En ziyade cay-ı dikkat ve cay-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli
mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden
tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan
münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mu-
kaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zat-ı Vacib-ül Vücud’un en has
hassası ve lâzım-ı zatîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaif merte-
ALLAH 117
Yoksa “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim
etmek ve onlara isnad etmek, hatta hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci
tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli
emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini
bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki
Küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir de-
rece teselliye almak için o sözleri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulu-
nan Halik-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği
için susar, lâkayd kalır. Fakat O’na iman etmek: Kur’an-ı Azimüşşan’ın ders
verdiği gibi, O Hâlik’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine isti-
naden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve gü-
nah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir.
Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o
imandan hissesi olmadığına delildir.” (E.L.I.203)
232- Tabiatçılığın reddi ve Allah’a imanın delillerinden örnekler:
Önceki parağraflarda görülen örnekler gibi Allah’ın varlığını, birliğini ve
sıfatlarını aklen, mantıken ve ilmen isbat ile iman-ı billah hakikatının bedahet
derecesinde olduğunu gösteren ve kâinat hakikatları müvacehesinde şirkin
butlanını isbat eden deliller pek çoktur. Risale-i Nur Külliyatında bu mev-
zuda kâfi izahat vardır. Son derece mantıkî, ilmî ve mukni olan bu deliller-
den birkaç örneği burada makam münasebetiyle zikredilecektir.
233- Birinci Örnek: Bir mukaddeme ile dokuz bürhan üzerine tertiblen-
miş olan “Tabiat Risalesi” namındaki eserden alınan bu örnek, yalnız
“Mukaddeme” ile “Birinci Bürhan”dan ibarettir. Şöyle ki:
rına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan, hangi tohum gelse o zerrede,
yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine
mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilatına lâzım bütün cihazatı
bulunduğundan; o zerrede o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta;
eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler envaı adedince muntazam manevî
makine ve fabrikaları bulunması veyahut mucizekâr, herşeyi hiçten icad eder
ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzım-
dır veyahut bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl
ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.” (S.549)
236- Üçüncü Örnek: “Şualar” eserinden seçilen bu örnek, eşyanın icadı
hususunda şirk ve vahdet yollarını mukayese eder. Şöyle ki:
“Eşyanın icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve
mevcudattan toplanır. Eğer birtek zata verilse, o vakit her halde o zatın
herşeye muhit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu su-
rette onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u ha-
ricî vermek ve zâhir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya
göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici
bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki su-
reti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Saniin
ilminde planları ve proğramları ve manevî mikdarları bulunan eşyayı, “Emr-i
Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır. Eğer inşa ve
terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve et-
raftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasılki bir taburun istirahat için her ta-
rafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam
bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda,
bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde ol-
duğu gibi...
Aynen öyle de: Sultan-ı Kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, Onun ka-
derî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettik-
leri sair mevcudat dahi, o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi
teshilatçı olarak o zerreler sevkolunup gelirler. Bir zihayatın vücudunu teşkil
etmek için ilmî, kaderî birer manevî kalıp hükmünde bir mikdar-ı muayyen
içine girerler, dururlar. Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi
şeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i aklın ittifakıyla; hiçbir sebeb hiçbir
cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilme,
müstevli bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir
adem olmaz belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle
ALLAH 122
menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inşa ve
terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini cismini zemininin yüzünden
toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkilatla o mahsus zer-
reler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan munta-
zam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevi ve ilmî kalıpları bulunmadı-
ğından- maddî ve tabii bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır; tâ ki
o gelen zerreler, o cism-i zihayatı teşkil etsinler.
İşte bütün eşya birtek zata verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir
kolaylık ve müteaddid esbaba verilmesi, imtina’ ve muhal derecesinde
müşkilatlar bulunduğu gibi.. herşey Zat-ı Vahid-i Ehad’e verilse, nihayet de-
recede ucuzluk içinde gayet derecede kıymetdar ve fevkalâde san’atlı ve çok
manidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddid esbaba ve tabi-
ata havale edilse; nihayet derecede pahalılık içinde, gayet derecede ehemmi-
yetsiz, sanatsız, mânâsız, kuvvetsiz olur. Çünki nasıl bir adam, askerlik hay-
siyetiyle bir kumandan-ı azama intisab ve istinad ettiğinden, hem bir ordu
onun arkasında -lüzum olursa- tahşid edilebilir bir kuvve-i manevîyeyi, hem
o kumandanın ve ordunun kuvveti, onun ihtiyat kuvveti olmasıyla, kuvvet-i
şahsiyesinden binler defa ziyade maddî bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuv-
vetinin menabiini ve cephanesini ordu taşıdığı için kendisi taşımağa mecbur
olmadığından fevkalâde işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından, o tek
nefer, düşman bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir.
Ve eseri, hârika ve kıymetdar olur. Eğer askerliği terkedip, kendi kendine
kalsa, o hârika kuvve-i manevîyeyi ve o fevkalâde kudreti ve o mucizekâr ik-
tidarı birden kaybederek, adi bir başı bozuk gibi kuvvet-i şahsiyesine göre
cüz’i, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir ve eseri de o nisbette küçülür.
237- Aynen öyle de: Tevhid yolunda herşey Kadir-i Zülcelal’e intisab ve
istinad ettiğinden, bir karınca bir Fir’avunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mik-
rop bir cebbarı mağlub ettikleri gibi.. tırnak gibi bir çekirdek, dağ gibi bir
ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlat ve cihazatının menşei ve mah-
zeni bir tezgah olmakla beraber, her bir zerre dahi, yüzbin san’atlarda ve
tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak
olan hadsiz vazifeleri, o intisab ve istinad ile görebilir. Ve o küçücük me-
murların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel
ve san’atlı ve kıymetdar olur. Çünki o eserleri yapan zat, Kadir-i Zülcelal’dir.
Onların ellerine vermiş, onları perde yapmış. Eğer şirk yolunda esbaba ha-
vale edilse; karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz ve zerrenin sanatı
zerre kadar kıymeti kalmaz ve herşey manen sukut ettiği gibi maddeten dahi
o derece sukut edecekti ki, koca dünyayı beş para ile kimse almazdı.
ALLAH 123
“(39:62) °u[¬6—« ¯š²|-« ¬±u6 |«V«2 «Y;—« ¯š²z-« ¬±u6 s¬7_«' yÁV7«~ Kâinatta “esbab ve
müsebbebat” görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki: En âlâ bir sebeb,
en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir, müseb-
bebleri yapan başkadır. Meselâ: Hadsiz masnuattan yalnız cüz’i bir misal ola-
rak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i
hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir cami’ kitap, belki kütübhane hük-
mündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor.
Acaba şu mucize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir? Telafif-i dimağiyye
mi? Basit şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgarları mı? Halbuki o
mucize-i san’at, öyle bir zatın sanatı olabilir ki; beşerin Haşirde neşredilecek
büyük defter-i a’malinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği
her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip yazıp aklı-
nın eline verecek bir Sani-i Hakim’in san’atı olabilir. İşte beşerin kuvve-i ha-
fızasına misal olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et ve
bu cami’ küçücük mucizelere de sair müsebbebatı da kıyas et. Çünki hangi
müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san’at var ki, değil onun
adi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler.
Meselâ: Büyük bir sebeb zannedilen Güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek
ona denilse: “Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?” Elbette diyecek ki:
“Halikımın ihsanı ile dükkanımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin
vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkanımda
bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir.”
Hem nasıl ki müsebbebdeki hârika sanat ve tezyinat, esbabı azledip
müsebbib-ül esbab olan Vacib-ül Vücud’a işaret ederek yÇV6 h²8« ²~ p«%²h< ¬y²[«7¬~—«
(11:123) sırrınca Ona teslim-i umur eder. Öyle de: Müsebbebata takılan ne-
ALLAH 124
ticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arasında bir Rabb-i Ke-
rim’in, bir Hakim-i Rahim’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab,
elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz: Vücuda gelen her
mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip
ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim, o şeyleri yapıp
gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor.
Yağmuru zahiren intac eden esbab, hayvanatı düşünüp onlara acıyıp mer-
hamet etmekten ne kadar uzak olduğu malumdur. Demek hayvanatı
halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlik-ı Rahim’in hikmetiyle imdada
gönderiliyor. Hatta yağmura “rahmet” deniliyor. Çünki çok âsar-ı rahmet ve
faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş,
takattur etmiş; katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm
eden bütün zinetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedahe
perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve
sevdirmek ve bildirmek istiyen bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve
vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfi-
yetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat’iyyen delâlet eder. Sevdirmek
ve tanıttırmak sıfatları ise bilbedahe Vedud, Maruf bir Sani-i Kadir’in vücub-
u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
239- Elhasıl: Sebeb, gayet adi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise,
gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin ga-
yesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakîm’in
eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve meharetler, kendi
kudretini zişuurlara bildirmek istiyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir
Sani-i Hakîm’e işaret eder.” (S.679-681)
“...Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve masla-
hatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve
ihtiyar ile yapılır.. elbette ve her halde, bu hikmetperverane intizam ve bu
gözümüz önündeki maslahatkârane çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlukat,
bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki; bu mevcudatın Hâlikı ve
Müdebbiri birdir, Faildir, Muhtardır. Her şey Onun kudretiyle vücuda gelir,
Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i
muntazama giyer.” (Ş.163)
âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet başta inek ve deve ve keçi ve koyun
olarak, süt fabrikaları olan vâlidelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bu-
laştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak halis,
temiz, safi, mugaddi, hoş, beyaz bir sütü koymak; ve yavrularına karşı o süt-
ten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârane bir şefkati kalblerine
bırakmak; elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir
ihtiyar ve dikkat ister ki: Fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör
kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte böyle gayet mucizeli ve hikmetli
bu sanat-ı Rabbaniyenin ve bu fiil-i İlahînin, umum ruy-i zeminde,
yüzbinlerle nevilerin, hadsiz vâlidelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı
anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkat ile tecellisi ve tasarrufu ve yap-
ması ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.” (Ş.156) (Bak: 3712.p.)
İşte böyle hadsiz delail-i akliye ve nakliye ile müberhen olan iman-ı
billaha dair gösterilen mezkûr delâil, ancak denizden bir katre mesabesinde-
dir. Çünkü erbab-ı basiret için bütün âlem delail-i Vahdaniyetle doludur.
Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır.
Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki
vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle
zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer
günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle,
takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehem-
miyetli a’mal-i sâlihadır.” (K.L.148)
“Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Di-
nin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlan-
masıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız
iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sir-
kat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük gü-
nahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükû-
metin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede,
belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki,
serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i
sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî
yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına ge-
tirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.” (Ş.285)
242- A’mal-i saliha hakkında rivayetler de vardır. Ezcümle; Elmalılı
Tefsirinde nakledilen hadislerin bir kısmının mealleri şöyledir: “Öğrenmek
istediğinizi öğrenin fakat bildiğinizle amel etmedikçe ilmin size hiç menfaatı
olmaz.” “İlimden istediğinizi öğrenin fakat amel etmedikçe ilim toplamakla
me’cur olmazsınız vallahi.” (E.T.4793) (Mücerred Kur’an okuyup onunla amel et-
meyen Cennet’te yükselemez, bak: 327.p.)
“İlim amelden hayırlıdır, dinin kıvamı ise vera’ ve takvadır. Ve âlim, az
da olsa ilmiyle amel edendir.”
“Size tam fakihi haber vereyim mi? Allah’ın rahmetinden nâsın ümidini
kesmeyen ve Allah’ın revhinden onları ye’se düşürmeyen ve Allah’ın
mekrinden onları emin kılmayan ve masivaya rağbet için Kur’anı bırakmayan
kimsedir. Haberiniz olsun ki, ne tefakkuh olmayan bir ibadette, ne de
tedebbür bulunmayan bir ilimde hayır yoktur.” (E.T.4796)
İ.M. 65. hadisinde iman, marifet-i kalb ve lisanen izhar ve azalar ile amel
diye tarif edilir. (İlmin rüchaniyeti, bak: 1568, 1570, 1571, 1574, 1577, 1580,
1595.p.sonu)
AMEL DEFTERİ 129
247- Esasen daha önceleri, yani Türkiye için bir anarşizm tehlikesinden
bahsedilmediği son Osmanlı devresinde bile aynı endişe sahibi olup çareler
düşünen Bediüzzaman 1909’da irad ettiği bir nutkunda, samimi Müslüman-
ları tavsif ederken: “Evamir-i Şer’iyye ile mukayyeddirler. Bazı cemiyet-
lerin efradı gibi fevzavî ve anarşistliğe ve hodserane muamelata ve
tahakkümata temayül edemezler.” (A.B.386) ifadesiyle anarşizme kapı
açan dahildeki ölçüsüz, nizamsız mücadeleleri, hak ve kanun hâkimiyetini
za’fa uğratan hareketleri takbih eder.
Yine aynı devre içinde ve 1909 Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesindeki
müdafaasında: “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş
olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.” der. (İ.M.Ş.41)
Hem yine aynı mevzuda Demokrat Parti iktidarı devresinde iktidar ve
muhalefet partisi boğuşmalarının zararlarını beyan eden bir mektubunda:
“İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan: (18) ²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ f¬±[«, yani memu-
riyet, emirlik ise, reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürri-
yet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet ka-
nunda olmazsa şahsa geçer, istibdad mutlak keyfî olur.” (E.L.II.163) şeklin-
deki ifadeleriyle, bir cihette anarşizmin gelişmesine zemin hazırlayan içtimaî
ve siyasî boğuşmaların terk edilmesiyle, hakiki adalet ve kanun hâkimiyetine
dayanmayı tavsiye ediyor.
248- Eserlerinin muhtelif kısımlarında anarşizmin sebebleri, mahiyeti ve
çareleri üzerinde duran Bediüzzaman, İslâmiyeti terkeden bir müslümanın
anarşistliğe düşeceğini şöyle beyan eder:
“Bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Ya-
hudi, hususan bolşevik gibi olmak... Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa
Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhis-
selâm’ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalatü
Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez,
anarşist olur; ruhunda kemâlata medar hiçbir halet kalmaz. Vicdani tefessüh
eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.” (E.L.II.244)
“Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve
bozgunculuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşi-
dir. Çünki anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet
lerde (19) ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 denilmiş. Bunun
hikmeti ve tevili nedir?
Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa
Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi
bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de: Büyük Deccal, şeytanın iğvası
ve hükmüyle, şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı
içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve “Ye’cüc ve
Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan “Süfyan” dahi; şeriat-ı
Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desi-
seleriyle kaldırmağa çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtala-
rını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet
ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında
birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve aynı istibdat bir hürriyet ver-
mek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar, gayet şid-
detli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” (Ş.593)
İki atıf notu:
-Şeriat-ı İseviyede şarabın mübahiyeti, bak: 2360.p. sonu
-Süfyan, büyük Deccal’dan daha şerlidir, bak: 4073.p. haşiyesi.
250- Evet “hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve
merhamet gayet sarsılmış... Sedd-i Zükarneyn’in tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüc-
lerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i
Kur’anînin tezelzülüyle, Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müdhiş olarak ahlâkta
ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada
başlıyor.” (K.L.149)
Ye’cüc ve Me’cücü bildiren Kur’an (18:99) âyeti, âhirzamandaki büyük
anarşinin dehşetine işaret eder.
19 S.B.M. ci:4 hadis:677, ci:2 hadis:460 ve Müslim Kitab-ül İman bab:75 ve İ.M. ha-
dis:909 (Bak: dipnot 98)
ANARŞİZM 133
milletine bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak al-
tındaki anaşiliğe mağlub olup, Âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu
Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ej-
derhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuv-
vetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mut-
lakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli
bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mez-
colmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu mil-
let dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden
evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı
Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yap-
makla o cereyanı durdurur inşâallah.” (E.L.I.218)
252- “Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda
anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir:
Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp
itaat etmektir.” (Ş.349)
“Din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i
mutlakadan başka çare olamaz. Çünki nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar
hakiki Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur.
Öyle de bir Müslüman, bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı
mutlaktan başka idare edilmez.” (Ş.516)
Yukarıda verilen izahlardan da anlaşıldığı gibi, İslâm memleketlerinde
anarşistlik, dini terketmekten doğmaktadır. Dini terketmek meylinin en bü-
yük sebebi ise; sefih, nefisperest ve zevke düşkün medeniyetin tesiri altında
bozulan gençliğin bütün arzularında tam serbest kalmasını istemesindendir
ki, buna hürriyet-i hayvanî denir. (Bak: Heva) Böylece sefih medeniyet,
irtidada ve anarşizme kapı açmaktadır. Dinimiz, böylesine dini terk edene
mürted der. (Bak: Mürted)
257- A’RAF ¿~h2~ : (arf. c.) “Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki,
bu münasebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir. A’raf, meşhur
bir kavle göre, Cennet ile Cehennem arasındaki hicabın, surun yüksek tepe-
leri demek olur. İbni Abbas’tan sıratın şerefeleri diye bir kavil de mervidir.
Fakat Hasan-ı Basri Hazretleri demiştir ki: A’raf ma’rifettendir. Ve mânâ
“Ehl-i Cennet ile ehl-i Nar’ı simalarından tanımak üzere bir takım rical var-
dır.” demektir. Kendisine bu rical “hasenat ve seyyiatları müsavi olan kim-
selerdir” denildikte dizine vurmuş ve bunlar, demiş, Allah Teala’nın ehl-i
Cennet ile ehl-i Nar’ı tanımak ve birbirinden temyiz etmek üzere tayin bu-
yurduğu bir kavimdir. Vallahi bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir.”
Hasılı A’raf üzerindeki ricalin tefsirinde başlıca iki kavil vardır: Birincisi:
Ebu Huzeyfe ve saireden mervi olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve
mizanda hasenat ve seyyiatları müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidîndir ki
Cennet ile Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teala, hakla-
rında bir hüküm verir. İkincisi: Bunlar Enbiya, şüheda, ahyar, ülema veya ri-
cal suretinde görünür. Melaike gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.”
(E.T.2166)
Yukarıdaki izaha ve Kur’anın (7:46 ilâ 49) âyetlerinin siyakına tevfikan ve
hikmet nokta-i nazarıyla, A’raf tabirinden şöyle bir mânâ anlaşılıyor:
Dünyada dinî hareketlerin önderlerine ve mücahid-i ekber olan zatlara
ittiba ile ehl-i Cennet olan veya bu zatlara muaraza ile ehl-i Cehennem olan
kimselerin durumları, o müşahid ve mücahid zatlara A’raf makamından
azamî derecede gösterilecek; cennet ve cehennemde celâl ve cemâl tecellile-
rini azami derecede ebeden müşahede ettirilecek, ki bu da mukteza-yı hik-
mettir. Kur’an (83:23,35) (16:84) âyetleri de bu mânâyı teyid eder. (Cennet’te
dünya macera ve manzaralarını seyretmek, bak: 544.p.)
(A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz. Muhammed (A.S.M.) yüzbin insana
hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan haklarını 14 asır önce burada
dünyaya ilan etti. (O.A.L.)
258/1- Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, (2:198) âyetinde zikredilen Arafat
tabirini şöyle izah eder:
“Arafat: Arefe günü hüccacın vakfeye durdukları dağın ismidir ki
Mekke’ye oniki mil mesafededir. Ve oradaki dağların en mürtefiidir. Zil-
hicce’nin sekizinci gününe yevm-i terviye denildiği gibi, dokuzuncu gününe
de yevm-i arefe denilir. Ve bu gün Arafat’ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle
Arefe kelimesinin cem’i veya cem’i gibi olan Arafat kelimesinin bu dağa ne
sebeb ile alem olduğu ve bunun mürtecel mi, müştak ve menkul mü olduğu
hakkında müteaddid kaviller vardır. İştikaka kail olanlar da, tanımak mana-
sına marifetten veya itiraftan veya rayiha-i tayyibe manasına arf’tan müştak
olduğunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu ihtilaflar ile vech-i tesmiye suret-i kat’iyede tesbit edilmiş değil ise de,
herbiri Cebel-i Arafat’ın bir hasletini irae etmiş olmak itibariyle isimden zi-
yade müsemmanın tavsifine hâdim olmuştur. Hz. Adem ile Havva’nın bu-
rada telaki edip birbirlerini tanımış olmaları, Hz. İbrahim’in burayı görünce
tavsifat-ı mütekaddime ile tanımış olması, müşarün ileyhin hitab-ı Cibril ile
menasik-i haccı burada tanımış olması, Hz. İsmail’in vâlidesinden bir müd-
det ayrılıp badehu burada telaki ederek tanışmış olmaları, hüccacın burada
birbirleriyle güzel bir surette tanışmaları, burada vakfeye duranların Hak
Teala’nın rububiyet ü celalini, samediyet ü istiğnasını ve insanlığın meskenet
ü ihtiyacını itiraf etmeleri, nihayet hüccacın habais-i zünubdan temizlenerek
indallah lâyık-ı cinan olan revayih-i tayyibe-i manevîye iktisab etmeleri, haki-
katen Cebel-i Arafat’ın evsafındandır.
Arefe ve Arafat, ikisi de bu dağın ismidir. Yevm-i Arefe buna muzaftır,
bunun günüdür. Yevm-i iyas-ı küffar, yevm-i ikmal-i din, yevm-i itmam-ı
nimet, yevm-i rıdvan isimleri dahi, yevm-i arefenin esma-i mahsusasın-
dandır.” (E.T.722)
Taşlanan ve taşlanmış ve matrud şeytan manasında “şeytan-ı racim” ifa-
desi, Kur’an (3:36) (15:17) (16:98) (81:25) âyetlerinde geçer ve mezkûr şey-
tan taşlamasının hikmeti bu âyetlerde de alâkalıdır.
Hak dinin beyan ettiği imana istinad etmeden, felsefî görüşüne göre Al-
lah’ın varlığına ve ruhun bakiliğine akl-ı küll mânâsında inanırdı. Akılcılığa
fazla ehemmiyet verdiğinden birçok mes’elelerde yanılmıştır. 62 yaşında iken
M.Ö. 322’de ölmüştür. (Bak: Meşşaiyye ve 2243, 2244.p.lar)
261- ARŞ Šh2 : Bağ çardağı. Gölgelik. *Kürsü, taht, yüce makam.
*Fevkiyyet, ulviyyet. *En yüksek gök. Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli
yeri. Arş kâinatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar. Arş-ı Alâ,
Arş-ı Rahman, Arş-ı İlahî, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflak, Felek-i Atlas, Felek-i
Azam gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk’ın izzet ve saltanatından kinaye olarak
söylenir. (O.A.L.) (Bak: Hamele-i Arş)
“Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin muhit-i ulvisini teşkil eder.
Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesin-
deki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna
müteferri’ olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıt-
lak olunur.” (E.T.2176)
“Arş, lisan-ı şer’ide mecmu-u âlemi ihata eden ve tahdid ve takdiri ukul-ü
beşeriyeden hariç ve hakikatı ilm-i İlahîye mufavvaz bulunan bir muhit-i a’lâ
olmak üzere şayi’ olmuştur ki; Semavat, Cennet, Sidre, Kürsî hep bunun tah-
tında tasavvur edilir. Bu bir müntehadır ki, âlem tasavvuru burada biter. Fa-
kat Vücud-u Hak bitmez ve Sidre-i Münteha geçilmeden Hak Teala’nın mü-
şahede-i cemâline erilmez. Nitekim Resulullah miracda Sidre-i Münteha’yı
geçmişti.” (E.T.2177)
ARŞ 140
“Arş, bir cism-i küll olsun fakat cihet ve cismaniyyetin hepsi buna mün-
tehî olduğundan bunun fevkinde cisim, mekân, cihet tasavvuru tenakuz olur.
Burada “Sidret-ül Münteha” mefhumunu iyi düşünmek lâzım gelir...”
(E.T.2178)
262- Arş mevzuu, pek ince ve derindir. Bir derece anlaşılması, ehemmi-
yetli bir ilm ü irfan seviyesini iktiza eder. Aşağıdaki parçalar, Arş ile alâkalı
olup mevzuumuza bir cihette ışık tutmaktadır:
“Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu hali-
tada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile arş, mülk; kevn, melekût olur. İsm-i
Bâtın itibarı ile arş, melekût; kevn, mülk olur.
Demek arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, kevn de mazruf
olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza
İsm-i Evvel itibarı ile (11:7)¬š_«W²7~ |«V«2 y- ²h«2 «–_«6—« âyetinin işaret ettiği kevnin
bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile (20) ¬w«W²&Åh7~ Š²h«2 ¬}ÅX«D²7~ r²T«,
hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir
halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, so-
lunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.” (M.N.106)
Kur’anda “(11:7) ¬š_«W²7~ |«V«2 y- ²h«2 «–_«6—« âyeti, madde-i esiriyeye işarettir
ki, Cenab-ı Hakk’ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş;
esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez ol-
muştur.” (İ.İ.188)
263- “En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve
semavatın birinci tabakasından, tâ arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilat
var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve Rububiyyet için bir arş ve
tasarrufat-ı İlahiyye için bir merkez hükmündedir.” (S.564)
Keza “Cennet’in sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umu-
mun damı Arş-ı Azam’dır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde,
birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o dai-
reler birbirinin üstündedir.. fakat birbirinin güneş görmelerine mâni olmaz,
birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de: Cennetler de buna yakın bir
tarz ile olduğu, Ehadisin mütenevvi rivayatı işaret ediyor.” (S.500)
264- İsm-i Azam’ın mazharı olan Arş-ı Azam’a uruc yolu yetmiş bin per-
deden geçer. Evet “emr-i kün feyeküne mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber
nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın
olduğu halde, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır. O’nun huzur-u kibriyasına
perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî
ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî
derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip tâ
ism-i azamına mazhar olan Arş-ı Azam’ına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf
olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.” (S.198)
“Her zikalb ve kâmil veli seyr ü sülûk ile, Arş’tan ve daire-i esma ve sı-
fattan kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı
zatların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada Arş’a kadar uruc-u ruhanileri
oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin Arş’tan ferşe, ferşten Arş’a
kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır.” (S.572)
Hem “Esma-i İlahiyenin herbirisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar
cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.”
(L.132) (Arş’a ait âyetler için 1164.p.a bakınız)
265- ARZ Œ‡~ : (Erz) (Küre-i Arz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya.
*Aşağı ve alçak. *Memleket, ülke. *Küre. *İklim. *Davarın ayağının altı.
(Bak: Dünya)
Küre-i arza ait coğrafî malumat, (Dünya) maddesinde verildiğinden bu-
rada dinî cihetten bazı bilgiler verilecektir. Şöyleki:
“Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar ol-
duğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan:
(21) ¯f«W«% ¯š_«8 |«V«2 «Œ²‡« ²~ «n«K«" ²w«8 «–_«E²A, kat’i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i
Arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş,
izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su
çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez.
Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr
eder.” (S.251)
“ (2:30) ®}«S[¬V«' ¬Œ²‡« ²~ |¬4 °u¬2_«% |¬±9¬~ ¬}«U¬\³«V«W²V¬7 «tÇ"«‡ «Ä_«5 ²†¬~«—
®}«S[¬V«' : Bu tabir, arzın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan
evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun
hayatına o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulundu-
ğuna işarettir. ®}«S[¬V«' tabirinin bu mânâya delâleti, mukteza-yı hikmettir.
Amma meşhur olan mânâya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir
nev’imiş, yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.”
(İ.İ.201)
267- “Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve
Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i
nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir.
Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene ge-
nişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar
yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta
küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşek-
kül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar oldu-
ğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından ba-
zılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar. Binler sene bir mesafe tut-
tuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal sureten âlem-i
maddîye benzediği için, iki âlemi memzuc görüyorlar; öyle tabir ediyorlar.”
(M.82)
268- Bir sual: “Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor.
Halbuki arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz
var ve ne de balık?
Elcevab: İbn-i Abbas (R.A.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var
ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstün-
ARZ 143
dedir?” Ferman etmiş: ¬ YE²7~«—¬‡²YÅC7~|«V«2 (22) Bir rivayette bir defa ¬‡²YÅC7~|«V«2
demiş, diğer defa da ¬ YE²7~|«V2
« demiştir.
Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskidenberi nakledilen
hurafevari hikâyelere bu Hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî-İsaril âlimleri-
nin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “sevr ve hut” hak-
kında gördükleri hikâyeleri, Hadise tatbik edip, Hadisin mânâsını acib bir
tarza çevirmişler...
İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve
manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvi li-
san-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab et-
miş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar...
...Sualin cevabına şimdilik “üç vecih” söylenecek:
269- Birincisi: Hamle-i Arş ve Semevat denilen melaikenin birinin ismi
“Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak, Arş ve
Semavata saltanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi,
semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arza
dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin
ismi “Sevr” ve diğerinin ismi “Hut”tur.
Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:
Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır.
Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir
ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arza müvekkel iki melek, hem kumandan,
hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i
münasebetleri bulunmak lâzımdır.
Belki ¬yÁV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde
sevr ve hut suretinde temessülleri var.(*) İşte bu münasebete ve o nezarete
işareten ve Küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu’ciz-
ül beyan-ı Nebevî, ¬ YE²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 Œ²‡« ² «~ demiş, gayet derin ve geniş
bir sahife kadar meseleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek
cümle ile ifade etmiş.
270- İkinci Vecih: Meselâ: Nasılki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi
şey üzerinde duruyor?” Cevabında: ¬v«V«T²7~«— ¬r²[ÅK7~ |«V«2 denilir. Yani “Asker
kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine
istinad eder.” Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın
kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının kısm-ı azamının
medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmıyan kısmının medar-ı taay-
yüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır. Ve mühim bir medar-ı ticareti de ba-
lıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da,
öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık
milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o insan yaşıyamaz, hayat sukut eder,
Hâlik-ı Hakîm de Arzı harab eder.
İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalatû Vesselâm, gayet mucizane ve gayet ulvi
ve gayet hikmetli bir cevab ile ¬ YE²7~«— ¬‡²YÅC7~ |«V«2 Œ²‡« «~ demiş. Nev-i in-
sanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair
geniş bir hakikatı iki kelime ile ders vermiş.
271- Üçüncü Vecih: Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer. Güneşin
her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların arala-
rında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hasıl olduğu
vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan su-
retini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hut suretini
göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın
kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve
işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline Küre-i Arz geziyor. Öyle ise; o boş, işsiz
burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde
küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir.
Şu halde buruc-u semaviye, Arz’ın medar-ı senevîsinden temessül ede-
cek. Ve o halde Küre-i Arz her ayda buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde
ARZ 145
* Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünki nasılki daimi bir
çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek
başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulatla, zâhiren
binler def’a ölçekten büyük ve bir dağ gibi bir cisimle o ölçek müvazeneye çıkabilir. Aynen
öyle de: Küre-i Arz, Cenab-ı Hak onu sanatına bir meşher ve îcadına bir mahşer ve hikme-
tine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cenneti’ne mezraa ve hadsiz kâi-
nata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme
hükmünde îcad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda masnuattan dokunmuş
gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün
o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yani bütün mazisini hazır
farzet. Sonra yeknesak ve bir derece basit semavâta karşı müvazene et. Göreceksin ki: Arz,
ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~ Ç «‡
sırrını anla...”
A R Z - I M U KA D D E S 148
274/1- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı
arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz
damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbi-
dir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da toprak-
tır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlik-ı Semavat’a daha yakın bir yol-
dur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete
ve Hayy u Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı
rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir.
Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir şeyin
âyinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve
latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini
cilalı gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaif bir ziyası görünür.
Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fa-
kat toprak âyinesi, çiçeklerin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de
gösterir.
(23) °f¬%_«, «Y;«— ¬y¬±"«‡ ²w¬8 f²A«Q²7~ –YU«<_«8 «h²5«~ olan hadis-i şerif, bu sırra
işareten şehadet eder. Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab etmek-
ten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme...” (M.N.241)
Atıf notları:
-Arz’ın semavattan önce veya sonra yaratıldığı mes’elesi, bak: 1920-1923. p.lar.
-Arz’ın yedi tabakası ve yedi küre-i uhra, bak: 3346-3349.p.lar.
275- Arz hakkında Kur’andan birkaç not:
-Medd-ül Arz: Arz’ın meddi. (13:3) (15:19) (50:7) (84:3)
-Arzın iki günde (devrede) veya iki devreli olarak halk edildiği: (41:9) (Kıyamette
arzın durumu için bak: 2022.p.)
>«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# « «— âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinaye-
tiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i
hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok masumların
zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut
akrabaları dahi şeni gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete
çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin
ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi
tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak ka-
rıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır...
Bu tehlikeye karşı çare-i yegane: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet
milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, canilerin cina-
yetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
278- Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esâsiden
geliyor. Meselâ: Bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa,
hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp
tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım; ta ki masum çı-
kıncaya kadar. İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i
dahiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak,
gazab-ı İlahiyenin celbine vesile olur...
ASAYİŞ 150
Bir başka vecize de şöyledir: “Bazan zıd, zıddını tazammun eder: Zaman
olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mânânın zıddıdır. Adalet
külahını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad
ve hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürri-
yet nam verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde teka-
bül, makamlarda becayiş-i mekânî...” (S.707)
280- ASFİYA š_[S.~ : Safiyat, takva, kemâlat ve ilim sahibi ve Hz. Pey-
gamber’e (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike
çalışan muhakkik zatlar. (Bak: Velayet-i Kübra)
281- ASHAB (Eshab) _E.~ : (Sahib. c.) Arkadaş olanlar. *Sahip olan-
lar, kullanma yetkisine sahip kişiler. *Halk, ahali. *Sahabeler, yani Pey-
gamberimiz Hz. Muhammed’i (A.S.M.) görmüş ve mü’min olarak ona ve
onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler insanlık, doğruluk ve her
türlü faziletlerde en ileri seviyede bulunan şahsiyetlerdir. Onlar Peygambe-
rimiz’i (A.S.M.) her an yakın alâka ile takib ederler ve ona her cihetle ittibaa
çalışırlardı. Daima sıdk ve sadakattan, doğruluk ve faziletten ayrılmamak
cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tamimi için her çeşit fedakârlıktan
çekinmezlerdi. (Bak: Sahabe)
282- ASHAB-I BEDİR ‡f" ¬ _E.~ : Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Be-
dir Muharebesinde bulunan sahabeler (R. Anhüm) (Bak: Bedr Muharebesi)
“(105:1) ¬u[¬S²7~ ¬ _«E².«_¬" «tÇ"«‡ «u«Q«4 «r²[«6 >«h«# ²v«7«~ cümle-i kudsiyesi Re-
sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a hitaben: “Senin mübarek vatanın ve
kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muazzama’yı hârikulâde
bir surette düşmanlardan kurtarmasını ve o düşmanları nasıl bir tokat ye-
diklerini görmüyor musun?” diye mânâ-yı sarihiyle ifade ettiği gibi, bu asra
dahi hitab eden o cümle-i kudsiye mânâ-yı işarîsiyle der ki: “Senin dinin ve
İslâmiyet’in ve Kur’anın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan
dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dün-
yaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun?
Gör, bak!” diye mânâ-yı işarîsiyle, bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam
1359 tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nev’inde semavî tokatlarla İslâmiyet’e
ihanet cezası olarak, diye mânâ-yı işarî ifade ediyor. Yalnız “Ashab-ul Fil”
yerinde “Ashab-üd Dünya” gelir. (Fil) kalkar, (Dünya) gelir.(*)” (S.T.56)
285- “Bütün tarih-i beşeriyede kat’iyen misli görülmemiş ve Kavm-i
Lut’un başına yağan semavî taşlardan daha müdhiş taşlar, dinsizlik hesabına
milyonlarla ehl-i imanı ve masumları edyan-ı semaviye ve kavanin-i İlahiye
haricine dehşetli vasıtalarla sevkeden bir memleketi semavî taşlarla tokatla-
masının bir mukaddemesi olarak, resmi gazetelerin kat’i haber verdikleri bir
hâdise-i semaviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi bana haber
verdi. Dedim: Yirmibeş sene gazetelerin havadislerini merak etmedim. Fakat
* Bu “fil” lafzı kalkmasının sırrı: Eski zamanda dehşetli Fil-i Mahmudî azametine, hey-
betine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle havada
ve denizde filolar teşkil edip, o fil gibi filolarla nev-i beşeri esaret altına almış ve Avrupa
medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatlariyle değil, belki medeniyeti n
seyyiatiyle ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle 350 milyon müslümanların her tarafta hakimiyetle -
rini imha edip istibdadına serfüru etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve
dünyaperest gaddar zâlimlere zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye v e fakir ve masum-
lar ve mazlumlara, fani mallarını ve hayatlarını ahiretlerine çevirmek ve kıymetdar eylemek
ve dünyadaki günahlarına keffanet-üz zünub etmeye Kader-i İlahîye fetva verdiler. Şimdi
yedi senedir, dünyaperestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safahatlarını ve harb-i umumî
sahifelerini kat’iyyen bilemiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sure-i kudsiyenin
mana-yı işarî tabakasından gelen tokatlar, tam tamına onların başlarına iniyorlar ve surenin
bir mana-yı işarîsini tam tefsir ediyor. (Bak: 557.p.sonu)
ASHAB-I FİL 153
Fil’in mucizane (105:4) ¯?«‡_«D¬E¬" ²v¬Z[¬8²h«# cümlesi ile, 1359 tarihinde dünyayı
dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri
yoldan çıkaranların başlarına, Ebabil kuşları gibi semavî tayyarelerden bom-
balar başlarına inecek ve semavî taşlar yağdırmasına mukaddemesi olacak
diye haber veriyor. Ve (105:2) ¯u[¬V²N«# |¬4 aynen 1360 tarihini gösterip, da-
lâletin cezası olarak Kavm-i Lut’un başına gelen ahcar-ı semaviyeyi andıran
semavi taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdid ediyor. Ve Ri-
sale-i Nur’un Sure-i Fil nüktesine ait beyanatı içinde haşiyeli bu cümle var:
“Evet bu tokatlardan pür-şer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’ana
tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını,
bu sure bir mânâ-yı işarî ile tehdid ediyor.”
İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işareti olmasına iki emare var:
Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavî taşlar bir-iki karış oldukları halde,
böyle 25 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette
semavatın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sure-i Fil mu’cizane ona
bakması, onun tefsiri ona işaret etmesi hakikattır. O hâdisenin o ihbara
liyakatı var. Çünki emsalsizdir.
İkinci emaresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdid eden dehşetli
bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki; kü-
çücük hâdiseleri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir-iki aydır bu acib deh-
şetli hâdiseyi, ellerinden geldiği kadar şaşaalandırmamağa çalışmışlar.” (E.L.I
230) (Yıldız enkazları olan göktaşları, bak: 4008.p.)
A S H A B - I KE H F 154
287- ASHAB-I KEHF rZ6 ¬ _E.~ : Kur’an (18:9 ilâ 29) âyetlerinde
bahsi geçen zatlar, din yolunda azimet ve tebliğ gayretine sahib olan
muvahhid genç yiğitlerdi. Kendi devrelerinde hükmeden zalim hükümdarın,
tebliğ vazifesini durduracak kadar şiddetli olan tecavüz ve zulmünden dolayı,
büyükçe bir mağarada gizlenmişlerdi. Bu genç yiğitler, Allah’ın inayetiyle bir
mucize olarak uykuya benzer bir halette, esahh olan kavle göre 309 sene
mağaralarında yattılar. Çok derin ilmî hakikatları da tazammun eden bu uy-
kularından kalktıklarında yarım veya bir gün kadar yattıklarını zannettiler.
(Bak: 3911.p.) Mağarada yatarlarken kendilerini görenlerin çok korkacakları
bir durumu Allah ihsan etmiş (Kur’an 18:18) olduğu için olsa gerektir ki, za-
limler bu zatları imha etmek niyetiyle mağaraya vardıklarında içeriye gireme-
yip, ancak içeride ölmeleri için mağara kapısını taşlarla kapatmışlardı. Bazı
kaynakların nakline göre, bir çoban mağarayı koyunlarına barınak yapmak
için kapı kısmını açmış ve binnetice yiğitler muzaffer olmuşlardı.
Ashab-ı Kehf hakkındaki âyetlerin beyanından anlaşılıyor ki, o devrede;
tarihte ve asrımızda bazan görüldüğü gibi, tahripçi ve zalim bir cereyanın
istibdadlı, inkârcı istilası olmuş ve hakkı müdafaa edenler korkutulup sustu-
rulmuş, Ashab-ı Kehf gibi azimli mücahidler hakkında da yukarıda kaydedil-
diği gibi imha planı takib edilmiş.
ASHAB-I MEŞ’EME 155
Evet hayatta vuku bulan küfrî istibdadların, Ashab-ı Kehf ile münasebet-
dar bulunduğu ve Kehf Suresinden ders ve ibret alınması gerektiği sebebiyle
olmalı ki; rivayetlerde “Deccal fitnesinden istiaze ve tahaffuz için Sure-i
Kehf’in baş kısmındaki âyetlerden okuyun” buyurulur. (İbn-i Mace Kitab-ül
Fiten 33. bab) Diğer bir hadiste de “Kehf Suresini okuyana göklere kadar
yükselen bir nur verilip deccal fitnesinden korunur” buyuruluyor. (R.E.
1.cild sh:164) Yani tahkikî iman nuruyla deccal fitnesinin dehşetini anlayan
mü’min, o fitnelerin tesirinden uzak kalır, gaflete düşürülemez. “Ashab-ı
Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı (asrımızdaki tahammül edilme-
yen fenalık gibi) o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler.
Sebebi ise; Din-i Hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan
Dakyanus putperestliğe davet edip.. kabul edenleri putlara kurban kestirip,
kabul etmiyenleri katliam ettiği sırada, Ashab-ı Kehf efendilerimiz mağaraya
çekildiler.” (B.L.157)
288- Kur’anda zikredilen böyle kıssalardan en mühim maksad; kıssadan
alınacak hisse ve ibret dersidir. Meselâ bu kıssada en bariz görülen ibret
dersi; şirk, küfür ve zulme karşı baş eğmemek ve Ashab-ı Kehf’in mağara
kapısı kapatıldığı gibi, içinde ölsünler diye hapsin tecridhanesinde kapılar
kapatılsa da din yolunda her meşakkata sabr u sebat etmek salabetini gös-
termek ve Allah’a tevekkül edip tazarru’da bulunmak gibi yüksek seciyeleri
kazanmaktır. Böyle ana gayeleri nazara vermek için olsa gerektir ki Kur’an,
insanlarca daha çok merak edilen ve teferruat sayılan malumatı vermemek-
tedir. Meselâ bu kıssada bazı tefsirlerce üzerinde durulan mağaranın yeri,
hâdisenin zamanı ve sair hususlar gibi...
Ashab-ı Kehf’in isimleri rivayette şöyle sıralanır: Yemliha, Mekselina,
Mislina, Mernuş, Debernuş, Sazenuş, Kefeştetayuş. Kendilerine sadık kö-
peklerinin adı da Kıtmir’dir.
291- ASHAB-I RESS ±‰‡ ¬ _E.~ : Kur’anda bahsi geçen bir kavim
adıdır. Kimler oldukları kat’i olarak tesbit edilemiyor. Ravilerin ekserisi, pey-
gamberlerine isyan eden ve onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da
Cenab-ı Hakk’ın helak ettiği bir kavim olduğu hakkında ittifak etmişlerdir.
Kur’an (25:38) ve (50:12)de zikri geçer.
Kur’anın umum zamanlara ders veren mânâ külliyetine sahib olduğu
kaidesine binaen, Ashab-ı Ress’e ait âyetlerin mânâsı da yalnız o kavme
münhasır değildir. Belki Ashab-ı Ress hakkında müfessirlerce beyan olunan
mânâ ve vasıflar, geçmişte ve gelecekteki zalim ve münkir kavim ve cere-
yanlara da şamildir. Örülmemiş kuyu mânâsına gelen “ress” kelimesinden,
zalimane öldürdükleri insanları gömmek için kuyular kazan Ashab-ı Ress
gibi, katliamcı cereyanlara da bir işaret olsa gerektir.
293- ASHAB-I SUFFA y±S. ¬ _E.~ : Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygam-
ber’in (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı
ve orada yaşarlardı. Bu zatların yaşayışları ve halleri, dinî hizmet hayatı ba-
kımından büyük değer taşımaktadır. Devamlı olarak Peygamberimiz’in
(A.S.M.) yanında bulunarak Kur’anın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve
öğretirlerdi. İslâmiyet’i öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsî
menfaatlarını terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar ev-
lenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa’nın bu hizmetleri
sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda
çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz’in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mü-
kemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kı-
yamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.
Bu Ehl-i Suffa’nın ahvali, Kur’an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim
başlangıç olduğu ve herkese büyük ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i
Buhari Tercemesi 7. cildinin 62 ve 63. sahifelerindeki alâkalı kısmı nakledi-
yoruz:
“Suffa, Kamus Mütercimi’nin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile,
ASHAB-I SUFFA 157
eski yerlerdeki sed, seki gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle
“sofa” tabir olunur. Ehl-i Suffa buna izafe edilmiştir. Ashab-ı Suffa; aileden
cüda, gaile-i dünyeviyeden azade ve bütün mânâsı ile feragatkâr bir hayata
malik olan bir zümre-i mübarekenin ekseri vakitleri Resul-i Ekrem’in
(A.S.M.) huzurunda geçerdi. Daima Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) ahz-ı feyz
ederlerdi. Taraf-ı Peygamberîden tayin buyurulan muallimler marifetiyle de
kendilerine Kur’an talim edilirdi. Bunlardan yetişenler, müslüman olan ka-
bilelere, talim-i Kur’an için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara “Kurra” deni-
lirdi. Bu suffaya da “Dar-ul Kurra” demek en münasib bir isimdir. Nur-u
Kur’anın lemhat-ül basar denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfak-ı
âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sayesinde müyes-
ser olmuştur.
Mütevazi ve fakat çok feyyaz olan 400-500 raddesinde daima Kur’an ile,
icabında gaza ile meşgul olan bir irfan-ı Kur’an ordusu bulunuyordu. İçlerin-
den teehhül edenler, kadro haricine çıkardı. Fakat yenileri ile ikmal edilirdi.
Burası bütün mânâsı ile leylî ve meccanî bir dar-ül ilim idi. Müdavimleri ne
ticaretle, ne bir sanat ve harasetle iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı Risalet-
penahîden ve agniya-i ashab tarafından temin edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i
Suffa’nın mübarek simalarından birisi olan Ebu Hüreyre (R.A.) kendisinin
çok hadis rivayet ettiğinden şikayet edenlere karşı verdiği şu müskit ce-
vabında pek güzel ifade etmiştir:
“Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerimiz çarşı-
daki, pazardaki ticaretleri ile, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçeler-
deki ziraatları ile meşgul bulundukları sırada Ebu Hüreyre, Peygamber’in
(A.S.M.) mübarek nasihatlarını hıfzediyordu.” demişti.
294- Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın maişeti ile, talim ve terbi-
yesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hatta saadethaneleri ihtiyacatı ile
ikinci derecede meşgul bulunurdu. Bir kerre Hz. Fatıma (R.A.) el değirmeni
ile un öğütmekten usandığından şikayet ederek bir hizmetçi istediğinde, Re-
sul-i Ekrem’in (A.S.M.) “Kızım sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa’nın
maişetini yoluna koyamadım” buyurmuştu.
Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hiç bir mev’izaları, hiç bir hitabeleri yoktur ki,
bunun iradı sırasında Ashab-ı Suffa orada hazır bulunmasın; dinleyip, hıfze-
derek diğer ashaba nakletmesin... Bu suretle ahkâm-ı İslâmiyenin hıfz ve
naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna tesirleri görülmüştür. İçlerinde Ebu
Hüreyre (R.A.) gibi müstesnalar yetiştiği gibi, ilmî varlık göstermiyenler de
ASHAB-I SUFFA 158
vardı. Fakat hangi türlü tedris gösterebilir ki; umumi surette böyle sihir-âmiz
bir feyiz verebilmiş olsun...” (Bak: Hicret, Mücahede)
Atıf notları:
-Bir bardak süt ile Ashab-ı Suffa cemaatını doyuran bereket mucizesi, bak: 429.p.
-Ashab-ı Suffa ve onlar gibi fisebilillah dine hizmet edenlerin bazı vasıfları ve ze-
kâta lâyık oldukları, bak: 4050-4053.p.lar
-Ashab-ı Suffanın cemaat dersleri, bak: 3701.p.
295- Kur’an (11:27, 29, 30) ve (26:111-114) âyetlerinde de görüleceği
gibi; mahviyetkârane ve fedakârane dine hizmet eden ve dünyevî şöhreti
olmıyan fakirlere itibar etmemek ve onların Resulullah’a tebaiyetlerini ehem-
miyetsiz görmek ve geri saflara itmek ve tahakkümleri altına almak istiyen-
lere, yani dünyevî şan ü şeref sahibi olan mütekebbirlere rağmen Kur’anda
(6:52) âyeti Ashab-ı Suffa’ya ve dolayısıyla dine hizmet yolunda Ashab-ı
Suffa gibi, yani hakiki keyfiyeti teşkil eden tam ihlas, sadakat, sebat, takva ve
rıza-yı İlahîyi niyet etmek gibi meziyetlere sahib olup fisebîlillah dine hizmet
için vakf-ı hayat edenlere ciddi ehemmiyet verdiğinden, bu âyetle alâkalı
tefsirden bir kısmını aşağıda dercediyoruz. Şöyle ki:
“Müttakilere ikram ve tebşir için buyuruluyor ki: (6:52) w« <¬gÅ7~ ¬…h²O«# « «—
Ve şöyle müttakileri koğma ki, ¬±|¬L«Q²7~«— ¬?—«f«R²7_¬" ²vZÅ"«‡ «–Y2²f«< sabah akşam
yani her zaman Rablarına dua ve ibadet ederler ve ederken y«Z²%—« «–—f<¬h< sırf
onun -o Rabb-ül Âlemîn’in- cemâlini, rızasını isterler. Hulus-i niyet ile ve
ancak Allah’a teveccüh ederek daima dua ve ibadet ederler.
¯š²|-« ²w¬8 ²v¬Z¬"_«K¬& ²w¬8 «t²[«V«2_«8 Onların hesablarından hiçbir şey sana ait
değil, ¯š²|-
« ²w¬8 ²v¬Z²[«V«2 «t¬"_«K¬& ²w¬8_«8—« senin hesabından hiç bir şey de onlara
ait değildir -ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle- ²v;«…h²O«B«4 onları koğasın.
Rivayet olunuyor ki: Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takımları Hz. Pey-
gamber’e uğramışlar. Yanında Süheyb, Cenab, Bilal, Ammar, Selman ve sair
fukara-i müslimîn bulunuyormuş. “Ya Muhammed! Sen kavminden vazgeç-
ASHAB-I SUFFA 159
¬±|¬L«Q²7~«— ¬?—«f«R²7_¬" ²vZÅ"«‡ «–Y2²f«< «w<¬gÅ7~ «p«8 «t«K²S«9 ²h¬A².~«— (18:28) nazil oldu
ve binaen aleyh biz kalkmadan kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki:
26 R.E. sh: 7 (Bu hadis-i şerifi Ramuz-ul Ehadis Kitabı Hatib-i Bağdadî’den, İmam-ı
Deylemî’den ve Ebu Abdurrahman-üs Sülemî’nin Sünen-i Sofiyye Kitabında İbn-i Ab-
bas’tan nakletmiştir.)
ASHAB-I SUFFA 161
(Buhari 96. kitab 10. bab) Bunun aksini iddia etmek, din hizmetinde azamî
fedakârlığı ve bunun hakkındaki delail ve tebşiratı inkâr mânâsına gelir.
Hatta Bediüzzaman Hazretlerinin vasiyetnamelerinde, hassaten ve ehemmi-
yetle din hizmetine hayatını vakfedenlerin devamlılığı üzerinde durulur.
(Bak: Vakf-ı Hayat)
Bir atıf notu:
-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) Ashab-ı Suffa’ya işaret eden mektubu, bak:
2477/1.p.
-Ashab-ı Suffa’nın kendi aralarındaki dersleri, bak: 3701.p.
ASHAB-ÜŞ ŞİMAL 163
301- ASR (ASIR) hM2 : Bir devrelik zaman. *İkindi vakti. *Zamanın
bir cüz’ü. Yüz yıl. *Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet.
İnsanın ortalama yaşayış zamanı. *Gece ve gündüzden herbiri. *Birisinin aşi-
reti. *Men’etmek. *Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkmak. (Bak: Zaman)
301/1- Asır, Kur’an’da 103. Surenin ismi olup, bu surenin başında asr’a
yemin edilmekle pek büyük ehemmiyeti bildirilmiştir. Surede zikredilen
hususiyetlere sahib olan her bir devir, bu surenin daire-i şümulüne girer.
Aşağıdaki parça bu surenin asrımıza bakan mânâ vecihlerinden bir
nümunesidir. Şöyle ki:
“Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan (103:1,2)
¯h²K'|¬S«7 «–_«K²9¬ ²~ Å–¬~ ¬h²M«Q²7~«— âyetindeki ¯h²K' |¬S«7 «–_«K²9¬ ²~ Å–¬~ (şedde ve
tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) (1908) edip, hürri-
yet inkılâbıyla başlıyan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve
Birinci Harb-i Umumî mağlûbiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i
İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci
Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle
ASR (ASIR) 164
hasaret-i insaniye ile ¯h²K'|¬S«7 «–_«K²9¬ ~ Å–¬~ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı,
maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.
(103:3) ¬ _«E7¬ _ÅM7~ ~YV¬W«2—« ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ Å ¬~ (âhirdeki , ; sayılır, şedde sayılır
ise) makam-ı cifrîsi bin üçyüz ellisekiz ve dokuz (1942-43) olan bu senenin
ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus mânevi
hasaretlerden kurtulmanın çare-i yeganesi, iman ve a’mâl-i sâliha olduğu
gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yeganesi küfür ve
küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i
¬h²M«Q²7~«— nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve
uzun hakaikın hazinesi olduğunu tasdik ederek, Cenab-ı Hakk’a şükrettik.”
(K.L.204)
2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i
uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya
iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların
cehalet, şekavet, zulüm, zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı
âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde
inkişaf ettirmek hârikulade değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır.
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey
muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de
intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hu-
susunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi
bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat
devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila;
İlahî, sabit, lâyetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.”
(İ.İ.109)
Evet “o asır, hakikaten o Zat (A.S.M.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş.
Çünki en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir za-
manda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.” (Ş.127)
308- AŞK sL2 : (Işk) Çok ziyade sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevda.
Candan sevme. *İttiba. Alâka. (Bak: Muhabbet)
AŞK 168
“İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile
binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır.
Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet
dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i es-
maya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zat-ı
Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zatiyeye döner.”
(S.642)
309- “Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı
hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı Lahutî ve
kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemâle işaret, belki
şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemâle bakar, iktiza eder. Ve öyle
bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mecudatta lisan-ı hal ve li-
san-ı kal ile edilen umum hamd ve senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor.
Belki “Şems-i Tebrizi” gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bu-
lunan umum incizablar, cezbeler, câzibeler, câzibedar hakikatlar; ezelî ve
ebedî bir hakikat-ı câzibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-
misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o
hakikat-ı câzibedarın cemâl-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında
âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.” (Ş.80)
310- “İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her
sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra
sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder.
Bütün firaklardan gelen feryadlar aşk-ı bekadan gelen âğlamaların tercü-
manlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ deni-
lebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-
i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve
beka için fıtrî umumî duadır ki, Baki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu,
o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir
âlemi halk etmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlik-ı Rahîm,
küçük midenin cüz’i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile dua-
sını hadsiz enva-i mat’umat-ı lezîziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i
beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve
küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli dua-
sını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değil-
dir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakış-
maz.
AŞK-I MECAZÎ 169
312- AŞK-I MECAZÎ >ˆ_D8 ¬sL2 : Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve
şehvet arzusuna dayanan aşk.
“Sual: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi,
acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi, bir aşk-ı
hakikîye inkılab edebilir mi?
Elcevab: Evet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık,
o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse,
baki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i İlahiye ve
mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı
meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile
ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas
AŞK-I MECAZÎ 170
etmemekdir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp,
umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına
düşer, boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu
hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:
Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam
ayinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve
hususî.. Herbirimiz kendi ayinemiz vasıtasıyla hususî odamızın şeklini,
hey’etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak,
yeşil gösterir. Ve hâkeza .. ayinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çir-
kinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat harici ve umûmi odayı
ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda
hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı
harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
313- İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam
ayinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fa-
kat direği, merkezi, kapısı hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemi-
miz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek
çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız, hayatımız üs-
tünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik.
Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayine olduğu ve temsil ettiği gü-
zel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder. Hem
o hususî dünyamız, âhiret ve Cennet’in muvakkat bir fidanlığı olduğunu
derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun
neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o me-
cazî aşk, hakikî aşka inkılab eder.
Yoksa (59:19) «–YT¬,_«S²7~ v; «t\¬ ³«7—~ ²vZ«KS²9«~ ²vZ[«K²9«_«4 «yÁV7~ ~YK«9 sırrına
mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususi, karar-
sız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek
dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O mu-
habbet onun için hadsiz bela ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir
şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel
ve zevale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder. Elinden
ATMOSFER 171
bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan ev-
velki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı
bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimî
cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür; şefkatı, bir sürura inkılab
eder. Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir ce-
mâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at
ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı, tezyid-i hüsn
ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lez-
zetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.” (M.10-12)
317- AVRET ?‡Y2 : Eksik. Gedik. *Siper. Harbde zarar gelebilen, giz-
lenmesi lâzım gelen şey. *Kadın. Zevce. Nikâhlı. *Gece uykuya yatacağı va-
kit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde “avret” de-
nir. Öğle ve öğle uykusu zamanına da keza aynı isim verilmiştir. (Çünki o
anlarda uyku ve sair sebebler dolayısıyla insan açık saçık bulunabilir. İzinsiz,
* Tafsilat için bak: Kitab-ül fıkhı alâ Mezahib-ül Erbaa, cilt 5. sh: 55, Çağrı Yayınları,
1987 İst. Aynı eserin tercemesi: ci: 7, sh: 2944 ve sh: 1945’de şarkının hükmü bölümü var.
AVRUPALILAŞMAK 174
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vacib rüşvet ise: Teavün-ü
İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî
kanun-u esasîsi olan _®Q¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~YW¬M«B²2~«— (3:103) °?«Y²'¬~ «–YX¬8ÌYW²7~ _«WÅ9¬~
(49:10) ²vUE<¬‡ «`«;²g«#«—~YV«L²S«B«4 ~Y2«ˆ_«X«# « «— (8:46) >«h²'~ «‡²ˆ—¬ °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# « «—
* Kur’an (49:12)
** K.H: 297. hadis
AVRUPALILAŞMAK 176
olan her zihayat illâ vücuda getirilir, buyuruluyor. Yani ilm-i İlahîde halkedil-
mesi mukadder olmıyan, vücuda gelmez. Sahih-i Buhari 82. kitab-ül kader 4.
bab da aynı mes’eleyi teyid eder. (Bak: Ezeliyet, Mukadderat)
sofya’yı camiye çevirmek oldu. Caminin içi ve dışı temizlendi ve Fatih fetih-
ten sonraki ilk cuma namazını burada kıldı. Fatih Ayasofya’yı camiye çevirir-
ken gerekli tamirat ve tadilatı da yaptırdı. İçine mihrab ve minber koydurdu.
İlk minareyi yaptırdı. Bu minare caminin batı tarafında ve tuğladandır. Fatih
ayrıca camiye bitişik bir de mekteb yaptırdı ve vakıflarını da tesis etti. Aya-
sofya’nın kıyamete kadar cami olarak devamını sağlamak üzere vakıfname-
sini yazdırdı ve gerekli her türlü tedbirleri aldı. Onun en büyük arzusu, fetih
yadigârı olan bu muhteşem caminin İslâm dünyasının bir vesile-i iftiharı ola-
rak kıyamete kadar devam etmesi idi.
O tarihten sonra son asra kadar Ayasofya’yı tam bir İslâm mabedi şek-
line sokma gayretiyle, hemen her Osmanlı Padişahı ve hatta bazı vezir-i
azamlar bu eser üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. Gereken ilaveleri yap-
tıkları gibi, günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmesi için her türlü tedbir,
bakım ve tamiratını ihtimamla yapmışlardır. Nitekim Mimar Sinan gibi dâhî
bir sanatkârın, kubbenin çevresine dıştan çeşitli payanda şeklinde sedler ve
istinadlarını inşası ile kubbe ve belki de binanın bütünü çökmekten kurtul-
muştur.
322- Ayasofya, İstanbul’un fethi neticesi camiye çevrildiği için, fethin bir
sembolü olarak, çok büyük bir manevî değer kazandı. Bir kısım padişah ve
şehzadelerin türbeleri Ayasofya’nın avlusundadır. Selim II, Murad III,
Mehmed III, Mustafa I ve yeğeni Sultan İbrahim burada medfundurlar.
Şehzadeler ve rical sık sık ikindi namazlarını Ayasofya’da kılarlardı. Ka-
dir gecesi gibi mübarek gecelerde padişahlar buraya gelir; bu geceler
çoşkunlukla tes’id edilirdi. Kubbe dıştan kandillerle süslenip donanırdı.
Verilen izahattan anlaşılacağı üzere Ayasofya’yı tamamen Bizans eseri
saymak yanlıştır. Ona sonradan bir çok İslâm mimari karakterleri eklenmiştir
ve cami olmuştur.
En nihayet Ayasofya Camii, Bakanlar Kurulunun bir kararıyla 24 Kasım
1934’de maalesef müze haline getirilmiştir. Bakanlar Kurulunun bu kararna-
mesi ile Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi, Anayasa’ya ve mevcut ka-
nunlara aykırı olduğunu, “Ayasofya Camii Meselesinin Etrafındaki Gerçek
ve Kariye, Mesih Paşa, Fethiye Camilerinin Maruz Kaldığı Muameleler”
isimli kitabında İstanbul Vakıflar Baş Müdür Muavini hukukçu Abdullah
Ahmed Çalışkan, vesikalara dayanarak tahkik ve isbat etmiştir. Eser Türdav
Basın Yayın Limited Şirketi tarafından 1976 senesinde İstanbul’da yayınlan-
mıştır. Bu eserden bir kaç pasaj takdim ediyoruz:
AYASOFYA 180
«Ä_«W²7~ ~Y7«g«" «w<¬gÅ7~ ¬y¬"_«E².«~—« ¬y¬7´~ |«V«2«— ¬v<¬h«U²7~ ¬±|¬AÅX7~ ~«g«; |«V«2 yÁV7~ |ÅV«.
«w[¬Q«W²%«~ ¬‰_ÅXV¬7 ²a«%¬h²'~ ¯}Å8~ «h²[«' ~Y9_«6—« ¬yÁV7~ ¬}«W¬V«6 ¬š«Ÿ²2¬ ¬ «j²SÅX7~«—
325- ÂYET }<´~ : Eser. *Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. *Nişan.
Alâmet. ibret. İşaret. *Menzil, mekân. *Kur’an-ı Kerim’deki her bir cümle.
*Manen uyanmağa, intibaha sebeb olan hâdise.
İslâm Ansiklopedisi farklı bir bilgi veren değişik kaynaklara göre:
>—~ - >>~ - ~>~ köklerinden geldiğini kaydeder. Cem’i: Ay: >´~ Ayât
_<´~ Ayây >_<´~ dır. Ahteri Lügatı, “ayet”in aslı }«<—« «~ idi der.
Kur’anda geçen bazı “âyet” ve “âyât” ifadeleri, mucize mânâsındadır.
“Âyet; asl-ı lügatta açık alâmet demektir. Mahsusatta da, ma’kulatta da is-
timal olunur..
Herşey alâmetiyle tanınır ve hakikat âyâtıyla bilinir. Onun için insanların
ilimdeki kabiliyet ve mertebelerine göre kendisinden yapabilecek tefekkür ve
teemmül nisbetinde mütefavit marifetlere sebeb olan alâim ve delâilin hep-
sine de âyet denilir..
ÂYET 183
Meselâ: °f¬&~«— yÅ9«~ |«V«2 ÇÄf«# °}«<~´ y«7 ¯š²|-« ¬±u6 |¬4—« beytinde âyet bu mânâya
olduğu gibi, «–YV¬T²Q«< ¯•²Y«T¬7 ¯ _«<´ « «t¬7«† |¬4 Å–¬~ gibi bir çok âyetlerde de bu mâ-
nâyadır. Demek ki âyet, haddizatında zâhir bir alâmet ise de onun bir âyet ve
alâmet olması kabiliyet veya tefekkür ve teemmülü eksik kimselere hafi kala-
bilir..” (E.T.23)
“Kur’an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünki herbir insanın şu ha-
kiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi
meşrebine göre Kur’andan fehm ve iktibas ettiği (hafızasında) kendisine has
bir Kur’an vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.” (M.N.140)
326- Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
f«Q²M«<—« ~«h²T«[«4 ²f«Q².~«— ~«h²5¬~ «}ÅX«D²7~ «u«'«… ~«†¬~
y«Q«8 ¯š²|-« «h¬'³~ ~«h²T«< |ÅB«& ®}«%«‡«… ¯}«<³~ ¬±uU¬"
“Kur’an ehli yani onu devamlı okuyup onunla amel edene, Cennet’e gi-
receği zaman: Oku ve (Cennet’in mertebelerine) yüksel, denilecektir. Bunun
üzerine okumaya başlayacak ve Kur’andan bildiğini bitirinceye kadar beher
âyete karşılık bir derece yükselecektir. Bu hadisin benzerini Ebu Davud ve
Tirmizi, Abdullah Bin Amr (R.A.)’dan rivayet etmişler. Ebu Davud’un
“Kur’an okumanın tertilinin müstehablığı” babında rivayet ettiği hadisin
meali şöyledir: “(Âhirette) Kur’an ehline: Oku ve yüksel, (okurken de) dün-
yada nasıl acele etmeksizin okuduğun gibi tertil ile (yani acele etmeksizin)
oku. Çünki (Cennet’te) senin konağın, okuyacağın son âyetin bitireceği yerdir,
denilecektir.” (Bu mealin metni T.T. ci: 4, 6. hadis ile aynıdır.) Avn-ül Ma’bud
yazarı da bu hadisin izahı bölümünde özetle şöyle der: Cennet’teki derecelerin
Kur’an-ı Kerim âyetlerinin sayısı kadar olduğuna dair hadis rivayet olun-
muştur.
327- Tıybî de: Kur’an ehlinin Cennet’te yükselişleri sonsuzdur. Çünki
dünyada iken Kur’anı hatmettikçe tekrar başından okumaya devam ettiği
gibi Cennet’te de devamlı okuyacak ve devamlı yükselecektir. Bu yükselişin
nihayeti yoktur. Kur’an ehlinin Cennet’te okumaya devam etmeleri, onların
Cennet nimetlerinden zevk duymalarını engellemez. Bilakis bu okuyuş, on-
lara en büyük lezzet ve zevk kaynağı olur demiştir.
ÂYİN 184
Avn-ül Ma’bud yazarı bundan sonra sözlerine devamla: Bazı âlimler de-
mişler ki; Kur’an-ı Kerim ile amel edenler, yani durum ve davranışlarını ona
uydurup yaşayışlarını bu ölçüye göre düzenliyenler, Kur’an okumasını bilme-
seler bile devamlı okuyormuş gibidir. Kur’an ile amel etmiyenler, yani yaşa-
yışlarını ona göre düzenlemiyenler ise devamlı okusalar bile hiç okumamış
gibi sayılır. Bu itibarla sırf okuyup ezberlemek, Cennet’teki yüce mertebelere
erişmeye vesile olmaz. Önemli olan, onunla amel etmektir.” (İ.M.ci: 9 sh:
570-571) (R.E. ci:1 sh: 283) (Aynı eser ci: 2 sh: 315’te de: Cennet’te Kur’an
âyetleri adedince derecelerin bulunduğu mealinde hadisler vardır ve
mevzumuzla da alâkalıdır.) (Şeriatın ebedîliği, bak: 3527.p.)
Mezkûr izahlara istinaden denilebilir ki: Dünya hayatında her
müslümanın tahkikî iman ve a’mal-i saliha ile manevîyat yolunda varabildiği
bir menzil ve mertebesi olup, o mertebe onun âhiretteki âyeti, me’vası ve
cennet-i hususiyesi veya Cennet-i Me’vadan istifade etmekte mertebe-i kabi-
liyeti gibi mânâlara da işaret vardır.
327/1- Bazı rivayetlerde zikrolunan “Tûba” yani şecere-i Tûba tabiri,
mes’elemizle de alâkalı olsa gerektir. Evet Tûba, Cennet’te bir ağaçtır ki;
Ebu Davud sünnet/17 ve S.B.M. 1346. ve K.H. 1683. hadisleri ile R.E. sh.
313’te 7. ve 11. hadislerinden ve Risale-i Nur’da “Tûba” kelimesinin geçtiği
yerlerden anlaşıldığı vechiyle bu ağaç, tecelliyat-ı esmaya azamiyet derecele-
riyle mazhar, bütün enva-i niam ve lezaiz-i cennatı mutazamın ve ehl-i cen-
netin dünyada kazandıkları derece ve kabiliyetlerine ve ihtiyacatına bitama-
miha cevap veren ve esmâ-i cemâliyenin ve bilhassa rahmetin eseri olan ve
bu dünyada mahiyetini idrakten âciz bulunduğumuz bir ağaçtır ki, cemâl sı-
fatının azamiyet derecesindeki tecellisinin mazharı ve kökü Arş-ı Azamda ol-
makla âlem-i âhirete doğru tedelliyen tecelli etmektedir. Bilhassa Cennet-ül
Me’va bu tecellinin mazharı olduğu anlaşılıyor. (Envar Neşriyat baskısı
Sözler sh: 92 deki Arabî son paragraf bu mes’elemize de bakar) (Bak: Cennet-
ül Me’va, Sûre)
328- ÂYİN w[<´~ : Merasim. Usûl. *Görenek. Dinî âdab. *Âdet, örf ve
kanun. *Ziynet, süs.
“İslâm’da fıkıh lisanı, âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar, fi-
lan camide herhangi bir tarikat âyini icra için te’sis yapacakları zaman vaki
olan müracaatlarında fetvahane tarafından verilen müsaadelerde âyin sözü
kullanılmayıp “icra-yı zikrullah” tabiri kullanılırdı. Sofiyede âyin lafzı
A Y N - E L Y A KÎ N 185
AYN-EL YAKÎN (Ayn-ül yakîn) w[T[7~ w[2 : Göz ile görür derecede,
görerek, müşahede ederek bilmek. (Bak: Yakîn)
329- AZİMET }W<i2 : Takva ile amel etmek. Kur’an (39:55) âyetinde
bildirildiği gibi Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalış-
mak. *Kesin karar vermek. *Yola çıkmak, gitmek. (Bak: Fetva; Ruhsat, Takva,
1535.p.)
“Laübaliler, ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle şiddetle ikaz edilir.”
(H.Ş.130)
329/1- Azimet yolu, haram ve şübheli şeylerden kaçmayı gerektiriyor.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin ikaz edici dersleri vardır. Bunlardan
bir kaç nümunesi şöyledir:
“Madem rızk mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır;
O hem Rahim, hem kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve
keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle;
vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mâl-i
haramı kabul eden düşünsün ki ne kadar muzaaf bir divaneliktir.” (M.418)
Hem “hırs yolunda her zilleti irtikab ve haram helal demeyip her malı
kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz.” (M.273)
Evet “helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak adeta manevî haya-
tını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek o nefse güç gelir.” (M.403)
Hem “Şimdi, malda ve rızıkta hileler ile sû-i istimal ile rüşvetle çok ha-
ram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkiyle sahib olmadığı ve on adam-
dan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenler-
den beş-altısı; ya zulûm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete
istihkakını kaybediyor.” (E.L.I.33)
AZİMET 186
Çünkü (6:121) ¬y²[«V«2 ¬yÁV7~ v²,~¬h«6²g< ²v«7 _ÅW¬8 ~YV6Ì_«# « «— âyetinin mânâ-yı sa-
rihinden başka bir mânâ-yı işarisi şudur ki: “Mün’im-i Hakikî’yi hatıra
getirmeyen ve onun namıyla verilmiyen nimeti yemeyiniz” demektir.
O halde hem veren Bismillâh demeli hem de alan Bismillâh demeli. Eğer o
Bismillâh demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen Bismillâh de, onun
başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al, Yâni: Ni-
metten in’ama bak; in’amdan Mün’im-i Hakikî’yi düşün. Bu düşünmek bir
şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet, onun eliyle
size gönderildi. (L.133)
Asrımızda cemiyet hayatı, iş münasebetleri ve kazançlar, çok cihetlerle
meşruiyet hududlarını aştığı ve faiz sistemi umumileştiği için, ehl-i takva ve
mutedeyyin zatlar çok dikkat etmeye mecburdurlar. (Bak: 412.p.başı)
* S.B:M. ci: 4 hadis: 659 ve S.M. ci: 7 sh: 255 hadis: 157, 158
AZRAİL 188
* Bizde “Seyda” lâkabıyla meşhur bir veliyy-i azîm sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kab-
zına müekkel melek-ül mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sev-
diğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin” diye
dergah-ı ilahiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.
** Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüş.
Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıcını eline almış, ona
meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.
AZRAİL 189
336- BAHAÎLİK tV[= _Z" : Batıl bir mezheb olan Babîlik’ten türemiş
batıl sapık bir mezhep.
Babîliğin kurucusu Şirazlı (İran’lı) Mirza Ali Muhammed Bab (1819-
1850), sapık düşünceleri sebebiyle küfrüne fetva verilerek Tebriz’de kurşuna
dizilmiştir. “Bab” lâkabını (takma adını) kendisi almış ve bu isme Bab-ı
Mehdî-i Muntazar (beklenen mehdi kapısı) mânâsını vermiştir. Kendisinden
sonra en yakın taraftarlarından Mirza Yahya Nurî ve Mirza Hüseyin Ali adla-
rında iki üvey kardeş Babîliğe sahip çıkmışlardır. Şaha karşı suikasta girişmek
suçundan sürgün edilmişler, önce Bağdad’a, oradan da İstanbul’a gelmişler-
dir. Buradan da taraftarlarıya beraber Edirne’ye sürülmüşlerdir (1864). Mirza
BAHİRA 191
“(28:52) ¬y¬V²A5« ²w¬8 « _«B¬U²7~ v;_«X²[«#~´ «w<¬gÅ7«~ Bundan, yani Kur’an verilmez-
den evvel kitab verdiklerimiz -Yehud’dan- içlerinde Ebu Rifaa bulunan 10
kişi iman etmiş, eza olunmuşlardı; ehl-i İncil’den 40 kişi Resulullah’a
bi’setinden mukaddem iman etmişlerdi; otuzikisi Ca’fer ibn-i Ebu Talib ile
beraber Habeşistan’dan gelmiş, sekizi de Bahira, Ebrehe, Eşref, Amir,
Eymen, İdris, Nafi’, Temîm Şam’dan gelmişlerdi; bu âyetin nüzulüne sebeb
bunlar olmuş ise de, âyetin mefhum-u ıtlakı üzere ehl-i kitabdan bütün iman
edenlere şâmildir.” (E.T.3746)
339- BAKAR hT" : (c. Bukur-Bikar) Öküz, dana, sığır. “Bakr, yarmak
demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması
itibariyle bu isim verilmiştir.” (E.T.381)
342- BANKA yT9_" : (İtalyanca i.) Faizle para alıp, veren, kredi, iskonto,
kambiyo işlerini gören ticarî kuruluş. Bankaların faiz alıp vermesi, dinimizde
kat’iyetle haramdır. (Bak: Faiz, Riba)
“Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun
kapları olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; on-
lar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır; onlar da zalimler.
Her dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır; onlar da sefihlerdir. Âlem-i
İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer’îde
yoktur. Zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her de...
m.” (S.730)
evladı Hayreddin Paşa, bir korsan değil, din yolunda muharebe eden
mücahid gazi idi... Beşiktaş’taki evinde vefat etti ve oradaki türbesine defne-
dildi.
347- BAST-I ZAMAN –_8ˆ ¬nK" : Az zamanda çok uzun bir zaman
yaşamış olmak. (Bak: Zaman)
dikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir. Tohumu İbn-i Sebe tarafından
atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında yaşıyan Ehvaz’lı Meymun ta-
rafından filizlendirilen Batıniye mezhebine en evvel, takiyyeyi terk ile alenen
davet eden Muhammed Ali Berkaî’dir (Hicri: 255).
beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkedi-
yordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâ-
de zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.
Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meş-
hur Şeyh Bahid Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan’ın
sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman
Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ülemâsı, Şeyh Bahid’den bu genç ho-
canın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir mü-
nazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhane-
ye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında
ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben:
Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda
etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fa-
kat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!”
Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki
defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken
beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid’den tâ Sulta-
nahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde:
“Zalimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” nidala-
rıyla ilerlemiştir.” (T.H.60)
359- Bediüzzaman’ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:
“Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftira-
lara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve di-
yanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki;
o “saadet-saray-ı medeniyet” tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel;
Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki
bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette
görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i
kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermâdır..”
(T.H.77)
“Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de ha-
yata adavet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın
mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum
ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin
oldu.” (T.H.61) (Tafsilat için aynı kaynak kitaba bakınız)
“Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstan-
bul’dan ayrılır.” (T.H.78)
360- “Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî,
medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab ha-
linde, “Münâzarat” isimli bir kitab neşretmiştir.” (T.H.79)
Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ülemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine,
Câmi-ül Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm
bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile
kabule mazhar olur. Bilahare buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” namıyla
tabedilmiştir.” (T.H.88)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 203
Onlardan bir zat dedi ki: “Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir
reyin var, fikrini beyan et.”
Ayakta durup dedim: “Sorun, cevab vereyim.”
Biri dedi: “Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?”
365- Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket
olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve
beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-
vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan
bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi
edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuv-
vet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken,
âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi
öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra
meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i ( ¬š y«V¬%«_2)
muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i ( ¬š y«V¬%³!) müstemirre bizi bekli-
yor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele
eden kazanır.
Birden meclis tarafından denildi: İzah et!
366- Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebe-
sine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da
istemez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebi-
daneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane,
hem tabiat-ı Âlem-i İslâma münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakası-
nın menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer
ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürecek
idik.
Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeri-
atta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetva-
sıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gad-
dar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecek idik.
367- Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)
Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı
kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe’ni,
tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazu’dur. Kitleler ma-
beynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir.
O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi
teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti
derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevî-
sine sebeb olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı,
yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu
medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış;
onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beynebeyne (ikisi
ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i
kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâakal ekseri-
yetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest
hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne
geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz
şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama
sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev’e ver-
diği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın
mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!
Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve ka-
bulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz
olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac
etmez, bel’ olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden
eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar), me-
deniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muha-
faza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar
tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u
hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit
mezc olunmaz, bel’olunmaz..
368- Dediler: Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?
zannedip taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip
seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yeyip o
günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah
istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü
pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 208
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık.
Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan ya kırktan yalnız biri, ihsan ettiği
maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı.
¬ «Ÿ¬U²LW²7~ u¬±Z«K# «t¬7«g«6 ¬ ~«‡YP²EW« ²7~ d[¬A# ¬ ~«‡—hÅN7 ~Å–«~ _«W«6
379- Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında
iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 213
Hem darb-ı mesel olmuş “keçinin kurttan havfı” ızdırar vaktinde muka-
vemete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte hârika
bir şecaat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir demir gülle
içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet
şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi... Fıtrî bir heyecan
demir güllede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kal-
dıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâ-
miyet’in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla
her vakit mucizeleri gösterebilir.” (A.B.114-119) diyerek İngiliz emperyaliz-
mine karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir.
Hem yine İngilizlere karşı başka bir beyanatında şöyle diyor:
“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstan-
bul’u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Angli-
kan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual so-
ruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye’nin azası idim. Bana de-
diler: “Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar.”
Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile
değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte görüyorsu-
nuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde
sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor.. Tükürün o ehl-i zul-
mün o merhametsiz yüzüne!... demiştim.” (T.H.138)
380- Evet 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî dairesi olan Angli-
kan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu mezkûr suale, o
zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Haz-
retlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:
381- “Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte
kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr sure-
tinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek
şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi.
Şematetine karşı, yüzüne “tuh!” demek; desisesine karşı küsmekle sükût et-
mek; inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu
muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birin-
cide:
“Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?”
Dedim: İşte Kur’andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas
maksad-ı Kur’an.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 214
Buna dair şahidim: (112:1) ²f«&«~ yÁV7~ «Y; ²u5 da (11:112) « ²h¬8~_«W«6 ²v¬T«B²,_«4
Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?”
Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim:
384- Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne ba-
hane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn ku-
mandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya
tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı
da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı
ve delaili dinlemiyen ve safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi
kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel
taşları sağlam gerek.
Şu meclisin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı
saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve et-
tirmekle mânâ-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört
şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muh-
taç, olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesi-
ni unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburi-
ye, mânâ-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek
ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde
bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya
sebebiyet verecektir.
İnşikak-ı asâ ise, (3:103) _®Q[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~YW¬M«B²2~«— âyetine zıddır.
Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha me-
tindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî,
ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı
manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek
çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı
mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız.
Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın
şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza
etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün,
za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder.
-Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden
istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri
yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç
makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzata-
rak:
-Paşa.... paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır.
Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye
verir, ilişemez.” (T.H.138-143)
Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatıyor:
“Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal
şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni bu-
raya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şey-
ler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Na-
maz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot
kırdım. Hâzır meb’us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini
tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini
geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi,
ikinci gün hususi riyaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise”
içinde bulunan “Meselâ: Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemâlden ilââhir ....”
cümlesinden başlıyan, tâ “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona
söyledim. (*) Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana iliş-
memesi, hatta taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde ku-
mandanların (**) bu üç acib hâletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphe-
siz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şâkirdlerin şahs-ı mânevîsinin hârika
bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.” (E.L.I.246)
386- “Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en el-
zem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve
kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhi ve mu-
cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin ba-
şına geçen yeni Hükümet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a
istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmi-
yet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti
* Müslim 2937. hadis ve İbn-i Mace 4077. hadiste (hacîc) ifadesi, “hasmını hüccetle ye-
nen” mânasına tefsir edilir. (Bahsimiz: 435/l.p ve 524. p.da zikredilen rivayetlerle de alâkalı-
dır.) (Hazırlayanlar)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 220
1921
-Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabı
-Bediüzzaman, Kuvâ-yı Milliyeyi destekliyor
404- 1922
-Bediüzzaman İstanbul’dan Ankara’ya geliyor
-9 Kasım 1922: Bediüzzaman’a Meclis’de hoşâmedî yapılması
1923
-19 Ocak 1923: Bediüzzaman Meclis’te mebuslara hitaben bir beyan-
name neşrediyor
-17 Nisan 1923: Ankara’da umduğunu bulamayan Bediüzzaman’ın Van’a
gitmek üzere yola çıkması
1925-1927
-Bediüzzaman’ın Van’dan nefyi
-Aynı sene içinde Bediüzzaman Van’dan İstanbul’a oradan da Burdur’a
getiriliyor
-Isparta’da bir müddet kalan Bediüzzaman, önce Eğridir oradan da
Barla’ya getiriliyor
-Risale-i Nur’lar te’lif edilmeye başlanıyor
405- 1934
-Barla’dan alınan Bediüzzaman’ın Isparta’ya getirilişi
-27 Nisan 1935: Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum
Kumandanı askerî bir kıt’a ile Isparta’ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olu-
nuyor
-Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere
Eskişehir’e götürülüyor.
1936
-27 Mart 1936: Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu’da ikamete
mecbur ediliyor
-Üç ay karakolda kalan Bediüzzaman, karakol karşısında bir eve yerleşti-
riliyor
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ 231
1943
-20 Eylül 1943: Bediüzzaman’ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla An-
kara’ya getirilmesi
1944
-Denizli mahkemesinin başlaması
-15 Haziran 1944: Denizli Ağırceza Mahkemesi Bediüzzaman’ın
beraetini ilan ediyor
-Ağustos 1944 sonlarında Ankara’dan gelen emirle Bediüzzaman Emir-
dağ’da ikamete mecbur ediliyor
406- 1948
23 Ocak 1948 : Emirdağ’da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin
tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki
-6 Aralık 1948: Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla
Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz
1949
-20 Eylül 1949: Halkın tezahüratına mâni olmak için Bediüzzaman Af-
yon hapishanesinden gece yarısı tahliye ediliyor
-20 Kasım 1949: Bediüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a getirilişi
1952
-Ocak 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi için Bediüzzaman İstanbul’a
geldi.
-22 Ocak 1952 Salı: Gençlik Rehberi mahkemesinin ilk duruşması
-5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman’ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti
1953
-Nisan 1953: Bediüzzaman tekrar Emirdağ’a geldi.
-Mayıs 1953: İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın üç ay kadar kalması
-Bediüzzaman’ın Patrik Athenagoras’la görüşmesi
-Onsekiz yıllık ayrılıktan sonra Barla’ya gelişi
BEDR MUHAREBESİ 232
407- 1956
-23 Mayıs 1956 Sekiz senedir devam eden Afyon Mahkemesinde Risale-i
Nurların beraeti ve iade edilmesi
1957-1958
-Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat’ın matbaalarda neşredil-
mesi
1960
-23 Mart 1960 Çarşamba: Bediüzzaman, Ramazan’ın 25. günü gece saat
03.00 civarında bu fani âleme veda etti
-12 Temmuz 1960 Salı: Mezarı açılan Bediüzzaman’ın naaşı çıkarılarak
askerî bir helikopterle meçhul bir istikamete götürülüyor.
409- “(8:77) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U«7—« «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡ _«8—« nass-ı kat’isiyle ve ehl-i
tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadîsin ihbariyle,
Gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı
B E KA 233
˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- (29) dedi. ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi bir kelâm iken onların
herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne
gitti; herbiri kendi gözü ile meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.”
(M.135)
Mezkûr mucize ile inayet-i İlâhiye imdada yetiştiği gibi; yine bu Bedir
Harbinde, (3:125) âyetiyle bildirildiği gibi bazı melâikeler iştirak etmiştir. Bu
İlâhî nusret hâdisesi, S.B.M. ci: 10, Hadis: 1564’de de mezkûrdur.
410- BEKA š_T" : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. *Dâim ve sâbit
olma. *İlm-i Kelâmda: Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk’ın bir sı-
fatıdır. *Bâki olmak. Ebedilik. (Bak: Adem, Aşk)
Bir vecize şeklinde ifade edilen “Eğer vermek istemeseydi istemek ver-
mezdi.” (M.302) kaidesince insanlara Allah neler ihsan etmiş ve edecekse, o
nimetlere karşı da birer ihtiyaç ve o nimete mahsus bir nevi mide vermiştir.
Bu nimetlerin en büyüğü, belki sonsuzu, Cennet hayatındaki ebedîlik nime-
tidir. Bu ebedîlik nimetinin midesi de, insan vicdanının temeline konulmuş
olan gayet şedid “beka isteği”dir. Âhiretteki beka nimetini gaflet veya inkâr
ile göremeyen insan, sonsuza müteveccih olan bu fıtrî hiss-i bekayı, fâni
dünya hayatına tevcih eder. Tevehhüm-ü beka cihetiyle ve hırs-ı hayatla
dünya hayatına, o acib his ve hırs ile sarılır.
Âhiretteki beka için verilen ve gayet ehemmiyetli olan hiss-i bekayı böy-
lece su-istimal eder ve faniyatla tatmin olamıyan, o hissin azabını daha dün-
yada iken çeker. (Hırs-ı hayat ve aşk-ı beka, hayat-ı bâkiyeye tevcih edilmezse dün-
yaya yapışır, bak: 719, 720, 1269.p.lar)
410/1- “Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin
ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve
insan, acib cemiyetli istidadiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için
yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde
var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelme-
diğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve
hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir
milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir
Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu na-
zara alınmıştır ve alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı
ve kazançların helâl olduğu, gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıl-
dığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh istihsan edilirken; fitneye düşmüş,
helâl kazanç zorlaşmış, ahlâksızlık ve günahlar umumileşmiş, dinin muhafa-
zasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan cemiyetlerde
ise, nikâh yani evliliğe teşvik görülmemektedir. Ezcümle:
411/1- Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir:
¯f«7—« « «— ¯}«%²—«i¬" y²V¬R²L< ²v«7«— ¬y¬K²S«X¬7 ˜_«X«B²5¬~ ~®f²A«2 yÁV7~ Å`«&«~ ~«†¬~
Yani: “Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet
için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile
meşgul ettirmez.” Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir.
Çünkü “200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü
hafif olanınızdır” mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile, “İzdivaç ediniz, ço-
ğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli) çokluğunuzla (Bak:
1974.p.) iftihar edeceğim” mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.”
(Levami-ul Ukul Şerhi, ci: 1, sh: 173)
Nitekim bu husus, bir önceki pragrafta bir nebze izah edilmiştir. Mezkûr
hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve R.E. ci: 1, sh: 25’de de geçer. Aynı eserin
aynı sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir: “Allah bir kulu sevdiğinde,
onu dünyadan korur.” “Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar,
âhiret işlerini ise açar.”
Bir rivayette de: Kişinin hamiyeti dünya olursa, meşgalelerinin artırıla-
cağı, âhiret olursa, azaltılacağı haber verilir. (R.E.104)
Bediüzzaman Hazretleri de bu mânâyı te’yiden şöyle der:
“Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya
küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.” (L.42)
“Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.”
(M.278)
“... Evet, Cenâb-ı Hak (C.C.) bir abdini severse, dünyanın süs ve
zinetlerini ona sevdirmez. Belki bela ve musibetlerle ona kerih gösterir.”
(M.Nu.193)
412- Şafiî fıkhına ait Büceyrimî adlı kitabda şu hükümler var:
B E KÂ R 236
Bu iki hadisi; Nur suresinden (24:32) ²vU²X¬8 |«8_«<« ²~ ~YE¬U²9~«— âyet-i ke-
rimesinin tefsirinde “Keşşaf” nakletmiştir. Ve yine bu iki hadis, Ruh-ul Be-
yan Tefsirinin 2. cild, sayfa: 766’da “Kevaşi” tefsirinden nakledilmiştir. Hem
İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sinde de mezkûrdur.
Aynı mevzudaki diğer hadislerden birkaçı da şöyledir:
“hafif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Resulallah hafif-ül haz nedir?”
Buyurdu ki: Çoluk çocuğu az olanlardır.” (31)
değildir. Belki «‰_ÅX7~ p«S²X«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ h²[«' (34) hadisinin sırrıyla, hayat-ı
içtimaiyeye hizmet etmek için içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa
selef-i salihînden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten gir-
mişler. Dünyanın fani müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki,
hayat-ı ebediyelerine hizmet etsinler.
Madem şahsî ve hususî kemâlat-ı bakiyesi için dünyayı terk edenler, se-
lef-i salihînden çok var. Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak, çok bi-
çarelerin saadet-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemeleri ve imanlarını tak-
viye edip kurtarmaları için ve o hakikat-ı Kur’aniye ve imaniyeye tam hizmet
etmek ve hariçten gelen, dahilde çıkan dinsizlere karşı dayanmak için zail ve
fani dünyasını terk etmek, elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil, belki
hakikat-ı sünnete mutabakattır. Ve Sıddık-ı Ekber’in “Cehennem’de vücu-
dum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta azamî
sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Said bütün ömründe tecer-
rüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.” (H.R.25)
417/1- Bu tecerrüd hali Bediüzzaman’a has kalmamıştır. Asrımızdaki
gibi dehşetli fitnenin istilası karşısında bulunmayan geçmiş asırlardaki pek
çok veli zatlar ve şahsiyetler, dine ve ilme hizmet gayesiyle, hatta şahsî
kemâlat kazanmak için dahi bekâr kalmışlardır. Ezcümle:
Hadis ve fıkıh imamlarından meşhur Nevevî (Muhyiddin Ebu Zekeriya
Yahya bin Şeref Hazretleri Mi. 1233-1277) ki; “Şam’ın ünlü medresesi
* Aslı Arabça olan bu eserin tercümesini, “Hz. İsa’dan Bediüzzaman Said Nursî’ye Meş-
hur Bekârlar” isimli çalışmanın sahibi muhterem Necmeddin Şahiner’den aldık.
B E KÂ R 241
Çok kimseler Bişr-i Hafi’yi derviş, ehl-i tasavvuftan birisi olarak bilir.
Ancak o aynı zamanda bir fikir adamı ve düşünürdür.
5- Hennad b. es-Serrî: Zehebî’nin “Tezkirat-ül Huffaz” kitabında ona
dair şu malumatlar bulunur: “Hâfız, örnek, zâhid ve müttaki bir şahıstır.
Muhaddistir.” En-Nişaburî de onu şöyle anlatıyor: “Hennad çok ağlıyordu,
çok da Kur’an okuyordu. Asla evlenmedi ve buna teşebbüs de etmedi.”
6-. Et-Taberî: Müçtehid imamlardandır. Hüccet, müfessir, muhaddis, fa-
kih, usulcü, lügat âlimi, nahivci, edib, şair, muhakkik, müellif ve muallimdir.
Amul beldesinde doğdu. 7 yaşındayken Kur’anı hıfzetti. 9 yaşındayken hadis
yazmaya başladı. 12 yaşına girdiğinde ilim yolculuklarına çıkmış, memleke-
tinden ayrılmıştı. Bütün İslâm âlemini bu aşk ve şevkle dolaştı. Horasan,
Irak, Şam ve Mısır beldelerini gördü. Sonra Bağdad’a yerleşti. Henüz genç
yaştayken ilmî yönden imamet aldı.
Taberî Hi. 310 yılında bekâr olarak vefat etmiştir. Geride ne zevce ne de
evlad ü iyal bıraktı. Sadece pahasız bir ilim ve kıymeti takdir edilemiyecek bir
çok eser bıraktı. Yaşadığı asra öyle bir mühür vurdu ki, kıyamete kadar
Taberî Asrı olarak kalacak, eserleriyle Allah indinde en yüce mevkiyi alacak-
tır.
7- El-Enbarî: Nahivci, müfessir, edib, ravi, hâfız-ul Kur’an sıfatlarıyla
maruftur. Hi. 271’de doğmuş, 328’de vefat etmiştir. Bu büyük âlim, hayatı
boyunca güzel yemekler yemekten hep kaçmıştır. İlminden alıkoyma endişe-
siyle kadınlara aslâ alâka duymamıştır. Hıfzetme yönü çok kuvvetliydi. Buna
müvazi olarak da ilmi derindi. Kendinden sonra gelecek bir nesil ve zürriyet
yerine, otuzdan fazla pek kıymetdar te’lifatı bırakmayı tercih etmiştir ki, bu
eserleri toplam beşyüz bin yapraktan müteşekkildir.
8- Ebu Ali el-Farisî (Hi. 288-377): Fars beldesinden Fesa şehrinde dün-
yaya geldi. İlim tahsiline başladığı yıllarda Bağdad’a giderek orada yerleşti.
Daha sonra oradan da ayrılarak, diyar diyar dolaşmaya başladı. Hi. 348’de Şi-
raz’a yerleşti. Gezip dolaştığı yerlerde hep soru yağmuruna ve imtihana tabi
tutuldu. Bereketli bir ömür geçiren Ebu Ali, ilme ve ilim ehline hizmeti ken-
dine şiar edindi. Ömrü boyunca evlenmedi. Zürriyet ve nesil olarak sadece
kitablar, tasnifat ve bunlara dercettiği ilmi bıraktı. Yirmibeşe baliğ olan eser-
leri, kıyamete kadar en hayırlı bir evlad mesabesinde olacaktır.
9- Ebu Nasr es-Siczî: Hadis imamı olarak yaşadığı asırda dikkatleri çek-
miştir. Haremeyn’e ve Mısır’a gitmiş, buralarda te’lifatta bulunmuştur. Bir
B E KÂ R 242
çok talebe yetiştirmiştir. Ömrü boyunca evlenmeyip ilim tahsiline çalışan de-
ğerli âlimlerdendir.
10- Ebu Sa’d es-Semmanurrazî: Basra’lıdır. Zahid ve âlim sıfatlarını ha-
izdir. Hi. 371’de doğmuş, 445’te vefat etmiştir. Müfessirdir. Doğudan batıya
birçok ülkeyi gezmiştir. Bir çok âlim ve şeyhten ders almıştır. 74. yaşında hiç
evlenmeyerek ömrünü tamamlamıştır.
11- İbn-ül Mübarek b. Ahmed el-Bağdadî (Hi.462-538): Es-Sem’anî
onun çok sağlam bir hâfız ve ravi olduğunu söyler.
12- Ebu-l Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî: “Harezm
Beldesinin Fahri” lakabıyla da bilinir. Hi. 467 yılında doğmuş, 538’de vefat
etmiştir. Horasan’a gelmiş, buradan Bağdad’a bir çok defa geçmiş, büyük
ülemalarla görüşüp onlardan ilim almıştır. Lügat, nahiv ebediyat ilmini
Harezm’de tahsil etmiştir. Kendine bir çok övücü lakablar takılmış, sözler
söylenmiştir.
Evlilikten uzak duruşundaki mazeretini, babalarına isyan eden bazı ço-
cukları görmesine bağlamıştır.
13- İbn-ül Hussab (Hi. 492-567): Zamanının nahivce en âlimi sayılan bu
şahıs, ayrıca tefsir, hadis, şiir, Arab dili, mantık, felsefe, hesab ve hendese
dallarında da hayli bilgi sahibiydi. Bütün bu dallarda çeşitli eserler vermiş ve
bir çok talebe yetiştirmiştir.
14- Ebu-l Fettah Nasuhuddin el-Hanbelî (Hi. 501-573): Fıkha ağırlık
vermiş, bu dalda bir hayli ilerlemiştir. Neticede bir çok fakihe ders verir hale
gelmiştir. Usulen ve füruen, mezheben ve hilafen bu dalda çalışmıştır. Fıkıh
ilmini elde edebilmek gayesiyle bir çok beldeyi dolaşmış, bir çok âlime yol
göstermiştir. Yetmiş sene boyunca fetva vererek, talebe yetiştirerek zamanını
geçirmiş, evlenmeye fırsat bulamamıştır.
15- Cemalüddin Ebu-l Hasan Ali b. Yusuf Eş-Şeybanî (Hi. 568-646):
Mısır’ın yüksek kısımlarında bulunan Kıtf bölgesinde doğdu. Kahire’de geli-
şip büyüdükten sonra, ilim tahsilini Haleb’de yaptı. Fen ilimlerinde ihtisas
sahibi oluşunun yanısıra nahiv, fıkıh, hadis, mantık, matematik, astronomi,
hendese ve tarih ilimlerini de öğrendi. Bir çok eserleri bulunan ve nice tale-
beler yetiştiren bu zat, hayatı boyu asla evlenmemiş, kendini sadece ilme
vermiştir.
16- İmam-ı Nevevî (Hi. 631-676): Küçük yaşlardan itibaren parlak zeka-
sıyla dikkatleri üzerine çekti. Dörtbuçuk ayda Et-Tenbih kitabını ezberledi.
B E KÂ R 243
ğında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz
medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk,
ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil
mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir.
Mütebakisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sa-
dık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de da-
vacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı
olur.” (K.L.252)
“Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor.Terbiye-i
İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize
yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı
dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak
lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevî mu-
vakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere
sokar. Eğer şer’an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u
şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer. Kıskançlık da
müdahale ederse daha berbad olur.” (E.L.II.49)
418- Evlenmede icbar olamaz. Çünkü icbar, mes’uliyeti kaldırır. Evlendi-
rilmeleri istenen erkek veya kız, ebeveyn olmak mes’uliyetine gireceklerinden
dolayı; evlenip evlenmemekte kendi ihtiyar ve rızaları olması şarttır. Ebeveyn
ve velileri onları evlenmeye zorlayamazlar. Zira böyle bir zorlama, mes’uliyet
kaidesini ihlal eder.
Meşhur ve mu’teber Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu bu
mevzuda geniş izahat verirken ezcümle şöyle der:
“Büluğ çağına eren bir erkek çocuğun hıyar-ı büluğu, ömrîdir. Binaena-
leyh bâliğ veya nikaha muttali olduğu mecliste sükût edivermesiyle veya kal-
kıp gitmesiyle, bu hıyar hakkı sâkıt olmaz. Sarahaten veya delâleten rızası
bulunmadıkça, ömrünün sonuna kadar devam eder. Sarahaten rıza: “Akd-i
nikaha razıyım” gibi bir söz ile olur. Delâleten rıza da: “Zevcesine dühul et-
mek, zevcesini takbil etmek, zevcesinin mehr ve nafakasını vermek” gibi rı-
zaya delâlet eden bir fiil ile tahakkuk eder.
Sagir ve sagire bâliğ olunca hıyar-ı büluğlarını “Nikahı feshettim” veya
“Nikahı reddettim” veya “Vaki olan nikaha razı değilim” gibi adem-i rızaya
delâlet eden bir söz ile istimal ederler. Bunlara “Şimdi bâliğ oldum” “Şimdi
âdet görmeğe başladım” sözleri de ilave edilebilir.
B E KÂ R 246
Hıyar-ı büluğunu istimal eden tarafın talebi üzerine hâkim iki taraf
müvacehesinde nikahı fesheder. Şayet birbirine tezviç edilmiş olan iki ço-
cuktan biri daha evvel bâliğ olup hıyar-ı büluğunu istimal edecek olsa, hâkim
diğerinin velisi huzurunda veya mansub vasisi müvacehesinde aralarını tefrik
eder.” (H.İ. ci: 2 sh: 52)
Yukarıda nakledilen, evlenmede icbarda bulunmamak hakkındaki fıkhî
hüküm esasen hadislere istinad etmektedir. Ezcümle: S.B.M. ci:II hadis: 1806,
1807, 1808 ve S.M. 16. Kitab-ün Nikah 9. Bab ve İbn-i Mace 9. Kitab-ün
Nikah 11. ve 12. Bablar mezkûr hükmü beyan eder.
419- Evlad ü iyal sahibi olmanın getireceği bazı mes’uliyetler ve manevî
zararlar ile alakalı ve ikaz edici âyetlerden birkaç not:
-İnsanlar için evlad-ü iyal, mal ve servet gibi nefsin isteklerine meyil ve muhabbet, ge-
çici dünya metaıdır. Halbuki asıl meyil ve gaye, âhiret olmalıdır: (3:14, 15)
-Mal ve evladın, bazı şartlarda, bir fitne olduğu: (8:28)
-Âhirette ne mal ve ne de evlad fayda veremez, ancak kalb-i selim (dünya malı ve
evlad ü iyalin derd-i maişetiyle ve onların manevî mes’uliyetleriyle bozulmamış ve
kemâlat kazanmış kalb) fayda verir: (26:88, 89)
-İnsana kurbiyet-i İlahiyeyi kazandıran mal ve evlad değil, ancak hakiki iman ve
a’mal-i salihadır: (34:37). Ve (18:46) (19:76) (28:80) âyetleri de aynı mânâ ile
alâkalıdır.
-Mal ve evlad ü iyal, zikr-i İlahîden (marifetullahtan) alıkoymamalı.(Mal ve evlad
ü iyal meşguliyeti) mani olması ile, âhirette hüsrana sebebdir: (63:9)
-Aile ve evladdan bir kısmı (cihada, din yolunda çalışmağa mani olmak ve manevî
mes’uliyetleri cihetinden getirecekleri zararlar itibariyle) düşmandır. (Bu gibi
sebeblerden dolayı) onlardan kaçının ve çekinin: (64:14, 15)
Ancak birkaç örnek için sure ve âyet numaralarını verdiğimiz bu ve em-
sali âyetler bilhassa asrımız itibariyle şayan-ı teemmül ve ibrettir. Ansiklope-
dinin hacmi itibariyle tafsilata girilmemiştir.
419/1- Yukarıdaki nakillerden netice olarak anlıyoruz ki, dünyada iffet
ve huzura, âhirette de ebedî saadete medar olması gereken aile hayatının teş-
kilinde hissî ve ölçüsüz hareket etmek, (bilhassa asrımızın cemiyet şartları
içinde) maddî ve manevî sıkıntı ve mes’uliyetlere sebebiyet verebilir. Esasen
evlilik meşru olup teşvik edilmesi gerekirken, yukarıda görülen ciddi ikazla-
rın yapılması, -daha çok- bozuk cemiyetler içindir. Şu halde aile yuvasını
B E KT A Ş - I V E L İ 247
kurmak isteyen kimse refika-i hayatını seçerken asgari şart olarak; mimsiz
medeniyetin aşıladığı modalarına hevesli ve bağlı olmamak, ciddi mütedeyyin
olmak, gayr-ı İslâmî âdetleri kalben ve fikren istiskal etmek, fiilen de onlar-
dan uzak durmak ve dindar zevcine itaatkârlık gibi seciyelere sahib olup ol-
madığına dikkat etmelidir.
Mezkûr asgari şartların fıtrî ve hissî seviyede tahakkuku için, kadının geç-
miş hayatında yani evlilik öncesinde İslâmî hayatı yaşıyarak vicdaniyat şek-
linde (Bak: Vicdaniyat) melekeleşmiş bir dindarlık derecesini kazanmış olması
gerektir. Zira Kur’an (4:3) âyetinde geçen « _0 kelimesinin maziyi ifade et-
tiğine dikkat etmek gerektiği gibi, ekseriyetle zevi-l ukûl için kullanılan ²w«8
mevsûlüne bedel ma-i mevsûlenin gelmesi; kadının sîret, seciye, şefkat gibi
tayyibiyetine yani güzel hasletlerine işaret olduğunu da ehemmiyetle teem-
mül etmek gerektir.
419/2- Bilhassa asrımızda olduğu gibi sefih cemiyetlerde görülen açık-
saçık kadın ve kızların erkeklerle ihtilatlarıyla hayasızlık artar, zina çoğalır.
Böyle zamanlarda evlenen kimse daha dikkatli olmalıdır. Kur’an (5:5) âye-
tinde “zina yapmıyan ve gizli dostlar edinmeyen kadınla evlenmek”, yani
aksi sıfata sahib olanla evlenmemek emrediliyor. Bu gibi âyetlerin asrımıza
bakan dersi, calib-i dikkattir. Hassaten (gizli dostlar edinme) hususu, intişar
eden bir felaket gibi görünüp, ehl-i namusu daha çok ihtiyata sevkediyor.
Kur’an (24:26) âyetinde de, ekser âlimlerin verdiği mana ile: Habis kadınlar
habis erkeklere, habis erkekler habis kadınlaradır, diyerek müslüman ehl-i
namusu aynı mevzuda ikaz eder.
Bir atıf notu:
-Bozuk cemiyetlerde evlad ü iyal mes’uliyetleri, bak: 162, 163, 168, 177, 181,
183.p.lar.
420- BEKTAŞ-I VELİ |7— ¬Š_BU" : Asıl adı Seyyid Muhammed bin
İbrahim Ata’dır. Hicri 680 senesinde Horasan’ın Nişabur şehrinde tevellüd,
773’de Anadolu’da Kırşehir’de vefat etti. Hacı Bektaş denilen yerdedir. Şeyh
Lokman-ı Horasanî’nin halifesi idi. Bu da Şeyh Ahmed-i Yesevî’nin halifesi
idi. Bu da Yusuf-u Hemedanî’nin halifesi idi. Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri,
Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri askeri kurulurken dua etti. Bundan
feyz alanlara “Bektaşi” denildi. Bu temiz, iyi bektaşiler zamanla azaldı.
BELA 248
1300’den sonra hiç kalmadı. Bu mübarek ismi bir kısım sapıklar kendilerine
perde yapıp, İslâmiyet’e aykırı fikir ve hareketlerini yaymak istemişlerse de
pek muvaffak olamamışlardır. Günümüzde Bektaşi tarikatı, asliyetini kaybe-
dip, doğru yoldan ayrılmış durumdadır.
düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme sanatı. Mukteza-yı hale mutabık söz
söylemek. *Belâgat, hem düzgün hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin
de adıdır. Ve maâni, beyan, bedi’ diye üç kısma ayrılır. (Edebiyat
Lügatından) (Bak: Beyan, Edebiyat, Muallekat-ı Seb’a)
422- “Muhakkaktır ki: Tenzil’in hassa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise: Be-
lâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise: Hasais ve mezaya, ba-
husus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle
temaşa etmezse, mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalib-i
Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülat-ı İlahiye tabir
olunan müraat-ı efham ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır.
Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’anın hakkını bahs ve kıyme-
tini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle,
Kur’an-ı te’vil etmesinler. Zira her hakikattan daha zâhir ve daha vâzıh ta-
hakkuk etmiş ki; Kur’an’ın mânâları hak oldukları gibi tarz-ı ifade ve suret-i
mânâsı dahi belîgane ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o
menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın ifa-i hakkında mutaffifinden oluyor.”
(Mu.63)
“Kur’anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu ta-
bakalara müraaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere,
çok yerlerde ta’mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak
bırakıyor ki; ehl-i belagat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihti-
maller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.”
(İ.İ.47) (Bak: 2112.p.)
423- “Meselâ: (2:5) «–YE¬V²SW²7~ v; «t¬\³«7—~ da bir sükût var, bir ıtlak var.
Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabil-
sin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki: Bir kısım muhatabın maksadı,
BELAGAT 249
ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı, yalnız Cennet’i düşünür. Bir kısım, saadet-i
ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım,
rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hâkeza... Bunun gibi pek çok yerlerde
Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade
etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte «–YE¬V²SW²7~ der. Neye felah
bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der:
“Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem’den felah
bulursun. Ey sâlih!.. Sen Cennet’e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İla-
hîye nâil olursun. Ey âşık!.. Sen rü’yete mazhar olursun.” ve hâkeza..”
(S.394) (Kur’anın muhatablara göre hitabı, bak: 2119.p.)
424- “Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan
belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından
süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin kayıtların,
hey’etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun
takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.
Meselâ: (21:46) «t¬±"«‡ ¬ ~«g«2 ²w¬8 °}«E²S«9 ²vZ²BÅK«8 ²w\¬ «7«— olan Âyet-i Kerime
nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki: Bu kelâmdaki maksad ve esas, pek az bir
azab ile fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr kelimeler ve kayıt-
lar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar. Ezcümle: Şek ve ihtimali
ifade eden ²–¬~ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve
keza °}«E²S«9 sîgasıyla ve tenviniyle, azabın ehemmiyetsizliğine îmadır. Ve keza
Åj«8 kelimesi, azabın şedid olmadığına işarettir. Ve keza teb’izi ifade eden
²w¬8 ve şiddeti gösteren “nekal” kelimesine bedel, hiffeti îma eden ¬ ~«g«2 ke-
limesi ve ¬± «‡ kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve
ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar:
mektir. Kadı Beyzavî, Sure-i Bakara’da ²vU= ¬‡_«" |«7¬~ ~Y"YB«4 (2:54) de der ki:
Bu terkibin aslı, bir şeyin gayrisinden hâlis olması mânâsındadır ki, ya “hasta
marazından, medyun deyninden berî oldu” dedikleri gibi tafassî (halas ol-
mak) tarikiyle olur veya ¬w[¬±O7~ «w¬8 «•«…~´ yÁV7~ ~ «h«" gibi inşa suretiyle olur. İlh..
Bu iki mânâ ile de kelime lisanımızda müsta’meldir. Meselâ, “Beraet-i
zimmet asıldır” denildiği zaman, ibtidaen inşa suretiyle olan hulûs ve selâmet
mânâsı kasdedilir. Cezada cürümden berâet de böyledir. Lâkin deynden
berâet bu suretle olabildiği gibi, ibra veya istifa suretiyle de olur ki, bu da
tafassî tarikıdır.
Hukukta böyle olduğu gibi bundan me’huz olarak kelimenin bir de hu-
kuk-u siyasiyye ve harb nokta-i nazarından mukarrer ma’nası vardır ki, bu-
rada asıl maksud olan da odur. Nitekim Ebu Bekr-i Razi bunu izah ile Ah-
kâm-ı Kur’anda der ki: “Berâet, kat’-i muvâlat ve irtifa-i ismet ve zeval-i
emandır”. Fahreddin-i Razi de tefsirinde der ki: “Berâetin ma’nası, inkıta’ı
ismettir.
}=~I" ¶~I"~ –Ÿ4 w8 a=I" denilir ki, beynimizde ismet inkıta’ etti, ara-
mızda alâka kalmadı demektir. İlh..” Ve işte burada berâet her hangi bir ke-
BERAET-İ ZİMMET 251
427- BERAT ~I" : Nişan. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi
kâğıt. (Bak: Şühur-u Selâse)
Bir zat, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan iyâli için taam istedi.
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, yarım yük arpa verdi. Çok zaman o
adam iyâli ile ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor.
Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı; noksan ol-
mağa başladı. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a geldi, vak’ayı beyan
etti. Ona cevaben ferman etti: ²vU¬" «•_«T«7—« y²X¬8 ²vB²V«6« « y²V¬U«# ²v«7 ²Y«7 (35) Yâni:
² «h²-_«4 «a²9«~—« _«9«~ «|¬T«" (36) Ben içtim. “İçtikçe, iç!” ferman eder. Ta ben
dedim: “Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelal’e kasem ederim, yer kalmadı ki
içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillah deyip hamdederek bakıyesini içti.
Yüzbin âfiyet olsun.
İşte şu sâfi hâlis, süt gibi lâtif, şüphesiz mucize-i bâhire-i bereket, beşyüz
bin hadisi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha
ile nakilleri, gözle görmek kadar kat’î olmakla beraber, Medrese-i Kudsiye-i
Ahmediye (A.S.M.) olan Suffe’nin namdar, sâdık, hâfız bir şâkirdi olan Ebu
Hureyre’nin umum Ehl-i Suffe’yi manen işhad ederek, âdeta umumunu tem-
sil edip şu ihbarı, tevatür derecesinde kat’î telakki etmiyenin, ya kalbi bozuk
veya aklı yok.
Acaba, Hazret-i Ebu Hureyre gibi sâdık ve bütün hayatını hadise ve dine
vakfeden; ¬‡_ÅX7~ «w¬8 ˜«f«Q²T«8 Ì~ÅY«A«B«[²V«4 ~®f¬±W«Q«B8 Å|«V«2 « «g«6 ²w«8«— (37) hadisini işiten
olan _ÈA«. š«Ÿ«A²7~ vU²[«V«2 Å`M«7 pÅ6 Çh7~ „Y[ÇL7~ « ²Y7« «— (38) yâni: “Beli bükülmüş
432- BERZAH „ˆI" : İki âlemin arası. *Kabir. Dünya ile âhiret arası.
*Perde. *Sıkıntılı yer. İki yer arasındaki geçit. *Mania, engel.
Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Ber-
zah büyük ve manevî bir âlemdir. İslâm Ansiklopedisi berzah kelimesinin
Farsçada (sokak, köşebaşı) mânâsındaki (berzen)’den Arabçalaşmış oldu-
ğunu kaydeder. (Bak: Âlem-i Berzah)
(3:96)_®6«‡_«A8 «}ÅU«A¬" >¬gÅV«7 ¬‰_ÅXV¬7 «p¬/— ¯a²[«" «Ä—Å «~ Å–¬~ âyeti mantukuna nazaran
Kâbe-i Muazzama ruy-i zeminde mevcud mâbedlerin en kadîmi olmak itiba-
riyle “atîk” tesmiye edilmiştir. Bu mânâ, Hasan-ı Basrî’den menkuldür.
2- Atîk; Sure-i İsra’nın âhirinde beyan olunduğu üzere, ıtak gibi ceyyid
ve muteber mânâsına gelir ki, birinci mânânın lâzımıdır. Bu mânâca Beyt-i
Atîk, beyt-i şerif ve mükerrem demektir. Nitekim Beytülharam dahi denilir.
Bu mânâ, Said ibn Cübeyr’den menkuldür.
3- Atîk; âzad ve hür mânâsına gelir. Kâbe-i Muazzama da cebâbirenin ta-
sallutundan âzade olduğu için atîk tesmiye edilmiştir.
BEYT-ÜL HARAM 256
“Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde: (7:172) ²vU¬±"«h¬" a²K«7«~ diye sordu-
ğunda, ruhlar |«V«" “Evet Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdi ki buna “Elest
Meclisi” veya “Bezm-i Elest” tâbir edilir. (Bak: Misak-ı Ezelî)
“...İbn-i Ömer (R.A.) şöyle dedi: Babam vurulduğu zaman yanına gel-
dim. Etrafında toplananlar kendisini senâ medip, “Allah seni hayırla mükâ-
fatlandırsın” dediler. Hz. Ömer: “Ben hem ümidli, hem korkuluyum” dedi.
Yanındakiler: “Bir kimseyi kendine halef tâyin et” dediler.
Hz. Ömer: “Muayyen bir zâtı kendime halef tâyin ederek hayatımda ve
ölümümde işinizin mes’uliyetini mi yükleneyim? Ben bu hilafet işinden olan
nasibimi ziyadesiz, noksansız hâcet mikdarı olmasını, ne kârlı, ne ziyanlı ol-
mayarak başbaşa çıkmamı arzu etmişimdir. Eğer yerime bir halef tâyin et-
mekte re’yimi kullanırsam (aykırı bir iş yapmış olmam), çünki benden hayırlı
olan Ebu Bekr yerine bir halef tayininde kendi re’yini kullanmıştır. Eğer ha-
lef tayininde re’yimi kullanmaz, işinizi sizlere bırakırsam, şüphesiz benden
daha hayırlı olan Resulullah da (muayyen bir zâtı tasrih etmeyip) sizleri işi-
nizle başbaşa bırakmıştır” dedi. (*)
Abdullah: Babam, Resulullah’ı zikrettiği zaman onun da bir halef tayin
etmemiş olduğu hakikatını anladım, dedi.” (S.M. ci: 6, sh:12-13) Buhari ci:
12’de, 2167. hadis de aynıdır.
Kadınların biat etmeleri meselesi ise; Kur’an (60:12) âyetinde ve S.B.M.
11. cild, 1746 numaralı hadiste geçer. (Bak: 2639.p.)
442- Biat ve imamet gibi idarî ve hukukî mesailde en mühim nokta, si-
yasî ihtilaflarla dahilî ve menfi mücadelelere kapı açmamaktır. Bunun için
gereken müsbet hareketin en birinci şartı da, böyle ilmî ve hukukî meseleleri
halk seviyesine indirip tarafgirane münakaşalara meydan vermeden, ülema
arasında şer’î usule göre meşveret etmek ve hükümde rey-i cumhuru hâkim
kılmaktır. Eğer mevcud şartlara göre böyle bir şûranın teşekkülü mümkün
olmuyorsa, geniş dairede İslâm birliği ve şûrasının tahakkuku meselesi önce-
lik kazanır. Yani şartlarına uygun olarak ittihad-ı İslâmın tahakkukuna çalış-
mak gerektir. (Bak: İttihad-ı İslâm) (İbn-i Mâce, Kitab-ül Cihad, 41, 42, 43. babları
biat hakkındadır.)
* Hz. Ömer kendi yerine muayyen bir zâtı halef tayin etmeyip, bu işi altı kişilik bir şûrâ
meclisine havale etmiştir. Halef tayin etmekle, “hall ü akd erbabı” denilen büyük devlet
adamlarının halef seçiminde bir zât üzerinde ittifak etmeleri ile halefliğin sahih olacağından
âlimlerin ittifakı vardır. Devlet reisi seçimi işini, sayısı mahdud veya gayr-ı mahdud bir şû-
râya havale edilmesinin câiz olduğunda da âlimlerin icmâı vardır. Yine böyle bu suretlerden
biri ile devlet reisi seçiminin vâcib olduğunda ve bu vücubun aklî olmayıp şer’î olduğunda
da âlimler ittifak etmişlerdir. Yalnız A’sam ile bazı Hâriciler, vâcib olmadığını iddia etmiş-
lerdir. (Nevevî)
BİAT-I RIDVAN 260
443- BİAT-I RIDVAN –~Y/‡ ¬}Q[" : Kur’an’ın 48’inci suresi olan Fe-
tih Suresi’nin 10. ve 18. Âyetlerinde zikri geçen ve Hz. Peygamber’e (A.S.M.)
bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 kişi veya daha fazla olduğu
bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.Anhüm)
Buhari tercemesi ci:8, hadis no: 1241 ve ci: 10, hadis no: 1598’de bildiri-
len Biat-ı Rıdvan hakkında aynı eserden kısmen aldığımız izahat şöyledir:
“Biat-ı Rıdvan, İslâm azim ve iradesinin en müşkil demlerde nasıl yük-
seldiğini gösteren müstesna vakıalardan bir mühimmi bulunduğundan, İbn-i
Hişam’ın Sîretindeki tertibe göre izah edeceğiz:
Resul-i Ekrem maiyetiyle Hudeybiye mevkiine inip, karşılarında Kureyş’in
muhalif bir vaziyet aldıklarını tamamıyla anlayınca, bu seferden maksad
umre ve Kâbetullah’ı ziyaret olup harb için gelmediklerini Kureyş’e anlat-
mak lüzumunu hissetti.
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesselem Osman İbn-i Affan’ı çağırdı. Ebu
Süfyan ile eşraf-ı Kureyş’e maksadı ifham için gönderdi. Bir de hicret ede-
meyip Mekke’de kalan kadın, erkek müslümanlara teselli vermesini tenbih
buyurdu.
444- Yine İbn-i İshak’ın beyanına göre, Hazret-i Osman Mekke’ye gitti.
Mekke’de veyahut Mekke yolunda Eban İbn-i Said ibn-i As’a mülaki oldu.
Eban, Hazret-i Osman’ı devesine bindirdi, himayesine aldı. Ve Resul-i Ek-
rem’in emrini tebliğ edinceye kadar himaye ve delâlet etti. Hazreti-i Osman,
Ebu Süfyan ve Kureyş’in ileri gelenleriyle görüşüp vazife-i risaletini ifa ve
Resul-i Ekrem’in maksadını onlara tefhim etti. Onlar: Beyti tavaf etmek is-
tersen sen git tavaf et!.. Hepiniz olmaz, diye cevab verdiler.
BİAT-I RIDVAN 261
Osman’ın katli haberi duyulunca Resul-i Ekrem: •²Y«T²7~ «i¬%_«X«# |ÅB«& «ƒ«h²A«9 «
Artık bunlarla vuruşmadıkça buradan ayrılamayız!... buyurdu. Ve Resulullah
halkı biate davet etti. Biat-ı Rıdvan, semure denilen bir ağacın altında icra
edilmiştir.
445- Ashab-ı Kiram, Resulullah’ın önünde ölmek ve aslâ firar etmemek
üzere biat etmişlerdir. Câbir İbn-i Abdillah (R.A.) “Biz Resulullah’a firar et-
memek üzere biat ettik, ölüme biat etmedik” demiştir. Buhari’nin Seleme
İbn-i Ekva’dan gelen rivayetinde de böyledir.
İbn-i Hişam’ın Şa’bi’den gelen bir tarik-ı rivayetinde, ilk biat eden zâtın
Ebu Sinan Esedî olduğu bildiriliyor. Yine Şa’bi’den Beyhaki’nin tahricine
göre, Resul-i Ekrem ilk biat eden Ebu Sinan’a “Ne diyerek biat edeceksin?”
diye sormuş. O da “Resulullah’ın gönlünde ne muradı varsa onun üzerine
biat ediyorum!” deyip biat etmiştir. Ebu Sinan biatı bu vechile güzel icra et-
tiğinden, sair ashab da: ¬–_«X¬,~Y"«~ «p«<_«"_«8|«V«2 «tQ¬<_«A9 Biz de Ebu Sinan’ın biatı
vechiyle biat ediyoruz, demişlerdir.
Biatın hitamı sırasında idi ki, Hazret-i Osman’ın şehadeti haberinin yalan
olduğu duyuldu. Resul-i Ekrem (A.S.M.) bir elini diğer eli üzerine koyarak
Hazret-i Osman namına da biat etmiştir.
İşte İslâm Tarihinde “Biat-ı Rıdvan” namıyla meşhur vak’a budur.
(48:18) ¬?«h«D«L²7~ «a²E«# «t«9 YQ¬<_«A< ²†¬~ «w[¬X¬8ÌYW²7~ ¬w«2 yÁV7~«|¬/«‡ ²f«T«7
“Mü’minler ağaç altında sana biat ederlerken Allah o mü’minlerden razı
oldu” âyet-i kerimesi onun hakkında nâzil olmuştur.
Hz. Muhammed’in (A.S.M.) yüksek iradesinin kahir tecellisi Kureyş ara-
sında şâyi’ olunca, Ehl-i İslâm’ın biatı Kureyş’e dehşet verdi. Derhal
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e sulh murahhası olarak Süheyl İbn-i
BİD’AT 262
446- BİD’AT }2f" : (Bid’a) Sonradan çıkarılan âdetler. *Fık: Dinin as-
lında olmadığı halde, din namına sonradan çıkmış olan âdetler.
Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet hayatındaki münasebetlerde, ter-
biye ve ahlâk kaidelerinde, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sa-
hada, dine sonradan giren şekiller, tarzlar, âdet ve alışkanlıklardır ki, bid’at-ı
hasene kısmı müstesna insanı dalâlete götürür. Meselâ: Nâmahrem kadın-
larla erkekler bir arada bulunmak ve karışık yaşamak ve tokalaşmak; kadın-
larda saç, kol ve ayakları örtmeyen açık-saçık kıyafetler; televizyon, radyo,
gazete, mecmua ve sair neşir organlarıyla neşredilen günah ve haramlar gibi..
Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle alâkalı yeni icad ve
hükümlere bid’a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid’a-yı
seyyie denilmektedir.
Sünnet-i Seniyeye aykırı olup medeniyet nâmı altında intişa eden ecnebi
âdetleri umumîleştikçe fitne devresi başladı. (Bak: Fitne)
447- “Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i
hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.
Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise menfi cihetleri
müsbet cihetlerine mağlub ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat
neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o
meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.
İşte bu kaideye binaen Âlem-i İslâm’daki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa,
görülüyor ki; herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfi ciheti ya ga-
raz veya inad gibi bir sebeble, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.
448- Meselâ: Şialar, Kur’anın emrine imtisalen Ehl-i Beyt’in muhabbetini
esas tutup sonra intikam-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek, meşru
muhabbet-i Ehl-i Beyt’in âsârını zabtederek sahabe ve Şeyheyn’in buğzuna
bina edip âsâr göstermişler. «h«W2 ¬m²RA ¬7 ²u«" ¯±|¬V«2 ¬±`E¬7 « olan darb-ı meseline
masadak olmuşlar.
449- Hem meselâ: Vehhabîler ve Hâricîler ise, nusus-u şeriata ve sarih
BİD’AT 263
40 S.M. ci:3 sh:28 hadis:43 ve İbn-i Mace Mukaddime, 7 bab ve K.H. hadis:587, 1971
BİD’AT 265
Bid’atlar ise, (5:3) ²vU«X<¬… ²vU«7 a²V«W²6«~ «•²Y«[²7«~ sırrına münafi olduğu için
merduddur.
Fakat tarikatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları
Kitab ve Sünnet’ten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette ol-
makla beraber, mukarrer olan usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet
ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim bun-
lardan bir kısmını bid’aya dâhil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş.
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: “Ben seyr-i sülûk-u
ruhanîde görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan mervî
olan kelimat, nurludur. Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervî
olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur
yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bun-
dan anladım ki: Sünnet-i Seniyye’nin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur
istiyenlere kâfidir, hâriçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.” (L.56) (Bak: Sünnet)
454- Büyük Müceddid İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu meşhudatı gibi,
Bediüzzaman Hazretleri de bir müşahedesini şöyle anlatır:
(41) ¬‡_ÅX7~ |¬4 °}7« «Ÿ«/ Çu6«— ¯}«7 «Ÿ«/ ¯}«2²f¬" Çu6
Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs su’ tabirine lâyık bazı bed-
bahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, za-
rarlı bir surette Şeâir-i İslâmiyyenin bedihiyyatına karşı geliyorlar; tebdili ka-
bil görüyorlar?” (M.395) (Bak: 1754.p.)
454/1- Allah, (dinde, amel ve inanışta) bid’at ehlinin ne duasını, ne ze-
katını, ne haccını, ne namazını, ne de sadakasını kabul eder. Yani hiçbir şe-
yini kabul etmez. Nihayet bunlar, kılın hamurdan çekilişi gibi dinden çıkar-
lar. (Deylemi, Huzeyfe (R.A.) R.E.91)
Yani Hazreti Bediüzzaman’ın beyaniyle: “Bid’a ile amel eden, kalben
tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (K:248)
455- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“(42) ¬•«Ÿ²,¬ ²~ ¬•²f«; |«V«2 «–_«2«~ ²f«T«4 ¯}«2²f¬" «`¬&_«. «hÅ5«— ²w«8
Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım
etmiş olur.”
Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, mil-
letçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha
ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve
manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hatta cemiyetçe, şeair hoş karşı-
lanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli
vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî
bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yo-
luna sapmanın vehametini endişe etmemek mümkün değildir. Zira bunun
neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır. (Bak: Fâsık-ı Mütecahir)
Bir rivayetin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki; ehl-i sefahet, sefahetleri
sebebiyle Deccal’ın ve Deccaliyet’in sefih ve münkirâne icraatının vehameti-
ni anlıyamazlar. (Bak: 2048.p.)
Bazı rivayetlerde bu ehl-i sefahet, ecnebi taklitçisi ve mürteci (yani,
İslâmı bırakıp cahiliyet hayatına dönmüş) oldukları haber verilir. (Bak:
1714.p.)
izni ile mealindedir. Bismillah’taki Allah lafzı, ism-i câmi olduğundan binbir
esma-i ilahiyeyi tazammun eder. Bu itibarla Bismillah diyen kimse, “Allah’ın
bütün isimleri namına ve o esmaya istinaden başlıyorum” demiş oluyor.
Şöyle ki:
BİSMİLLAH 268
azamet-i kadrine en kat’i bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok
büyük müçtehidler demişler: ‘Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’an’da
yüzondört defa nazil olmuştur.’ ” (L.99)
459- Kur’anda 114 yerde zikredilen besmelenin 113’ü sure başlarında,
birisi de (27:30) âyetinde olup yalnız 9. sure olan Tevbe Suresinin başında
yoktur. Bunun bir kısım hikmetlerini büyük tefsirler izah etmişlerdir.
“Bismillâh güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteri-
yor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan
onun hakikatını herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmi-
yeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir. Harfler ve cüzlerinden
evvela «_" nın fenn-i sarfça bir mânâsı istianedir. Bir mânâ-yı örfisi teber-
rük manası olmasından bu «_" mercii mütealik kendi manasından çıkan
w[¬Q«B²,«~ ve wÅW«[«#«~ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’daki perde-
sinde ²u5 (söyle) den çıkan ²~«h²5¬~ (oku) fiiline bakar. Yani: “Ya Rabbi, ben
senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin
kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle
başlıyorum.”
460- Demek Bismillah’dan sonra ²~«h²5¬~ okumak lafzı, âhirinde mukadder
olmasından hem ihlas, hem tevhidi ifade eder. Amma v²,¬~ kelimesi ise: Bili-
nizki, Zat-ı Vacib-ül Vücud’un binbir esmasından bir kısmına “Esma-i Za-
tiye” denilir ki, her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun
ünvanıdır: “Allah, Ehad, Samed, Vacib-ül Vücud” gibi çok esma var. Bir
kısmına da “Esma-i Fiiliye” tabir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: “Gaffar,
Rezzak, Muhyi, Mümit, Mün’im, Muhsin” gibi...” (E.L.II.96) (Bak: Esma-ül
Hüsna)
“Sual: Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
Cevab: Kudret-i Ezeliye’nin kâinattaki mevcudatın nevilerine, ferdlerine
olan nisbet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla Bismillah, Kudret-i Eze-
liye’nin taalluk ve te’sirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yar-
dım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiç bir işini besmelesiz bırak-
masın!...” (İ.İ.15)
BÎTARAF 270
(54:13) ¬–_«"¬±g«U# _«WU¬±"«‡ ¬š« ³~ ¬±>«_¬A«4 âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte oldu-
ğundan şöyle bir delâlet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid
tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet
içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakiki’den
gaflet ederler. Mün’imden gafletleri sâikasıyla o nimetleri esbaba veya tesa-
düfe isnad ederek, Allah’dan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binae-
naleyh, herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun.
Ve o nimetin Allah’dan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın is-
miyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla muka-
belede bulunsun.” (M.N.95)
Evet “Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak
gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi-
doğrudan doğruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bis-
millah der sana verir Sen de Allah hesabına olarak Bismillah de, al. Eğer o
sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma.
Çünki, (6:121) ¬y²[«V«2 ¬yÁV7~ v²,~ ¬h«6 ²g< ²v«7 _ÅW¬8 ~YV6Ì_«# « «— âyetinin mânâ-yı
sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakiki’yi hatıra
getirmiyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir. O
halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bis-
millah demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen Bismillah de, onun başı
üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten
in’ama bak, in’amdan Mün’im-i Hakiki’yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür.
Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet, onun eliyle size
gönderildi.” (L.133)
462- BÎTARAF ¿h0 z" : Tarafsız. Hiçbir tarafı tutmayan. (Bak: Mü-
nakaşa)
Beşeriyet dünyasında din-i hakkın mütecaviz düşmanları da bulunduğun-
dan, inanan ve inanmayanlar arasında bîtaraflık olamaz. (Bak: 2258.p.) Fakat
mü’minler arasında ise tarafgirlik olamaz, olmamalı. (Bak: 3231, 3232, 3233,
3236, 3238, 3240.p.lar)
BÎTARAF 271
¬v[¬V«Q²7~ p[¬WÅK7~ «Y; yÅ9¬~ ¬yÅV7_¬" ²g¬Q«B²,_«4 ° ²i9« ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 «tÅX«3«i²X«< _Å8¬~ ¬— (7:200)
âyetinin feyzine istinaden o şeytanla yaptığı münazarasından bir kısmı şöyle-
dir:
“Ramazan-ı Şerifte İstanbul’da Bayezid Cami-i Şerifinde hâfızları dinli-
yordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana
geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:
-Sen Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et,
öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zinetleri
görecek misin?
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farzedip öyle baktım.
Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortaklık
BÎTARAF 272
karanlığa düşer. Öyle de o farz ile, Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe baş-
ladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlan-
dırıyor. Kur’andan istimdad ettim. Birden bir nur kalbime geldi, müdafaaya
kat’i kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı.
464- Dedim: Ey şeytan! Bîtarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir va-
ziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerin, dediğiniz
bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır, bîtaraflık değildir, mu-
vakkaten bir dinsizliktir. Çünki Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle
muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafane
değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.
465- Şeytan döndü ve dedi: Kur’an, beşer kelâmına benziyor. Onların
muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa,
ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl be-
şer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?
Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz (A.S.M.) mucizatından ve
hasaisinden başka ef’al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi
âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti olmuş. O da so-
ğuk çeker, elem çeker ve hâkeza... Herbir ahval ve etvarında hârikulâde bir
vaziyet verilmemiş; tâ ki ümmetine ef’aliyle imam olsun, etvarıyla rehber ol-
sun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi;
bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün
ahvaliyle “Rahmeten lilâlemîn” olamazdı.
Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakim ehl-i şuura imamdır, cin ve inse
mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşe-
rin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat’idir. Çünki cin ve ins
münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla
zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor. Ve hakeza... Herkes onu
merci yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa Aleyhisselâm’ın Tur-i Sina’da işittiği
kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül
edemezdi ve merci edemezdi. Hz. Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü-l azm an-
cak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:
¬}«X¬K²7« ²~ ¬p[¬W«% ?ÅY5 |¬7 yÁV7~ «Ä_«5 «t8«Ÿ«6 ~«g«U«;«~ (Bak: 3170/1p.)
466- Şeytan yine döndü dedi ki: Kur’anın mesaili gibi çok zatlar o çeşit
mesaili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle bir şey
yapmak mümkün değil mi?
BÎTARAF 273
Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki: Evvela: Dindar bir adam, din mu-
habbeti için hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir der. Yoksa
Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip,
Allah’ın taklidini yapıp onun yerinde konuşmaz. ¬yÁV7~|«V«2 « «g«6 ²wÅW¬8 v«V²1«~ ²w«W«4
(39:32) düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması
hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünki birbirine
yakın zatlar birbirini taklid edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine
girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid
edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimî iğfal edemezler.
Çünki ehl-i dikkat nazarında -alâ külli hal- etvar ve ahvali içindeki
tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeye-
cek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir
adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir
padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamıyacak, belki kendi
maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: “Bu sahtekârdır” İşte -hâşa yüzbin
defa hâşa- Kur’an beşer kelâmı farzedildiği vakit, nasılki bir yıldız böceği bin
sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasad ehline görünsün? Hem bir si-
nek, bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz temaşa ehline göstersin?
Hem sahtekâr âmi bir nefer, namdar âlî bir müşirin tavrını takınsın, maka-
mında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri,
yalancı, itikadsız bir adam müddet-i ömründe daima en sâdık, en emin, en
mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaş-
sız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın?.. Bu ise yüz derece
muhaldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farzetmek bedihi
bir muhali vaki farzetmek gibi bir hezeyandır. Aynen öyle de: Kur’anı kelâm-ı
beşer farzetmek lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek
parlak ve daima envar-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i
kemâlat telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti; -hâşa sümme hâşa- bir yıl-
dız böceği hükmünde, tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun?
Ve en yakında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın? Ve
onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin? Bu ise yüz derece muhal
olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytanetinde ileri gitsen buna im-
kân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!... Yalnız pek
uzaktan baktırmakla aldatıyorsun, yıldızı yıldız böceği gibi küçük gösteriyor-
sun.
BİYOLOJİ 274
467- Salisen: Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek lâzımgelir ki: Asâ-
rıyla, tesiratıyla, netaiciyle, âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve
hayatfeşan, en hakikatlı ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan âlî mezi-
yetleriyle yaldızlı bir Fürkan’ın gizli hakikatı; hâşa muavenetsiz, ilimsiz bir
tek insanın fikrinin tasniatı olsun!.. Yakınında onu temaşa eden ve merakla
dikkat eden büyük zekâlar, ulvi dehalar; onda hiçbir zaman hiçbir cihette
sahtekârlık ve tasannu’ eserini görmesin! Daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası
bulsun!... Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle,
akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddi-
yeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en
parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zatı; en emniyetsiz, en
ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, şey-
tanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünki şu meselenin ortası yok-
tur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an kelâmullah olmazsa, arştan ferşe düşer
gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur.
Ve o hârika fermanı gösteren zat, hâşa sümme hâşa eğer Resulullah olmazsa
âlâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlat derecesin-
den, maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir, ortada kalamaz. Zira Al-
lah namına iftira eden, yalan söyleyen, en edna bir dereceye düşer. Bir sineği
daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit
müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten
akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.” (M.309-313) (Bak:
2584.p.)
Hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mucizat-ı kudret-i İlahiye
olan kelime meyvelerini veriyor. ÄYTQ²7~ ¬y¬Q²X. |¬4 «hÅ[«E«# ²w«8 «–_«E²AK«4” (S.593)
İşte bütün müsbet fenler, bu örneğe kıyas edilsin.
Örnekte anlatılan husus, biyoloji fenninde anlatılanın aynıdır. Fakat ifade
şekli, natüralist-materyalist değil, manevîyatçıdır. Okuyucusunu inkârcı değil,
imanlı ve manevî değerlere saygılı ve manevî mes’uliyetleri mudrik ve şahsi-
yetli yetiştirir. (Bak: Maarif)
Boudha) Uzak Doğu memleketlerinde mevcud bâtıl bir din olan Budizm’in
kurucusu kabul edilen Gautama Siddharta (Gotama Sidarta)’nın bir lakabı-
dır. Kendisi Sakya kabile reisinin oğlu olduğu için “Sakya filozofu” mânâ-
sında “Sakyamuni” lakabıyla da anılır. Muhtelif kaynaklar doğum ve ölüm
tarihlerini farklı göstermektedir: M.Ö. 622/542, M.Ö.563-483, M.Ö.557-477
gibi. Kamus-u Alâm, Buda Gotama’nın İslâm kitablarında “Mani-i Nakkas”
ismiyle maruf olduğunu kaydeder.
Buda Gotama, batıl ve müşrik bir din olan Brahmanizm dininde bazı
değişiklikler yaparak yeni bir bâtıl mezheb çıkarmıştır. Buda dininin ilk za-
manlarında bir kitabı yoktu. Mevcud olan kitab, sonradan yazılmıştır. Bu
din, kendi içinde farklı mezheblere bölündüğü gibi Hindistan dışında
Konfüçyüs, Tao, Şinto dinleri gibi başka bâtıl dinlerle karışarak değişik şe-
BUHARÎ 277
“(52:41) «–YAB²U«< ²vZ«4 `²[«R²7~ v;«f²X¬2 ²•«~ Veyahut gayb-aşinalık dava eden
Budeîler gibi umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akıl-
füruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı?
Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar. Öyle ise,
vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona gir-
meye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hazır, açık
tahayyül edip ondan malumat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar.
Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri,
sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatların onların hülyala-
rını zir ü zeber edecek.” (S.388)
476- BURC ‚h" : Muayyen bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kü-
mesi. *Tek hisar kule, kale çıkıntısı. *Dünyanın bir yıl içinde güneş etrafında
devrettiği medarının onikide birine tekabül eden sahadaki yıldız kümelerinin
herbiri. Bunların altısı şimal (kuzey) altısı cenub (güney) cihetinde olarak
oniki burç kabul edilmiştir. Bu burçların bulundukları sahaya da Mıntıkat-ül
Büruc ismi verilmiştir. Burçların Arabça isimleri: Hamel, Sevr, Cevza, Sere-
tan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akreb, Kavs, Cedi, Delv ve Hut’tur. Burçların
Türkçe isimleri ise şöyledir: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Te-
razi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık.
477- “Burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar
çekilse, bir tek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı
terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı
balık mânâsına hut suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o
isimler verilmiş.” (L.93)
Burç mıntıkaları üçer üçer gruplanması ile ayrılan mıntıkalar, yılın dört
mevsimine karşılık olur. Zamanımızda Güneş ilkbahar’da Koç, Boğa ve
İkizler burcunda; yaz’ın Yengeç, Aslan ve Başak burcunda; Sonbahar’da Te-
razi, Akrep ve Yay burcunda; Kış’ın Oğlak, Kova ve Balık burcunda bulu-
nur. Ancak Güneş’in görünür (zahirî) hareketi düzgün olmadığından Gü-
neş’in burç mıntıkalarından her birini dolanma süresi tamamen eşit değildir.
Güneş’in her yıl İlkbahar noktasına giriş zamanı, 50 saniyelik bir açı kadar
geriler. Meselâ İlkçağ’da Güneş’in İlkbahar noktasından geçişi Koç Burcuna
rastlarken, günümüzde Balık Burcuna rastlamaktadır. Buna göre İlkbahar
noktası, 2150 yıl içinde farazî gök ekvatoru üzerinde bir burç mıntıkası kadar
(yani 30 derecelik bir açı kadar) geri gider. Bu noktanın tam bir devir yap-
ması için, yani Güneş’in İlkbahar noktasının 12 burçtan geçmesi için yaklaşık
25790 yıl geçmesi gereklidir. Bundan anlaşılacağı üzere, tutulma dairesi üze-
rinde Astroloji’ye göre ayrılmış 12 bölgenin adları ile aynı adı taşıyan takım
yıldızları arasında sabit bir bağlantı yoktur. Bir misalle söylersek; farazî burç
mıntıkasından biri olan Koç Burcu mıntıkası ile Koç Burcu yıldız takımının
iki defa üstüste gelebilmesi için, yukarıda belirtildiği gibi yaklaşık 25790 yıl
geçmesi gereklidir.
BURJUVA 280
480- BÜRHAN –_;h" : Delil, hüccet, isbat vâsıtası. *Red ve inkâr için
itiraz kabul edilmiyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet. Man: Yakînî
mukaddemelerden meydana gelen kıyas. (Bak: Delil)
Bir atıf notu:
-Temsilin bürhan-ı yakînî derecesinde olması, bak: 3747, 3748.p.lar.
481- Kur’an’da bürhan kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Bürhansız iddiacılardan bürhan istenmesi ve acziyetleri: (2:111) (21:24) (27:64)
-Hz. Yusuf ‘a (A.S.) gösterilen bürhanla, Zeliha’dan uzaklaşması: (12:24)
BÜRHAN-I İNNÎ 281
(21:22) _«#«f«K«S«7 yÁV7~ Å ¬~ °}«Z¬7³~ _«W¬Z[¬4 «–_«6 ²Y«7 âyetinin tazammun ettiği
bürhan-üt temanü’, Sâniin vâhid ve müstakil olduğuna kâfi bir delildir. Ve
istiklaliyet, Uluhiyetin zatî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna nurlu bir
bürhandır.” (İ.İ.90)
“Evet kâinatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve
herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı rububiyet ve icad nokta-
sında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet
gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle,
B Ü R O KR A S İ 282
yani meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzik fiili görünüyor.
Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde, aynı zamanda o zihayatın cesedini tanzim,
techiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, techiz fiilleri içinde
aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hakeza..
Böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve
ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihad etmesi haysiyetiyle; ve o ef’alin
herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şü-
mulü ve vahdanî birer fiil olduğundan her halde failinin bir tek Zât olması
ve herbiri umum kâinatı istila etmesi ve sair ef’al ile muavenetdarane birleş-
mesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi;
zihayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir
nümunesi hükmünde olduğundan kâinatı, rububiyet noktasında tecezzi ve
inkisamı imkân hâricinde bir küllî hükmüne getirmiştir.
Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle
Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip,
bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle
olabilir.” (L.325)
Bu hakikat Risale-i Nur Külliyatından 32. Sözün l. Mevkıfında geniş ola-
rak izah edilir. Ayrıca 3558, 3559.p.lara bakınız.
489- CARİYE y<‡_% : Geçer olan, akıcı olan. Seyreden, giden. *Güneş,
şems. *Gemi. *Cenab-ı Hakk’ın in’am eylediği rızık ve nimet. *Genç ve iyi
hizmet eden kadın. *Muharebede İslâm düşmanlarından esir edilen kadın
hizmetçi. (Bak: Köle)
CAZİBE 284
cüz’iyesiyle meşrut kılmış olduğu da (47:7) ²v6²hM²X«< «yÁV7~~—h«M²X«# ²–¬~ gibi bir-
çok nusus ile müsbettir.” (E.T.4872)
492- “İbn-i Enbarî demiştir ki: Allah’ın sıfatında cebbar; kendisine
«w<¬‡_ÅA«% ²vB²L«O«" kavliyle ¬Œ²‡« ²~|¬4 ~®‡_ÅA«% «–YU«# ²–«~ Å ¬~ f<¬h# ²–¬~ (28:19) kavlin-
de de bu mânâyadır.” (E.T.4873-4874)
Hülasa, cebbar; emir ve kudretiyle bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda
tutan ve hikmet ve rahmetin iktizalarına göre herşeyi kavanîn-i fıtriyesine
mutlak itaat ettirerek tavzif ve idare eden mânâsında bir sıfat-ı İlahiyedir.
¯v<¬h«6 ¯ÄY,«‡ IJY«T«7 şübhesiz bir kerim resülün, yani Allah Teâla indinde müker-
rem, muazzez bir resulün getirdiği kelâmdır. Sure-i Hakka’da dahi zikri geç-
tiği üzere burada bu Resul-i Kerim’den murad, Kur’anı Peygambere getiren
ruh-ı emin Cebrail Aleyhisselâm’dır. (2:97) ¬yÁV7~ ¬–²†¬_¬" «t¬A²V«5 |«V«2 y«7Åi«9 yÅ9¬_«4
¯?ÅY5 >¬† pek kuvvetli. Hâmil olduğu risaleti, me’mur bulunduğu emri ifada
za’fı8yok, mukavemet olunmaz, şübhe götürmez, büyük bir kuvveti var, şid-
detli bir Resul. Öyle ki (53:5) ¯?Åh¬8 —† >«YT²7~ f<¬f-
« dir. ¬Š²h«Q²7~ >¬† «f²X¬2 Arşın
sahibi olan ve onu gönderen Allahü Zülcelal indinde «w[¬U«8 mekin-mekanetli,
yani büyük bir şeref ve haysiyeti hâiz, öyle ki Åv«$ ¯ _«O8 muta’ –orada Allah
Teâla’nın huzurunda melaike-i mukarrebîn ona itaat ederler, onun emrini
dinlerler. Ondan emir telakki eder ve ona müracaat eylerler. «w[¬8³~ emin, her
vechile itimada şayan, vahy ü risaletten gayet emniyetli.” (E.T.5619)
İşte Cebrail’i (A.S.) Allah böyle kuvvet ve meziyetlere mazhar kılmıştır.
496- CEHENNEM vXZ% : “Âhirette azab yeri olan ateşin ism-i alemi-
dir ve müennestir. Arabca “cehnam” kelimesinden me’huz, bu da “cehm”
den müştaktır. Cehm, galiz ve müstekreh olmak; cehnam, dibi görünmez de-
rin kuyu demektir.” (E.T.732) (Bak: Küfr)
Asi ve zâlim, kâfir ve müşrik insanların İlahî adaletle ceza görecekleri ve
Kur’an (67:7) âyetinde, kaynatan ve sesi işitilen diye şiddeti tavsif edilen yer-
dir.
Herkesçe bilinir ki, beşer âleminde ahyar ve eşrar, zâlim ve mazlum var-
dır. Her vicdan sahibi; zâlimin tecziyesini, mazlumun taltifini vicdanen his-
CEHENNEM 288
sedip ister. Madem bu dünyada beşer âlemindeki ahvale uygun adalet icra
edilmiyor, elbette cennet ve cehennem âhirette vardır ve mazlum ve zâlim-
leri bekliyorlar.
Cehennem’e dair Kur’anda çok âyetler vardır. Çok kere de, Cehennem
mânâsında “nar” kelimesi geçmektedir. Kur’an (87:12) âyetinde geçen “nar-i
kübrâ” yani cehennem-i kübrâ ifadesi, cehennem-i suğra’ya da bakar. Zira
suğrasız kübrâ düşünülemez.
497- Cehennem Kur’anda muhtelif tabirlerle ifade edilir. Cehennem’in
yedi tabakası olarak meşhur olan isimler şunlardır:
l- Kur’anın çok muhtelif âyetlerinde geçen Cehennem (2:206), birinci ta-
baka olup, hafif ceza mahalli olduğu söylenir.
2- Leza: Şiddetli alevi olan Cehennem. (70:15) (92:14) âyetlerinde geçer.
3- Hutame: Kırıp ufalayıp yutan Cehennem. (104:4 ilâ 8) âyetlerinde ge-
çer.
4- Saîr: Alevlendirilmiş Cehennem. Cehîmu su’iret (81:12), ashab-ı saîr
(35:6), cehenneme saîr (4:55) tabirleriyle muhtelif âyetlerde tekraren geçtiği
gibi, yalnız “saîr” (42:7) olarak da muhtelif âyetlerde geçer.
5- Sakar: Kızartıcı ve bunaltıcı Cehennem. (54:48) (74:26 ilâ 31 ve 42)
âyetlerinde geçer.
6- Cahîm: Kur’anda (2:119 ashab-ı cahîm) (26:91 bürrizet-il cahîm: ce-
hennemin bariz “apaçık” olarak azgınlara gösterilmesi) (37:23 sırat-ıl cahîm:
cehennem yolu) (37:55 sevai-l cahîm: cehennemin ortası) (37:64 asl-il cahîm:
cehennemin aslı ve kökü) (40:7 azab-ı cahîm) (81:12 cahîmü su’iret: cahîmin
kızıştırılması) tabirleri vardır.
7- Haviye: Çok derin ateş çukuru. (101:9 ilâ 11) âyetlerinde geçer. Veya
derk-il esfel: Cehennemin en aşağı tabakası (4:145)
Elmalılı Hamdi Yazır, Cehennem’in yedi tabakasına işaret eden bir âyeti
şöyle tefsir eder:
“(15:44) ¯ ~«Y²"«~ }«Q²A«, _«Z«7 Onun o Cehennem’in yedi kapısı vardır. Yani
gireceklerin kesretinden dolayı yedi medhali veyahut azgınlığın enva’ ve
derecatına göre evvela cehennem, sonra leza, sonra hutame, sonra saîr,
sonra sakar, sonra cahîm, sonra haviye namında yedi tabakası vardır.”
(E.T.3065)
CEHENNEM 289
adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette (4:57) ~®f«"«~ _«Z¬4 «w<¬f¬7«_' adalet-i İlahî
ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor. Birbirinden gayet uzak iki adedin
sırr-ı münasebeti şudur ki:
Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir da-
kikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktûlün hayatını selbeder,
onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahiyeyi inkâr ve
nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve had-
siz delâil-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan kâfiri
(4:48) ¬y"¬ «¾«h²L< ²–«~ ~—h¬S²R«< « «yÁV7~ Å–¬~ âyetinin tehdidine müstehak olur.
Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına ta-
arruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar,
Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi
kat’i isterler.” (Ş.230) (Cehennem ceza-yı ameldir, bak: 534.p.)
504- Hem “Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini kor-
kusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der:
Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki
sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz
edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.
Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin
derece idam-ı ebedîden hayırlıdır. Ve kâfirlere de bir nevi merhamettir.
Çünki insan hatta yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evladının ve ahba-
bının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.
Şu halde sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe dü-
şeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i Mahz olan adem ise, senin bü-
CEHENNEM 295
eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün
mertebeleri vücud bulur. Cehenemsiz Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır.
Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı,
sünbül verip çok hakikatlar olur. Madem bu karışık mevcudat dar-ı faniden
dar-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi
şeyler Cennet’e akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı
maddeler Cehennem’e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkalanan kâinatın selleri
o iki havuza girer, durur.” (Ş.232) (Bak: Ezdad)
507- Mezkûr bahisle alâkalı olan şu hadis-i şerifin hakikatı, cay-ı dikkattir:
* Bu kelime Kur’anda (76:13) âyetinde ve İbn-i Mace tercemesi 10. cild 4319. hadisinde ge-
çer. (Hazırlayanlar)
CEHENNEM 298
rine bak gör. Evet |¬" >¬f²A«2 ¬±w«1 «f²X¬2 _«9«~ (47) hadis-i kudsînin sırrıyla, kâfir
mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî
bir azab şeklinde tasvir etmiştir. Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen
likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine bak. Sonra rıza mertebele-
rini düşün ve sonra da rü’yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak gör ki; hatta
ârif fakat isyankâr bir mü’minin âhiretteki cismanî Cehennem’i dahi, Hâlikını
tanımayan kâfir-i câhilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir Cennet
gibi olduğunu bil.” (M.Nu.470)
509/4- Affa lâyık olamamış bir mü’min, Cehennem’de bir nevi tathir
muamelesi görür. Evet “insanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında
İslâmiyet ile iska edilmekle iman ile intibaha gelirse, nuranî misalî âlem-i
emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cis-
manî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse,
kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzım-
dır.” (M.N.117)
Cehennem azabıyla olan bu tathir muamelesini istemek, ruhun fıtrî
şe’nidir. Evet “cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı
47 S.B.M. hadis:2183 ve S.M. ci:8 sh:160 hadis:2 ve İ.M. Kitab-ı Edeb bab:58 ve K.H. hadis:
613
CEHENNEM 300
adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir.
Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için
kendilerine cezalarının tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır.” (İ.İ.81)
509/5- Demek bozulmamış bir ruh ve fıtrat-ı selime, her nevi şer ve gü-
nahı kerih görür. Münkeri maruf, marufu münker sayan ruh ve vicdan ise
mütefessihtir. (Bak: 985.p.)
Nefs-i emmarenin tazyikinden ve fücurdan müberra olarak haşirde yeni-
den inşa ve ihya edilen tefessüh etmemiş insan, dünyada işlediği günah ve
hatalarının tamamını görünce, günahlara karşı nedamete alışmış olan ruh ve
vicdanında tam bir nefret ve kerih görme haleti ve hissiyle manevî bir tathir
inkılabına mazhar olur. Zira günahın çirkinliğini görmek, kemalat-ı vicdaniye-
ye sebeb olduğu gibi, kemalat-ı vicdaniye nisbetinde de günahın çirkinliğini
görür, böylece Cennet’e lâyık yüksek bir kemalat kazanır. Bu mâna ile de
alâkalı olarak (75:2) âyetinde, nefs-i levvameye yeminle dikkat çekilir. (Bak:
Nefs-i Levvame)
Hadislerde de bu mânada bazı işaretler ve ikazlar vardır. Ezcümle bir
münkerin, fiilen veya kalen izalesine çalışmak, eğer bunlara muktedir değilse,
o münkeri kalben kerih görmek ve eğer bu dahi olmazsa, kişinin imandan
hissesi kalmamış olacağı S.M. 50. hadiste; keza kalbi günah lekesinden tevbe
ile (kalben nedamet duyarak) temizlemek İ.M. 4244. hadiste; ve günahtan
pişmanlık duymak ve tevbedir diye İ.M. 4252. hadiste ders verilir. (Bak:
Tevbe)
Bir rivayet de mealen şöyledir: “İnsanlar kendilerini günahta mazur
(mes’uliyetsiz) görmedikçe asla helâk olmazlar.” R.E. sh: 354 ve Ebu Davud
Melahim: 17 ve İbn-i Hanbel 4/260-5/293. Diğer bir rivayette de mealen:
İşlenmiş günah hatırlanınca hüzünlenme (üzülme) keffarettir, buyurulur.
(R.E. sh: 103)
Başka bir hadis meali de şöyledir: Günahın keffareti, nâdim (pişman)
olmaktır. Eğer siz günah yapmasaydınız, Allah günah yapan bir kavim getirir
ve onları mağfiret ederdi. (R.E. sh: 339 ve K.H. 1931. hadis) Bu hadis, günah
işlemenin gerekliliği mânasında asla yanlış anlaşılmamalı. (Bak: 1072/1.p.) Bu
hadisin bir mânası şudur ki: Beşer, takva ve fücur işleyebilir fıtratta olmasaydı,
imtihan sırrı ve terakkiyat-ı beşeriye olamazdı. (Bak: 1656, 1657.p.lar)
Elhasıl, insan dünyada günahların çirkinliğini kalben, vicdanen hissedip
manevî tevbeye sahib olmalı ki, vicdaniyat haline gelen bu haletle afv-ı
İlahîye liyakat kazansın. Kur’an (49:7) âyetinde, iman nuru ve şuuru ile
CEHENNEM 301
tahliye ile tahliye (tezyin ile tenzih) doğar. Asâr ve a’mal âleminden âlem-i
âhirete intiba edince; lütuf, Cennet ve nur olarak; kahr da; Cehennem ve nar
olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre in’ikas edince; biri hamd, diğeri tesbih
olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın
emir ve nehye taksimine sebeb olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı
tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince,
reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca ara-
sındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk
edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın (C.C.) rahmetinden
me’yus, ne de azabından emin olunsun.” (İ.İ. 64)
Celâl ism-i şerifi Kur’anda (55:27,78) âyetlerinde geçer. (Bak: Esma-ül
Hüsna)
«v«P²2« ²~ «v²,¬ ²~—« «p¬8_«D²7~ «v«K«T²7~«— «v[¬P«Q²7~ «s²4¬Y²7~«— «}«S<¬hÅL7~ «?«Y²2Åf7~ ¬˜¬g«; Å–¬~
¬?«h¬'« ²~—« _«[²9 Çf7~ ¯ˆYX6 ²w¬8 °i²X«6 ¯±t-« «Ÿ¬" «vÅP«QW²7~ «–YX²U«W²7~ Åh¬±K7~«—
İmam-ı Gazalî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelutiye’nin hem
Süryani kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerhetmiş.” (Ş.737)
518- Celcelutiye’de istikbale dair pek çok işarî ve gaybî ihbarat vardır. Bu
ihbarata karşı “eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali
(R.A.) bu umum mecazî mânaları irade etmemiş?
Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) irade etmezse, fakat
kelâm delâlet eder. Ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delâletle mânaları
CEMAAT 306
içine dâhil eder. Hem madem o mecazî mânalar ve işarî mefhumlar haktır,
doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetli-
dir.
Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) böyle bütün işarî mânaları irade
edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelutiye vahy olmak cihe-
tiyle- hakiki sahibi Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) üstadı olan Peygamber-i
Zişan’ın (A.S.M.) küllî teveccühü ve Üstadının Üstad-ı Zülcelal’inin ihatalı
ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.” (Ş.743)
âyetin mâna-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal
edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın
nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, bü-
yük için ibtal edilmez. Bir cemaatın selâmeti için bir ferdin rızası bulunma-
dan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka
meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için,
ferdin hakkını nazara almaz. Ehven-üş şer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi
yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gi-
dilmez. Gidilse zulümdür.
İşte İmam-ı Ali (R.A.) adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i
tatbiktir deyip, hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri
ve muarızları ise, kabil-i tatbik değil, çok müşkilatı var diye adalet-i izafiye
üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise hakiki sebeb değil-
ler, bahanelerdir.” (M.53)
Bir atıf notu:
-Sahabeler zamanında meydana gelen böyle hâdiseleri medar-ı münakaşa etmemek,
bak: 994, 995.p.lar.
Bir âyet notu:
Mü’minler arasında çıkan mukatelede esasat-ı şer’iyeye davette sulhu reddeden tarafı
kat etmek caiziyeti (Kur’an 49:9)
miş nimetlere bakar. Va’d-i İlahî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmanî ile
verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatta fazldır. Demek seyyiatta sebeb ne-
fistir, mücazata bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Hak’dandır, illet de
Hak’dandır. Yalnız insan iman ile tesahub eder. “Mükâfatını isterim” diye-
mez, “Fazlını beklerim” diyebilir.” (L.84)
535- Âlemi, mâna-yı harfi ile tefekkür eden mü’mine, fazl-ı İlahînin bir
tecellisi olarak âhirette beşyüz sene genişliğinde Cennet verilecektir. Zira
“Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye ayinesi olan iki güzel
yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat
fani dünya gibi fani değil, baki bir Cennet verilecektir.
Hem dünyada yalnız zaif gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in
ayinelerinde en şa’şaalı bir surette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i
âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir
derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cennet’i ve-
recek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde,
Cennet’te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hük-
münde olan istidadları, enva-ı lezâiz ve kemâlat ile sünbüllenecek surette ona
verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, Hadisin nususuyla
ve Kur’anın işaratıyla sâbittir. Hem madem dünyanın her hatanın başı olan
mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü esma
ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bü-
tün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, muk-
teza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun
mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle ayine-i esmasını sevmiş.
Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet’tir.”
(S.649)
536- Kur’an (3:133) âyetinde takva ehli için hazırlandığı bildirilen Cen-
net’in büyüklüğü hakkında zikredilen “arz” ifadesi şöyle tefsir ediliyor:
“Arz” tûl mukabili en veya vüs’at veya karşılık ve bedel mânasınadır ki, bir
şey satın alınmak için arzolunur.
538- “Sual: Ehadis-i şerifede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i Cennet’e, dünya
kadar bir yer veriliyor. Yüzbinler kasr, yüzbinler huri ihsan ediliyor.” (*)
Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir
ve ne demektir?
Elcevab: Eğer insan, yalnız camid bir vücud olsaydı veyahut yalnız mi-
deden ibaret nebatî bir mahluk olsaydı veyahut yalnız mukayyed, ağır ve
muvakkat ve basit bir zat-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı;
öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle
cami’ bir mucize-i kudrettir ki; hatta şu dünya-yı fanide, şu kısa bir ömürde,
şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı,
serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır.
Halbuki ebedî bir dar-ı saadette, nihayetsiz istidada malik, nihayetsiz ih-
tiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular diliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını
çalan bir insan; elbette ehadisde beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti
makuldur ve haktır ve hakikattır. Ve şu hakikat-ı ulviyeye bir temsil dürbü-
nüyle rasad edeceğiz. Şöyle ki: Şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı
ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası itibariyle ancak bir avuç yeme
mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı: “Bütün Barla’nın bağ ve bos-
tanları, benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır” diyebilir.
Barla’yı zabtedip daire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştiraki onun
bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâli-
kım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bir lambamdır; yıldızlar
benim elektriklerimdir; yer yüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir
beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sair mahlukatın iştiraki, onun bu hük-
münü nakzetmez. Bilakis mahlukat onun hanesini tezyin eder. Hanenin
müzeyyenatı hükmünde kalırlar. Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet
itibariyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmde bir nevi tasarruf dava
etse, cesim bir nimete mazhar olsa; geniş ve ebedî bir dar-ı saadette, ona
beşyüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’ad edilebilir?”
(S.501)
539- Hem “nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvak-
kat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahirî ve batınî
duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lambam, yıldızlar mum-
larımdır der. Başka mahlukat ve ziruhlar bulunmaları o adamın mâlikiyetine
* İ.M.
37. Kitab-üz zühd, hadis:4339, ve Tirmizi hadis:2649 ve Tefsir-i Taberi ci:25 sh:57 ve
Muhtasar-ı İbn-i Kesir ci:3 sh:296
CENNET 318
**Bu kasırlar ve köşklerin Kur’an (9:72) (25:10) (61:12) âyetlerinde bahsi geçer. (Hazırla-
yanlar)
CENNET 319
sını kemal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek cevab vermek için, hadsiz ve
hesabsız ve yüzbinler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet sanatlı
taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve
şeksiz gösterir ki; dar-ı âhirette Cennet’in en çok ve en mütenevvi lezzetleri
cismanîdir. Ve saadet-i ebedi-yenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve
ünsiyet ettiği nimetleri cismanîdir.
Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki; bu adi midenin hal di-
liyle beka duasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddî taamlar ile onu
minnetdar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasdî olarak fiilen cevab veren bir
Kadir-i Rahim, bir Alîm-i Kerim, kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın
halifesi ve o Hâlik’ın güzidesi ve perestişkârı olan nev-i insanın insaniyet
mide-i kübrası ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıt-
raten istediği cismanî lezzetleri, dar-ı bekada verilmesine dair hadsiz umumi
duaları kabul olmasın ve haşr-i cismanî ile fiilen cevab verilmesin; onu ebedî
minnetdar etmesin. Adeta sineğin sesisini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin.
Ve adi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatına baksın; orduya hiç bak-
masın, ehemmiyet vermesin. Bu yüz derece muhal ve bâtıldır. Evet (43:71)
w[²2« ²! ÇH«V«# «: jS²9 « ²! ¬y[¬Z«B²L«# @«8@«Z[¬4 «: âyetinin sarahat-ı kat’iyesiyle: İnsan,
ö ö ö ö ö
ehl-i Cennet’in ekl ve şürbünden sonra kazuratı olmadığını Hadis-i Şerif be-
yan ediyor. (48) Madem şu süfli dünyada, en adi zihayat olan ağaçlar, çok ta-
gaddi ettikleri halde kazuratsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan
Cennet ehli, neden kazuratsız olmasın.” (S.501)
Bülûğ-ul Meram ci:3, sh:314’de Cennet’te erkeklerin iştiha ve şehvet
kuvvetlerinden bahis vardır.
“Sual: Å`«&«~ ²w«8 «p«8 š²h«W²7«~ (49) sırrınca; “Dost, dostuyla beraber Cennet’te
Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz. Çünki Cen-
net’in sekiz tabakası (50) birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı
Arş-ı Azamdır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden
yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbiri-
nin üstündedir... fakat birbirinin güneş görmelerine mani olmaz, birbirinden
geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile ol-
duğu, Ehadisin mütenevvi rivayatı işaret ediyor.” (S.499)
543- Dünyada fâsıklarla değil, salih kişilerle yapılan dostluk Cennet’te de
devam eder. Evet “Dünyada “Elhubbu fillah” hükmünce; sâlih ahbablara
muhabbetin neticesi: Cennet’te (15:47) «w[¬V¬"_«T«B8 ¯‡h, |«V«2 ile tabir edilen,
karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş şirin güzel tatlı bir
surette dünya maceralarını ve kadim olan hatıratlarını birbirine nakledip eğ-
lendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde
ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’anın nassıyla sabittir.” (S.648)
544- Hem dünya hâdisatı ve ahvali âhirette daimî manzaralar olacak, sey-
redilecektir. Evet “Dünya bir destgâh ve bir mezraadır. Âhiret pazarına
münasib olan mahsulatı yetiştirir. Çok Sözlerde isbat etmişiz: Nasılki cin ve
insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de: Dünyanın sair mevcu-
datı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulat yetiştiri-
yorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki, onun içindir.
Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip,
meydan-ı Haşrin etrafında dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu eder-
ler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o
maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette si-
nema perdelerinde görmek gibi; o levhaları o vak’aları müşahede etseler; çok
mütelezziz olurlar.
Madem öyledir, herhalde dar-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dar-ı Cen-
Meselâ: Nasılki ehl-i medeniyet, fani vaziyetlere bir nevi beka vermek ve
ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini
alıp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı
halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar... Aynen öyle de: Şu mevcu-
dat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçikdikten sonra, onların Sani-i
Hakim’i, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i
ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i
hayatiyeyi ve mu’cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek,
muktezayı ism-i Hakim ve Rahim ve Vedud’dur.” (M.293) (Bak: A’raf)
İki atıf notu:
-Âhirette hâdisat-ı âlem ve ahval-i şahsiyenin gösterilmesi, bak: 1123, 1124,
2334.p.lar.
-Ehl-i Cennet ve Cehennem’e önceden makamlarının gösterilmesi, bak: 507.p.
545- Gayet derin bir hakikat olan ehl-i Cennet ve Cehennem ile huri el-
biselerinin mahiyetleri meselesine gelince:
“Ehl-i Cennet olan bir insan Cennet’in her nev’inden her vakit istifade
etmek, elbette arzu eder. Cennet’in gayet muhtelif enva-ı mehasini var. Her
vakit, bütün Cennet’in envaiyle mübaşeret eder. Öyle ise Cennet’in mehasini-
nin nümunelerini, küçük bir mikyasta, kendine ve hurilerine giydirir, kendisi
ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer. Nasılki bir insan, bir memleket-
te münteşir bulunan çiçekler enva’ını, nümunegah küçük bir bahçesinde
cem’eder ve bir dükkancı, bütün mallarındaki nümuneleri bir listede
cem’eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebetdar olduğu
enva-ı mahlukatın nümunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye
yapıyor.
Öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve
cihazat-ı manevîyesiyle ubudiyet etmiş ve Cennet’in lezaizine istihkak
kesbetmiş ise; herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşaya-
cak, herbir letaifini zevklendirecek bir tarzda; Cennet’in herbir nev’inden bi-
rer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i
İlahiye tarafından giydirilecek.
Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu me-
aldeki hadistir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilik-
leri görünür, setretmiyor.” Demek en üstündeki hulleden tâ en alttaki
hulleye kadar, ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda hissiyatı ve duyguları
CENNET 323
_«8 ²a«=_«/« « ¬Œ²‡« ²~ ¬u²;«~ |«7¬~ ²a«Q¬V²0~ ¬}ÅX«D²7~ ¬u²;«~ ²w¬8 ®?~«h²8~ Å–«~ ²Y«7«—
_«Z[¬4 _«8—« _«[²9Çf7~ «w¬8 °h²[«' _«Z¬,²~«‡ |«V«2 _«Z«S[¬M«X«7«— _®E<¬‡ y²#«Ÿ«W«7—« _«WZ«X²[«"
51 H.G. hadis:250 ve İ.M. 37. Kitab-üz zühd, hadis:4333
CENNAT-I ADN 324
Meselâ: Bir aşiretin herbir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile
vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip başka
efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa..
Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile
tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vahidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasav-
vur etse; acaba evvelki adam ne derece müstakzer, ikinci adam ne derece
müteaffin... hattâ hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa mağarala-
rından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeğe hakkı olmayacaktır.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri
toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten cerbeze,
envaiyle garaibin makinesidir.
Görülmüyor mu ki, cerbeze-âlud bir âşıkın nazarında, umum kâinat, bir-
birine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor.. Veyahut
çocuğunun vefatıyla matem tutan bir vâlidenin cerbeze-âlud me’yusiyeti na-
zarında, umum kâinat hüzün-engizane ağlaşıyor.” (S.T.İ. 83)
Atıf notları.
-Cerbezeli padişah hikâyesi, bak: 86.p.
-Cerbeze-i lisaniye sahibi münafık, bak: 760/1.p.
-Kuvve-i akliyenin ifratla cerbezesi, bak: 3388.p.
İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bede-
lime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı
hali bu gelecek hakikatı der:
Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsünü ve bağırmasıyla
ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre ya-
kınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahak-
kümü ile bağırarak tehdid ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline” dediği
halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesa-
ret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor.
Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor:
“Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamaz-
sın.”
Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir ni-
zamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin
bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi
yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”
555- İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere
çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü
Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk ye-
rinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer ol-
madığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları
olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü
gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin
dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki
kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!... O hârika cesaretle-
riyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine
karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar.
Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için muti
bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesame-
tinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.
556- Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım!
İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hür-
riyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak ha-
letini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin
intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir
intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve
CESARET 329
“Abid, namazında der: yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « ²–«~ f«Z-² «~ Yani: “Hâlık ve Rezzak, on-
dan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir; abes
iş yapmaz. Hem Rahim’dir; ihsanı, merhameti çoktur.” diye itikad ettiğinden
her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem her şey’i
kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile
istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i
tamme verir. Evet her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı; imandır,
ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalâlettir. Evet tam mü-
nevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu
korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile sey-
redecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof
ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Ar-
CESARET-İ MEDENİYE 330
zımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan
Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.” (S.19)
559- Peygamberimiz (A.S.M.) imandan gelen şecaat ve cesaretin en yük-
sek derecesinde idi: “Başta İmam-ı Buhari, eimme-i hadis haber veriyorlar
ki: Bir def’a gecede, Medine-i Münevvere’nin haricinde, düşman hücum edi-
yor gibi mühim bir hâdise işaa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler.
Yolda görüyorlar, bir zat geliyor. Baktılar, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm’dır. Ferman etmiş: “Birşey yoktur.” Meşhur Ebu Talha’nın atına binip,
şecaat-ı kudsiyesi muktezasınca, herkesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve
dönmüştü.” (M.153)
Hem “Gar mes’elesinde, Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber halâs ve kurtu-
luş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda, _«X«Q«8 «yÁV7~ Å–¬~ ²r«F«# « (53) “Korkma,
Allah bizimle beraberdir.” diye Ebu Bekir-is Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı
beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız,
tereddüdsüz gösterdiği vaziyet; elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan
Hâlıkına itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır.” (İ.İ.106)
Bir atıf notu:
- Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 1370. p.sonu ve 2531.p.
560- Cesaretin zıddı olan korku hissinin de hikmeti ve meşru bir hududu
vardır. Evet “Cenab-ı Hak, havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş; hayatı tah-
rip için değil! Ve hayatı, ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için verme-
miştir. Havf; iki, üç, dört ihtimalden bir olsa... hattâ beş-altı ihtimalden bir
olsa, ihtiyatkârane bir havf, meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden
bir ihtimal ile havf etmek; evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (M.415)
Bir atıf notu:
-Keçinin ıztırar vaktindeki cesareti, bak: 379.p.
Evet “Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir dere-
cede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandanberi gelen ehl-i marifet ve ehl-i
velayet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o de-
rece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Ri-
sale-i Münacat’ın başında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir
fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in
dahi misli yoktur diyecek.” (Ş.129)
“Evet o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, herbir ukde
sarihan veya zımnen oniki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünki
meselâ, tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, el-
bette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve inhisarının altında bulundu-
ğuna delâlet eder. Meselâ °v¬¶<~«…«_< denildiği zaman mânası şöyle olur ki: “Ey
âlemde ondan başka dâim olmayan Allah! Yalnız sen dâimsin.” (M.Nu.423)
564- “Hem meselâ, Kur’anın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve
Kur’andan çıkan bir çeşit hülasası olan Cevşen-ül Kebir namındaki müna-
cat-ı Peygamberî’de (A.S.M.) yüz defa
¬‡_ÅX7~ «w¬8 _«X¬±D«9—« _«9h² ¬%«~—« _«X²M¬±V«' –_«8« ²~ –_«8« ²~ «a²9«~ Å ¬~ «y«7¬~ « _«< «t«9_«E²A,
cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlukatın
rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en
ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insa-
nın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi
bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdır.” (Ş.246)
Bir atıf notu:
-Cevşen-ül Kebir’in sevabı hakkında vesveseli suale cevab, bak: 3367.p.
Cevşen-ül Kebir, matbu Mecmuat-ül Ahzab eserinin 3. cildin 231. sahi-
fesinden alınarak, İstanbul Cağaloğlu semtinde bulunan Sözler Yayınevi ile
Envar Neşriyat tarafından basılıp neşredilen Hizb-ül Hakaik-ı Nuriye isimli
eserin içindedir.
565- CEZA š~i% : Karşılık. *Cürüm veya günah işleyenlere verilen azab.
“Ceza, âtide mesuliyet, hiss-i mesuliyet, tatbik-i mesuliyet mânalarını da ta-
zammun eder. Bunun için “yevmiddin”in lisanımızda bir ismi de “ruz-i
CEZALET 333
ceza”dır. Lâkin şunu unutmamalıdır ki, aslında ceza kelimesi şimdi mütearef
olduğu gibi yalnız ikab ve ukubet demek olmayıp, iyi veya kötü yapılan bir
işin tatlı veya acı karşılığını, ecrini vermek mânasına masdardır ve isim olarak
bu ecre dahi ıtlak olunur. Meselâ: “Cezakellahü hayran kesirâ” demek,
Allah sana çok hayırlı ecirler, mükâfatlar versin demektir.” (E.T.82) (Bak:
Adalet, Hadd, Kısas, Mes’uliyet, Musibet, Mürted, Zina)
Atıf notları:
-Cehennem’de azab, bak: 500-503.p.lar.
-Cezaya kesb-i istihkak, bak: 1900.p.
-Hata ve ceza, bak: 1079.p.da âyet notları.
-Had ve ceza, bak: 1103.p.da âyet notları.
-Masiyetin cezayı istilzam etmesi, bak: 2255/1.p.
-Cüz’î hataların küllî neticelerine göre cezası, bak: 3541.p.
-Mü’minlerin cezaları ekseriya dünyada verilir, bak: 722 ve 4073.p.lar.
-Kâfirin hikmet-i imhali, bak: Kur’an (42:21)
kuvveti o nisbette tezayüd eder. Meselâ: |¬Q¬V²5«~ š_«W«,_«<—« ¬¾ «š_«8 |¬Q«V²"~ Œ²‡«~ _«<
(11:44) yani “Yâ Arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Yâ Sema! Hacet kalmadı,
yağmuru kes.”
Meselâ: (41:11) «w[¬Q¬=_«0 _«X²[«#«~ _«B«7_«5 _®;²h«6 ²—«~ _®2²Y«0 _«[¬B²=~ ¬Œ²‡«Ÿ¬7«— _«Z«7 «Ä_«T«4
yani “Yâ Arz, yâ Sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime ram olu-
nuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.” dedi. Onlar
da: Biz kemal-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvve-
tinle göreceğiz.” İşte kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakiki ve nâfiz şu
emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak.
gibi suret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i
kıyas olabilir mi?
Evet temenniden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden
fuzuliyane emirler nerede? Hakikat-ı âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında
hakikat-ı emri nerede?..
Evet emr-i nâfiz büyük bir âmirin muti ve büyük bir ordusuna “Arş”
emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse; iki emir sureten bir
iken, manen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.
CİFR 335
Meselâ: (36:82) «–YU«[«4 ²w6 y«7 «ÄYT«< ²–«~ ®_\[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~
(2:34) •« «…´ ¬ ~—fD²,~ ¬}«U¬\ÍV«W²V¬7 _«X²V5 ²†¬~—« te iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak,
sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin Gü-
neş’e nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tas-
viri ve hakiki bir sanatkârın işlediği vakit sanatına dair verdiği beyanatı ve
hakiki bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili
birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese:
“Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım.
Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” (S.430) gibi ifade-
ler, cezalet-i Kur’aniyeye birer misaldir.
568- CİFR hS% : (Cefr) Harflere verilen sayı değeri ile, geleceğe veya
geçen hâdiselere, ibarelerden tarih düşürmek veya isme dair işaretler çıkar-
mak ilmidir. (Bak: Ebced)
569- CİHAD …_Z% : (Cehd. den) Din düşmanı ile muharebe. *İlim ve
imanla, sözle, fiille Allah yolunda çalışmak. Erkân-ı imaniye ve esasat-ı
diniyeyi muhafaza ve imanı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı
Garra’nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah’ı i’lâ, küfr-ü mutlakın ve küffa-
rın (Süfyan ve Deccal’ın) fitnelerini def’ ile hâkimiyet-i hakkı temin eylemek
gayreti. Bu mücahede zamanımızda resmen vazifedar olmayan müslümanlar
için, maddî olmaktan daha çok, manevî ve fikrîdir. (Bak: Cemaat, Cesaret,
Emr-i Bilmaruf, Galibiyet, Hicret, Mücahede, Tebliğ)
İki atıf notu:
-İlm-i din tahsili ve cihad-ı manevî için bir cemaat-ı kalilenin bulunması, bak:
958/1.p.
-Tahsil-il ilim cihaddır, bak: 1567,1570.p.lar
569/1- Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır. Me-
selâ:
¬˜¬…_«Z¬% Ås«& ¬yÁV7~ |¬4 ~—f¬;_«%«— (22:78) “Allah uğrunda hakkıyla cihad edi-
niz.” Cihad: Düşmana müdafaa gücünü sarf etmektir ki, üç kısımdır: Birisi,
zâhir düşman ile mücahede; birisi, şeytan ile mücahede; birisi de nefs ile
mücahededir. Bazıları burada cihaddan murad evvelkidir demiş, bazıları da
heva ve nefs ile mücahededir demiş. Fakat evla olan, üç kısmın üçüne de
şamil olmasıdır. Ve bu şümul, hakikat ile mecazın cem’i kabilinden değil,
mücahede mefhumunun bizzat şümulündendir. Şübhe yok ki mücahede,
mukateleden eammdır. Nitekim rivayet olunur ki, Hazret-i Hasan bu âyeti
okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah uğrunda cihad eder ve halbuki bir kılıç
vurmamış bulunur.” (E.T.3423) (Bak: Müsbet Hareket)
İ.M. 36. Kitab-ül Fiten bab: l, kelime-i tevhid diyen kimseye
dokunulmıyacağı hakkındadır.
571- Cihad âyetlerinden biri de şöyledir:
“(9:73) «w[¬T¬4_«XW²7~«— «‡_ÅSU²7~ ¬f¬;_«% Ç|¬AÅX7~ _«ZÇ<«~_«< “Kâfirlere ve münafıklara
karşı cihad et. ²v¬Z²[«V«2 ²oV²3~«— ve onlara karşı kalın ol, yumuşak davranma.”
CİHAD 337
Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnız seyf ü kıtalden eammdır. Zira münafıklara
gizli kâfir oldukları haysiyyetle açık kâfirler gibi harb ü kıtal ile cihad melhuz
değildir. Münafıklara karşı cihad, izhar-ı hüccet ve ikame-i hudud ile
müfesserdir. Filvaki’ cihad; seyf, lisan vesair herhangi bir vasıta ve suret ile
olursa olsun bezl-i cühd ederek çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek de-
mektir ki, kıtal bunun bir nev-i mahsusudur.” (E.T.2591)
İslâm âlimleri, harb hukuku ile alâkalı olarak, (29:46) âyetinden, kendile-
rine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale
etmek; (4:90) âyetinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokun-
mamak gerektiğini anlamışlardır.
İki atıf notu:
-Cihad, hürriyeti ikame etmek içindir, bak: 1421, 1423/2.p.lar.
-İncil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) cihada memur olacağını bildiren âyet, bak:
1661, 1664.p.lar.
-Mü’minler arasında muharebe, bak: 528.p.sonu
572- Peygamberimiz (A.S.M.) cihad hakkında:
gidecektir. Resulullah (S.A.V.): ¬}«8_«[¬T²7~ ¬•²Y«< |«7¬~ ¯Œ_«8 …_«Z¬D²7«~ yani “Cihad
kıyamete kadar devam edecektir.” buyurmuşlardır.” (56)
Kur’an (2:193) (8:39) gibi âyetlerde, fitne ehlinin ifsadat ve tecavüzatı
durdurulup asayiş ve emniyetin tam temin edilmesine kadar, cihadın lüzumu
beyan edilir. (3:200), (61:4) âyetlerinde de cihad yolunda tam tesanüd etmek
emredilir.
573- Diğer bir rivayette de:
¬h«T«A²7~ « _«9²†«~ ²v#²g«'«~«— ¬}«X[¬Q²7_¬" ²vB²Q«<_«A«# ~«†¬~
55 B.M. ci:4, sh: 90
56 B.M. ci:4, sh:99
CİHAD 338
Resulullah’ın gönderdiği bir zat (Huzeyme bin Sabit) bana geliyor. Huzeyme
gelip, bana: “Resulullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!” dedi. Ben de:
“Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” dedim. O da: “Hayır,
boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma.” dedi.
Resulullah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ve Hilal’e de bunun gibi
emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, “Haydi ehline (baban ailesi ya-
nına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun!”
dedim.
579- Bundan sonra on gün daha durdum. Ta ki Resulullah’ın bizimle
halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta
ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin
damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir halde bulunuyordum ki, Allah
Teâla’nın (Tevbe Suresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve
yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili Dağı üze-
rine en yüksek sesiyle: “Ey Kâ’b bin Malik, müjde!” diye olanca kuvvetiyle
bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki
darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulullah sabah namazını kıldığı zaman
Allah’ın, bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilan etmiştir
de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur.
Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir
kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabi-
lesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili Dağı’nın üstüne çık-
mıştı. Bunun sesi attan sür’atli idi.
Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbi-
semi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan
başka elbisem yoktu. Ebu Katade’den iğreti iki kat elbise alıp giydim. He-
men Resulullah’a (A.S.M.) koştum.
Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan
beraetimi) tebrik ediyorlar ve: Allah’ın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu
olsun! diyorlardı.
580- Kâ’b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim.
Resulullah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hemen Talha bin
Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti.
Vallahi muhacirlerden Talha’dan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha’nın
bu lütfunu unutmam.
CİHAD 342
Kâ’b der ki: Vaktaki Resulullah’a (A.S.M.) selâm verdim. Mübarek yüzü
meserretten şimşek çakar gibi şakır bir halde bana: “Bir günün hayır ve saa-
deti ile müjde sana ey Kâ’b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın
günlerin en hayırlısı!” buyurdu. Ben: “Ya Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan
mı, yoksa Allah tarafından mı?” dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan
değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-i Ekrem, taraf-ı
İlahîden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parladı, hatta o bir ay par-
çasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini, onun bu sevimli sima-
sından anlardık.
Vaktaki Resulullah’ın huzurunda oturdum. “Ya Resulallah! Allah ve
Resulullah’ın rızası için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak
ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü
icabındandır” dedim. Resulullah (A.S.M.): “Hayır, malının bir kısmını ken-
dine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Ben de “Şu Hayber’deki
hissemi alıkorum” dedim.” (S.B.M. Hadis no:1659)
Bir atıf notu:
-Hizmet ehlinde sebatkârlığın lüzumu, bak: 3940/10.p.
581- Cihad, şehadetle velayet kazandırır. (Bak: Şehid)
Evet “şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki
muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekat gibi, cihadda da ni-
yetin tasarrufu azdır. Hatta adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet
hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad
şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı
tazammun eden niyetin tesiri azalır.” (H.Ş.143)
Din düşmanlarıyla cihad yolundaki musibetlerin, imtihan sırrına bakan
derin hikmetleri vardır. Ezcümle bu gelen âyet mezkûr hakikatı pek açık
ifade eder. Şöyle ki:
“(47:4) ²vZ²X¬8 «h«M«B²9« yÁV7~ «š_«L«< ²Y«7«— Eğer Allah dileyecek olsaydı onlar-
dan yani o küfredip Allah yolundan sapan veya men’eden kâfirlerden öcünü,
intikamını alıverirdi. Herhangi bir helâk sebebiyle helâk ediverirdi. Meselâ
yere geçiriverirdi, volkan yapar, gark eder ilh...
imtihan etmek için öyle harb ü darb emrini veriyor. Yani mu’cize ile cebren
yapmak için değil, şer’u kanun ile emren yapmak ve insanları birbiriyle
def’edip Allah yolunda mücahede edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri
veriyor.” (E.T.4378) (İmtihan maddesinin sonundaki âyet notlarına da bakınız.)
(29:6) âyeti de mezkûr mâna ile alâkalıdır.
582- Din yolunda çeşitli meşakkalerle imtihan olmak olan İlahî hikmetin
hükmü her zaman caridir. Ezcümle: Bediüzzaman Hazretleri talebeleriyle
hapishanelerde çektikleri musibetleri, mezkûr hikmetle tefsir ederken şöyle
diyor:
“Birden bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve
inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurmak ve
her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desise-
leri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat
namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i
Rabbaniye müsaade ediyor. Çünki böyle meydan-ı imtihanda inatçı ve baha-
neci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiç
bir hile, hiç bir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî uhrevî ve şahsî menfaat
karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikattan geliyor. Eğer perde altında kal-
saydı, çok mânalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi.
“Belki bizi kandırırlar” der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı
ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapıyorlar
diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid ves-
veseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah.”
(Ş.522) Demek, dinî hizmetlerde ihlas esastır.
Kur’an (4:95,96) âyetleri, mücahidlerin diğer mü’minlerden fazilet ve de-
rece farklılığını ve (9:87, 93) âyetleri de, aileleriyle beraber kalmayı tercihen
cihadı terk edenlerin hallerini beyan eder.
(9:46,47) âyetleri de cihad yolunda keyfiyet ehlini tercih etmeye işaret
eder. (4:104) âyeti ise, cenneti uman mü’minin kâfirden daha gayretli olma-
sını ister. Allah, mü’minlerin canlarıyla mallarıyla cihad etmelerini ister.
Kur’an (3:186) (4:95) (8:72) (9:20, 41, 88) (49:15) (61:11) âyetleri örnek veri-
lebilir. Ve yine Kur’an (2:207) âyetinde rıza-yı İlahî için nefsini (kendini, ha-
yatını) Allah’a satmak (feda etmek) dersi verilir. (9:111) âyeti de bununla alâ-
kalıdır. Kur’an (8:60) âyetinde, cihadın teknik imkânlarının hazırlanması ve
caydırıcı kuvvet ortaya konması tavsiye edilir.
583- İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak
CİHAD 344
cihad, maddî değil, manevîdir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı
olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddî cihad gibi
mes’uliyet ihtimali de yoktur.
Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı
ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir ma-
kam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddî mü-
cadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd
ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden
merci’dir, şûra-yı ümmettir. (Bak: 1339, 3579 ilâ 3582.p.lar)
O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil
edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanı-
yor. (Bak: İttihad-ı İslâm)
584- Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i
kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar,
çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan,
böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.
İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadisiyenin Kitab-
ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler
men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve
tecziye edebilirler ve etmelidirler. (Bak: Müsbet Hareket)
Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şart-
ları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tat-
bikatlarını göstermek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle
teşri’ olunur.
Ahkâmda rey sahibi olmayan müslüman, âyet ve hadislerden ahkâm
istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadislerden
seviyeye göre ibret derstleri alabilirler.
Binaenaleyh gerek aşağıda derc edilen hadisler ve gerek bu ansiklopedi-
nin diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadisler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek
için konulmamıştır. Belki ibret, ikaz ve teşvik gibi hikmetler içindir.
585- Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden bir kaç hadis ve meal-
leri:
_«Z[¬4 v=¬ _«T²7~«— ¬v=¬ _«T²7~ «w¬8 °h²[«' _«Z[¬4 f¬¶<_«T²7~ °w«B¬4 –YU«B«,
CİHAD 345
Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öl-
dürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?
Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben
seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (Bak: Kur’an 5:28) diyen Hz.
Âdem’in oğlu gibi ol! buyurdu.
58 T.T. ci:5, sh:534-540; İ.M. 4016. hadis; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405
C İ H A D - I E KB E R 346
586- CİHAD-I EKBER hA6¶~ …_Z% : Büyük cihad. Nefsin kötü istekle-
rini işlememek için gösterilen gayret.
“Nefsiyle mücadele en büyük bir cihaddır. Binaenaleyh en mühim İlahî
bir vazifedir. Nefsini İslâmiyet’in verdiği bir terbiye dairesinde korumayan
kimse, ne kendisine ne yurduna hakkıyla hizmet edebilir. Yüksek fedakârlık-
lar, yüksek bir İslâm terbiyesi sayesinde vücuda gelir.” (B.İ.İ. 443, p.10)
Hem “herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında
cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm)
ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.” (H.Ş.85)
587- Nefsi devam üzere ibadet ve taatlere hasrederek, onu heva ve he-
veslerine tabi olmaktan men’etmek, cihaddan da güçtür. Bundan dolayıdır
ki, bir gazadan dönerken Peygamber (A.S.M.):
¬h«A²6« ²~ ¬…_«Z¬% |«7¬~ ¬h«R².« ²~ ¬…_«Z¬D²7~ «w¬8 _«X²Q«%«‡
“Küçük cihaddan büyük cihada döndük” buyurmuşlardır.”. (59)
Diğer bir rivayette de: ¬yÁV7~ |¬4 y«K²S«9 «f«;_«% ²w«8 f¬;_«DW²7«~ “Asıl mücahid,
Allah rızası için kendi nefsi ile mücahedede bulunan kimsedir.” (60)
588- Cihad-ı ekbere ehemmiyet verilmesinde derin hikmetler vardır. Zira
cihad-ı ekber, din terbiyesiyle nefsi ıslah ve terbiye etmektir. Nefsi terbiye
olmamış, enaniyeti kavi ve hayatı fıskla mülevves şahıslardan, ihlaslı ve isti-
kametli hizmet-i diniye de beklenemez. İslâm cemiyetlerinde görülen bir kı-
sım ihtilal ve mağlubiyetlerin sebebi, gereği gibi kâmil ve fâzıl insan olama-
maktır. Demek fertlerin kâmil insan olmalarını sağlayan cihad-ı ekber, İslâm
cemiyetinin temelidir.
Diğer bir cihette de cihad-ı ekber; nefs-i emmareyi, enaniyeti, insî ve
cinnî şeytanların ve hassaten münafıkların ifsad plânlarını mağlub ederek
kalbin zaferini kazanmak olduğundan, galibiyeti zor olan bir cihaddır. Bu
sebeble de bu cihada, cihad-ı ekber denilmiştir.
mânasına gelir. Cin, bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan
sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sahibi olup pek çok şer ve isyan
yapabildikleri gibi, Peygamberlerin ve semavî kitabların irşadlarıyla terakki
edip yüksek kemalatlara çıkabilirler. İnsanlar kadar terakkiye ve mükellefi-
yete müstaid olmadıklarından, dinin bir kısım emirlerini yapmakla ve bazı
yasaklarından kaçınmakla mükelleftirler. Kıyamet ve haşirden sonra, cinler-
den de dünya imtihanını kazananlar Cennet’e, kaybedenler Cehennem’e gi-
recektir. Kur’andaki 72. sure, Cin Suresi’dir. (Bak: İfrit, Medyum, Sihir, Şeytan)
Cinlerin varlığını evvela Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Ayrıca Pey-
gamberimiz Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) gelen sahih rivayetleri ve ashabının
cinleri görmeleri ve görüşmeleri hâdisleri de vardır. Bunlar latif mahlukat ol-
dukları için gaybî haberler getirmekte kullanılabilirler. Ancak Hazret-i Pey-
gamber’den (A.S.M.) sonra, cinlerin semavi haber hırsızlamaları, Cenab-ı
Hak tarafından men’edilmiştir. (Bak: 1014.p.)
590- “Cinden de şeytanlar vardır. İnsten de şeytanlar vardır. Ve cinden
olan şeytan, mü’mini aldatmaktan âciz kalınca mütemerrid bir insana, yani
insî bir şeytana gider ve mü’mini aldatmağa teşvik eder. Böyle insanlardan
şeytanlar bulunduğuna bir delil şudur ki: Hz. Peygamber (A.S.M.) Ebu
Zerr’e (R.A.) “Cin ve ins şeytanlarından taavvuz ettin mi?” buyurmuştur.
Ebu Zerr: “İnsin de şeytanları var mıdır?” dedim.
“Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerdir.” buyurdu diye rivayet etmiş-
tir.
Firuz Abadî, Besair’inde bunu şöyle telhis ederek demiştir ki:
Cinn hakkında iki türlü kavil vardır. Birincisi, cin mutlaka havassın
mecmuundan müstetir olan ruhaniyyuna ıtlak olunur ki, ins mukabilidir. Bu
surette melâike ve şeyatîn, cinde dâhil olur. Binaenaleyh melâike ile cin bey-
ninde umum ve husus-i mutlak vardır. Her melâike cindir, her cin melâike
değildir.
CİNN 348
591- Bir âyette şöyle buyurulur: “(15:27) Å–_«D²7~«— Cânnı da, cinn cinsini
teşkil eden gizli mahluku da ¬•YWÅK7~ ¬‡_«9 ²w¬8 u²A«5 ²w¬8 ˜_«X²T«V«' ondan (insan-
dan) evvel nar-ı semumdan, yani şiddetli sam ateşinden halketmiştik.
Semum: Lügatta ateş alevi gibi esen sıcak rüzgâra ıtlak edilir ki, sam yeli
tabir olunur. Ve harur dahi denilir. İbn-i Cerir’in beyanına göre bazı ehl-i
Arabiye, haruru gündüz esene tahsis etmiştir. Bir hadis-i şerifte semumun
bir Cehennem yılanı “lefh-i Cehennem” olduğu haber verilmiştir.
Sâmm, semm maddesinden fâil, semum da onun mübalagası feûl
sigasıdır. Semm zehir, bir de “semm-ül hıyat” gibi “ince delik” mânasına ge-
lir. Nitekim bedendeki terin çıktığı ve havanın nüfuz ettiği gizli deliklere
“mesemme”, cem’inde “mesâmm” veya “mesemmât” ve cem’ul cem’inde
“mesâmmât” denilir. Binaenaleyh sâmm ve semum, mesâmmata nüfuz edici
veyahut zehirleyici mefhumlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu nam ile tesmi-
yesi de bu haysiyetlerden birisini veya her ikisini mülahaza itibariyledir.
Cânnın nar-ı semumdan halkedilmiş olması, cin ve şeytanın insana gizli
mesammatından hulûl edecek, zehirleyecek, yakacak bir mahiyette olduğunu
iş’ar eder. İbn-i Abbas’tan mervidir ki, “Şu bildiğimiz semum, cânnın çıktığı
semumun yetmiş cüz’ünden bir cüz’üdür” demiş. Demek insan yaratılmaz-
dan evvel, cânnın halkedildiği sırada Arz çok dehşetli ateşler saçıyormuş.”
(E.T.3059) (Bak: 266.p.) Semum ifadesi Kur’anda (52:27) ve (56:42) âyetle-
rinde de geçer.
592- Diğer bir âyet de şöyledir: “(55:15) Å–_«D²7~ «s«V«'—« Cânnı da yarattı.
Cânn, nun’un teşdidiyle cin demektir. Malih ile milh gibi ikiside vasıftır.
Veya cin, milh gibi ism-i cins; cânn, mâlih gibi ism-i sıfattır. Yahud burada
insandan murad Âdem olduğuna göre, cânndan murad da cinnin babası de-
mektir. Bazıları bunu Mücahid’den, cinnin babasıdır, İblis değil diye
nakleylemiştir. Bizim kanaatimizce mebde itibariyle bütün insan cinsi, “sal-
sal”den yaratılmış olduğundan, insandan murad yalnız Âdem değil, cins ol-
CİNN 349
duğu gibi; cânndan murad da cin cinsidir. Aşağıda (55:39) –Ê _«% « «— °j²9¬~ diye
ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Sure-i Hıcr’de u²A«5 ²w¬8 ˜_«X²T«V«' Å–_«D²7~«—
(15:27) buyurulduğuna göre demek olur ki; insanı yaratmadan evvel cânn
yahud cin denilen gizli mahlukları yaratmıştık.
(55:15) ¯‡_«9 ²w¬8 ¯‚¬‡_«8 ²w¬8 Ateşten bir maricden. -Birinci “min” ibdaiyye,
ikinci “min” beyaniyye olarak, bir maric ateşten demek olur. Burada maric,
iki mâna ile tefsir olunmuştur. Bazıları asıl mefhumu, ızdırab mânasına
merecden olarak ateşten ibaret bir çalkanan, yani hâlis ateş, dumansız safi
alev demişler. Bazıları da merecin asıl mânası, ihtilat olmak itibariyle muhte-
lit dumanlı bir ateş demişlerdir. Sure-i Hıcr’de de geçen “Nar-is semum” ta-
birine muhtelit mânası daha muvafık gelir görünür. Şu kadar ki, muhtelit,
sade duman karışık demek gibi ibtidaî bir mânaya olmayıp semum mefhu-
muna da mutabık olmak üzere herşeye nüfuz ve ihtilat eden diye ateşin
hakikatını ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka maric, müteaddi mercden
olmak üzere haltedici, yani karıştırıcı demek de olabilir ki, bu da ateşin yani
hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir hassasını ifade etmiş olur.
Hâsılı demek oluyor ki; insan yaratılmazdan evvel güneşte veya arzın bi-
dayetinde olduğu gibi çalkanıp duran muzdarib ve müteheyyic bir halde bu-
lunan hâlis bir ateş veya elektrik halinde olduğu gibi herşeye karışabilen nâfiz
bir ateş veyahud eşyayı birbirine karıştırmak, ihtilat ettirmek hassasına haiz
bir ateşten, biz insanların gözlerine bermu’tad görünmeyen gizli bir takım
hayat kuvvetleri, hayatî unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn tesmiye olu-
nur.” (E.T.4669)
593- Cinlerin erkek ve dişi nevileri olup olmadığı hakkında rey farkı bu-
lunmaktadır. Cumhurun reculiyete istidlal ettiği âyet şöyledir:
“(72:6) ±w¬D²7~ «w¬8 ¯Ä_«%¬h¬" «–—†YQ«< ¬j²9¬ ²~ «w¬8 °Ä_«%¬‡ «–_«6 İnsten bir takım ri-
cal, cinden bir takım ricale sığınıyorlardı. -Böylece sığınma dualarına ta’vizat
ve efsun namı verilir... Cumhur ²w¬8 lerin ikisinin de beyaniyye olmasını zâhir
görerek bu âyetin zâhiri cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğuna ve onların
CİNN 350
“(6:112) ¬±w¬D²7~«— ¬j²9¬ ²~ «w[¬0_«[«- ~È—f«2 ¯±|¬A«9 ¬±uU«7 _«X²V«Q«% Her Peygambere
de ins ü cin şeytanlarını düşman kıldık... ins ü cin şeytanları, her Peygambere
İkincisi: Meşhur Şam kâhini Satîh’dir ki; kemiksiz, adeta azasız bir
vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir.
Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlardan şöhret bulmuş. Hatta
Kisra (yani Fars padişahı) gördüğü acib rü’yayı ve veladet-i Ahmediye
(A.S.M.) zamanında, sarayın ondört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh de-
miş: “Ondört zat, sizlerde hâkimiyet edecek; sonra saltanatınız mahvolacak.
Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte o sizin din ve devletinizi kaldı-
racak!” mealinde Kisra’ya haber göndermiş. İşte o Satîh, sarih bir surette,
âhirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş.
Hem kâhinlerden Sevad İbn-i Karib-id Devsî ve Hunâfir ve Ef’asiye
Necran ve Cizl ibn-i Cizl-il Kindî ve İbn-i Halasat-ed Devsî ve Fatıma Bint-i
Nu’man-ı Neccariye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitablarında tafsilen
beyan ettikleri vecih üzere; âhirzaman peygamberinin geleceğini, o peygam-
ber de, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm olduğunu haber vermişler.
Hem Hazret-i Osman’ın akrabasından Sa’d İbn-i Bint-i Küreyz, kâhinlik
vasıtasıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nübüvvetini gaibden
haber almış. Bidayet-i İslâmiyette Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e demiş ki:
“Sen git iman et.” Osman bidayette gelmiş, iman etmiş.” (M.174)
598- “Hem kâhinler gibi, hâtif denilen şahsı görünmeyen ve sesi işitilen
cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın geleceğini mükerreren ha-
ber vermişler. Ezcümle: Zeyyab İbn-ül Hâris’e hâtif-i cinnî böyle bağırmış,
onun ve başkasının sebeb-i İslâm’ı olmuş:
bazılarını imana getirmiştir: «p«W«T²9_«4 °u¬0_«" «h¬±8…—« «p«O«K«4 Çs«E²7~ «š_«% Bu hâtifle-
rin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.” (M.175)
599- “Hz. Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi
teshir edip, şerlerini men’ ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu
âyetler:
(21:82) «t¬7«† «–—… ®Ÿ«W«2 «–YW«V²Q«<—« y«7 «–YW«V²Q«<—« y«7 «–Y.YR«< ²w«8 ¬w[¬0_«[Åo7~ «w¬8—«
CİNN 353
ilâ âhir... (38:38) ¬…_«S².« ²~ |¬4 «w[¬9Åh«T8 ilâ âhir... âyetiyle diyor ki:
Yerin insandan sonra zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana
hizmetkâr olabilir, onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırak-
maya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hakk’ın
evamirine müsahhar olan bir abdine, onları müsahhar etmiştir. Cenab-ı Hak
manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir
abdime, cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim em-
rime müsahhar olsan, çok mevcudat hatta cin ve şeytan dahi sana müsahhar
olabilirler.”
İşte beşerin sanat ve fennin imtizacından süzülen maddî ve manevî fev-
kalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle
muhabereyi şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini ta-
yin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat
namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara
olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir,
şerlerinden kurtulmaktır.
600- Hem temessül-ü ervaha işaret eden Hazret-i Süleyman (A.S.)’ın
ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem
(19:17) _È<¬Y«,~®h«L«"_«Z«7«uÅC«W«B«4_«X«&—‡ _«Z²[«7¬~ _«X²V«,²‡«_«4 misillü bazı âyetler, ruhanile-
rin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar.
Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenilerin yaptığı gibi; hezeli-
yat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara
hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddi
olarak ve ciddi bir maksad için Muhyiddin-i Arabi gibi gizli zatlar ki, istediği
vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü; onlara müncelib olup
münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takar-
rub etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret
eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi sanat ve fünun-u
hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.”
(S.258) (Bak: Medyum)
601- Hikmet-i İlahiye, cinnî şeytanları da umur-u şerriyede perde etmiş-
tir:
“Nasılki melekler ve umur-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen
zahirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i
CİZYE 354
602- Kur’anda: “(6:130) ²vU²X¬8 °u,‡ ²vU¬#Ì_«< ²v«7«~ ¬j²9¬ ²~—« |¬±X¬D²7~ «h«L²Q«8_«<
âyet-i celileleri mucibince cinlerden de peygamber geldiği bildiriliyorsa da,
bu husustaki müşkilin halli için vaki suale, Bediüzzaman Hazretlerinin ver-
diği cevab:
“Risale-i Nur’un en ehemmiyetli vazifesi, beşeri dalâletten ve küfr-ü
mutlaktan kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan
bahis açmıyor. Selef-i Salihîn dahi çok bahsetmemişler. Çünki öyle gaybî ve
görünmeyen işlerde su-i istimal düşer. Hem şarlatanlar, hodfüruşluklarına
bir vesile yapabilirler. Nasılki şimdi ispirtizmacılar “cinler ile muhabere”
namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına âlet ederler diye çokça medar-ı
bahs edilmez. Hem Hâtem-ül Enbiya’dan sonra, cinlerde peygamber gel-
memiş. Hem Risale-i Nur bu zamanda bir taun-u beşerî olan maddîyyunluk
fikrini ibtal etmek için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’i hüccetler ile
isbat etmeye çalışmış, bu meseleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başka-
larına bırakmış. Belki inşâallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, Sure-i Rahman’ı
tefsir edip bu meseleyi de halleder.” (Ş.337)
Kur’an (46:29, 30) âyetlerinde, bir grup cinnin Resulullah’a gelip Kur’an
dinledikleri ve sonra kavimlerine dönüp bunu tebliğ ettikleri bildirilir.
603- CİZYE y<i% : Vergi. Haraç. Kur’an (9:29) âyetinde beyan edilen
ve müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmıyanlardan alınan ve
devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi.
“Gayr-ı müslimlerin mükellef olan erkeklerinden senede bir defa alınan
şahsî bir vergidir ki, buna “harac-ür rüûs” da denilir. Esasen cizye, ivaz ve
kifayet mânasına gelir. Müslümanların zimmetine, ahd ve emanına nâil olan
ve müslümanların lehinde ve aleyhindeki bir çok hukuka iştirak eden gayr-ı
müslim tebeadan alınan cüz’î bir vergi, şu nâil oldukları nimet ve salahiyete
bir nevi ivaz olmak üzere kâfi görüldüğünden cizye namını almıştır.
CUMHURİYET 355
Maahâza cizye lafzı, ceza mânasına da gelir. Ceza ise hem mükâfat, hem
de mücazat, ukubet mânasınadır. Taatın sevabına ceza denildiği gibi, masiye-
tin ukubetine de ceza denir.” (H.İ. ci: 3 sh: 550) T.T. ci: 4 sh: 744 cizye
hakkındadır.
(22:40) °i<¬i«2 Ê>¬Y«T«7 «yÁV7~ Å–¬~ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i
tam ve medeniyet-i âm veyahut Din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad
daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil! İn-
sanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Başkasının
kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz! Ye’s, mâni-i her kemaldir.
“Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.” (T.H.60)
Ve yine 1909 senelerinde Bediüzzaman meclis sisteminin lüzumunu be-
lirtmişti. O devrede yazdığı bir eserinde şöyle diyor:
“Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i mede-
niyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri,
CUMHURİYET 356
devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o ka-
dar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı
medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde
olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve
seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilesinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti
taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.” (İ.M.Ş.78)
606- Cumhuriyet hakkında 1935 senesinde Eskişehir Mahkemesinde
Bediüzzaman Hazretlerinden sorulan bir suale verdiği cevabından bir parça:
“Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelme-
den, ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım
isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbe-
sinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veri-
yordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu
karınca ve arı milletleri Cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hür-
meten tanelerini karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne
muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: Hülefa-i Raşidîn hem halife hem
reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i
Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânasız isim ve resim
değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mâna-yı dindar
cumhuriyetin reisleri idiler.
İşte ey müddeiumumi ve mahkeme âzaları! Elli seneden beri, bende olan
bir fikrin aksiyle, beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsa-
nız, ben biliyorum ki; lâik mânası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan
düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara
da ilişmez bir hükümet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve
içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyo-
rum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları
mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise,
bunu size bilâ-perva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve
âhiretime feda etmeğe hazırım.” (Ş.363)
606/1- Bediüzzaman Hazretleri bir mahkeme müdafaasında, cumhuriyet
idaresine istinad eden bir hukuk devletinin mahiyetini şöyle izah eder:
“Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel et-
memek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar kalbe bakmaz. İdare
CÜMMEL 357
608- CÜNAH ƒ_X% : “Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup,
harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, “günah” kelimesi-
nin aslı budur.” (E.T.806) Bu kelime Kur’anda 25 yerde geçer. (Bak: Günah)
sebeb olan üstadı Seriyy, ona cemaatı irşad müsaadesini vermiştir. Ancak
Cüneyd hâlâ kendisinden emin değildir. Nefsini ıslah etmediği, kimseye na-
sihat etme derecesine yükselmediği kanaatindedir. Bu yüzden dayısı ve üs-
tadı Seriyy-üs Sakatî’nin teklifine hemen evet diyemez, beklemeyi tercih
eder.
Ne var ki, beklemekte olduğu günlerde gördüğü mühim bir rüyada, ken-
disine tebessümle bakan Hazret-i Resulullah, şöyle emir verir: “Cüneyd! Artık
mü’minlerin arasına karış ve onlara ebedî hayata ait hakikatları anlat, ikaz
olmalarına yardım et!”
Bu rüyayı gördüğü anda yatağından fırlayan Cüneyd, sabahı zor bulur.
Namazdan sonra ilk işi üstadının kapısını çalmak olur. Cüneyd’i tebessümle
karşılayan üstadı, henüz Cüneyd hiç bir şey anlatmadan ona şu karşılığı verir:
“Haydi, şimdi de vazifeden kaç da görelim! Bizim sözümüzle amel etme-
yebilirsin ama Resulullah’ın emri? Onun emrinde de tereddüt edebilir misin?
Doğru vazife başına!”
Cüneyd utancından üstadının yüzüne bakamaz ve o günden sonra Bağ-
dat, Basra, Kûfe ve Hicaz’a varıncaya kadar bütün İslâmî muhitlerde hizmet-i
diniyeyi ifa eder.” (İslâm Büyükleri, sh: 147)
(48:4) ¬Œ²‡« ²~—« ¬ ~«Y«WÅK7~ …Y9% ¬yÅV¬7—« âyetinin askerlik mânasını ihsas eden
temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat ta-
burlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o kü-
çücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkimane tekvinî emirlerin,
âmirane hükümlerin, şâhane kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i
mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler.” (Ş.152)
CÜRCANÎ (Abdülkahir) 359
ÇARŞAF 361
Ç
612- ÇARŞAF ¿_-‡_å : Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan
bez örtü. *Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli bir örtüdür.
Kadınların sokağa çıkarken elbiselerinin üstünden örtünmesi farzdır. Bu
maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca
elde edebilmesi bakımından yaygın olarak kullanılagelmiştir. Çeşitli renklerde
olabilir.
Çarşaf zengin ve fakir ayrımını kaldırır. İç giyimi örttügü için, ailelerin
birbirine özenerek israfa düşmelerini, gösterişi, çekememezlikleri ve bundan
doğan huzursuzlukları önler. Ferâce, car, cilbab denen örtüler de, bu tarz
örtü çeşitlerindendir. (Bak: Cilbab)
dâbbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi ke-
mirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler
iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına
işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Ş.591)
DALALET 363
²a«A«K6« ²—«~ u²A«5 ²w¬8 ²a«X«8³~ ²wU«# ²v«7_«Z9_«W<¬~_®K²S«9 p«S²X«< « «w²%«h«' ~«†¬~ ° «Ÿ$«
¬Œ²‡« ²~ }Å"~«…«— Ä_Å%Åf7~«— _«Z¬"¬h²R«8 ²w¬8 ¬j²WL« 7~ ¬ YV0 ~®h²[«' _«Z¬9_«W<¬~ |¬4
Yani: “Üç şey ortaya çıktıktan sonra, evvelden iman etmemiş veya ima-
nından hayır kazanmamış bir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin garbdan
doğması, Deccal ve Dabbetül’arz.” (61) Yani; cemiyette fitne hükmetmezken
iman-ı kâmil kazanmamış olan kimsenin, fitne devresinin müfsid cemiye-
tinde kâmil bir iman kazanması, bilhassa ekseriyet teşkil eden avam için çok
müşkil olacağına bir işarettir. (Fitne zamanında imanlarında hayır olmayan ehl-i
dalâletin hali, bak: 618.p.)
Mezkûr hadisin ifade ettiği manayı bazı müfessirler, (6:158) âyetinin be-
yanında izah ederler. Diğer bir hadiste de:
«}Å"~Åf7~«— «Ä_Å%Åf7~«— «–_«'Çf7~«h«6«g«4 ¯ _«<³~ «h²L«2_«Z«V²A«5 «–²—«h«# |ÅB«& «•YT«# ²w«7_«ZÅ9¬~
«‚Y%Ì_«8—« «‚Y%Ì_«<—« Ú ‰Õ Û «v«<²h«8 ¬w²"~«j[¬2 «Ä—i9—« _«Z¬"¬h²R«8 w¬8 ¬j²WÅL7~ « YV0 «—
Yani “Peygamber (A.S.M.): “Sizler daha evvel on alâmet müşahede et-
medikçe aslâ kıyamet kopmayacaktır” buyurdu. Ve şunları zikretti: “Duhan,
Deccal, dabbetü’l-arz, güneşin mağribden doğması, İsa Aleyhisselâm’ın nü-
zulü, Ye’cüc ve Me’cücün çıkması.” diye buyurulur.(62) (İbn-i Mâce, 36.
Kitab-ül Fiten, 31. bab aynı mevzu hakkındadır.)
Ve ikinci cümlesi olan ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 «–—ÇfM«< «— ile der ki:
“O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et et-
tiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile
ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını
bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan _®%«Y¬2 _«Z«9YR²A«< «— ile der ki: “Onların dalâleti
fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir fir’avunluk ve deh-
şetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden
İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını süflî
hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!)
eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.!” İşte bu âyet, üç cümlesiyle manen bu
asırda acib bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u manevî ile mâna-yı işarîsiyle
çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına par-
mak basıyor.” (Ş.724) (Bak: Ulemâ-üs Sû)
İki atıf notu:
-Dünya hayatını âhirete tercih edenler, bak: 719, 720.p.lar.
-İmanlarında hayır olmayanlar ihbar eden hadis, bak: 614.p.
619- Kendilerine hak tebliğ edildiği halde, nefisperestlik ve enaniyet gibi
sebeblerle hakkı dinlemeyip iman etmeyen ehl-i dalâlet, Kur’anda muhtelif
vasıflarıyla tavsif edilir. Ezcümle, bir âyet-i kerimede şöyle tasvir ediliyor:
daha çok şeair ciheti nazara alındığı anlaşılıyor. Bir İslâm memleketinde zu-
hur eden gayr-ı İslâmî hayat sebebiyle dar-ül harb olduğu fikri ortaya atılsa,
millî hayatta hissiyat-ı diniyenin devamına sebeb olan bir kısım şeairin de
ta’tiline yol açar. Şeairin içtimaiyata ve bilhassa avama yaptığı manevî tesir ve
hiss-i diyanet bütün bütün zayıflar. (Bak: Şeair)
627- Bununla beraber, müvazene nazara alınmadan, bozuk bir içtimaî
hayata “normaldir” denilse, bilhassa tabaka-i avam gaflete düşürülür ve
bid’atlara karşı bu tabakanın dinî hassasiyeti kaybolur ve ülfetle bid’aları hoş
görüp dalâlete düşebilir. O halde böyle mes’elelerin çok nazik olduğu ortaya
çıkıyor. Böyle olunca da çok dikkat, insaf ve ferasetle hareket etmek gerektir.
Evet °}«W²&«‡ |¬BÅ8~ ¿«Ÿ¬B²'¬~ hadis-i şerifi ile bildirildiği gibi, müçtehidlerin
farklı reylerinde hikmet ve rahmet vardır. Zira böyle içtihadî meselelere ba-
kışta, cihet muhteliftir. Zira dar-ül harb gibi dinin içtimaî bazı meselelerinde
hem hukuk hem şeair cihetleri müçtemi’dir. (Bak: 631.p.) O halde hududu
aşıp böyle içtihadî sahalara usul hârici girmemeli. Böyle meselelerin halli için,
maddî-manevi şartların zuhuru ile bu zamanda teşekkülüne büyük ihtiyaç
bulunan ve âlem-i İslâm’ın mercii mânasında olması gereken büyük İslâm
şûrası lâzımdır ki, teşettüt ve fevza-i âraya sebeb olmadan mülzim ve merci’
olsun. (Bak: 3576.p.) O halde hayat-ı içtimaiyede hizmet edenler, ittihad-ı
İslâma kuvvet vermelidirler. (Bak: İttihad-ı İslâm)
628- Böyle içtihadî meselelerde ehil olanlar arasında uhuvvetkârane ve
insaf düsturuna uygun olmak ve inşikaka meydan vermemek şartıyla
müdavele-i efkâr yapılabilir.
Eğer yapılan müzakereler fitneyi tahrik edecek münakaşalara dönüyorsa,
müslümanlara karşı susmak tercih edilmelidir. Fitne zamanlarına ait bazı ri-
vayetlerde bu tarz tavsiyeleri görüyoruz. Ezcümle: “Elinizi, dilinizi tutun.
Evin demirbaşlarından biri olun.” (Ebu Davud, Fiten 2, 4258.hadis)
“Fitnelerde dil, kılınç darbesinden daha şiddetlidir.” (İbn-i Mace, Fiten,
3967. hadis)
629- İslâm dünyasının en büyük bir meselesi olan ihtilafı terk ile esasat-ı
diniye etrafında ittifak etmek ve teferruat sayılan meseleler üzerinde usulsüz
münakaşalara girmemek gerektiği fikrini ısrarla ileri süren Bediüzzaman
Hazretleri diyor ki:
DAR-ÜL HARB 372
“Bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı
şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var;
elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf müna-
kaşaların kapısını açmamak gerektir.” (E.L.I. 204) (Bak: Müsbet Hareket)
“Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki Hristiyanın dindar
ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza
etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.” (E.L.I 206) (Bak:
785.p.)
“Binler teessüf ki: şimdi müdhiş yılanların hücumuna maruz biçare ehl-i
ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek
birbirini tenkidle yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendile-
rini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.” (K.L.246) (Bak: 1528.p.)
630- “Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?
Cevab: Evvela müttefekun aleyh olan makasıd-ı aliyeye nazar etmektir.
Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede
umumumuz müttefik; zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı
telakki veya tarik-ı tefehhümdeki tefavüt bu ittihad-ı vahdesi sarsamaz, racih
de gelemez. ¬yÁV7~ |¬4 Ç`E²7«~ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim
olsa -ki zaman dahi pek çok yardım ediyor- ihtilâfat sahih bir mecraya sevk
edilebilir.” (S.T.İ. 92)
“Sual: Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne dersin?
Re’yin nedir?
Cevab: Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş
bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan
işitiyoruz ki; rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu mec-
listeki rey-i ekseriyetin naziresidir. Rey-i cumhurdan maada olan akval, eğer
hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Tâ
herbir istidad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.
Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun
eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mah-
sus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim
etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştı-
lar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki,
DAR-ÜL HARB 373
desenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i
İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı
İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel
meâllerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hatta şu memleketin
maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, bi-
rer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o meâni-i mukaddeseyi, ehl-i
imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın
bir menfaati için, bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde;
elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillah ve
Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli
defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı
mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve
tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen
mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.” (M.401) (Bak: 454.p.)
633- Demek yukarıda zikredilen “an’anat-ı İslâmiye, İslâmî tarih ve
umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyeye aid muhaverat-ı ehl-i İs-
lâm” gibi dar-ı İslâmın şeâir cihetindeki ana unsurları halk ekseriyetinde hâ-
kim olsa, o cemiyette dinî hayat devam eder. Eğer bir cemiyette mezkûr
şeâire bedel âdât-ı ecnebiye ekseriyette revaç bulmuşsa, o cemiyette hakiki
dinî hayat ve bilhassa diyanette temel teşkil eden hissiyat-ı diniye zayıflar ve
giderek İslâm isimlerde kalır. (Bak: 985.p.)
Nitekim ilk meclis kurulduğu zaman Ankara’ya çağrılan Bediüzzaman’ın
mebuslara neşrettiği beyannamesinde, henüz milletin şeâire bağlı olup dindar
olduğunu, şeairi bozmanın büyük zarar vereceğini anlatmış ve takriben 1945
senelerinde de Adliye Vekiline hitaben yazdığı bir mektubunda da aynen
şöyle demiştir. “Eski terbiye-i İslâmiyeyi alan yüzde ellisi meydanda varken,
an’ane-yi milliye ve İslâmiye-ye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde,
elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı
anarşiliğe sevketmek kuvvetli ihtimali...” (E.L.I. 22) diyerek şeâirin bozul-
ması ve Avrupaî âdet ve modaların ve sefahetin umumî-leşmesiyle doğacak
büyük tehlikeyi haber vermiştir. (Bak: 249, 250, 618, 3487 ilâ 3490.p.lar)
633/1 Asrımızda meydana gelen ve fitnelerin en dehşetlisi olan ve nifakî
hususiyetleri bulunan âhir zaman fitnesi devrinde dar-ül harb gibi
mes’elelerin tayin ve tesbiti müşkildir. Çünkü fıkıhta:
1- Dâr-ül İslâm (İslâm hakimiyetindeki memleket);
2- Dâr-ül Harb (Kâfirlerin hâkim oldukları memleket);
DAR-ÜL HARB 375
irtidad eden veya bir zaman, İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted
olan şahısların hâkim bulundukları yer.
“Darürridde, yani: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istila ederek hâ-
kimiyetleri altına aldıkları yerler, bazı ahkâm itibariyle dar-ı harbden ayrılır.
Meselâ: Dar-ı harb ahalisiyle müsalaha akdi caiz olduğu halde, darürridde
ahalisiyle caiz olmaz. Çünkü riddetin devamına cevaz verilemez. Şu kadar
var ki, bunlar bir müddet düşünmek için mütareke talebinde bulundukları
takdirde bakılır. Eğer müslümanların hakkında hayırlı görülürse, bu mütare-
keye muvafakat edilir. Ve eğer harb edilmesi daha muvafık görülürse, bu
mütarekeye muvafakat edilmez.
Mütareke kabul edildiği takdirde mukabilinde bir bedel, bir haraç alına-
maz. Zira bu halde mütareke, bir akd-i zimmete müşabih olur.
Halbuki mürtedler, zimmete kabul edilemezler. Bu mütarekenin öyle iki-
üç günlük, geçici bir zaman için olması icab etmez. Buna lüzumuna göre bir
mühlet tayin edilir.” (H.İ. ci: 3, sh: 481) (Bak: Dar-ül Harb, Mürted)
canlıların başlangıçta tek hücreli canlı olarak meydana geldiklerini, sonra te-
sadüfen nesilden nesile farklılaşıp başkalaştığını, bu tesadüfi değişikliklerden
çevre şartlarına uygun olanlara sahip canlıların yaşadığını, diğerlerinin yok
olduğunu, böylece canlıların gittikçe mükemmelleşerek bugünkü şekle girdi-
ğini iddia eder. Bu iddianın ortaya atıldığı zamanlarda, canlı hücrenin kim-
yevî ve genetik yapısı, yani canlılarda kendi hususiyetlerinin nesline geçmesi
için hücrenin çok hassas bir kaderî proğrama sahib kılındığı bilinmiyordu.
637- Darwincilik ve tekâmül teorisi, 19.yy.da maddeciliğin yeni felsefi
kılıklara girerek canlanmaya başladığı sıralarda ileri sürülmüş, bilgi noksanlı-
ğına veya bazan da aşağıda görüleceği gibi, kasıtlı tahriflere dayanan bir iddi-
adır. O zaman diğer aşırı ve yıkıcı cereyanlar gibi bu cereyanın temsilcileri
ilmî isbattan uzak, bir takım kabullere dayanıyorlardı. Teorileri, ilmî tecrübe
ve araştırma neticeleri ile asla teyid edilmemiştir.
Buna rağmen Yeni darwincilik gibi isimlerle müdafaasına devam edil-
mesi maksadlıdır. Teorinin müdafilerinin maddeci olması dikkat çekicidir.
Maddecilik, biyolojik tekâmül teorisine, kendi görüşünün ayrılmaz bir par-
çası sayarak sahip çıkmaktadır. Çünki görüşleri dine karşıdır. Maddeci insan
telakkisi insanı ruhsuz, değersiz, başıboş, sahipsiz, tesadüflerin ve maddenin
esiri olarak görür. Maddeci cereyanlar tekâmül nazariyesini, ilmen doğrulu-
ğuna inandıklarından değil, daha çok ideolojik maksadlarına uygun geldiği
için müdafaa ederler. Bunlardan bazılarının da teorilerinin ilmen isbatının
yapılamadığını itirafa mecbur oldukları görülmektedir.
638- Darwincilik teorisi, aslında ilim çevresine sahtekârlıkla sokulmuştur.
Çeşitli misallerinden bir-iki örnek verelim:
1912 yılında İngiltere’de Piltdown’da sözde insanın maymun soyundan
ceddine ait olduğu iddia edilen fosil (kalıntı) bulunmuştur. İnsan kafatasına
kasden maymuna ait çene kemiği monte edilmiş, dişler de eğelenmek sure-
tiyle çene kemiğindeki yerlerine yerleştirilmiş. Sahtekârlığın anlaşılmaması ve
güya 500 000 yıl öncesine ait olduğu zehabını uyandırmak için potasyum
dikromat ile sun’i olarak lekelendirilmiş.
Darwinci sözde ilim adamları, bu düzmece fosile dayanarak kırk yıl bo-
yunca “İnsanın maymun soyundan atası” diye makaleler yazmış ve konfe-
ranslar vermişlerdir. Sahtekârlık 1950 yılından sonra fluor testleriyle yapılan
araştırmalar sonunda ortaya çıkmıştır. Bu örnek, maddeci görüşün gayesi is-
tikametinde nelere baş vurabileceğini göstermesi bakımından mühimdir.
DARWİNCİLİK 379
olarak kalacaktı. (Bak: 143.p.) Fakat bu aynı şahıs, cemiyet hayatına temas
ettirilse; konuşmayı, düşünmeyi ve diğer insanî hususiyetleri tedricen kaza-
nır. Yani mahiyetinde ve ruh yapısında konulan insanî hususiyetler ve
istidadlar inkişaf eder. Çünki insanın ruh yapısında, asıl mahiyetinde insan
olabilmek mânevi proğramı vardır. Fakat bir hayvan olan kedi, aile içinde
olduğu halde daima kedidir, insan olamaz. Çünki mahiyeti kedidir.
Ruhundaki kaderî proğram, kedilik proğramıdır. Demek Allah’ın
herşeyde koyduğu kanunlar gibi, enva’ arasında bulunan mübayenet-i mahi-
yet kanunu da tebeddül etmez. O halde her bir nev’in ilk başlangıcı, bir ferd
olup, bu ferd kendi nev’inin mahiyet ve hususiyetlerine sahip kılınmış ve te-
kâmül ettirilerek son kemâl mertebesine getirilmiş, bu haliyle nev’inin ilk
Âdem-i mânasında başlangıcı olmuştur. İlk yaratılan bu ferdin neslinin de-
vamı ve çoğalması da yine Allah’ın hikmeti ile tenasül kanununa bağlanmış-
tır. Âlemde câri olan kanun-u küllî budur. Şu kadar var ki; her nev’in ilk
başlangıcı olan ferdler, vücud yapısı kemal mertebesine gelinceye kadar Al-
lah’ın Hakîm ve Sani’ gibi isimlerinin iktizası ve tecellisiyle terakki devreleri
geçirirler. Meselâ Kur’anda: (15:26) ¯–YX²K«8 ¯¶_«W«& ²w¬8 ¯Ä_«M²V«. ²w¬8 âyetini,
Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden telhisen nakledersek: Salsal: Tıngırdar
kuru çamur; Hame’: Uzun müddet su ile yumuşayıp tagayyür etmiş kokar
çamur; Mesnun: Mütegayyer, dökülmüş bir suret ve misal üzerine musavver
demektir..
Evvela salsal sonra da ondan bir suret-i mahsusaya ifrağ olunup, insan
mayasını teşkil etmiş olan (Hame-i mesnun) yapılmış ve insan ondan halk ve
tesviye edilmiş olur... şeklinde izahat veriliyor.
642- İnsandan başka olan zihayat enva’ın ilk ferdleri de mezkûr âyetin
bildirdiği kaidenin şümulünde düşünülür. Zira zihayat enva’ ile insan ara-
sında hayatiyette müşterekiyet olup, ancak mahiyetlerinde mübayenet vardır.
Yani insanın ruhî yapısı, nihayetsiz terakki ve tedenniye müstaid olup kuva
ve hissiyatına fıtrî had konulmamıştır. Hayvan ise fıtrî had altındadır.
İnsanlar bedenen az, ruhen çok farklı; ve hayvanlar ise aksine bedenen
çok, ruhen az farklı olmaları gösteriyor ki, insan ruhen tekâmül için bu dün-
yaya gönderilmiştir. Bu hakikat Mesnevi-i Nuriye tercümesiyle şöyle ifade
ediliyor:
“İnsanın fıtratında acib bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten
DARWİNCİLİK 381
ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems
arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir.
Meselâ: Balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü
en büyüğü gibidir. Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir.
Enaniyet ile o kadar aşağıya düşer ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o
kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur. Hz. Muhammed (A.S.M.)
gibi.” (M.N.128)
Demek ki ilk insan ve dolayısıyla her bir nev’in ilk ferdi çok uzun bir
zamanda istihalelerden geçirtilerek (Bak: 95.p.) vücud yapıları hikmet-i Rab-
baniye ile kemal mertebesine getirilmiştir. Ancak bundan sonra diğer nevi-
lerden farklı olarak insanın terakkisi vücud yapısında değil, mahiyetindeki
istidadların inkişafında cereyan etmektedir.
643- İlim ve din hakikatlarına zıd giden Darwinci tekâmül nazariyesinin
butlanı şu açıklamadan daha iyi anlaşılır:
“İlm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envaın sayısı
ikiyüz binden ziyadedir. Bu nev’ler için birer âdem ve birer evvel-baba lâ-
zımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak
mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden
vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevi’lerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp
gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev’ilerin başka nevi’lerden husule gelmeleri te-
vehhümü de bâtıldır. Çünki iki nevi’den doğan nev’, alelekser ya akîmdir
veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en
başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecek-
tir.” (İ.İ.88)
644- Netice olarak en mühim bir nokta şudur: Kur’anın hükmüne zıt
olan herhangi bir nazariyeyi kabul etmek, imanla bağdaşmaz ve imanda ihti-
yat kaidesine de zıt düşer. Çünki hiçbir nazariye, kat’iyet ifade etmez. Eğer
kat’iyet ifade etse, nazariye olmaz. Müsbet fenlerin kat’i hükümleri gibi, bü-
tün insanlar aynı hükmü kabul de müşterek bulunurlar.
İşte bütün ehl-i aklın müşterek olduğu bu kaide ile, Darwin’in iddiası ele
alınınca şu neticeye varılır: Bu iddia bir nazariyedir, hem de çok zayıf bir na-
zariyedir. Nitekim, yukarıda bazı örnekleri görüldüğü gibi çok ehl-i ilim bu
nazariyeyi çürütüp reddetmişlerdir. Esasen darwincilik gibi bir nazariyeyi ka-
bul etmek, imanda ihtiyat kaidesine aykırıdır. Halbuki insan en basit bir me-
selede dahi ihtiyatla hareket eder. Evet, dine aykırı olan bir nazariyeyi kabul
DAVUD (A.S.) 382
etmemekte madem hiç bir mes’uliyet ve hiçbir zarar ihtimali yoktur ve kabul
etmekte ise, dine aykırı olduğu cihetle, sonsuz ceza ve mes’uliyet vardır. Şu
halde dine aykırı bir nazariyeyi kabul etmek, akl-ı selîme ve mantığa da aykırı
düşer. (Bak: 1632.p.)
Allah’ın kâinatın hâlikı ve sâni’i olduğunu kabul etmeyen bâtıl cereyan-
larda olduğu gibi, Darwin nazariyesinin de temelinde, her şeyin tesadüf ve
tabiatın eseri olduğu anlayışı vardır. Bu itibarla gayet hikmetli, sanatlı ve ni-
zamlı eserlerin, tesadüf ve şuursuz tabiatın eserleri olamıyacağını isbat eden
deliller, dolayısıyla Darwin nazariyesinin de çürüklüğünü isbat eder demektir.
(Bak: 116, 117, 232-239, 4081- 4086.p.lar)
Darwinciliği müdafaa edenler hakkında akla gelen bir fikir de şu olabilir
ki: 2353. paragrafta izah edildiği gibi; Allah ceza olarak geçmişte bazı ka-
vimleri maymun suretine çevirmiş olduğuna binaen, bu nazariye taraftarları
bu mesh hâdisesine ruhen yakın düşüp, mezkûr cereyanın müdafaacısı ola-
bilirler. (Bak: Mesh)
645- DAVUD (A.S.) …—~… Kur’an-ı Kerim’de ismi geçer ve Benî İsrail
peygamberlerindendir. Hz. Süleyman’ın (A.S.) babasıdır. Hem peygamber,
hem sultandı. İbranice Zebur kitabı (Bak: Zebur) kendisine nâzil olmuştur.
Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010’da vefat ettiği nakledilir. Davud (A.S.) bir kısım
mucizelere mazhar olmuştur. Ezcümle:
«w²[«2 y«7 _«X²V«,«~—« (34:12) âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid en büyük bir
nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor.
Evet telyin-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek
ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve
anasıdır ve esası ve madenidir.
İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine
büyük bir mucize suretinde, büyük bir nimet olarak telyin-i hadiddir ve de-
DAVUD (A.S.) 383
miri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser
sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. “Madem bir resule; hem halife, yani
hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş.
Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi tergib
işareti var. Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
646- “Ey Benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisa-
nına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip
hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki; elinde balmumu
gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve padişahlığına mühim bir kuvvet
elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem ha-
yat-ı içitimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat
etseniz, o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişebilir
ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddî
kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadid iledir ve izabe-i
nühas iledir. Âyette nühas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler umum nev-i be-
şerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli ol-
duğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şid-
detle ihtar ediyor.” (S.256)
647- “Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mucizelerine dair:
ki: Çok büyük dağlar; birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i
Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlik-ı Zülcelal’e tesbihat
ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyor-
lardı.
Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü
sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda
“Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Ma-
dem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazi olarak ko-
nuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak
konuşturur; tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı mane-
vîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu eski
Sözler’de beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sada sır-
rıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlik-ı Zül-
celal’e tesbihatları vardır.
münafıkane hak-kı bâtıl ile karıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad
ve idlal eden şahıs de-mektir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadiste beyan edil-
diği gibi: “Deccal mechul (gaib) bir şerdir” şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı
gibi, Süfyan denen İslâm Deccalının deccallığı, herkesin anlayacağı tarzda
apaçık değildir. (Bak: 2048.p.) Münafıkane bir tavırla, yani (2:42) âyetinde
ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip ümmeti ifsad ve idlale çalışır. Bu
husus hadislerde de beyan edilir. (Bak: 986.p.) Deccal’ın başlattığı cereyana
da “Deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir.
Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman devam eder. (Bak:
1000/1.p.)
Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılı tefrik ve
tebyinini (Bak: Mübin) ister. İşte Kur’anın dersini tam anlayan sahabeler na-
zarında hak ile bâtıl tamamen ayrılmıştı. (Bak: 1490, 1491.p.lar)
Deccal; “sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile,
âhirzamanda gelecek ve Risalet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyet’i tahribe
çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan
dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivayetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi dec-
cal geleceği, Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselâm tarafından bildirilmiştir.
Âlem-i İslâm’da muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının
ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivayetleri tasdik etmektedir. Bu din
yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda
görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk’ı inkâra kadar cür’et edip
medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybî ihbarın
doğruluğunu tasdik etmektedir.” (O.A.L.)
Rivayetlerde deccal ve bilhassa onun cereyanı olan deccaliyetin yani dine
aykırı anlayış ve yaşayışlarının şerrini çocuklara telkin etmek tavsiyesi vardır.
Ezcümle Kütüb-ü Sittede şu kayıd var: “Rivayetler, ashab devrinde, dec-
cal bilgisinin temel eğitim müfredatına dahil edilerek ilkokul yaşın-
daki çocuklara mahalle mekteblerin-de öğretildiğini göstermektedir.”
Evet deccal hakkında mecaz ifadelerle gelen ve deccaliyet cereyanını ana
hatlarıyla anlatan İbn-i Macenin 4077 no’lu üçbuçuk sahifelik hadisin so-
nunda şu ifade var:
¬ _«B¬U²7!|¬4 «–_«[²A¬±M7! y«W¬±V«Q< |ÅB«& ¬ Å… ÏYW²7! |«7¬! b< ¬G«E²7!«H«; «p«4 ²f< ²–«! ¬q«A²X«<
yani bu hadis okullarda çocuklara öğretmesi için öğretmene verilmelidir.
(İbn-i Mace ayni hadis mealinin sonu)
DECCAL 387
Şöyle ki: ¬ x3_ÅO7_¬" ²hS²U«< ²w«W«4 (2:256) şunu da katiyyen ifade ediyor ki:
Mü’min-i muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek
şarttır ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya azmeylemektir.”
(E.T.869)
Hadisde de mealen deniliyor ki: “Kim ki ona (Deccal’a yani cereya-
nına ve o cereyanın cemiyete aşıladığı çılgın sefahete) iman edip tabi
olur ve onu tasdik ederse, artık onun geçmiş hiçbir salih ameli ona
menfaat vermeyecektir... Ve herkim onu tekzib edip yalanlarsa, onun
geçmiş günahlarının hiçbirisinden muaheze edilmeyecektir.” (Risale-i
Nur’un Kudsi Kaynakları hadis sıra no: 807)
İşte böyle bir afete karşı öncelikle çocukların deccaliyete karşı kalben ve
fikren nefret etmelerine çalışılması zarureti vardır. Aksi takdirde deccaliyetin
şiddetli telkinleri altında çocuklar dinden kopup bid’atların çamuruna dü-
şerler.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Bütün mekteblerde ve dairelerde ve
halkda o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, alem-i
İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir te’siri olacaktı. Bu hal ise, âlem-i
İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın ha-
ricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son
ondan vazgeçecek adamların ellerine kat'î hüccetler gösteren ve isbat eden
Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir
ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ i'dam olsalar, Din-i İslâm cihe-
tiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en
mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve
cür'etkârane tecavüzlerini ta'dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine
söylediğim bu cümle: "Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî
DECCAL 388
hakikata, başımız dahi feda olsun" ile, bizim nihayete kadar sebat edeceği-
mizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez.” (Ş.338)
İşte bu beyanlarda açıkça görülüyor ki ahirzaman fitnesine karşı lakayd
kalmakla ferdî ve içtimaî büyük tehlike kapısı açılır. Onun için rivayetlerde
bu fitneden uzak durulması emredilir. (Bak: 991.p.)
(Bak: Anarşizm, A’ver, Kıyamet Alâmetleri, Mehdi, Mesih, Süfyan, Tağut)
Birkaç atıf notu:
-Büyük Deccal şimalden çıkacak, bak: 2068.p.
-İsa’nın (A.S.) Deccal’ı öldürmesi, bak: 1725, 1726.p.lar
-Deccal kendisine secde ettirecek, bak: 3298.p.
-Deccal’dan istiaze için Kehf Suresi’nin okunması, bak: 287.p.
“Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı
unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını
vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi
olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal’a ait
tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının
resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port
Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette
tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.” (M.58)
Bir atıf notu:
-Deccal’ın kuvveti Yahudidir, bak: 2070.p.
650/1- Müteaddit defa inkıta’ ve inkırazlara maruz olan fâcir ehl-i siya-
setin son partisinin deccal ile beraber olacağına îma eden bir rivayet:
_«WÅV6 ²v¬Z«[¬5~«h«#ˆ—¬ _«D«< « «–³~ ²hT²7~ «–¶—«h²T«< ¬»¬h²L«W7²~¬u²A«5 ²w¬8 °‰_«9 ‚h²F«<
(R.E.508) ¬Ä_Å%Åf7~ «p«8 ‚h²F«< ²v;h¬'³~ «–YU«< |ÅB«& °–²h«5 «_«L«9 °–²h«5 «p¬O5
(İbn-i Hanbel, Taberani’nin Kebiri, Hakim’in Müstedreki, Ebu Nuaym
Hılyesi, İbn-i Amr’den naklederler.)
Yani: Şark tarafından bir cemaat (halk, insanlar) meydana gelir. Kur’an
okurlar, (fakat) hançerlerinden (boğazlarından) aşağı geçmez. Onlardan bir
taife (karn) (Bak: Karn) inkıraz bulsa, diğer taife (parti) zuhur eder. Son par-
tileri (ise) deccal ile beraber olurlar.”
DECCAL 389
Elcevab: ¬yÅV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ek-
ser tahribat ve hevasata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler
yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani bir senede yaptıkları
işleri, üçyüz senede yapılmaz denilmiş... İstidrac eseri olarak, müstebidane
olan koca hükümetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua
gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler
adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur.
Her iki Deccal, azamî bir istibdad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve
dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir
istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına,
hatta elbisesine müdahale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk
hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek
oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir
cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın
yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan
eder.
Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir inti-
kam besliyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi
altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hatta İslâm Deccalı mason-
ların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından (Bak: 3979/1,
3980.p.lar) dehşetli bir iktidar zannedilir.” (Ş.593) (T.T. 5. cild 1026. hadisten
1047. hadise kadar, Deccal hakkındaki rivayetlerdendir.) Bir rivayette, dec-
cala tabi olanların geçmiş amelleri menfaat vermeyeceği deccalı tekzip eden-
lerin de geçmiş günahlarından muaheze edilmeyeceği bildirilir. (R.K.K. Ha-
dis no: 807) (Bak: 952 p.sonu)
Atıf notları:
-Üç Deccal, bak: 14.p.
-Üçyüzden fazla fitne önderleri, bak: 1000.p.
-Süfyan büyük Deccal’dan daha şerlidir, bak: 249.p.
DEF’-İ MEFASİD 390
Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki
vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle
zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer
günah terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle,
takva nâmiyle ve günahtan kaçınmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehem-
miyetli a’mal-i sâliha’dır.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve
günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada,
şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva
ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlemiş hükmündedir.” (K.L.148)
Bid’alar içinde hizmetin tam olamıyacağını bildiren bir mektubunda da
şöyle diyor:
“Risale-i Nur’un mesleği sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak
belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın
şehadetiyle bu asırda bir mu’cize-i manevîye-i Kur’aniye olduğunu isbat
eder. O dairenin hâricinde, ekseriyetle bu memlekette, bu hususi ve cüz’i ve
yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha
suretinde ve te’vilat ile, bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz
diye hâdisat bize kanaat vermiş.” (E.L.I.63)
“Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle, Vehabîlik ve Melamîliğin bir nev’ine
zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazıl-
mış. Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde haki-
kat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve
esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları
muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvala-
rıyla onlar terk edilmez.” (K.L.77)
İşte yukarıdaki ifadelerde açıkça görüldüğü gibi şeriatça muayyen olan
günah ve haramlara hizmet için girileceği mânasında bir ifade olmadığı gibi,
aksine takva ve azimet şart koşulmaktadır. Âhirzaman fitnesine dair çok ri-
vayetlerdeki tavsiye ve ikazlar da bu mânadadır.
651/5- Keza Bediüzzaman’ın, 10. Lem’anın Birinci Şefkat Tokatı’nda
beyan ettiği: Van’daki ders-i hakaik-ı Kur’aniye ile meşguliyeti, sonra Bur-
dur’daki hizmet-i Kur’aniye ve Isparta’da hizmet başına geçmesi gibi malum
hizmet hayatı ki; te’lif, neşir ve meşakkatlere tahammül gibi hususlardan iba-
ret olup mevzuumuza ışık tutmaktadır. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin
DEFTER-İ A’MAL 395
hayatı, tarihçesinde de yazıldığı gibi, tam takva üzere yaşadığı, bilhassa onun
hizmetinde bulunanlarca kat’i olarak bilinmektedir.
Hem istiğfar ve ilticaya vesile ve ubudiyetin esası olan kendini kusurlu
görmek hakikatına zarar veren günaha müsamaha fikri, binnetice büyük
gaflete müncer olabilir. (Bak: 509/5.p.) Ve dinde hassasiyeti zamanla kırar.
Hem Risale-i Nur’da kemiyete değil, keyfiyete ehemmiyet vermek; müşteri
aramamak gibi esaslar hassasiyetle takib edilmiştir. (Bak: 3693, 3697, 3698.
p.lar) Hem iman hizmetinde fazilete dayanan itimad-ı amme ve lisan-ı hal
dersi, vicdan-ı amme için ehemmiyetli bir husus olup, o da dinde lâubalilik
ile değil, ciddiyet ile mümkündür. Hülasa; hizmet-i diniyedeki tebliğ vazife-
sinin düsturları vardır ve riayet edilmelidir.
Netice olarak şu husus ehemmiyetle nazara alınmalı:
Mevzumuz itibariyle günah ve haramlar iki nevidir. Biri, cehd ü irade ile
ictinabı mümkün olanlar; diğeri ise, içine girilmesi halinde ictinabı mümkün
olmayan haramlardır. İctinabı mümkün olmayan haramlar (ikrah-ı mülci du-
rumları müstesna) içine girilemez, ruhsat yoktur. Meselâ bar ve plaj gibi ha-
ram ve günahlar işlenen yerlere gidilemez, çalışılamaz. İctinabı mümkün
olan haramlar sahasına ise, hizmet namına da olsa girmeye cevaz verilemez.
Ancak böyle bir sahada bulunanlar (651/4.p.ta beyan edildiği gibi) ictinab-ı
kebair gayretinde bulunmaları, asgari şarttır. Ve elden geldiği kadar uzak
durmaya çalışmalı. (Bak: 2825, 2826.p.lar)
-Mahkeme-i kübrada kitablar hakkı söylüyor: (45:28, 29) (Bak: 2484.p.ta âyet
notları)
Kiramenkâtibîn işlenen fiilleri yazmaları, (82:11,12)
655- DEHR h;… : Zaman, çok uzun zaman, ebedî. *Bin yıllık zaman.
*Dünya. Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an (76:1) âyetinin tefsirinde şu izahatı
veriyor: “(Ed-dehr): Sure-i Casiye’de de (45:24) geçtiği gibi, Râgıb’ın beyanı
vechiyle asl-ı mânasında, âlemin vücudunun mebdeinden inkızasına kadar
bütün müddeti, yani zaman-ı küll demektir. Ve burada bu mânayadır. Gayr-ı
muayyen uzun zamanlara da ıtlak olunur. Zaman ise, bunun hilafına olarak,
az müddete de çok müddetede denir. Yani zaman silsilelerinin yekûnüne de,
parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr, vâhid olan külle ve bazan da
büyük kısımlarına denir. Meselâ: Bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman de-
nir, dehr denilmez ve bundan dolayı fıkıhta yemin mes’elelerinde dehrin
marife ve nekre hallerindeki mânalarının ekallini ta’yin hususunda Ashab’ın
ve müctehidînin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam, nekre olan dehrin ekalli
mânasını ta’yinde tevakkuf etmiş. “Lâ edrî” demiştir.” (E.T.5492) (Bak: Za-
man)
“(2:26) ²v¬Z¬±"«‡ ²w¬8 Çs«E²7~ yÅ9«~ «–YW«V²Q«[«4 ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ Å•«_«4 Her kim inayet-i eze-
liye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin
madığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan do-
layı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misa-
line benzer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü
gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar,
birşey anlayamaz.
Hülasa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üslublarına; ina-
yet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak
lâzımdır. Bu bakış da, ancak nur-u îmanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile,
ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetin-
den cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaif bir vehim bile onun naza-
rında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden meneden sineğin ka-
nadı gibi; zaif, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden
setreder.” (İ.İ.161.) (Bak: Nokta-i Nazar)
662- “Kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere
tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şâhidin hükmü, yüz nâfilere râcih
olur. Bu hakikata bir temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları
var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer
bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemiyeceği söyle-
nemez.
İşte hakaik-ı imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor,
kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazge-
çilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya ce-
halet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delil-
leri nazardan iskat ediyor. İşte bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde
birşey yoktur der, kandırır.” (L.89)
Hem “bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zam ile
dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu
hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere: “Bu neticeyi, bu kadar
azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez.” diye bahaneler ile kabul etmez.
O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu
görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri
süpürür. Maahaza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince
bürhanlar vardır.” (M.N.198)
Evet “imanî mes’elelerde şüphe; bir delili, hatta yüz delili atsa da, med-
lûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.” (H.Ş.124) (Bak: Hads)
DELİL 401
samatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen
ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüt
eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma! Belki
gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşa-
hede ettim ki, marifetullahın şâhidleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı: Su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu
kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid
parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı me-
kân ittihaz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur.
Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et,
kendini mukabil tut; tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et!
Tereddüd ile baksan, tenkid ile el atsan o yürür gider. Senin elini mesken it-
tihaz etmez, ona râzı olmaz.
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutu-
lur. Öyle ise sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil
tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el
ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz; belki o nur ancak basiret nuruyla avla-
nır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese
de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da gi-
remez. Kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.” (L.128)
666- “Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri, bürhan-ı kat’î istese, di-
ğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası, yalnız bir kabul-ü teslimî ve red-
detmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyyeden olmayan mesail-i fer’iye veya
vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î iste-
nilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.” (S.341)
Atıf notu:
-Hakkı kabul niyeti olmıyanlar, bedihî delilleri de kabul etmezler, bak:
1654.p.sonu
²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— ²vU«T«V«' >¬gÅ7«~ cümlesiyle işaret ettiği “Delil-i İhtiraî”dir.
Delil-i ihtiraînin hülasası şöyle izah edilebilir:
Cenab-ı Hak, hususi eserlerine menşe’ ve kendisine lâyık kemalâtına
me’haz olmak üzere, her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücud ver-
miştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünki
bütün enva’; imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâ-
tıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir
kısım eşyanın hudûsu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir
kısmının da hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti
cihetine gidilemez.
Ve keza, ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envaın
sayısı iki yüz bine bâliğdir. Bu nev’ler için birer âdem ve birer evvel-baba lâ-
zımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda olmayıp ancak
mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden
vücuda geldikleri zaruridir. Çünki bu nev’lerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp
gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev’lerin başka nev’lerden husule gelmeleri teveh-
hümü de bâtıldır. Çünki iki nev’den doğan nev’, alel-ekser ya akimdir veya
nesli inkıtaa uğrar. Tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en
başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecek-
tir.” (İ.İ.88) (Bak: Ezeliyet, İcad)
Atıf notu:
-Eşyanın ani ve tedricî icadları meselesi, bak: 1148.p.
669- DELİL-İ İNAYET }<_X2 ¬u[7… : “Bu delil; kâinatı ve kâinatın ec-
zasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını
intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün masla-
hatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfa-
atlerden, maslahatlardan bahseden büyüt âyat-ı Kur’aniye, bu nizam üzerine
yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin,
fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve
elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o nâzımın kasd ve hikmetine
delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.
670- Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan
âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde et-
meye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşme-
sinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile
kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı
göresin. Evet kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya et-
mektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın
yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti ola-
maz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imame var. Külliyetle söylenilen
şu hüküm, ülema nev’inde intizamın bulunmasına bakar.
Öyle ise, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kai-
delerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve
herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi ası-
lıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri
göstermekle Sâni’in kasd ve hikmetini ilan ediyorlar. Adeta vehim şeytanla-
rını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri de-
lip yakan birer yıldızdırlar.
671- Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa,
şu misale dikkat et, matlubun hâsıl olur: Göz ile görünmiyen bir mikrob, bir
hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi
DELİL-İ İNAYET 405
²vZ8¬…_«'¬•²Y«T²7~f¬±[«, (*) yani: Me’muriyet emirlik ise: Reislik değil; millete bir
hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esa-
sisine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad
mutlak keyfi olur.” (E.L.II.163)
673/4- Zamanımızın ehemmiyetle üzerinde durulan mes’elelerinden biri
de, demokrasinin İslâmla bağdaşıp bağdaşmadığı mes’elesidir. Mevzuyu ana
yapısı itibariyle ve avam seviyesinde ele alacağız.
Evvela, tatbikatta görülen demokrasi ile nazariyattaki demokrasiyi karış-
tırmamak gerekiyor. Bundan sonra nazariyattaki demokrasinin hür seçim,
hukukun hâkimiyeti, kanun karşısında müsavat, din ve vicdan hürriyetiyle fi-
kir ve kelâm hürriyetleri gibi temel yapısının tesbiti lâzım geliyor. Tâ ki tatbi-
katta görülen demokrasinin, nazariyattaki demokrasiye nisbetle eksiklikleri
ve zıt tarafları görülebilsin. Böylece ana hatlarıyla tesbit ve tayin edilen nazarî
“Ma’lûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam
yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak
lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamir-
cinin bu derece mukavemeti ve te’siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil
kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mucizevâri muvaffakiyet ve
fütuhat görülecektir.” (K.L.149)
Yani tatbikattaki demokrasi, nazariyattaki demokrasiye muhalif şekil ide-
olojik bir gaye takibiyle dini hizmetlere ve hakikî ıslah faaliyetlerine müma-
naatı ve bahanelerle müdahalesi olmasa idi, hiç değilse bîtaraflık prensibi ile
ifsad ve ıslah faaliyetleri arasında hakem makamında kalsa idi, anarşik hâdi-
selerin önlenmesinin mümkün olacağını bazı hâdiseler münasebetiyle devlet
ricaline ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Mahkemesinde de
şunu hatırlatır:
“Evet Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır
efkârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Menetmek, Cumhuriyetin
kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere tarafdarlık ile, Cumhuriyetin
esaslı prensib-lerine zıddı zıddına gidemez.
Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidler mabeyninde hakem hük-
münü alsın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit hakem hük-
münü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.
Evet inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından
beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes’elemizin
künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumun, doğrudan doğruya din-
sizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın
garbda ve Avrupa’da zuhuru; ve agleb-i Enbiyanın şarkta ve Asya’da tulu’ları
kader-i ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya’da hâkim, galib, din cereyanı-
dır. Elbette Asya’nın ileri kumandanı olan bu Hükûmet-i Cumhuriye,
Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bîtarafane
prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecek-
tir.” (T.H.241)
673/7- Çok icmalen ele aldığımız hakiki hürriyet rejiminin yapısında
gayr-ı meşru, haksız tecavüzlere yer yoktur, yasaktır. Bediüzzaman Said
Nursî Hazretlerinin Risale-i Nur külliyatında mevzu ile alâkalı bahislere yer
verilmiştir. Ezcümle, milletler arası umumî sulhun ve hakikî hürriyet rejimi-
nin korunması için, mütecaviz vahşet ehlinin tecavüzüne karşı kuvvet kulla-
nılabileceğini, fakat medenilere karşı ikna usulünün esas alınmasının lüzu-
munu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri Kur’ana istinaden diyor ki:
DEMOKRASİ 412
Evet “ ²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ f¬±[«, hadîsinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, tâ istib-
dadı ve zâlimane tahakkümü mahvetsin.” (İ.M.Ş.60)
İslâm âlimleri harb hukuku ile alâkadar olarak, (29:46) âyetinden, kendi-
lerine tam tebliğ yapılmasına rağmen yine de mütecaviz olanlara müdahale
etmek; (4:90) âyetinden de, mütecaviz olmayan gayr-ı müslimlere dokun-
mamak gerektiğini anlamışlardır.
673/10- Mezkûr hür rejim esaslarını 1400 sene önce İslâm getirmiş ve
fıkıh kitablarında tafsilâtıyla kaydedilmiştir.
Ancak şu var ki, bu prensip ve hürriyetlerin şekil ve hududlarının tayi-
ninde beşerî ve semavî ölçülere göre farklılık vardır. Bu farklılığın en ciddî
ciheti şudur ki:
Prensip ve kanunlar, hak ve adaleti, iyiyi ve faydayı koruyan; bâtılı ve
zulmü, şer ve zararı durduran mahiyette olmalıdır. Fakat iyi ve kötünün tayi-
ninde semavî ve beşerî nokta-i nazarlardan hangisi tercih edilecek? Bilinen
bir gerçektir ki, cemiyet dine bağlı değilse, beşerî anlayış, cemiyet dindar ise,
semavî kıstaslar hükmedecektir. Bu demokrasinin icabıdır. Meselâ: Bir İslâm
cemiyetinde millî ahlâkı bozan ve manevî hukuka ve değerlere zarar veren
durumlar, önlenecektir. Zira sosyal hayatın tesiri inkâr edilemez. (Bak:
673/6) Meselâ, açık-saçık gezmek hürriyeti isteyen bir gayr-ı müslim kadın,
bu haliyle müslümanların manevî hayatına ve en kudsî varlığı olan uhrevî sa-
adetine zarar verip hukukuna dokunuyor. Hattâ böyle serbestlikler, bir İslâm
cemiyetinin bozulmasına dahi yol açabilir. Beşerî nokta-i nazar ise, böyle bir
zararın varlığını düşünmüyor. O halde müslüman ekseriyetine istinaden ku-
rulan bir İslâm devletinde bu ve buna benzer manevî zararların önlenmesi
lâzımdır. Bu müdahale, halk ekseriyetine dayanan hür rejimin icabıdır.
Çünkü azınlıkla ekseriyet arasındaki bu tarz durumlar ve mes’eleler tezadîdir.
Her iki tarafın isteğini yapmak mümkün değildir. Bu itibarla azınlığın istedi-
ğini yapmak, ekseriyetin hakkını ilga etmek demektir. Bu da İslâma zıd ol-
duğu gibi aynı zamanda da antidemokratiktir. Azınlıkta olanlar, başkalarına
zarar vermeyecekleri sahada serbest olabilirler. Böylece bir icraatı, hür rejime
aykırı görmek, azınlık hâkimiyetini getirmek demektir. Amma gayr-ı
müslimler, başkasına zarar vermeyen ve vicdan hürriyeti içinde yerini alan
DEMOKRASİ 416
“(9:6) «¾«‡_«D«B²,~ «w[¬6¬h²LW²7~ «w¬8 °f«&«~ ²–¬~—« Ve eğer müşriklerden biri sana
isticare ederse -yani mühlet-i mezkûre çıktıktan sonra sana istiman eder, se-
nin kendisine eman verip câr olmanı, yani taarruzdan himayeyi taleb ederse
˜²h¬%«_«4 sen de ona eman ver, ¬yÁV7 «•«Ÿ«6 «p«W²K«< |ÅB«& tâ ki Allah kelâmını dinle-
sin.
Hâsılı öyle, o maksadla eman ver, y«X«8²_«8 y²R¬V²"«~ Åv$ sonra da onu
me’menine iblağ eyle -istima’ ettikten sonra iman etmezse canı ve malı taar-
ruzdan masun olarak onu eman yeri olan mahalline, vatanına yetiştir.”
(E.T.sh: 2458)
Mezkûr âyetin tefsirinden anlaşılıyor ki: İslâmiyetin bazı insaniyete uy-
gun şartlara göre gayr-ı müslimlere tanıdığı hukukî teminat, bütün insanlık
dünyasının ciddiyetle bakacağı emsalsiz bir ibret levhasıdır.
Bir müslüman azınlığı da, gayr-ı müslim bir devlette aynı hürriyete sahip
olma hakları vardır ve olmalıdır. Medenilik iddia edenler, bu hakları çiğne-
yemezler.
Eğer insanların insanca yaşama hak ve temel hürriyetleri, değişmez ve
değiştirilemez prensipler olarak görülmezse; kuvvetlinin zayıfı, ekseriyetin
azınlıkta kalanların ihlâkini istiyen ve insanlığı canavar hayvanlar derekesine
indiren bir anlayış hâkim olur.
Medenilik iddia edip, gerçekte ona karşı olanların garip bir durumu da
şudur ki: Lâikliği kendi maksatlarına vesile yapıp, gerekirse demokrasinin lâ-
ikliğe feda edilebileceğini telkin ederler. Yani halk ekseriyetini azınlık sulta-
sına, zümre hâkimiyetine mahkûm kılmayı isterler ve bu arzularını da dema-
gojilerle meşru göstermeye çalışırlar. Sonra dönerler hür rejimin, millî irade-
nin muhafızı kesilirler. Böylece, bu kadar açık bir tenakuzu anlamıyacak ka-
dar da milleti saf ve anlamaz zannederler.
673/11- Netice olarak diyebiliriz ki: Nazariyattaki demokrasi ile İslâmî
idare arasında esaslar bakımından bir şekil benzerliği vardır. Ne var ki de-
mokrasilerde hem semavîliğe hem de beşerîliğe kapı açıktır.
DENEY 417
Demokrasi sistemi bir araç olup, bunun kendi başına bir talebi olamaz.
Önemli olan husus, onun kimler tarafından kullanıldığıdır. Dünyada demok-
rat namını alan miletlerin, cemaatlerin, cemiyetlerin hayatta gaye ve ideoloji-
leri vardır. Ve o yolda çalışırlar, bazan da çarpışırlar. Bunlardan umumî sulh
ve huzur beklenmez. Sulh-u umumî, kâmil insanların işidir. Bir Fransız
müsteşriki şöyle diyor: “İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir
müslüman kalmayacak olursa, barışı devam etrirmeye imkân kalır mı? Hâ-
yır... buna imkân yoktur.” (İ.İ. 221)
Evet sistemleri, rejimleri tatbik edecek ve mütecavizleri durdurabilecek
kâmil insanlar yoksa, mücerred sistemler bir şey yapamaz. İslâm, vahye da-
yanan hayat nizamiyle birlikte daha çok kâmil insan yetiştirmeyi hedef alır.
Cemiyetlerde faziletli insanların çoğalması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri
bu neticenin esas olduğunu gösterir. İnsan bolluğunda kaht-ı ricalin önlen-
mesini ister. Bunun da ancak Allah’a inanmak ve O’na bağlı olmakla müm-
kün olduğunu beyan eder. Allah’a bağlılığı olmayan insanın, kendi menfaat
ve zevkine bağlı olacağı âşikârdır. Dünya insanların sonu gelmez isteklerine
kâfi olmadığından hodgâm (egoist) insanlar arasındaki mücadeleler de bit-
mez. Bu çeşit insanlar daha çok arttıkça da dünyada sulh ve huzur azalır.
Hâl-i âlem buna şahittir.
En kısa şekliyle ve ehemmiyet kazanmış bazı prensip ve hususiyetleriyle
mukayesesi yapılan İslâm ve demokrasi arasında görülen şeklî benzerlik ve
farklılıktan anlaşılır ki; hiçbir hür rejim adı altındaki siyasî sistemler, 1400
sene önce hakiki hür rejimi getiren İslâmiyete kem gözle bakamaz.
sine geçirmek. *Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri ha-
tırlamak. *Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. *Bir şeyin kendi mihveri
etrafında dönmesi. *Aktarma, bir şeyin bir kaptan veya bir yerden diğerine
DEVLET 418
nakli. *Bir şeyin diğerine teslimi. *Bir bölük veya takım askerin teftiş veya
emniyeti muhafaza için dolaşması. *Bazı ehl-i tarikatın dönerek ettikleri zi-
kir, sema. Tas: Dünyaya gelme (Nüzul), geldiği yere dönme hali (Uruc).
*Dairevî bir hareket. Müddet. Zaman. Çağ.
Bu kelime İlm-i Kelâm ıstılahında: Sebebin neticeyi, neticenin de sebe-
bini icad etmesi, yani birbirini icad etmesi mânasındadır. Bu ise, aklen muhal
ve bâtıldır. Çünki her iki taraf varken yok, yokken var olmaları lâzım geliyor.
675- DEVLET }7—… : Sınırları belli bir memleketin sahibi olan insanla-
rın kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilat. (Bak: Ulu-l
Emr)
Kur’anda (59:7) âyetinde geçen (düveleten) kelimesini müfessirler çeşitli
mânada tefsir ederler. Keza, (24:62) âyetinde geçen emr-i cami ifadesinde
umûr-u umumiye mânasıyla devlete bir telmih olabilir. (Devletin ilk teşek-
külüne gizli bir telmih, bak: 2889.p.da bir âyet notu)
Asrımızın demokrasi sistemine dayanan devlet ve dolayısıyle devlet
adamı; resmî sıfatıyla, milet içindeki fikrî ve dinî cemaatlere karşı bîtaraftır.
Çünki devlet, milletin bilâtefrik idare merciidir. Devlet adamı şahsî hayatında
herhangi bir fikre bağlı olabilir. Fakat devlet adamı sıfatıyla bîtaraf kalır ve
fikren muhalif olduğu taraflara da âdil muamele etmesi gerekir. Devlet
adamı, vazife makamında, eğer ideolojisi hesabına tarafgirane hareket ederse,
devletin itibarına zarar verir ve umumi huzurun bozulmasına ve milli bün-
yede gruplaşmaları tahrik ederek tefrikaya yol açar.
675/1- Bir memleketin kendi içtimaî hayatındaki müşterek ve umumi
ihtiyaçlarını, sahib olduğu medeni ve iktisadî şartları içinde temin ve icrası
için teşkil ettiği hukukî ve idarî teşkilatı olan devletin sahibi, devleti kuran
millettir. Bütünüyle devlet memuru ve âmirleri, hakkın ve halkın hâdimleri
ve maaşlı işçileri mânasındadır. Bir hadiste buyurulduğu gibi:
let adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur.
Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî
haksızlıklara vesile olur.” (E.L.II.173)
İşte bu hakikat-ı hadisiyeye aykırı olarak, enaniyetin hâkimiyeti zevkiyle
zaman zaman bir kısım devlet ricali, milletin şahsî hayatına, kıyafetine hatta
düşünce itikadına kadar müdahale etmek istediklerinden, devletin müdahale
sahasını hayli genişletmişler. Halbuki devletin -milli hizmetleri müstesna-
adlî ve idarî müdahale sahası, ciddi bir ihtiyaç olmadıkça genişletilmemelidir.
Çünki devlet daha çok müstehlikler kadrosu olduğu cihetle müstahsili azal-
tacağı gibi (Bak: 1279. p.da haşiye) ferd hürriyetlerine de müdahalesi artar ve
böylece devlet, memuru olduğu milleti rahatsız eder. Halbuki devletin sahibi
millettir. Vazifedar memurîn kadrosu olan devlet, âmiri olan millete ve mil-
letin vicdanına, mukaddesatına muhalif bir yol tutamaz.
Devletin dâhildeki vazife sahası, askerî teşkilat, adalet müesseseleri, dev-
let gelirlerine ve gelir kaynaklarına bakan vazifedarlar, hastahane, yol, muha-
berat ve fakirlere yardım hizmetleri gibi vazifeler çerçevesinde kalır ve lü-
zumu kadar vazife yüklenir. Yoksa bürokrat (Bak: Bürokrasi) durumuna ve
giderek aşırı devletçiliğe kayar ve devletin sahibi olan milletin üstünde müte-
hakkim bir kadro olarak ortaya çıkar. Bilhassa harb veya ihtilal hâdiselerinin
neticesinde “istibdadat-ı askeriye” (Ş.264) ve bir nevi askerî saltanat şekline
döner.
676- “Devlet teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimi-
yet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:
l- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasetini şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve
serbest rekabete dayandırıp iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde
bulunduğu devlet şeklidir.
2- Sosyalist ve Komünist Devlet: Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine
işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile
komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.
3- Faşist Devlet: Menfi milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan,
şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına
alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline
veren devlet şeklidir.
4- Teoratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bu-
lunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu
DEVLETÇİLİK 420
678- DİL u<… : Lisan, zeban. *Ağızdaki tat alma duygusu ve konuşma
uzvu. *İnsanların konuştukları lehçelerin her birisi. Lügat. *Muhtelif âlât ve
edevatın uzunca ve yassı, ekseriya oynak kısımları. *Coğ: Denizin içine
uzanmış üstü düz kumluk, uzunca kara parçası. *Mc: Gıybet, mezemmet,
dedikodu, çekiştirme. (Bak: Lisan)
“İnsanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı bir et parçası iken, iki
büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere âlet olu-
yor... Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede,
mideye haber vermek ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir mü-
fettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir ter-
DİL 421
cüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat’i bir surette ihatalı ilme
delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet
etse; hadsiz lisanlar ve hadsiz zihayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhu-
runda ve gündüz kat’iyetinde nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâm-
ül Guyub’un daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşietinden hâriç hiçbir
şey yoktur diye ilan ederler.” (Ş.647)
679- Dilin ikinci vazifesi olan konuşmada, lüzumsuz kelâmları söyleme-
mek gerektir. Ezcümle bir hadiste şöyle buyuruluyor:
Hem “ ¬y¬9_«K¬7 ²w¬8 «•«…³~ w²"~ _«<_«O«' h«C²6«~ Âdem oğlunun hatalarının birçoğu
dilinden ileri gelmektedir.” (65)
681- DİN w<… : İslâm, şeriat. *Millet. *Âdet, hal, siyaset. *Hesab. *Kahr,
galebe, istila. *Mâlik olmak. Aziz olmak. Vera, takva. Masiyet ve ikrah.
DİN 423
Hizmet. *Hüküm, kaza ve ihsan. *Bir şeyi âdet eylemek, de’b. Sîret ve
tarikat. *Tedbir ve tevhid. *Melik, mülk. *Birisini hoşlanmadığı şeye
sevketmek.
“Asl-ı lügatta din; ceza, yani mükâfat veya mücazat veya itaat etmek.
Mana-yı masdarîlerle alâkadar olarak, bir tâbi’ ile hâkim bir metbu arasındaki
nisbetin ismidir. Bu nisbet, metbu hâkim tarafından mülahaza edildiği za-
man sevab veya ikab ile tatbik-i mesuliyet; tâbi’ tarafından mülahaza edildiği
zaman da arzu-yu selâmet ve ümid ü mehafetle taat ve inkiyad ifade eder ki,
bunlar dinin mâna-yı masdarîsidirler. Hâsılları, deyyaniyyet ve diyanettir.”
(E.T.1061)
*Ist: Allah ile kul ve kullar arasındaki münasebetleri tanzim eden İlahî
nizam. *İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından
teklif olunan hak ve hakikat kanunlarının heyet-i mecmuasıdır. Din kâinatın,
dünyanın, hayatın ve insanın yaratılış gayelerini, hikmetlerini açıklayarak,
onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İnsanların cemiyet hayatında ba-
rış içinde ve kardeşçe yaşamalarını sağlar, hakiki saadete ulaştırır. Dinin za-
yıfladığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilalci ideolojiler yayılır, milletin birlik ve
dirliği bozulur. (Bak: İslâm, Şeriat)
Birkaç atıf notu:
-Sıbgatullah, din-i fıtrî, bak: 3375.p.
-Din kelimesinden maksad, bak: 1223.p.
-Din milliyetin hayatı, bak: 553.p.
682- Bernard Shaw demiş:
“Din-i Muhammedî’nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının
sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur
ki: O din; tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferid olup, bütün muhtelif ayrı ayrı
hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani: Islah ve istihale tarzında
tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed’in (A.S.M.) dini öyle bir dindir
ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir.
Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vacibdir ki desin: “Mu-
hammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârıdır. “Ve halaskârlık namı, ona veril-
mek lâzımdır.” (M.215)
683- “Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler, Felakete
Sebebdirler.
DUA 424
685- DUA š_2… : Allah’a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru.
*Salât, namaz. *Cenab-ı Hak’tan hayır ve rahmet dilemek. Allah’ın rızasını,
hidayet ve istikamete muvaffakiyeti dilemek, yalvarmak. *Peygamber’e
(A.S.M.) salavat getirmek. *Birisini çağırmak. *Birisini bir şeye sevketmek.
*Bir kimseye bir isimle tesmiye etmek. (Bak: Cevşen-ül Kebir, Salât, Sevab-ı
A’mâl)
686- Kur’anda dua ile alâkalı çok âyetler vardır. Bu âyetlerden biri olan
“(25:77) ²v6Η_«2… « ²Y«7 |¬±"«‡ ²vU¬" ÎY«A²Q«< _«8 ²u°5 Yani: “Ey insanlar! Duanız
olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” mealindeki âyetin beş nüktesini dinle:
Birinci Nükte: Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu
hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi dua üç nevidir:
DUA 425
Birinci nevi dua: İstidad lisanıyladır ki, bütün hububat, tohumlar lisan-ı
istidad ile, Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal
göstermek için, bize neşv ü nema ver; küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın
büyük hakikatına çevir.”
Hem şu istidad lisanıyla dua nev’inden birisi de şudur ki: Esbabın içti-
maı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet,
bir lisan-ı hal hükmüne geçer. Ve müsebbebi, Kadir-i Zülcelal’den dua eder,
isterler. Meselâ: Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet
alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki: “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlikımız!”
derler. Çünki o mucize-i hârika-i Kudret olan ağaç; o şuursuz, camid, basit
maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek içtima-i esbab, bir nevi
duadır.
687- İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zihayatların ikti-
dar ve ihtiyarları dâhilinde olmıyan hacetlerini ve matlablarını, ummadıkları
yerden vakt-i münasibde onlara vermek için, Hâlik-ı Rahim’den bir nevi du-
adır. Çünki iktidar ve ihtiyarları hâricinde, bilmedikleri yerden vakt-i
münasibde onlara bir Hakîm-i Rahim gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o
ihsan, dua neticesidir.
Elhasıl: Bütün kâinattan Dergah-ı İlahiyeye çıkan bir duadır. Esbab
olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.
688- Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zişuurların duasıdır ki, bu da
iki kısımdır. Eğer ıztırar derecesine gelse (Bak: 4013.p.) veya ihtiyac-ı fıtrîye
tam münasebetdar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmış ise veya sâfi, hâlis
kalbin lisanıyla ise, (Bak: 875.p.) ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakiyat-ı
beşeriyenin kısm-ı âzamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havarik-ı
medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri
emirler, manevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidad ile istenilmiş, on-
lara verilmiştir. Lisan-ı istidad ile ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi,
bir mani olmazsa ve şerait dâhilinde ise, daima makbuldürler.
İkinci kısım; meşhur duadır. O da iki nevidir: Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ:
Çift sürmek, fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil, belki toprak hazine-i rah-
metin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar..
689- Eğer desen: Bazan kat’i olacak işler için dua edilir. Meselâ husuf ve
küsuf namazındaki dua gibi. Hem bazan hiç olmayacak şeyler için dua edilir?
DUA 426
Elcevab: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir. Abd, kendi
aczini ve fakrını dua ile ilan eder. Zahirî maksadlar ise, o duanın ve o ibadet-i
duaiyenin vakitleridir; hakiki faideleri değil. İbadetin faidesi, âhirete bakar.
Dünyevî maksadlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki
“Daha duanın vakti bitmedi” denilir.” (M.299-301)
“Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibade-
tin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer
sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.
Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ay’ın
tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakit-
leridir. Yani gece ve gündüzün nuranî ayetlerinin nikablanmasıyla bir aza-
met-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir
nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam et-
mesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsufla-
rının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur
namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı
duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, ni-
yaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde,
beliyyeler def’olun-mazsa; denilmiyecek ki: “Dua kabul olmadı.” Belki deni-
lecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle
belayı ref’etse; nurun alâ nur... o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua,
bir sırr-ı ubudiyettir.” (S.317)
Bir atıf notu:
-Yağmur duasının bir hikmeti ve ondan alınacak ibret dersi, Bak: 3050.p.
690- “Üçüncü Nükte: Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetle-
dir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlası verilir. Meselâ: Bi-
risi kendine bir erkek evlad ister. Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız
evladını veriyor. “Duası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evla bir surette
kabul edildi” denilir. Hem bazan, kendi dünyasının saadeti için dua eder.
Duası âhiret için kabul olunur. “Duası reddedildi” denilmez. Belki, “Daha
enfa’ bir surette kabul edildi” denilir. Ve hâkeza... Mâdem Cenab-ı Hak Ha-
kîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevab verir. Fakat hikmetine göre bi-
zimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal
ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabib beni dinlemedi” denil-
mez. Belki ah ü fizarını dinledi, işitti, cevab da verdi; maksudun iyisini yerine
getirdi.
DUA 427
²˜~«Y' >…~«… y«9 ²…~«… |;~«Y' y«9 h«6«~ denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi,
istemez vermezdi.” (M.301-302)
693- Bir hadis-i şerifte: “ ?«…_«A¬Q²7~ «Y; «š_«2Çf7~ Å–¬~ Yani: Şüphesiz ki dua iba-
dettir.” (67) buyuruluyor. Aynı kitabın 3853. hadisinde ise: Duada acele et-
mek, istenen şeyi hemen dünyada istemek, duanın kabulüne mani olduğu
beyan edilir.
694- “Sual: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?
Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki, bazı şerait dâhilinde
dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul
bir dua olan salavat-ı şerifeyi sefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat
getirmeli. Çünki, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.
67 İ.M. hadis:3828
DUA 428
Hem ¬`²[«R²7~ ¬h²Z«P¬" (68) yani gıyaben ona dua etmek; hem hadiste ve
Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Meselâ:
¬?«h¬'³ ²~—« _«[²9 Çf7~«— ¬w<¬±f7~|¬4 y«7«— |¬7 «}«[¬4_«Q²7~«— «Y²S«Q²7~ «tV\« ²,«~ |¬±9¬~ ÅvZÅV7«~
(69) ¬‡_ÅX7~ « ~«g«2 _«X¬5—« ®}«X«K«& ¬?«h¬'³ ²~ |¬4«— ®}«X«K«& _«[²9 Çf7~ |¬4 _«X¬#³~ _«XÅ"«‡
gibi câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua
etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem
mevaki-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’a da, hususan saat-ı
icabede; (70) hem şuhur-u selasede, hususan leyali-i meşhurede; hem rama-
zanda, hususan leyle-i kadir’de dua etmek kabule karin olması rahmet-i İla-
hiye’den kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri gö-
rünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul
olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki
daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.” (M.279)
695- Duanın kabulüne mühim bir vesile de, hastalıkta kazanılan halettir:
“Hastalık, insandaki aczini, za’fını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve za’fın di-
liyle halen ve kalen bir dua ettirir. Cenab-ı Hak, insana, hadsiz bir acz ve ni-
hayetsiz bir za’f vermiş.. tâ ki daimî bir surette dergah-ı İlahiyeye iltica edip
niyaz etsin, dua etsin.
(25:77) ²v6Η_«2… « ²Y«7 |¬±"«‡ ²vU¬" ÎY«A²Q«< _«8 ²u5 yani: “Eğer duanız olmazsa ne
ehemmiyetiniz var.” âyetin sırrıyla insanın hikmet-i hilkatı ve sebeb-i kıymeti
olan samimi dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i na-
zardan şekva değil, Allah’a şükür etmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu,
âfiyeti kesbetmekle kapamamak gerektir.” (L.211)
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki
kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık
dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından
anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; (*) kendisi de bir nevi ibadettir ve
hastalık ile aczini anlayıp dergah-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz
senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı
terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın
neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir. Hem
dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez... Hâlik-ı
Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya
ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.” (L.215)
696- “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacâtında, istirahat-ı nefs için dua
etmemiş; belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudi-
yet için şifa taleb eylemiş. Biz o münacât ile birinci maksadımız; günahlardan
gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar
için, ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz.” (L.12)
697- Dualar, huzur hakikatı ve şuuru ile yapılmalıdır. Yani Cenab-ı Hak
her şeyi her an bilip gördüğü hakikatına istinaden karşılıklı konuşma ve
muhatab makamı haletiyle olmalı. Yani:
“Sen Cenab-ı Mücib-üd Daavat’a münacâtta bulunduğun zaman, ona
karşı öyle bir tarz-ı hitabda bulun ki, sanki Cenab-ı Mücib-i Rahim, senin
yanındadır ve beraberindedir ve seni görmektedir ve seni işitmektedir ve
rahmet ve keremiyle sana nüzul etmektedir gibi tasavvurla hitab et! Yoksa
sen onun yanında imişsin veya beraberinde imişsin veya ona yakın imişsin
veyahut ona doğru yükselmekte imişsin gibi farz ve tahayyülde bulunma!
(Allah’ın mahlûkatına karşı kurbiyet ve bu’diyeti, bak: 2145, 2146.p.lar)
Evet Cenab-ı Hakk’a karşı münacâttaki vaziyetin ise; bir geminin şark
cihetinde bir yerde oturtulmuş gözsüz ve sağır birisinin, telefonun kulağında
fısıldayarak, manzar-ı âlâda hurdebinî teleskoplarla ona bakan zâta karşı mü-
nacât edip, kaşlarıyla işaret eden şahıs gibi ol! Hem geminin sahib-i alîminin
şuurundan tereşşuh edip yapılan geminin pusulasıyla, gayet kolay olarak o
gemi, her bir menzili kat’edince onun hatırından geçen hatıraları da ilmi ile
bilen bir zata karşı şükrünü ilan eden kimse gibi ol.” (M.Nu.262) (Namazda
huzur, bak: 1388.p.)
Duada kalben başka şeylerle meşguliyet ve gaflet, duanın makbuliyetini
zedeler. T.T. ci: 5, 365. hadisin beyanı da mevzu ile alâkalıdır.
698- “Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli
gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var.
O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e
eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğ-
DUA 430
farı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi
olan zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı
hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi, meyelan-ı şerri ke-
ser, tecavüzatını kırar.” (S.468)
699- “Sual: Denildi ki: Fatiha ve Yâsin ve hatm-i Kur’anî gibi okunan
virdler, kudsî şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Hal-
buki böyle cüz’î birtek hediye ân-ı vâhidde hadsiz zatlara yetişmek ve her bi-
risine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.
Elcevab: Fâtır-ı Hakîm nasılki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi inti-
şarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış (Bak: 1230/1.p.)
ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (A.S.M.);
umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi, öyle de; oku-
nan bir Fatiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvatına aynı aynı yetiştir-
mek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî ha-
vada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz
telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasılki bir lamba yansa, mu-
kabilindeki binler âyineye (herbirine) tam bir lamba girer. Aynen öyle de, bir
Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir
Yasim-i Şerif düşer.” (Ş.685)
700- Duada avuç içini aşağı doğru çevirmek hakkında Büluğ-ul Meram
adlı eser şu rivayetleri nakleder:
“ ¬š_«WÅK7~ |«7¬~ ¬y²[ÅS«6 ¬h²Z«P¬" «‡_«-«_«4 |«T²K«B²,~ Enes (R.A.) dan rivayet edildi-
ğine göre, Peygamber( A.S.M.) yağmur duası yapmış ve avuçlarının sırtı ile
semaya işaret etmiştir.
Bu hadisi 896 numara ile Müslim de tahric etmiştir.
701- Bu hadis-i şerif, dua ile belânın giderilmesi istenildiği zaman, avuç-
ların sırtı semaya çevrilerek; bir şeyin vücud bulması veya verilmesi istenil-
dikte ise, avuçların içi semaya çevrilerek el kaldırılacağına delildir. Nitekim
bu husus, Hallâb b. Es-Saîb’in babasından rivayet ettiği şu hadiste sarihtir:
w« ²O«" «u«Q«% «Ä«_«, ~«†¬~ «–_«6 •Õ Õ‹ Å|¬AÅX7~ Å–¬~
_«Z²[«7¬~ _«W;«h²Z«1 «u«Q«% «†_«Q«B²,~ ~«†¬~—« ¬š_«WÅK7~ |«7¬~ ¬y²[ÅS«6
Yani, Peygamber (A.S.M.) bir şey istediği zaman avuçlarının içini, bir
şeyden (Allah’a) sığındığı zaman ise avuçlarının dışını semaya çevirirdi.
DUA 431
702- Keza _®A«;«‡—« _®A«3«‡ _«X«9Y2²f«<«— (21:90) yani “Rağbet ve korku halle-
rinde bize dua ederler” mealindeki âyet-i kerimesi dahi; rağbette avuçların
içi, rehibde avuçların dışı semaya kaldırılır diye tefsir edilmiştir.” (B.M. ci: 2,
sh: 230)
“Ellerini yukarı kaldırıp, avuçlarının içlerini dua kıblesi olan arş tarafına
açmak ve eğer şiddet ve âfat def’i için olursa, ellerinin arkasını yukarı doğru
tutup, akis olunması mervidir.” (Mecma-ul Adab sh: 30) (Bak: Ebu Davud
1487, 1490. hadisler)
Bazı kaynaklar duada ellerin bitişik veya arası açık olabileceğini kayde-
derler. (Bak: Ebu Davud hadis no: 1489, 1491 ve İ.U. ci: I sh: 880)
703- Farz namazlarının hemen akibinde yapılan duanın makbuliyeti hak-
kında hadis-i şerifte:
“ ¬ _«"YB²U«W²7~ ¬ ~«Y«VÅM7~ «h"…—« ¬h¬' ´ ²~ ¬u²[ÅV7~ ¬¿²Y«%
Yani: Gecenin son kısmında ve farz namazların akibinde yapılan dua-
lardır, buyuruluyor.” (71)
704- Şerre dua meselesi ise, bilhassa asrımızda bazı safdil müslümanların
çok garib bir halidir. Şöyle ki:
Åw«U-¬ Y[«7 ²—«~¬h«U²XW²7~ ¬w«2 Å–Y«Z²X«B«7—« ¬¿—h²Q«W²7_¬" «–—h8Ì_«B«7 ¬˜¬f«[¬" |¬K²S«9 >¬gÅ7~«—
²vU«7 `[¬D«B²K«< «Ÿ«4 y²X«2~Y2²f«B«7 Åv$ ¬˜¬f²X¬2 ²w¬8 _®"_«T¬2 ²vU²[«V«2 «b«Q²A«< ²–«~ «yÁV7~
Nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, emr-i bilma’ruf ve nehy-i
anilmünkeri yaparsınız veya Allah size azabını gönderecektir. Sonra O’na
dua etseniz de duanız kabul olmayacaktır. (72)
Diğer bir hadiste ise:
¬•Ÿ²,¬ ²~ ¬•²f«; |«V«2 «–_«2«~ ¯}«2²f¬" «`¬&_«. «hÅ5«— ²w«8 buyurulur. Yani: Bir kimse
bir bid’at sahibini ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.(74)
707- Bu ve benzeri ehadisten anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar,
milletçe takbih edilerek revaç bulmasını önlemek yerine, bid’atlara özenip
taklid etmek, nefse de hoş geldiğinden, bid’alar intişar eder. Bu ise, şerleri
celbeden menfi ve fiilî bir dua olur ve manevî hayatın temeli olan şeairin za-
yıflamasına, hatta şeairin cemiyette hoş karşılanmaz hale gelmesine sebebiyet
verir ki, âhirzaman fitnesinin dehşetli bir vasfını teşkil eder. (Âhirzaman fit-
nesinde münkerin maruf, marufun münker sayılması, bak: 985, 3186.p.lar)
Bir atıf notu:
-Duası makbul olanlar, bak: 3964/2.p.
708- Dua hakkında âyetlerden bir kaç not:
-Esma-ül Hüsna ile dua etmek: (7:180)
-Sadakat (zekat) verenlere dua: (9:103)
-Zaruret ve sıkıntıda iken dua edip, rahatta iken etmiyen müsrifin zümresi: (10:12)
-Binek ve vasıtalara binilince okunan dua: (43:13)
Hadis kitablarında dua hakkında bölümler vardır. Ezcümle, T.T.ci: 5. sh: 198.
duanın fazileti babıdır.
74 R.E. sh:446
DUHAN-I MÜBİN 434
Hem (11:7) ¬š_«W²7~ «|V«2 y- ²h«2 «–_«6—« âyeti de esir maddesine işareti vardır.
(Bak: Esir)
711- DÜNYA _[9… : (a.i. Denaet veya Dünüvv’den ism-i tafdili olan
“edna”nın müennesidir.) En yakın, en aşağı mânasına gelir. Şimdiki âlemi-
miz. Âhirete veya ölüme en yakın olmasından veya insan nefsindeki hislere
tesirde en yakın ve aldatıcı olması sebebiyle bu isim verilmiştir. (Bak: Arz,
Eyyam-ı Kur’aniye)
Dünyanın yüz ölçümü, 510.101.000 km2’dir. Aydan uzaklığı, 384.365
km.dir. Güneşten takriben 149.589.000 km. uzakta bir yörünge boyunca
ortalama saatte 107.219 km. hızla döndürülmektedir.
Dünya Güneş etrafında, bir elipse benzer medarında hareket ederken
güneşe olan uzaklığı ve hızı her noktada aynı değildir. Bunun için verilen ra-
kamlar ortalama olarak alınmaktadır. Bu husus diğer seyyareler için de
variddir.
Dünyanın Güneş etrafındaki bir dönüşü, güneş yılı olarak tarif edilmiş
olup 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 saniye sürecek şekilde ayarlanmıştır.
DÜNYA 436
¬±¿«Y9 dünyada amellerini kendilerine tevfiye ederiz, bâligan mâbelağ ifa eder
veririz.
«–YK«F²A< « _Z«[¬4 ²v;—« Ô O halde bunlar dünyada bahse maruz olmazlar. Yani
hakları yenmez, sa’y ü amellerinin bedelinde hiçbir şey eksik verilmez.
«t¬¶[³7—~ Ô Bunlar -dünya hayat ve zinetini murad eder olanlar «w<¬gÅ7~ o mah-
rumlardır ki ‡_ÅX7~ Å ¬~ ¬?«h¬'³ ²~ |¬4 ²vZ«7 «j²[«7 Ô Âhirette kendilerine ateşten
başka hiçbir şey yoktur. _Z«[¬4 ~YQ«X«. _«8 «n¬A«&«— Ô ve bütün işledikleri orada
habtolmuş bulunur.
713- Diğer bir ayette de: “ _«[²9 Çf7~ «?Y«[«E²7~ «–—h¬$ÎY# ²u«" (87:16) fakat siz gafil
insanlar o felahı herşeye tercih ederek o tezekkiye çalışacak yerde öyle yapı-
yorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. onun zinetini, eğlencesini,
yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini takdim ediyor, onlarla iştigal ve o
yolda mallar sarf ü istihlâkini hoşlanıyorsunuz da âhiret felah ve saadetini
hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz.” (E.T.5766) (Bak:
1082, 1083.p.lar)
“Hasılı: (57:20) ¬‡—hR²7~ _«B«8 Å ¬~ _«[²9Çf7~ ?Y«[«E²7~ _«8—« dünya hayatı, meta-ı
gururdan başka birşey değildir. bir meta’dır fakat bir aldanma metaıdır... an-
cak Said İbn-i Cübeyr Hazretlerinden mervi olduğu üzere meta-ı gurur ol-
ması, âhiret talebinden alıkoyması cihetiyledir. Amma Allah Teâla’nın
rıdvanına ve âhiret metali-bine vesile edinilmesi haysiyetiyle ne güzel meta’,
ne güzel vesiledir.” (E.T.4752)
714- Sual: Ehadiste “dünya tel’in edilmiş, “cîfe” ismiyle yadedilmiş. Hem
bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. “Fenadır, pis-
tir” diyorlar. Halbuki sen bütün kemalât-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu
gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?
Elcevab: Dünyanın üç yüzü var:
Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar. Onların nukuşunu göste-
rir. Mâna-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz
mektubat-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâ-
yıktır.
İkinci yüzü: Âhirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezrasıdır.
Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire
değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i
dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fanidir, zâ-
ildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği
nefret bu yüzdedir.
Kur’an-ı Hakim’in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane,
istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın
mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir. (Dünyevî meşru işlerin bir nevi ibadet ol-
ması, bak: 2793.p.)
DÜNYA 438
719- Kur’an (14:3) âyetinin bir kısmı olan “ _«[²9Çf7~ «?Y«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< bah-
sinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı
bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, baki el-
maslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan
çok hayret ediyordum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî
hastalansa, yaralansa sair âza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına ko-
şar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair
letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini
onlara unutturmağa çalışıyor. (Bak: Beka ve 1269.p.)
Hem nasıl ki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şa’şaalı bir eğlence
bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve
mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek işti-
rak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi
öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın
ulvi latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp per-
vane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
720- Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde ol-
mak şartıyla (Bak: Zaruret) bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edil-
mesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebi-
yet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o
damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı
dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Evet insaniyetin ya-
şamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve
kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet
ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşma-
sıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu ha-
yata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir
hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor.” (K.L.104)
(Bak: Menfaatperest)
Birkaç atıf notu:
-Hırs-ı dünya, bak: 2791, 3002.p.lar
-Dünya hayatına davet edenlere cevab, bak: 1185.p.
-Dünyaya çağıranlar çoktur, bak: 1280.p.
-Dünyaperestlerin başına gelen semavi musibet, bak: 284.p.
-Bu asrın nazarı, dünya menfaatlarını birinci derecede görür, bak: 1484,1488.
p.lar.
-Dünyayı âhirete tercih eden ehl-i dalalet, bak: 618.p.
721- İşte insanların böyle tehlikelere düşmemeleri ve dünyanın fani yü-
zünden alâkalarını kesmeleri için Kur’an ve ehadiste pek çok ikaz ve
irşadattan bulunulmaktadır. Fakat ehl-i dünya bu ikazları bile garib karşılar.
Ezcümle, dünyanın ehemmiyetsizliğini ders veren hadislerden biri olup “en
ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:
(76) ¯š_«8 «}«2²h% _«Z²X¬8 h¬4_«U²7~ « ¬h«- _«8 ¯}«/YQ«" «ƒ_«X«% ¬yÁV7~ «f²X¬2 _«[²9 Çf7~ ¬a«9¬ˆ—« ²Y«7
76 K.H. hadis:2107 ve İ.M. 37. kitab-üz zühd, hadis:4110, 4111
DÜNYA 442
ev kema kal, meal-i şerifi: “Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek ka-
nadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek
idiler.” Hakikatı şudur ki: ¬yÁV7~ «f²X¬2 tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet
âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü
dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir
sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen
hususi dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i
İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın
iki yüzü var, belki üç yüzü var. Biri Cenab-ı Hakk’ın esmasının ayineleridir.
Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri; fenaya, ademe bakar.
Bildiğimiz marzî-yi İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek Esma-i
Hüsnanın ayineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca
dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiâtın menşei ve beliyyatın menbaı
olan, dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî
bir zerresine değmediğine işarettir.” (S.346)
Bazı atıf notları:
-Allah sevdiği kulunun dünyasını kapar, bak: 411/1.p.
-Âl-i Beyt’in dünyadan küstürülmesi, bak: 1196, 1334.p.lar
-Dünyaya küsmek, bak: 1517.p.
-Dünya menfaat ve meşgaleleri, cihada mani olmamalı, bak: 573, 574.p.lar
-R.E. sh: 26’da 3. hadis; kalbinde bina yapmak sevgisi bulunanları zemmeder.
722- Hem yine dünyanın âhiret saadetine nisbetle ehemmiyetsizliğini
anlatan bir hadis-i şerif de şöyledir:
¬h¬4_«U²7~ }ÅX«% «— ¬w¬8ÌYW²7~ w²D¬, _«[²9 Çf7«~ (77) “Yani: Dünyada şu mü’min, kıs-
men kusuratından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dar-ı ce-
zadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehen-
nemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem’den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının
mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri (Bak: 712.p.) ve büyük seyyiatları
te’hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa
mü’min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok
“ ¬u[¬A«, h¬"_«2 ²—«~ °`<¬h«3 «tÅ9«_«6 _«[²9 Çf7~ |¬4 ²w6 Yani: “Sen dünyada sanki
garib imişsin veya yolcu imişsin gibi bir halde bulun.” (80) (Bak: Zühd)
726- Bu hâdise “Sure-i «r²[«6 «h«# ²v«7«~ de nass-ı kati ile beyan edilen “Vaka-i
Fil”dir ki; Kâbe’yi tahrib etmek için, Ebrehe namında Habeş Meliki gelip,
Fil-i Mahmudî namında cesim bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın ol-
duğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları
mağlub etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında
tafsilen meşhurdur.
EBCED 446
727- EBCED fD"~ : Arabça Eski Sami alfabesindeki harf sırasının sayı
değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İb-
ranî ve Süryanî Alfabesindeki harfleri içine alır. İbaredeki kelimelerin sırası
ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir:
fD"~ (ebced) ˆY; (hevvez) |O' (hutti) wWV6 (kelemen) lSQ, (sa’fes)
a-h5 (kareşet) gF$ (sehaz) qP/ (dazıg)
Bu sekiz kelime, bütün huruf-u heca denen yirmisekiz harfi içine almış
ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar, her harfe aşağıdaki
sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir:
Elif: l Ba: 2 Cim: 3 Dal: 4 He: 5 Vav: 6 Ze: 7 Ha: 8 Tı: 9 Ya. 10 Kef: 20
Lam: 30 Mim: 40 Nun: 50 Sin: 60 Ayın: 70 Fe: 80 Sad: 90 Kaf: 100 Rı: 200
Şın: 300 Te: 400 Se: 500 Hı: 600 Zel: 700 Dad: 800 Zı: 900 Gayın: 1000.
Şimdiki Arapçada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kulla-
nıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmiş-
lerdir. Her birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâm-
larda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyo-
ruz. (Bak: Cifr, Cümmel, Gayb)
728- Ebced hesabı: Ebced harf tertibinde görüldüğü gibi, Kur’an-ı Ke-
rim daha nazil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih yazılır ve hâdi-
seler kaydedilirdi. Bundan böyle Arab, Fars ve Türk edebiyatında hâdiselerin
tarihleri Ebced hesabı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin do-
ğum ve ölümü, yüksek mevkilere geçiş, cami, köprü, çeşme yapılış açılış ta-
rihleri bu hesaba uyularak mısralarla ifade edilirdi. İşte bu ebcede göre harf-
lere sayı değerleri verilerek kuvvet-i kudsiye sahibi ve büyük evliya ve alla-
melerden ve ehl-i sünnet ve cemaat ashabı birçok müellifler, Kur’an-ı Ke-
rim’den, âyet ve hadis-i şeriflerden de manalar çıkarmışlardır. Ebced hesabı-
nın Kur’an’a tatbikinden çıkan şudur ki: Kur’an’ın her kelimesi ve kelimeler-
deki her harf bile, Allah’ın ilim ve iradesiyle bilhassa belli maksatlarla seçil-
miştir. Her harfin bile yerine göre hususi bir vazifesi vardır.
EBCED 447
729- Meselâ: Elmalı Tefsiri sh: 3956’da Molla Cami Merhumdan şu ta-
rihî nakil vardır:
Kur’an-ı Kerim’in 34’üncü sure, 15’inci âyetinde (Beldetün Tayyibetün:
°}«A¬±[«0 °?«f²V«" “İyi bir beldedir” ifadesi ile İstanbul kasdedilmiştir ve İstanbul’un
fetih tarihi bu cümlenin ebcedi ile haber verilmiştir.) diye gösteriliyor. Bu
cümledeki harfleri sıra ile hesab edersek şu neticeyi görmekteyiz:
2+30+4+400+9+10+2 +400=857 hicri senesi oluyor. Bu tarih İstanbul’un
Sultan Fatih Mehmed Hazretleri zamanında miladi 1453 tarihinde fethine
tevafuk etmektedir.
Risale-i Nur Külliyatından Mektubat adlı eserin 29. Mektub’un Rumuzat-ı
Semaniye isimli risalelerinde, ebced hesabıyla feth-i İstanbul hakkındaki
istihracda şöyle deniliyor: Kur’an-ı Kerim’in 108. suresinde:
“ ¿ ¬h«$ ²Y«U²7~ ¾ ebcedî makamı 857 olarak aynen “Beldetün tayyibetün”
gibi İstanbul’un İslâm eline geçmesi olan 857 tarihine tevafuk etmekle işaret
ediyor... Evet madem Sure-i Kevser, Resul-i Ekrem’e (A.S.M.) ihsan edilen
h«$ ²Y«U²7~ İstanbul’a dahi bakıyor.”
fütuhat-ı azimeye delalet ediyor. Elbette
Bundan başka, Fetih Suresinde (48:3) ~®i<¬i«2 ~®h²M«9 yÁV7~ «¾«hM²X«<«— âyetinin,
Sultan Mehmed Fatih’in Uzun Hasan’a galib geldiği tarih 878 olarak görül-
mektedir. Bundan başka Timurlengin Şam-ı Şerif’i harabettiği tarihi
hesab edecek olursak, Kur’an-ı Kerim’in 2’nci suresinin 114’üncü âyetindeki
ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin
başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular.
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur Kaside-i Celceluti-
yesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve
öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Cafer-i Sadık Radıyallahü Anh ve Muhyiddin-i Arabî (R.A.)
gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu
hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul
edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hatta letafetin hatırı için, iradî
ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kasdî bir surette ve gaybî
anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ülemasının münasebet-i adediye içinde en latif
düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cin-
sindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir
düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve
ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış.
Meselâ; nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, a’sabları, kemikleri, hatta
hüceyratları, mesamatları hesabca birbirine tevafuk ederler. Öyle de; bu ağaç,
bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu
baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi
mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla
muvafakatları, Sani-i Hakîm-i Zülcemal’in vahdetini gösteren kuvvetli bir
şahid-i vahdaniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u
riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve anahtar-ı gaybî oluyor. El-
bette menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi
ve edebiyatın mucize-i kübrası ve lisan-ül gayb olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Be-
yan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i’cazının mukte-
zasıdır.” (Ş.712)
731- Fıtrat âleminde cereyan eden latif tevafukat, insan âleminde de ma-
nidarlığını gösterir. Evet “âlemde herşeyin yüzünde hikmet eserleri görün-
düğü gibi en uzak, en geniş, en ince kesretin tabakaları üstünde de hikmet,
ihtimam eserleri görülmektedir. Evet kesret ve tekessürün müntehası ve ne-
ticesi olan insanın sahife-i vechinde, cebhesinde, cildinde, ellerinin içlerinde
EBDAL 449
kalem-i kader ile pek çok çizgiler, hatlar, nakışlar, nişanlar yazılmıştır. Ma-
lumdur ki, insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, ha-
rekeler, ruh-u insanîde bulunan manalara, manevîyatlara delalet ettikleri gibi,
fıtratında kader tarafından yazılan mektublara da işaretleri vardır. Arkadaş,
insanın geçen sahifelerine kaderin yazdığı haşiye, tesadüf ve ittifakın
dühulüne bir menfez bırakmamıştır.” (M.N.103) (Bak: Tevafukat-ı Gaybiye)
Yukarıdaki bahisle alâkalı olarak, İ.M. 13. Kitab-ül Ahkâm’ın 21. babı, el
ayak ve yüzdeki çizlerden mana çıkarmak hakkında olup, bu ilmin erbabına
da “kaif” denilir.
732- EBDAL Ä~f"~ : (Bedil veya Bedel. c) Evliyadan ziyade nuraniyyet
kazanmış olanlar. Evliya zümresinden bir cemaat. Masiva alâkasından mü-
cerret ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetinde fani ve müstağrak olan zatlar. Her-
kesçe bilinmeyen manasında “rical-ül gayb” da denir. (Bak: 1517.p. ilk bendi)
*Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir.
Ebdal ismi hakkında farklı tevcihler var. İbn-ül Esir, En-Nihaye’sinde
der ki: “Ebdalden birisi vefat etse, ona bedelen Allah bir diğerini gönderdi-
ğinden bu ad verilmiştir.”
Bir hadis meali şöyledir: “Ümmetin içinde otuz ebdal vardır. Arz onların
sayesinde yerinde durur. Onların sayesinde üzerinize yağmur yağar ve size
yardım olunur. Ebdallar Şam’dadır. (Hilafet merkezi manasında da olabilir.)
Onlar kırk kişidir. Ne zaman bunlardan birisi ölse, Allah onun yerine başka
birisini tebdil eder. Onlar sebebiyle yağmurlar yağar, onlar vesilesiyle düş-
manlara karşı Allah yardım eder. Onlar vasıtasıyla Şam halkı azabdan kurtu-
lur.” (Avn-ul Ma’bud, 11/377)
Hakim ve Tirmizi’nin rivayet ettiği diğer bir hadis meali de şöyle:
“Nübüvvetin inkıtaından arz Rabbinden şikayet eder. Allah arza şöyle
cevab verir: Pek yakında senin sırtına kırk sıddık koyacağım. Ne zaman biri
ölse, öbürü onun yerine geçecek. İşte bu sebeble bunlara ebdal adı verilir.
Ebdallar arzın kazıkları hükmündedir. Arz onlarla ikame olur ve onlarla be-
reketlenir.” (Feyz-ül Kadir, Tetimme: 3/168, 169)
732/1- İhya-i Ulum Tercemesi Bedir yayınevi ci:1, sh:691 haşiyede:
“Abdal, peygamber’in bedeli olarak velilerdir. Bunlar Yedi kişidir. Artmaz ve
eksilmezler. Biri ölünce yerine başkası alınır. Allahu Teala yedi kıt’ayı onlarla
muhafaza eder.” (Bu izaha göre asrın müceddid ve mehdisi hatıra geliyor.
(Bak: 3941.p.ve Kutb-ul Aktab)
EBED 450
yani zürriyeti olmıyan, kendinden sonra eseri kalmıyan kimselere veya sonu
gelmiyen, sonunda hayır olmıyan işe de istiare suretiyle “ebter” denilmiştir...
Ebter, hakir ve zelil manasına da gelir.” (E.T.6209) Bu kelime Kur’anda
(108:3) âyetinde geçer.
734- EBU BEKİR (R.A.) hU" Y"~ : “Hazret-i Ebu Bekir, Resul-i Ekrem
Efendimiz’in ilk halifesidir. Erkekler içinde ilk müslüman olanıdır. Peygam-
berimiz’in kayınpederidir. Hazarda ve seferde Hazret-i Muhammed’in en sa-
dık ve en samimi arkadaşı, onun veziri ve müşavir-i hassı idi. Hz. Peygam-
ber’e kemal-i i’timat ve i’tikadına mebni “Sıddık” ünvanını almıştır. Resul-i
Muhterem her işini onunla müzakere ederdi. Hastalığı zamanında dahi,
imamete onu tevkil etmiş ve arkasında namaz kılmıştır.
Resul-i Ekrem Efendimiz’den iki sene sonra Mekke’de doğmuştur. Adı
Abdullah, babasının adı Ebu Kuhafe Osman, annesi de Ümmü’l-Hayr
Selma’dır. Her iki taraftan Kureyş Kabilesine mensubdur. Yedinci batında
Kâ’b’ın oğlu Mürre’de Resul-i Ekrem’in nesebiyle birleşir. Ebu Kuhafe Os-
man b. Amir Mekke’nin eşrafındandı. Oğlu Ebu Bekir’den fazla yaşamış fa-
kat müslümanlığı Mekke’nin fethinden sonra kabul etmiştir.
Hazret-i Sıddık, İslâmiyet’i kabul etmesine kadar geçen 38 senelik haya-
tında asla içki kullanmamış, putlara tapmamış, hurafelerden kaçınmış, iffe-
tiyle ve güzel ahlâkıyla tanınmış bir zat idi. Kendisine Resul-i Ekrem, pey-
gamberliğini bildirdiği zaman derhal tereddüd etmeden en evvel İslâmiyet’i
kabul etmişti. Babası, annesi, evlad ve ahfadı ashab-ı kiram’dandı. Bu fazilet
başkalarına nasib olmamıştı.
735- Hazret-i Ebu Bekir, gerek İslâmiyet’ten önce ve gerek İslâmiyet’ten
sonra kabilesi arasında mümtaz bir şahsiyet olarak tanınmıştı. Kavmi ara-
sında mühim bir sermaye sahibi, dürüst bir tüccardı. Herkesin ona sonsuz
bir itimadı vardı. Yakın arkadaşlarından ve Aşere-i Mübeşşere’den Osman b.
Affan, Abdullah b. Avf, Talha, Zübeyr, Sa’d İbn-i Vakkas gibi ileri gelen
yüksek şahsiyetler, onun delaletiyle müslümanlığı kabul etmişlerdi. İslâmiyet
uğrunda bütün servetini harcamış, İslâmiyet’in yayılmasında mühim bir âmil
olmuştu.
Hazret-i Ebu Bekir, Peygamberimiz’in bütün savaşlarına katılmıştı. Re-
sul-i Ekrem’in 632 yılında vefatı üzerine halife seçilen Hazret-i Ebu Bekir,
mescidde bir hitabede bulundu. Böylece cemaati teskin etti. (Bu hitabe
S.B.M. 11. cild 31. sh. ve 4. cild 380. sahifede nakledilir.)
E B U B E Kİ R ( R . A . ) 452
Ana nüsha Hazret-i Hafsa’ya iade olundu. Hazret-i Ali radıyallahü anhü:
“Allah Ebu Bekr’e rahmet etsin; Kur’an sahifelerini bir araya toplamak hu-
susunda ecir ve sevab yönünden nâsın en büyüğü Ebu Bekir’dir.” demiş ve
Hazret-i Osman’ın hareketini de tasvib ve takdir eylemiştir.
Hazret-i Sıddık’ın, iki sene ve üç aydan biraz fazla halifeliği sırasında Irak
ve Suriye seferleri yapıldı. Irak’ın fethinin tamamlandığı ve Şam’ın da fethe-
dildiği bir sırada henüz zaferi işitmeye zaman kalmadan 63 yaşında iken ve-
fat etmiş, Resul-i Ekrem’in yanına gömülmüştür. (Radıyallahü anhü)”
(Riyazüssalihîn Hadislerinin Ravileri Olan Ashab-ı Kiram’ın ve Hadis
İmamlarının Hal Tercemeleri. Hasan Hüsnü Erdem, Diyanet Yayınları, 1964
Ankara sh: 54)
738- “Hazret-i Ebu Bekir’in halife intihab olunması: Buhari’nin Ebu Be-
kir’in (R.A.) menakıbı hakkındaki babında Hazret-i Aişe’den rivayetine göre:
Hazret-i Ebu Bekir, Mescid-i Saadet’teki hutbesini bitirip, ashabın heye-
canını teskin ettikten sonra bir de duymuştu ki, Ensar Benî Saide sakifesinde
(sofasında) Sa’d bin Ubade’nin başına toplanarak “Biz (Ensar)dan bir emir,
siz (Muhacirler)den de bir emir nasb olunmalıdır” diyorlardı. Bunun üzerine
Ebu Bekir, Ömer’le Ebu Ubeyde’yi yanına alarak Benî Saide sofasına gitti.
İrad ettiği beliğ bir hutbesinde, artık Arab’ın kadim bedeviyet hayatı ve her
kabilenin bir emir ile idaresi zamanı geçtiğini ve müslümanların İslâm mede-
niyetine göre yalnız bir devlet reisinin idaresi altında toplanmaları zaruri ol-
duğunu izah ettikten sonra: “Bizden emir, sizden vezir olur!” dedi ve
Ömer’le Ebu Ubeyde’yi göstererek: “İşte bunlardan birine biat ediniz” dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer: Ya Eba Bekir! Bu işe sen hepimizden lâyık-
sın!” diye Ebu Bekir’e biat etti. Bunu da umumi biat takib etti.” (S.B.M. 11.
cild, 1671. hadisin izahından)
739- Aynı eser 12. cild 1915. hadisin son kısmı şu mealdedir:
“Ya Aişe! (hattâ) şimdi Ebu Bekir’e ve oğluna haber göndermek ve hila-
fet dedikoducularının sözlerinden ve hilafet umanlarının temennilerinden
nefret ederek- hilafeti Ebu Bekir’e vasiyet etmek arzu ettim. Fakat sonra dü-
şündüm ki; Allah, (hilafeti Ebu Bekir’den başkasına müyesser kılmaktan)
imtina eder. Mü’minler de Ebu Bekir’den başkasının halife olmasını
men’ederler. Yahut Allah Teâla (Ebu Bekir’den başkasının halife olmasını)
men’eder. Mü’minler de (Ebu Bekir’den başkasına biat ve mütabaattan) im-
tina ederler.”
E B U B E Kİ R ( R . A . ) 454
740- Ebu Bekir’in (R.A.) hilafette tekaddüm liyakatına dair, ülema hayli
beyanlarda bulunmuşlardır. Meselâ: Kur’an (66:4) âyetinin mealinde şöyle
deniliyor:
““Daima hatırda tutup anın o vakti ki, Peygamber zevcelerinden birine
sır olarak bir söz söylemiş, bu sözü kimseye söyleme demişti.” Bu sır ne
idi?... Bizim kanaatimizce burada söylenen sır, diğer bir söz olmak gerektir.
Şöyle ki:
Hazret-i Peygamber’in, kendisinden sonra imametin Ebu Bekir’e ve
Ömer’e geçeceğini Hafsa’ya bir tebşir olarak haber vermiş ve ketmini em-
reylemiş olmasıdır. Tefsirlerin bir çoğunda zikredilmiş olan bu haber, gerçi
kütüb-ü sittede nakledilmemiştir... Meymun İbn-i Mihran da dedi ki: Hadis,
Peygamber’in Hafsa’ya sır olarak söylediği şu hadistir:
*Ebubekir Radıyallahü Anh’ın fazileti ve bütün ashab üzerine tekaddümü hakkında rivayet
edilen bu hadis, Peygamber’in ashabı arasındaki mütekabil hürmet ve tesanüdü de İslâm
ümmeti için nümune-i imtisal bir surette ifade etmektedir.
EBU CEHİL 456
744- EBU CEHİL uZ% Y"~ : “Cehalet babası” demek olan bu ke-
lime, Hz. Resul-i Ekrem (A.S.M.) zamanında mucizeleri ve çok delilleri ve
Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ı gördüğü halde iman etmeyen, din düş-
manı, puta tapan gururlu bir müşrikin lakabıdır. Bedir gazasında öldürüldü.
(Bak: 747.p.)
745/1- EBU HÜREYRE ˜h<h; Y"~ : “Asıl ismi Abdüşşems iken Re-
müttefiktir. 93’ü Buhari’de, 189’u yalnız Müslim’de, kalan 4757’si diğer hadis
kitaplarında mezkûrdur. Doğrudan doğruya Resul-i Ekrem’den rivayet ettiği
gibi Ebu Bekr, Ömer, Übeyy b. Kâ’b Hazaratı gibi ekâbir-i sahabeden de
hadis nakletmiş ve kendisinden de hadis rivayet eden ashab ve tabiînin adedi
800’ü aştığını İmam Buharî bildiriyor.
Ebu Hüreyre’nin Resul-i Ekrem Efendimiz’le sohbeti üç seneyi aşmadığı
halde bu kadar hadis rivayet edişini kendisine çok gören sahabe’ye müşarün-
ileyh; “Kitabullah’dan iki âyet olmasa idi hiç bir hadis rivayet etmezdim” de-
dikten sonra: “Herkese Kitab’da beyan ettikten sonra indirdiğimiz âyat-ı
beyyinatı ve hidayeti gizliyenlere Allah lanet etsin” mealindeki (2:159)
... _«X²7«i²9«~ _«8 «–YWB²U«< «w<¬gÅ7~ Å–¬~ âyetleri okumuş ve: “Muhacir kardeşlerimiz alış
verişle, Ensar kardeşlerimiz de ziraatla meşgul iken Ebu Hüreyre... Resul-i
Ekrem’in yanından ayrılmıyor ve onların hazır bulunmadıkları meclislerde
bulunuyor, onların belleyemedikleri sözleri hıfzediyordu” demiş ve kendi-
sine itiraz edenleri susturmuştur. (Bak: 293. p.sonu)
Hârikulâde metîn olan hıfzı ile beraber üç sene zarfında Resulullah’ın
meclisinden ayrılmamış ve bu müddet zarfında olanca kuvvetini Resul-i Ek-
rem’in sözlerini ve işlerini hıfz ve kayda hasretmiştir. Medine’de yerleşmiş ve
Hicretin 57 veya 58 tarihinde 78 yaşında orada irtihal etmiş ve Baki’ Kabris-
tanına defn olunmuştur.” (Riyazüssalihîn Hadis Ravilerinin Hal Tercemeleri,
Diyanet Yayınları Ankara- 1964, sh: 33)
Ebu Hüreyre’nin (R.A.) dua-yı Nebeviyeye mazhariyeti: “Ebu Hüreyre,
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a şekva etmiş ki, “Nisyan bana arız
oluyor.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş; bir mendil
şeklinde birşey açmış. Sonra mübarek avucu ile gaibden birşey alır gibi, öyle
avucunu oraya boşaltmış. İki-üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyre’ye demiş:
“Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı manevî-i dua-yı Nebevî ile Ebu
Hüreyre kasem eder ki: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.” İşte bu vakı-
alar, ehadis-i meşhuredendirler.” (M.146) (Mezkûr rivayet: S.B.M. 99. hadis-
tir)
Atıf notları:
-Ebu Hüreyre (R.A.)’ın şahid olduğu bir bereket mucizesi, bak: 429.p.
-Ebu Hüreyre (R.A.)’ın hadiste ihtisası, bak: 1107.p.
EBU LEHEB 458
746- EBU LEHEB `Z7 Y"~ : (Ebî Leheb) Asıl adı. Abduluzza’dır. Gü-
neş gibi, âlemleri aydınlatan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nu-
rundan gözünü kapadı ve küfre hizmete çalıştı. İman etmedi. Peygamberi-
miz’in amcası idi. Karısı ve oğulları sırf düşmanlık için çalıştılar. Adı “Alev
babası” manasında olan “Ebu Leheb” kaldı.
Kur’an (111:1) âyetinde bahsi geçen Ebu Leheb (Tebbet) ifadesiyle tak-
bih edilir. Mezkûr âyette geçen “ ²aÅA«#
tebabdandır. Tebab, helak ve helake
götüren hüsran ve emeği boşa çıkıp muradına ermemek, yani muvaffaki-
yetin zıddı olan haybet, yuf olmak, yuh olmak, berbad olmak manalarına ge-
lir. y«7_ÅA«# «t«7_ÅA«# tabirleri yuf ona, yuf sana gibi levm ve beddua makamın-da
kullanılır.” (E.T.6256)
747- Ebu Leheb’in Kur’anda takbih edilmesi, yalnız şahsına münhasır
bir hâdise değildir. Kur’anın cüz’î hâdiselerden düstur-u küllîye intikal kaide-
siyle, kıyamete kadar insanlık dünyasında gelip geçen ve gelecek olan bütün
din ve insaniyet düşmanları, gaddar zalimler ve mutlak hâkimiyetlerinden
başka hiçbir hak ve hukuka riayet etmeyen Ebu Leheb gibi azgınlar ve Ebu
Lehebiyet, yani, Ebu Lehebcilik azgınlığı takbih edilerek insanların öyle fela-
ketlere düşmemeleri için nefret hislerini uyandırmaktır.
Nitekim Kur’an (40:37) âyetinde de Firavun hakkında (Bak: Fir’avn)
Tebabin tabiri kullanılır. Bu hakikat ölçüsüyle bakılınca, Ebu Lehebiyetin
takbihi, hakiki medeniyet ve hürriyet-i şer’iyenin muhafazası demek olur.
Çünki hiçbir medeniyet ve insanlık kaidelerinde; zalimlerle mazlumlar, cani-
lerle masumlar ve mütecaviz vahşilerle faziletliler arasında tarafsız kalmak
olamaz. İşte Ebu Leheb’in Kur’andaki takbihi, bu gibi hakikatlara ve hakkın
ve insanlığın korunmasına bakar. (Bak: 973/1.p.)
“O fasl günü o gündür ki, sura üfürülür. Yani sur üfürülünce siz ölüler
uykudan uyanır gibi uyanır kalkarsınız da, (sure: 17, âyet: 71 mantukunca)
her ümmet imamıyla çağrılarak derhal alay alay, ümmet ümmet, cemaat ce-
maat mahşere gelirsiniz ve o sırada sema açılmıştır. Nizam-ı âlem değişmiş;
bugün kapalı, sağlam bir bina olan sema fethedilmiş; (sure: 69, âyet: 16
mazmununca) inşikak edip yer yer açılmıştır da hep kapılar olmuştur. Her
tarafı kapılardan ibaret gibi küşad edilmiştir.” (E.T.5539) (Ehl-i Cehennem’in
haşirden Cehennem’e gidişleri, bak: 3395.p.)
7. sure 40. âyetinin tefsirinde de şu beyan var:
“Şüphe yok o kimselere ki, küfre düştüler ve bizim vazıh âyetlerimizi
tekzib ettiler, onların birer âyet-i İlahiye olduğunu kabul etmediler ve onlara
karşı tekebbürde bulundular, onlara imandan ve muktezasıyla amel etmekten
kaçındılar. Onlar için gök kapıları açılmaz, onların duaları, amelleri kabul
edilmez veya onların ruhları oralara yükselemez. Ve deve, iğnenin deliğine
girinceye kadar; öyle büyük bir cisim, o kadar dar bir yere girinceye kadar,
öyle mümkün olmayan bir hâdisenin vukuuna değin, yani hiçbir zaman
Cennet’e giremiyeceklerdir. Onların Cennet’e girmeleri, böyle vukuu muhal
bir şeye muallaktır, onlar ebediyyen Cehennem’de muazzeb olup duracak-
lardır.” (Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirinden)
insanları ibtidaen böyle bir çamurdan halk eyledi, (6:2) ®Ÿ«%«~|«N«5 Åv$ sonra
bir ecel kaza etti, takdir ü hükmedip bilfiil mevki-i icraya koydu. Her
dünyaya geleni ölümüne kadar bir ecel ile te’cil eyledi ki, her eceli yetenin
ölmekte olduğu zahir ve hepinizin malum ve meşhududur. Bundan başka
˜«f²X¬2|ÅW«K8 °u«%«~—« takdir ü tesmiye edilmiş bir ecel, bir ecel-i müsemma da
onun indinde, onun huzurunda vardır.” (E.T.1874)
752- “Hadis-i Şerif’te varid olmuştur ki: “Bazan belâ nazil oluyor, gelir-
ken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” (81) Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mu-
kadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali
olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulun-
duğunu ve o şeraitin vuku bulmamasıyla, o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat
o hâdise ecel-i muallak gibi, Levh-i Ezelî’nin bir nevi defteri hükmünde olan
Levh-i Mahv İsbat’ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i
Ezelî’ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen
melidir. Hem bir haneyi belâlardan koruyan, içindeki masum ihtiyarlar oldu-
ğunu bildiren _ÅA«. š«Ÿ«A²7~ ²vU²[«V«2 Å`M«7 pÅ6Çh7~ „Y[ÇL7~ « ²Y«7 (82) hadis-i şerifi
82 K.H. hadis:2119
EDEB 463
Bazı âlat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek
hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eş-
hasa göre, herkes birbirine benzemez.” (S.736-738)
İşte burada umumi bir ifade ile (âlat-ı lehvin tahrimi) yani günah ve
sefahete âlet edilen cihazların haramiyeti beyan ediliyor.
767- EDİLLE-İ ERBAA yQ"‡~ ¬š y±7…~ : (Edille-i şer’iye) Fık: Fıkih ilmi-
nin istinad ettiği deliller; Kitab (yani Kur’an-ı Kerim’deki deliller) Sünnet,
İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha. (Usul-ü erbaa ve edille-i asliye tabirleri de
aynı manada kullanılır.) (Bak: Naklî Delil)
773- EHADİYET }<f&¶~ : (Ahadiyet) Allah’ın (C.C.) her bir şeyde ken-
dine ait birlik tecellisi. “Kâinatın hey’et-i mecmuasında tezahür eden haşmet-i
rububiyet, vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat edip gösterdiği gibi; zihayatların
cüz’iyatlarına mukannen erzaklarını veren ni’met-i Rabbaniye dahi, ehadiyet-i
İlahiyeyi isbat edip gösterir. Vahidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve
birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise; herbir şeyde, Hâlik-ı
Külli Şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneş’in ziyası,
EHADİYET 470
Öyle de: |«V²2« ²~ u«C«W²7~ ¬y±V¬7—« Cenab-ı Hakk’ın, madem onun bir kanun-u
emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti
gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vacib-ül Vücud’un
irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, had-
EHL-İ BEYT 471
siz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz,
o Hâlik-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz, bütününü birden görür, bütün
sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına
gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile
herşey’i bilir ve hakeza...” (S.687) (Bak: Temessül)
Bu misallerin dürbünü ile icad-ı eşyadaki sühuletin bir sırrı kolayca anla-
şılır.
Şöyle ki: Allah’tan başkasına değil yalnız Allah’a ibadet edip bağlanalım.
O’na hiçbir şeyi şerik yapmıyalım. Ve ba’zımız ba’zımızı; rab ittihaz etmesin.
Eğer bundan yüz çevirirlerse şöyle deyin: Şahid olun ki biz hakikaten
müslimiz (müsalematkârız.)”
Burada muhtelif vicdanların, muhtelif milletlerin, muhtelif dinlerin,
muhtelif kitabların bir vicdan-ı esasîde, bir kelime-i hakta nasıl tevhid oluna-
bilecekleri, İslâmın âlem-i beşeriyette ne kadar vasi’, ne kadar vazıh, ne kadar
müstakim bir tarik-i hidayet, bir kanun-u hürriyet ta’lim eylemiş bulunduğu
ve artık bunun Arab ve Aceme inhisarı olmadığı tamamen gösterilmiştir.
...Bütün hürriyet ve müsavat davasının esası bu bir kelimede, bir vicdanda
toplanır..
İşte hürriyet ile müsavat davasının bütün miftah-ı halli buradadır. Birbi-
rimizi rab, mevla, hâkim-i mutlak tanımayalım, bütün harekâtımızı bir
Hakk’ın emriyle ve Allah’ın rızasıyla ölçelim. Allah’ı bırakıp da onun madu-
nunda ve hakkın hilafında bir tabi’iyet misakımız olmasın.
...Asıl misak ve asıl vicdan bir Allah’ın emrine itaat olunca her ihtilaf
mülahaza-ı hak ve kanun-u hak ile hallolunur. Ve hiç bir kimsenin arzu-yu
mücerredi hâkim olmaz. Binaenaleyh İsa’yı da rab tanımayalım. Onu da Al-
lah’ın bir kulu ve Resulü tanıyalım, kezalik papalar, krallar, rüesa hep böyle,
her birine Allah’a itaatleri ve hakkı taharrileri nokta-i nazarından bakalım.
Vaki’ olan bir suale karşı Resulullah ehl-i kitabdan iman edenlere “Siz
hani papaların ve sairenin sözlerine, mücerred onların sözleri olduğu için,
itaat etmez mi idiniz? İşte o, onları rab ittihaz etmektir” buyurmuştu.”
(E.T.1131)
Kur’an (9:31) âyetinde Yahudiler hahamlarını, İsevîler rahiblerini ve
İsa’yı (A.S.) erbab (rablar) edindikleri bildirilir.
777- Kur’anda ehl-i kitabdan sarahatla bahseden âyetler olduğu gibi işa-
retle bahseden âyetler de vardır. Meselâ:
“(2:4) «t¬V²A«5 ²w¬8 «Ä¬i²9~ _«8—« Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvik-
ten sami’leri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin
makabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.
l- Bu cümlenin makabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:
Ey insanlar! Kur’ana iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz.
Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahiddir.
E H L - İ Kİ T A B 473
2- Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: Ey ehl-i kitab! Geç-
miş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed
(A.S.M.) ile Kur’ana da iman ediniz! Zira onlar Hazret-i Muhammed’in
(A.S.M.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan
deliller, hakikatıyla, ruhuyla Kur’anda ve Hazret-i Muhammed’de (A.S.M.)
bulunmuştur. Öyle ise, Kur’an Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed
(A.S.M.) de resulü olduğunu tarik-i ûla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.
3- Zaman-ı Saadet’te Kur’andan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şecere-
dir. Kökü zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın ab-ı hayat
menba’ların-dan kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve
budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve ma-
nevî semereleri yetiş-tiriyor. Evet İslâmiyet mazi ve istikbali kanatları altına
almış, gölgelendirerek, istirahat-ı umumiyeyi te’min ediyor.
4- Kur’an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle onlara
bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
778- Ey ehl-i kitab! İslâmiyet’i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur.
Size ağır gelmesin! Zira size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor.
Ancak itikadatı-nızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina
ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzel-
liklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem’etmiş olduğundan,
usulde muaddil ve mükemmildir. Yani ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız, za-
man ve mekânın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan
füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur.
Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum
ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye
keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü
beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünki fer’î
hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazar-
rat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhire da’ olur. Bu sırdandır
ki, Kur’an fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti,
nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.” (İ.İ.49-50) (Bu paragrafta
izah edilen hususa, yani edyan-ı semaviyede sabit ve müşterek olan esasat-ı
diniyeye Kur’an (5:68) âyeti işaret eder.) Bir rivayette de: “Peygamberlerin
dinleri (esasatta) birdir.” deniliyor. (R.E. 191) (Bak: 831.p.)
Bir atıf notu:
-Mazlum hristiyanların necatı mes’elesi, bak: 2166.p.
E H L - İ Kİ T A B 474
“(4:26) ²vU«7 «w¬±[«A[¬7 yÁV7~ f<¬h< Allah’ın bu teşri’attan muradı size helâl ve
haramı farkettirip açıkça anlatmak v² U¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~ «w«X, ²vU«<¬f²Z«<«— ve sizi
sizden evvelkilerin sünnetlerine ya’ni sülûk edip ni’met ü saadete erdikleri
yollara hidayet ve delâlet etmek ²vU²[«V«2 « YB<« «— ve devr-i cahiliyyede sizden
nazarını, rahmetini çekmiş iken, sizi İslâm ile böyle tarik-ı salâha irca’ edip
günahlarınızdan tevbe ettirerek üzerinize rahmet ve in’amını tevali ettirmek-
tir. Bu beyan olunan hill ü hurmet ahkâmı büsbütün yeni teşri’ olunmuş ve
hiç tecrübe edilmemiş bir yol değil. Esasen mukteza-yı hilkat ve fıtrat olup
sizden mukaddem olanların ni’met ü saadete ermelerine sebeb olmuş
mücerreb ve sâlim yollardır.
İşbu ²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~ «w«X, ²vU«<¬f²Z«< «— nass-ı celîli, şerayi-i mütekaddime-
den ba’zı ahkâmın takririne delâlet ettiği cihetle İlm-i Usûl’deki
E H L - İ Kİ T A B 475
yV,‡— y±V7~_ZM5 ~†~ _X7 }Q<h- _XVA5 w8 p<~h- kaidesini tansis etmiş olduğunda
şüphe yoktur. Ve yine şübhe yok ki burada bu takrir berveçh-i bâlâ vahiy ve
beyan-ı İlâhî ile olmuştur. Bununla beraber biz şunda da iştibah etmiyoruz ki
burada vahy ile takrirden başka alel’husus devr-i nübüvvetten sonrası için
istinbat-ı ilel-i ahkâmda tecrübenin de bir ehemmiyyet-i azîmesi bulundu-
ğuna işaret-i mahsusa vardır. Her halde ictihadat-ı teşri’iyyede yalnız delâlet-i
elfaz ile iktifa edilmeyip tecrübe ile hayatın cereyan-ı haricî ve hikemîsi dahi
nazar-ı i’tibarda tutulmak lâzım gelecektir. _A7 ~ z7—~ _< ~—hAB2_4 emrinde
bu nokta pek mühim bir mevki’ işgal etmiştir. Şu şart ile ki her hususta ol-
duğu gibi bunda da şehvetten ve teşehhiden iyice ihtiraz etmek ve hâdisata
kasd-ı şehvetle bakmamak bir şart olduğu da şimdi anlaşılacaktır.
778/3- ²vU²[«V«2 « YB<« ²–«~ f<¬h< yÁV7~«— (4:27) o Gafur-ı Rahîm ve Alîm-i
Hakîm olan Allah, sizin tevbe ve salâhınızı görüp üzerinizden daima nazar-ı
rahmetle bakmak ve mes’ud etmek istiyor.
_®S[¬Q«/ –_«K²9¬ ²~ «s¬V'—« ²vU²X«2 «r¬±S«F< ²–~ yÁV7~ f<¬h< (4:28) Allah Tealâ sizden
ağır teklifleri kaldırıp mes’uliyyetinizi tahfif etmek ister. Zira insan zaîf ola-
rak halkedilmiştir. Binaenaleyh, bab-ı teşri’de şehvete tabi’ olmak caiz olma-
dığı gibi şiddet ü tazyik de caiz değildir.
Burada _«X¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~ z«V«2 y«B²V«W«& _«W«6 ~®h².¬~ _«X²[«V«2 ²u¬W²E«# « «— _«XÅ"«‡ dua-
larının bir eser-i icabeti vardır ki,
E H L - İ Kİ T A B 476
(22:78) ¯‚«h«& ²w¬8 ¬w<¬±f7~ |¬4 ²vU²[«V«2 «u«Q«% _«8—« âyetleri, kezalik
}EWK7~ }VZK7~ }[S[XE7 _" vUB\% hadis-i Nebevîsi hep bu düstur-u yüsr ve
tahfifi nâtıktırlar.” (E.T.1334-1336) (Bak: Ruhsat)
779- İkinci meşrutiyetin ilan edildiği devrede, Şark bölgesinde, ehl-i kitab
hakkında sorulan suallere Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevaplardan
birkaçı:
“Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’anda nehy vardır:
(5:51) «š_«[¬7—² «~ >«‡_«.ÅX7~«— «…YZ«[²7~ ~—g¬FÅB«# « Bununla beraber nasıl dost
olunuz dersiniz?
Cevab: Evvela: Delil kat’iyy-ül metin olduğu gibi, kat’iyy-üd delalet ol-
mak gerektir. Halbuki te’vil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî
âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük mü-
fessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine
olsa; me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudi ve
Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir
adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise
herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir
kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh,
müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek ne-
den caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin. Sani-
yen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı
nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp
muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbet-
ten nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi âlemdeki bir inkılab-ı azîm-i me-
denî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i
medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar
mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve te-
rakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası
olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dâhil
değildir.” (Mün.31)
E H L - İ Kİ T A B 477
“(5:82) ~Y6«h-² «~ «w<¬gÅ7~«— «…YZ«[²7~ ~YX«8³~ «w<¬gÅV¬7 ®?«—~«f«2 ¬‰_ÅX7~ Åf«-«~ Å–«f¬DB« «7 “Ge-
rek Yehud ve Nasara ehl-i kitab, gerekse bunların gayrı alelumum kâfir olan
nâs içinde mü’minlere adavetçe en şiddetlisini, kasem olsun ki, Yahudiler ve
müşrikleri bulacaksın. –Ehl-i imana şiddet-i adavet nokta-i nazarından Ya-
hudileri müşriklerin de önünde göreceksin.–
Demek ki bunlar imandan uzaktırlar, kesîr-i fâsikûn, bunlarda daha ziya-
dedir. Çünki bunların dünyaya hırsı hepsinden çoktur.
Kur’an (4:159) âyetinde ehl-i kitabın, Hz. İsa’ya (A.S.) kabl-el mevt iman
edecekleri bildirilir. (4:90) âyeti de mütecaviz olmayan gayr-ı müslime tanı-
nan masuniyet hakkı ile alâkalıdır. Ehl-i kitabdan bazıları ise, müslümanları
idlal etmek (Bak: Kur’an 3:69, 99; 4:44) hem de münafıklıkla aldatmak ister-
ler. (Bak: Kur’an 3:72) (Bak: 3563.p.da âyet notu)
785- Mütecaviz dinsizliğe karşı İslâm Hristiyan ittifakı, asrımızın ehem-
miyetli meselelerinden biri olmuştur. Bununla alâkadar olarak manidar bir
hadiste şöyle buyruluyor:
“ ²vU¬=~«‡—« ²w¬8~È—f«2 ²v; «— ²vB²9«~ «–—i²R«# «— _®X¬8³~ _®E²V. «•—Çh7~ «–YE¬7_«MB«,
İstikbalde Rum ile emniyeti te’min eden bir sulh akdedeceksiniz
ve birlikte ikinize de muhalif olan bir düşmana karşı savaşacaksınız.”
(84) (Bak: 2305/1.p.)
789- EHVEN-ÜŞ ŞER ±hL7~ –Y;~ : Ehven-i şerreyn de denir. İki şerli
işin veya şeyin daha az zararlısı. Bu ve bununla alâkalı bir kaç kaide, H.İ.’nin
Kavaid-i Külliye kısmında şöyle izah ediliyor:
“Madde 27: “İki fesad tearuz ettikde ehaffı irtikâb olunur.” Meselâ, et-
rafa sirayet etmesin diye harîk mahalline bitişik evler hedm edilir. Kezalik,
batmaya yüz tutmuş bir geminin hamulesinden bir takımı denize atılır. Fakat
tearuz eden iki fesad, mütesavi olunca; mübtela olan hangisini dilerse ihtiyar
eder. Meselâ: Deniz içinde tutuşup söndürülmesi kabil olmayan bir gemide
bulunan kimse, gemide durursa yanacağı, denize atılırsa boğulacağı muhak-
kak olsa, İmam-ı Azam’a göre muhtardır, dilerse gemide durur, dilerse ken-
disini denize atar.
Madde 28: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Yani: Bir kimse, iki şerden
birini iltizam mecburiyetinde kalsa, bunlardan binnisbe hafif olanı ihtiyar
eder.” (H.İ. ci:1 sh:282)
Bir âyette şöyle buyruluyor:
85 İ.M. 36. kitab-ül fiten, 17. bab ve Ebu Davud sünen/1 ve Tirmizi iman/18 ve Darimî si-
yer/74 ve Ahmed İbn-i Hanbel ci: 3 sh: 25
EİMME-İ ERBAA 482
-Katil insanı yalnız dünyadan çıkarır, fitne ise hem dinden hem dünya-
dan oldurur. Binaenaleyh fitneye tutulmaktan ise, o fitneyi çıkaranları öl-
dürmek veya çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. “Eh-
ven-i şerreyn ihtiyar olunur” kaidesi de bu gibi nususdan müstenbattır.”
(E.T.695) (Bak: 1063.p.)
790- Hülasa “hayr-ı kesir için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil
olmamak için hayr-ı kesiri intac eden bir şer terkedilse; o vakit, şerr-i kesir
irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve
maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir var ki, İslâm
küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit
hayr-ı kesir gittikten sonra şerr-i kesir gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ:
Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyi-
dir, halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesir
olur.” (M.43)
Atıf notları:
-Bazı şerleri önlemek için ehven-üş şer kaidesiyle diyanet makamında kalmak, bak:
3145.p.
-Adalet-i nisbiye denen ehven-üş şer, bak: 527, 528, 3613.p.lar.
-Siyasette ehven-üş şer namı altında işlenen zulüm, bak: 996.p.
793- “Mehdi hakkında Şiilerin oniki imamdan birisi, hayatta iken gizlen-
miş, âhirzamanda çıkacak demelerine mukabil Ehl-i Sünnetin bir kısmı,
İmam-ı Muntazar akidesi batıldır demişler. Az bir kısım Hanefi üleması da,
|«K[¬2 Å ¬~ >¬f²Z«8 « demişler... Her asırda mehdi manasına ümmetin fıtrî bir
ihtiyacına binaen beklemişler. Ve bir kaç vecihte rivayetlerin delaletiyle bir
kaç mehdi, belki her asırda bir nevi mehdi sâdât-ı Ehl-i Beyt’ten geleceği
ümmetçe kabul edilmiş.” (Ş.420) (Bak: Müceddid)
Kureyş’ten oniki halife gelmeden önce kıyametin kopmayacağı, ehadiste
geçer. Ezcümle: S.M. 33. Kitab-ül İmare, bab: l, 5 ilâ 10. hadisler ve Buhari
93. kitab. 51. bab bunlardandır. (Oniki imama işaret eden âyet, bak: 523.p.)
lardan esastan ayrılmaktadır. Bu iki sistem yalnız dünya hayatını esas gaye
gören sistemlerdir. Kapitalist sistem, emeği ferdî sermayeye, sosyalist sistem,
emeği devlet tahakkümüne bağlar. Kapitalist sistemde sermaye sahibleri,
sosyalist sistemde, devlet ve cemiyet adına bir grub, yani komünist partisi
hâkim olur. Her iki sistem istismar (sömürme) ve tahakküme dayandığı için,
cemiyet hayatında anarşiyi ve ihtilalleri doğurmakta; insanlık barış, huzur ve
saadete ulaşamamaktadır.
797- İslâmiyet ise, kapitalizmdeki ferdin kapitalist tarafından istismarını,
sosyalizmdeki kollektif tahakkümü ve ferdin komünist idareci kadrosunca
istismarını kaldırır. Evet Kur’an (53:39) âyetinde beyan edildiği gibi, herkesin
kazancı emeğine göre olur.
bir reçine çubuğunu bir yünlü kumaşa sürterek elde edilmiş ve reçinenin
ufak kağıt parçalarını kendine çekmesiyle anlaşılmış olan bir çeşit enerjidir.
Bu enerji pillerde olduğu gibi, kimyevî maddelerle de elde edilmekle beraber,
en çoğu motorların veya akarsuların mekanik enerjisinden elde edilir. Işık,
hararet ve hareket gibi enerjilere çevrilerek kullanılır.
Allah’ın insanlara büyük bir nimeti olan ve insan hayatının çok büyük bir
kısmında ve çok çeşitli işlerde kullanılan elektriği, meşru yolda ve beşerin
hakiki menfaatlarında kullanmakla bu büyük nimetin hakiki şükrü yapılmış
olur. Elektriğin böyle ehemmiyetli cihetleri bulunduğu içindir ki, Kur’anda
da elektriğe işaretler bulunmaktadır.
Evet “beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan
havarik-i san’at ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf
gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddîyesinde en büyük mevki
almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitab eden Kur’an-ı Hakim, şunları
mühmel bırakmaz..
ƒ_«A²M¬W²7~ °ƒ_«A²M¬8 _«Z[¬4 ¯?Y«U²L¬W«6 ¬˜¬‡Y9 u«C«8 ¬Œ²‡« ²~—« ¬ ~Y«WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~
¯}«9YB²<«ˆ ¯}«6«‡_«A8 ¯?«h«D«- ²w¬8 f«5Y< Ê>¬±‡… °`«6²Y«6 _«ZÅ9«_«6 }«%_«%Çi7~ ¯}«%_«%ˆ |¬4
ELESTÜ 486
|«V«2°‡Y9 °‡_«9 y²K«K²W«# ²v«7 ²Y«7 «— š|¬N< _«ZB²<«ˆ …_«U«< ¯}Å[¬"²h«3 « «— ¯}Å[¬5²h«- «
(24:35) š_«L«< ²w«8 ¬˜¬‡YX¬7 yÁV7~ ¬f²Z«< ¯‡Y9
ayeti, pekçok envara, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remz eder.”
(S.252)
“Meselâ, ¯}Å[¬"²h«3 « «— ¯}Å[¬5²h«- « ¯}«9YB²<«ˆ cümlesi der: “Nasılki elektriğin kıy
mettar metaı, ne şarktan ne de garbdan celbedilmiş bir mal değildir. Belki
yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her
yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur” der...
°‡Y9 °‡_«9 y²K«K²W«# ²v«7 ²Y«7 «— š|¬N< _«ZB²<«ˆ …_«U«< cümlesi, mana-yı remziyle
diyor ki: “Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lambalar ateşsiz yanarlar,
ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani bin ikiyüz seksen ta-
rihine yakındır. işte bu cümle ile... elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve gelece-
ğini remzen beyan eder.” (Ş.690)
799- Hem Kur’an (2:19) âyetinde geçen “ °»²h«"—« °f²2«‡«— yani, gök gürültü-
süyle şimşek, Cenab-ı Hakk’ın azametine ve kudretine delalet eden pek aşi-
kâr iki âyettir ki, âlem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve
nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve me’murları olan meleklerin
yed-i salahiyetlerine verilmiştir. Sonra müsebbebatın esbabla zahirde bağlı
olduğuna binaen bulutlar havada münteşir olan buhar-ı mai’den izn-i İlahî
ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfi
elektriği hamildir. Bir kısmı da müsbet elektriği hamildir. Bu kısımlar birbir-
lerine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda irade-i Hâlik ile berk
tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman
aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı
havaiyye hareketle heyecana geldiğinde ra’d sadası, yani gök gürültüsü mey-
dana gelir.
Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o ni-
zamı ve o kanunu temsil eden ra’d ve berk melekleridirler.” (O.İ.İ.) Demek
ki elektrik bu âlemde aslen yaratılmış ve mevcuddur.
Bir atıf notu:
-Bir kısım âdetullah kanunlarına, meselâ “elektrik kuvveti” deyip sathî bakmak
hatası, bak: 114,115.p.lar.
ELESTÜ 487
rail ise, günden güne Kitabullah’ı dinlemez olmuştu. Cenab-ı Hak Asuriye
Devletini onlara musallat eyledi. Elyasa (A.S.)’dan sonra Yunus (A.S.)
Asuriye içinde Ninova şehrinde Peygamber oldu.
Elyasa (A.S.)’ın ismi Kur’anda iki âyette geçer. Bu iki âyeti Elmalılı
Hamdi Yazır tefsir ederken şu bilgileri nakleder:
“(6:86) _®0Y7—« «j9Y<—« «p«K«[²7~«— «u[¬Q´W²,¬~«— Peygamber’e müteveccih olmak
itibariyle cedd-ün nebi olan ve İshak ve Ya’kub silsilesinin mukabilinde bu-
lunan Hazret-i İsmail, diğer bir sınıfın mebdei olarak buraya bırakılmış ve
fazail-i infiradiyeleri itibariyle Elyasa, Yunus, Lut Aleyhisselâm da onunla
beraber bir sınıfta sayılmıştır. Elyasa, Yuşa ibn-i Nun’dur diyenler olmuş ise
de, Elyasa’ ibn-i Ahtub ibn-il Acuz’dur diye tashih ediliyor. Hamza, Kisai
ve Halefi Aşır kıraetlerinde “ Ä ” ın teşdidiyle “ pK[7~ ” okunur.” (E.T.1973)
“(38:48) ¬u²S«U²7~«†«— «p«K«[²7~«— «u[¬Q«W²,¬~ ²h6²†~«— İsmail’i, Elyasa’ı ve Zülkifl’i
de an. İsmail’i, babası İbrahim ile biraderi İshak’tan ayrı olarak zikir, şanına
bilhassa itina içindir. Elyasa’ ibn-i Ahtub ibn-i Acuz Aleyhisselâm, İlyas
Aleyhisselâm’ın Benî İsrail üzerine halifesi olup sonra nübüvvet verilmiş;
Zülkifl, Eyyüb Aleyhisselâm’ın oğlu Şeref olup Şam’da tevhide da’vet eyle-
diği zikr olunuyor.” (E.T.4103)
“Elyasa (A.S.), İsrail oğullarının isyankâr hareketlerinden dolayı hilafeti
Zülkifl’e (A.S.) terk ettikten sonra âhirete irtihal etmiştir.” (B.İ.İ. sh.489)
Hem yine Kur’anda: “(4:58) v² 6h8Ì_«< «yÁV7~ Å–¬~ Allah size şunları muhakkak
emrediyor: _«Z¬V²;«~ |«7¬~ ¬ _«9_«8« ²~ ~—Ç…«¶Y# ²–«~ Biri, emanetleri ehline vermeniz;
¬Ä²f«Q²7_¬" ~YWU²E«# ²–«~ ¬‰_ÅX7~ «w²[«" ²vB²W«U«& ~«†¬~—« biri de, insanlar arasında hükm ü
hükümet ettiğiniz vakit adaletle hükmetmeniz.
803- Emanet, esasen insanın emin ve mutemed olması, yani kendine
maddî veya manevî herhangi bir şeyin itminan-ı kalb ile korkusuz bir surette
teslim olunabilir ve arzu edildiği zaman salimen alınabilir bir halde bulun-
ması manasına masdar ve hasıl-ı masdar olduğu gibi, insanın bu haysiyet-i
emanetine gerek Allah ve gerek kullar tarafından herhangi bir suretle bıra-
kılmış olan şey’e de masdar bil-mana mef’ul olarak isim olmuştur. Hukuk-u
hususiyeye taalluk eden ve emniyete tevdi’ olunan vedia vesaire, emanattan
olduğu gibi, umur ve hukuk-u ammeye taalluk eden cihad, menasıb, velayet,
imamet ve icra-i hükümet, nasihat, ifta dahi emanattandır...
804- Bu âyetin evliya-i umûr hakkında nazil olduğu da mervidir... Bu su-
retle ümera ve hükkam, bütün evliya-i umura, umum içinde veya suret-i
mahsusada eda-i emanât ve adalet ile icra-yı hükm ü hükümet emredildikten
sonra şimdi de sair ehl-i imana da bunları yapan ulül’emre itaatı ve fakat su-
ret-i müstakillede değil, Allah’a ve Peygamber’e itaat tahtında itaatı, şu hitab-ı
âmm ile emrediyor.” (E.T.1370-1373) (Bak: Ulu-l Emr)
EMEL 489
EMEL u8~
: Rica, ümid, şiddetli istek. Ummak. *Gaye. (Bak: Gaye, Reca,
Tûl-u Emel, Ye’s)
Meal-i şerifi: Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder,
ma’ruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet olsun; işte onlardır o fe-
lahı bulacaklar.” (E.T.1154) (Bak: 521.p.)
“Hayra davet, emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker, alel’umum Müslü-
manlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes’uliyetten
kendini kurtaramaz... Alel’umum müslümanların vazifeleri içlerinde bunu
yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba’
ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir.” (E.T.1155)
Bundan başka (3:110,114) (5:79) (7:157) (9:71, 112) (22:41) (31:17) sure
ve âyetlerde de emr-i bil-ma’rufun ehemmiyeti bildirilir.
813- Hadislerde de emr-i bilma’rufun lüzum ve ehemmiyeti beyan edilir.
Ezcümle bir hadiste mealen şöyle buyruluyor: “Bir kötülük gizli kaldığı va-
kit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp, çevre tarafından değiştiril-
mediği vakit ise, zararı umuma şamil olur.” (87)
Diğer bir rivayet de mealen şöyledir: “Hayatımı kudret elinde tutan Zat’a
yemin ederim ki, ya ma’rufu emr edecek, münkeri yasaklamaya çalışacaksı-
nız; veya Allah size, tarafından bir azab gönderecektir. Sonra siz O’na dua
edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır.” (88) (Bak: 706.p.)
813/1- İbn-i Mace manaca aynı, lafızca farklı ve mevzumuzla alâkalı
4004. hadisini nakledip izah eder. Bir kısım âlimler, hadiste geçen (ted’u) fii-
linin dua veya davet (tebliğ) manasına geldiğini söylerler. Bu itibarla mezkûr
hadis şu manaları ders verir:
Müslümanların fitne ehline karşı gücü yeterken kötülüğün izalesine itti-
fakla çalışmayıp, neme lâzım derlerse, sonra fitne ehli kuvvetlenip sizi dur-
durur veya vazifeyi gereği gibi ve zamanında yapmamanın cezası olarak, fit-
nenin galibiyeti içinde yapacağınız dualar kabul olmaz.
Diğer bir mana ile de, fitnenin hâkimiyeti zamanında onun izalesi için
yapacağınız fiilî dua imkânını bulamazsınız ve halk dahi bozularak irşad
olunma kabiliyetini kaybeder. İbn-i Mace Tercemesi 4005-4009. hadisleri ile
T.T. 5. cild 682, 684 ve emsali hadislerde fitne hâkim olmadan önce irşada
çalışmanın gerekliliği beyan edilirken, fitne hâkim olduğunda ise, o fitneden
uzaklaşma tavsiye edilir.
Bir hadis meali de şöyledir: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki,
mü’min o zaman mü’minlere dua edecek de, Allah şöyle buyuracak: “Kendi
nefsine dua et, sana icabet edeyim; umuma gelince ben onlara gazablıyım.”
(R.E.503/2) (Bak: 989/993.p.lar ve Âhirzaman Fitnesi, İ. Canan, sh: 58, 3.kısım)
813/2- Cumhuriyetin ilk devresinde Ankara’ya davet edilen Bediüzzaman
Hazretleri, gizli bir zendeka cereyanının fitneye kapı açmaya temayülünü se-
zer ve önlenmesi için çalışırsa da gereken şartların yokluğundan Ankara’dan
ayrılıp Van’a gitmeyi tercih eder. (Bak: 382-387.p.lar)
Lem’alar adlı eserinde mezkûr zendeka cereyanı hakkında şöyle der:
“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e
alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine
girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Ey-
vah, dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime,
bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan
istimdad edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakim’den
alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risalesinde yazdım. Ankara’da Yeni Gün
Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmi-
yetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir su-
rette o kuvvetli bürhan te’sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri
hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.” (L.177) İ.M. 36. Kitab-ül Fiten 20. 21.
babları ve T.T. sh: 399’da 7. bölüm emr-i bilmaruf hakkındadır.
Atıf notları:
-Âhirzaman fitnesinde, münkerin ma’ruf sayılması, bak: 985.p.
-Emr-i bilma’rufu terk ile dünyaya dalanlar, bak: 1944.p.da bir âyet notu.
-Emr-i bilma’ruf sadakadır, bak: 3184.p.
-Münkerin izalesine güç yetmezse, kalben onu kerih görmek, bak: 509/5.p.
814- EMR-İ TEKVİNÎ zX<YU# ¬h8~ : Yaradılışa ait İlahî kanun ve ni-
zam. Tekvine dair işler, hâdiseler, maddeler. Fıtrî kanunlar ve âdetullahın ta-
zammun ettiği emirler. (Bak Esbab)
E M R - İ T E KV İ N Î 495
“ _«Z«X²V¬W²E«< ²–«~ «w²[«"«_«4 ¬Ä_«A¬D²7~«— ¬Œ²‡« ²~—« ¬ ~«Y«WÅK7~|«V«2 «}«9_«8« ²~ _«X²/«h«2 _Å9¬~
(33:72) ® YZ% « _®8YV«1 «–_«6 yÅ9¬~ –_«K²9¬ ²~_«Z«V«W«&«— _«Z²X¬8 «w²T«S²-«~—«
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
ENANİYET 497
bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş
anlar.
Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta
Hâlikının rububiyetini anlar ve zahirî malikiyetiyle, Hâlikının hakiki maliki-
yetini fehmeder ve “Bu haneye malik olduğum gibi, Hâlik da şu kâinatın
malikidir. “ der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o
Sani-i zülcelal’in ibda-i san’atını anlar. Meselâ. “Ben şu evi nasıl yaptım ve
tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der.
Ve hakeza... Bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, göstere-
cek binler esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, ene’de münderiçtir. Demek ene,
ayine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası
kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin ka-
lın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve
şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri,
hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder,
kendi icad edemez. O yüzde fail değil; icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre
bakar ve ademe gider. Şu yüzde o faildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti,
harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o
kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiç bir şeye tahammül edemez ve
yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet
ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vacib-ül Vücud’un
mutlak ve muhit ve hududsuz sıfatını bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden
(91:9) _«Z[Å6«ˆ ²w«8 «d«V²4«~ ²f«5 beşaretinde dâhil olur. Emaneti bil hakkın eda
«–YQ«%²h# ¬y²[«7¬~«— v²UE²7~ y«7«— f²W«E²7~ y«7«— t²VW²7~ y«7 der. Hakiki ubudiyetini takı-
nır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.
822- Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek
kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini malik itikad etse; o vakit emanete hı-
ENANİYET 499
yanet eder. (91:10) _«Z[Å,«… ²w«8 « _«' ²f«5«— altında dahil olur. İşte bütün şirkleri
ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki,semavat ve
arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet tene ince
bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı al-
tında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayı-
lır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün
letaifiyle adeta ene olur.
Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o
enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan
gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs
suretiyle herkesi, hatta herşey’i kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mül-
künü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
°v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ (31:13) mealini gösterir. Evet nasıl mirî malından kırk
parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul
ile hazmedebilir. Öyle de “kendime malikim” diyen adam, “herşey kendine
maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu
bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın
envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak
ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki
renklerle boyalanır. Mahz-ı hik-met gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka sure-
tini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bü-
tün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki ka-ranlıklı bir nokta, onları na-
zarda söndürür, göstermez.” (S.535-538)
823- Enenin mana-yı ismî nazarıyla itikadiyatta böyle echeliyet ve
zulümatları olduğu gibi, içtimaî münasebetler ve ahlâkiyatta da tedenniyatı
vardır:
“Evet ene ve enaniyetin eşkal-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik,
hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad
eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu
gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
... Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahs-ı muhteris, bir intikamıyla
veya mün-takim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş
ENBİYA 500
(Aleyhimüsselâm).
Kur’an (14:11) âyetinde “Peygamberliği Allah dilediğine verir” diye bildi-
rilir. (Bak: Kütüb-ü Münzele, Muhammed (A.S.M.)
“Peygambere “nebi” de denir. Maamafih, yeni bir kitab ile yeni bir şeriat
ile bir ümmete peygamber gönderilmiş olan zata nebi peygamber denildiği
ENBİYA 501
gibi “resul”, “mürsel” de denir. Yeni bir kitab ve yeni bir şeriat ile gönderil-
meyip de kendisinden evvelki bir peygamberin kitabını ve şeriatını ümme-
tine bildirmeğe me’mur olmuş olan zata da yalnız nebi veya peygamber de-
nilir, resul ve mürsel denilmez..
Mübarek adları Kur’an-ı Mübin’de beyan olunan ancak şu yirmi beş
peygamber-i zişandır: Âdem, İdris, Nuh Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail,
İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas,
Elyasa, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed (A.S.M.)” (B.İ.İ.
sh: 17)
“Peygamberler, her türlü güzel sıfatları haizdirler. Onlardan herbirinin
vücudu bir kemal, bir hidayet, bir ulviyet nümunesidir. Bahusus kendilerinde
sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ-i şeriat vasıfları da herhalde mevcuddur.
Şöyle ki:
1- Peygamberler sâdıktırlar. Her hususta doğru sözlüdürler, kendilerin-
den aslâ yalan sâdır olmaz.
2- Peygamberler, emindirler. Gerek peygamberlik hususunda ve gerek
sair hususlarda her türlü itimadı haizdirler. Kendilerinde aslâ hainlik bulun-
maz.
3- Peygamberler, son derece fatin, âkıl ve kuvvetli re’ye, fevkalâde bir ze-
kâya malik bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygulardan, melekeler-
den mahrumiyet düşünülemez.
4- Peygamberler, masumdurlar. Onlar son derece iffet ve ismet sahibi-
dirler. Onlar gizli, aşikâr, her türlü günahlardan ve seciyenin âdiliğini göste-
recek bayağı hallerden tamemen beridirler.
5- Peygamberler emrolundukları şeriat hükümlerini ümmetlerine olduğu
gibi bildirmişlerdir. Şeriat ahkâmından herhangi birini saklamış veya unut-
muş olmaları aslâ düşünülemez. Öyle bir şey, peygamberlik şanına yakışmaz,
onların peygamber gönderilmelerindeki hikmete, irade-yi İlahiyeye uygun
düşmez.
Velhasıl: Bütün Peygamberler, şu yazdığımız beş vasfı tamamen haiz
bulunmuşlardır. Çünkü bu yüksek hasletleri haiz olmayan kimseler, milletleri
aydınlatacak, onlara rehber olacak bir durumda bulunmuş olamazlar. Artık
bütün Peygamberleri bu veçhile bilip tasdik etmek bizim için bir vecibedir.”
(B.İ.İ.sh. 17)
ENBİYA 502
827- “(4:164) u²A«5 ²w¬8 «t²[«V«2 ²v;_«X²M«M«5 ²f«5 ®Ÿ,‡—« Sana bundan evvel
haber verdiğimiz birtakım resuller «t²[«V«2 ²vZ²MM²T«9 ²v«7 ®Ÿ,‡—« ve sana ha-
ber vermediğimiz daha nice resuller de gönderdik.
“Binaenaleyh Allah’ın vahiy ettiği enbiya, gönderdiği resuller, gerek bu-
rada ve gerek bundan evvel isimleri, kıssaları bildirilmiş olan malum ve meş-
hur zevata münhasır zannedilmemelidir. İnsanlara daha birçok peygamber
gönderilmiştir ki bunların adedlerini, isimlerini, mahallerini, kavimlerini, kıs-
salarını ancak Allah bilir. Cenab-ı Allah bu izah ile de, kâfirlerin takib ettik-
leri bazı teşkikatı kat’etmiştir. Zamanımızda bazı kimselere tesadüf olunuyor
ki, bunlar güya enbiya hakkında bir şek uyandırmak için mütemadiyen şu su-
ali dermeyan ediyorlar: “Allah Rabbülâlemîn değil mi? Acaba peygamberle-
rini niçin mahdud yerlerden ve mahdud akvamdan intihab etmiş?” diyenleri
bu âyet iskât etmiştir.
828- Kur’an daha evvel bu gibi hatıraları,
(3:33) _®&Y9—« «•«…³~ |«S«O².~ «yÁV7~ Å–¬~ «w[¬W«7_«Q²7~|«V«2 «–~«h²W¬2 «Ä ³~—« «v[¬;~«h²"¬~ «Ä³~«—
âyetinde irade-i İlahiyeyi ve ıstıfa kanununu göstererek hal ve defeylemiş idi.
ve resülün adedi gayr-ı malumdur. Zira «t²[«V«2 ²vZ²MM²T«9 ²v«7 ®Ÿ,‡—« buyurul-
muştur. Şüphe yok ki din-i İslâm’da cemi’ enbiyaya iman, erkân-ı imandan
ENBİYA 503
akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emevilerin inhitat ve sukut devri baş-
lar. Ne kadar çalışırlarsa da, kaderin hükmüyle icraatları sona erer. (Bak:
Emevi)
nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira ayinenin iki
vechi gibi, herşey’in bir “mülk” ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne
benzer. Muhtalif renklere ve hâlata medar olabilir. Biri “melekut”tur ki,
ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i
Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafi hâlat vardır. Esbab, o hâlata
hem merci, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekutiyet ve ha-
kikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine
münasibdir. izzetine münafi değildir. Onun için esbab, sırf zahirîdir;
melekutiyette ve hakikatta te’sir-i hakikileri yoktur.
837- Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekva-
ları ve batıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için; o şekvalara, o iti-
razlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, on-
ların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir
temsil-i manevî rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı
Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva ede-
cekler; benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Se-
ninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta
şekvalar ona gidip senden küsmesinler.” İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir;
ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat
olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir.
Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zahiren merha-
metsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlata merci
olmak için, o memuriyete bir nazır ve kudret-i ilahiyeye bir perdedir. Evet
izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında...
Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler te’sir-i hakikiden...” (S.293)
838- Evet Kur’an “zahirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak
göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Ta anlaşılsın
ki; sebeb, yalnız zahirî bir perdedir. Çünki gayet hakîmane gayeleri ve mü-
him semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır.
Sebebi ise şuursuz, camiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gös-
teriyor ki; sebebler çendan nazar-ı zahirîde ve vücudda müsebbebat ile
muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesafe
var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük
bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve
müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulu
eder. Matla’ları, o mesafe-i manevîyedir.
ESBAB 508
Vacib, Vahid olan Nur-ul Envar ne derece ¬‡~«h²,« ²_¬" °v¬7_«2 _«<_«S«F²7~ g¬4«_9 ola-
cağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şü-
mulü iktiza ve istilzam eder.” (M.N.194)
Ve keza, kevn ve vücudda imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân
mertebesi, vücud mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi,
vahdet mertebesine nazırdır, onu iktifa eder. İnfial mertebesi, failiyet merte-
besine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vacip,
vahid, fa’al bir Haliki iktiza ve istilzam eder.” (M.N.61)
842- “Kadir-i Alim ve Sani-i Hakim, kanuniyet şeklindeki âdatının gös-
terdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiç bir tesadüf işine ka-
rışmadığını izhar ettiği gibi; şuzuzat-ı kanuniye ile, âdetin hârikalarıyla,
ESBAB 510
şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise; ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları
hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia
eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikme-
tini i’ta etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olma-
sını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur
sofestaiyi bile utandırıyor.” (İ.İ.87)
Evet “nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve
şamil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller,
sathî nazarlarınca, te’sir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kal-
mışlardır.” (İ.İ. 89)
845- Ve keza” huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat
et! Nasıl mu’ciznüma, hayret-feza bir misal-i musaggar-ı kâinattır. Sure-i Ya-
sin, suret-i lafz-ı Yasin’de yazıldığı gibi, cezaletli, mûciz bir nokta-i camiadır.
Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insaf ile dikkat etsen, şu kü-
çücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i
İlahiyyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve
imkânatından evleviyet olmayan esbab-ı basite-i camide-i tabiiyeden husu-
lünü, muhal-ender muhal göreceksin.” (M:N.248)
Hem “hayat vücud ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, ke-
sif perdeler hükmünde olan esbab vaz’edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik
perdeleri andıran vesait varsa da altında dest-i kudret görünür.” (M.N.94)
846- Hikmet-i İlahiye iktizası ile şu dar-ı imtihanda vaz’ olunan esbab
perdesi, âhirette konulmayıp hak ve hakikat ayan bulunacaktır. Kur’anda
tekrar edilen «–YQ«%²h# ¬y²[«7¬~ Åv$ ve emsali ifadelerin bir sırrı şudur ki:
“Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef’,
zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem
de izhar-ı izzet için, vesait ve esbab vaz’etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat
tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile ve-
sait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes
Saniini görür ve hakiki Malikini bilir.” (İ.İ.180) (Bak: 1222, 1223, 1928, 2019.
p.lar)
847- ESİR h[$~ : Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan
yani yıldızlar arası mekânları olduğu gibi atomlar arası ve atom iç mekânla-
E S KA L 512
rını da dolduran latif madde. Elektrik, ışık, hararet, cazibe ve dafia gibi kuva-i
seyyalenin yayılmasına vasıtalık eden çok ince madde. Teknik cihazlarla dahi
görülemiyecek kadar ince, latif, rakik elastikiyeti haiz, seyyal madde.
Atomlar ve atomun yapı taşları mesabesinde olan elektron, nötron, po-
zitron gibi cüz’iyyat, esirden halkedilmiştir. (Bak: Duhan)
Bir atıf notu:
-Esir maddesini maddîyyunların müessir zannetmeleri, bak: 229, 2234.p.lar
849- ESKAL Ä_T$~ : (Sekal.c.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık.
Kur’an (99:3) âyetinin tefsirinde şu bilgi veriliyor:
“Eskal, tahrik ile cebel vezninde sekal’in cem’idir ki Razi’nin ifadesince
“sekal: meta-ı beyt” ya’ni ev eşyasıdır. Kamus’ta “sekal: müsafirin ya’ni yol-
ESMA-ÜL HÜSNA 513
Sıfatlar sıfat-ı zatiye, sıfat-ı fiiliye, sıfat-ı manevîyedir. Sıfat-ı zatiye, zat ile
kaim, sıfat-ı selbiyye ve sıfat-ı sübutiyedir. Sıfat-ı selbiyye; Vücub-u vücud,
kıdem, beka, muhalefet lil-havadis yani hâdisata benzememek gibi nefy-i
teşbih ile kudsiyet ve nezahet ifade eden sıfatlardır ki, Kuddüs ve Selâm
Ehad, Vahid, Evvel ve Âhir gibi isimler bu haysiyetledir. Sıfat-ı sübutiye; ha-
yat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvin sıfatlarıdır.
Hayy, Alîm, Semi’, Basir, Mürid, Kadir, Mütekellim ve Hâlik isimleri gibi
isimler, sıfat-ı Zatiye hasebiyledir. Sıfat-ı fiiliye, sıfat-ı zatiyenin âsar ve ah-
kâm ile zuhurunu ifade eden tekvin sıfatının tecelliyatıdır ki Hâlik, Bari,
Müsavvir, Mübdi’, Mübdî, Muîd, Muhyi, Mümit, Rezzak, Vehbab, Gaffar,
Settar isimleri gibi esma bu haysiyetledir... (Esma-i zatiye ve fiiliye ve eşyanın te-
nevvüü, bak: 460.p.)
852- Hasılı: Allah Teâla’nın zatı bir, esma-i hüsnası çoktur. Kur’anda
zikr olunanlar buradakilerden ibaret değildir. Buhari, Müslim ve sairede Ebu
Hüreyre Radıyallahu Anh’dan rivayet olunan bir hadis-i sahihde, Allah
Teâla’nın doksan-dokuz ismini ihsa edenin Cennet’e gireceği haber verilmiş-
tir. (89)
Diğer bir rivayette de mealen: “O tek’dir, tek’i sever” (90) buyurulmuş-
tur..
Kur’anda Rabb-ül Âlemîn, Rabb-ül Arşul’azim, Malik-i Yevmiddin,
Âlim-ül Gaybi Veşşehade, Allam-ül Guyub, Gafir-iz Zenbi, Kabil-it Tevbi,
Refiudderecat, Zül’arş, Fa’alün Limayürid, La Yüs’elü Ammâ Yef’al gibi
daha bazı esma ve evsaf mezkûr olduğunda da şübhe yoktur...
Kezalik Peygamber’in Buhari ve Müslim’de rivayet olunan dualarında
Münzil-ül Kitab, Mücrissehab, Hazimül’ahzab isimleri de başkasına ıtlak
olunamayacak isimlerdendir.
İbn-i Kesir tefsirinde demiştir ki: Esma-i hüsnanın doksandokuza mün-
hasır olmadığına İmam Ahmed İbn-i Hanbel Hazretlerinin Müsned’inde se-
nediyle Abbullah İbn-i Mes’ud (R.A.) Hazretlerinden rivayet ettiği hadis de
delalet eder..
853- Bu hadislerdeki bu dualardan anlaşılıyor ki: Allah Teâla’nın esma-i
Hüsna-sından Kitab’da indirmediği, kimseye bildirmediği, ilm-i gaybda yal-
riyor. Meselâ: “(17:44) ¬˜¬f²W«E¬" d¬±A«K< Å ¬~ ¯š²|-« ²w¬8 ²–¬~—¬ sırrınca, herşeyden
Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var.
Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı, esma-i İlahiyeye
istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad
eder. Eşyadaki san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hatta hakiki fenn-i
hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıbb “Şafi” ismine ve fenn-i
hendese “Mukaddir” ismine ve hakeza herbir fen, bir isme dayandığı ve
onda nihayet bulduğu gibi bütün fünun ve kemalat-ı beşeriye ve tabakat-ı
kümmelîn-i insaniyenin hakikatları esma-i İlahiye-ye istinad eder. Hatta mu-
hakkikîn-i evliyanın bir kısım demişler. “Hakiki hakaik-ı eşya, esma-i İlahi-
yedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir. “Hatta birtek zihayat şeyde,
yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”
(S.627)
855- “Sani-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve
hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı, cilve-i
esmasıyla, eşkâlini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer mikdar-ı muayyene ve-
riyor.” (S.628)
Hem “kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen
yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem ke-
ESMA-ÜL HÜSNA 516
mali, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet
kuvvetli birer bürhanıdırlar.
Hem nasılki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istila etmek ister,
başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve her bir cilve-i
esma-i uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri eserlerinde görünüyor ki eğer
hikmet-i amme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onları durdurmasa idi,
herbiri umum mevcudatı istila edecekti.” (Ş.20)
856- “Esma-i hüsnanın her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder (zi-
yanın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi). Ve keza her birisi ötekilere delil
olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna mir’at
ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mevsul kı-
yaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.”
(M.N.131)
“Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasib, âsarı birbirine müşabih, es-
ması birbirine ayine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil, şuunatı memzuc
ise de, herbirisi için hususi bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzat o hu-
susi tavırdır. Sair tavırlar ise, tebeîdirler. Binaenaleyh, meselâ Hâlik’ın âsarın-
dan cemadata baktığın zaman azamet ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka
isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla
bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.” (M.N.140)
857- “Kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedahile gibi ve ziyadaki
elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin ese-
rini tekmil ediyor, tezyin ediyor. Meselâ: Muhyi ismi bir şeye tecelli etitği va-
kit ve hayat verdiği dakikada Hakîm ismi dahi tecelli ediyor, o zihayatın yu-
vası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerim ismi dahi tecelli
ediyor, yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahim isminin dahi tecellisi görünü-
yor, o cesedin şefkatle havaicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi te-
cellisi görünüyor o zihayatın bekasına lâzım maddî ve manevî rızkını umma-
dığı tarzda veriyor. Ve hakeza.. Demek Muhyi kimin ismi ise, kâinatta nurlu
ve muhit olan Hakîm ismi de onundur ve bütün mahlukatı şefkatle terbiye
eden Rahim ismi de onundur ve bütün zihayatları keremiyle iaşe eden Rez-
zak ismi dahi onun ismidir, ünvanıdır. Ve hakeza...” (M.334) (Ahsen-ül
Hâlikîn gibi tabirler, bak: 1149, 1153.p.lar)
858- “Mevcudat etvar-ı hayatıyla, müteaddid envan-ı tesbihat-ı
Rabbaniyeyi yapıyor. Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlatı
gösteriyor ki... Meselâ: Rahim ismi, şefkat etmek ister. Rezzak ismi, rızk
vermek iktiza eder. Latif ismi, lutfetmek istilzam eder ve hakeza... Bütün
ESMA-ÜL HÜSNA 517
esmanın birer birer muktezası vardır. İşte herbir zihayat, hayatıyla ve vücu-
duyla o esmanın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sani-i
Hakîm’e tesbihat yapıyorlar. Meselâ: Nasılki bir insan güzel meyveler yer, o
meyveler midesinde dağılır, erir, zahiren mahvolur fakat ağzından midesin-
den başka bütün hüceyrat-ı bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk
vermekle beraber, aktar-ı bedendeki vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i
hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor... O taam
kendisi de, vücud-u nebatîden hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki
ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit on-
ların yerinde herbirisinin pek çok tesbihatı baki kalmakla beraber, pek çok
esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakır.
Yani bir vücud-u bakiyeye tevdi ederler, öyle giderler.” (M.294)
859- Hem mevcudat içinde en cami fıtratta yaratılan “insan, bütün es-
maya mazhardır. Fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını
intaç eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb ol-
muştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatları, evliyanın başka başka tarikatları,
asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ: İsa
Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadir ismi onda daha galibdir. Ehl-i
aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.”
(S.334)
860- “İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir ayinedir:
Birinci vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir, öyle de insan, za’f ve
acziyle, fakr ve hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini,
kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye
bu suretle ayinedar-lık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında,
hadsiz a’dasına karşı bir nok-ta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacib-ül
Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrın-da, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz
maksadlara karşı bir nokta-i istinad aramağa mecbur olduğundan, vicdan
daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahim’in dergahına dayanıyor, dua ile el açar.
Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istim-dad cihetinde iki kü-
çük pencere, Kadir-i Rahim’in barigah-ı rahmetine açılır, her vakit onunla
bakabilir.
861- İkinci vecih ayinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev’inden
cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, malikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile Kâinat
Malikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine
ayinedarlık eder. Onları anlar, bildirir.
Meselâ: Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum
ve onun malikiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir
ESSEBEBÜ KELFAİL 518
ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hakeza... (Bak: 818 ilâ
822.p.lar)
862- Üçüncü vecih ayinadarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen
esma-i ilahiyeye ayinedarlık eder. Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının ba-
şında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i camiasında nakışları zahir olan
yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaratılışından Sani’, Hâlik ismini ve
hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden
Kerim, Latif isimlerini ve hakeza bütün aza ve âlatı ile, cihazat ve cevarihi
ile, letaif ve manevîyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı
nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i azam var. Öyle de o
esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır. Ey kendini
insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan
olmak ihtimali var!.” (S.686)
“Ey insan! Onun esma ve sıfatına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız
mevcudata verme faidesiz mahlukata dağıtma. Çünki âsar ve mahlukat fani-
dirler. Fakat o âsarda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esma-i
Hüsna bakidirler, daimîdirler. Ve esma ve sıfatın herbirisinde binler meratib-i
ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rah-
man ismine bak ki: Cennet bir cilvesi, saadet-i ebediye bir lem’ası, dünyadaki
bütün rızk ve nimet, bir katresidir.” (S.637) (Bütün hüsünlerin menşei cemal-i eze-
lîdir, bak: 1429-1434.p.lar)
863- İnsan esma-i ilahiyenin tecelliyatını tefekkürle mükellef olduğu gibi,
o esmaya muhabbetle de muvazzaftır. Bu muhabbetin uhrevî neticeleri dahi
azîmdir. Ezcümle: “Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani “ne
kadar güzel yapılmış” nazar ile, o âsarın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve inti-
zamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel es-
manın arkasında sıfâtın tecelliya-tını ve hakeza sevmekliğin neticesi ise: Dar-ı
bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda, esmanın
cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, Cennet’te görmektir. Hatta
İmam-ı Rabbanî Radıyallahü Anhü demiş ki: “Letaif-i Cennet, cilve-i esma-
nın temessülatıdır.” Teemmel!...” (S.649) (Bak: Muhabbet) (Esma-i Hüsnanın
ni’metiyet cihetleri, bak: 2867, 2868.p.lar)
_«Z¬" «u¬W«2 ²w«8 ¬h²%«~ u²C¬8«— _«;h²%«~ y«7 «–_«6 _«Z¬" «u¬WQ«4 ®}«X«K«& ®}ÅX, Åw«, ²w«8
¬y²[«V«2 «–_«6 _«Z¬" «u¬WQ«4 ®}\« ¬±[«, ®}ÅX, Åw«, ²w«8«— _®\²[«- ²v¬;¬‡Y%~ ²w¬8 lT²X«< «
_®\²[-« ²v¬;¬‡~«ˆ—² «~ ²w¬8 lT²X«< « _«Z¬" «u¬W«2 ²w«8 ‡²ˆ—¬ «— _«;‡²ˆ—¬
Yani kim iyi bir çığır açar da o çığıra gidilirse, ona açtığı çığırın sevabı
verileceği gibi o yolda gidenlerin sevabının bir misli de verilecek ve bu
(adam), onların sevablarından bir şey eksiltmeyecektir. Kim kötü bir çığır
açarsa, ona da açtığı çığırın günahı yükletileceği gibi o yolda gidenlerin gü-
nahlarının birkatı da yükletilecek ve bu (adam), onların günahlarını eksiltme-
yecektir.”
866- Bu babdaki izah kısmının bir parağrafında şöyle deniliyor:
“Müslim’in şarihi Nevevi: “Bu hadisler, iyi işleri yapıp güzel çığır açma-
nın müstehab olduğunu ve kötü işler yapıp fena çığır açmanın da yasak ve
haram olduğunu açıkça belirtmektedir. Keza iyi bir çığır açan kimsenin, kı-
yamet gününe kadar o çığırda yürüyen bütün insanların kazanacakları seva-
bın bir mislini alacağını ve kötü bir çığır açan kişinin de, kıyamet gününe ka-
dar o yolda giden bütün insanların boyladıkları günahların bir katını sırtlaya-
cağını sarahaten bildiriyor. Keza hidayete çağıran adam, kendisine uyan in-
sanların elde ettikleri sevabın bir mislini kazanır. Dalalete davet eden şahıs
da, kendisine uyan insanların yüklendikleri günahların bir katını yüklenmiş
olur. Kişi kılavuzluk ettiği hidayet veya dalalet yolu ister daha önce açılmış
olsun ister ilk olarak o kişinin tarafından açılmış olsun farketmez. Kişi, ettiği
kılavuzluk dolayısı ile büyük sevab veya büyük günah almış olur.
Hadislerde bahsedilen çığır açma veya kılavuzluk etme mes’elesi, muay-
yen bir sahaya mahsus değildir. Bu durum iman, ibadet, ahlâk, eğitim, öğre-
tim vesair alanlarda da olabilir.” (İbn-i Mace 1. cild sh: 366) (Bak: Mesuliyet ve
1574.p.) (Menfi dua-yı fiilînin mes’uliyeti, bak: 704-707. p.lar)
867- EŞ’ARÎ zhQ-~ : Eş’arî Mezhebi veya o mezhebden olan. Asıl adı;
Ebu-l Hasan-ul-Eş’arî, Ehl-i Sünnet itikadını Âyetlere, Hadislere göre izah
ve şerh ederek tesbit etmiştir. Ehl-i Sünnet Mezhebi itikadına tercümanlık
ederek İslâmiyete büyük hizmet etmiştir (Hi. 260-324). İtikada dair meydana
koyduğu hakikatları kabul edenlere “Eş’arî” ve mezhebine de “Eş’ariye” de-
nir. (Bak: 2412.p.)
“Eş’ariyyun, eş’arînin cem’idir. Eş’arî de, Eş’ar’ın nisbetidir. Eş’ar, Seba’
neslinden Nebet bin Üded namındaki kimsenin lakabıdır. Nebet’in gövdesi
anadan kıllı doğduğu için Eş’ar lakabıyla anılmıştır. Sonra bu adamın neslin-
den Yemen’de yetişen büyük bir kabile kendisine nisbet olunarak Eş’arî de-
nilmiştir. Ashab-ı Kiramdan Ebu Musel’Eş’arî bu kabiledendir. İlm-i Ke-
lâmdaki Eş’arî Mezhebinin kurucusu Ebu-l Hasan Ali İsmail de Ebu Muse-l
Eş’arînin ahfadından bulunduğundan bu kabileye nisbetle ve mezhebi de
Eş’ariyye denilmekle şöhret bulmuştur.” (S.B.M.ci: 10, sh: 417)
EVRAD …~‡—~ : Virdler. Sık sık ve devamlı okunan dua. (Bak: Dua)
EYKE yU<~ : Sık ve birbirine karışmış ağaç. *Yumuşak. *Ağaç bitiren
92 R:E. sh:208
EYYAM-I KUR’ANİYE 523
kadar Din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı
ayrı perde altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, demek-
tir.
871- İkinci Esas: Malumdur ki, Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareke-
tiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevî üstündeki hareketiyle seneler hasıl
oluyor. Gü-neşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş
Şümus’un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren
bir hareketi ve medarı üzerin-de deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor.
Hâlik-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae
ettiğine delili şudur ki:
Furkan-ı Hakim’de
(32:5) –« —ÇfQ«# _ÅW¬8 ¯}«X«, «r²7«~ ˜‡~«f²T¬8 «–_«6 ¬•²Y«< |¬4 ¬y²[«7¬~ ‚h²Q«<
¯}«X«, «r²7«~«w[¬K²W«'˜‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«<|¬4¬y²[«7¬~ ƒ—Çh7~«— }«U¬¶[³V«W²7~ ‚h²Q«#
(70:4) gibi âyetler isbat ediyorlar. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında
gurub ve tulu’ mabeyninde dört saatlik günden ve bu iklimde kışta sekiz-do-
kuz saatlikten ibaret olan eyyamlardan tut, ta Güneşin mihveri üstünde bir
aya yakın mahsus gününden tut, ta Kozmoğrafyanın rivayetine göre ta
(Rabb-üş Şi’ra) (53:49) tabiriyle Kur’an’da namı ile edilen ve Şemsimizden
büyük “Şi’ra” namındaki diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gü-
nünden dahi tut git ta Şems-üş Şümus’un mihveri üstündeki elli bin seneden
ibaret bir tek yevmiye kadar eyyam-ı Rabbaniye var.
İşte Semavat ve Arz’ın Rabbı o Şems-üş Şümus’un ve Şi’ranın Hâlikı
hitab ettiği vakit, o Semavat ve Arz’ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsi
kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.
872- Madem eyyam’ın lisanı Şer’îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i Tabakat-ül
Arz ve Coğrafya ve Tarih-i Beşeriyet ülemasınca nev-i beşerin yedibin sene
değil belki yüzbinler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem’den kıyamete
kadar ömr-ü beşer yedibin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve
beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur’an hükümferma olduğuna münafi ola-
maz ve cerhedemez. Çünki eyyam-ı Şer’iyenin dört saatten elli bin seneye
kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o riva-
yet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettiril-
medi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil.
EYYÛB (A.S.) 524
¬y¬"_«B¬6 ¬‡~«h²,«_¬" v«V²2«~ yÁV7~«— ¬yÁV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— ” (Risale-i Nur’dan Rumuzat-ı
Semaniye adlı elyazma bir eserden)
875- Kur’anda (4:163) (6:84) (34:41 ilâ 44) âyetlerinde Eyyûb’un (A.S.)
bahsi geçer. Meşhur münacatını bildiren âyet ise şudur:
“(21:83) «w[¬W¬&~Åh7~ «v«&²‡«~ «a²9«~—« ÇhÇN7~ «|¬XÅK«8 |¬±9«~ yÅ"«‡ >«…_«9²†¬~ Sabır kah-
ramanı Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın şu münacatı, hem mücerreb hem te-
sirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münacatımızda
«w[¬W¬&~Åh7~ v«&²‡«~ «a²9²«~«— ÇhÇN7~ «|¬XÅK«8 |¬±9¬~ ¬± «‡ demeliyiz. Hazret-i Eyyûb
Aleyhisselâm’ın meşhur kıssasının hülasası şudur ki:
Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm
mükafatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yarala-
rından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i
İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete
halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için
demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiye-
time halel veriyor” diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız,
lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i afiyetini
ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş.
.... Hazret-i Eyyûb Aleyhissalâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili,
bizim batınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevril-
sek, Hazret-i Eyyûb’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki
işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza ya-
ralar açar.
Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın yaraları kısacık hayat-ı dünyeviyesini
tehdid ediyordu... Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediye-
mizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyûbiyeye, o Hazretten bin defa daha
ziyade muhtacız.” (L.8) (Bu kısmın tamamı, 1073.p.dadır)
tersi veya zıddı olanlar. (Bak: Hakaik-ı Nisbiye) (Ezdadın çarpışması, bak: 2017,
2704.p.lar)
EZELİYET 526
“Ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki: _«;¬…«~f²/«_¬" ¿«h²Q# š_«[²-« ²~ _«WÅ9¬~ Yani:
“Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz
kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek
lezzet vermez. Mide harereti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa
afiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir.” (L.209) (Nisbiyete bak-
mayan meziyetler, bak: 1437.p.)
877- Keza “tabiatları latif, ince ve latif san’atlara meftun bazı insanlar,
bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri arkları,
havuzları, şadırvanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara
verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin
kaya, kaba, gayr-ı muntazam -mağara ve dağ heykelleri gibi- şeyleri de ilave
ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, leta-
feti fazlaca parlasın. Çünki _«;¬…«~f²/«_¬" ¿«h²Q# š_«[²-« ²~ _«WÅ9¬~ Lakin müdakkik bir
kimse, o ezdadı cem’eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o
çirkin kaba şeyler kasden yapılmıştır ki güzellik, intizam, letafet artsın. Zira
güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam inti-
zamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde
bahçenin intizamı artar.
Kezalik dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan
mahlukat ve masnuat arasında -hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta
olsun- bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, inti-
zamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına birzinet, bir süs ol-
mak üzere Sani-i Hakim tarafından kasden yapılmış olduğunu, pek yüksek,
geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabi-
len adam görebilir.
Maahâza, o gibi şeyler kasdî olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf ol-
mazdı. Evet tehalüfte kasd ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara si-
maca muhalefeti buna delildir.” (M.N.211)
Atıf notları:
-Ezdadın çarpışmasında uhrevî âleme bakan hikmetler, bak: 506 ilâ 509.p.lar.
-Kâinatın mütegayyir yaratılmasındaki hikmet, bak: 1032.p.
EZELİYET 527
F
882- FAALİYET-İ RUBUBİYET }["Y"‡ }[7_Q4 : Allah’ın rububiyet
faaliyeti ve icraatı. (Bak: İcad, Rububiyet, Zerre)
Kur’anda: “ (11:107) f<¬h< _«W¬7 °Ä_ÅQ«4 (55:29) ¯–Ì_-« |¬4 «Y; ¯•²Y«< Åu6
(5:17) š_«L«< _«8 sV²F«< (30:50) _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡« ²~ ¬|²E< «r²[«6 ¬yÅV7~ ¬}«W²&«‡ ¬‡_«$³~ |«7¬~ ²hP²9_«4
(23:88) ¯š²|-« ¬±u6 YU«V8« ¬˜¬f«[¬" gibi âyetleri işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye
ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına bir-
iki mukaddeme ile işaret edeceğiz:
883- Birincisi. Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki zaman seylinde
mütemadiyen çalkalanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın
bir kısmı, bir saniyede gelir, derakab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir,
geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı
bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu
âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seya-
hat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve
mizan ve hikmetle sevk ü idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık
eden öyle basirane, hakimane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün
akıllar faraza ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yeti-
şemez ve kusur bulup tenkid edemez!....
884- İşte bu hallakiyet-i Rabbaniyenin içinde o sevimli ve sevdiği mas-
nuatın hususan zihayatların hiçbirine göz açtırmıyarak âlem-i gayba gönderi-
yor hiçbirine nefes aldırmıyarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütema-
diyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmıyarak bo-
şaltıyor. Kalem-i Kaza ve Kader, Küre-i Arzı yazar bozar tahtası gib yapa-
hısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mu-
kaddes-i İlahiyeye istinaden ve o sırr-ı Kayyumiyete binaen, kâinatı umumen
ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.
886- Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şu-
besi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur
olur herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur herbir
muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir herbir
alicenab zat, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır herbir âdil zat, ihkak-ı hak
etmek ve müstahaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle
keyiflenir hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının
tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve
alem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan
ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında izah
edilmiştir. Bir hülasası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:
887- Nasılki meselâ gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim alicenab bir
zat, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok
muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o
muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arzın etrafında gezdirir ve ken-
disi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların
minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve
onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat me’muru
hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece mem-
nun ve mesrur olursa elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melek-
leri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bin-
direrek, ruy-i zemini enva-i mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erza-
kıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç
müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat et-
tirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber
dar-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan
Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnet-
darlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde
âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuniyet-i
mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret
edilen maani-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadî hallakıyeti
iktiza eder.
FAALİYET-İ RUBUBİYET 532
888- Hem meselâ bir mahir sanatkâr plaksız bir fonoğraf yapsa, o
fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese sanatkârı ne kadar müftehir olur, mü-
telezziz olur kendi kendine “mâşâallah” der.
Madem icadsız ve surî bir küçük sanat, sanatkârının ruhunda bu derece
bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sani-i
Hakim’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envaiyle sada veren ve ses
verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlahiye ve bir fabrika-i
acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir sa-
natla ve ayrı sanat mucizeleriyle göstererek zihayatların kafalarında birer
fonoğraf, birer fonoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hatta en küçük bir
kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plaksız
fonoğraf, birer ayinesiz fonoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi
defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve iste-
diği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i
mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nev’inden olan ulvi şuunatı; el-
bette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
889- Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hak-
kını zalimlerden almakla ve fakirleri kavilerin şerrinden muhafaza etmekle ve
herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, mem-
nun olması; hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, el-
bette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Adil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un bütün mah-
lukatına, hususan zihayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi
vermekle ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle ve
zaifleri kavilerin şerrinden Rahimane himaye etmekle ve umum zihayatlarda
bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek
nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla ve bilhassa Mahkeme-i
Kübra-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz
olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maani-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i
daimeyi iktiza ediyor.
890- İşte bu üç misal gibi Esma-i Hüsnanın umumunda, herbirisi bu fa-
aliyet-i daimede böyle kudsi bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından,
hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad,
inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet
verir. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesin-
den terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem bir
tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr ka-
zanmak, sahiplerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün
FAALİYET-İ RUBUBİYET 533
kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat; cilve-i esma ile
muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbi-
sat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazife-
sini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.” (M.45)
limenin masdarı olan (feyz: m[4 den müştak olarak çeşitli şekilleriyle geçer
ve haram olan faizden başka manaları ifade ederler.
Kur’anda haram olan faiz, “Riba” kelimesiyle ifade edilmiştir. Lisanı-
mızda bu haram olan ribaya (faiz: ²m¬¶<«_4 de denir. Nasıl ki, Kur’anda geçen
“salât” ve “savm”a, lisanımızda “namaz” ve “oruç” dediğimiz gibi...
Şeriatta faiz, “ödünç verilen mal veya para için alınan ve şer’an haram
olan kâr’dır. Faizin iş hayatındaki manası, “sen çalış, ben yiyeyim”dir. Küçük
tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır.
Banka, bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak ve-
rir. İstihsal edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Bu
sebeble malların fiatı, faiz nisbetine göre artar. Bu malı satın alanlar ödedik-
leri fiatla birlikte, vaktiyle yatırımcının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar.
Böylece tasarruf sahipleri bankadan aldıkları faizden çok daha fazlasını, bu
malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar ge-
lirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zen-
ginleşen bir zümrenin türemesine de sebeb olurlar. İslâm, faizi haram kıl-
makla bu haksızlıkları önler (O.A.L.) (Bak: Banka, Riba)
İbn-i Mesud rivayet ediyor: “Peygamberimiz (A.S.M.) faiz yiyeni, yedi-
reni, şahitlerini ve yazıcısını lanetlemiştir” (Bu hadisi Ahmed bin
Hanbel, Ebu Davud, İbn-i Mâce ve Tirmizî rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i
Hebban ve Hakim inceleyerek sahih kabul etmişlerdir.)
899- FARABÎ z"~‡_4 : (Mi. 870-950) Ebu Nasr Muhammed Bin Tur-
han Bin Uzluğ El-Farabî Et-Türkî. Türk âlim ve filozofudur. Batı Türkis-
tan’da, Sir Derya ırmağı üzerinde, devrin mühim merkezlerinden biri olan
Farab (Otrar) şehrine bağlı Vasık Kalesi komutanının oğludur.
Farabî, eski Yunan filozofu Aristo’nun felsefi eserlerini, bilhassa mantık
ve metafiziğini şerh ve izah etmiştir. Hayatı hakkında bilgileri, kendisinden
200 yıl kadar sonra yaşamış felsefe tarihleri ve Tabakat kitablarından geldiği
için, kaynaklarda az çok ihtilaf vardır. Türkçe’den başka Arapça, Farsça ve
Süryanice bilirdi. Eserlerini devrin ilim dili olan Arapça ile yazmıştır. Babası-
nın tavsiyesi üzerine, gençliğinin başlangıcında tahsil için Bağdad’a gitmiş ve
orada fıkıh ve diğer İslâmî ilimleri tahsil etmiştir. Sonra bir müddet kadılık
yapmıştır. Fakat öğrenmeye karşı merakı çok kuvvetli olduğundan felsefe ve
tabiat ilimlerini de öğrenmiştir. Bu meyanda mantık, matematik, astronomi,
tıb, edebiyat, gramer ve müzik sahasındaki eserleri okumuştur. Kısacası, za-
manının bütün ilimleriyle meşgul olmuş; Buhara, Haleb ve Şam gibi mühim
İslâm ve kültür merkezlerini görmüştür.
Son yıllarını Haleb’de geçirmiş ve en mühim eserlerini orada yazmıştır.
Haleb’de Emir Seyfüddevle’nin himayesinde çalışmalarına devam etmiştir.
FARMASON 537
Emir ile birlikte Şam’a yaptığı seyahatte hastalanarak 80 yaşlarında iken vefat
etmiştir. Şam civarında, Bab-üs Sagir dışında medfundur. Evlenmediği, sade
ve mütevazi bir hayat yaşadığı kaydedilir.
899/1- Felsefedeki şöhreti daha çok mantık sahasındaki çalışmalarından
ileri gelmiştir. Felsefî görüş olarak Aristo’nun akılcı ve icabiyeci (determinist)
görüşün tesirinde kalmıştır. Bu sahada İslâm dünyasındaki Meşşaiye felsefe-
sinin öncülüğünü yapmıştır. Aristo metafiziği ile Yeni Eflatuncu metafiziği,
İslâm inançlarıyla uzlaştırmaya çalışmış ve Kur’an hakikatlarının bir kısmını,
bu felsefelere göre tevil etmiştir. Bu istikametteki eser ve görüşleri, Kur’an
ve İslâm’dan az çok bir inhirafa yol açmış ve kendisinden sonra gelen filo-
zoflara da tesir etmiştir. Bu inhiraflar sebebiyle, başta Gazalî ve diğer Kelâm
üleması tarafından Farabî ve muakibleri esaslı tenkidlere uğramış ve fikirleri
kabul görmemiştir.
Bir atıf notu:
-Farabî’nin yanlış fikirleri, bak: 942, 976, 1819.p.lar.
lamak. *Bir kimsenin kendi nefsine ait iken başkasına hibe ettiği muayyen
bir şey. (Bunun zıddı “karz”dır.) *Takdir veya beyan eylemek. *Bir şeyi del-
mek. Gedik açmak. *Bir davaya mevzu ve rükün kılınan husus. *Addetmek,
saymak, tutmak. *Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki masiyet olan hükm-ü
İlahî. Kur’an-ı Kerim veya hadis-i şerifle sabit olan Cenab-ı Hakk’ın kat’î
emri. Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi..
900/1- Farz kelimesi Kur’anda (2:197) (24:1) (28:85) (33:50) âyetlerine
“farz kılmak” manasında; (2:236, 237) (33:38) âyetlerinde “takdir etmek”
manasında; (4:7, 118) âyetlerinde “tayin ve takdir edilmiş” manasında; (66:2)
âyetinde “açıklamak” manasında; (4:11, 24) (9:60) âyetlerinde “farz kılınmış”
manasında olarak geçer.
Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir,
kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi kâfirlerin keyfi için
terketmez. İmanı olanlar, onun Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma
kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir. diyorlar. Allah,
onun ile çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat
fasıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fasıklar da ol adamlardır ki; Allah’ın
taatinden huruçla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın ak-
rabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keser-
ler; yer yüzünde işleri ifsaddır; dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz ka-
lan ancak onlardır.” (İ.İ. 155)
904- Mezkûr âyetin «w[¬T¬,_«S²7~ Å ¬~ ¬y¬" Çu¬N< _«8—« cümlesi, mukadder bir
suale cevabdır.
Şöyle ki: “Kur’an-ı Kerim ~®h[¬C«6 ¬y¬" Çu¬N< cümlesinde dalalete atılanlar
kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sami’ korktu.
“Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur’anın nurundan zul-
met nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır:
“Onlar fasıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle,
fasıklar hakkında nur nara, ziya zulmete inkılab eder.” (İ.İ.165)
905- “Kur’an-ı Kerim’in i’caz ve nazmında şek ve şübheleri ika’ eden
fasıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek
yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor. Evet sanki Kur’an-ı Kerim diyor ki:
“Kur’an-ı Ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’cazını
göremiyen veya görmek istemiyen o fasıkların; Kur’an-Kerim’in de nazm ve
i’cazında tereddüdleri ve kör gözleriyle i’cazını görmeyip inkâr etmeleri, baid
ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve
tahavvülat-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettikle-
rinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünme-
diği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’anın mu’ciz olan nazmını karışık, mukadde-
melerini akim, semerelerini acı gördüler.” (İ.İ. 173)
906- Fasıklar, sefih ve hayatperest oldukları ve herkesi hayata teşvik et-
tiklerinden onlara şöyle hitab ediliyor:
“Ey müslümaları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyat-ı
ecnebiyeye cebr ile sevkeden behbaht hamiyetfüruş! Dikkat et, bu milletin
bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane,
körü körüne, topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit
F A S I K- I M Ü T E C A H İ R 540
93 S.B.M. ci: 12 hadis: 1995 ve S.M. ci: 8 sh: 543 hadis: 52 ve K.H.hadis: 1966
FATİH SULTAN MEHMED HAN 541
908- Şüphe yok günahın gizlisi de, açığı da fenadır; cezası vardır. Fakat
günah aşikare işlense veya gizli yapılmış olan günahları ötekine berikine ve
bilhassa gençlere söylense; bu günahları yayma, öğretme ve teşvik etme ma-
nasında bir hareket sayılır. İşte bu ikinci günah, ağır bir fesad ve cürüm ol-
maktadır. Gayr-ı ahlâkî filmleri, cinayet, hırsızlık, soygun ve cürüm sahnele-
rini genç nesillere gösterip yaymak dahi aynı ifsad ve günahları tekrar tekrar
neşir ve teşvik olduğu da muhakkaktır ve milli ahlâka büyük bir darbedir. Bu
yolda yürüyen neşriyatı almak dahi, o günahlara yardım ve iştirak sayılır.
(Bak: 704. ilâ 707.p.)
909- Hem fasık-ı mütecahir, pek çok iyi hasletlerin vesilesi ve günahlara
ani olan haya hissinin cemiyette yok edilmesine çalışan bir unsur olup insa-
niyetin yüksek şahsiyetini ve faziletini kaybettirir. Bunların şerlerinden in-
sanları ikaz etmek gayesiyle fasık-ı mütecahir hakkında yapılan gıybet dahi
gıybet sayılmaz. (Bak: 1057.p.sonu ve K.H. 3081. hadis) Çünki bir kimsenin
kötü sıfat ve fiillerini ifşa etmek manasında olan gıybeti, fasık-ı mütecahir
olan kişi açık fıskıyla damlı olarak kendi hakkında bu gıybeti yapmakta ve
üzülmemekte hatta günahıyla övünmektedir. Bunlara hürmet de edilmez.
(Bak: 1402.p.)
Bir hadis-i şerifte de mealen şöyle buyruluyor: “Bir hata, bir kabahat giz-
lice yapılmış olunca zararı yalnız onu yapana ait olur. Fakat aleni yapılır da
menedilmez ise zararı ammeye dokunur.” (94)
910- Kur’an (4:148) âyetinde: “ ¬Ä²Y«T²7~ «w¬8 ¬šYÇK7_¬" «h²Z«D²7~ yÁV7~ Ç`¬E< «
“Allah kötü sözün ilan edilmesini sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün
söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez, buğzeder.” Gerçi
Allah ne fi’len, ne kavlen, ne gizli, ne aşikar kötülüğün hiçbirini sevmez. Fa-
kat velev sözle olsun, ilan ü izhar edildiği zamandır ki, bilhassa gazab ve
tazib eder.” (E.T.1505)
Bir atıf notu:
-İslâm hukukunda fasıkın şahidliği kabul edilmez, bak: 906.p.
94 H.G. hadis: 60
FATİH SULTAN MEHMED HAN 542
Herşeye kadir olan Allah, 15 asırlık Bizansı 150 senelik bir Beyliğe teslim
edecekti. İkinci Mehmed Han Edirne’de bir yandan toplar döktürürken, öte
yanda Tekirdağ’da donanmayı kuvvetlendiriyor, beri yanda Rumeli Hisarı’nı
yaptırıyordu.
1452’de Boğaz’ı kontrol altına aldı. 1453’de gelip Topkapı açıklarında
Maltepe düzlüklerinde karargâhını kurdu. 6 Nisan 1453’de İstanbul’un mu-
hasarası başladı. Ak-Şemseddin, fethin tarihini ilm-i ledünnîde, istihraçla or-
duya müjde vermişti.(*) Ordusuyla beraber Allah’a secde eden Sultan
Mehmed, tarihte ilk defa barutu topa tatbik ederek toplarla surları dövü-
yordu. Lakin seri ateş edilemediğinden açılan delikler Bizanslılar tarafından
hemen kapatılıyordu. Öte yanda Kasımpaşa Deresi’ne yerleştirilen havan
toplarıyla atılan gülleler Haliç’teki Binazs kayıklarını batırıyordu. 22 Nisan
1453’de dünya tarihinde olmamış bir hâdise zuhur ediyor, gemiler Kaba-taş
sırtlarından tepelere tırmanıp, Kasımpaşa’da denize indiriliyordu. Haliç’in
ağzına gerilmiş zincirin hükmü kalmamış, sabah kalkan Bizanslılar, Osmanlı
gemilerini Haliç’te görüp şaşakalmışlardı.
915- 29 Mayıs 1453’de İstanbul fethedildi. Ayasofya’da toplanıp Mesih’i
bekleyen Bizanslılar, karşılarında Fatih Sultan Mehmed’i buldu. “Dininizde,
ibadetinizde serbestsiniz. Artık Âdil-i Mutlak olan Allah’a inanmış müslü-
manların misafirlerisiniz. Söz İslâm’a karşı gelmediğiniz müddetçe müslü-
manlar sizin malınızı, canınızı ve namusunuzu koruyacaklar.” diyen Fatih
Sultan Mehmed’in bu zaferiyle, Ortaçağ sona erdi. Yeniçağ başladı. Şatolar-
daki derebeyler, kalelerdeki hükümdarlar devri kapandı. Çünki müslümanlar
top icad etmişti. Ayasofya kilisesi cami yapıldı. imparatorluğun başşehri,
Edirne’den İstanbul’a alındı. Evvela Bayezid’deki sarayda kalındı, sonra
meşhur Topkapı Sarayına geçildi. Enez’i, Cenevizlilerden alan Fatih Sultan
Mehmed, Kırım’a donanma gönderdi. Bir sene sonra Sırbistan’a girdi. Do-
nanma da deniz seferinde idi. Rodos, Bozcaada, Taşoz, Limni, İmroz adaları
fethedilerek Ege Denizinde hâkimiyet sağladı. (İstanbul’un fethi, bak: 1440,
1441.p.lar)
916- 1456’da Romen Prensliği Osmanlı hâkimiyetini kabul etti. İki sene
sonra Mora’yı aldı. Dört defa Sırbistan’a girerek 1459’da bu ülkeyi de kat’i
olarak idaresi altına soktu. Sinop’ta İsfendiyar Beyliğine son verdikten sonra
1461’de Trabzon Bizans İmparatorluğu üzerine yürüyüp, Gürcistan’a kadar
Osmanlıların eline geçti. Bir sene sonra Romanya’ya yürüdü, Kazıklı Voy-
edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birden bire hâkimin şu
ihtarıyla karşılaşmış:
-Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!
Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği
için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Fakat
mimar kısası istemediği için, büyük Fatih günde on altın tazminata mahkûm
olur ve hatta kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına
çıkarır.”
İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal,
bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin, huzur-u mehakimde mü-
savi olduğunu gösteriyor.” (İ.İ. 224)
kullanılış, Mi. 17. yy.a kadar devam etmiştir. Bu durum İslâm dünyasında da
görülmektedir. Felsefe ve hikmet tabirleri hem müsbet ilimleri hem de na-
zarî düşünceyi birlikte ifade eden tabirlerdir. İlimlerin felsefeden ayrılışı,
Batı’da 17. yy.dan itibaren başlamıştır. Umumi cazibe kanununu keşfeden
Newton bile yazdığı fizik kitabına “Tabiat Felsefesi” adını vermiştir. Zaten
fizik kelimesi Yunanca olup, tabiat manasına gelir. Bu sebeble bugünkü fi-
zik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji gibi müsbet ilimlerin mevzuları tabiat
felsefesi içinde düşünülmüştür.
923- Büyük İslâm mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman bir mektu-
bunda felsefeyi bu geniş manasıyla ele alır ve müsbet ve menfi olarak iki
kısma ayırarak şöyle der:
“Risale-i Nurun şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mut-
lak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeye ve ahlâk ve kemalat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet
eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikme-
tine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye
vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden
ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği
için, Risale-i Nur’un ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı
müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müs-
takim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor...” (E.L.I. 181)
924- Felsefi düşünce tarihini, ana hatlarıyla şöyle hülasa etmek müm-
kündür:
I- Antik Çağ
A- Eski Yunan felsefesi:
Bugünkü Batı dünyasının felsefe geleneği, eski Yunan felsefesine daya-
nır. Bu felsefe M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, miladi 1. yüzyıla kadar altı-yedi
yüzyıllık bir devreyi içine alır. Avrupa’da ve Batı Dünyasında çağımızın fel-
sefi çığırlarının hemen hemen hepsinin kökleri bu eski Yunan Felsefesine
kadar uzanır. İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe çığırları da, muhtelif de-
recede bu felsefenin tesirinde kalmıştır.
925- Eski Yunan Felsefesi bir bütün halinde değil, birbirinden farklı
veya birbirine zıd, çeşitli cereyanların bir karması olarak karşımıza çıkar. Bu
felsefe çevresi içinde, sonradan Avrupa Felsefesinin ele aldığı bir çok
FELSEFE 547
mes’eleler, ilk def’a basit şekilleriyle ele alınmıştır. Bu kadar çeşitli ve farklı
çığır ve görüşlerin ortak cihetleri de mevcuddur. Bunları şöyle belirtebiliriz:
1- Eski Yunan felsefesi dine dayanmaz. O zamanda Yunan dünyasındaki
din, putperestlik olup kültür ve medeniyetin gelişmesi ölçüsünde zayıflamış
ve cemiyetteki yüksek tabakayı tatmin etmez olmuştur. Bu sebeble düşünen
insanlar çevresinde dinden bağımsız, akla dayanan dünya görüşleri olarak
felsefe çığırları, putperestlik dininin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
2- Umumi karakterleri itibariyle felsefi cereyanlar, aklı esas alır. İnsan
hayatının yine insanın kendisi tarafından tanzim edilmesi gerektiğini kabul
eder.
3- Dünya hayatını esas alır.
4- Yoktan varetmek, yaratmak düşüncesini kabul etmez.
926- Yunan Felsefesini üç ana devreye ayırmak âdet olmuştur:
a- Sokrates’den önceki devir: (Takriben M.Ö. 6.yy. - 5.yy. arası) Bu, tabiat
felsefesi devridir.
b- İnsan felsefesi devri: (M.Ö. 5.yy.) Sofistler (Osmanlıca: Sofestaiyyun)
ve Sokrates bu devir içinde yer alırlar. Bu devir felsefesi, tabiatı inceleyip
anlamayı ve açıklamayı bir tarafa bırakarak insanı anlamayı, insan hayatına
bir mana ve nizam getirmeyi ön plana alıp hayatın, yaşamanın, yani insanın
felsefesini yapar.
c- Büyük sistemler devri: (M.Ö. 4.yy. - Mi.1.yy. başları) Eflatun ve
Aristo’nun da içinde yer aldığı bu devrede felsefe, Batı düşüncesinin mevzuu
olan pekçok şeyi ele alarak birbirine bağlı bir düşünce ve görüş bütünlüğü
içinde sistemleştirmeye çalışır.
Bu üç devreden birincisine ait kaynaklar, çok az ve zayıftır. Bu kaynak-
lara göre filozofların tabiat mevzuunda ileri sürdükleri fikirler, birbirleriyle
mütenakızdır. Kâinattaki kesreti, tahavvülatı açıklama teşebbüs ve gayretleri
netice vermemiştir. Bu durumu gören ikinci devre filozofları umumiyet iti-
bariyle şüphecilik ve inkâra sapmışlardır. Yalnız Sokrates, Eflatun ve Aristo
ve bunlara bağlı muakibleri bu inkârcılığa bir nebze karşı çıkmışlarsa da
üçüncü devrede ortaya koydukları fikir sistemleri de bir hakikat ortaya ko-
yamamıştır. Yunan felsefesi bu haliyle Roma’ya intikal etmiştir.
927- B- Roma Felsefesi: (Takriben M.Ö. 1.yy. - Mi. 6.yy.) Tabiat, insan
ve hayat mevzuunda Yunan Felsefesinin çeşitli çığırlarını taklit etmiş eklek-
FELSEFE 548
tik (devşirmeci) bir felsefedir. Kendine mahsus yeni bir felsefe getirmemiştir.
Fakat siyasî hayat ve hukuk sahasında önceki devirlerde görülmeyen bir hu-
kuk anlayışı ortaya koymuştur. Roma hukuku ferdî mülkiyeti esas alır, insa-
nın haklarını ve içtimaî nizamı menfaate dayanan ölçülerle tesbit eder. Bu
sistem, batı dünyasında laik hayat anlayışının temelini teşkil eder.
Batının düşünce dünyası Yunan Felsefesine, içtimaî hayatı Roma hukuk
felsefesine, dinî hayatı Hristiyanlığa dayanır. İşte Batı, bu üç sacayak üzerine
müessestir.
928- II- Ortaçağ Felsefesi:
Ortaçağ tabiri Mi. 476-1453 yılları arasında zamanı ifade eder. Ortaçağda
gerek Batı Hristiyanlık dünyası, gerek Doğu İslâm dünyasına hâkim olan,
felsefi düşünceden önce bu iki semavi din olmuştur. Felsefe ise daha çok bu
dinlerin hizmetinde ve kendini muarızlarına kabul ettirmek yahut onlara
karşı müdafaa etmek için bir vasıta olmuştur. Ortaçağda felsefe bu fonksi-
yonu itibariyle yeni görüşler ortaya koymaktan ziyade dinin esaslarını felsefi
dille takdim etmek yahut felsefe ile dinin uzlaştırılmasını sağlamak hedefine
yönelmiştir.
Felsefenin yüklendiği bu vazife ve aldığı şekil itibariyle bu dönemde
“skolastik felsefe” adıyla şöhret bulmuştur. Skolastik felsefe ortaçağ
Hristiyanlık felsefesini ifade için kullanılmakla beraber, Batı felsefe tarihçileri
İslâm Felsefesini de “İslâm Skolastiği” olarak isimlendirmektedirler. Şüphe-
siz ana temayülleri itibariyle her iki felsefenin benzeyen tarafları mevcuddur.
İki felsefeyi de, dinle uzlaşma ve dini müdafaa etmek gayesine yönelmiş ol-
mak bakımından aynı kategoride düşünmek mümkündür.
Batıda skolastik felsefe tabiri kelime olarak “okul felsefesi” manasına
gelmektedir. Kiliseye bağlı okullarda okutulan ve kilisenin tasvib ettiği resmi
felsefe olduğu için bu tabirle adlandırılmıştır. İslâm dünyasında da medrese-
lerde felsefe okutulmuştur. Fakat İslâm filozofları daha çok serbest bir şe-
kilde eserlerini yazıp düşünce sistemlerini ortaya koymuşlardır. Tabiri caizse
İslâmda siyasî ve dinî otoritenin tasvib ettiği düşünce, felsefe değil kelâm il-
midir. Bu bakımdan Batıdaki skolastik felsefe gibi addetmek tam uygun
düşmez. Batıda kilise skolastik felsefe dışındaki düşünceleri ve ilmî çalışma-
ları müsamahasız bir şekilde takib ve şiddetle tecziye etmiştir. İslâm dünya-
sında ise mevcut müsamaha havası içinde her din ve ırktan çeşitli filozof,
mütefekkir ve ilim adamları serbestiyet içinde düşünüp eserlerini ortaya ko-
yabilmişlerdir.
FELSEFE 549
* Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil'in ya
sihir derecesine çıkmış veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski fel-
sefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i
tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmiyen insan, herşeye bir
uluhiyet verip kendi başına musallat eder.
FELSEFE 553
müne geçmiş ki; Hâlik-ı Zülcelal bir şecere-i tuba-i ubudiyeti ondan
halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani
meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun
zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan ol-
madığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir
medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini
bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir
nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
936- İkinci vecih ise: Felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene’ye mana-yı is-
miyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir,
kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zatî olduğunu telakki eder.
Yani zatında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i ta-
sarrufunda hakiki maliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Va-
zifesini, hubb-u zatından neş’et eden bir tekemmül-ü zatî olduğunu bilir ve
hakeza... Çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler. O esasat, ne kadar
esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözlerde hususan
Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat’i isbat etmişiz.
Hatta silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri
olan Eflatun ve Aristo, ibn-i Sina ve Farabi gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-
ül gayatı: “Teşebbüh-ü bil-vacib”dir.. yani Vacib-ül Vücud’a benzemektir”
deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derele-
rinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest,
nücumperest gibi çok enva-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin
esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını
kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saklanıp, şirkten tamamen
çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
937- Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye
ile ve secaya-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i
İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-
i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu gö-
rüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır
diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.
İşte diyanete itaat etmiyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene
kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki
ene’nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniye-
tin yarısından fazlasını kaplamış.
FELSEFE 554
* Düstur-u Nübüvvet "Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir" der, zulmü keser, adaleti
te’min eder.
** Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevasatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini
kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.
FELSEFE 555
den neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve
küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehâne hükmetmişler.
941- Üçüncü Misal: Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliye-
sinden ve düstur-u galiyesinden ¬f¬&~«Y²7~ ¬w«2 Å ¬~ ‡f²M«< « f¬&~«Y²7~ yani “Her
birliği bulunan, yalnız birden sudur edecektir. Madem her şeyde ve bütün
eşyada bir birlik var, demek birtek zatın icadıdır” diye olan tevhidkârane
düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan
f¬&~«Y²7~ Å ¬~ y²X«2 ‡f²M«< « f¬&~«Y²7~ “Birden bir sudur eder” yani “Bir zattan, biz-
zat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder”
diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek,
bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlik-ı Zülcelal’e,
“akl-ı evvel” namında bir mahlûku verip, adeta sair mülkünü esbaba ve
vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlud ve dalalet-pişe ve
felsefenin düsturu nerede?
Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun,
Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.
942- Dördüncü Misal: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden
(17:44) ¬˜¬f²W«E¬" d¬±A«K< Å ¬~ ¯š²|-« ²w¬8 ²–¬~—« sırrıyla: “Herşey’in, her zihayatın neti-
cesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Saniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hik-
metleri binlerdir. Herbir şey’in, hatta bir meyvenin; bir ağacın meyveleri ka-
dar hikmetleri, neticeleri bulunduğu “mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet
nerede? Felsefenin “Herbir zihayatın neticesi kendine bakar, veyahut insanın
menfaatlerine aittir.” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir
netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hik-
met-i müzahrefe düsturları nerede?
İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahimesindendir ki:
İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabi gibi dâhîler, şa’şaa-i suriyesine
meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; adi bir mü’min
derecesini ancak kazanabilmişler. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir Hüccet-ül
İslâm onlara o dereceyi de vermemiş.
943- Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemasından olan Mu’tezile
imamları, zinet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddi temas ederek, aklı
FELSEFE 556
hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü’min derecesine çı-
kabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından bedbinlikle maruf
Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o
mesleğin nefs-i emmareyi okşıyan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i haki-
kat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: “Edepsizlik ediyorsunuz,
zendekaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib
tokatlarını almışlar.
944- Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi za-
tında hava gibi zaif bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile
mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyü’ edip,
sonra ülfet cihetiyle ve maddîyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor.
Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ve tekeddür
eder, şeffafiyetini kaydeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i
insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine
kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavun-
luk verir. İşte o vakit, Hâlik-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini
alır. (36:78) °v[¬8«‡ «|«;—« «•_«P¬Q²7~ ¬|[²E< ²w«8 der. Meydan okur gibi Kadir-i
Mutlak’ı acz ile ittiham eder.
Hatta Hâlik-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmiyenleri ve
nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmiyenleri ya red, ya inkâr, ya
tahrif eder. Ezcümle:
945- Felasifenin bir taifesi, Cenab-ı Hakk’a “mucib-i bizzat” demişler,
ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz
şehadetlerini tekzib etmişler. Feya Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse
kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanla-
rıyla Saniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmü-
yor. Hem bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye İlm-i
İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını
reddetmişler. Hem felsefe, esbaba te’sir verip, tabiat eline icad verir.
Yirmiikinci Söz’de kat’i bir surette isbat edildiği gibi:
Her şeyde, Hâlik-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip, âciz camid,
şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata
masdariyet verip binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-
ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
FELSEFE 557
946- Hem Onuncu Söz’de isbat edildiği gibi, Cenab-ı Hak bütün esma-
sıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve
Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bul-
mayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte bu
hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet şeytanlar, güya ene’nin
gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet de-
relerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi
tağutlardandır.” (S.538-544)
947- Nübüvvet ile felsefenin nokta-i nazarlarında büyük farklar vardır.
Ezcümle:
“Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete batığı
için, hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, es-
baba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır.
Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usul-üd din ve ülema-i ilm-i Ke-
lâmın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.
İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i
hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve
uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler.
Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten
geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olan-
ların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yeti-
şenlere yetişebilsinler.
948- Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı
gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyesi,
Kur’anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve
muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ: Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Gü-
neş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıl-
dızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı va-
kit -Onbeşinci Söz’de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki:
Semere-i âlem olan insan; en cami’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zaif,
en latif bir mucize-i kudret olduğundan beşik ve meskeni olan zemin; se-
maya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve
san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatının meşheri,
sergisi, bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi, nihayetsiz
faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi, hadsiz hallakıyet-i ilahiyenin
FENN 558
950- FENN ±w4 : Hüner. Marifet. San’at. *Tecrübe. *İlim. *Nevi, sınıf,
çeşit, tabaka. *Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı.
*Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim. Kâinata ait ilimlerin herbir
bölümü. (Bak: Delil-i İnayet, Terakkiyat)
FENN 559
Kâinattaki “herbir nev’e dair bir fen, ya teşekkül etmiş veya etmeye ka-
bildir. Her bir fen, külliyet-i kaide hasebiyle kendi nevindeki nazm ve inti-
zamı gösteriyor. Zira herbir fen, kavaid-i külliye desatirinden ibarettir.”
(M.N.251)
İki atıf notu:
-Herbir fennin hakikatı bir ism-i İlahîye istinad eder, bak: 854, 1127 p.lar.
-Kur’anın fennî mesaili mübhem geçmesi, bak: 2108.p.
Hem “şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen,
Hakem isminin bir nevide bir cilvesini tarif ediyor. Meselâ Tıb Fenninden
sual olsa: “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mü-
kemmel bir eczahane-i kûbradır. İçinde herbir ilaç güzelce ihzar ve istif
edilmiştir.” Fenn-i Kimya’dan sorulsa: “Bu Küre-i Arz nedir?” Diyecek:
“Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.” Fenn-i Makine diyecek:
“Hiçbir kusuru olmıyan gayet mükemmel bir fabrikadır.” Fenn-i Ziraat diye-
cek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren
muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.” Fenn-i Ticaret diyecek:
“Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok sanatlı
bir dükkandır.” Fenn-i İaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın envaını
cami bir anbardır.” Fenn-i Rızık diyecek: “Yüzbinler leziz taamlar beraber,
kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve kazan-ı Rah-
manîdir.” Fenn-i Askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar
mevsiminde yeni taht-ı silaha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş
dörtyüz bin muhtelif milletler ve orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları,
ayrı ayrı libasları, silahları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla
hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak, birtek Kumandan-ı Azam’ın emriyle,
kuvvetiyle merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor.”
Ve Fenn-i Elektrikten sorulsa, elbette diyecek: “Bu muhteşem saray-ı kâina-
tın damı gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lambalarıyla tezyin edilmiştir.
Fakat o kadar hârika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak,
Küre-i Arzdan bin defa büyük o semavî lambalar, mütemadiyen yandıkları
halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar.
Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, varidatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri
nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmu-
yor? Küçük bir lamba dahi muntazam bakılmazsa, söner.
Kozmoğrafyaca Küre-i Arz’dan bir milyondan ziyade büyük ve bir mil-
yon seneden ziyade yaşıyan Güneşi kömürsüz yağsız yandıran; söndürmiyen
FERASET 560
951/1- FETH-İ MÜBİN w[A8 ¬dB4 : Açık ve parlak zafer. Hakkı batı-
lın tahakkümünden kurtaran veya birbirine zıd olan hak ile batılın karışıklı-
ğını ayırarak hakkı galib kılan feth ve zafer. Bu zafer, harb ile olabileceği gibi,
harbsiz de olur. (Hakikatın ve ilmin galebesi gibi)
Fetih Suresi’nin birinci âyetinde geçen “feth-i mübin”in ifade ettiği ma-
nalardan biri: Sahih-i Buhari Muhtasarının beyanına göre çok İslâmî fetihle-
rin mebdei olan Hudeybiye Sulhu’dur. Ülemanın ekserisine göre ise, Biat-ı
Rıdvan’dır. (Bak: Biat-ı Rıdvan, Hudeybiye)
“İstikbali açan, ileride vuku bulacak bir çok fetihlerin mebdei olan bir
fetih. Bazı müfessirîn bunu Mekke’nin fethini va’d diye telakki etmişlerse de,
cumhur bunun Hudeybiye Sulhu’nu ihbar olduğunu söylemişlerdir.
(47:35) «–²Y«V²2« ²~ vB²9«~—« ¬v²VÅK7~ |«7¬~ ~Y2²f«#—« ~YX¬Z«# «Ÿ«4 mısdakına muhalif gibi
görünen Hudeybiye Sulhu’nun bir fetih olması ashabdan bazılarına bile hafî
kalmıştı..
Bunun bir feth-i mübin olmasına gelince: Bu sulh ile ilk evvel müslüman-
lığın âlemde bir devlet olarak mevcudiyeti, düşmanları tarafından dahi tasdik
olunarak, bir mukaveleye rabtedilmiş bulunuyordu. Bu suretle bu, bundan
sonra zuhura başlıyacak bir silsile-i fütuhatının başı ve fatihası olmuş ve
bundan sonraki İslâm fütuhatından her biri bunun tahtında bir şubesi
mesabesinde olarak mev’ud bulunmuş oluyordu... Surenin içinde feth-i karib
diye işaret olunduğu üzere, bunu pek yakından Hayber fethi takib etmiş,
sonra da Mekke fetholunmuş... Zührî demiştir ki: Hudeybiye fethinden
büyük bir fetih olmamıştır. Bu sayede müşrikler, müslümanlarla ihtilata gi-
rişmiş ve sözlerini işitmeye başlamış ve bu onların kalblerinde yer etmiş ve
binaenaleyh üç sene zarfında bir çok halk müslüman olarak İslâmın çoğal-
masına sebeb olmuştur.” (E.T.4405)
“(48:27) «t¬7«† «–—… ²w¬8 «u«Q«D«4 de ondan önce -o duhûlden beride- _®E²B«4
_®A<¬h«5 yakın bir fetih yaptı. Hudeybiye sulhunu temin ile Hayber fethini yaptı
ve bunu o rüyanın sıdkına bir delil ve alâmet kıldı.” (E.T.4439) Bu gibi âyet-
lerin işarî manaları, istikbale de bakar.
FETRET 562
fetrette È Y,«‡ «b«Q²A«9 |ÅB«& «w[¬"¬±g«Q8 _ÅX6 _«8—« (17:15) sırrıyla, ehl-i fetret ehl-i
necattırlar. Bil’ittifak teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı
Şafii ve İmam-ı Eş’arice, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-
i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur
eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş;
o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab
görmez. Çünki mahfi kaldığı için hüccet olamaz.” (M.385) (Bak: Mes’uliyet)
(Âhirzamanda fetret, bak: 2166.p.) Kur’an (5:19) (9:115) (20:123) (26:208)
(28:47, 59) âyetleri de fetret mes’eleleriyle alâkalıdır. S.B.M. 665. hadisin iza-
hında tafsilât vardır.
Kur’an (16:25) âyetinde de ifade edildiği üzere
Bir rivayette de meâlen buyruluyor ki: “Müslümanlardan bir cemaat
dağlar gibi günahlarla gelir. Allah onları affeder ve günahları yahudilere yük-
ler.” (R.E. 507 ve S.M. 49-51) (Bak:1000/5 p.sonu ve 651. p.sonu)
Bu rivayet fitne-i âhirzamana vesile olan münafıkların ifsadatına ve o fe-
sada itilen halkın durumuna işaret olsa gerektir.
FETVA 563
953- FETVA >YB4 : Bir hâdise, bir muamele hakkındaki hükm-ü şer’îyi
ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen bilgi. (Bak: Azimet, İctihad,
Ruhsat, Takva, Ulema-is-sû’)
“Fetva=fütya: Bir meselenin hal ve beyanı zımnında vaki olan sualin ce-
vabıdır. Şer’î meselelere dair suallerin ceveblarına fetva ve fütya denilmesi
galib bulunmuştur. Bunlar genç ve kuvvetli manasına olan (Feta) maddesin-
den alınmışlardır. Çünkü fetva ile, bir meselenin hükmü beyan ve bir müşkil
hâdise hal ve takviye edilmiş olur. Fetvanın cem’i: “feteva, fetavi”dir.” (H.İ.
ci: 6 sh: 422)
954- “İfta vazifesi de pek mühimdir. Herhangi bir hâdise hakkında fetva
vermek kolay bir iş değildir. Bunun manevî mükâfatı ne kadar ziyade ise, uh-
revi mes’uliyeti de o kadar fazladır. Sorulan bir mes’ele hakkında lâzım gelen
malumatı haiz olmayan bir kimsenin hemen fetva vermeye kıyam etmesi, din
bakımından pek büyük bir cür’et sayılmaktadır. Bir hadis-i şerifte:
˜_«B²4«~ >¬gÅ7~ |«V«2 «t¬7«† v²$¬~ «–_«6 ¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" _«[²BS¬" |«B²4«~ ²w«8 buyurulmuştur. Yani
“Bir kimseye cahilâne bir surette fetva verilse bunun günahı, bu fetvayı ve-
rene ait olur.” Binaenaleyh fetva hususunda çok itina göstermek lâzımdır.”
(H.İ. ci: 6 sh: 473) (Bak: İbn-i Mace, Mukaddime’de 8.bab)
“Pek muteber fıkıh kitablarımızdan olan “Feth-ül Kadir”de ve ondan
naklen “Redd-ül Muhtar”da deniliyor ki: Asıl müftü, müctehid olan zattır.
Yoksa mücerred müctehidlerin sözlerini hıfz etmiş olan zat değildir. Böyle
bir zata vacib olan şudur ki: Kendisinden bir meselenin hükmü sorulunca,
İmam-ı Azam gibi bir müctehidin kavlini hikâye tariki ile beyan etsin. Şöyle
ki: Bu kavli o müctehidden ya bir an’ane ile, bir isnad silsilesi ile nakletsin
veya bu kavli ülema arasında meşhur ve mütedavel bir kitabdan naklen be-
yan eylesin.” (H.İ. ci:1 sh: 266)
“Bilmedikleri şeyler hakkında hemen fetva vermeğe cüret edenler
hakkında:
‡_X7~ |V2 v6 Ηh%~ _[BS7~ |V2 v6 Ηh%~ (*) buyurulmuştur. Yani: Sizin
ateşe atılmaya en cüretkârınız, fetva vermeğe en cüretli bulunanınızdır.”
(H:İ. ci: l sh: 267) İ.M. Mukaddime 8. babında mezkûr fetva verme mesele-
sinde, ehliyetsizlerin mesuliyetleri beyan edilir.
955- FEY-İ ZEVAL Ä~—ˆ ¬šz4 : Güneşin garba doğru dönmeye başla-
ması. Güneş tam ortada gibi iken yerde dikili olan şeylerin gölgeleri batıdan
doğuya dönüp, kısalmalarının son bulduğu zamandır. Bundan sonra öğle
namazı vakti başlar.
957- FIKIH yT4 : “Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet kelimesine mü-
radif gibidir. Meselâ şunun hikmeti veya sırrı veya ruh-u hakikatı şudur ye-
rinde, “fıkhı şudur” denilir. Hikmet gibi fıkıh dahi, vücuh ve esbab-ı
mufassalası ile ilm-i dakik ve amel-i nafi’ ifade eder. Asl-ı lügatte, fıkıh, garaz
ve maksadı anlayıp bilmektir. O halde ilim, ilm-i mutlak; fıkıh da o ilimden
garazı idraktir ki amele de şamildir. (Bak: İlim)
¬w<¬±f7~ |¬4 y²Z¬±T«S< ~®h²[«' ¬y¬" yÁV7~ ¬…¬h< ²w«8 (95) hadis-i şerifi dahi (2:269) âyetin-
deki hikmetten murad, fıkıh olduğunu ilham edecek bir delil olarak gösterile-
bilir. Dinde fıkıh ise, dinin maksadını idrak demek olur ki bunun hakikati de
“nefs-i insanînin leh ve aleyhindeki ahkâmı” hukuk-u vezaifini, menafi ü
mazarratını bilmek melekesidir...
Fıkıh, hem nazarî hem amelî haysiyeti haiz bir ilm olduğu gibi bir
tahkika göre amel-i ilmîye dahi şamildir. Yani ilmi ile âmil olmayana, hakikat
olarak fakîh ıtlak edilmez.” (E.T.916) (Bak:242.p.)
İki atıf notu:
-Âhirzamanda fukaha az, huteba çok olacak, bak: 1585.p.
-Fıtrat-ı asliyeleri bozulup fıkıh kabiliyetini kaybedenler, bak: 2714.p.
“Fıkıh; bir şeyi, bir sözü illet ü hikmetiyle zevkine vararak anlamak ve
hattâ tatbik edecek surette anlamaktır.” (E.T.1901)
958- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
“(6:98) «–YZ«T²S«< ¯•²Y«T¬7 ¬ _«< ³ ²~ _«X²VÅM«4 ²f«5 Biz bu âyetleri ehl-i fıkıh olan,
nefsinde ince ve derin bir fehmi bulunan zümre-i hükema için tafsil ettik.
Yani tafsilden istifade edebilmek için sade ehl-i ilm olmak kâfi değil,
fakîhünnefs olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği vech ile, fıkıh asl-ı lü-
gatte bir şeyi ilel ü hikmetiyle anlamak, fehm-i dakik ile fehmetmek manası-
nadır ki bundan ma’rifetünnefis manası da mündericdir.” (E.T.1994)
958/1- Keza “Kesretli her mü’min cemiyyetinden °}«S¬¶<«_0 bir taife -bir kı-
sım, bir cemaat-ı kalile ¬w<¬±f7~ |¬4 ~YZÅT«S«B«[¬7 dinde tefakkuh etmeleri -külfet
ve meşakkate katlanıp fıkıh tahsil eylemeleri- için nefir olsalar, hareket edip
toplansalar
(9:122) «–—‡«g²E«< ²vZÅV«Q«7 ²v¬Z²[«7¬~ ~YQ«%«‡ ~«†¬~ ²vZ«8²Y«5 ~—‡¬g²X[¬7—« ve (cihada gi-
den kavimleri) dönüp geldikleri vakit belki hazer ederler diye inzar için bunu
yapsalar- yani halka tahakküm etmek veya diğer makasıd-ı dünyeviyye elde
eylemek gibi bir garaz için değil, sırf inzar ve irşad maksad ve gayesi ile fıkıh,
ilm-i din tahsil için seferber olup toplansalar... Binaenaleyh bu suretle dinde
tefakkuh farz-ı kifayedir. Ve fisebîlillah cihaddan ma’duddur. Bu manaya
göre ilm-i din tahsili içinde de seferberlik mevzu-u bahisdir.” (E.T.2646)
(Bak: Hicret)
Görüldüğü gibi Kur’an ve ehadis lisanında fıkıh tabirinin mana muhte-
vası, daha çok hikemiyat-ı Kur’aniye ve teşriiyeyi ve hilkatte gayât-ı İlahiyeyi
bilmektir. Sonraları amelî fıkıh ilmi, ihtiyacın zuhuruyla bütün usûl ve tefer-
ruatıyla ortaya çıkarıldı. Fakihler zamanla bu tabiri fıkıh ilmi lisanında, amelî
ilim manasında da kullanmışlardır. Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu bu hususu
şöyle kaydeder:
959- “Istılahatta fıkıh; “insanın amel cihetiyle lehine ve aleyhine olan
şer’î hükümleri ve meleke halinde bilmesi” demektir. Diğer bir tarife göre fı-
kıh; “ameliyata, yani ibadât, ukubat ve muamelata müteallik şer’î hükümleri
mufassal delilleriyle bilmek”ten ibarettir.
İmam-ı Azam Hazretleri fıkhı, “Marifetünnefsi mâ leha ve mâ aleyha =
insanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” diye tarif etmiştir. Bu ta-
rife nazaran fıkha itikadiyat ve ahlâk mesaili de dahil bulunmaktadır. Şu ka-
dar var ki, bu mesail, gide gide pek ziyade tevessü’ ve inkişaf etmiş, mevzu-
ları başka başka bulunmuş olmakla fıkhın tarifine “min cihetil amel= amel
cihetiyle” kaydı ilave edilerek fıkhın daire-i şümulünden itikadat ile ahlâkiyat
hariç bırakılmıştır.
Binaenaleyh bugün ilm-i fıkıh, ilm-i kelâm ile ilm-i ahlâk birer müstakil
ilim halinde bulunmaktadır.” (H.İ. ci: 1, sh: 20)
959/1- Hem İmam-ı Azam Hazretleri, itikadiyat yani imanın esasları
hakkında yazdığı meşhur eserine, en büyük fıkıh manasına gelen “Fıkıh-ı
F I KI H 567
964- FISK sK4 : Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. *Fık: Al-
lah’ın emirlerini terk ve O’na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak.
Böylece olanlara şeriat dilinde “fasık” denir. (Bak: Fasık)
“Fısk; hakdan udul, ayrılmak; hadden tecavüz; hayat-ı ebediyeden çıkıp
terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şehe-
viye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder. Evet ifrat veya tefrit,
delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İla-
hiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış
olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhi-
yenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı
olan (2: 27) ¬yÁV7~ «f²Z«2 «–YN«T²X< cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki
âmildir. Evet bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan ra-
bıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve
namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan,
«u«.Y< ²–«~ ¬y¬" yÁV7~ «h«8«~ _«8 «–YQ«O²T«<—« cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza dünyanın nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilale se-
bebiyet veren iki ihtilalcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan,
¬Œ²‡« ²~ |¬4 «–—f¬K²S<«— cümlesiyle işaret edilmiştir. Evet fasık olan kimsenin
kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait
FITR 569
Din-i İslâmın, şeriat-ı fıtriyeye ve insan ruhunun asıl yaradılışına uygun bu-
lunduğu ve İslâm dininden başka olan ve insanların nefsî meyilleri ve düşü-
nüşleri ile ileri sürülen uydurma ve sün’i nazariyeler ve ideolojilerin hakikat
nokta-i nazarında sırat-ı müstakim olmayacağını beyan eden Kur’anın
(30:30) âyeti hakkında müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, verdiği tafsilatın bir
kısmında şöyle der:
“ ¬yÁV7~ «?«h²O¬4 Allah fıtratına-dini veya hanifliği izahdır. Yani fıtrat olan
Allah dinine, Allah’ın o fıtratına o yaradılışına sarıl _«Z²[«V«2 «‰_ÅX7~ «h«O«4|¬BÅ7«~
ki insanları onun üzerine yaratılmıştır. Hepsi fıtrat misakında (7:172)
²vU¬±"«h¬" a²K«7«~ hitabına “belâ” demiştir. (Bak: Misak-ı Ezelî) İnsan olarak yara-
dılmayı kabul etmek, yaradanın Rububiyetine şahid olmaya ahid vermiştir.
Her insanın fıtratında, nefsine şuurunun mebde’inde, vicdanının derinliğinde
bir hak duygusu, marifetullah gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece
FITRAT 570
sıkıldığı ıztırar zamanlarında anud kâfirler bile derinden derine yaradana bir
iltica hissi duyarlar. Nitekim,
(30: 33) ²vZÅ"«‡ ~²Y«2«… °±h/ «‰_ÅX7~ Åj«8 ~«†¬~«— âyetiyle bu ihtar olunacaktır.
967- Fıtrat kelimesi hakkında yukarılarda bazı izahat geçmişti. Burada da
şunu ihtar edelim ki; fıtrat, ilk yaratmak demek olan «h«O«4 den masdar bina-i
nev’î olarak yaradılışın ilk tarz ve hey’etini ifade eder. Burada _«Z²[«V«2 «‰_ÅX7~
kaydından da anlaşıldığına göre murad; her ferdin kendine mahsus olan
fıtrat-ı cüz’ iyesi değil, bütün insanların insan olmak haysiyetiyle yaradılış-
larında esas olan ve hepsinde müşterek bulunan fıtrat-ı külliyedir. Haricî
tesir ve kesb ü âdet gibi derece-i saniyede olan avarızından kat’-ı nazarla
mülahaza olunması lâzım gelen fıtrat-ı ûlâ ve fıtrat-ı asliyye dahi denilen asıl
fıtrattır. Meselâ: İnsanın fıtratında iki gözü bulunması asıldır. Bununla
beraber anadan a’ma doğanlar da bulunabilir. Fakat bu umumiyetle in-
sanların üzerine yaratıldığı fıtrat-ı asliyye ve tabiat-ı nev’iyye değil, derece-i
saniyede arızî olarak mülahaza edilecek bir hilkat-ı cüz’iyye ve fer’iyyedir ki,
insan hakikatı onsuz da tahakkuk eder.” (E.T.3822-3823)
968- Kur’an (17:84) âyetindeki “şâkile” tabiri de fıtrat-ı asliye ile alâkalı-
dır. (4:119) âyeti ise, hilkatı tağyir edenleri zecreder. Hem S.B.M. 9. cild
1324. ve S.M. 2643.hadisler ve Ebu Davud Sünnet 16, Tirmizi Kader 4, İbn-i
Mace Mukaddeme 10, Ahmed bin Hanbel 382, 414, 430. hadisler; ana kar-
nındaki ceninin tekvinî devrelerini (Bak: 1689, 1915.p.da âyet notu) ve fıtra-
tında mukadderatının takdirini kaydederler.
Kur’an (30:30) âyeti, insanın fıtrat-ı asliyesinin İslâm üzere olduğunu be-
yan eder. (Bak: 168.p.)
969- “Müfessirînin çoğu, fıtratı, hakkı kabul ve idrak kabiliyeti diye; fıt-
rata sarılmayı da, mucebince amel ile tefsir etmişlerdir. Hz. Enes Radıyallahu
anhü’den rivayet olunan bir hadiste mealen: “Her doğan, fıtrat üzere doğar.
Öyle iken ebeveynidir ki onu Yahudileştirir veya Nasranileştirir veya Mecu-
sileştirir.” (96) diye buyurulur.” (E.T.3824) (Bak: 168.p.) (Münafıkların hidayete
bedel dalalete almaları, bak: 1301.p.)
970- “Fıtratın şehadeti sadıkadır:
Âyet notları:
-Allah’ın halkını değiştirenler: (4: 119)
-Kelimat-ı İlahiye değiştirilmez: Bak: 1967.p.
-Milletin kendini tağyir etmesi: (8:53) (13:11)
-Sünnetullah değişmez: Bak: 3473.p.
“ Åu«% «— Åo«2 ¬yÁV7~ ¬‡YX¬" hP²X«< yÅ9_¬ «4 ¬w¬8²¶YW²7~ «}«,~«h¬4 ~YTÅ#¬~ (97)
(10:92) «t¬9«f«A¬" «t[¬±D«X9 «•²Y«[²7_«4 âyeti “gark olan Firavuna der: “Bu gün senin
gark olan cese-dine necat vereceğim” ünvanıyla umum Firavunların tenasuh
fikrine binaen cena-zelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki
ensal-i atiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-alûd, ibretnüma bir
düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fi-
ravunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden
sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır
sahiline atılacağını, mu’cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem’a-yı i’cazı ve bu
tek kelime bir mü’cize olduğunu ifade eder.” (S.402) (Firavunun gark esnasın-
daki iman-ı ye’si, bak: 1654.p.)
975- “Musa Aleyhisselâm’a karşı muharebe eden firavun, gark olacağı
zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o
makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak
Cenab-ı Hak, o Firavunun bedenine necat vereceğini haber veriyor.
Çünki Firavunların tenasuh mezhebine göre ve saadet-i uhrevî yerine
şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri baki kalmasını istedikle-
FİR’AVN 574
olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: _®&²h«. |¬7 ¬w²"~ –_«W«;_«<
(40:36) Firavun, vezirine emreder ki: “Bana yüksek bir kule yap, semavatın
halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa’nın (A.S.)
dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlah var mıdır?” İşte _®&²h«. kelime-
siyle ve şu cüz’î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve
Hâlikı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyet dava eden ve âsâr-ı ce-
berutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhret-perest olup dağmisal meş-
hur ehramları bina eden ve sihir ve tenasuha kail olup cenazelerini mumya
edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının an’anesinde
hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.” (S.401)
977- “Arkadaş! Malik-i Hakiki’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb
olur. Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Malik-i Hakikisini
unutan, kendisini kendisine malik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bu-
lunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyas ile, hâkim ve malik
defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine
taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.
Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet,
uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor.
FİTNE 575
Maalesef su-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun
olur.” (M.N.67)
978- Firavun (79:24) âyetinde bildirildiği gibi: “En yüksek rab en mü-
kemmel terbiyeci ve en âlî terakkici benim”dedi. Demek İlahî terbiyeyi yani
dinî düstur ve nizamı reddedip mutlak hâkimiyet makamında kendisini kabul
ettirmek istedi. Evet Rabb-ül Âlemîn olan Allah, atomlardan yıldızlara kadar
her şeyi, şeriat-ı fıtriye denen küllî kanunlarıyla terbiye ve tavzif ettiği gibi,
insanları da dinin hükümleriyle terbiye eder, rububiyetini gösterir. İşte bu
kadar şümullü ve mükemmel olan İlahî terbiye sisteminden kaçan ve onu
gerilik ve irtica addedip nefsaniyete dayanan sistemlerine bağlanmanın en
yüksek terakki olduğunu telkin eden çığırcı mütecebbirler, bu âyetin kanun-u
küllîsinin cüzleri olarak tarihe geçip ebedî helâket ve mahkû-miyetlere giden
bir kafile teşkil ederler.
İşte Rububiyet-i ilahiyenin hâkimiyetini ilga ve beşerî hâkimiyetli ikame
ile girişilen lâdinî azgınlıkların ve tagutiyetin şerlerine düşmemek için Kur’an,
mezkûr âyet ve emsalleri ile beşeri ikaz ediyor. (Bak: 2187.p.)
İki atıf notu:
-Firavun cereyanının tefrikacılık fitnesi, bak: 1527.p.
-Firavun cereyanlarının kabir azabları, bak: 1892.p.
979- Kur’anda Firavuna ait kıssalar çok âyetlerde tekrar edilir. Bu
âyetlerden bir kısmı şunlardır:
-Musa (A.S.) ve Firavun kıssası: (7:103 ilâ 141) (26:10 ilâ 67)
-Dünya serveti ve Allah’a karşı istiğna ile dalalete düşen Firavun ve kavminin mu-
sibetle ıslah edilmeleri için Musa (A.S.)’ın duası: (10:88)
-Fir’avunun iman eden sihirbazlarının el ve ayaklarını çaprazlama kesmekle teh-
didi: (20/71), (26/49)
980- FİTNE }XB4 : İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve ha-
kikatten saptıracak şey. *Muharebe. *Azdırma. *Karışıklık. Ara bozmak.
Dedikodu. *Küfr. Fikir ihtilafı. *Şikak. Anarşi. *Mihnet ve beliyye. * Potada
altın ve gümüşü eritmek. (Bak: Anarşi, A’ver, Bid’at, Günah, İmtihan, Kıyamet
Alâmetleri, Müsbet Hareket)
981- “Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve
onların fitnesi olduğu, hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet nasıl ki tarih-
FİTNE 576
Allahu a’lem bissavab, bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri
kendine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikab eder-
ler. Meselâ: Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve ka-
dın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve
seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi nef-
sine mağlub olup, o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve
tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer cazibedarlık
ile, pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i
mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.” (Ş.584) (Bak: İkrah-ı Mülci)
(Âhirzaman fitnesini ateşlendirenler, bak: 386.p.)
983- Resul-i Ekrem (A.S.M.) “nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş ki:
¬•—Çh7~«— «‰¬‡_«4 _«X«" ²vZ²B«8«f«'—« «š_«O²[«OW²7~ ~Y«L«8 ~«†¬~
98 B. M. ci: l sh: 364 ve Sahih-i Buhari, 10. kitab, 149. bab (Bak: Dipnot 19)
FİTNE 577
zım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şük-
rün aksine isti’mal ettiğinden elbette tokat yiyecek.” (K.L.71)
985- Âhirzaman fitnesinin bilhassa son devresinde moda ve medeniyet
namı altında umumileşen sefahet ve hayatperestliğin tesiriyle kulaklar de-
vamlı nefsanî müzikte ve gözler nefsin emrinde ve haram manzaraların sey-
rinde çalıştırılıp, kulak hakkı duyamaz, göz kâinat sergisindeki masnuat-ı
İlahiyeyi tefekkürle ibret alamaz, kalb kumandanı da manevîyat cihetinde
ölür. Böyle insanlardan müteşekkil olan cemiyetlerde günahlara medeniyet
ismi verilip günahı tahsin etmek, dinî hayatı da irtica diye takbih etmek gibi
acib bir vaziyet meydana gelir. İşte ümmeti bu hale düşürecek olan fitneden
Peygamberimiz (A.S.M.) çok tekrarla ikazatta bulunmuştur. Ezcümle bir ha-
dis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
102 R.E.sh: 247 (En-Nihaye ve-l Bidaye ci:1 sh: 65'deki bir hadis de bu hadisi te'yid eder.)
FİTNE 580
Belki «w[¬T¬4_«XW²7~«— «w[¬W¬7_ÅP7~ |«V«2 ¬yÁV7~ }«X²Q«7 gibi umumi bir ünvan ile lanet
caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Teftezanî’ye mu-
kabele etmişler.” (E.L.I. 206)
“Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gö-
zümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kur-
tarmak mecburiyeti Kur’anın emriyle varken; bu zamanı bırakıp eski zamana
gidip, Ehl-i Beyt’e gelen dehşetli zulümleri temaşa etmek, daha ziyade ru-
humu ezer ve kuvve-i manevîyeyi kırıp ruhuma azab azab üstüne gelmektir.
996- Zalim siyasetin gaddarane bir düsturu olan “cemaat için ferd feda
edilir” diye çok zalimane pek çok vukuatı, ehven-üş şer diye bir nevi adalet-i
izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda, o
gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş-on
adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan
eder.
İşte eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine
girdiğinden; siyasette bu müdhiş düsturlar karşısında, mecburiyetle selef-i
salihîn sükût ile ve Ehl-i Sünnet Velcemaat’ın imamları o kapıları kapamak,
_«X«B«X¬K²7«~ h¬±Z«OX«4 _«X«<¬f²<«~ yÁV7~ «hÅZ«0 deyip o kapıları açmıyorlar.
997- Madem Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir
tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor.
Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o derece
yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara
acımak, belki onlara o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler teb-
rik etmek gerektir ki; birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve baki sa-
adetler âhirette kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmi-
yetsiz, dünyanın fani saltanatı ve muvakkat hakimiyeti ve karışık siyasetine
bedel manevî birer sultan ve hâkikat âleminde birer şah, birer manevî padi-
şah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldu-
lar. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
998- İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rab-
FİTNE 586
bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza... herbir taife bir hizmete
girdi. Vezaif-i İslâmiyet’te hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde
çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktarına o fırtına ile to-
humlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülis-
tan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi,
ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i
anil-merkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nurani muhaddisleri,
kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâm’ın aktarına uçurdu, hicret et-
tirdi, şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip Kur’anın hazinelerin-
den istifade için gözlerini açtırdı.” (M.100) (Müslümanlar arasında muharebe,
Bak: 528.p.sonu)
1000- Ekseriyetle imtihan manasında olan “fitne” hakkında Kur’an-
dan birkaç not:
-Harut ve Marut isimli iki meleğin gönderilmesinin bir hikmeti de beşerin imtihanı
için olduğu: (2:102)
-Fitnenin katilden eşeddiyeti: (2:191)
-Fitneye karşı İslâmi iktidarın şiddeti (tenkil): (2:193, 217) (4:91) (8:39)
-Müteşabih âyâtın te’vilinden fitne ika’etmek isteyenler: (3:7)
-Fakir fakat fâzıl kişilerle enaniyetlileri imtihan: (6: 53)
-Umuma dokunan fitne ve musibet: (8:25)
-Mal ve evlad fitnesi yani imtihanı: (8:28) (64:15)
-Beyn-el müslimîn teavün olmazsa büyük fitne ve fesad istila eder: (8:73)
-Mi’racdaki rü’ya (rü’yet) ile şecere-i mel’unun, insanlar için bir fitne ve imtihan ol-
ması: (17:60) (37:63)
-Musa (A.S.)’ın mihnetler içinde imtihanı: (20:40) ve kavminin imtihanı: (20:85,
90)
-Dünya zinetleri ve metaiyle imtihan: (20:131)
-Şer ve hayırla imtihan: (21:35) (39:49)
-Sadakat imtihanı: (29:2 ,3, 10) (Bak: İmtihan maddesi sonundaki âyet notları)
-Kıyamet öncesinde anarşinin dalgalanması: (18:99)
-Âhirzaman fitnesinde ifsad cereyanının dokuz mümessili: (27:48)
FİTNE 588
1000/2 “ ¬}«W«E²V«W²7~ «r²[«,—« ¬Ä_Å%Åf7~ «r²[«, ¬}Å8 ²~ ¬˜¬g; |«V«2 yÁV7~ «p«W²D«< ²w«7
Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.)
üstünde hem Deccal’ın kılıncını hem de büyük harb kılıncını beraber
cem’etmeye-cektir. (Melhame-i kübra olan İkinci Harb-i Umumî hırpala-
madığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda
hırpalayacak.)” (Tefekkürname sh: 287, Said Nursî R.A.), (R.E. 354’de de
geçer.)
1000/3- Âhirzaman fitnesinden sonra fesad tam izale olmayıp, kıyamete
kadar devam eder. Ancak kâmil ve hakiki hürriyet rejiminin ikamesi ve hâ-
kimiyetiyle ve teknik imkânların terakkisiyle cemiyeti umumen murakabe
edip (Bak: 3735.p. ve 3734.p.sonu) kurtla kuzuyu bir arada yaşatma imkânı
olabilir ve cemiyette kurt (yani şerli kişiler) yine olacak demektir. Bununla
alâkalı iki hadis meali şöyledir:
“Peygamberler, baba bir ana ayrı kardeşlerdir. Dinleri de birdir. Meryem
oğlu İsa (A.S.) da benim kardeşimdir. Ve aramızda başka peygamber yoktur.
O tekrar yeryüzüne gelecektir. Onu gördüğünüzde tanırsınız. Orta boylu,
kırmızı-beyaz renkli bir zattır. Üzerinde Mısır kumaşından iki parçalı elbise
vardır. Su isabet etmediği halde başında damlalar görülür. (Geldiğinde) putu
kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır ve milletleri İslâm’a davet eder. İs-
lâm’dan başka din kalmaz. Arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar
koyunlarla beraber dolaşıp otlarlar. Ve çocuklar yılanlarla oynar ve hiçbiri de
diğerine zarar vermezler. O, kırk sene yaşıyacak ve ölecektir. Cenazesini
müslümanlar kaldıracaktır.” (R.E. 191/5)
“Ne mutlu İsa (A.S.) indikten sonraki hayata. Göğe rahmet için, arza da
yeşertmek için müsaade edilir. Taş üzerine tohum ekilse biter, insanlar ara-
sında kin ve çekememezlik olmaz. Hatta bir adam bir arslana rastlasa, arslan
ona dokunmaz. Yılana bassa yılan onu sokmaz.” (R.E. 314/2)
FİTNE 589
1000/4- “Yakında bir fitne olacak, öyle ki, insan kardeşinden ve baba-
sından ayrılacak ve bu fitne kıyamete kadar insanların kalblerinde yayılıp du-
racak. Hatta o fitnelerde belaya uğramış çilekeş bir adam, zaniyenin zinası
sebebiyle ayıplandığı gibi ayıplanacak.” (R:E. 298/10)
Hadislerin beyanından anlaşıldığına göre, bir fitne çıktı mı artık onun
açtığı yara bir daha kapanmayacaktır. Kalbler eski berraklık ve safiyetine bir
daha kavuşmamaktadır. Resulullah (A.S.M.) bunu bir hadislerinde. “Ümme-
tim arasına kılınç bir girdi mi, artık kıyamete kadar bir daha kaldırılmaz” diye
ifade eder. (Tirmizi, Fiten: 32)
Hz. Huzeyfe Hz. Peygamber’e (A.S.M.) cahiliye şerrinden sonra kavuş-
tukları İslâm hayrı’nın ilâ-nihaye devam edip etmiyeceğini sorması üzerine,
Hz. Peygamber (A.S.M.) tekrar şer (ve fitnenin) geleceğini söyler. Huzeyfe,
bu şerden sonra tekrar hayır gelecek mi diye sorunca, Hz. Peygamber
(A.S.M.) mevzumuzla alâkalı şu cevabı verir: “Evet gelecek, ancak bu ha-
yır bulanık olacak.” Rivayetin Ebu Davud’daki bir vechinde: “Bu şerden
sonra bulanık bir sulh (hüdne) var” denilir. (Ebu Davud, Fiten l, 4246.
hadis ve S.M.ci:6, sh: 50 hadis: 1847)
Hadisin bütün vecihlerinde yer alan ve “bulanık” kelimesiyle tercüme
ettiğimiz kelimenin aslı “dahan”dır.
Şârihler, aslen küduret yani bulanıklık manasına gelen bu tabirin açık-
lanmasına ayrı bir yer verirler. Aliyy-ül Kari şerden sonra gelecek hayrın, di-
ğer bir ifade ile fitneden sonra teessüs edecek sulh ve sükûnun hile, nifak ve
hıyanet içerisinde devam edeceğini ifade eder ve devamla:
“Şu mana dahi muhtemeldir: Fitneden sonra insanların emîr olarak başa
geçirilen kimsenin etrafında toplanmaları kerhendir, gönül rızasıyla değildir,
isteyerek değildir.” der. (Aliyy-ül Kari, Mirkat 5, 143) (Bak: 2305.p. sonunda
hadiste geçen Cehcah notu)
1000/5- Fitne zalimleri temizler. Yani birbirlerini ihlak eder. İbnü-l
Arabi’nin Ahkâm-ül Kur’anda kaydettiği bir rivayette Hz. Peygamber
(A.S.M.) şöyle buyurmaktadır: “Fitneden ikrah etmeyin, zira o, münafıkların
hasadıdır.” (Bak: 2719 p.sonu) (İbnü-l Arabi, Ahkâm-ul Kur’an 4, 1722)
(Taberani’nin Evsat’ından naklen verilen şu hadis de bu manayı te’yid eder:
“Allah diyor ki: “Ben buğzettiklerimden yine buğzettiklerim vasıtasıyla
intikam alır, sonra da herbirini Cehennem’e yollarım.” (Aclunî Keşf-ül Hafa
2, 49)
FİTNE 590
ÇhÅL7~ y²E¬V²M< h²[«F²7~ y²E¬V²M< ²v«7 ²w«8 (Keşf-ül Hafâ 2/272) Yani: “Hayır ve
iyiliğin ıslah edemediği kimseyi, şer ve kötülük ıslah edecektir.”
İmam-ı Ali (R.A.)ın da aynı mânaya yakın iki tane hikmetli sözü vardır:
ÇhÅL7~ y²E«V.« «~ h²[«F²7~ y²E¬V²M< ²v«7 ²w«8 sözü ile
|¬7_«U²7~ y²E«V.« «~ |¬7_ÅO7~ y²E¬V²M< ²v«7 ²w«8 sözü. (Müntehabat Min Kelâm-i
Emir-il Mü’minîn Ali sh: 98)
Meâlleri: “Hayrın ıslah etmediğini, şer onu ıslah eder.”
İkinci sözünün meâli ise, aşağı yukarı teşbihli olarak aynıdır.” (R.K.K.
887. hadis)
Fitneden evvel çok ibadet yapmak fitne içinde, ibadette ihlası bulama-
maya da işaret olsa gerek): S.M. ci. 1, hadis: 186. Bir rivayette de, Süfyan fit-
nesinde onun getirdiği hayat-ı medeniyeye girenin amelleri sevabsız kalaca-
ğına işaret edilir. Bak: R.E. 507/10, R.K.K. hadis sıra no: 807. (Bak: 952
p.sonu, 3651, 3666/8.p.lar)
F U R KA N 591
1001- FURKAN –_5h4 : Hak ile batılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü,
doğru ile yanlışı farkedip ayıran. *Kur’an-ı Kerim. *Kur’an-ı Kerim’in 25’inci
suresinin ismi.
“Furkan; ayırmak, ayırd etmek manalarından masdardır. Ekseriyetle
“fark” ma’kulatta, “tefrik” mahsusatta kullanılır. Sonra furkan, fârık veya
mefruk manasına da gelir. Bu suretle mühim davaları hall ü fasleden kat’i
bürhanlara, mu’cizelere “furkan” ıtlak olunur. Bu mana ile Kur’an-ı
Kerim’in bir ismi de “El-Furkan”dır.” (E.T.3561)
Bu kelime Kur’anda (2:53, 185) (3:4) (8:29, 41) (21:48) (25:1) âyetlerinde
geçer.
G
1003- GAFLET }VS3 : Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık.
Nefsine ve hevesatına tabi olarak Allah’ı ve emirlerini unutmak ve alâkasız
kalmak. Hak ve hakikatı unutma hali. Huzurun zıddı. (Bak: Huzur, Ülfet)
“Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his
etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassa-
siyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin
ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u
tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba eden-
lere binler nefrin ve teessüfler!” (M.N.157)
1003/1- Bediüzzaman Hazretleri nim-manzum bir yazısında dalâletten
doğan haleti şöyle tasvir eder:
“Mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir
hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya
ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fizar dinlenmez.
Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister,
bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.
Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o
elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzâra dayanılmaz, elem-i ye’s çekilmez.
Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu
hâlet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu
dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-baz”
(S.744)
1004- “Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip
ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve
mâlâyaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet se-
bebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle
GAFLET 593
hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; adeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok
büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, ta yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz
menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. (Bak: 719, 720.p.lar) Cenab-ı Hakk’ın
hususi lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, (Bak: 986.p.) bu delikleri ka-
pamak gayet çetin ve müşkil olmuştur.” (M.Nu.246)
Evet “bu fırtınalı zamanın, hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfaka da-
ğıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nevinden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i
dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi
gaflet basıyor, hakiki lezzetini takdir edemiyor.” (H.Ş.15) (Mürur-u zamanla
hakaika karşı gelen gaflet, bak: 3206, 3207.p.lar)
1005- Medeniyet-i sefihenin aşıladığı pek kalın gafleti ve acı neticelerini
nazar-ı imanla müşahede eden Bediüzzaman, manevî meşhudatından ibretli
bir levhayı şöyle ifade eder:
“Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akıbetbinlik
adesesiyle, gayet şa’şaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden ba-
karken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada,
eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi,
yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş
gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi.
Aklıma döndüm, hakikattan sordum: “Bu hayal nedir?”
Hakikat dedi ki: “Elli sene sonra, bu kemal-i neş’e ile gülen ve eğlenen
zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırkbeşi,
mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neş’eli gülmeler,
zıdlarına inkılab etmiş olacaklar. ¯`<¬h«5 ¯ ³~ Çu6 (112) kaidesiyle; madem ya-
kında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette
gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağ-
lanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bi-
çare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu gül-
dürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane,
gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle baki kalan sevinçlerdir.
Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istila edip gayr-ı meşru daireye sapma-
mak için, rivayetlerde, zikrullah’a ve şükre çok azîm tergibat vardır. Ta ki,
bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve
ziyadeleştirsim. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.” (L.274)
1006- Bediüzzaman, Yeni ve Eski Said’i mukayese ederken şöyle diyor:
“Geceye benziyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihti-
yarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:
¯`[¬L«8 ¬d²AM¬" Å ¬~ ²y¬A«B²X«# ²v«7«— |¬B«A[¬A«- ¬u²[«V¬" ²a«8_«9 ²f«5 |¬X²[«2«—
şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına
çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak
uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh, mede-
nilerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zama-
nımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir. Onların misali, rüyasında güya
uyanıp, rü’yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rüyasında onun
o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal etti-
ğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları
nasıl ikaz edebilir?
Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umur-u diniyede müsa-
maha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek
derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara il-
tihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (M.N.125) (Bak: Cehl-i
Mürekkeb)
Atıf notları:
-Siyasetin verdiği gaflet, bak: 2346.p.sonu
-Gafleti dağıtan haletler, bak: 3077, 3078.p.lar
-Yusuf’a (A.S.) dünya saadeti gaflet vermedi, bak: 4018.p.
-Şu gaflet zamanında musibet bir lütf-u İlahîdir, bak: 1211.p.
-İnsan gafletle kendini unutur, bak: 3002.p.
* Evet maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu
titremeyi vermiştir.
GAYB 598
yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « sırrınca: Kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenab-ı
Hak O’na bildirirdi, O da bildirirdi. Cenab-ı Hak hem Hakîm’dir, hem Ra-
hîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza
ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitme-
yen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır
GAYB 599
içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musi-
betler dahi, perde-i gaybda kalmış.
İşte hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye böyle iktiza ettiği için Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini
ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedid şefkatini fazla incit-
memek için, vefat-ı Nebevîden sonra, âl ve ashabının ve ümmetinin başla-
rına gelen müdhiş hâdisatı, umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek muk-
teza-yı hikmet ve rahmettir.(113*)
Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı, fakat dehşetli bir surette
değil, ona talim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen müc-
mel, kısmen tafsil ile bildirmiş. O da haber vermiş. Onun haberlerini de, en
yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkda çalışan ve
¬‡_ÅX7~ «w¬8 ˜«f«Q²T«8 Ì~ ÅY«A«B«[²V«4 ~®f¬±W«Q«B8 Å|«V«2 « «g6« ²w«8—« hadisindeki tehdidden
(114)
şiddetle korkan ve ¬yÁV7~|«V«2 « «g«6 ²wÅW¬8 v«V²1«~ ²w«W«4 (39:32) âyetindeki şiddetli
tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn bize sahih bir surette o ha-
berleri nakletmişler.” (M.96)
Kur’an (7:188) âyeti de Resulullah’ın (A.S.M.) -Allah’ın dilediğinden
başka-kendi kendine gaybı bilmediğini beyan eder.
1010- Şimdi de “umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrede-
riz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir
derecede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı Sahabe içinde fer-
man etmiş ki:
¬w²[«B«W[¬P«2 ¬w²[«B«\¬4 «w²[«" ¬y¬" yÁV7~ d¬V²M[«, °f¬±[«,~«g; °w«K«&|¬X²"¬~ (115)
İşte kırk sene sonra İslâm’ın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği
vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musala-
ha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.” (M.98) (Bak:
1198.p.)
1011- “Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman
dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır.” (116)
Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizde birisi, mühim bir fitnenin ba-
şına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” ¬`«=²Y«E²7~ «Ÿ¬6 _«Z²[«V«2 d«A²X«#—« (117)
İşte şu sahih, kat’i hadisler; otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i
Aişe ve Zübeyr ve Talha’ya karşı Vaka-i Cemel’de ve Muaviye’ye karşı
Sıffîn’de ve Havaric’e karşı Harevra’da ve Nehrüvan’da muharebesi, o ihbar-ı
gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.” (M.98)
1012- “Hem -nakl-i sahih-i kat’i ile- ferman etmiş:
~YU«V«8_«8 «¿_«Q²/«~ «–YU¬V²W«<«— ¬…YÇK7~ ¬ _«<~ÅI7¬_" ¬‰_ÅA«Q²7~ f«7«— ‚h²F«< (120) deyip,
balî ve gaybî ihbarat-ı sadıka var ki, Nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hak-
kaniyetini isbat ederler.
Birkaç atıf notu:
Peygamberimiz’in gayb-aşina kalbi, bak: 1194.p.sonu
Kâhin ve hatiflerin, Peygamberimiz’in (A.S.M.) geleceğine dair bazı gaybî ihbarları,
bak: 597/1, 598-600.p.lar.
Abbasi Devleti’nin zuhur ve tahribine dair ihbar-ı gaybî, bak: 14.p.
Sahabeler hakkında Tevrat’ta ihbar-ı gaybî, bak: 3201, 3202.p.lar
Bazı fütuhata dair ihbar-ı gaybî, bak: 1441.p.
1014- Cin ve şeytanların semavattan gaybî haber hırsızlığını bildiren:
A’lanın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikme-
tine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılı-
yor?
1016- Elcevab: Evvela: Onbeşinci Söz namındaki bir Risalede, “yedi ba-
samak” namında, yedi kat’i mukaddeme ile,
temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fani ve âlem-i şehadet ise âlem-i
gayba ve dar-ı bekaya bir perdedir.
Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal
ayinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn
derecesindeki imanlar vasıtasiyla, Cennet’in bu âlem-i fanide -temsilde hata
olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla
yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.
1020- Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul
olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, ta semavata çı-
kıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirdeki
ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki:
Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak
değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin-
teşbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mev-
kilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz’î hâdiseler için, o
cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o
makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî o mevkide mü-
bareze ediyorlar.
Ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.)
ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmün-
de en küllî bir daire olan Arş-ı Azam’da ve daire-i semavatta -temsilde hata
olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her
köşede medar-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedî’den
(A.S.M.) ta daire-i Arş’a varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı
olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını
ifade ile, vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek
bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile
ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beligane belki mu’cizane ilan
etmek ve göstermektir.” (L.280-283)
1021- “Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip
çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor ve ma-
dem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habise dahi, ahyarı
takliden semavat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler. Çünki vücutça
letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve reddedilecekler. Çünki mahi-
yetçe şeraret ve nühusetleri vardır. Hem bilâ-şek velâ-şübhe, şu muamele-i
mühimmenin ve şu mübareze-i manevîyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir
GAYE 605
“(51.56) «–—fA²Q«[¬7 Å ¬~ «j²9¬ ²~«— Åw¬D²7~ a²T«V«' _«8—« Bu âyet-i uzmanın sırrıyla,
insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi: Hâlik-i Kâinat’ı ta-
nımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fa-
riza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billah’tır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu
ve vahdetini tasdik etmektir.
Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri
ve nihayetsiz elemleri bulunan biçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin
üssül’esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden
başka olan şeyler ve kemalâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun
kıymetleri yoktur.” (Ş.100)
1024- “Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en
azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat
kadar büyük bir gayesi azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın
neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gele-
cek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu
gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hayy ve Muhyi’ye karşı şükür ve iba-
det ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet
ise, hayatın meyvesi olduğu gibi; kâinatın gayesidir.
Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lez-
zetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir ceha-
letle; münkira-ne, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nime-
tini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küf-
ran-ı nimet ederler.” (L.330)
1025- “Şu dünya hayatına muhabbetle mübtela olan bazı insanlar, o ha-
yatın vücuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o ha-
yatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani Fâtır-ı Hakîm’in
zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğu bütün cihazat-ı
GAYE 607
acibe ve techizat-ı hârikanın, seri-üz-zeval olan şu hayatın hıfzı ile bekası için
verildiğini zannediyorlar. Halbuki kaziyye öyle olduğu takdirde, kâinattaki
gayr-ı mütenahi nizamların şehadetleriyle, sath-ı âlemde görünen hikmet,
inayet, intizam, adem-i abesiyete olan delil ve bürhanların, ma’kûse olarak
abesiyete, israfa, intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve bürhan olmaları lâ-
zım gelecektir.
Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. O faidelerden, hayat
sahibine tasarruf ve hizmeti nisbetinde bir hisse ayrıldıktan sonra baki kalan
gayeler, semereler Fâtır-ı Hakîme racidir. Evet insan ve insanın hayatı esma-i
İlahiyenin tecelliyatına bir tarladır. Ve Cennet’te rahmet-i İlahiyenin envaının
cilvelerine mazhardır. Ve hayat-ı uhreviyenin hârika ve gayr-ı mütenahi se-
mereleri için bir fidanlık veya bir çekirdektir. Demek insan bir sefine kaptanı
gibidir. Sefinenin gayr-ı mahdud faidelerinden, kaptanın alâka ve hizmeti
nisbetinde kendisine verilir. Baki kalan kısmı sultana racidir. İnsan da, se-
fine-i vücuduyla alâkası derecesinde o vücudun hayatdar semeratından
hissesisini alır. Mütebakisi, Sultan-ı Ezelî’ye aittir.” (M.N.103)
1026- Evet bütün hayat u memat ve ibadetler, Allah içindir ve onlardaki
esas gaye, hikmet-i İlahiyeye ve esma-i İlahiyenin iktizalarına ayinedarlık va-
zifesidir ki; Kur’an bu ehemmiyetli manayı müteaddid âyetlerinde ifade ve
ihsas eder. Ezcümle: (6.162) (9:24) âyetleri örnek gösterilebilir.
İki atıf notu:
-Hikmet-i İlahiyenin insanı çeşitli ahvale maruz kılması, bak: 2642.p
-Müsibetlerin hikmetleri hakkında âyetten notlar, bak: 2650,3194 p. sonu âyet
notu.
1027- “Her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid
neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine
bakan gayelere münhasır değildir. Ta abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin.
Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır.
1028- Birincisi ve en ulvisi, Saniine bakar ki, o şeye taktığı hârika-i sanat
murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki,
o nazara bir an-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve
niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir.
İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül verme-
yen birer hârika-i sanat olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha ve-
rir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey; hayatıyla, vücu-
GAYE 608
âhiret mezraasıdır” diye bu hakikatı ifade ediyor.” (S.86) (Bütün ahval-i âlemin
hıfzedilip uhrevî âleme gönderilmesi, bak: 1123.p.)
1032- “Sual: Kâinat ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde
yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılablı, mâil-i inhidam bir surette yaratılıp,
bilâhare tahribden sonra ebediyete kabil, metin bir şekilde yapılmasından
daha iyi ve daha kısa olmazmı idi?
Elcevap: Vakta ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin
iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidadlarının neşv ü
nemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tabi tuttu, zararları
menfaatlara kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle
cem’etti; hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış
teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunla-
rına tabi tuttu.
Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve
kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sani-i Hakîm inayetiyle, birbiriyle
karışık yoğurduğu zıdları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı
ayırır ve ihtilaf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli ola-
rak metin ve kavi bir cisimle teşekkül ederek, (36:59) ~—ˆ_«B²8~«— hitabına hedef
olur. Cennet ise, esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecelli eder
ve münceli olur. Evet gerek Cehennem’i, gerek Cennet’i teşkil eden ecza ve
maddeler arasında, münasebet vardır; zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın
şartıdır; nizam da, devama sebebdir. Ve keza bu iki menzilin halkı da ebedî
oldukları için vücudlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünki
dünyadaki cisimlerinin terkib ve tahlilleri arasında müvazene yoktur. Yani ci-
sim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için in-
hilale yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları
arasında tam manasıyla müvazene vardır ki; inhilale mahal kalmaz.” (İ.İ.143)
(Bak: 509.p)
1033- Sultan-ı Kaînat’ın, âlem ve insanı yaratmasındaki gayesini; ve
kitab-ı kâinatı mütalaa ve tefekkür ederek Saniini iman-ı tahkiki ile bilmek ve
rızası dairesinde hareket etmek olan meslek-i Kur’aniyeyi; hem Risalet-i
Muhammediyenin (A.S.M.) lüzum ve vezaif-i asliyesini beyan eden
Onbirinci Söz’deki temsil şöyle başlıyor:
“Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı.
GAYE 610
Gayret kelimesini ıstılahî manada ele alırsak, en büyük bir gaye ve davayı
gayet ciddiyetle takib edip yürütmek ve o davayı her türlü tehlikelerden ko-
ruma cehdini, göstermek manasında olduğundan, gayretulahın gayesi, İslâ-
miyet olur. Yani Allah’ın gayreti, İslâmiyet ve ona samimi ve ciddi hizmet
eden hizbullah üzerinde olur. (Bak: Hamiyet, Hizbullah)
Kur’an (3:19) âyeti de bu manayı te’yid ediyor. O halde hak dine ve hâ-
dimlerine dokunan Firavun ve Nemrud gibi her asrın din düşmanları, dine
ve hizbullaha dokunmakla gayretullaha dokunduklarından, onlara Allah belâ
ve musibet verdiğini ve hizbullahı da inayetlerle himaye ettiğini Kur’an çok
âyetlerde bildirdiği gibi, tarihî hakikatler olarak da tesbit edilmiştir. (Bak: Âd)
İki atıf notu:
-Gayretullaha dokunmanın cezası, bak: 4073 p.
-Geçmiş asırlarda asi kavimlerin helâk edildiğini bildiren âyetler vardır, bak:
3373p.
1042- Buhari’nin 67. Kitabü’n-nikah 107. babından alınan bir hadis-i şe-
rifte şöyle buyurulur:
yÁV7~ «•Åh«&_«8 w¬8ÌYW²7~«|¬# Ì_«< ²–«~ ¬yÁV7~ ?«h²[«3«— ‡_«R«< |«7_«Q«# ¾«‡_«A«# «yÁV7~ Å–¬~
“Allah Tebareke ve Teala, mü’minler hakkında gayret ve hamiyet göste-
rir (hayır ve saadet diler). Ve Allah Teala’nın gayreti, Allah’ın haram kıldığı
fena şeyleri (günahları) mü’minin işlememesi içindir.” (Bak: 1522 p.da bir âyet
notu)
Buhari, bu hadisi “gayret” başlığıyla açtığı bir babında rivayet etmiştir.
Bu kelimenin Allah Teala’ya ve insanlara nisbetle manası başka başkadır.
GAYRETULLAH 614
1044- GAYYA š_[3 : Azab. Gay sözü ile ifade edilen azgınlığı yapanla
rın Cehennem’de azab çekecekleri çok korkunç yer. İçine düşenin kolay
kolay kurtulamıyacağı konkunç yer. Kur’an (19:59) âyetinde geçer.
GAZA š~i3 : (Bak: Gazve)
GAZALÎ z7~i3 : (Bak: İmam-ı Gazalî)
yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir, diye ittifakan
haber veriyorlar:
1049- Acaba yüzde bir ihtimal-i helaket bulunan bir tehlike yolunda git-
memek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip
o yolda giden adamın, endişe-i helaketten gelen elem-i manevî, onun yemek
iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sâdık ve musaddak muhbirlerin
yüzde yüz ihtimal ile, dalâlet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve
ebedî haps-i münferidine kat’i sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz
ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki
kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor
diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acib ve
garib ve dehşetli ve azametli mes’ele karşısında bulunan biçare insan ve ba-
husus müslüman, eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve
lezzeti birtek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılma-
sına nöbetini bekliyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldı-
rabilir mi? Sizden soruyorum.
Maden ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli
elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o eh-i dalâlet ve sefahet yüzbin
lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar.
Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.
1050- Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i
ebediyeye, bir saadet-i leyazalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o
ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altun ve elmasları kazandıracak
bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel biletini al!” diye
beklemesinden derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir
ki; eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususi bir cennet
hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terkedip, gençlik saika-
sıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benziyen sefihane ve
heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşruayı ihtiyar eden, hayvandan
yüz derece aşağı düşer.
Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki onlar, Peygamberi inkâr etseler,
diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler.
Allah’ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.
Fakat bir Müslüman hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Mu-
hammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini
bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da
GENÇLİK 618
121Cami-us Sagir (şerhi ile beraber) ci: 2 sh.245 ve Binbir Hadis (Osmanlıca) sh: 176 hadis:
428 ve R.E. 28/15
GIYBET 620
kadar şeni’ bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç
bırakmamış. Evet Kur’anın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da
yoktur.
İşte _®B²[«8 ¬y[¬'«~ «v²E«7 «u6²_«< ²–«~ ²v6f«&«~ Ç`¬E<«~ (49:12) âyetinde altı derece
zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil
gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor.
Şöyle ki:
Malûmdur âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sor-
mak manası su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-i
zımnî var.
1055- İşte birincisi, hemze ile der: Ayâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız
yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi: Ç`¬E< lafzıyla der: Ayâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan
kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: ²v6f«&«~ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içti-
maiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirliyen bir ameli ka-
bul eder?
Dördüncü: «v²E«7 «u6²_«< ²–«~ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki; böyle
canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: ¬y[¬'«~ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahmi-
niz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı
manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı
kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: _®B²[«8 kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu
ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en
müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
1056- Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle:
Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve
milliyeten mezmumdur. işte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi
zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.
GIYBET 622
Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir
silahtır. izzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez: Nasıl
meşhur bir zat demiş:
°f²Z«% y7« « ²w«8 f²Z«% ¯ _«[¬B²3~ ÇuU«4 ¯}«A²[¬R¬" ¯š~«i«% ²w«2 |¬K²S«9 h¬±A«6~
Yani: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum
ve tenezzül etmiyorum. Çünki gıybet, zaif ve zelil ve aşağıların silahıdır.”
1057- Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, ke-
rahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem
gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır. (*)
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o
münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister. Senin ile meşveret
eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek
için desen: “Onun ile teşrik-i mesai etme. Çünki zarar göreceksin.”
Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil, belki maksadı, tarif ve tanıttır-
mak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sı-
kılmıyor; belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor;
sıkılmıyarak âşikâre bir surette işliyor. (Bak: 909.p.)
1058- İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için
gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi
a’mal-i salihayı yer bitirir. Eğer gıybet etti veyahut istiyerek dinledi; o vakit:
˜_«X²A«B²3~ ¬w«W¬7—« _«X«7 ²h¬S²3~ ÅvZÅV7«~ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast
gelse: “Beni helal et” demeli.” (M.275-277)
“Müslümanları şerden sakındırmak için gıybet caizdir. Bunun birçok ve-
cihleri vardır. Biri; râvileri, şahidleri ve musannıfları cerhetmektir. Bu bil-
icma caizdir. Hatta İman-ı Nevevî “şeriatı korumak için bu vâcibdir” diyor.
Fâsık bir âlimden fıkıh dersi almaya giden kimseye onun fıskını söylemek
*Sahih-i Müslim 2589. hadiste aynı hüküm vardır. Aynı hadisi Büluğ-ul Meram Şerhi 4. cild
1290/1523 numara ile kaydedip izah eder (Hazırlayanlar)
GIYBET 623
caiz olması gibi. Fakat bunları o şahsı küçültmek niyetiyle söylemek haram-
dır.” (Müslim, Davudoğlu Şerhi sh: 6488)
Burada dikkate alınacak ehemmiyetli bir husus şudur ki: Tenkid, meşru,
sârih ve hak delillerine ve hakkı koruma niyetine istinad etmelidir. Aksi
halde inşikaklara kapı açar, meşruiyetini kaybeder.
1059- “Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var.
Hem damarıma dokundurmuşlar vazgeçemiyorum.”
Elcevab: Su’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şey-
lerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa, zarar vermez. Ma-
dem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet,
gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o
haslette haksız olduğunu anlaman,onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu
mektubun bu mebhasını yazdık, ta bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı
hak bilmesin; haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” (M.267)
1059/1- İnsanın hakiki mahiyetinin tam bilinememesi ve günahlara itici
sebeblerin çok olması ve insanın nefsi günahlara ve kötülüklere meyyal ol-
ması gibi sebeblerle, mü’minlerin aleyhine acele hüküm verilmemesi gerekti-
ğini ders veren Bediüzzaman Hazretleri, şu hususlara da dikkat çekiyor:
“Cenab-ı Hak, kütüb-ü semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm
mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad,
ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman bu kadar esbab-ı hidayet
ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaif desiselerine karşı
mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken,
Cenab-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl
oluyor, nasıl iman gitmiyor? (4:76) _®S[¬Q«/ «–_«6 ¬–_«O²[ÅL7~ «f²[«6 Å–¬~ sırrıyla,
şeytanın gayet zaif desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hatta benim
arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden
işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk
bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim
aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut
olabilir mi, ne kadar hakikatsız bir insan idi diye o biçareyi gıybet ettim,
günaha girdim. Sonra sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok
noktaları aydınlattı. (*)
¬v[¬%Åh7~ ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÁV7_¬" †Y2«~ kelimesini siper yapıyor.” (L.73) (Bak: 129,
2673.p.)
Mezkûr bahisteki müsamaha, hakaik-ı diniyeyi tezyif ve insanları bilerek
idlal etmiyen mü’minler içindir ve şahsî hukuk noktasındadır. (Bak: 126.p)
Kur’an (4:148) âyeti; mazlumlar müstesna olarak Allah kötü sözün açık-
lamasını sevmediğini beyan eder. İbn-i Mace, l. Kitab-üt Taharet, bab: 26,
349. hadis, gıybetin kabir azabına sebeb olduğunu kaydeder. (Gıybet, katil
gibidir, bak: 3365.p.)
1065- Keza 18. madde de, zarara karşı bilmukabele zararı menetmekte-
dir. Şöyle ki:
“Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur.”
Yani. Bidayeten zarar caiz değildir. Bilmukabele zarar da caiz olmaz.
Belki bir zarar, hâkime müracaatla izale edilir. Meselâ: Bir kimse birisinin bir
malını itlaf etse, o da onun malını bilmukabele itlaf edemez. Belki zararını
tazmin ettirir.
Kezalik bir takım fiiller mübahtır, fakat bunların böyle cevazı başkalarına
zarar vermemekle meşruttur. Zarar verirse, caiz olmaz.” (H.İ.ci: l, sh: 279)
(Bak: 2009.p.)
Bazı grevlerden doğan büyük milli zararlar, bu kaidelere göre nazara
alınmalıdır.
(122) ¬h¬%_«S²7~ ¬u%Åh7_¬" «w<¬±f7~ ~«g«; f¬±< Ï«Y[«7 «yÁV7~ Å–¬~ sırrınca: Müzekka olmadığın
için, belki sen kendini o recül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini geçen
nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucb
ve riyadan kurtul! ..” (S.473) (Bak: Fücur)
1068- Gurur hakkında âyetlerden birkaç not:
-Dünya hayatı, bir meta-i gururdur: (3: 185) (57:20)
-Kâfirler, aldatıcı bir gurur içindedirler: (67:20)
-Dünya hayatına mağruren aldanmamak: (35.5)
1070- GÜNAH ˜_Xó) : Cezayı gerektiren amel, dine aykırı iş. Allah’ın
emirlerine uymayan hareket.
Allah’ın emirlerini terketmek ve yasaklarını işlemek manasında olarak
günahlar dinde geniş bir yer alır. Kebair ve segair namlarıyla iki kısma ayrılan
bu günahların, kebair denen kısmından da, daha çok zararlara ve büyük fela-
ketlere sebeb olanlarını ayırarak o günahlar üzerinde daha çok durulur.Yani
kebairler çok olup, aşağıda kaydettiğimiz ilmihalin gösterdiği miktara inhisar
etmez. (Bak: Cihad-ı Ekber, Cünah, Fâsık, Fitne, Gençlik, Gıybet Haram, Kazf-ı
Muhsanat, Ma’siyet, Mubikat-ı Seb’a, Musiki, Nazar-ı Haram, Sefahet, Tevbe)
1071- Ömer Nasuhi Bilmen “Büyük İslâm İlmihali” eserinde günah hak-
kında şu bilgiyi veriyor:
“Günahlar ile kirlenen ruhları, kalbleri tevbe ile, istiğfar ile temizlemeğe
çalışmalıdır. Malumdurki, günahlar; kebair ve segair diye iki kısımdır,
Kebairin yani büyük günahların başlıcaları şunlardır: Allah Teala’yı inkâr et-
mek; Allah Teala’ya şerik ittihaz etmek; kat’iyyen sabit olan bir dinî hükme
inanmamak ki, bu üçü -el iyazübillah- küfürdür. Allah’ın rahmetinden ümidi
kesmek; Allah’ın azabından, mekrinden emin olmak; günah üzerine ısrar et-
mek yani her hangi bir günahı muttasıl işleyip durmak, namazı, orucu
terketmek; Allah yolunda cihaddan kaçınmak; anaya babaya asi olmak; (Bak:
178.p.) yalan yere şehadet ve yemin etmek; bir kimseyi haksız yere öldürmek;
bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak,
ribada ve sirkatte bulunmak; rüşvet almak, yetimlerin malını yemek, zina ve
livata denilen fazihaları irtikâb etmek, iffetli kadınlara fuhuş isnad etmek.
İşte bunlar dereceleri mütefavit birer kebiredir.
1072- Günahların bir kısmı yalnız Allah Teala’nın hakkına aittir. Diğer
bir kısmı da insanların haklarına mütealliktir.
GÜNAH 629
Birinci kısımda insan kalben pişman olup Allah Teala’dan afüvler, ke-
remler dilemeli, bir daha öylebir günahta bulunmamaya kat’iyyen karar ver-
melidir. Ve o günah, küfrü mucib olacak bir mahiyette ise hemen tecdid-i
iman, tecdid-i nikahta bulunmalıdır. Namaz gibi, oruç gibi kazası lâzım gelen
bir ibadetin terkinden ibaret ise, hemen bunu kazaya çalışmalıdır.
Günahların insanlara müteallik kısmında ise, yine kalben bir nedamet
duyarak hem Allah Teala’dan afüvler dilemeli, hem de hakkına tecavüz edi-
len kimseden mümkünse helallik istemelidir. Kendisini razı etmeye ve teca-
vüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların seyyiat denilen günah kirle-
rinden temizlenmesi ancak bu sayede kabil olabilir.” (B.İ.İ.438)
1072/1 “Sani-i Zülcelal’in çok esması var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi
var. Meselâ; Gaffar ismi, günahların vücudunu ve Settar ismi, kusuratın bu-
lunmasını istediği gibi, Cemil ismi de çirkinliği görmek istemez.” (L.54) şek-
lindeki ifadeleri, Allah’ın günahların işlenmesine rızası var manasında anla-
mamalıdır. Zira Allah kullarının günah işlemesini istemez. Hatta gayretullah,
mü’mini günahtan men etmek ister. (Bak: 1042.p.) Ancak bütün esmasının
iktizalarına bakan sonsuz hikmet-i İlahiye, sırrı-ı imtihan gibi hikmetler için
günah ve şerleri halkeder. Fakat o şer ve günahların işlenmesini istemez.
Yani halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir. (Bak:2672.p.)
Ezcümle Kur’anda Allah adl ü ihsanı emr ve günahlardan nehyeder:
(16.90). Keza Allah, kulun küfr ve inkârına razı değil (istemez): (39:7). Allah,
küfran ve günahta ısrar edip tevbe etmiyen hainleri sevmez: (2.276) (4:107)
mealindeki çok âyetlere istinaden ülema-i İslâm; Allah günah ve şerlerin iş-
lenmesini istemediğini ve haram ve şerlerin yaratılması ve insanın fıtraten
hayır ve şerre kabil ve mütemayil hilkatı, imtihan sırrı ve diğer pek çok hik-
metler için olduğunu ve halk-ı şerrin hayır, kesb-i şerrin şer olduğunu beyan
etmişlerdir. Şu halde (Gaffar ismi günahların vücudunu ister) yani yaratılma-
sını ister, demektir. (Bak: Ebu Davud 2153. hadis. Müslim 2657. hadis ve devamı)
İşlenmesini istemek değildir. (Günahtan nedametle affa lâyık olmak ve insanın fıt-
raten günaha meyilli olması, bak: 509/4, 509/5.p.lar)
1073- Kur’an (21:83) âyetinde geçen Eyyüb (A.S.)’ın kıssası münasebe-
tiyle günahların küfre yol açtığını izah eden bir bahsin bir kısmını mevzuu-
muzu tenvir ettiği cihetle dercediyoruz. Şöyle ki:
“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın meşhur kıssasının hülasası şudur ki:
Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mü-
kafatını düşünererk kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaraların-
dan tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i
GÜNAH 630
kıyas edilsin ki; (83:14) ²v¬Z¬"YV5 |«V«2 «–~«‡ ²u«" sırrı anlaşılsın.” (L.8-9) (Bak:
2255.p.) (Âhirzaman alâmetlerinden olan ve “duhan” denen gaflet-i umumiye,
bak:710/1.p.)
1075- Evet “amele ve taata muvaffak olamayan azabdan korkar, ye’se
düşer. Böyle me’yusun gözüne dinî meselelere münafi edna ve zaif bir
emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez,
diğer emarelerin saikasıyla ilan-ı isyan ederek, İslâm dairesinden çıkar, şeyta-
nın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh, a’male muvaffak olamayanlar, yeise
düşmemek için şu âyete müracaat etsin:
¬yÁV7~ ¬}«W²&«‡ ²w¬8 ~YO«X²T«# « ²v¬Z¬KS²9«~ |«V«2 ~Y4«h²,«~ «w<¬gÅ7~ «>¬…_«A¬2_«< ²u5
(39-53) v[¬&Åh7~‡YS«R²7~ «Y; yÅ9¬~ _®Q[¬W«% « Y9 ÇH7~h¬S²R«< «yÁV7~ Å–¬~ ” (M.N.65)
Atıf notları:
-Mu’tezilenin, günah-ı kebireyi işleyen küfre girer dedikleri hatalı hükmü, bak:
2673.p.
-Bu hükümle alâkalı diğer bir bahis, bak: 1058/1.p
1076- Hem “iman etmek; Kur’an-ı Azimüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâ-
lik’ı sıfatları ile isimleri ile, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik
etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet
ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları
serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadı-
ğına delildir.” (E.L.I.203)
İki atıf notu:
-Münkeri, münker bilmek, bak: 509/5, 3891.p.lar
-Günah işleme anında iman durumu, bak: 1171.p.
1077- Ve keza “şu görünen umumi âlemde her insanın hususi bir âlemi
vardır. Bu hususi âlemler, umumi âlemin aynıdır. Yalnız umumi âlemin mer-
kezi şemsdir. Hususi âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususi âlemin
anahtarları o âlemin sahibinde olup letaifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin
GÜNAH 632
Allah’ın ipi mealinde olan bu kelime; Kur’an-ı Kerim, Allah’a kavuşma vası-
tası, ihlas, cemaat gibi manalarda tefsir edilmiştir. (Bak: Urvet-ül Vüska)
Esasat ve zaruriyat-ı diniyeye bağlı kalmak her müslüman için zaruridir.
Bu bağlılık ise bütün müslümanları birleştirir. Bu da ittihad-ı İslâmın teşek-
külüne sebebdir. Bu ise âlem-i İslâm için en büyük bir kuvvettir ki, bununla
İslâm dini her türlü düşmanlardan korunur. İşte hablullah’a ve esasat-ı
diniyeye sarılmanın böyle azîm iyilik ve faziletleri vardır. Bu muazzam neti-
cenin de bu zamanda en büyük vesilesi, tahkiki iman ve hakaik-i Kur’aniyeye
vukufiyettir.
lanmış olan herhangi bir ameli nakz ve ibtal edecek ma’kus bir fiil ve hareket
ile boşa gidermeyin, hükümsüz bırakmayın.” (E.T.4397)
¯m²Q«A¬7 ²vU¬N²Q"« ¬h²Z«D«6 ¬Ä²Y«T²7_¬" y«7 ~—h«Z²D«# « «— ve ona söz söylerken birbiri
nize bağırdğınız gibi iri sesle söylemeyin, akran gibi de konuşmayın. «–—hQ²L«# «
²vB²9«~—« ²vU«7 _«W²2«~ «n«A²E«# ²–«~ Zira amelleriniz habtolur, hiçe gider de haberiniz
olmaz. Çünki Peygamber’e hürmetsizliğe ve ezaya bais olabilen şeyler küfre
varabilir. Küfr ise a’mali habteder. (5:5) yV«W«2 «n¬A«& ²f«T«4 ¬–_«W<¬ ²_¬" ²hS²U«< ²w«8—«
Burada «–—hQ²L«# « ²vB²9«~—«
kaydıyla şuurun nefyinden şu anlaşılır ki bu
nehyolunan refi ve cehirden murad, yalnız istihfaf ve saygısızlık kasdıyla
olanlar değildir. Çünki o mü’minlerden sudûru melhuz olmıyan sarih küfür-
dür. Fakat sarih küfür olmamakla beraber, dolayısıyla ona varan sarih küfür
mazınnesi olan haller de vardır.” (E.T.4451)
-Âhirete tercih ederek dünya hayatının gaye edilmesi de ameli ibtal eder.
Evet “bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini
ağırlatması ve çok etmesi ve hacat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve
mübtela etmekle hacat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı,
herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı
diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü dere-
cede bırakır. Bu hatanın cezası olarak öyle dehşetlibir tokat, yedi ki, dünyayı
başına Cehhennem eyledi. işte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi bü-
yük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.
1083- Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kı-
sım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gör-
düm ki; diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde mu-
vaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı keşf ve keramet için ister. De-
mek âhiret arzusunu ve dini vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir
dirsek, bir basamak gibi yapıyor.Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i
HABT-I A’MAL 636
gurubuna kadar velev bir lahza durulması, vacibdir. Gurubdan sonra da bir
miktar durulmak lâzımdır, farzdır.” (B.İ.İ.349)
“Tavaf-ı ziyarete gelince; bu , Arafat’ta vukuftan (vakfeden) sonra Kâbe-i
Muazzama’nın etrafında yedi defa dolaşmaktan ibarettir ki, bunun dört de-
fası bir rükündür, bir farizadır. Tavaf-ı ziyaretin vakti, Kurban Bayramının
ilk gününün tulu-i fecrinden başlıyarak hayatın son gününe kadar uzayan bir
müddetin herhangi bir cüz’üdür ki, bu cüz’de yapılacak bir tavaf ile hac fari-
zası ikmal edilmiş olur...
Kâbe-i Muazzama’nın cenub tarafındaki dıl’ın bir köşesine “Rükn-i
Hacer”, diğer köşesine de “Rükn-i Yemanî” denir. Rükn-i Hacer’de “Hacer-i
Esved= Hacer-i Es’ad” denilen mübarek bir taş vardır ki bu, tavafın başlan-
gıcı için bir nişanedir. İşte bu Hacer-i Esved’in bulunduğu köşeden tavafa
başlanır. Beyt-i Muazzam sola alınarak Beyt-i Muazzam’ın kapısına doğru
sağa gidilmek suretiyle devir yapılır. Böylece her devir (dolaşma) Hacer-i
Esved’in bulunduğu köşeden başlar, orada nihayet bulur. Bu devirlerin her
birine, bir “şavt” denir. Bu halde yedi şavtta, bir tavaf olmuş olur.
Tavaf, bir nevi namazdır; Allah Teala’ya heyecan ile muhabbet ve tazi-
min bir nişanesidir. Arş-ı İlahî etrafında dolaşan kudsî meleklerin hallerine
bir benzeyiş tarzıdır..
Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf esnasında Hacer-i Esved’in önüne
geldikçe ona istikbal edilir, namaza durur gibi tekbir ve tehlil ile mübarek
taşa eller kaldırılıp sürülür ve mümkün ise öpülür.
Bunlar mümkün olmayınca karşıdan elsürmek işareti yapılır. Buna isti-
lam = selâmlamak denilmektedir.
Hacer-i Es’ad’a böyle el koymak, Hak Tealaya Hazretleri ile ibadet ve
taat hususunda ahidleşmenin ve bu ahde vefa edileceğinin bir remzi demek-
tir...” (B.İ.İ.350)
Bazı rivayetlerde Hacer-ül Esved, yeryüzünde Allah’ın yemini (sağ eli)
dir, ona el sürmekle Allah ve Resulü ile biat edilmiş olacağı bildiriliyor
(K.H.1109) (İhya-ü Ulûm-üd Din tercemesi sh: 261) Bu rivayetlerden anla-
şılıyor ki: Hacer-ül Esved-e elsürmekle veya istilamla, Kalubela’da Allah’a
verilen ilk sözü, dünyada yenilemektir. Hacdaki bu biattan sonra mü’min,
dinde daha ciddi, salabetli, müttaki olacak ve asrın gafletinden silkinip uya-
nacaktır. R.E. 202/5,6 ve 360/1, 361/2, 460/7’de de Hacer-ül Esved’e ait
rivayetler vardır. (Bak: Hacer-ül Esved)
HACC 639
bunda bile tasavvur olunamaz. Hasılıı indallah hacca elyak olan kıble-i vah-
det her halde “Beyt-i Atik” olduğunda hiç şübhe yoktur. Bundan başka
Kâ’be arayanlar, tevhide değil, şirk ve tefrika çalışmış olurlar. Sonra hac bir
cihetten salât gibi bedenî, diğer cihetten zekat gibi malî haysiyetleri haiz bir
ibadet-i camiadır. Ve aynı zamanda mana-yı cihadı da mutazammındır. Nite-
kim bir hadis-i şerifte varid olduğuna göre “Hacc bir cihaddır, umre
tatavvudur.” Ve yine bu münasebetledir ki, burada mesail-i hac, evamir-i
cihad ile beraber nâzil olmuştur.” (E.T.708)
Bir atıf notu:
-Hacer-ül Esved’e el sürme ve şeytan taşlamanın hikmetleri, bak: 1086/1.p.sonu.
1089- Bediüzzaman’ın 364.p.da bahsedilen rü’ya-i sadıkası, Cihan
Harbi’nin neticesi için müjdeler verirken, hac hakkında müjdeye bedel
müteessifane sükût etmiş. Bediüzzaman bu rü’yanın sükûtunu şöyle anlatır:
“Rü’ya hacda sükût etti. Çünki haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musi-
beti değil, gadab ve kahrı celbetti. Cezası da keffaret’üz-zünub değil,
kessaret’üz-zünub oldu. Haccın bahusus teârüfle tevhid-i efkârı, (*) teavünle
teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve masla-
hat-ı vâsıa-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm
aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında
oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs biçare valideleri ol-
duğunu “ba’de harabi’l Basra” anlıyor. ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı
da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımıyarak öldürdü, şimdi vaveyle ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar olduğunu gafletle bilmiyerek öldürmesine
yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip ah u fizar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek
yerine şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler
ettirildi. ~—h¬A«B²2_«4 (S.T.İ. 58-59)
* Arafat kelimesi, teârüf manasıyla da alâkadardır, bak. 258/1.p. (Hazırlayanlar)
HACC 642
mazları ile hanelerini nurlandırmaları, kendileri için pek büyük bir şereftir.
Nitekim bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur.
¬–´~²hT²7~ ¬}«=~«h¬5—« ¬?«ŸÅM7_¬" ²vU«7¬ˆ_«X«8 ~—‡¬±Y«9 İkamet ettiğiniz yerleri namaz ile,
Kur’an okumakla nurlandırınız.” (B.İ.İ.138)
1089/2- Cemaatlerde kadınların muhazatı meselesinin hükmü, hadislere
isnad eder. Ezcümle; Ebu Davud 2. Kitab-üs Salat 17. babı, mescidlerde ka-
dınların erkeklerden ayrı bulunması hakkındadır. Bu babın “Şu kapıyı ka-
dınlara ayırsak” mealindeki 462. hadisin izahında şu bilgi verilir:
“Peygamber Efendimiz’in bu arzusundan, camilerde sadece kadınların
girip çıkacakları hususi bir kapının bulunmasının gerekli olduğu anlaşılmak-
tadır. Yine bu hadisten anlaşılıyor ki; kadınların camiye cemaate gelmelerinin
cevazı, fitneden emin olunması şartiyle kayıtlıdır.” (Ebu Davud Tercümesi 2.
cild. 226.sh.)
Aynı kitabın 52. ve 53. babları da, kadınların mescidlere çıkıp çıkamıya-
cakları hakkındadır. Verilen hükümlerde, genç ve süslü ve koku sürünerek
ve fitne ihtimali veya fitne varsa kadınların camiye çıkmaları, erkekler
arasında bulunmaları yasaklanır. Zamanımızda fitne ihtimali şöyle dursun,
âhirzaman fitnesi müstevlidir.
İbni Mace 1000. ve 1001. hadislerin izahında. “Kadınların saflarına ge-
lince: Eğer erkeklerle beraber namaz kılarlarsa, sevabı en çok olan kadın
saffı, en geridekidir. Çünki erkeklerden en uzak olanıdır. Sevabı en az olan
kadın saffı ise, en öndekidir. Çünki erkeklerin saffına en yakın olanıdır.”
hükmü vardır.
Bu tarz rivayetlerden anlaşılıyor ki; şartlarına riayet edilse bu fitne bu-
lunmayan zamanlarda olsa dahi yine de kadın-erkek ihtilatı (karışıklığı ya-
saklanmamakla beraber istenmemektedir. Çünki en tesirli fitneye, kadınlar
vesile edilir. (Bak: 983.p.)
Resulullah’ın (A.S.M.) arkasında iki erkek ve bunların da arkasında Hz.
Enes’in (R.A.) annesi Ümmü Süleym bulunduğu halde namaz kıldırdığını
bildiren bir hadisin izahında şöyle deniliyor: “Bu hadiste kadının erkeklerle
bir safta duramıyacağı-na, kadınların (arkada) ayrı saf teşkil etmesi gerekti-
ğine delâlet vardır. Erkekler safında kadın bulunursa, bazılarına göre hem
kadının, o saftaki erkeklerle arkasın-daki erkeklerin namazı bozulur. Hanefi-
lere göre de öyle ise de, yalnız erkeklerin namazı bozulur, kadınlarınki bo-
zulmaz. Tafsilat fıkıh kitablarındadır.” (B.M.. 2. cild 85.sh.)
HACC 644
Tavafın bir çeşit namaz olduğu ve kadınların tavafta erkeklerle karışık bir
arada değil, arkada bulunacaklarına dair hadisler vardır.
* İbni Cürey bu sorusu ile, kadınların tavafta erkeklerle beraber bulunmalarının kabul
edilemezliğini ifade eder.
** Hacer-i Esved'e yaklaşsa, erkekler arasında kalacağı ihtimaline binaen bu teklifi reddettiği
anlaşılıyor.
HACCI- İFRAD 645
-Haccı ve umreyi Allah için yapmak ve kurban, traş, özür ve keffaret meseleleri:
(2:196)
-Hac ayları ve yasakları: (2:197)
-Hac ibadetlerinden sonra cemaatle zikir: (2:200)
-Teşrik günlerinde tekbir: (2:203)
-Haccın farziyeti: (3:97)
-İhramda avlanma yasağı: (5:1, 95, 96)
-Hac ve ona müteallik mukaddesata hürmet etmek ve mani olanlara tecavüz etme-
mek: (5:2) (9:5) âyeti de tecavüz hakkını nâtıktır.
-Kâbe ve Beyt-i Haram’ı emin belde ve ayakta kalmaya (ittihad-ı İslâm kuvvetine)
vesile kıldı: (5:97)
-(Hac ile ittifak kuvvetini kazanan) İslâmın, mütecaviz müşriklere karşı tecavü-
zünü durduracak muhtırası: (9:3,4,6)
-Bütün insanlara haccın ilan edilmesi ve kurban kesmek: (22:27, 28, 29, 36)
1091- Hac hakkında pek çok ehadis-i şerife vardır. Ezcümle:
Sahih-i Buhari 25. Kitab, Sahih-i Müslim 15. Kitab, ibn-i Mace 25. Ki-
tabı ve T.T. 2. cild 3. Kitabı hac hakkındadır. Fakat bütün ibadet ve ahkâm-ı
diniyede olduğu gibi haccın ahkâmını daKur’an ve hadis tercemelerinden
değil, ancak şeriat kitablarından öğrenmek mecburiyeti vardır.
1092- HACCI- İFRAD …~h4É~ ¬±c& : Umreye niyet etmeksizin yalnız ba-
şına yapılan farz, vacib veya nafile hacdır, ihrama girerken yalnız hacca niyet
edilmiş olur. Bunu yapana “müfrid” denir. (O.A.L.)
1093- HACC-I KIRAN –~h5 ¬±c& : Hac aylarından önce veya hac ayla-
rında hac ile umrenin ikisi için birden ihrama girilip umre yapıldıktan sonra
usulü dairesinde ifa edilen hacca denir. bunu yapan kimseye “karin” denir.
(O.A.L.)
“Ehl-i İslâm’ın Hacer-ül Esved’i istilamı, bir milletin kendi bayrağını se-
lâmlaması gibidir. Herkes bilir ki sancağı selâmlamak, bir sırığa takılmış bir
kumaş parçasına değil, onun ait olduğu millet ve hükümete ihtiram göster-
mek demektir. işte Hacer-ü Esved de Cenab-ı Rububiyet’in şiarı ve saltanat-ı
İlahiyenin tarz-ı kurbiyyet medarı olduğu için onun istilamı, selâmlayanların
atabe-i uluhiyete ta’zim ve ihtiramıdır. Şu suretle de temsil edilebilir ki:
Bir hadis-i şerifte “Allah ile müsafaha etmek isteyen Hacer-ül Esved’i is-
tilam eylesin” teşbihi irad edildiği mervidir.” (Müslümanlıkta İbadet Tarihi,
Tahir-ül Mevlevî, 2. baskı sh: 165)
Bir atıf notu:
-Hacer-ül Esved’i takbil veya istilam, Allah ve Resulü ile bir nevi biat manasına
gelir, bak: 1086/1.p.
idamına” hükmeden (5:38) _«WZ «<¬f²<«~ ~YQ«O²5_«4 }«5¬‡_ÅK7~«— »¬‡_ÅK7~ âyetini his-
sedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir.
Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum
HADD 649
gibi bir halet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesden gelen meyelan parçalanır,
çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir
değil, belki manevî kuvveleri akıl, kalb ve vicdan-birden o hisse, o hevese
hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvi zecr ve vicdanî bir yasakçı o his-
sin karşısına çıkar, susturur.
Evet iman, kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena
meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “yasaktır der, tardeder, kaçırır. Evet in-
sanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun
ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir.
Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış
yola sevkedip mağlub etmez.
1101- Elhasıl: “Had” ve “Ceza”, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye na-
mına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin ma-
hiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli
senede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veri-
yor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız yalnız vehminizi müteessir eder.
Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı
hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena
nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükümet de onu hapsetmek
ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür his-
seder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan- hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli
bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda
vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Ab-
destsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakiki adalet
ve tesirli ceza odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire
iner.
1102- İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye
kıyas edilsin. Ta anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir.
Adalet ise doğrudan doğruya Kur’anın gösterdiği yol ile olabilir. Eğer beşer
çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-ı İslâmiye daire-
sinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak,
anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silah edecekler diye kalbe ihtar
edildi.” (H.Ş.75.79)
1103- Hududullah ifadesinin geçtiği ve alâkalı âyetlerden birkaç
notu:
-Aile münasebetlerinde hududullah: (2:187, 229, 230) (58:1 ilâ 4) (65:1)
-Aile ve miras hukukunda hududullah (4:2 ilâ 14)
HADİS 650
«_®&_«A«. «w[¬Q«"²‡«~ ~—h«O²W< ²–«~ ²w¬8 ¬Œ²‡« ²~¬u²;« ¬ °h²['« ¬Œ²‡« ²~ |¬4 u«W²Q«< Êf«&
Yani “Yeryüzünde bir hadd-i şer’înin ikame edilmesi, yeryüzündeki in-
sanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.” (H.G. Hadis
No: 150)
Sahih-i Buhari 86. kitab, S.B.M. 12. cild. sh: 272, Sahih-i Müslim 29.
kitab, S.B.5. cild sh: 276, İbn-i Mace Tercemesi 20. kitab ci: 7 sh: 125 hudud
(cezalar) hakkındadır. Kütüb-ü Sitte’nin diğerlerindede “hudud” bölümleri
vardır.
Hukuk-u İslâmiye ve İst.F.K. 3. cild. 7. kitab sh: 7, cezaî ahkâm’a dairdir.
Bir atf notu:
-Dar-ül Harbde had cezaları, bak: 623/1.p.
1105- HADİS b<f& : Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâ-
yık.
Peygamberimiz’in (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviye.
Hadisten bahseden ilim. (Bak: Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye, Tevatür, Te’vil)
(Peygamberimiz’in (A.S.M.) sözleri, cevami-ül kelim olarak tavsif edilir, bak: Cevami-
ül Kelim)
“Sahabeler, Kur’anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-i Ek-
rem’in (A.S.M.) ef’al ve akvalinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve
mu’cizata dair ahvaline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek
çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm’a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal
etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiye şehadet
ediyor. Hem Asr-ı Saadet’te, mu’cizatı ve medar-ı ahkâm ehadisi, kitabetle
çoklar kaydedip yazdılar. Hususan abadile-i Seb’a kitabetle kaydettiler.
Hususan “Tercüman-ül Kur’an” olan Abdullah ibn-i Abbas ve Abdullah
ibn-i Amr ibn-il As, bahusus otuz-kırk sene sonra, Tabiînin binler muhak-
HADİS 651
kikleri, ehadisi ve mu’cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört
İmam-ı Müctehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazı ile muha-
faza ettiler. Daha Hicret’ten ikiyüz sene sonra başta Buhari, Müslim, Kütüb-ü
Sitte-i Makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. ibn-i Cevzî gibi şiddetli
binler münekkidler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya
nâdanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i
keşfin tasdikiyle; yetmiş def’a Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm temessül
edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin-i Suyutî gibi
allameler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve
mevzuattan tefrik ettiler.” (M.112)
Birkaç atıf notu:
-Hadisin meratibini bilmeyenler hadiste münakaşalara girmemeli, bak:2730.p.
-Ahkâma ait rivayetlerin tarikleri, mu’cizeye dair rivayetlerden neden daha çoktur,
bak: 2496.p.
-Hadislerin sağlamlık derecesi, bak: 2501, 2504, 2505.p.lar.
Ehadisin Kur’ana mutabakatının hüzumunu bildiren rivayet, bak: 2730/1.p.sonu
1106- “Evet muhaddisînin, muhakkikîninden “Elhâfız” tabir ettikleri
zatlar, lâakal yüzbin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem
elli sene sabah namazını işa abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta
Buhari ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis
dâhîleri, allameleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür
kat’iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadisin muhakkikleri, nekkadları o de-
rece hadis ile hususiyet peyda etmişler ki, Resil-i Ekrem aleyhissalatü Vesse-
lâm’ıntarz-ı ifadesine ve üslub-u âlîsine ve suret-i ifadesine unsiyet edip me-
leke kesbetmişler ki; yüz hadis içinde bir mevzu’u görse, “mevzu’dur der:
“Bu, hadis olmaz ve Peygamber’in sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi
hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız ibn-i Cevzî
gibi bazı muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazı ehadis-i sahihaya da mevzu’
demişler. Fakat her mevzu’ şeyin manası yanlıştır. demek değildir. belki “bu
söz, hadis değildir” demektir.” (M.94) (Bak: Hadis-i Mevzu)
1107- “Eğer denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın her hal ve
hareketini kemal-i ihtimam ile sahabeler muhafaza ederek nakletmişler.
Böyle mu’cizat-ı azîme, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli
idi. Hem neden Hazret-i Enes, Cabir, Ebu Hüreyre’ den çok geliyor; Hazret-i
Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?
HADİS-İ AHADÎ 652
Elcevab: Nasılki insan, bir ilaca muhtaç olsa, bir tabibe gider; handese
için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes’ele-i şer’iye müftüden ha-
ber alınır ve hakeza. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi gelecek
asırlara ders vermek için, ülema-i sahabeden bir kısım, ona manen muvazzaf
idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre
bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve
hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehadisi ümmete ders vermek için,
Ebu Hüreyre ve Enes ve Cabir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az
ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur
bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının
nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile
geliyor.” (M.132)
Kıyamet alâmetleri hakkında gelen derin manalı hadislerin tevili ve tefsiri
için, hadis usulü mahiyetinde olan “Kıyamet Alâmetleri” maddesine ve
2024. parağrafa bakınız.
1107/1- İbn-i Mace, Mukaddime l. babda sünnete tebaiyeti ve sünnet
yolunda yürüyen cemaatı medheder. 2. bab, hadislere hürmet, teslimiyet ve
ilave yapmamak gerektiğini beyan eder. 4 ve 5. bablar, mevzu hadis ihdas
etmenin vebalini anlatır. S.B.M. ci: l Mukaddime’de hadis ilmi ve tarihçesi
hakkında tafsilat vardır.
1108- HADİS-İ AHADÎ >…_&³~ ¬b<f& : “Rivayet eden bir veya iki kol
dan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demektir. İştihar had-
dine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder,
muktezası ile amel vâcib olur.” (Muvazzah İlm-i Kelâm)
1109- HADİS-İ BİLMANA |XQW²7_" ¬b<f& : Bir hadis-i şerifi aynı laf-
zıyla değil, farklı ifade ile manasını nakletmek.
1115- HADS ‰f& : Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan
ilim. Sür’at-i intikal Ani ve doğru idrak. Delilden neticeye çabuk varmak.
HADS 654
yerlerde dolaşıp bazı ecza-i âherle bulaşmış. İşte bir adam menbaı gördü,
tattı. Hakkalyakînle tatlılığını anlamış, teşaubatın ittisalini derketmiş; sonra
hangi cedvele yahud herhangi fürua rast gelse edna bir emare tatlılığına dair
ona kanaat verir, ta aksi kat’i bir delil ile tebeyyün edinceye kadar... O vakit
“başka madde karışmış” der. Bu nevi nazar ve tedkik, imanın kuvvet ve inki-
şafına yardım eder.
1118- İkinci nazar: Menba’dan aşağı inmeye bedel, aşağıda gezer. Bu ise
hangi fürua rast gelse, acılığına bir emare görse şübheye düşer. Tatlılık için
delil-i kat’i arzu eder. Heyhat! Her yerde bürhan ele gelmez. böyle incecik bir
fürua, cesim bir neticeyi bindirmek ister. Git gide şübhe, emniyetsizlik
tezayüd eder. Hem de akıl, nazar penceresiyle eşyaya bakar. Halbuki mahall-i
iman olan kalb, hads ve ilham gibi isimlerle tabir edilen bir hiss-i sâdise-i
batıniye ile hakaika bakar ki, enbiyada vahy o hisse göredir.
Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir ve dardır. Pekçok hakaika karşı
kâsır olur. Kavrıyamadığından hakikat değil der, reddeder.” (A.B.81) (Bak:
662.p.)
1119- “Akıl tatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unuta-
maz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccih-
tir. Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldır-daima onu tahrik eder. Hadsin
muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve
onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı ilahî, onu daima mari-
fet-i Zülcelal’e sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibe-
darın cezbiyledir.” (M.N.255)
1120- Tedrisatta manevîyatın hâkim olması gerektiğini, zira iman aklî de-
lilden ziyadee hadse istinad ettiğini beyan eden Bediüzzaman bir eserinde
şöyle diyor:
“Bu âlem-i İslâm’ın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu darülfünun idi.
Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı.
En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan,
En mütesallib olmalı, en müteyakkız olmalı, yahut o dâr olmamalı,
İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir, dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u
iman,
Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağ da vesveseler, hem
pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.
HAFIZİYET 656
Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkal-
yakîne ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-ı bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i iman, Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i
sâdis; tarik-i iman, Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.” (S.731)
İmanın yeri kalbdir: İ.Hanbel 2/172, K.3/134
yor. işte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki
çiçek ile, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze
gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohum-
cuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve
koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi da-
vet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyor. Ta nebatî hayat mer-
tebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hakeza... muhtelif
ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiç-
bir galat, kusur yok.
(67:3) ¯‡YO4 ²w¬8 >«h«# ²u«; «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡_«4 sırrını gösterir. Herbir tohum,
ism-i Hafiz’in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından ver-
diği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz hâ-
rika muhafazayı yapan Zat-ı Hafiz, kıyamet ve haşirde hafiziyetin tecelli-i
ekberini göstereceğine kat’i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni ta-
vırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafiziyyet cilvesi bir hüccet-i kâtıadır ki;
ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübra hamelesi ve arzın
halifesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, ke-
mal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Ayâ bu insan zan-
neder mi ki, başı boş kalacak. Hâşâ! Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i
ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her ame-
linden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. işte hafiziyetin cilve-i
kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler had ve hesaba gelmez. Bu
meseledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.”
(L.137)
1122- Hem “gözümüzle görüyoruz, öyle ihatalı ve azametli bir hafiziyet
hükmeder ki, zihayat herşeyin ve her hâdisenin çok suretlerini ve gördüğü
fıtrî vazifesinin defterini ve esma-i İlahiyeye karşı lisan-ı hal ile tesbihatına
dair sahife-i a’malini misalî levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcukla-
rında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında bilhassa
insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütübhanesi olan kuvve-i hâfı-
zasında ve sair maddî ve manevî in’ikas ayinelerinde kaydeder, yazdırır;
zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o manevî ya-
zıları maddî bir tarzda gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve
nümuneler kuvetiyle (81:10) ² «h¬L9 rEÇM7~ ~«†¬~—« âyetindeki en acib bir ha-
HAİN 658
kikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde
milyarlar dil ile kâinata ilan eder.
Ve başta nev’-i insan olarak bütün zihayatlar ve bütün eşya, fenaya düş-
mek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer ola-
rak zihayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve
devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadıyla girmek için halk olundukla-
rını gayet kuvvetli isbat eder.” (Ş.215)
Bir atıf notu:
-Fanilerde kaderin tecellisi ve fiillerinin manevî âlemlerde muhafazası, bak: 2618.p.
1123- Elhasıl: Cenab-ı Hakk’ın Hafîz ismi, maddî ve manevî bütün kâi-
natı ve ef’al ve ahval-i beşeriyeyi bütün hususiyetleriyle muhafaza ve manevî
âlemlerde tesbit ediyor.
Böyle bir hafiziyetin tesbit ettiği her insanın canlı tarihçe-i hayatını bütün
hüviyet ve mahiyetiyle insan görecek, anlıyacak (Bak: Kur’an 99:6) ve (75:13,
14, 15) (78:40) (36:65) ve emsali âyetlerinin beyanı gibi muhasebesi gö-
rülecek. Bak: 208, 544, 652, 1031.p.lar
Bir atıf notu:
-Hafiziyet ni’metinin kıymeti, bak: 2868.p.
1124- Kur’anda (11:57) (34:21) (42:6) âyetleri Allah’ın hafiziyetini bildiren
âyetlerden örneklerdir. İ.M. mukaddime 13. bab 183. hadiste, mü’min olan
kul, haşirde günahlarını yalnız kendisinin göreceği kaydedilir.
1125- HAKAİK-I NİSBİYE y[AK9 s=_T& : Birbirine zıd olan veya bir
cinsten olup dereceleri farklı bulunan şeyler arasında yapılan nisbet ve mu-
kayese ile bilinen hakikatlar. İyilik ve kötülük; soğuk ve sıcak; büyük ve kü-
çük; gece ve gündüz; hastalık ve sıhhat; elem ve lezzet zıddiyeti ve dereceleri
gibi. Evet “şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin
arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebeî olarak ya-
ratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini,
HAKEM 659
Evet _«;¬…~«f²/«_¬" š_«[²-« ²~ ¿«h²Q# _«WÅ9¬~ meşhur kaziyeden maksad; bir şeyin
zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebebdir.” (İ.İ. 27)
(Bak: Ezdad)
Atıf notları:
-Hakaik-i nisbiyenin zuhurları, bak: 2018, 3023.p.lar.
-Nisbî hakikatlar, imkânî ve farazî eşyada dahi olabilir, bak: 1152.p.
1125/1- HAKEM vU& : Kur’an (4:35) âyetinde olduğu gibi, iki taraf
arasında ihtilafı halletmek için rızalariyle hâkim seçtikleri kimse. Allah’ın
isimlerinden biridir.
Hakem ve Hakîm kelimeleri aynı köktendir. Beşerî sahada hakemlik
adalete dayanır. Kâinat âlemlerinde ise, daha çok hikmetle hükmeder. Çünkü
fıtrat âleminde iradevî suç işleyen ve imtihan sırrı yok.
İsm-i hakemin manasının izahı için: 1318 ve 1764.plara bakınız. Geniş
tafsilat için: L.311, 3. Nükteye bakınız.
ârî ve zâhir olan gerçek. *Mecaz” karşılığı, esas olarak kullanılan kelime.
*Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o manada
kullanılması. “Göz” kelimesinin, aynı o bilinen uzuv manasında kullanılması
gibi.
1127- Hakikat tabiri, zerrattan seyyarata kadar bütün mütegayyer varlık-
ların istinad ettiği melekûtiyetleri manasında çok külli, umumi ve farklı bir
tabir olarak ta kullanılır. Nitekim, “Kur’an bazan tagayyüre maruz ve muh-
telif keyfiyata medar maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-i sâbite suretine
çevirmek için; sâbit, nurani, küllî esma ile icmal eder, bağlar.” (S.420)
Evet “herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir
hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir İsm-i İlahî’ye dayanıyor. Pek çok per-
deleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayan-
makla o fen, o kemalat, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım
yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı
Hakk’ın “İsm-i Adl ve Mukaddirîne yetişip, hendese ayinesinde ve o ismin
hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ: Tıp bir fendir,hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikatı;
Hakîm-i Mutlak’ın “Şafi” ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i ze-
minde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıb kemalâtını bulur, haki-
kat olur.
Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü’l-Eşya, Cenab-ı
Hakk’ın (Celle Celaluhu) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbi-
rane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o
isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya
hurafata inkılab eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete
yol açar.” (S.262)
“Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini ka-
zan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının te-
zahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir
şey’in, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına
istinad eder. Yoksa hakikatsız ehemmiyetsiz bir surettir.” (S.473)
1128- Evet “herşey mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir.
Kendi zatında müstakil ve bizatihi sâbit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi ba-
şıyla kaim bir hakikatı yok. Fakat Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani
H A KÎ M 661
mana-yı harfiyle olsa; hiç değil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye
var. Madum değil, çünki sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı
vardır, sâbittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduğu bâki bir ismin sâbit bir
nevi gölgesidir. (M.59)
“Hatta muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakiki hakaik-i eşya,
esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.” (S.627)
İşte bu izahattan anlaşılıyor ki, “cadde-i kübra, sahabe ve tabiîn ve
asfiya’nın caddesidir.
daha güzel bir surette tazelenecektir. ¬Œ²‡« ²~ «h²[«3 Œ²‡« ²~ Ĭ±f«A# «•²Y«< (14:48)
sırrı tahakkuk edecektir.” (S.530)
H A KÎ M 662
Hak: hikmet muktezasına göre vuku bulan hüküm manasına gelir. “Bu
karar haktır” denilmesi gibi.
1134- Hak: Hall ü fasl edilmiş. hükmü verilmiş olan herhangi bir işe de-
nir. “Emr-i hak” denilir ki, kazaya iktiran etmiş hâdise demektir.
Hak: Adalet manasına gelir. “Hak yerini buldu” denilmesi gibi. Bu ci-
hetle adalet sahiblerine “ehl-i hak” denir. Bu manada “hakkaniyet” tabiri de
müstameldir.
Hak: Vâcib ve lâzım olmak manasına gelir. “Şöyle yapılması bir haktır”
denilir ki, bir vecibedir demek olur.
Hak: Bir şeyi sâbit, vâcib kılmak manasına gelir. “Filan davasını hak
etti”. denilmesi gibi.
Hak. Mal ve mülke ıtlak olunur. “Şu filanın hakkıdır” denilmesi gibi.
Hak: Bir kimseye nâfi’, ondan zararı dâfi olan şey manasına gelir.
Hak: Bir akarın merafıkına, meselâ bir hanenin tevabiinden olup, ondan
ayrılmayacak olan şeye ıtlak olunur. Hakk-ı tarik, hakk-ı mesil gibi.
Hak: Bir kimseye muhdes olan manevî bir kudrettir ki, bununla tasarruf
salahiyetini veya mâlikiyet vasfını hâiz olur. Başka bir tabir ile hak; bir ikti-
dar-ı şer’îdir ki, insanlar bununla bazı şeyleri icra ve mütalebeye salahiyettar
olurlar. Cem’i: Hukuktur. Bu haklardan bahseden ilme de “İlm-i Hukuk”
denilir.” (H.İ.ci.l, sh: 18)
Birkaç atıf notu:
-Fâilin gayesini bildirmesiyle hak bilinebilir, bak: 1304/1.p.
-Bir ilim ve hükmün hak olabilmesinin şartı, bak: 1559,2892.plar.
-Beşerî anlayışlar, ilahiyatta hak ifade etmez. bak: 4037.p.
1135- Kur’an (4:105) âyeti, hak olarak gelen Kur’anla hükmetmeyi emre-
der.
Bir âyette de şöyle buyurulur: “(10.5) ¬±s«E²7_¬" Å ¬~ «t¬7«† yÁV7~ «s«V«' _«8 Bu
âyetteki¬±s«E²7_¬" Å ¬~ yı, ibn-i Cerir gibi bazı müfessirîn, Allah Teala’nın isimle-
rinden olan ±sE7~ ism-i şerifiyle tefsir etmiştir ki, bu surette ba-i sebebiye
HAKK 664
olmak zâhirdir. Ekser müfessirîn ise Ÿ® ¬0_«" ~«g«; «a²T«V«' _«8 _«XÅ"«‡ (3:191) ve
«w[¬A¬2 « _«WZ«X²[«" _«8—« «Œ²‡« ²~«— «š_«WÅK7~ _«X²T«V«' _«8—« (21:16) âyetleri delâlatıyla boş,
abes ve oyuncak olmamak ya’ni Hak Teala’nın muradına mutabık bir çok
mesalih ve menafi-i mühimme terettüb etmek ma’nasına, ilim ve iradeyi
cami hikmet-i bâliga ile tefsir etmişlerdir ki, hak ligayrihi manasındadır ve
ba-i mülâbesedir.” (E.T.2677)
Kur’an (28:75) âyeti, hakkın tek sahibi ancak Allah olduğunu bildirir.
1136- Bir hadis-i şerifte de ¬y²[«V«2 |«V²Q< « «— YV²Q«< Çs«E²7«~ (124) denilmiştir.
1138- HALİFE yS[V' : Öncekinin yerine geçen. *Geniş bir sahada Al-
lah namına idare hâkimiyetine sahib olan kimse. *Fık: ilahî yani şer’î hü-
kümlerin tatbik ve icrası için Peygamber’e (A.S.M.) vekil olan zat: Hülefa-i
Râşidîn gibi (Bak: 606.p.) İmam. İmamet-i Kübra.
HALİFE-İ MÜSLİMÎN 667
Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer’î emirlerde öylece itaat
edilir. Halifede aranan önemli şartlar: İlim, Adalet, Kifayet (yani emanet va-
zifesinde gerekli olan kabiliyet, dirayet, feraset gibi hususiyetlerde yeterli ol-
mak). A’za ve havasda selâmet. Bu şartlardan başka müslim olması, erkek ve
büluğa ermiş bulunması, hür olup köle ve esir olmaması da şarttır. (D.M.İ.F.
sh: 3468 de “İmametin şartları” bölümü vardır.) (Bak: Biat, Hilafet, Sultan,
Ulu-l-emr)
1139- Allah’ın insanlara verdiği hilafet, hem bütün mahlukat üstünde in-
sanın makam-ı tasarrufuna, hem cemiyeti idare iktidarına şamildir. Şöyle ki:
“Rabbin irade-i ezeliyesini izhar ve kudret-i lâyezalîsini ibraz ederek melek-
lere (2:30) ®}«S[¬V«' ¬Œ²‡« ²~ |¬4 °u¬2_«% |Å9¬~ “Ben mutlaka yeryüzünde bir halife
yapacağım, bir halife tayin edeceğim.” demişti ki, meali: Kendi irademden,
kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim. o bana izafeten, bana
niyabeten mahlukatım üzerinde bir takım tasarrufata sahip olacak, benim
namıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyliyecek, o bu hususta asil olmayacak,
kendi zatı ve şahsı namına bil’asale icra-yı ahkâm edecek değil, ancak benim
bir naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi,
benim kanunlarımı tatbika memur bulunacak, sonra onun arkasından gelen-
ler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacak (35:39)
¬Œ²‡« ²~ |¬4 «r¬=«Ÿ«' ²vU«V«Q«% >¬gÅ7~ «Y; sırrı zâhir olacak. (Bak: 95, 3525.p.lar) Bu
mana, Ashab-ı Kiram’dan ve Tabiînden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirle-
rin hülâsası ve hâsılıdır.” (E.T.299)
1140- Halifelik hakkında Kur’andan birkaç not:
-İnsan arzın halifesi olarak halkedilmiştir: (6:165) (10:14) (27:62) (Bak: 1325. p.)
-Asilere bedel mü’minlerin yeryüzünde halife kılınması: (10.73)
-Nuh kavminden sonra halife kılınanlar: (7.69)
-Âd kavminden sonra halife kılınanlar: (7:74)
-Davud (a.s.)’ın hilafeti: (38:26)
¬?«h[¬E«" ²w¬8 yÁV7~ «u«Q«% _«8 âyetinde olduğu vechile inşa-i teşriîden eamm olduğu
gibi bundan başka ca’lde bir tasyir ü tazmin manası yani mef’ulünün diğer
bir şey ile zarfiyet veya gaiyet veya mebdeiyet veya diğer herhangi bir vechile
mülabesesi manası dahi vardır ki, bu şey arada kâh zımnî bir kayd olarak ve
kâh ikinci bir mef’ul suretinde mude-i kelâm olarak mülâhaza olunur. Evvel-
kinde ca’l velev zımnî olsun, mukayyed bir mef’ule taalluk eder.
(6:1) ‡« YÇX7~«— ¬ _«WVÇP7~ «u«Q«% (4:75) _È[¬7—« «t²9f«7 ²w¬8 _«X«7 ²u«Q²%~«—
(13:3) «|¬, ~«—«‡_«Z[¬4 «u«Q«%«— (25:53) _®'«ˆ²h«" _«WZ«X²[«" «u«Q«%«— gibi İkincisinde ise,
(6:96) _®X«U«, «u²[Å7~ «u«Q«%«— (2:19) ²v¬Z¬9~«†³~ |¬4 ²vZ²B«"_«.«~ «–YV«Q²D«< gibi iki mef’ule
taalluk eder. Ve makamına göre bu ikinci şeyin bir kayd-ı zımnî veya umde-i
kelâm olup olmadığını tefrik etmek lâzım gelir ki, bu manalar lisanımızda
“yapmak” ve “kılmak” kelimeleri ile ifade olunabilir.” (E.T.1866)
1144- “Ca’l ifadesi Kur’anda muhtelif manada kullanılmıştır. Ezcümle:
1- Tafak ve ahz (inşa ve ikbal) manasına; bir işi işlemeğe müteveccih olup
başlamak ve işler olmak: 2- Halketmek, yaratmak. 3- Kavl ve irsal 4- Tehiyye
ve tesviye (tanzim ve düzeltme) 5- Takdir 6- Tebdil 7- Bir şeyi birşeye dahil
etmek 8- Bir şeyi kalbe ilka ve ilham eylemek 9- itikad 10- Tesmiye 11- Bir
şeyi diğer bir şeyden icad ve tekvin 12- Bir şeyi, birsıfat ve haletten diğer bir
sıfat ve halete döndürmek, kılmak tasyir. 13- Bir nesne üzerine hükmeyle-
mek, gerek hak ve gerek bâtıl olsun vaz’ eylemek, bir hususu bir kimse ile bir
vecih üzere şartlaşmak ve azv ve nisbet eylemek ve hükm-ü şer’î” (Lügat-ı
Remzi) (Bak: Fıtrat, İcad, İnşa, Kâinat)
1145- En küçük bir şeyi yaratan, en büyük bir şeyi de halk edebilir.
“Nasılki bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye
ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen,
bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir elmayı icad
eden bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin belki bir
kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem sanat itibariyle koca ağacın bütün tarih-i
hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki: Onu
öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de; bugünü halkeden,
HALK 670
~®h[¬Z«1 ²v¬Z¬N²Q«A¬7 _®N²Q«" «–_«6²Y«7—« ¬y¬V²C¬W¬" ~Y#²_«< ²v«7 bütün o esbab birbirine
yardımcı da olsalar, yine o masnun benzerini getiremezler ve icad edemezler.
Zira bir incir meyvesinin içindeki zerrecik olan bir tohumu, cezalet-i san’atça
incir ağacından aşağı olmadığı gibi, insan dahi küre-i arzdan san’at ve
cezaletçe geri değildir. Öyle ise bir tohum ve bir insanı icad edip getiren zat,
elbette ağaç ve âlemin ibrazı ona zor gelmez.” (M.Nu.188)
1147- Hem “göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre, bir yıldız-
dan ve bir cüz’, küll mecmuundan... meselâ; dimağ ve göz, insanın tama-
mından ve cüz’î bir ferd, hüsn-ü san’atça ve garabet-i hilkatça umum bir ne-
viden ve bir insan, acib cihazlarıyla küllî cins hayvandan ve bir fihriste ve
proğram ve kuvve-i hâfıza hükmünde olan bir çekirdek, mükemmel masnui-
yeti ve mahzeniyetçe koca ağacından ve küçük bir kâinat olan bir insan,
kemal-i hilkati ve cemiyetli hârika cihazlarının binler acib vazifeleri görecek
bir tarzda mahlukiyeti kâinattan aşağıya değiller. Demek zerreyi icad eden,
yıldızın icadından âciz kalamaz. Ve lisan gibi bir uzvu halkeden, elbette
insanı kolayca halkeder. Ve birtek insanı böyle mükemmel yaratan, herhalde
bütün hayvanatı kemal-i sühuletle yaratabilecek ve gözümüz önünde
yaratıyor. Ve çekirdeği bir liste, bir fihriste, bir defter-i kavanin-i emriye, bir
ukde-i hayatiye mahiyetinde yaratan, elbette bütün ağaçların hâlikı olabilir.
Ve âlemin bir nevi manevî çekirdeği ve cemiyetli meyvesi olan insanı halk
edip bütün esma-i ilahiyeye mazhar ve ayine ve bütün kâinatla alâkadar ve
zeminin halifesi yapan zatın, elbette ve elbette böyle bir kudreti var ki, koca
kâinatı insan icadının kolaylığı ve sühuleti derecesinde halkedip tanzim eder.
Öyle ise; zerrenin ve cüz’ ve cüz’î ve çekirdek ve bir insanın hâlikı, sânii,
rabbi kim ise, elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların
ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlikı, sânii, rabbi aynen odur. Başka olması
muhal ve mümteni’dir.” (Ş.664)
1148- Kur’anda “(36:82) «–YU«[«4 ²w6 y«7 «ÄYT«< ²–«~ _®\²[-« «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~
hem (36:53) «–—h«N²E8 _«X²<«f«7 °p[¬W«% ²v; ~«†¬_¬4 ®?«f¬&~«— ®}«E²[«. Å ¬~ ²a«9_«6 ²–¬~ gibi
HALK 671
âyetler; vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def’î olduğunu ve (27:88)
¯š²|-« Åu«6 «w«T²#«~ >¬gÅ7~ ¬yÁV7~ «p²X. hem (32:7) y«T«V«' ¯š²|-« Åu6 «w«K²&«~ gibi âyetler;
vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla
tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Kur’anın feyzine istinaden deriz: Evvela, münafat yoktur.Bir
kısım öyledir: ibtidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi...
(1929.p.da beyan edilen semavatın altı günde hilkati sırrı, bir manada mevzumuzla
alâkalıdır.)
Saniyen: Mevcudatta meşhud olan sühulet ve sür’at ve kesret ve vüs’at
içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat, şu iki
kısım âyetlerin vücud-u hakikatlarına kat’iyyen şehadet eder. öyle ise, şunla-
rın hariçte tahakkukları medar-ı bahs olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “sırr-ı
hikmeti nedir” denilebilir. Öyle ise, biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete
işaret ederiz. Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, meharet-
lerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini
külfetsiz çabuk yapabilir. Hatta bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki,
güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya
bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de: Sani-i Hakîm ve Nakkaş-ı
Alîm, şu âlem sarayını müştemilatıyla beraber bedi’ bir surette yaptıktan
sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı ka-
derî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir. İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı
bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiri-
yor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna, taze bir
kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikme-
tiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.” (S.195)
“Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada hususan bidayet-i icadında gayet
derecede hüsn-ü san’atı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Di-
ğer kısmı; eşyada hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede sühu-
let ve sür’atini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.”
(S.197)
1149- Kur’anda “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” gibi tabirler,
başka hâliklar, râhimler bulunduğunu iş’ar etmez mi? sualine beş işaretle ve-
rilen cevab:
“Birinci işaret: Kur’an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için
bir delil-i kat’idir ki; Kur’an-ı Hakîm’in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz
HALK 672
|«X²KE²7~ š_«W²,« ²~ y«7 Bütün esmasını ahseniyyet ile tavsif, şu manayı ifade
ediyor...
1153- Beşinci İşaret: Şu müvazene ve müfadele; Cenab-ı Hakk’ın
masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.
Biri: Vahidiyyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u
umumî suretinde tasarrufatıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir tevec-
cüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve
icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından
ve icad ve kibriyasından daha büyük daha güzel, daha yüksektir, demektir.
Meselâ; nasıl bir padişahın-fakat veli bir padişahın- ki, umum me’murları ve
kumandanları sırf bir perde olup bütün hüküm ve icraat onun elinde
farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir.
Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî me’murların ve kumandanların sure-
tinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlar-
dır.
İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî me’murları da perde yapmıyarak,
doğrudan doğruya ihsanat-ı şehanesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek de-
nilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlik-ı Kâinat, çendan vesait
ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i Rububiyetini göstermiş. Fakat
ibadının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp doğ-
rudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubudiyet-i hassa ile mükellef edip
w[¬Q«B²K«9 «¾_Å<¬~—« fA²Q«9 «¾_Å<¬~ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.
İşte “Ahsen-ül Hâlikîn” “Erham-ür Râhimîn” “Allahü Ekber” meanisi,
şu manaya da bakıyor.” (S.617-619)
Bir atıf notu:
-Hilkatte ziyadelik, bak: Kur’an (7:69) (35:1) ve 1689.p. tâ âyet notları.
1154- HALK-I CEDİD f<f% ¬sV' : Ba’sü ba’d-el mevt, yeniden yaratı-
lış. Ana karnındaki çocuğun insan suretine getirildiği devre (Kur’an 23.14).
Yeniden yeniye tekraren yaratılma.
H A L K- I C E D İ D 674
Bir âyette şöyle buyruluyor: “(50:15) ¯f<¬f«% ¯s²V«' ²w¬8 ¯j²A«7 |¬4 yeni bir
halktan iltibastadırlar.
Sure-i En’amda (6.60) ¬‡_«ZÅX7_¬" ²vB²&«h«%_«8 v«V²Q«<—« ¬u²[Å7_¬" ²vU[Å4 «Y«B«< >¬gÅ7~ «Y;—«
âyetinde geçtiği üzere, bir kavmin hayatı gibi, bir şahsın hayatı da eczasının
lahzadan lahzaya yenilenmesi suretiyle bir iltibas içinde cereyan ettiğini ve
binaenaleyh halk-ı evvel denilen bu halkta, bekayı şahsînin bile vahdet-i
nev’iye gibi peyderpey halkolunan birbirine benzer ecza arasındaki bir iltibas
ve müşabehet içinde tecelli eden bir nisbet vahdetinden aynı nisbetle tevali
eden bir halk-ı cedid istimrarından ibaret olduğunu beyandır. Şeyh
Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın a’raz gibi cevahirin de an be-an
halk-ı cedid ile müteceddid olduğunu istinbata kadar gitmiş; 17. yy. felsefe
devresinde yer alan Fransız feylesofu meşhur Dekart (Descartes) de bu su-
retle bir halk-ı cedid nazariyesine zâhib olmuştur.” (E.T.4502) (*)
“(27:39) ¬±w¬D²7~«w¬8 °}<¬h²S¬2 «Ä_«5 “Cinlerden bir ifrit dedi.” Ragıb’ın Müfre-
dat’ında ifrit b[¬A«F²7~ •¬‡_«Q²7~«Y; yani habis, çetin demektir. Şeytan gibi insana
da istiare olunur; ifrit nifrit denilir. ibn-i Kuteybe demiştir ki; ifrit
“müvessekulhalk” yani hilkati kuvvetli demektir. Aslı, toprak demek olan
“afer”dendir.
* "Halk-ı cedid" nazariyesine Dekart'ı (Descartes) katmak pek uygun düşmez. Fakat De-
kartçı fikirlerden hareket edern okaziyonalistlerden mesale Malbranş (Malebranche) için bir
derece uygun olabilir. O, dünyadaki sebeblerin birer vesile (Fr.occasion: okazion) olduğunu,
te'sir-i hakikinin Allah'tan geldiğini söylemiştir. Bu bakımdan okaziyonalizm (vesilecilik) adı
verilen bu görüşün, maddiyat ve ruhiyat âlemindeki hâdisatı, "tasarruf-u daimiye-i İlahiye"
manasında açıklaması sebebiyle "halk-ı cedid"e benzerliği bulunabilir.
(Hazırlayanlar)
HAMD 675
«t¬8_«T«8 ²w¬8 «•YT«# ²–«~ «u²A«5 ¬y¬" «t[¬#³~_«9«~ Ben onu (o tahtı) sen makamın-
(27:39)
dan kalkmadan evvel sana getiririm, (27:40) °w[¬8«~ Ê>¬Y«T«7 ¬y²[«V«2 |Å9¬~—« Ve muhak-
kak ben buna karşı her halde kaviyim, eminim ¬ _«B¬U²7~«w8¬ °v²V¬2 ˜«f²X¬2 >¬gÅ7~ «Ä_«5
Nezdinde kitabtan bir ilim bulunan zat «t4²h«0 «t²[«7¬~ Åf«# ²h«< ²–«~ «u²A«5 ¬y¬" «t[¬#³~_«9«~
Ben sana, onu tarfin (gözün) sana dönmeden evvel getiririm, dedi. Bu zatın
kim olduğu hakkında müteaddid kaviller vardır. İbn-i Mes’ud kavlince Hızır
Aleyhisselâm’ın veziri Asaf İbn-i Berhiyadır ki, sıddık idi. Dua edilince ica-
bet olunan İsm-i Azamı bilirdi.
1156- Muhyiddin-i Arabî bunu şöyle anlatmıştır: Asaf tahtın aynında ta-
sarruf etti de onu mevzıında i’dam edip her an hâsıl olmakta bulunan (halk-ı
cedide) ârif olanlardan başka kimsenin şuuru lâhik olmayacak veçhile Sü-
leyman’ın yanında icad ediverdi. Vücudu zamanı, ademi zamanının aynı idi,
ikisi bir anda idi ve Asaf’ın kavli zamanda fi’lin aynı idi. Bu tahtın husulü
meselesi, en müşkil mesaildendir. Ancak zikrettiğimiz icad ve i’damı ârif
olan zevat müstesna... Taht ne mesafe kat’etti, ne de onun için Arz dürüldü
veya yarıldı.. İlh.” (E.T.3678-3680) (Televizyona işaret edip halk-ı cedid ile
de alâkalı âyet, bak: 3734.p.)
1157- Halk-ı cedid hakkında âyetlerden birkaç not:
-En taaccüb edilecek şey, kâfirlerin haşirle alâkalı halk-ı cedidi istib’aden inkârla-
rıdır: (13:5) (17: 49,98) (34: 7)
-Bundan başka: (14:19) (32:10) (35:16) âyetlerinde de (halk-ı cedid) tabiri geçer.
“Arşı hâmil olanlar.” Hamele-i Arş büyük meleklerdir ki, El-Hakka’da (69:17)
°}«[¬9_«W«$ ¯g¬\«8²Y«< ²vZ«5²Y«4 «t¬±"«‡ «Š²h«2 u¬W²E«<«— Kıyamet günü sekiz oldukları
musarrahtır. Bazı âsârda bugün dahi sekiz olduğu rivayet edilmiş ise de; ba-
zıları bugün dört olup, kıyamet günü diğer dört melek ile te’yid olunarak se-
kiz olacaklarına kail olmuşlardır ki, Muhyiddin-i Arabî de böyle der.
(40:7) y«7²Y«& ²w«8—« “ve etrafındakiler” (39:75) ¬Š²h«Q²7~ ¬Ä²Y«& ²w¬8 «w[¬±4_«&
buyurulduğu üzere, arşın etrafını donatan melekler ki, bunlar pek çoktur,
adedlerini ancak Allah bilir Hamele-i Arş ile bunlara “Kerubiyyun” derler ki;
kâf’ın fethi, ra’nın zammı ve tahfifiyle, “Kerubî’nin cem’idir Teşdid hatadır.
Lâkin öyle şayi’ olmuştur.
Kerub: Kurb manasına kerb’den faul’dür Allah’a en yakın olan melekler
demek olur. Onun için bazıları, kerubiyyun yalnız hamele-i arştır, demişler.”
(E.T.4145) (Bak: Arş ve 269, 2322.p.lar)
1164- Arş hakkında âyetlerden birkaç not:
-Rabb-ül arş: (43:82)
-Rabb-ül arş-il azîm tabiri: (9:129) (23:86) (27:26)
- Rabb-ül arş-il kerim tabiri:(23:116)
-Allah’ın arş üzerinde istivası: (10:3) (13:2) (25:59) (32:4) (57:4)
HAMİYET 679
“(16.67) _®X«K«& _®5²ˆ¬‡—« ~®h«U«, y²X¬8 «–—g¬FÅB«# “Bir müskir, bir de güzel rızık
alırsınız.” Bu âyet, müskirata dair ilk nazil olan âyettir. Bununla şarab henüz
tahrim edilmiş olmamakla beraber, görülüyor ki “rızk-ı hasene” mukabili
zikr edilmiş ve binaenaleyh güzel bir şey olmadığı anlatılmıştır. Makabline de
dikkat edilince anlaşılır ki “rızk-ı hasen” ile “sekr”in tekabülü, süt ile fers ve
demin tekabülüne nazırdır. Bu ise “rics” tahrimine imadır. Binaenaleyh bu-
rada “rızk-ı hasen”, pekmez ve mamulatı gibi tatlılardır.” (E.T.3107)
İçkiye mübah rızık nazarıyla bakan muhatablara ve âyette içkinin esas
hususiyeti anlatılarak tevarüsen gelen yanlış anlayışın tashihi ve tedricî terbi-
yenin icabı olarak ilk ikaz yapılır. İkinci âyette ise şöyle buyruluyor:
¬u²T«Q²V¬7 °}«A¬;²g8 _«ZÅ9¬_«4 ¬h²W«F²7~ |¬4 ¬yÅV7~ «ÄY,«‡ _«< _«X¬B²4«~ diye istiftalarına binaen
bu âyet nazil oldu ve ilk tahrim bununla başladı. Bundan memnuiyet zahir
olmakla beraber, cevaz ihtimali de yok değil idi. Bunun üzerine hemen terk
edenler bulunduğu gibi, henüz etmiyenler de vardı. Sonra bir namaz hâdisesi
üzerine (4:43) >«‡_«U, ²vB²9«~—« «?«ŸÅM7~ ~Y"«h²T«# « âyet-i nazil oldu. Bunun
üzerine içenler pek azaldı ise de yine vardı. Bir gün İtban ibn-i Mâlik, Sa’d
ibn-i Ebî Vakkas ile beraber birkaç kişiyi davet etmiş, işret de olmuş, sarhoş
oldukları zaman tefahura ve şiirler inşadına başlamışlar. Bu sırada Sa’d,
Ensardan birinin hicvini mutazammın bir şiir okumuş, o da bir çene kemi-
ğiyle vurup başını yarmış. Binaenaleyh Sa’d, Hz.Peygamber’e giderek şikayet
HAMR 682
etmiş. Bunun üzerine Resulullah; _®Q¬4_«- _®9_«[«" ¬h²W«F²7~ |¬4 _«X«7 ²w¬±[«" ÅvZÅV«7~ (125)
diye dua etmesi üzerine (5:90, 91) âyetleri nazil olmuş ve bununla hurmet-i
hamr son derece teşdid edilmiştir.” (E.T.763)
1170- “Hamr, esasen örtmek manasına masdar olduğu halde çiğ üzüm
şirasından iştidad etmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim olmuştur. Çünki
aklı bürüyüp örter ve bir tabir ile kafayı dumanlar ki buna humar denilir.
Hamrın bu üzüm şarabına ıtlakı, ıtlak-ı hastır. Bu münasebetle hamr, bir de
alelumum akla humar veren şey manasına kullanılır ki, bu manaca müskira-
tın hepsi hamrdır. İbn-i Ömer hazretlerinden mervidir ki, tahrim-i hamr na-
zil olduğu gün hamr beş şeyden: Üzümden, hurmadan, buğdaydan, arpadan,
darıdan idi ve hamr, akla humar veren demektir. Ebu Davud’da Nu’man
ibni Beşir’den rivayet olunduğu üzere Resullullah
¬u«K«Q²7~ «w¬8 Å–¬~—¬ ~®h²W«' ¬h²WÅB7~ «w¬8 Å–¬~—« ~®h²W«' ¬`«X¬Q²7~ «w¬8 Å–¬~
~®h²W«' ¬h[¬QÅL7~ «w¬8 Å–¬~—« ~®h²W«' ¬±hA²7~ «w¬8 Å–¬~—¬ ~®h²W«'
buyurmuştur ki: “Üzümden bir hamr, hurmadan bir hamr, baldan bir hamr,
buğdaydan bir hamr, arpadan bir hamr vardır” demektir. Buna binaen İmam
Malik ve Şafii ve bunlardan mukaddem veya muahhar bir hayli ülema ve
fukaha, Kur’andaki “hamr”ın mana-yı eammı ile alelıtlak müskir demek ol-
duğuna ve binaenalyh her nevi müskiratın nass-ı Kur’an ile aynen haram
bulunduğuna ve her birinin yalnız sekir derecesi değil katrelerinin bile şürb ü
isti’mali ve bey’u şirası asla caiz olamıyacağına hükmetmişlerdir.” (E.T.761)
1171- Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
Şârih İbn Battal der ki: Şürb-ü hamr hakında varid olan haberler içinde
en şiddetli rivayet, Ebu Hüreyre’den mervi bu hadistir. Çünki hadiste zikro-
lunan dört nevi fazihayı irtikâb edenlerden irtikâb ettikleri cürmü ika ettikleri
sırada iman şuurunun kendilerinden münselib olduğu bildiriliyor ki, zâhir
şekline göre çok ağırdır. Tebliğin bu zâhir şekline bakarak Haricîler: Bu bü-
yük cürümleri-haram olduklarını bilerek amden-irtikâb edenleri tekfir etmiş-
lerdir. Ehl-i Sünnet üleması ise bu husustaki imanı, kemale hamlederek: Bü-
yük günahları ve bu meyanda şürb-ü hamrı irtikâb edenlerin imanı tam ve
kâmil olmaz” suretinde tefsir etmişlerdir. Şârih Hattabî de: “Şürb-ü hamrı ve
diğer fazihaları helal addederek irtikâb edenler” diye tavsif etmiştir. Bazı
âlimler de, büyük bir tehdiddir, demişlerdir.” (S.B.M. cild 12, hadis: 1889)
Bir atıf notu:
-Kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, bak: 2673.p.
1172- Diğer bir hadiste de mealen şöyle buyruluyor: “Resulullah
Sallallahü Aleyhi Vesellem’den biti’ (içkisinin hükmü) sorulmuştu- ki bu biti’
Yemen halkının içtikleri baldan mamül içkiydi-Resulullah Sallallahü Aleyhi
Vesellem: “Sekir veren her içki haramdır” diye cevab verdi.” (S.B.M. hadis:
1891)
Diğer bir hadis meali: “Sarhoşluk veren her şey haramdır. Ve çok mik-
tarı sarhoşluk veren bir şey’in az miktarı da haramdır.” (H.G. hadis: 288)
(İçki, yedi büyük günahların içinde sayılıyor, bak:2492.p.)
1172/1- İçki, domuz, put ve şarkıcılığın haramiyeti: İ.M. 12. kitab-üt
ticare, bab: 11. Yine İ.M. 30. kitab-ül eşribe, bütün bablarıyla içki yasağının
çeşitli yönlerini kaydeder. S.M. 36. kitab-ül eşribe, de aynı mevzuya dairdir.
Diğer hadis kitabları da aynı şekilde içkinin haramiyetini kaydederler. T.T. ci:
3 sh: 259, 5. bölüm de aynı mevzu hakkındadır. S.M. 22. kitab-ül musakat,
12. babı, içki satmanın haramiyeti ve 54. kitab-üt tefsir, 6. babı şarabın
haramiyet hükmünün nüzulü hakkındadır.
Bir atıf notu:
-Şeriat-ı İseviyede şarabın mübahiyeti, bak: 2360.p. sonu
1177- İşte Hazret-i Cabir tarikında der ki: Resül-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Şerifte ¬u²FÅX7~ ²i%¬ denilen kuru direğe
dayanıp, okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit; di-
rek tahammül edemiyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı. Haz-
ret-i Enes tarikında der ki: Camus gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi. Sehl
İbn-i Sa’d tarikında der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak ço-
ğaldı. Hazret-i Übey İbn-il Kâ’b tarikında diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak
etti. Diğer bir tarikte, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etti:
¬h²6¬±g7~ «w¬8 «f«T«4 _«W¬7 |«U«" ~«g«; Å–¬~ Yani: “Onun mevkiinde okunan zikir ve
hutbedeki zikr-i İlahînin iftirakındandır ağlaması.” Diğer bir tarikte ferman
etmiş:
¬yÁV7~ ¬ÄY,«‡ |«V«2 ®_9Çi«E«# ¬}«8_«[¬T²7~ ¬•²Y«< |«7«~ ~«g«U«; ²Ä«i«< ²v«7 y²8¬i«B²7«~ ²v«7 ²Y«7
Yani: “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulullah’ın iftirakın-
dan kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti.” Hazret-i Büreyde tari-
kında der ki: Ciz’ ağladıktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm,
elini üstüne koyup ferman etti:
t« T²V«' uW²U«<—« «t5—h2 «t«7 aA²X«# ¬y[¬4 «a²X6 >¬gÅ7«~ ¬n¬=_«E²7~ |«7¬~ «¾Ç…‡«~ «a̬- ²–¬~
«¾¬h«W«$ ²w¬8 ¬yÁV7~ š_«[¬7—² «~ u6 ²_«< ¬}ÅX«D²7~|¬4 «t,¬h²3«~ «a̬- ²–¬~—« «¾h«W«$—« «t.Y' …¬±f«D<«—
Sonra, o ciz’i dinledi ne söylüyor; ciz’ söyledi, arkadaki adamlar da işitti.
diyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm direğin yanına gitmedi; belki
direk onun emriyle, onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü. Hazret-i
Übey İbn-i Kâ’b der ki: Şu hâdise-i hârikadan sonra Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm emretti ki: “Direk minberin altına konulsun.” Min-
berin altına konuldu; ta mescid-i şerif’in tamiri için hedmedilinceye kadar. O
vakit Hazret-i Übey İbn-i Kâ’b yanına aldı, çürüyünceye kadar muhafaza
edildi. Meşhur Hasan-ı Basri, şu hâdise-i mu’cizeyi şakirdlerine ders verdiği
vakit, ağlardı ve derdi ki: “Ağaç Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a
meyl ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstahaksınız.”
Biz de deriz: Evet, hem ona iştiyak ve meyl ve muhabbet, onun Sünnet-i
Seniyyesine ve Şeriat-ı Garrasına ittiba’ iledir.” (M.129-133)
Bir âyette şöyle buyrulur: “(114:4) ¬‰_ÅX«F²7~ ¬‰~«Y²,«Y²7~ ¬±h-« ²w¬8 Şerrinden
o hannas vesvasın ya’ni geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yo-
lundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti
olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.
(50:16) y«K²S«9 ¬y¬" ‰¬Y²,«Y# _«8 v«V²Q«9 —« âyeti, nefsin vesvesesi hakkında
(20:120) –_«O²[ÅL7«~ ¬y²[«7¬~ «‰«Y²,«Y«4 âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
geçmiş olan hunûs, lügatta lâzım olarak taahhur ve rücu’ ya’ni gerilemek ve
geri dönmek ve inkıbaz ve gaybubet, ya’ni sıkılıp büzülmek, sinip gaib ve
nabedid olmak manalarıyla alâkadar olduğu gibi; müteaddi olarak, gerilet-
mek, münkabız etmek, sindirip gaib etmek manalarına gelir. Müfessirîn ek-
seriyetle lâzımdan teahhür ve inkıbaz ve sinmek manasını esas tutarak tefsir
eylemişlerdir ki; bundan hannas, geri çekilerek veya büzülüp sinerek fırsat
bulunca dönmek âdeti olan, demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye
terceme etmeyi muvafık bulduk. Keşşaf’da: Hunûsa mensup, âdeti hunûs
ya’ni teahhür etmek olandır. Çünki Said İbn-i Cübeyr’den rivayet olunmuş-
tur ki, insan Rabbini zikrettiği vakit şeytan hunûs eder, geri kaçar; gaflet
edince de döner, vesveseye başlar... ilh..” (E.T.6422-6424)
1181- İngiliz’in İstanbul’u işgal ettiği zaman yaptığı aldatıcı telkinlerine
karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevabın bir parçası şöyledir:
“Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde
şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına
kundak sokan “elhannas “ altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlar-
daki ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır ma-
denleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, damarları buluyor. Kiminin hırs-ı inti-
kamını, kiminin hırs-ı cahını, kiminin tamaını, kiminin humkunu, kiminin
dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta
ediyor.” (A.B.114)
İşte her zaman böyle nifak perdesinde insî şeytanlar ifsada çalıştıkların-
dan, Kur’an küllî manada âlem-i İslâmı ehemmiyetle ikaz eder.
şerifte kat’i bir delil ile men’edilmiş olan herhangi bir şeydir ki “haram
liaynihi” ve “haram ligayrihi” kısımlarına ayrılır.
Liaynihi haram: Haddizatında herkese karşı haram olan şeydir, Laşe, şa-
rap, akan kan gibi.
Ligayrihi haram: Haddizatında helal olup başkasının hakkından dolayı
haram olan şeydir ki, sahibinin meşru surette izni bulunmadıkça ondan baş-
kaları için istifade caiz olmaz.Komşularımıza, vatandaşlarımıza ait olan her-
hangi kıymetli bir mal veya bir taam gibi..
Haram olan şeylere “muharremat” denir.Haramın terkinden dolayı se-
vap, yapılmasından dolayı da azab vardır.Haram olduğu ittifak ile kat’iyyen
sabit olan bir şeyi helal saymak ise, insanı imandan mahrum eder.” (B.İ.İ.44)
“Müslümanlıkta yapılmaları caiz olmayan şeyler:
Ferdlerin ve cemiyetlerin selâmetine, nezahetine, saadetine muhalif olan
şeyler, din-i İslâm’da memnu’dur, haramdır. Bunların yapılması dünyevî veya
uhrevî mes’uliyeti müstelzimdir. Bunlara “günah, ma’siyet, ism”dir.
Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz değildir. O gibi şeylere razı ol-
mak, ve bir cebre mukarin olmadıkça yardım etmek de caiz değildir.
Mesalâ: Bir kimse, bir şey çalamaz. Bu haramdır, cezayı müstelzimdir.
Bir şeyin çalınmasına razı da olamaz yardım da edemez. Bu da haramdır,
memnu’dur.
Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek, yerine göre ya haram
veya mekruh olur. Bu şer’-i şerifte bir asıldır. Buna binlerce mes’ele teferru’
edebilir.
Meselâ: Bir şahıs herhangi bir haksızlığı tervic için bir kimseden bir mal
alamaz. Bu rüşvettir, haramdır. Binaenaleyh bir haksızlığı tervic ettirmek için
bir mal da veremez.Ve böyle bir malın verilmesine vasıta da olamaz. Bunlar
da haramdır, mennu’dur. Çünkü böyle alınması memnu’ olan bir şeyin ve-
rilmesi de, verilmesine delâlet edilmesi de haramdır, memnu’dur. Nitekim
bir hadîs-i şerif “Allah Teala rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların ara-
sında rüşvete vasıta olana da lânet buyursun.” mealindedir.
Bir kimse müverrisinin gayr-ı meşru’ bir sebeble elde etmiş olduğu bir
malından irs hissesi almamalıdır. Evlâ olan budur. Bu bir vera’ ve zühd fazi-
letidir. O hisseyi almak meşru’ olmayan bir harekete razı olmak demektir.
HARAM 690
Binaenaleyh insan, helal ve meşru olan hisse ile iktifa etmeli, o mal asıl
sahibi malum ise ona reddedilmelidir. Malum değilse, fakirlere sadaka olarak
dağıtılmalıdır. Çünkü böyle habis bir, maldan kurtulmanın çaresi, sahibine
reddi müteazzır olunca, tasadduk etmektir.
Alacağı bir gıda maddesini gayr-ı meşru’ bir hale getireceği veya alacağı
genç bir köleye fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı silahı fesada
âlet edeceği anlaşılan bir kimseye bunları satmamalıdır. Bu satış tenzihen ol-
sun kerahetten hâlî değildir.” (B.İ.İ. 424)
1182/1- Bir kimsenin elinde meşru olmayan bir mal bulunsa bakılır. Mal
sahibi biliniyorsa mutlaka onu sahibine iade etmesi gerekir. Yoksa mal sahibi
bilinmiyorsa veya ölmüş veya vârisi kalmamış ise onu, vebalden kurtulmak
gayesiyle tasadduk edecektir. Ancak eldeki helâl olmayan mal miras olarak
intikal etmiş ise ve sahibi bilinmiyorsa varis için mübah olup olmadığı husu-
sunda ihtilaf vardır. Vâris için mübahtır diyen olduğu gibi haramdır diyen de
olmuştur. İhtiyaten onu tasadduk etmek daha evladır. (İbn-i Abidin c.5, sh:
247)
Herhangi bir şekilde kazancına haram karışırsa iki durumla karşılaşırız.
Ya haramın miktarı bellidir veya değildir. Eğer haramın mikdarı belli ise
bunu derhal malından ayırır!... Değilse zann-ı galiple hüküm verir!... Mülke
dahil olan haram, ‘liaynihi’ cinsinden ise (şarap, domuz eti vs. gibi) bunu
herhangi bir fukaraya tasadduk edemez, imha eder. Ancak haram ligayrihi
ise, herhangi bir sevap beklemeksizin fakir-fukaraya verir. Bir kısım İslâm
üleması “Haramı kendimiz yemediğimiz halde nasıl fakir-fukaraya verebili-
riz?...” sualine ceva aramıştır. (Geniş bilgi için: Bedrüddin Mahmud b.
Ahmed el Ayni- Umdetü’l Kâri, Şerhü Sahih-i Buhari İst. 1308 11 Matb.
Amire tb. c.5 sh. 575)
(Bak: Avret, Fısk, Fücur, Gıybet, Günah, Hamr, Hürmet-i Musahare, Kizb,
Kumar, Mubikat-ı Seb’a, Muharremat, Musiki, Nazar-ı Haram, Riba, Rüşvet,
Sanemperest, Sihir, Sirkat, Zaruret, Zina)
1183- Bazı şeylerin haram edilmesinin hikmetleri vardır. Meselâ
Kur’anda (2:29) _®Q[¬W«% ¬Œ²‡« ²~ |¬4 _«8 ²vU«7 «s«V«' >¬gÅ7~ «Y; âyetinde “menfaat
için kullanılan ²vU«7 deki Ä eşyanın hilkaten mübah, helal, menfaatli olarak
ağyarın malı, ismet-i şer’iyye için haram olmuştur. İnsanın eti, hürmet ve ke-
ramet için; zehir, zarar için; laşe eti, necaset için haram olmuşlardır. Ve keza
herbir şeyde bir faide, bir menfaat olduğuna remzdir.” (İ.İ.193)
1184- “Me’murat ve menhiyat-ı şer’iyede illet, emr-i İlahîdir ve nehy-i
İlahîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler. Emir ve nehyin taal-
luklarına İsm-i Hakîm noktasında sebeb olabilirler.
Meselâ, sefer eden namazını kasreder. Bu namazın kasrına, bir illet ve bir
hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat ol-
masa da namaz kasredilir. Sefer olmasa, hanesinde yüz meşakkat görse yine
namaz kasredilmez. Çünki meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-
ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi, illet yapmasına da yine kâfidir.
İşte bu kaide-i şer’iyeye binaen ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tagayyür
etmiyor. Hakiki illetlere bakar.
Meselâ, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın etinde bildiği zarardan, has-
talıktan başka “Hınzır eti yiyen bir cihette hınzırlaşır.” (*) kaidesiyle o hayvan,
sair hayvanat-ı ehliye gibi zararsız sayılmıyor. Etinden gelen menfaatinden
ziyade çok zarar iras etmekle beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk
memleketi olan Frengistan’dan başka tıbben muzır olduğu gibi; manen ve
hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk etmiş, işte bu gibi hikmetler onun
haram olmasına ve nehy-i İlahî taallukuna bir hikmet olmuştur. Hikmet her
ferdde ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet
değişmez. İllet değişmezse, hüküm değişmez.” (O.L.127)
1185- Müslümanları haramlara düşürerek ifsad etmek isteyen müfsidler
şöyle tavsif ediliyor: “Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan
dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk’ın helal ettiği tayyibat dairesin-
den, haram ettiği habisat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir
sarhoşa benzer ki:
Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa
ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden
sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. *Sarsıntı. (Bak:
Faaliyet-i Rububiyet)
_«W«V²,«~~«†¬~ ¯±|¬L²<«h5 ¯f¬±[«,—« ¯±|¬L«A«& ¯f²A«2 «w²[«" «»²h«4« «}Å[¬V¬;_«D²7~ «}Å[¬A«M«Q²7~ ¬aÅA«% }Å[¬8«¶Ÿ²,¬ ² «~
(127)ferman-ı kat’isiyle: Rabıta-i diniye yerine rabıta-ı milliye ikame edilmez;
edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-ı
diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı
şehadeti ihraz etmiş.
1196- Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden mu-
vaffak olmadı? Hem neden Kader-i İlahî ve Rahmet-i İlahiye onların feci bir
âkıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in yakın tarafdarları değil, fakat cemaatine il-
tihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab mil-
letine karşı bir fikr-i intikam bulunması; Hazret-i Hüseyin ve tarafdarlarının
safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkibetin hikmeti ise; Hasan ve Hü-
seyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler.
Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları
dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya
karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve suri bir saltanattan çe-
kildi; fakat parlak ve daimî birsaltanat-ı manevîyeye tayin edildiler, adi valiler
yerine, evliya aktablarına merci oldular. (Bak: 1333, 1334.p.lar)
1196/1- “O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin
hikmeti nedir? diyorsunuz.
Elcevab: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları
olan Emeviler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas
vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükümetin selâmeti ve
asayişin devamı için eşhas feda edilir.”
127 Ebu Davud edeb/111 ve Tirmizi tefsir-i sure/49, 5 ve İbn-i Hanbel ci: 4 sh.411
HASAN (R.A.) 698
bar-ı gaybî nevinden mana-yı işarîsiyle ve (4:69) _®T[¬4«‡ «t\¬ ³7—~ «wK«&—« kelime-
sinde beşinci halifenin ismine ilm-i belagatta müstetbeat-üt terakib” tabir
edilen bir sır ile işaret ediyor.” (L.37) (Bak: 1010.p.)
128 Tirmizi ci: 4 sh: 503 hadis: 2226 ve Ahmet bin Hanbel ci: 5 sh. 220. 221 ve Ebu Davud
sünnet/8 ve Tirmizi fiten/48
129 K.U. ci: 13 hadis: 37691 ve T.T. ci: 3 hadis: 1065
HASAN-EL ASKERÎ 699
1199- Hem (33:40) ²vU¬7_«%¬‡ ²w¬8 ¯f«&«~ _«"«~ °fÅW«E8 «–_«6_«8 âyetinin küllî
manasının işaretiyle; “Peygamber’in (A.S.M.) evlad-ı zükûru rical derecesinde
kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yanlız “rical”
tabirinin ifadesiyle, nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak
nesli devam edecektir. Felilâhilhamd Hazret-i Fatma’nın nesl-i mübareki,
Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nü-
büvvet’in manevî ve maddî neslini idame ediyorlar.” (S.413) (T.T. ci.3, sh:
661, Hz. Hasan ve Hüseyin’in (R.A.) menkıbeleri hakkındadır.)
1203- HASED fK& : Hasedde asıl olan mana: Bir nimetin, bir faziletin,
bir kemalin sahibinden zevalini arzu etmektir. O nimetin kendisine geçme-
sini gerek istesin, gerek istemesin, başkasında bulunmasını mutlaka çeke-
memektir. (Bak: Rekabet)
Hasud, çekemediği kişiyi; hasta, fakir, zelil, perişan görmek ister ve bun-
dan dolayı sevinir. Bu hal en hafif tabirle hakikatları hakkıyla bilememenin
ve iman za’fının alâmetidir.
HASENAT 700
1204- “Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin akibetini düşün-
sün. Ta anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve
servet; fanidir, muvakkattır. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî mezi-
yetleri ise; zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya
kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsudu
riyakar zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup,
kader ve rahmet-i İlahiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Adeta
kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur
kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (M.266)
Kur’anda hased: (2:109) (4:54) (113:5) âyetlerinde geçer. Hadislerde de
hasedden ikazat vardır.
şu âyet ¬yÁV7~ ¬–²†¬_¬" |«#²Y«W²7~ ¬|²&~—« «‹«h²"« ²~«— «y«W²6« ²~ Î>¬h²"~«— (3:49) Kur’an,
Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan
teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen
tergib ediyor.İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman
bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayı-
HASTALIK 701
nız... Her dert -ne olursan olsun- dermanı mümkündür. Arayınız. bulunuz.
(Bak: 1213/2.p.) Hatta ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek müm-
kündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan!
Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî
dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalbler nur-u hi-
dayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilaciyle şifa bu-
luyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine devam bulabilirsin.
Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.” İşte beşerin tıb cihetindeki şimdiki
terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor
ve teşvik yapıyor.” (S.255)
1205/1- Peygamberimiz (A.S.M.)’ın hıfzıssıhha sahasındaki sünnet ve
hadisleri nurlu birer rehberdir. Manevi sıfatı ise “tabib-i kulub”dur. Kur’an
da müminlere şifadır. Manevi hastalıklar hem ferd, hem cemiyetler için bahis
mevzuudur. Bu husustaki Kur’an âyetlerinden birkaç not, bahsimizin so-
nunda gösterilmiştir.
Resulullah’ın (A.S.M.) yolundan giden ve Kur’anı rehber edinen ümme-
tinden birçok âlimler ve manevîyat büyükleri olan zatlar, hastalıkların her üç
dalında da beşeriyet için birer nümune-i imtisaldirler. Meselâ maddîsahada
bir nümune:
“İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı
dâhi-i meşhur Ebu Ali ibn-i Sina, yalnız tıp noktasında
(7:31) ~Y4¬h²K# « «— ~Y"«h²-~«— ~YV6 âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:
²u¬±V«T«4 ¬•«Ÿ«U²7~¬h²M«5 |¬4 ¬Ä²Y«T²7~ w²K&—« _®Q²W«% ¬w²[«B²[«A7²~ |¬4 Å`¬±O7~ a²Q«W«%
¬‰YSÇX7~ |«V«2 «j²[«7—« ¬•_«N¬Z²9¬ ²~ |¬4 š_«S¬±L7~«— ²`ÅX«D«# ¯u²6«~ «f²Q«"—« «a²V«6«~ ²–¬~
¬•_«QÅO7~ |«V«2 ¬•_«QÅO7~ ¬Ä_«'²…¬~ ²w¬8 ® _«& Çf«-«~
Yani: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum: Sözün güzelliği kısalığındadır.
Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa ha-
zımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye... Nefse ve mideye en ağır
ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” (L.147)
1205/2- “Ekser hastalıklar su-i istimalattan, perhizsizlikten ve israftan ve
hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor” (L.217) Bu da tekvinî veya
teşriî şeriata muhalefetin neticesidir. Bu muhalefette ileri giden mimsiz me-
HASTALIK 702
_«;¬…~«f²/«_¬" ¿«h²Q# š_«[²-« ²~ _«WÅ9¬~ Yani “herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, ka-
ranlık olmazsa; ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa, hararet anlaşıl-
maz; zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harareti ol-
mazsa, su içmesi zevk vermez. illet olmazsa, afiyet zevksizdir. Maraz ol-
mazsa, sıhhat lezzetsizdir. Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ih-
sas etmek ve her bir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre
sevketmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva-ı nimeti tadacak, ta-
HASTALIK 703
nıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı techiz etmesi gösteriyor ki; el-
bette sıhhat ve afiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.
Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende
olmasaydı; sen başın, elin, midenin sıhhatındaki lezzetli, zevkli nimet-i
İlahiyeyi hissedip şükreder miydin? Elbette şükür değil, belki düşünmiyecek-
tin. Şuursuz o sıhhatı gaflete belki sefahete sarfederdin.” (L.209)
1206- “Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından me-
rak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşme-
sini istersen, merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faidelerini, sevabını ve
çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes. Evet merak,
hastalığı ikileştirir; maddî hastalığın altında merak ile manevî bir hastalığı
kalbine verir, maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza
ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mü-
him bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evhamla bir dirhem
maddî hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak ke-
silmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider. Merak hastalığı ziyade ettiği gibi,
hikmet-ı İlahiyeyi ittiham ve rahmeti ilahiyeyi tenkid ve halık-ı Rahiminden
şekva hükmünde olduğu için aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleş-
tirir. Evet nasılki şükür nimeti ziyadeleştirir. öyle de şekva; hastalığı, musibeti
tezyid eder. Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilacı, hastalığın
hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faidesini bildin; o merhemi meraka
sür, kurtul. Ah yerine oh de, vâ-esefa yerine “Elhamdülillâhi alâ kulli hal”
söyle.” (L.210)
1207- “Ey ah ü enin eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh! eyleme.
Manasına bak oh! de. Eğer hastalığın manası güzel birşey olmasa idi, Hâlik-ı
Rahim en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi. Halbuki Hadis-i Sahihte var-
dır ki:
u«C²8« ²_«4 u«C²8« «~ š_«[¬7²—« ²~ Åv$ š_«[¬A²9« ²~ ®š«Ÿ«" ¬‰_ÅX7~ Çf«-«~ (130) -ev kema kal- Yani:
130K.H. hadis: 372 ve İ.M. 36. Kitab-ül Fiten bab: 23 hadis: 4023 ve Deylemi rikak/67 ve
Tirmizi zühd/57
HASTALIK 704
aleyhdarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acı-
mak hissini iras etmiyor. Çünki hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise görü-
yorum; emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı
merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki: Öyleler hakkında o nevi hastalıklar
musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir. Çünki çendan o hastalık onun
dünyevî, fani kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor. Fakat onun ebedî haya-
tına faidesi dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa,
gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muha-
faza edemiyecek, belki sefahete atılacak...
1211/1- Cenab-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek
için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz
nukuş-u Esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz
cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine
hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin
elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber
olan âlemde tecelli eden bütün Esma-i İlahiye bir âlem-i asgar olan insanda
dahi o Esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz
gibi nâfi’ emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine
sevkeder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hasta-
lıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer
çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan
acz ve za’f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir azanın
lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o ârızalar, ile, ayrı
ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i haya-
tında veyahut levh-i misalîde mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye
bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip va-
zife-i fıtratını ifa eder.” (L.13)
1212- “Şu dar-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dar-ı hizmettir; lezzet ve
ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dar-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyet-
tir; hastalıklar ve musibetler dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete
ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saatı, bir
gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekva değil, şükretmek gerektir.
Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı
malumdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını
ve aczini hissedip, Rabb-i Rahimine ilticakârane teveccüh edip, onu düşü-
nüp, ona yalvarıp, hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlis-
tir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir sa-
HASTALIK 707
ati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacak ömrü, uzun bir ömür olur. Hatta
birkısmı var ki: Bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer.” (L.10)
İki atıf notu:
-Hastalık duaya kuvvet verir, bak. 695.p.
-Hastalıkta sabır, bak: 3176.p.
1213- Bir Hadis-i Şerifte; ¬f²A«Q²V¬7 Åu«%—« Åi«2 ¬yÁV7~ «w¬8 _«<~«f«; Œ~«h²8« «~ Yani:
Hastalıklar, Allahu Azimüşşan tarafından kul için hediyelerdir.” buyurulmuş-
tur. (H.G. hadis: 34)
Hadis kitablarında hastalık hakkında hayli ehadis vardır. Ezcümle: Sahih-i
Buhari 75. Kitab-ül Marza l. ve 3. babları ve İbn-i Mace 31. Kitab-üt Tıb 18.
babı ve Sahih-i Müslim 45. Kitab-ül Birr 14. babı mü’minler için hastalık ve
musibetlerdeki sevablara dairdir. Meselâ, Müslim’deki aynı babın 45. hadis
meali şöyledir: “Kendisine hastalık ve daha başka neviden herhangi bir eza
isabet eden hiçbir mü’min yoktur ki; Allah bu eza sebebiyle onun günahla-
rını, ağacın kendi yapraklarını dökmesi gibi döker olmasın.” (S.M. 8. cild.
sh:39)
Bir atıf notu:
- Hastaya manevî şifa olarak okumak, bak: 2816 .p.
1213/1- Kur’andan, manevî hastalık ve şifa ile alâkalı bir kaç not:
-Kalblerinde hastalık bulunanlar ve bunların halleri: (2:7, 10) (5:52) (8:49)
(9:125) (22:53) (24:50) (33:12, 60) (47:20, 29) (74:31)
-Kur’anın kalblere ve mü’minlere şifa olduğu : (10:57) (17:82) (41:44)
-Şifayı veren yalnız Allah’dır: (26:80)
-Balın şifası: (16:69)
1213/2- Hastalıkla alâkalı bir kaç hadis meali:
Tıb ilminin nazara alacağı bir rivayet: “Sizden birinin hastası canı bir şeyi
çektiği zaman, onu yedirsin.” (R.E. sh: 31)
Her hastalığın devası vardır: “Allahu Zülcelal Hazretleri devasını verme-
diği hastalık vermedi. Bilen bildi, bilmiyen bilmedi. Yalnız ölüme çare yok.”
(R.E. sh:89) (Bak: 1205.p.)
HAŞR 708
(36:80) kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle nimet eden zat, sizi başı boş
bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” Hem remzen der:
“Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz.Odun gibi kemiklerin
hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsunuz.” (S.424) (En şaşılacak
şey, halk-ı cedidi istib’aden inkârdır, bak: 1157.p.)
1215- Keza maziyi halkedenin müstakbeli de halketmeye kadir olacağı
yakiniyat-ı akliyedendir. Evet “ilim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i ma-
ziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir muka-
yese yap:
Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra
mevcudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde
kalıp peyderpey vücuda çıkan evlad ve ahfadın arasında bir tefavüt var mı-
dır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sani’in masnuu olduğu gibi,
ikinci kısım da aynen o Sani’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da, Sani’in
ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evladının
icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden
anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, Sani’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir ol-
duğuna şehadet eden bir takım mucizelerdir.” (M.N.240)
1215/1- “Evet zaman-ı hazırdan tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan za-
man-ı mazi umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi,
herbir asrı; birer satırdır; birer sahifedir, birer kitabdır ki; Kalem-i Kader ile
tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-ihikmet ve
intizam ile yazmıştır.
Şu zamandan tâ Kıyamet’e, tâ Cennet’e, tâ ebede kadar olan zaman-ı is-
tikbal; umumen imkânattır. Yani mazi vukuattır. İstikbal imkânattır. İşte o
iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasıl ki dünkü günü
halkeden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden Zat, yarınki günü mevcu-
datıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de,
şüphe yoktur ki şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hâ-
rikaları; bir Kadir-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’i şehadet ederler ki; o Kadir,
bütün istikbalin, bütün mümkinatın icadına, bütün acaibinin izharına muk-
tedirdir.
Evet nasılki bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları
halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad
etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir
elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bah-
HAŞR 710
çenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem san’at itibariyle koca ağa-
cın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i
san’attır ki onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü
halkeden Kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına
muktedir bir Zat olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeri-
dine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine
dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.” (S.78)
1216- “Haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır.
Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve
ilim ve marifeti lâzım olur. Kur’an-ı Hakim, en basit ve kolay olan mertebeyi
kat’i ve kuvvetli isbat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir
kudreti gösteriyor. İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki:
“İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor.
Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak” acb-üz
zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hak onun üstünde
cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir.” (S.614) (Bak:
Acb-üz Zeneb)
1217- Bediüzzaman, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin ehemmiyetini
anlatırken diyor ki:
“İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet ¯}Å[¬V²T«2 «j[¬<_«T«8 |«V«2 «j²[«7 h²L«E²7«~ de-
miş. “İman deriz, fakat akıl bu yolda gidemez diye hükmetmiştir. Hem bü-
tün ülema-i İslâm: “Haşir, bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona
gidilmez” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve ma-
nen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne
geçemez. Kur’an-ı Hakim’in feyziyle ve Hâlik-ı Rahim’in rahmetiyle, şu tak-
lidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ih-
san ettiğinden bin şükretmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir.
Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyadına çalış-
malıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i
A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her
isminin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef’al-i azîmeyi görmek
ve göstermekle Haşr-i A’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’i iz’an ve tahkikî
iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösterili-
yor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, tak-
lide mecbur olur.” (S.93)
HAŞR 711
1218- “İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş’i görmemiş. Yalnız Kamer
ayinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş’e mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli
cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle
de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyi gibi isimlerin mertebe-i
uzmasına yetişmiyen, Haşr-i A’zamı ve Kıyamet-i Kübrayı taklidî olarak ka-
bul eder, aklî bir mesele değildir der. Çünki hakikat-ı Haşir ve Kıyamet, İsm-i
A’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya
çıkmazsa taklide mecburdır. Kimin fikri oraya girse Haşir ve Kıyameti, gece
gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.
İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti, en a’zam mertebede, en ekmel
tafsilatla Kur’an zikrediyor. Ve İsm-i A’zamın mazharı olan Peygamberimiz
Aleyhissalatü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i ir-
şadın iktizasıyla bir derece basit ve ibtidaî bir halde olan ümmetlerine, Haşri
en a’zam bir derecede en geniş bir tafsilatla ders vermemişler.” (S.340)
1218/1- Malumdur ki, failin fiili ve müessirin eseri olur. Bu eserlerden
istidlal ile müessiri bilinir. Allah, kâinatın hâliki olduğundan iman-ı billahı
isbat etmek kolaydır. Fakat haşrin isbatı bu kadar zâhir değildir. Bu hususu
beyan ederken Beziüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
“Risale-i Nur’da, iman-ı billah ve iman-ı bilyevm-il âhir olan iki kutb-u
imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede isbat edilmiş. Yalnız bu ka-
dar var ki, haşri cismanî kısmen sarihan ve kısmen zımnî ve tebeî isbat edil-
miş. Çünki bu âlem-i şehadet, Saniini gayet sarih ve zâhir gösteriyor; ve
haşrı, zımnî ve perdeli haber verir.” (K.L.211)
Haşri isbat eden Onuncu Söz’de “herbir hakikat” üç şeyi birden isbat
ediyor; hem Vacib-ül Vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri
onlara bina edip isbat ediyor. En muannid münkirden ta en hâlis bir
mü’mine kadar herkes her “hakikat”tan hissesini alabilir. Çünki “Haki-
kat”larda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al
var, muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyle ise bir faili var. İntizam ve mizan
ile o fail iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Madem hakîmdir,
abes işleri yapmaz. Madem adaletli iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise
bir mecma-i ekber, bir mahkeme-i kübra olacak. İşte “Hakikat”lar bu tarzda
işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden isbat ediyorlar. Sathî
nazar farkedemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”ların herbirisi başka Risaleler
ve Sözler’de kemal-i izah ile tafsil edilmiş. (B.L.320)
1218/2- Haşri, yani âhirette bütün insanların tekrar dirileceklerini isbat
HAŞR 712
_«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡« ²~ ¬|²E< «r²[«6 ¬yÁV7~ ¬}«W²&«‡ ¬‡_«$³~ |«7¬~ ²hP²9_«4
HAŞR 714
(30:50) °h<¬f«5 ¯š²|-« ¬±u6 |«V«2 «Y;—« |«#²Y«W²7~ |¬[²EW«7 «t¬7´† Å–¬~
Elhasıl; Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktazi ise her şeydir.
Evet mahşer-i acaib olan şu koca Arzı, adi bir hayvan gibi imate ve ihya
eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneş’i
onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı me-
leklerine tayyare yapan bir Zatın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti
ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, de-
vamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz
umur-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek ona şayeste, daimî
berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka baki bir memleketi
vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; za-
hirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün envah-ı
neyyire ashabı bütün kulubu münevvere aktabı, bütün ukul-ü nuraniye er-
babı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan
haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli va’d ve pek şiddetli tehdid eder,
naklederler.
Hulfü’l-va’d ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celal-i
kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya afvdan, ya aczden gelir. Halbuki
küfür; cinayet-i mutlakadır, afva kabil değil. (*) Kadir-i Mutlak ise, acizden
münezzeh ve mukaddestir. Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreb-
lerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kamel-i ittifak ile şu mes’ele-
nin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe
icma kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev’-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin
gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes’elede hem ehl-i ihtisas,
hem ehl-i isbattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas,
binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfilere tercih
edilir. Meselâ Ramazan hilalinin sübutunu ihbar eden iki adem, binler
münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.
* Evet küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kainata
karşı bir tahkir ve mevcudat ayinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i
İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün
mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı
kabule likayatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdirki, umum mahlukatın ve bütün esma-i
İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabi-
liyetsizliği, küfrün adem-i afvını iktiza eder. (31:13) °v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ şu manayı ifade eder.
HAŞR 715
Elhasıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava,
daha zâhir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mah-
şer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
1218/3- Onuncu Hakikat: Bab-ı hikmet, inayet rahmet, adalettir. İsm-i
Hakîm, Kerim, Âdil, Rahim’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki; Şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu devam-
sız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgah-ı arzda bu derece bâhir bir
hikmet, bu derece zâhir bir inayet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece
vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü’l- Mülk-i Zülcelal’in daire-i
memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâ-
kinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp şu görünen hikmet,
inayet, adalet, merhametin hakikatları hiçe insin?
Hem hiç kabil midir ki o Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde
kendine küllî muhatab ve cami bir ayine yapıp bütün hazain-i rahmetinin
müştemilatını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün
esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin... sonra o biçare insanı o
ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha davet edip mes’ud
etmesin?
Hem hiç makul mudur ki, hatta çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç
kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri
kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara
dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar
ehemmiyeti olmayan dünyevi bekasını gaye yapsın! Ve bunları, âlem-i ma-
naya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın! Ta hakiki ve lâyık
gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifalât-ı mühimmeyi gayesiz, boş,
abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin? Ta
asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki; Bu
şeyleri böyle hilaf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm,
Kerim, Âdil, Rahim’in zıtlarıyla- hâşa sümme hâşa-muttasıf gösterip hikmet
ve keremine, adl ve rahmetine delalet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib
etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delaletle-
rini ibtal etsin!
Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saç-
ları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i
dünyeviye versin; adelet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine
münafi, manasız iş yapsın!
HAŞR 716
Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler mikta-
rınca herbir zihayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o
derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak ol-
duğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün
maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hik-
met, nimeti, nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin,
rahmetlerin maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i
ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine
düşürsün ve kendini o zata benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taşında
binlerce nakışlar, herbir tarafında binler zinetler ve herbir menzilinde binler
kıymetdar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun dasonra ona dam yapma-
sın; her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşa ve kellâ!
Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i
Mutlak’tan abes bir şey gelmez.
Evet her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda
gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtila, meşher-i eşya gibi, seneler
adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Su-
retçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizamca, acaibce, Saniin
kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebat-
sız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâ-
hir bir hikmetin intizamatını, o derece zâhir bir inayetin işarâtını, o mertebe
kahir bir adaletin emaratını, o derece vâsi bir merhametin semeratını göre-
cek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki:
O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inayetten
daha ecmel bir inayet kabil değil ve o emaratı görünen adaletten daha ecell
bir adelet yoktur ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir mer-
hamet tasavvur edilmez.
Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhane-
leri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî
mekânlar, sâbit makamlar, baki meskenler, mukim ahali, mes’ud ibadı bu-
lunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anasır-ı mane-
vîye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlarını nefyetmek ve o
anasır-ı zâhiriye gibi, görünen vücutlarını inkâr etmek lâzımgelir.
Çünki şu bekasız dünya ve mafiha, onların tam hakikatlarına mazhar
olamadığı malumdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak me-
kân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, Güneşin
HAŞR 717
vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu her şeyde bulunan gö-
zümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her va-
kit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı görü-
nen adaleti inkâr etmek (*) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr
etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i
kerimane ve ihsanat-ı rahimanenin sahibini- haşa sümme haşa! sefih bir
oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzımgelir ki nihayetsiz mu-
hal bir inkılab-ı hakaiktir. Hatta herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücu-
dunu inkâr eden ahmak Sofestailer dahi bunun tasavvuruna kolay kolay ya-
naşamazlar.
Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve
sür’atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve
azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu dünya-yı
fanide kısa bir zamanda malumumuz olan semerat-ı cüz’iyeleri, ehemmiyet-
siz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, adeta
küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük
dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki; hiç-
bir akıl ve hikmete uygun gelemez. Demek şu mevcudat ve şuunat ile ve
dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyyen şehadet eder
ki; bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri
orada veriyor ve gözleri Esma-i Kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme
bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf
ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor. âhirette mahsul
alıyor. Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzle-
rine baksan göreceksin ki; mu’cize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç
kadar gayesi var Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin (*), bir ağaç çiçekleri
* Evet adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını
vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünki "Üçüncü
Hakikat"ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fitrî lisanıyla ve ıztırar li-
sanıyla Fatır-ı Zülcelal'den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lazım olan bütün
hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu
kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat'i vardır.
İkinci kısım menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazib ve
tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o
hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i
Ad ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve
taziyane-i tazib, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'i ile gösteriyor.
* Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiri-
yorsun?
HAŞR 718
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu’cizelerine istinad ederek sö-
zünü te’yid ettikleri ve bütün evliya keşf ve kerametlerine istinad edip dava-
sını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine
şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş
bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle
mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek, bütün
kat’iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek ka-
nadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi varki kapatabilsin!
Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir meselesi öyle rasih bir hakikattır
ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsa-
maz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfatının iktizası ile tesbit
ediyor ve Resul-i Ekrem’in bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve
Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve ayatıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün
ayat-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Acaba hiç müm-
kün müdür ki; haşir meselesinde Vacib-ül Vücud ile bütün mevcudat- kâfir-
ler müstesna olarak ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler,
şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-ı rasiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldır-
sın? Hâşa ve kellâ!
Sakın zannetme, delail-i haşriye, bahsettiğimiz oniki hakikata münhasır-
dır. Hayır, belki yalnız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu oniki hakikatları bize ders
verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavi bir emaredir ki:
Hâlikımız bizi bu dar-ı faniden bir dar-ı bakiye nakledecektir.
Hem sakın zannetme ki: Haşri iktiza eden Esma-i İlahiye, bahsettiğimiz
gibi yalnız Hakîm, Kerim, Rahim, Adil, Hafiz isimlerine münhasırdır. Hayır,
belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder,
belki istilzam eder.
Hem zannetme ki, haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen
bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır
perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki; bir vechi Sania şehadet ettiği gibi,
diğer vechi de haşre işaret eder.
Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sani’i gösterdiği
gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bul-
ması, haşri gösterir. Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sani’i, hem
haşri gösterir. Meselâ ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tez-
yini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir
Sani-i Hakîm, Kerim, Adil, Rahim’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler.
HAŞR 721
ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havass, hissiyat, cihazat, aza
gibi âlât ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette de
(2:25) ‡_«Z²9« ²~ _«Z¬B²E«# ²w¬8 >¬h²D«# kasırların altında, ebediyete lâyık cismanî
ziyafetler olacaktır.” (M.N.214) (Bak: 540.p)
1221- Hem âhirette mükâfat ve cezanın bulunmasının gerekliliğine işaret
eden “(41:46) ¬f[¬A«Q²V¬7 ¯•ÅŸ«P¬" «tÇ"«‡ _«8—« gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı
adlinin hülasası şudur ki: Âlemde çok görüyoruz ki: Zalim, facir, gaddar
insanlar gayet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet
zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar.
Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür.
Halbuki zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve
hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiç bir cihetle kabul etmediğinden; bilbedahe bir
mecma’-i âheri iktiza ederler ki; birinci cezasını, ikinci mükâfatını görsün. Tâ
şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp
adalet-i mahzaya medar ve hikmet-i Rabbaniyeye mazhar ve hikmetli mev-
cudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet şu dar-ı dünya, beşerin ru-
hunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsait değildir.
Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. öyle ise,
ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Öyle ise, cinayeti dahi azîmdir. Sair mev-
cudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kala-
maz, abes edilmez, fenayı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz.
Ona, Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise, ağuş-u nazdaranesini aç-
mış gözlüyor.” (S.524)
1222- Haşirde ihyadan sonra Allah’a rücu’ hakikatını ifade eden âyetler-
den birisi, (2:28) «–YQ«%²h# ¬y²[«7¬~ Åv$ âyetidir. Bu âyette geçen Åv$ ise, ikinci ihya
ile rücu’ arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.
1223- Fatihada geçen ¬w<¬±f7~ ¬•²Y«< ¬t¬7_«8 ifadesi hakkında bir “sual: Cenab-ı
Hakk’ın her şeye malik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza günü-
nün tahsisi neye binaendir?
Cevab: Şu âlemin insanlarca hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i
ezeliyenin bizzat mübaşereti azamet-i İlahiyeye münasib görülmediğinden,
vaz’edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref’iyle, her şeyin şeffaf, parlak içyüzüyle
tecelli edip Saniini, Hâlikını vasıtasız göreceğine işarettir.
•Y«< tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir.
Şöyle ki: Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerin-
den birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerin ik-
mal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü
dünya içinde tayin edilen manevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde,
ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun) devirlerini ikmal ede-
ceklerine hükmedilir. Ve keza bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen kü-
çük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin
tulu-u fecriyle, şahsı bir nev’ hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine
şüphe edemez.
w<… kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza
verilecek bir gündür... veya hakaik-i diniyedir. Çünki hakaik-i diniye o gün
tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe ede-
ceği bir gündür. Evet Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı
temin eden bir nizamı kâinatta vaz’ etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat et-
meğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i
esbaba müraat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dün-
yada daire-i esbab daire-i itikada galib ise de; âhirette hakaik-i itikadiye ta-
mamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir.” (İ.İ.19)
Kur’an (50:22) ve (81:11) âyetleri bu hakikatı te’yid eder. (86:9) âyeti de
âhirette bütün sırların ortaya çıkacağını bildirir.
HAŞR 724
ezel canibinden gelen (7:172) ²vU¬±"«h¬" a²K«7«~ hitabını işiten ve |«V«" ~Y7_«5 ile
cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha
müsahhar ve muntazam ve mutidirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün
zerreler dahi, bir Ordu-yu Sübhanî ve emirber neferleri olduğunu kat’i
bürhanlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş.
1225- İkinci Mes’ele: Cesedlerin ihyasına misal ise: Çok büyük bir şe-
hirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lambaları, adeta
zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi; bütün Küre-i Arz yü-
zünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lambalara nur vermek mümkün-
dür.
Madem Cenab-ı Hakk’ın elektrik gibi bir mahluku ve bir misafirhane-
sinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlikından aldığı terbiye ve intizam
dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nurani hiz-
metkârlarının temsil ettikleri, hikmet-i İlahiyenin muntazam kanunları daire-
sinde Haşr-i Azam tarfet-ül ayn’da vücuda gelebilir.
1226- Üçüncü Mes’ele ki, ecsadın def’aten inşasının misali ise: Bahar
mevsiminde birkaç gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece zi-
yade olan umum ağaçların bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden
mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve
meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulatı gibi, berk gibi bir sür’atle
icadları, hem o baharın mebde’leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin,
köklerin birden beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları; hem kemikler-
HAŞR 725
den ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir
ile def’aten “Ba’sü Ba’del Mevt’e mazhariyetleri ve neşirleri; hem,küçücük
hayvan taifelerinin hadsiz efradlarının gayet derecede san’atlı bir surette ih-
yaları, hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü,
gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzü-
müzü okşayan gözüm önündeki kabilenin bir senede neşolan efradı, beni-
âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde,
her baharda sair kabileler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları,
haşirleri; elbette kıyamette ecsad-ı insaniyenin inşasına bir misal değil, belki
binler misaldirler.
Evet dünya dar-ül hikmet ve âhiret dar-ül kudret olduğundan; dünyada
Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada
icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması, hikmet-i Rabbaniyenin
muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahür-
leri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan
birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhiret-
te bir anda, bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan (16:77)
«h²5«~ «Y; ²—«~ ¬h«M«A²7~ ¬d²W«V«6 Å ¬~ }«2_ÅK7~ h²8«~ _«8—« ferman eder.” (S.112-113)
1227- “Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?
Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir içindekilerle beraber bir ağaçtır,
bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet nasılki nurani bir nokta, sür’at-i hare-
ketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de Küre-i Arz sür’atli,
hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud
mahsulatıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.
¬yÁV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~ _«WÅ9¬~ ²u5 (M.37)
1228- “Sual: İmam-ı Gazali’nin “Neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün
muhaliftir” demesinin sebebi?
Elcevab: Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya
bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibariyle değildir. Çünki
(30:27) ˜ f [¬Q< Åv$ «s²V«F²7~ Η «f²A«< >¬gÅ7~ «Y; ve (30:19) _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡« ²~ |¬[²E<
«–Y% ¬h²F# «t¬7«g«6 «— gibi çok âyetlerin sarahatına muhalif olur. O muhalefet,
keyfiyet ve suret itibariyledir. Hem de umur-u uhreviyenin mertebece fev-
kalâde yüksek olmasına işarettir. Hemde Gazali’nin haşr-i cismanî ile beraber
haşr-i ruhanînin dahi vuku’ bulmasına bazı ehl-i batına taklid ve mümaşat
cihetiyle bir işaretidir.” (B.L.257)
Atıf notu:
-Haşirde fıtrî libas, bak: 3774.p
-Haşir akidesinin cemiyet hayatında müsbet tesirleri, bak: 1651.p
1229-Haşirle alâkalı, Kur’andan birkaç not:
-Haşir meydanında tanışma: (10.45)
-Haşrin mahkeme-i kübrasında mütekebbir aldatıcılarla aldatılanların suçu birbi-
rine atmaları: (Bak: 34:31, 32, 33)
duğunda ittifak vardır. İki kere evlenmiş ve çocukları olmuş. Kocasının biri
Mahzum kabilesinden, diğeri Temim kabilesinden Abdulhala adında biri
olup, asıl adı muhtelif şekillerde kaydedilmektedir. Peygamberimizden üç
sene evvel vefat etmiştir. (S.B.M. 10. ci. sh: 30 ve 1395. hadisi Hz. Hatice’nin
menakibi hakkındadır.
(35:10) `¬±[ÅO7~ v¬V«U²7~ f«Q²M«< ¬y²[«7¬~ âyetinin sırrıyla; güzel ve manidar ve imanî
ve hakikatlı kelimelerin, kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar
etmesiyle bütün küre-i havada melaike ve ruhanilere işittirmek ve arş-ı azam
tarafına sevketmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi ol-
maktır.
Madem havanın kudsi vazifesinin hikmet-i hilkatının en mühimmi bu-
dur. Ve ruy-i zemini radyolar vasıtası ile bir tek menzil hükmüne getirip
nev’-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer,
bu pek büyük nimete karşı bir umumi şükür olarak, o radyoları herşeyden
evvel kelimat-ı tayyibe olan başta Kur’an Hakim hakikatleri ve imanın ve
güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zaruri menfaatlerine dair
kelimatlar olmalı ki; o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür gör-
mezse, beşere zararlı düşere.” (N.A.20)
1231- “Meselâ: Bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime
olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi;
(35:10) `¬±[ÅO7~ v¬V«U²7~ f«Q²M«< ¬y²[«7¬~ remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i
havada birden, adeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi ma-
nevî ve makbul hakikatların bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i
havada kudretin acib bir mucizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi
HATİCET-ÜL KÜBRA 728
altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri aynı
hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan
gayr-i mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve
nazırdır ki; hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kula-
ğına girip, incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fitriyesindeki
cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiç bir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz
ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika-i san’ata hiç bir cihette hiç bir
parmak karışmadığı için, ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk,
yeknesaklık perdesi ile saklayıp; adi bir isim takıp, muvakkat kendilerini al-
datıyorlar.” (N.A.32)
1232- Yüksek bir tefekkür dürbünüyle kâinatta seyahat eden mütefekkir
bir zat, hava unsuruna ait müşahedesinden bir kısmını şöyle beyan ediyor:
“O yolcu, cevvdeki rüzgara bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle
gayet hakîmane ve kerimane istihdam olunur ki, güya o camid havanın şuur-
suz zerrelerinden herbir zerresi; bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler,
bilir ve hiçbirini geri bırakmıyarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve inti-
zamla yerine getirir bir vaziyetle; zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve
zihayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri
nakletmek ve nebatatın telkihine vasıta olmak gibi çok külli vazifelerde ve
hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve
hayatperverane istihdam olunuyor.” (Ş.107)
1233- “Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: “Bu camid, hayatsız, şuur-
suz, mütemadiyen çalkanan, kararsız fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu
havanın perdesiyle ve zahiri suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve
rahimane ve san’atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedeha isbat eder
ki: Bu çalışkan rüzgarın ve bu cevval hizmetkârın kendi başına hiçbir hare-
keti yok, belki gayet Kadir ve Alîm ve gayet Hakîm ve Kerim bir âmirin em-
riyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir em-
rini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i
Rabbanîyi dinler, itaat eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına
ve nebatatın telkihine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiş-
tirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü
seyahatına ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo
ile konuşmaların isaline ve bu hizmetler gibi umumi ve külli hizmetlerden
başka, azot ve mevellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret
olan havanın zerreleri birbirinin misli iken, zemin yüzünde yüzbinler tarzda
HAVAİC-İ ASLİYE 729
bulunan Rabbanî san’atlarda kemal-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından
çalıştırılıyor görüyorum.
Demek (2:64) ¬Œ²‡« ²~«— ¬š_«WÅK7~ «w²[«" ¬hÅF«KW²7~ ¬ _«EÅK7~«— ¬ƒ_«<¬±h7~ ¬r<¬h²M«#—«
âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbani hizmetlerde istimal ve
bulutların teshiriyle hadsiz Rahmani işlerde istihdam ve havayı o surette icad
eden, ancak Vacib-ül Vücud ve Kadir-i Külli Şey ve Alim-i Külli Şey bir
Rabb-i Zülcelali ve -l İkram’dır der, hükmeder.” (Ş.108)
makamındadır. Bir hadis-i şerifte (131) h²[«"ˆ >¬‡~«Y«&—« >¬‡~«Y«& ¯±|¬A«9 ¬±uU¬7 yani,
her peygamberin bir havarisi vardır, benim havarim de Zübeyr’dir diye bil-
hassa Hz. Zübeyr bu vasf ile yad olunmuş olmakla beraber Katade’den riva-
yet olunduğu üzere, ondan başkalarına havari ıtlak olunduğu varid olmuştur.
Denilmiştir ki, Resulullah’ın havariyyunu: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali,
Hamza, Ca’fer, Ebu Ubeyde İbnil Cerrah, Osman İbni Maz’un, Abdurrah-
man ibn Avf, Sa’d ibni Ebi Vakkas, Talha ibni Ubeydullah ve Zübeyr ibni
Avvam hazeratıdır. (R.A.)” (E.T.4949)
Hz. Musa (A.S.) ın da dinî hizmette beraberinde bulunan ve “feta” (genç
yiğitler) tabiriyle Kur’an (18:60,62) âyetinde bildirilen yardımcıları yani bera-
berinde olan bu mücahidleri, havariyyun mahiyetindedir. Ashab-ı Kehf de
(Bak: Ashab-ı Kehf) din yolunda mücahid genç yiğitler idiler. Mezkûr nakiller-
den anlaşılıyor ki, geçmiş bazı peygamberlerin ve mücahid dinî şahsiyetlerin,
haslar dairesi manasında, fedakârlar cemaatı vardı ve kıyamete kadar da ola-
cak ve olmalı (Bak: Vakf-ı Hayat)
131 Sahih-i Buhari 56. kitab 40, 41, 135 babları ve S.M. 44 kitab bab: 6
HAVVA 731
1238- HAVVA š~±Y& : Haz. Âdem (A.S.) ın muhterem zevcesi, eşi ki,
Kur’an (4:1) (7:189) (39:6) âyetlerinde işareten zikredilir. “Rengi esmere mail
kadın. *Yalancı, kezzab.
1239- HAYA š_[& : Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile
günahtan kaçınmak.
Hayadan mahrum olan, hayasız kalır. Hayasızlık ise, manevî ve ahlâkî
mefhumların, vicdanî şuuru kazanmadığından kötülükleri alenî ve sıkılma-
dan işleyebilmektir, şeklinde ta’rif edilebilir ki; fâsık-ı mütecahir manasında-
dır. Âhirzaman fitnesinde böyle hayasızlıklar, medenilik namı verilerek ekse-
riyetçe işleneceğini hadisler haber verir. (Bak: 985.p)
Haya hissi, günahlara karşı büyük bir maniadır.
Evet manevî ve ahlâkî yüksek hissiyata sahib olan kimse, o haletinin ne-
ticesi olan haya hissi sebebiyle açıkça günah işleyemez. İşlese, hayadan yüzü
kızarır. Fakat böyle kâmil bir haya hissine sahib olabilmek için şeair-i
İslâmiyeyi tam manasıyla yaşayan bir cemiyet veya bir cemaat içinde yaşamak
lâzımdır. (Bak: Şeair) O da olmazsa ferdin kendisi şeaire ve sünnete riayetkâr
olup yaşaması gerektir. Aksi halde yalnız haya değil belki vicdaniyatta (Bak:
Vicdaniyat) zedelenme ve zayıflama başlar, bir kısmı mahvolur. Bediüzzaman
Hazretleri bir eserinde.
“Umumun., bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esas-
HAYA 732
w«K²&«~ ¬š_«K¬±X7~ |¬4 yÅX¬U«7—« °w«K«& š_«[«E²7«~ Yani: Haya (utanmak) güzeldir, fa-
kat haya, kadınlarda daha güzeldir.” buyurulur. (H.G.hadis: 153)
Atıf notları:
-Haya hissi ve namus mefhumu, bak: 3782/1 .p.
-Âhirzaman fitnesinde çocukların hayasız yetişmesi, bak: 166,167,167/1.p.lar
1240- Diğer bir hadistede:
¬‡_ÅX7~ |¬4 š_«S«D²7~«— ¬š_«S«D²7~«w¬8 š~«g«A²7~«— ¬}ÅX«D7²~|¬4 –_«W<¬ ²~«— ¬–_«W<¬ ²~ «w¬8 š_«[«E²7«~
buyuruluyor. Yani. Haya imandandır. İman ise, Cennet’tedir. (Rıza-yı İlahîyi
ve Cennet’i kazandırır.) Beza (gayr-ı ahlâkî söz ve hareketler ise) cefadan
maduddur. Cefa sahibi de ateştedir (Cehennem’e lâyıktır). Evet hayasızlığın
neticesi olan kötü söz ve hareketlerle ehl-i diyanetin hayat-ı içtimaiyesini
ifsad etmek, hukuk-u ammeye tecavüzdür.” (H.G. hadis: 154) (Bak.Fasık-ı
Mütecahir)
Hayanın ehemmiyetini anlatan hadislerden bir kaçı da şöyledir:
y ÇV6 °h²['« š_«[«E²7«~ “Yani: Haya tamamıyla hayırdır.” (K.H. hadis: 1179)
¯h²[«F¬" Å ¬~ |¬#Ì_«< « š_«[«E²7«~ “Yani: Haya ancak hayır getirir.” (K.H. hadis:
1179) (T.T. ci: 5 hadis 217)
HAYA 733
˜_«'«~ o¬Q«< «Y;—« ¬‡_«M²9« ²~ «w¬8 ¯u%«‡ |«V«2 Åh«8 Ú •‹ Û ¬yÁV7~ «ÄY,«‡ Å–«~
¬–_«W<¬ ²~ «w¬8 «š_«[«E²7~ Å–¬_«4 y²2«… Ú •‹ Û ¬yÁV7~ ÄY,«‡ «Ä_«T«4 ¬š_«[«E²7~|¬4
“Resulullah (A.S.M.) bir gün, Ensar’dan bir kimsenin yanından geçi-
yordu. Ensarî kardeşini hayadan menediyordu. Resulullah (A.S.M.) ‘Ona
ilişme. Haya imandandır.’ buyurdu.” (S.B.M. hadis.23) İman irtikab-ı
maasiye mani’olduğu gibi, haya da mani’dir.
Bir atıf notu:
-Libas-ı takva (hiss-i haya), bak: 1712.p
1241- Haya, fiilî tezahürü ile varlığı isbatlanır. Kâmil bir huzur haletine
(Bak. Huzur)sahib olan mü’min, gayr-ı meşru her hareketinde, Allah’a karşı
haya hissinin lâzımı olarak vicdanen müteessir olur. (Vicdanî ve ihtiyarî ah-
valin farkı, bak: 3968/1.p)
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor.
. y¬ ±V¬7 f²W«E²7~«— |¬[²E«B²K«9 _Å9¬~ ¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< _«X²V5 ¬š_«[«E²7~ Ås«& ¬yÁV7~ «w¬8 ~Y[²E«B²,¬~
_«8—« «‰¶~Åh7~ «o«S²E«# ²–«~ ¬š_«[«E7²~ Ås«& ¬yÁV7~ «w¬8 š_«[²E¬B²,¬ ²~ Åw¬U«7—« «t¬7~«† «j²[«7 «Ä_«5
«¾«h«# «?«h¬'´ ²~ «…~«‡«~ ²w«8—« |«V¬A²7~ «— |«#²Y«W²7~ ¬h6²g«B²7«— >«Y«& _«8—« «w²O«A²7~«— |«2—«
¬š_«[«E²7~ Ås«& ¬yÁV7~ «w¬8 _«[²E¬B²,¬~ ²f«T«4 «t¬7«† «u«Q«4 ²w«W«4 _«[²9Çf7~ «}«X<¬ˆ
“Yani: Peygamber (A.S.M.): “Allah’tan hakkıyla haya edin” buyurdu. Biz
de: “Ya Resulallah -hamdolsun- haya ediyoruz” dedik. Peygamber (A.S.M.):
“Haya öyle sizi anladığınız gibi değildir. Allah’tan hakkıyla haya etmek, başın
(yani zihnin) ve zihninin duygular vasıtasıyla içine aldığı şeyleri (kötü
olmaktan); içini ve içindeki şeyleri (yani şehvetini ve yiyip içtiklerin ha-
ramdan) korumandır. Ölümü ve vücudun geçiciliği ile belâlarını hatırdan çı-
karma! Kim Âhireti isterse, dünyanın (gaflet veren) zinetlerini terk eder.
Kim buna muvaffak olursa, Allah’tan hakkıyla haya etmiş demektir.” (T.T.
ci.5. hadis: 220)
Mezkûr hadisten anlaşılıyor ki, insanın iç dünyasında bulunan ve dıştan
görünmeyen bütün düşünce, his ve haletler, fiilî tezahürle ortaya çıkarlar ve
böylece o hislerin varlığı isbat olunur.
HAYAL 734
1242- HAYAT ?_[& : Dirilik, Canlılık. Yaşama. Sağlık. *Fık: Allah (C.C.)
kendi Zat-ı Ehadiyetine mahsus bir hayat sıfatı ile muttasıftır. Bu, Hak
Teala’nın ilmi, ile, irade ve kudret ile ittisafına has bir sıfattır. (Bak:Ruh)
“Hayat şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi. hem en büyük neticesi.. hem
en parlak nuru. hem en latif mayesi, hem gayet süzülmüş bir hülasası.. hem
en mükemmel meyvesi... hem en yüksek kemali... hem en güzel cemali...
hem en güzel zineti hem sırr-ı vahdeti, hem rabıta-i ittihadı, hem kemalatın
menşei... hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir ziruhu, hem en küçük bir
mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı... hem güya
kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir
nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla
münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i
kudrettir.” (L.310)
İki atıf notu:
-Hayat, nur ve vücudda zahiri perde konulmamış. bak: 845, 2535.p.
-Hayat sıfatının camiiyeti ve ism-i Azama masdariyeti, bak. 226.p.
“Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her bi-
risi birer keşşaftır.” (M.470)
1243- Hem “hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülasadır ve şuur ve his
dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülasasıdır ve akıl dahi şuurdan ve his-
HAYAT 736
ten süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır ve ruh dahi hayatın halis ve safi bir
cevheri ve sabit müstakil zatıdır. Öyle de maddî ve manevî hayat-ı
Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülasat-
ül hülasadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve
aklından süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddî ve manevî hayat-ı
Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve
risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur ve
vahy-i Kur’an dahi - hayatdar hakaikının şehadetiyle-hayat-ı kâinatın ruhudur
ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru
çıksa gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve
Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir
seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” (S.109)
1244- Hem hayat, bütün âlemlere şamildir. Evet “âlem-i gaybın bir nev’i
olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zat-
ları olan ervah ile dolu olması elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i
gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyeti ister
ve istilzam eder. Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmel ve ma-
nidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı manevîyeye
mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu meşhud
cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu
vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre o zi-
yanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve
ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat
altında herbir âlem büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane
âlem olacaktı.” (S.110)
1245- Fakat İsm-i Hayy’ın tecellisiyle bütün âlemler hayatdarlıkla mü-
nevverdir. Bu hakikata işaret eden bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(*) –~«Y«[«E²7~ «|¬Z«7 «?«h¬'´ ²~ «‡~Åf7~ Å–¬~—« (29:64) Küremiz hayvana benziyor.
Asâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan ol-
mayacak mıdır? Veya bir mikrob, küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?
Hayatı varsa ruhu da vardır. insan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği
*Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i ahiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi
mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.
HAYAT 737
cisme, meselâ bal arısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle müna-
sebet te’sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatat-
ları ile öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz, benim bahçemdir, tica-
rethanemdir.”
1247- İşte zihayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından
başka, gayr-ı meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser
envaiyle ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur. İşte en küçük
zihayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en
yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki;
hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan, kendi hanesindeki odalarda
gezdiği gibi, o zihayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cisma-
niyede gezer: Yani o zişuur ve zihayat, manen o âlemlere misafir gittiği gibi,
o âlemler dahi o zişuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül
ile geliyorlar. (Bak: 1159.p.)
Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir
maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafi ve bilinmez bir
nakş-ı nezih-i san’atıdır.
Evet hafi ve dakiktir. Çünki enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat
ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin
tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zâhir ve kes-
rette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i
beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakiki olarak beşerin aklı ile
keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk
ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pakdır, şeffaftır. Dest-i kudret esbabında
perdesini vaz’etmiyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sair
şeylerdeki umur-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmiyen nâpak
keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.”
(S.506)
1248- Kur’anda (67:2) «?Y«[«E²7~«— « ²Y«W²7~ «s«V«' >¬gÅ7«~ gibi âyetlerle ehemmi-
yeti bildirilen “hayat, kudret-i Rabbaniye mucizatının en nuranisidir, en gü-
zelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve
tecelliyat-ı Samedaniye ayinelerinin en camii ve en berrakıdır. Evet hayat tek
başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatı ile bildirir. Çünki hayat,
pek çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı
seb’a ziyada ve muhtelif edviyeler tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle
de hayat dahi, pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlar-
HAYAT 739
dan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı
ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan kaynama
suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hü-
kümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya
hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ: Hayat bir cisme, bir
bedene girdiği vakit Hakîm ismi dahi tecelli eder. Hikmetle yuvasını güzelce
yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini hacatına
göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor
ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı
halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına
lâzım maddî-manevi gıdaları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor.
Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde; muhtelif sıfat birbiri içine gi-
rer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde
kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir. Ve hakeza. İşte hayat bu cami
mahiyeti itibariyle şuun-u zatiye-i Rabbaniyeye ayinedarlık eden bir ayine-i
Samediyettir. İşte bu sırdandırki: Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vacib-ül Vücud,
hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve
herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazi-
fesi büyüktür. Evet Samediyetin ayinesi olmak kolay bir şey değil, adi bir va-
zife değil.
İşte gözönünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmiyen yeni
yeni hayatlar ve hayatların asılları vezatları olan ruhlar, birden ve hiçten vü-
cuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zat-ı Vacib-ül Vücud ve Hayy-ı Kay-
yum’un vücub-u vücudunu ve sıfat-ı kudsiyesini ve Esma-i Hüsnasını;
lemaatın Güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul
etmiyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmiye mecbur oluyor.
Öyle de: Hayy-ı Kayyum; Muhyi ve Mümit olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan
adam, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli dolduran zihayatların vücu-
dunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebe-
sinden düşüp camid bir cahil-i echel olmalı.” (S.675)
Bir atıf notu:
-Manevi âlemlerin hayatdarlığı, bak: 2617.p.
1249- “Sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mü-
him ülema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır. fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir.
Bu sebebden bazı ülema, hayatında şüphe etmişler.
HAYAT 740
lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet
ile hakiki saadete mazhar olur. İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın
hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla,
şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve
kat’idir. Hatta Seyyid-üş Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mü-
kerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işle-
rini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve
isbat edilmiş.
Hatta ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim
yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette
bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı
sadıkada, taht-el arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda
tabaka-i hayatında gördüm. O,. beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağla-
dığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor, fakat Rus’un istilasından çekindiği
için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’i rüya, bazı şe-
rait ve emaratla, geçen hakikata bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
(Bak: 1254.p.)
1253- Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanileridir. Evet
mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve
fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe te-
zahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri
ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-ı hayatı
tenvir ve isbat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmidokuzuncu Söz” bu ta-
baka-i hayatı delail-i kat’iyye ile isbat etmiştir.” (M.3-7)
1254- Şehidler hakkında bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(2:154) –« —hQ²L«# « ²w¬U7« «— °š_«[²&«~ ²u«" ° ~«Y²8«~ ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 u«B²T< ²w«W¬7 ~Y7YT«# « «—
~Y#_«8 _«8 °š_«[²&«~ ²vZÅ9«~ «–—hQ²L«< ²vZÅX¬U«7 ²>«~ Şehid kendini hayy bilir. Feda et- (*)
1255- HAYVAN –~Y[& : Canlı şey, her canlı varlık. *İnsan olmayan id-
raksiz canlı yaratık. *Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir,
katır vs. *Mc: Akılsız ve idraksiz insan, ahmak. Aslı “Hayevan”dır.
İnsan ile hayvan arasında çok farklar vardir. Ezcümle: “İnsanda akıl ve
fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve
gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem,
hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten
gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise,
eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler
ve gelecekten gelen endişeler o cüz’i lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor.
Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek
hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.” (S.145)
1256- “İnsaniyyet, iman ile insaniyyet olduğunu, insan ile hayvanın dün-
yaya gelişindeki farkları gösterir. Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit, adeta
başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak ge-
lir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i
hayatiyyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir,
meleke sahibi olur.
İnsanın yirmi senede kazandığı iktıdar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi,
yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.
Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve ma-
rifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded iste-
mek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel
etmektir. ubudiyet-i fiiliyedir.” (S. 315)
1257- “İnsandaki cihazat-ı manevîye ve letaif-i insaniye ki, herbirisi hay-
vana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ güzelliğin bütün meratibini
farkeden insan gözü ve taamların bütü çeşit çeşit erzak-ı mahsusalarını tem-
yiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden
insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihaz-
ları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir-iki mertebe inkişaf etmiş
âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki; hayvan, kendine has bir amelde
(münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o in-
kişaf hususidir.” (S.324) (Bak:İnsan)
HAYVAN 743
1258- “İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek az-
dır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar
bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ balık ile kuş, kıy-
met-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki
insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir.” (M.N: 128)
Mezkûr hakikatlardan anlaşıldığı gibi insanın ilim, amel ve manevî ter-
biye ile tekâmül yolunu takib etmesi, yaradılışındaki hususiyetlerin icabıdır.
1259- Hem “hayvanat taifesinden balığın hissiyat-ı hayvaniyesi zaif oldu-
ğundan, o da nebat cinsine ilhak ettirilmiştir. Bu hal ise, onunda habbe ve
taneler gibi yalnız it’am için olduğuna işarettir ve ondaki hayır ve ehemmi-
yete alâmet de budur.
Hem ey hayvan! Senin kızkarındaşın olan nebat ve ağaç kendi yerlerinde
mahdum ve mütevekkil durup, rızıkları onlara hem de onların pek kesretli
olan evladlarına koşup gelmektedir. Hatta herbir ağacın kök ve damarları
adeta hazine-i rahmetle muttasıl olup,bundan ona açılan birer menfezleri
vardır da, rahmet-i Rahman, onların herbirine muhalif olan hacetlerine göre
taksimat yapar. Meselâ incirin meyvesine halis bir süt, narın semeresine bir
şarab-ı tahur, zeytininkine bir dühn-ü mübarek ve cevizinkine bir zeyt-i mü-
nevver ve hakeza her birisine lâyık ve muvafık rızık ita etmektedir. İşte ne-
battaki hürmet âyeti de bu olur.
Ey hayvan-ı mütekebbir! Senin mercuhun senin üstünde üç derece
rüşhaniyetinin sebebi ise, senin enaniyetin ve hırsın ve ihtiyarındır. Öyle ise
teslim ol ki, selâmeti bulasın .” (M.N.564)
1260- Hayvanların çektikleri meşakkatlerden incinen insan, hayvanat
âlemine İlahî şefkat ve hikmet nokta-i nazarıyla bakmalıdır. Zira “hayvanlar
gibi mevcudat başıboş değiller, belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i
Rahim’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna
elem çektirme. Ve onların Hâlik-ı Rahim’inin rahmetinden daha ileri şefka-
tini sürme.” (S.636) (Bak: Şefkat)
“Evet bir me’mur-u me’mun ve mütemessil-i mesrur olan hayvanı, mali-
kini unutmuş olan nefsine kıyas ettiğin için, kendi şuunatı içinde işleyen
rahmet-i ammenin velvele-i celevatı güya umumi bir matemden gelen ağla-
yışların vaveylası imiş gibi sana görünmektedir. Hem de sen, onlara onlar
için acımıyorsun. Ta ki o şefkat, memduh bir şefkat olsun. Belki sen onları
kendine kıyas yoluyla, kendini onların mevkiinde farz edip onda fani olmuş
olan nefsine acıyorsun.
HAYVAN 744
¬š_«9²h«T²7~ «w¬8 «š_ÅW«D²7~ Çl«B²T«< |ÅB«& (ev kema kal). (*) Yani “Boynuzsuz olan
“Hem ¯š²|-« Åu6 |¬B«W²&«‡ ²a«Q¬,—« in sırrı ile; ve bunu te’yid eden hayva-
natın haşirde mükâfat ve kısasları hakkında vürud eden çok ehadisin riva-
yetleri; hayvanatın ruhlarının baki kalacağına ve bu dünyada kemal-i itaatla
imtisal ettikleri vazifelerine mukabil mükâfatlanacaklarına işaret ederler.
Amma haşirden sonra hayvanatın toprağa inkılab edeceklerine dair olan ri-
vayet ise, onların cesedleri hakkındadır.
Ancak bu kadar ki; Kur’anda mezkûr olan Naka-i Salih (A.S.) ve Kebş-i
İsmail (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve
Neml-i Süleymanî gibi bütün hayvanat nevilerinin ervahı müçtemian veya
ferden, ferden her neviden bunlar gibi birer şahs-ı mübarekin cesedinde
toplanmaları caizdir.” (M.Nu.538)
Bir atıf notu:
-Hayvanata ilham eden melaikeler. Bak: 1347.p
1264/1- Hayvanlarla alâkalı olarak Kur’an âyetlerinden birkaç not:
-Helal yahut mübah kılınan hayvanlar: (5:1) (22:30)
-Hayvanlardan faydalanma: (16:5) (40:79)
-Hayvanların nimet-i İlahiye oldukları: (16:14) (35:12)
HAYZ 747
1265- HAYZ m[& : (c. Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı ve âdet görme
hali. Böyle bir kadına “hayize” denir. (Kadının döl yatağı denen rahminden,
bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın, muayyen müddetlerde
kan gelmesine o kadının aybaşısı denir. Buna ve kan geldiği müddete de ha-
yız müddeti denir. İslâmiyetçe, bu halde bulunan bir kadın namaz kılamaz,
oruç tutamaz ve cinsî mükarenette bulunamaz, haramdır.)
Kur’an (2:222, 228) (65:4) âyetlerinde hayzın bahsi geçer.
Bu bahis Kur’anda şöyle beyan ediliyor: “ «–Y7YT«< _«8 |«V«2 ²h¬A².~«— Ağyarın
diyeceklerine sabreyle ®Ÿ[¬W«%~®h²D«; ²v;²hD²;~«— (73:10) ve onları bir hecr-i cemil
ile terk et -şimdilik hallerine bırak. (Bak: 1610.p. sonu)
men, ²vU7_«W²2«~ ²vU«7«— _«X7_«W²2«~ _«X«7 Bize amellerimiz, size de amelleriniz diye
mütareke ederler. w<¬… «|¬7«— ²vUX<¬… ²vU«7 (109:6) demek gibi. ²vU²[«V«2 °•«Ÿ«, Bu
selâm, tahiyye selâmı değil _®8«Ÿ«, ~Y7_«5 «–YV¬;_«D²7~ ²vZ«A«0_«' ~«†¬~—« (25:63) gibi
HEDİYE 748
heves, Nefsin zararlı ve günah olan arzuları. (Bak: Dalalet, Nefs-i Emmare)
Kur’anda hevaya tabi olmaktan zecreden âyetler vardır. Ezcümle:
“(25:43) y<«Y«; y«Z«7¬~ «g«FÅ#~ ¬w«8 «a²<«~«‡«~ Gördün mü o ilahını hevası ittihaz
edeni -Heva, nefsin kendiliğinden meylettiği arzusu, mücerred keyfidir.
Hevasını ilah ittihaz eden denilmeyip de ikinci mef’ulun takdim olunması,
kasır ifade etmek içindir ki, canının istediğinden başka kendine ilah tanıma-
yan demektir. Böyle kimselerde hiç hak perestişi yok, sade bir hodgâmlık
vardır. Bunlar delil, bürhan, hak, hukuk saymaz, sade kendi keyf ü zevkine
perestiş ederler; zevkleri kendilerinin mahz-ı felaketi olduğunu bilseler, yine
hakkı zevklerine feda ederler... Taberani ve Hılye’de Ebu Nüaym, Ebu
Umame Radıyallühü Anh’den tahric etmişlerdir. Demiş ki, Resulullah
Sallallahü Aleyhi Vessellem şöyle buyurdu:
¬yÁV7~ ¬–—… ²w¬8 f«A²Q< ¬y«7¬~ ²w¬8 ¬š_«WÅK7~ ¬±u¬1 «a²E«# _«8
(132) ²p«A²B< >®Y«; ²w¬8 Åu«% «— Åi«2 ¬yÁV7~ «f²X¬2 v«P²2«~ |«7_«Q«#
Allah Azze ve Celle indinde sema gölgesi altında Allah’tan başka tapılan
ma’budlar içinde, uyulan hevadan daha büyüğü yoktur.” (E.T.3589)
“ |«W²Q«<—« ÇvM«< >«Y«Z²7~ Å–¬_«4 >«Y«Z²7~«— ²v6_Å<¬~ Hevaya uymaktan hazer ediniz!
Çünki heva şüphesiz sağır ve kör eder.” (H.G.hadis: 107)
Kulağın sağır olması, şeriatın naklî delil ve hükümlerini dinlememeye;
gözün kör olması ise, aklî ve kevnî delilleri görmemeye işaret eder. Çünki
hevaya bağlı olan insan nefsin arzularından başka bir şeye iltifat etmez. (Bak:
985.p.)
Kur’anda şöyle buyuruluyor: “(30:29) ¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" ²vZ«=~«Y²;«~ ~YW«V«1 «w<¬gÅ7~ ¬p¬AÅ#¬~
O zulmedenler, yani o haksızlığı yapıp Allah’a şirk koşanlar, hiç bir ilim-
siz hevalarına tabi oldular.
Heva, nefsin şehevata meyli demektir ki keyf dahi tabir olunur. Burada
¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" kaydından anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır. Birisi ilme muvafık olan,
birisi de olmayandır. İlme muvafık olan heva, nazar-ı hakta fıtrat gayesine
mutabık olan meyillerdir. Zira, şehvetlerin yaratılışı da boşuna değil, onlar
insanları hilkatlerinin gayesine erdirmek için taraf-ı İlahîden birer saik ve
daiyedir. Ancak, şeytanî olan zekâ-i beşer onu gayesinden çevirerek ilmin
zıddına olarak mücerred zevk için boşuna da israf eder:” (E.T.3820)
1269- “Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan
bir dirhem gibi iken, adeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zannedersin. Çünkü
ona temas eden herşeye bir hüküm-ü ebediyet verip, onu ebedî bir şey te-
vehhüm eder. İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o
zaman âhiret ve Cennet’in taşlarını ve esasatını dünyaya çekecek bir âlet olur
ki, âhiret kasrını dünya üstünda bina eder ve âhiretin meyvelerini daha ke-
malini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.” (M.Nu.475) (Dünyayı âhirete
tercih etmek hatası, bak: 719.p.)
1270- Bir vecize: “Şimdiki tarz-ı hazır: Heves serbest olmuştur, heva da
hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet. Heves, tahakküm eder. Heva da müste-
biddir, gayr-ı zaruri hacatı hevaic-i zaruri hükmüne geçirmiştir.” (S.715)
Birkaç atıf not:
-Hüdanın hevaya tahavvül etmesi. bak: 1827p. sonu Heva meyline tabi olmamak,
bak: 1524, 2187, 2188.p.lar
HEYKEL 750
1271- HEYKEL uU[; : (c. Heyakil) Taş, tunç, kil ve alçı gibi madde-
lerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğrulup, pişirilerek yapılan insan
hayvan vs. şekli. *Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, abide. *Mc: Soğuk
ve duygusuz kimse. *Güzel ve yakışıklı kişi. (Bak: Sanemperest)
Atıf notlar:
-Heykellerle şöhret kazanmak arzusu, bak: 451.3263p.lar
-Heykellere karşı baş eğdirmek. bak: 3299.p.
“Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrat-
taki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, haris muvaffak olamaz.”
(H.Ş.139)
1273/1- Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve
hakarete sebeb olur. Meselâ: Kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı
hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hatta sadakat ve
vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar ara-
sında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef
insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül ayn addedilmiştir.
Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ih-
sanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek
adedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan
esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki; Mün’im-i Hakiki’den
bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Mü-
essir-i Hakiki’den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki, tahir
olsun. Çünkü hükümler, hadler günahları afveder. Ve beynenas tahkir dar-
besini, gaflete keffaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermi-
yorlar. Meselâ: Kedi seni sever, tazarru eder. Senden İhsanı alıncaya kadar.
ihsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve
kendilerinde sana karşı şükran hisside yoktur. Ancak Mün’im-i Hakiki’ye
şükran hisleri vardır. Çünki fıtratları Sanii bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini
yaparlar. Şuur olsun olmasın. Evet kedinin “mır-mır”ları “Ya Rahim! Ya
Rahim! Ya Rahim”dir.” (M.N.71)
1274- “Evet hırs, zihayat âleminde en geniş bir daireden tut, ta en cüz’î
bir ferde kadar su-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rızk ise, bil’akis me-
dar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte bir nevi zihayat ve
rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane
yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor.
Hayvanlardan pek fazla evlad besliyorlar. Hayvanat ise hırs ile rızıkları pe-
şinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyet ile rızıklarını elde edebi-
liyorlar., Hem hayvanat dairesi içinde za’f ve acz lisan- haliyle tevekkül eden
yavruların meşru ve mükemmel ve latif rızıkları hazine-i rahmetten veril-
mesi; ve hırs ile rızıklarına saldıran canavarların gayr-i meşru ve pek çok
zahmet ile kazandıkları nahoş rızıkları gösteriyor ki: Hırs, sebeb-i mahrumi-
yettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.” (M.271) (Hırs hissinin asıl
vazifesinde kullanılması, bak: 1344.p)
HIRA 752
1275- “Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya
yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi Milleti pek çok
zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı
meşru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve
sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki: Hırs, maden-i zillet ve hasarettir. Hem
haris bir insan, her vakit hasarete düşdüğüne dair o kadar vakıalar var ki;
°h¬,_«' °`¬¶<_«' l<¬h«E²7«~ darb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında
bir hakikat-ı amme olarak kabul edilmiştir. Madem öyledir; eğer malı çok
seversen, hırs ile değil belki kanaat ile malı taleb et, ta çok gelsin...
1276- Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki: Büyük bir zatın di-
vanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: “Beni yalnız kabul etsin; dışarı-
daki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana ver-
seler, lütuftur.”
İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye
mecbur imiş gibi mağrurane der ki: “Bana en yukarı iskemleyi vermeli.” O
hırs ile girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat di-
vanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken te-
şekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil bil’akis hane sahibini tenkid
ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor. Birinci adam mütevaziane giri-
yor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sa-
hibinin hoşuna gidiyor. “Daha yukarı iskemleye buyurun” der. O da gittikçe
teşekküratını ziyadeleştirir, memnuniyeti tezayüd eder.
İşte dünya bir divanhane-i Rahman’dır Zemin yüzü, bir sofra-yı rahmet-
tir. Derecat-ı erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir.
1277- Hem en cüz’î işlerde de herkes hırsın su-i tesirini hissedebilir. Me-
selâ: İki dilenci bir şey istedikleri vakit, hırs ile ilhah eden dilenciden istiskal
edip vermemek; diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek; herkes kal-
binde hisseder. Hem meselâ gecede uykun kaçmış, sen yatmak istesen,
lâkayd kalsan uykun gelebilir. Eğer hırs ile uyku istesen, “Aman yatayım,
aman yatayım” dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın. Hem meselâ; mühim
bir netice için birisini hırs ile beklersin, “Aman gelmedi, aman gelmedi” de-
yip en nihayet hırs senin sabrını tüketip kalkar gidersin; bir dakika sonra o
adam gelir fakat beklediğin o mühim netice bozulur.
Şu hâdisatın sırrı şudur ki: Nasılki bir ekmeğin vücudu; tarla, harman,
değirmen, fırına terettüb eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet
HIRA 753
vardır. Hırs sebebiyle teenni ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki ma-
nevî basamakları müraat etmez, ya atlar düşer veyahut bir basamağı noksan
bırakır, maksada çıkamaz.
1278- İşte ey derd-i maişşetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş
olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belalı bir şey olduğu halde, nasıl
hırs yolunda her zilleti irtikab ve haram helal demeyip her malı kabul ve ha-
yat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz. Hatta erkân-ı
İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekatı, hırs yolunda terkediyorsunuz?
Halbuki zekat, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyattır. Zekatı
vermiyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yer-
lere verecektir; ya bir musibet gelip alacaktır.” (M.271/273)
1279- Asrımızda çoklarını istila etmiş olan “israf, hırsı intac eder. Hırs üç
neticeyi verir:
Birincisi: Kanaatsizliktir Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şü-
kür yerine şekva ettirir; tenbelliğe atar. Ve meşru , helal, az malı (*) terkedip;
gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini
feda eder.
Hırsın ikinci neticesi: Haybet ve hasarettir. Maksudunu kaçırmak ve
istiskale maruz kalıp, teshilat ve muavenetten mahrum kalmakdır. Hatta,
tidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalıır, uzaklaşır, sakilleşir. |«X²S«< « °i²X«6 }«2_«X«T²7«~
(133)
Hadisinin sırrıyla: Kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır.
Hırs ise, bir maden-i hasaret ve sefalettir.
Üçüncü netice: Hırs, ihlası kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünki bir ehl-i
takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister. Teveccüh-ü nası mürâât eden,
ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli; çok cay-i dikkattir.”
(L.145)
1280- “Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki; müslümanlar
dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve
ikaza muhtaçtırlar; ta ki dünyadan hissesini unutmasınlar. Zannın yanlıştır,
tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar.
Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. °h¬,_«' °`¬¶<_«' l<¬h«E²7«~
durub-u emsal hükmüne geçmiştir.
Evet insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve
hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın suri tatlılığı
ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok daîleri var. Halbuki baki olan âhirete
ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bi-
çare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan
olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa
o az daîleri susturup, çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.” (L.122)
Atıf notları:
-Hırsın zemmi, bak: 2560.pda bir âyet notu
-Nefsin hırsından korkmak, bak: 2834.pda bir âyet notu
-İnsanın hırsı ve cimriliği, bak: 1689.p.
-Yahudilerin hırs-ı hayat sahibi oluşları, bak: 3978.p.
kullarımızdan iki salih kulun salah-ı tahtında idiler. _«W;_«B«9_«F«4 Öyle iken
onlara hıyanet ettiler.
Ragıb der ki, hıyanet ve nifak birdir. Ancak hıyanet, ahd ü emanet itiba-
riyle söylenir, nifak da din itibariyle söylenir. Sonra da bunlar tedahül eder-
ler. Şu halde hıyanet, gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet etmektir ki, bu-
nun nakizi emanettir.” (E.T.5130)
1283- Diğer bir âyette de: “ (8:27) «ÄY,Åh7~«— «yÁV7~ ~Y9_«F«# « Allah’a ve
1287- HİCRET ?hD; : Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memle-
ketini bırakıp başka memlekete taşınmak. *Hz. Peygamber Aleyhissalatü
Vesselâm’ın izn-i İlahî ile ve dine hizmet için Mekke’den Medine’ye hicret
etmesi. (Mi. 622) (Bak.Vakf-ı Hayat, 3699.p.)
Hizmet-i diniye, meydan-ı imtihan ve ibtilada cereyan ediyor. Gerekti-
ğinde evlad ü iyali, mesken ve memleketi, makam ve maaşı feda etmek
imtihaniyle kader, dünya ve âhiret yolunun kavşağında birini tercih gibi imti-
han-ı şedid ile imtihan edip, mücahidîn sınıfını seçiyor.
1288- Büyük İslâm İlmihali’nin Siyer-i Enbiya kısmında zikredilen pey-
gamberlerin hicretleri hakkında verilen bilginin özeti şöyledir:
HİCRET 757
134 İ.M. ci: 10, 36. Kitab-ül Fiten l5. bab hadis: 3988 sh.204
HİCRET 759
ne yaparsa yapsın, size bir zararı dokunmaz.” Yine o ihtiyar, o şeyh-i Necdî:
“Ne fena re’y! dedi, gider başka kavmi ifsad eder ve onlarla gelir size
harbeder.” Nihayet Ebu Cehil de: “Ben o re’ydeyim ki, dedi, her batından
birer delikanlı alırsınız ve birer kılıç verirsiniz; hepsi birden vururlar; kanı
bütün kabaile dağılır; Benî Haşim de bütün Kureyş ile harbedemez ve şayet
diyet taleb ederlerse veririz.” Bunun üzerine ihtiyar: “Bu yiğidin re’yi savab”
dedi ve buna karar verip dağıldılar.
Derhal Cebrail gelip; Peygamber’e haber verdi ve hicret emrini getirdi;
mucebince Aleyhissalatü Vesselâm Hazret-i Ali’yi yatağına yatırıp Hazret-i
Ebubekir ile beraber Gare çıktı; düşmanlar, etrafı sarmış tarassud ediyor-
lardı. Sabah olunca yatağa hücum ettiler, fakat Ali’yi gördüler, beht ü hayret
içinde alıklaştılar kaldılar.” (E.T.2395)
1291- Hicretle alâkalı diğer bir âyet şöyledir:
“(9:40) ˜—hM²X«# Å «~ Eğer siz ona Peygamber’e, gerek nefr ve gerek sair
herhangi bir suretle -nusret etmezseniz- Allah eder yÁV7~ ˜«h«M«9 ²f«T«4 zira bu
bir hakikat ki Allah onu mansur kıldı; nusretine mazhar etti; hem bakınız ne
kadar dar bir zamanda ~—h«S«6 «w<¬gÅ7~ y«%«h²'«~ ²†¬~ kâfirler onu çıkardıkları-
Mekke’den çıkmasına sebeb oldukları-vakit ¬w²[«X²$~«|¬9_«$ ikinin birisi iken
¬‡_«R²7~|¬4 _«W; ²†¬~ ikisi o mağarada bulundukları sırada -ki Mekke’nin sağ tara-
fında bir saat mesafede bulunan Cebel-i Sevr’in (Bak: Hıra) tepesinde bir
mağaradır. _«X«Q«8 «yÁV7~ Å–¬~ ²–«i²E«# « ¬y¬A¬&_«M¬7 ÄYT«< ²†¬~ o lahzada ki, arkadaşına o
biricik musahibi Ebu Bekir-i Sıddık’a “- Mahzun olma, çünki her halde Allah
bizimle beraberdir.” diyordu.” (E.T.2546)
1291- Peygamberimiz’in (A.S.M.) din uğrunda çektiği musibetlere karşı
gösterdiği azami sabr u sebatı, ümmeti içinde başta sahabeler ve eazım-ı
ümmet dahi aynı yolu takib ederek bu İlahî imtihanı yüksek derece ile ka-
zanmışlardır. Hem tekâmül sahasının bir nevi olan mübareze kanunuyla te-
rakki ve de Din-i Mübin’i i’lâ etmişlerdir.
HİCRET 760
“(9:20) ²v¬Z¬KS²9«~—« ²v¬Z¬7«Y²8«_¬" ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 ~—f«;_«%—« ~—h«%_«;—« ~YX«8³~ «w<¬gÅ7«~
İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler.
_®9~«Y²/«‡—« ¬yÁV7~ «w¬8 ®Ÿ²N«4 «–YR«B²A«< Allah’dan bir fazl ve rıdvan isterler.
y«7Y,«‡—« «yÁV7~ «–—hM²X«<«— ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle
yardım ederler. «–Y5¬…_ÅM7~ v; «t¬¶[«7—~ İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla
muttasıf olanlardır ki, sâdıklardır. -Kavillerini fiilleri ile isbat eden, sıdk u sa-
dakatte rüsuhu olan, özü sözü doğru vefakâr kimselerdir. İmanlarını, Allah’a
ve Resulüne sadakatlerini fiilen mücahedeleriyle isbat etmişlerdir. (Bak. Sa-
dakat)
İbn-i Cerir, Katade’den şöyle rivayet eder: Bu muhacirler, diyarlarını ve
mallarını, ehillerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulünü sevdikleri için
çıktılar, şiddetli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm-ı ihtiyar ettiler.
Hatta bize anlatılmıştır ki, adam vardı açlıktan belini tutmak için karnına taş
bağlardı, yine adam vardı kış günü örtüsüzlükten çukurda yatardı.
İşte bunlar içinde bulundukları dünya lezzetlerini feda edip din aşkı ile,
Allah’ın fazl u rıdvanına iman neş’esiyle böyle şiddetlere, sıkıntılara taham-
mül ve Allah’a ve Resulüne nusret yolunda mal ve canlarıyla mücahede ede-
rek imanlarındaki sadakatı fiilen göstermiş zatlardır. Onun için ikabı şedid
olan Allah’tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de fey’i, zenginler ara-
sında paylaştırmayıp Peygamber’in emrini tutmalı, bu sâdık fakirlere hisse
vermelidir.” (E.T.4839)
HİCRİ TARİH 762
1294/1- İmam-ı Gazalî Hazretleri, dine hizmet için din tahsilinde bulu-
nanın memleketinden ve aileden uzaklaşmasının lüzumunu şöyle anlatır:
“Dünya ile alâkasını azaltıp, yurdundan ve aileden uzaklaşmalıdır. Çünki
dünya alâkası ve aile gailesi, tahsile mani’dir. Halbuki Allah Teala bir insanın
içinde iki kalb yaratmamıştır (ki, iki tarafı idare etsin). Ne zaman aklını başka
tarafa bölersen, gerçekleri anlaman azalır. Bu sebebden “Bütün kuvvetini
ilme bağlamadan, ilimden bir şey alamazsın” denilmiştir.” (İ.U. ci: 1 sh.128)
1295- Hicret hakkında âyetlerden birkaç not:
-Fisebîlillah hicret ve cihat edenler, rahmet-i ilahiyeye mazhariyete likayat kazanır-
lar: (2:218) (3:195) (16:110)
-Bilâ-özür fisebîlillah hicret etmiyenleri dost edinmemek: (4:89)
-Cihad yolunda hicret etmeyenlerin (manen) takbih edilmesi: (4:97)
-Fisebîlillah hicret edenlerin mükâfatı: (4:100) (8:74,75) (9:100)
-Fisebîlillah hicret ve cihad edenlerin birbiriyle uhuvvet ve velayetleri: (8:72)
-Muhacirîn ve ensarı, zor şartların tazyikiyle cihaddan ayrılma tehlikesinden
Allah’ın koruması: (9:117)
-Dine hizmet yolunda Allah için hicret edip zulme uğrayanların dünya ve âhiret
mükâfatları: (16:41)
-Fisebîlillah hicrette vefat edenler: (22:58)
-Fisebîllillah hicret edenlere muavenet etmek ve onları afv ve safh ile karşılamak:
(24:22)
-İbrahim (A.S.)’ın hicreti: (29:26)
Hicrî yahut kamerî yılı miladi yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanı-
lır: Eldeki hicri yıl sayısının % 3’ü çıkarılır. Bulunan sayıya 622 sayısı ilave
edilir Böylece meselâ hicri 1000 yılının yüzde üçü 30 eder. Geriye 970 kalır.
Bu sayıya 622 daha ilave edilince karşılığı olarak miladi 1592 yılı bulunmak-
tadır. Diğer bir formül ile: Miladi yıl = (Hicri yıl x 32 / 33) + 622
Eğer Miladi yılın hangi hicri yıla tekabül ettiğini hesaplamak istersek şu
formül kullanılır: Hicri yıl = (Miladi yıl- 622) x 33 / 32
Fatiha Suresinde geçen «v[¬T«B²KW²7~ « ~«h¬±M7~ _«9¬f²;¬~ deki _«9¬f²;¬~ ile istenilen
şeylerin ayrı ayrı ve müteaddid olması _«9¬f²;¬~ manasının da ayrı ayrı ve
müteaddid olmasını icab eder. Sanki _«9¬f²;¬~ dört masdardan müştakdır. Me-
selâ: Bir mü’min hidayeti isterse _«9¬f²;¬~ sebat ve devam manasını ifade eder.
Zengin olan isterse, ziyade manasını; fakir olan isterse, i’ta manasını; zaif
olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza, “Her şeyi halk ve
hidayet etmiştir.” manasında bulunan (20:50) >«f«;—« ¯š²|-« Åu6 «s«V«'—« âyet-i
celilesi hükmünce, zahirî ve batınî duygular, âfâkî ve haricî deliller, enfüsî ve
dâhilî bürhanlar, Peygamberlerin irsaliyle, kitapların inzali gibi vasıtalar itiba-
riyle de hidayetin manası taaddüd eder.
İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl
göstermektir.” (İ.İ.22)
1298- Her şeyin ne her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet
etmeleriyle olur. Meselâ, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi,
imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalaletin ne derece
pis ve zararlı olduklarını gösteren bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden
bine çıkar.” (İ.İ.164)
HİDAYET 764
1299- Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden ²v¬Z¬±"«‡ ²w¬8 >®f;|«V2 «t¬¶[³7—~
(2:5) cümlesindeki, ²w¬8 kelimesinden burada bir cebr hissedilmekte ise de,
hakikatte cebir değildir. Çünki onların cüz’-i ihtiyarlarıyla hâsıl-ı bilmasdar
olan hidayete yürümeleri üzerine, Cenab-ı Hak o sıfat-ı sabite olan hidayeti
halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların
kebs ve ihtiyarları dahilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tan-
dır.” (İ.İ.61) (Bak. 1630.p.)
«w<¬f«B²Z8 ~Y9_«6 _«8—« ²vZ#«h«D¬# ²a«E¬"«‡ _«W«4 >«fZ²7_¬" «}«7«ŸÅN7~ ~—«h«B-² ~ «w<¬gÅ7~ «t¬¶[³7—~
Yani: Onlar hidayeti verip dalaleti satın alan bir takım kafasızlardır ki,
ticaretlerinden bir faide görmedikleri gibi, o zarardan kurtulmak için yol da
bulamıyorlar.
Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimî bir tavattun için değildir. An-
cak sermayeleri olan istidad ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek
üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayele-
rini batırıp, âleme rezil oldular.
Bu âyetin cümleleri arasında ticaret uslüblarındaki tertibler gibi gayet
fıtrî, selis ve muntazam bir tertib vardır. Şöyle ki: Bir tüccara yüksek bir
sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır satarsa, o tüc-
car alış-verişin sonunda ne bir faide görür ne de bir kâr görür. Bilakis hasaret
içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder... işte münafıkların
yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.
«w<¬f«B²Z8 ~Y9_«6 _«8—« yani re’s-ül mallarını zayi etmekle hüsrana maruz kal-
dıkları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir. Bu cümlede surenin başındaki (2:2)
«w[¬TÅBW²V¬7 >®f; cümlesine gizli bir remiz vardır ki, Kur’an-ı Kerim hidayeti
vermemiş değildir. Hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.” (O.İ.İ.)
(Fıtrat, hakkı kabul kabiliyetidir, bak: 969.p.)
1302- “ (13:27) ¬y¬±"«‡ ²w¬8 °}«<³~ ¬y²[«V«2 «Ä¬i²9~« ²Y7« ~—h«S«6 «w<¬gÅ7~ ÄYT«<«—
Küfredenler, ona Rabbinden bir âyet indirilse idi deyip duruyorlar.. ²u5 De ki:
š_«L«< ²w«8 Çu¬N< «yÁV7~ Å–¬~ Hakikaten Allah dilediğini şaşırtır, dalalete düşürür.
Bu idlalin sebebi sizin ona inabe etmemenizdir. « _«9«~ ²w«8 ¬y²[«7¬~ >¬f²Z«<«— Hal-
buki o, her inabe edeni kendisine hidayet eder.
İnabe: Hakka ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki,
asıl hakikatı, hayır nevbetine girmek demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı,
nefsanî iradeden çıkıp Hak Teala’nın iradesine ikbal ve teveccühü ifade eden
irade-i cüz’iyedir.” (E.T.2982)
Allah insanları fıtrat-ı asliyeleriyle müheyya ettiği gibi, Kitab-ı Hak ile de
hidayeti göstermiştir. Ezcümle, bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(5:15,16) °w[¬A8 ° _«B¬6«— °‡Y9 ¬yÁV7~ «w¬8 ²v6«š_«% ²f«5 Şimdi size Allah her
türlü şekk ü dalal zulmetlerini izale eden bir nur icazkar bir beyan ile emr-i
hakkı izah eden bir kitab-ı mübin -yani Kur’an- geldi ki,
¬•«ŸÅK7~ «uA, y«9~«Y²/¬‡ «p«AÅ#~ ¬w«8 yÁV7~ ¬y¬" >¬f²Z«< Allah bununla rızası arkasında
giden yani Allah’a iman ile rızasını arayan kimseleri selâmet yollarına... hida-
yet eder, doğrultur.
HİKMET 766
¬y¬9²†¬_¬" ¬‡YÇX7~ |«7¬~ ¬ _«WVÇP7~ «w¬8 ²vZ%¬h²F<—« Ve onları izn ü tesiriyle zulmetler-
den nura -cehl-i küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden nur-u yakîn-i tevhide çıka-
rır.” (E.T.1609)
1303- Hidayet hakkında Kur’andan birkaç not:
-Allah’tan hakka hidayet olunmadıkça hiç kimse hakk u hidayeti bulamaz:
(10:35 (34:50) (Bak: 3942. p. sonu)
-Mahiyet ve halet-i ruhiyece hidayete likayat ehlini hakkıyla ancak Allah biliyor:
(16:125) (17:84)
-Hidayete liyakatı tamamen kaybedenler: (18:57) (63:6) (Bak: 1654.p.sonu)
-Hidayeti kabul edenler: (19:76)
-Amel-i salih ve ihtida: (20:82)
-Hidayete bedel hevalarına tabi olanlar: (28:50) (30:29) (47:17)
-Hidayet verilenler ve verilmeyenler: (39:36,37) (Bak: 1523/2.p.)
-Hidayet mevzuunda iyi niyetleri olmayıp bahane arayanların hali: (41:44)
-Gerek fıtraten gerek şeriat olarak insana hidayet yolunu gösterilerek muhtar bıra-
kılması sırrı: (76:3)
-Hidayet ve dalalete liyakatı izhar eden imtihan (74:31)
-Birkaç atıf notu:
-Verilen hidayete hamd etmek. bak. 1662p.
-Hidayete götüren ümmet (cemaat), bak.3907.p.
-Allah hidayet murad ettiği kimsenin sadrını şerh eder, bak:1758.p
-Şeytanları (insî şeytanları) dinleyip haktan sapanların kendilerini hidayette san-
maları (7:30)
1304/1- Her hangi bir şeyi yapan kimse, yaptığı şeyi belli maksad ve ga-
yeleri için yapar. Bu gaye ve hikmetlerin bilinmesi de iki yol iledir: Biri, failin
kendi gayelerini yine kendisinin bildirmesiyle bilmek; diğeri, failin bildirme-
sini nazara almadan, insanın kendi idraki, anlayışı ve maddî sahaya münhasır
olan tercübesiyle bilmek yoludur. Birincisinde tereddüt yoktur. İkincisinde
ise tereddütten kurtuluş yoktur. (Bak. Feylesof) Birincisi Kur’an, ikinci felsefe
yoludur. (Bak: Abes, Faaliyet-i Rububiyet, Felsefe, Gaye, İlm)
Bir atıf notu:
-Hakkın tarifi, bak: 1133.p.
1305- Evet herhangi bir şeyin değer ve hakikatı hakkında doğru hüküm
verilebilmesi, o şeyi yapan kimsenin onda takib ettiği gaye ve hikmetin bi-
linmesine bağlıdır. Bu hikmet ve gayelerin bilinmesinde en isabetli yol, eser
sahibinin bizzat kendi beyanıdır. Başkaların o eser hakkındaki sözleri, nazarî
ve tahminî olur. Öyle de, kâinat hakikatlerini ve insanların yaratılış gaye ve
hikmetlerini doğru ve isabetli olarak bilmek, ancak Hâlik-i Kâinat’ın bildir-
mesiyle mümkündür. İşte Kur’an, Hâlik-ı Kâinat’ın gaye ve hikmetlerini bil-
diren Kelâmullah olduğundan, kâinat hakikatleri ve hilkat-ı beşerin hikmet-
leri, şaibesiz ve tam isabetli olarak ancak aklın ve kalbin kemalâtı nisbetinde
Kur’andan öğrenilebilir. Evet “Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o
hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra
ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü
“sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekallah” der... Amma ah-
val-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor,
göremiyor. Fakat Kur’anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde
isbat ediyor.” (S.406)
İşte bu gibi sebeblerden akıl, felsefe ve hikmet-i beşeriye, Kur’ana tabi
olmak mecburiyetinde olup, kendi dar anlayışını âleme hâkim kılamaz.
1305/1- Hem “(21:23) u«Q²S«< _ÅW«2 u«\²K< « t²VW²7~ y«7«— Çs«E²7~y7 ²Y«5
(6:73) Kat’iyyen bil ki, Cenab-ı Fa’al-i Hakîm’in işinden sual olunmaz. Evet
hiçbir şeyin, hiçbir ilmin ve hiç bir hikmetin hakkı yoktur ki, ondan sual et-
sin: Zira o, mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Mâlik-ül Mülk-i Zülce-
lal’dir. Ve bizim bilmediğimizi bilen bir alîm ve hakîmdir. Öyle ise bir şeyin
hikmetine ilmimizin ermemesi, o şeyin hikmetsizliğine delalet etmez. Evet
mutlak ekserde görünen hikmet-i amme, burada bize mestur olup, görün-
HİKMET 768
(23:71) Œ²‡« ²~«— ~«Y«WÅK7~ ¬ «f«K«S«7 ²vZ«=~«Y²;«~ Çs«E²7~ «p«AÅB7~ ¬Y«7«— Eğer her
ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gi-
der.
Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini
külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin
derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin
nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi
olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin
edilsin! ...” (M.N.192)
Kur’an (18:51) âyetinde Allah’ın hilkat-ı âlemde kimseyi şahid tutmadı-
ğını yani hikmet ve meşietiyle mahlukatı kendisinin halkettiğini bildirir.
Kur’an (2:216) âyetinde, hayır ve şerrin tesbitinde insan anlayışının
nakısiyeti ifade edilir.
1306- Kur’anda (2:32,120) (3:61)) (10:93) 13:37) (19:43) (22:54) (28:80)
(29:49) (30:56) (34:6) (42:14) (45:17) (46:23) (58:11) (67:26) ve emsali âyet-
lerin küllî manaları içinde; hakiki, ezelî ve ebedî ilim, hak ve hikmet yalnız
Allah’ta olup, insanlara ancak Allah tarafından dilediği kadar gönderilir,
verilir. İnsan ise, ihtiyarı ile bu i’ta olunan ilm-i hakikatı öğrenip yaşamaya
çalışır diye mezkûr âyetlerden müşterek bir mana da anlaşılır ve ders alınır.
1307- Kur’anda hikmet hakkında çok âyetler vardır. Ezcümle, hikmet-i
Kur’aniyeyi hayr-ı kesir olarak tavsif eden:
~®h[¬C«6 ~®h²[«‘ «|¬#—~ ²f«T«4 «}«W²U¬E²7~ « ÌY< ²w«8—« (2:269) âyet-i meşhuresinin
ve emsali âyetlerin beyan ettiği hakikatı, “dört esas” ile izah eden Sözler na-
mındaki eserden “ üç esası” aynen alıyoruz:
“Birinci Esas: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu
gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
HİKMET 769
Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi
ki: Kur’an-ı Hakim’i meanisindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste
bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o
nakkaş zat, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı Bütün kıymetdar cevherleri, ya-
zısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem huru-
fatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pır-
lanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda
süslendirip münakkaş etti ki; okumayı bilen ve bilmiyen herkes temaşasından
hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o suri güzellik,
manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğun-
dan, pek kıymetdar bir antika olmuştur...
1308- Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur’anı, bir ecnebi feyle-
sofa ve bir müslüman âlimine gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için em-
retti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvela o feyle-
sof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı,
yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve
cevherlerinin hasiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez.
Çünki o ecnebi adam, arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen
Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona
münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin çendan arabi bilmiyor, fakat
çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kımyagerdir, sarraf bir
cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O Kitab-ı
Mübin’dir, Kur’an-ı Hakim’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı
zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki
öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği
mes’elelerinden daha âlî, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nâfi, daha
câmi’. Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envar-ı
esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserle-
rini götürüp o Hâkim-i Zişan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvela feylesofun
eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesent ve tabiatperest adam, çok çalışmış.
Fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki ka-
rıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı
hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik
ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi, onun eserini başına
vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hak-perest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki. Gayet
HİKMET 770
güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Aferin,
bârekallah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine der-
ler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun
eserine bir mükâfat olarak herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden
“on altın verilsin” irade etti.
1309- Eğer temsili fehmettin ise, bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Ha-
kim-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve
hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakim, şu
Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır.
Evet o Fürkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yaprakla-
rında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem
her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “manayı harfi” nazarıyla, yani
onlara Sani’ hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış ne kadar güzel bir su-
rette Saniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakiki gü-
zelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcu-
datın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yo-
lunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfi” ile, yani Allah
hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mev-
cudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel,
“Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müş-
teki eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâinata bir tahkir-
dir.
1310- İkinci Esas: Kur’an-ı Hakim’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği
terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis
şey’e ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” ta-
nır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve münanniddir. Fakat bir lezzet için
nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların,
bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir.
Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad
bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o
şakird, menfaatperest hod-endiştir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fer-
cin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde
arayan dessas bir hodgâmdır.
HİKMET 771
1311- Amma hikmet-i Kur’anın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat azam-ı
mahlukata da ibadete tenezzül etmez, hem Cennet gibi azam-ı menfaat olan
bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mü-
tevazidir, selim halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiya-
riyle tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir. Fakr ve za’fını bilir. Fakat
onun Malik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve
Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavidir. Hem yalnız
livechillah, rıza-ı İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır. İşte iki hikmetin
verdiği terbiye iki tilmirzin muvananesiyle anlaşılır.
1312- Üçüncü Esas: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet”
kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatle-
rin rabıtasını, “unsuriyet, menfi milliyet”i tutar. Semeratı ise, “hevasat-ı
nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki: Kuvvetin şe’ni,
“tecavüz”dür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde “bo-
ğuşmak”tır. Düstur-u cidalin şe’ni, “çarpışmak”tır. Unsuriyetin şe’ni, başka-
sını yutmakla beslenmek olduğundan, “tecavüz”dür. İşte bu hikmettendir ki;
beşerin saadeti selbolmuştur.
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı
kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder.
Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin
rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul
eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata
teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalat-ı insaniyeye
sevkedip insan eder. Hakkın şe’ni, “ittifak”tır. Faziletin şe’ni, “tesanüd”dür.
Düstur-u teavünün şe’ni, “birbirinin imdadına yetişmek”tir. Dinin şe’ni,
“uhuvvet”tir, “incizab”dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata
kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, “saadet-i dareyn”dir. (S.130-133)
1313- “Hikmet ve akıl ile halledilmiyen bir mes’ele-i mühimme:
(11:107) f<¬h< _«W¬7 °Ä_ÅQ«4 ¯–Ì_-« |¬4 «Y; ¯•²Y«< Åu6 (55:29)
Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti
nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar; daima dönüp tazeleniyorlar?
Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet
muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız.
HİKMET 772
İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi
yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden
anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir.
Birisi. Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona
“ille-i gaiye” denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi
yaptırıyor ki; ona “dai ve muktazi” tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, işti-
hadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. Sonra da ye-
meğin neticesi, vücudu beslemektir. Hayatı idame etmektir.
“(2:151)_«X¬#_«<³~ ²vU²[«V«2 ~YV²B«< Öyle bir resul ki, size bizim bir mu’cize-i
bakiye olan âyetlerimizi tilavet ediyor. ²vU[¬±6«i<—« Ve size her türlü şirk ü
maasiden, ulviyet-i insaniyeye şeyn verecek maddî ve manevî çirkinliklerden
pisliklerden temizliyecek; hakkın müzekka, mutahhar bir şâhid-i âdili haline
getirecek; teksir ü tanzim edecek bir sirete sevk ediyor.
«–YW«V²Q«# ~Y9YU«# ²v«7 _«8 ²vUW¬±V«Q<—« Ve size hiç bilmediğiniz, fikr ü nazarla
bilmek imkânını bulamıyacağınız şeyleri, esrar-ı gaybiye ve ahval-i uhreviyeyi
tarik-i vahiy ile bilip ta’lim eyliyor; eyliyor da sizi üstad-ı âlem ve hâkim-i ci-
han olacak ve bütün nâsa nümune-i imtisal bir ümmet-i vasat teşkil edecek
bir hale getiriyor.” (E.T.538)
1322- Hem “(3:164) «}«W²U¬E²7~«— « _«B¬U²7~ vZ W¬±V«Q<—« Onlara kitab ve hikmet
ta’lim ederek Rabbaniyete i’la eyler. Kitab, zevahir-i şeriate; hikmet de onun
mehasin ve ledünniyatına, esrar ü ilel ve menafiine işarettir.
Halbuki (3:165) ¯w[¬A8 ¯Ä«Ÿ«/ |¬S«7 u²A«5 ²w¬8 ~Y9_«6 ²–¬~«— bundan evvel aşi-
kâr bir dalalet içinde bulunuyorlardı. O cahiliyet ve dalal,bir kaç sene içinde
birdenbire bu yüksek hidayet ve hikmete münkalib oluverdi.” (E.T.1224)
“ (4:113) }« «W²U¬E²7~«— « _«B¬U²7~ «t²[«V«2 yÁV7~ «Ä«i²9~« —« Allah sana kitab ve hikmet
indirdi. ²v«V²Q«# ²wU«# ²v«7_«8 «t«WÅV«2—« Ve bilmediğin esrar ü hakaiki sana bildirdi.-
HİKMET 776
Kitab her delilin fevkinde bir delil, hikmet ilm ü amelde hakk u savaba isabet
için en büyük bir haslet ve bu ilm-i ledün, zevahirin maverasını gösteren ve
zahir ü batında hatadan ve zarardan sıyanet eden bir rahmet-i İlahiye bir
ayn-i yakîn _®W[¬P«2 «t²[«V«2 ¬yÁV7~ u²N«4 «–_«6—« ve bu suretle Allah’ın sana fadlı
azîm oldu. Binaenaleyh sen nübüvvet-i amme ve riyaset-i tamme ile zahir ü
batında hatadan masum olarak hükmedersin ve sana hiç bir vechile bir zarar
gelmek ihtimali yoktur.” (E.T.1464)
İki atıf notu:
-Hz. Mehdi’ye hikmet-i Kur’aniye verillir, bak: 2294/2.p.
-Batın ilmi, Allah’ın hikmetlerinden bir ilimdir, bak: 1590.p
1323- Hikmet kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Kur’an (17:39) âyetinde, makablindeki âyetlerde bildirilen emir ve tavsiyelerin
hikmetler olduğu.
-Hikmet ve mev’iza-i hasene ile hakka davet etmek: (16:125)
-Resululah’ın (A.S.M.) ümmi kavme kitab ve hikmet ta’lim etmesi: (62:2)
-Resul, hikmet-i ta’lim eder: (2:129,151)
-Hikmet-i Kur’anı tezekkür etmek: (2:231)
-Allah İsa Aleyhisselâm’a hikmeti öğretti: (3:48) (5:110) (43:63)
-Peygamberlere hikmet verilmesi: (3:81)
-Âl-i İbrahim (A.S.)’a hikmet verildi: (4:54)
-Allah Lokman’a hikmet verdi: (31:12) (Bak: 2222.p)
-Peygamber (A.S.M.) ailesi ve dolayısıyla müslüman kadınlar taifesinin kendi evle-
rinde hikmet-i Kur’aniyeyi tezekkür etmelerini tavsiye: (33:34)
-Davud (A.S.)’a hikmet ihsan edildi: (38:20)
-“Hikmet-ün baligatün” ifadesi: (54:5)
-Yahya (A.S.)’a küçükken hikmet verilmesi: (19:12)
-Benî İsrail’e hikmet verilmesi: (45:16)
HİLAFET 777
1324- HİLAFET }4Ÿ' : Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geç-
mek. *Din ve dünya işlerinde umumi reislik. İmam-ül Mü’minîn olan zat,
şer’î hükümlerin icrasında Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (A.S.M.) halef
olduğu için, hilafet vazifesini alana “Halife” denmiştir. Buna İmamet-i
Kübra da denir. Hilafet makamında bulunan zata “Halife” denir. (Bak: Halife)
(Bak: Abbasiler, Âl-i Beyt, Emanet, Emeviler, Rafiziler, Siyaset)
Hilafet, 1517 (Hi: 923) tarihinde Abbasilerden Osmanlılara intikal et-
mekle (Bak: 9. p. sonu) hilafet ve saltanat birleşmiş oldu. Hilafeti Sultan Selim
Han’a terkeden, Mısır’da son Abbasi Halifesi El-Mütevekkil idi.
“İslâmiyetin himayesi ve i’lâsı, şer’î hükümlerin ve cezaların icra ve ika-
mesi, askerin techizi, öşür ve zekatın toplanması ve emsali muamelat için
ümmet üzerine imam tayini farzdır. Halife şer’î hükümlerle idare ve hareket
etmekle mukayyeddir. Bizzat kendi arzusuna göre hareket edemez ve şeriata
muhalif bulunamaz.Bu itibarla da halife, hukuk nizamı ile kayıtlıdır ve se-
çimle başa geldiği için bir “İslâm Cumhuriyetinin Reisi” olmuştur. İslâm di-
yaneti ve siyasetinde hâkim, ancak Cenab-ı Hak’tır. Hilafet makamı, İlahî
ahkâmı tatbik ve halkı iyi idare ile muvazzaftır.” (O.A.L.)
1325- İslâmiyet hayatında siyasî hilafet olduğu gibi, bütün mahlukat üs-
tünde tasarrufa mezun ve müstaid olmak manasında ve manevî kemalat ile
kazanılan hilafet-i arziye de vardır. Evet “insan saltanat-ı rububiyetin
mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellal ve kalemi kudretle
yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i
mahlukat ve halife-i arz olmuştur.” (M.N.222) (Bak: 1140.p.da âyet notu)
“Hâkim-i Bilhak, Rahim-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile
gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip;
yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlikının muhit sıfatlarını, küllî
şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin,
nazdar, âciz, zaif yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlu-
katına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine
müdahale ettirip kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil
gösterip rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilan ettirmek, me-
leklerine tercih edip, hilafet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifeleri-
nin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu,
bütün mahlukatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, en
zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nurani ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti
HİLAFET 778
olan aklı; o biçareye en meş’um ve zulmanî bir âlet-i tazib yapıp hikmet-i
mutlakasına büsbütün zıt ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafi bir
merhametsizlik etsin ! Haşa ve kella! ...” (S.87)
1326- Âl-i Beyt’in esas vazifesi olan ve Allah tarafından ihsan olunan hi-
lafet-i manevîye, biata dayanan hilafet-i siyasiyeden çok üstün olduğu
hakikatı iyi anlaşılmadığından meydana gelen hilafet mes’elesi hakkında
Beziüzzaman bir eserinde şöyle diyor:
“Şialarla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in medar-ı nizaı, hatta akaid-i imaniye
kitablarına ve esasat-i imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir
mes’eleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mes’ele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (R.A.) Hulefa-i Erbaanın
dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (R.A.) daha efdaldir ve hilafete daha müsta-
hak idi ki, en evvel o geçti.” Şialar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (R.A.) idi.
Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (R.A.)” Davala-
rına getirdikleri delillerin hülasası: Derler ki: Hazret-i Ali (R.A.) hakkında
varid ehadis-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) “Şah-ı Velayet” ünvaniyle
ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve iba-
dette hârikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm ona
ve ondan teselsül eden Âl-i Beyt’e karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal
odur. Daima hilafet onun hakkı idi; ondan gasbedildi.
Elcevab: Hazret-i Ali (R.A.) mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden
ziyade o hulefa-i selaseye ittiba ederek onların Şeyhülislâmlığı makamında
bulunması, şiaların bu davalarını cerhediyor. Hem hulefa-i selasenin zaman-ı
hilafetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’da hâdiseleri ve Hazret-i
Ali’nin (R.A.) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şiala-
rın davalarını cerhediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ın davası, haktır.
Eğer denilse: Şia ikidir. Biri; şia-i velayettir; diğeri, şia-i hilafettir. Haydi bu
ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kı-
sımda garaz ve siyaset yok. Halbuki şia-i velayet, şia-i hilafete iltihak etmiş,
yani ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı, Hazret-i Ali’yi (R.A.) efdal görüyor-
lar. Siyaset cihetinde olan şia-i hilafetin davalarını tasdik ediyorlar.
1327- Elcevab: Hazret-i Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir
ciheti; şahsî kemalat ve mertebesi noktasından. İkinci cihet: Âl-i Beyt’in
şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsi
ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor.
İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i
HİLAFET 779
˜« ²Y8« Ç|¬V«Q4« ˜« ²Y8« a²X6 ²w«8 (136) gibi mühim hadislerle Ali’yi (R.A.) teselli ve
kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar: Hatta «h«W2 ¬m²RA¬7 ²u«" ¯±|¬V«2 ¬±`E¬7 «
cümlesine mâsadak olarak Hazret-i Ömer’in (R.A.) eliyle İran milliyeti ceriha
135 Tuhfet-ül Ahbab fi Fezail-ül Asbab ci.9 sh. 1328 ve Kenzüddekaik Deylemi'den naklen
sh: 113
136 Tirmizi menakıb/19 ve İ.M. mukaddime/11 ve K.H. hadis: 2591
HİLAFET 780
aldığı için, intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr İbn-ül
Asın Hazret-i Ali’ye (R:A.) karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sa’dın Hazret-i Hü-
seyin’e karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adaveti
şialara vermiş.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı şia-i velayetin hakkı yokturki, Ehl-i Sün-
net’i tenkid etsin. Çünki Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkis etmedik-
leri gibi, ciddi severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çe-
kiniyorlar. Hadisce Hazret-i Ali’nin (R.A.) şiası hakkındaki sena-yı Nebevî,
Ehl-i Sünnet’e aittir. Çünki istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (R.A.) şi-
aları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm
hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasara için tehlikeli olduğu gibi; Hazret-i Ali
(R.A.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte tehlikeli olduğu
tasrih edilmiş.
1328- Şia-i velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalat-ı fevkalâ-
desi kabul olunduktan sonra, Hazret-i Sıddık’ı (R.A.) ona tercih etmek kabil
olmuyor.
Elcevab: Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in ve Faruk-u Azam’ın (R.A.) şahsî
kemalatıyla ve veraset-i Nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalatı ile
beraber bir mizanın kefesine Hazret-i Ali’nin (R.a.) şahsi kemalat-ı hârika-
sıyla, hilafet zamanındaki dahilî bilmecburiye girdiği elîm vakalardan gelen
ve su-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefe-
sine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (R.A.) veyahut Faruk’un (R.A.) ve-
yahut Zinnureyn’in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş tercih
etmiş. Hem Onikinci ve Yirmidördüncü Sözlerde isbat edildiği gibi: Nübüv-
vet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki; nübüvvetin bir dirhem
kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i
nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) ve Faruk-u Azam’ın (R.A.) vera-
set-i Nübüvvet ve te’sis-i ahkam-ı Risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden
ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet
ve Cemaatçe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalat-ı şahsiyesi, o vera-
set-i Nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için
Hazret-i Ali (R.A.) Şeyheyn-i Mükerremeyn’in zaman-ı hilafetlerinde onlara
Şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (R.A.) se-
ven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hz. Ali’nin (R.A.) sevdiği ve ciddi
hürmet ettiği Şeyheyn’i nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?
Bu hakikatı bir misal ile izah edelim. Meselâ: Gayet zengin bir zatın
HİLAFET 781
irsiyetinden evladlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altun
veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altun veriliyor: Öbü-
rüne de üç batman gümüş ile beş batman altun verilse; elbette âhirdeki ikisi
çendan kemmiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte bu mi-
sal gibi; Şeyheyn’in veraset-i Nübüvvet ve te’sis-i ahkâm-ı Risaletinde tecelli
eden hakikat-ı akrebiyet-i İlahiye altunundan hisselerinin az bir fazlalığı,
kemalat-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i ilahiyenin ve
kemalat-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galib gelir. Müvazenede bu nokta-
ları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaati ve ilmi ve velayeti noktasında
birbiri ile müvazene edilse, hakikatın sureti değişir. Hem Hazret-i Ali’nin
(R.A.) zatında temessül eden şahs-i manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i
manevîyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye
(A.S.M.) noktasında müvazene edilmez. Çünki orada Peygamber Aleyhissala-
tü Vesselâm’ın sırr-ı azimi var. Amma şia-i hilafet ise, Ehl-i Sünnet ve
Cemaat’e karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünki bunlar
Hazret-i Ali’yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis
ediyorlar ve su-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza ediyor.
Çünki diyorlar ki: “Hazret- Sıddık ile Hazret- Ömer (R.A.) haksız oldukları
halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, şia ıstılahınca takiyye etmiş;
yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve
“Esedullah” ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir
zatı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zatlara tasannu’kârane muhabbet
göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle, hak-
sızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf göstermek, ona muhabbet değildir.
O çeşit muhabetten Hazret-i Ali (R:A.) teberri eder. İşte ehl-i hakkın
mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkis etmez, su-i ahlâk ile
ittiham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki:
“Hazret-i Ali (R.A.), Hulefa-i Raşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz
ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve
şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”
1329- Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i
vasattır ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat, onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf
Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen
girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (R.A.)
tenkid ediyorlar. Haşa, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstere-
memiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından
Aleviler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki Ehl-i Sün-
netin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor. Belki aksini
HİLAFET 782
ber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan
o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi
hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Haşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli,
hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın haber verdiği gibi: “Ben
Kur’anın tenzili için harbettim, sen de te’vili için harbedeceksin! (137) Hem
eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-ü Emeviyeyi bütün bü-
tün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i
Beyt’i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm naza-
rında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez Emeviye Devleti reisle-
rinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tavsibleriyle etbaları ve
tarafdarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve
ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i
muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler.
Eğer karşılarında, Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalatı
olmasaydı, Abbasilerin ve Emevilerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığır-
dan çıkmak muhtemeldi.
1333- Eğer denilse: “Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de
takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?”
Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi
ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen,
ya Nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-i Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdüla-
ziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki al-
danmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatı-
miye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükümeti ve İran’da Safeviler Dev-
leti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyt’e yaramaz; vazife-i asliyesi
olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk
ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet
etmişler.
İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar; hususan Aktab-ı
Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i
Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık
ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı
dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i
emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.” (M.99)
Yani ¯}«X«, «r²7«~ ˜‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«< |¬4 (32:5) âyetinin sırrıyla, bin sene hâki-
mane ve mükemmel yaşayacak. Eğer istikamette gitmezse, ona yarım gün
var. Yani ancak beşyüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.
Allahu a’lem, bu rivayet kıyametten haber vermek değil; belki İslâmiyetin
galibane hâkimiyetinden ve hilafetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat
ve bir mu’cize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünki hilafet-i Abbasiye’nin
âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beşyüz sene kadar
yaşamış. Fakat ümmetin hey’et-i mecmuası ise istikameti kaybetmediğinden
hilafet-i Osmaniye imdada gelip binüçyüz sene kadar hâkimiyeti devam
ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğin-
den, o da ancak (hilafetle) beşyüz sene yaşayebilmiş. Bu hadisin mu’cizane
ihbarını, hilafet-i Osmaniye kendi vefatıyla tasdik etmiş.” (Ş.589)
Üçüncüsü: «–Y$«Ÿ«$ kelimesi, cifr hesabı binseksen yedi eder ki, tarihçe
hilafet-i Abbasiyenin inkırazıyla hilafet-i Osmaniyenin takarrürüne kadar
olan zaman-ı fetret tayyidelse bin seksen küsur kalır. Eğer nâkıs hilafetler sa-
®}«X«, «–Y$«Ÿ«$ deki “sene” lafzı ilave olur. O halde bin ikiyüz iki eder ki;
yılsa,
¯•²Y«< «r²M¬X«4 Å ¬~«— °•²Y«< _«Z«V«4 |¬BÅ8~ ²a«8_«T«B²,~ ¬–¬~—« (140) hadisinin mu’cizane ih-
bar-ı gaybîsini izah eder.
139 EbuDavud sünnet/8, fiten/48 ve Ahmed bin Hanbel (Mısır baskısı) ci: 5 sh. 220, 22l
140El-Yavakit Ve-l Cevahir ci.2 sh: 42, 47; En-Nihaye Ev-il Melahim ci: l sh: l3; Muhtasar
Sünen Ebu Davud ci: 6 sh: 192 hadis: 184; Mu'cem-üt Taberanî El-Kebir ci.22 sh.573, 576
HİLAFET 786
1337- Dördüncüsü: >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~ İlâ âhir... şeddeli Å–¬~ yüz bir,
«}«4«Ÿ¬F²7~ bin yüz kırkbir, >¬f²Q«" seksen altı eder. Yekûnu: Arabice bin üçyüz
yirmisekiz olur ve Rumice bin üçyüz yirmialtıdır ki, Hulefa-yı Raşidîn’in
isimleri ikinci vecihte gösterdiği aynı tahine ve Hürriyetin üçüncü senesin-
deki inkıta-i hilafetin tarihine tam tamına tevafuku, elbette o lisan-ül-gayb
olan zatın lisanında tesadüfî olamaz; belki onu da görmüş, ona da işaret et-
miş.
Beşincisi: }« «4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~ şeddeli nun bir nun sayılsa bin yüz doksaniki
ederki aynen ®}«X«, «–Y$«¶Ÿ«$ cümlesinin gösterdiği gibi bin ikiyüz iki tarihine on
farkla tam tevafuk ederek tam ve nâkıs bütün müddet-i hilafeti göstermesi
ve yalnız “hilafet” kelimesi bin yüz onbir edip tam hilafetin müddetine tam
«h²8« ²~~«g«; Å–¬~«— _®/YN«2 _®U²V8 –YU«# Åv$ ®}«X«, «–Y$«Ÿ«$ >¬f²Q«" «}«4«Ÿ¬F²7~ Å–¬~
_®/YN«2 _®U²V8 –YU«< Åv$ ®}«4«Ÿ¬'—« ®}«W²&«‡ –YU«< Åv$ ®}«W²&«‡—« ®?ÅYA9 ~«f«"
(141)_®#—h«A«%—« ~ÈYB2 –YU«< Åv$
deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilafetiyle; Cihar-ı Yar-ı Güzin’in (Hulefa-yı
Raşidîn’in) zaman-ı hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini,
sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber
verdiği gibi çıkmış.” (M.102) (Hulefa-i Raşidîn’in hilafet tertibi, bak: 3200.p.)
1339- İstanbul’un İngiliz işgalinde İngilizlerin “İrade-i Hilafet, siyaseti-
min lehinde çıktı” şeklindeki İngilizin propagandalarına Bediüzzaman hila-
fetin bazı temel hususiyetlerini gösteren şu cevabı veriyor:
(3:103) _®Q[¬W«% ¬yÅV7~ ¬u²A«E¬" ~YW¬M«B²2~«— âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanı-
dır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı
HİLE-İ ŞER’İYE 788
şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi
deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, zi-
yade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de
fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-i mahduddur. Hârice karşı kazan-
dığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız”. (M.N.101)
Bir atıf notu:
-Mehdiyetin hilafeti, bak: 2303.p.
Oniki halife devrinde, izzet-i İslâmiye zail olmayacak: Buhari 93.
kitab 51. bab ve Müslim 33. kitab 5-10. hadisler.
sair mukaddesata yönelmesi. *Kalb istiği ile gösterilen ciddi gayret. *Allah
indinde makbul ve mübarek bir kimsenin manevî yardımı ile birisini koru-
ması, manen yardım etmesi. *Fitrî şevk ve meyil ve heves. *Lütuf. yardım.
(Bak: Gayret, Hamiyet, Keramet, Mürşid) (Şah-ı Geylani’nin himmeti, bak: 35.p.)
menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dareyne medar olur. İşte
tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir se-
bebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Ada-
vet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! “Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren
onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini
hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder,
hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i mteklif olur.” (M.33.) (Bak: İrşad)
1344/1- “Evet her bir uzuv, bir şey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde
kullanmakla mükelleftir. Meselâ, her bir hasse için bir ibadet vardır. Onun
hilafında kullanılması dalalettir. Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için
olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir. Kezalik şuaranın hayalen yaptıkları
hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir. Hayal, onun ile fâsık olur.” (M.N.196)
(Bak: Secde)
1344/2- İnsanın fıtrat-ı asliyesinde Sani’ini arayan hisler de vardır. Evet
“beşerin havvas-ül hams-ı zahire ve batınadan başka, âlem-i gayba karşı açı-
lan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia,
bâsıra, zâika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan sâika vardır. Hem bir
hiss-i sabia-i barika olan şâika var. O şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gi-
demez.” (M.N.254)
1345- HİSS-İ KABL-EL VUKU’ Y5Y7~ uA5 ¬±j& : Bir hâdiseyi ol-
madan önce hissetmek. Sezmek. (Bak: İlham, Tahteşuur)
“Mektubat” eserinde rüyanın hakikatını anlatan Bediüzzaman, hiss-i
kabl-el vuku’ için de şu izahatı verir:
“Rüya-yı sadıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku
ise, herkeste cüz’i külli vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta bir za-
man ben bu hiss-i kalelvukuu, zahirî ve batınî meşhur duygulara ilave olarak,
insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” namıyla aynı “samia” ve “bâsıra”
gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı
meşhur hislere; -hata ederek-ahmakçasına “sevk-i tabî” diyorlar. Haşa sevk-i
tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî
sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i
kaderî ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
Hem ruy-i zeminin sıhhiye me’murları hükmünde ve bedevi hayvanatın
cenazelerini kaldırmak ile muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara, bir günlük
H İ S S - İ KA B L - E L V U K U ’ 791
¬u²EÅX7~|«7¬~ «tÇ"«‡|«&—² «~—« âyetinin sırrını izhar eder.” (L.125) (İrade-i İlahiyenin te-
cellisine mümkinatın itaatı, bak: 815.p)
1349- HİZB i& : Cemaat. *Takım, kısım, cüz’, fırka. Parti. *Bir
maksad etrafında birleşmiş topluluk. Âlim ve salih bir zatın re’yine veya her-
hangi bir lidere tabi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar. *Bir
cemaatten ayrılanların meydana getirdiği grup. (Bak: Cemaat)
-Hizb’e ait Kur’andan birkaç not:
-Her hizb kendi hizbiyle fahirlenir: (23:53) (30:32)
-Bozuk hizblerden toplanmış mehzûm (yıkılmaya mahkûm) ordu: (38:11,13)
-Hizblerin ihtilafı: (43:65)
H İ Z B - Ü L KU R ’ A N 793
1353- HİZBULLAH yV7~ i& : Allah için din uğrunda ciddi gayret
sahibi olan ve din düşmanlarıyla asla hakiki dost olmayan mücahid cemaat.
Hizb-ül Kur’an da denir. Kur’an (5:56) ve (58:22) âyetlerinde geçen
“hizbullah” ünvanını “müfessirîn: Cünudullah, evliyaullah, ensarullah,
şiatullah diye muhtelif tabirlerle tefsir etmişlerdir.” (E.T.1721) (Bak.Cemaat ve
179.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Hizb-ül Kur’anın fitneye karşı siyasi ve menfi mukabeleye girmemesi, bak: 387.p.
1354- HUD …Y; : (Haid. c.) Büyüklük. *Çok hürmet. *Bir Peygamber
ismi. Rıfk, sükûn ve vakar ile muttasıf olduğu için bir Peygambere Hud ismi
verilmiştir (A.S.) *Yahudilere de bu isim söylenilmiştir.
“Hazret-i Hud, Yemen’de “Hazremut” civarında “Ahkaf” denilen ma-
halde yaşayan “Âd” kavmine peygamber gönderilmiştir. Şöyleki: İnsanlar Tu-
fan beliyesinden sonra yine azıtmışlar, yollarını sapıtmışlar. Hak Teala’nın
dinine aykırı hareketlere cüret göstermişlerdi.
Bunlardan bir kısmı da Âd kavmi idi. Bunlar, bir çok nimetlere, kuvvet-
lere nail olmuş, muhteşem binalar yapmış, fakat Allah Teala’nın birliğini in-
kâr ederek putlara tapınmakta bulunmuşlardı. Kendilerine Hud Aleyhisselâm
gönderildi. Bu muhterem peygamber birçok mu’cizeler gösterdi. Fakat
inanmadılar. Nihayet yedi gece, sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgar ile
HUDEYBİYE 795
helak oldular. Hazret-i Hud da kendisine iman edenler ile beraber başka bir
tarafa çıkıp gitti. Yüz elli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme’de veya
Hazremut’ta medfun bulunduğu rivayet olunmuştur.” (B.İ.İ.478) (Bak: Âd)
Hz. Hud’un (A.S.) tebliğ vazifesi ve hayatperest kavminin sefahet ve is-
yanlarını birer ders-i ibret olarak Kur’an (7:65 ilâ 72) (11:50 ilâ 60) ve
(26:123 ilâ 140) âyetlerinde zikreder.
1356- Evet (48:27) _®A<¬h«5 _®E²B«4 «t¬7«† ¬–—… ²w¬8 «u«Q«D«4 âyeti “ifade ediyor
ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşiler
bir derece galib görünmüş olduğu halde manen sulh-u Hudeybiye, manevî
büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye
ihbar ediyor. Filhakika, sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılınç, kılıfına
muvakkaten konuldu. Fakat Kur’an-ı Hakim’in barika-asa elmas kılıncı çıktı,
kalbleri akılları fethetti. Müsalaha münasebetiyle birbiriyle ihtilat ettiler.
Mehasin-i İslâmiyet, envar-ı Kur’aniye; inad ve taassubat-ı kavmiye perdele-
rini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dahiye-i harb olan Halid Bin
Velid ve bir dahiye-i siyaset olan Amr İbn-ül As gibi mağlubiyeti kabul
etmiyen zatlar, sulh-u Hudeybiye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur’anî, onları
mağlub edip, Medine-i Münevvere’ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyet’e
HUDUD 796
1360- HUKUK »YT& : (hakk. c.) Haklar. *İnsanın cemiyet hayatında ri-
ayet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yani şer’î ve adlî hükümler. Haklıyı
haksızdan ayıran kaideler. *Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve
kaideler. *Şeriat kitablarına yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler.
*Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı. Hukuk Fakültesi. (Bak: Beraet-i
Zimmet, Laiklik, Mecelle, Şeriat)
1360/1- Hukuk-u İslâmiyenin bütün hukuk dünyası müvacehesinde
mümtaz hususiyetlere ve İlahî istiklaliyete sahib, emsalsiz bir hukuk man-
zumesi olduğunu, munsif hukuk ve ilim dünyası kabul etmektedir. Ezcümle,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınlarından ve 1949’da neşredilen
“Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” namında altı cildlik eserin
1. cildinin 349. sahifesinde şu bilgi veriliyor:
“1937 senesinde Lahey’de ikinci defa olarak toplanan bir hukuk konfe-
ransına vaki olan davete mebni Mısır Cami-ül Ezher’i heyet-i ilmiyesi na-
mına, iki İslâm âlimi de iştirak etmiş idi.
Ezher mümessilleri, bu konferansta iki esaslı mevzu hakkında mütalaada
bulunmuştur. Bu mevzulardan biri: “Şeriat-ı İslâmiye = İslâm hukuku naza-
rında medenî ve cinaî mes’uliyetler” diğeri de “İslâm hukukuyla Roma ka-
nunları arasında bir alâka olup olmaması ve İslâm hukukunun Roma ka-
nunlarından müteessir olduğuna dair bazı müsteşriklerin zuumlarını red me-
selesi” idi.
H U KU K 798
retleri de kıyas-ı fıkhî kanunlarını vaz’etti demek doğru değildir. Bunlar onla-
rın vaz’ı olsa idi, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları kanun-u Hakk’ın
keşfine mazhar olmalarından naşidir. Bunun için ülema, mucid değil, kâşif
ve müzhirdirler. Zira kanun-u Hakk’ın hafi olanları da vardır.” (Bak: Naklî
Delil)
İki atıf notu:
-Hukuk-u umumiye ve şahsiye olarak iki nevi hukuk, bak: 3487.p.
-Roma hukuku anlayışı, bak: 927.p.
1365- Hukukta büyük ehemmiyeti haiz olan hukuk-u ibada (kul hakkına)
gayet dikkat edilmesini dinimiz ısrarla emreder. (T.T. 5. cild. sh: 42,2.bölüm)
Atıf notları:
-Veda Hutbesinde en şamil hukuk-u insaniyeyi tesbit, bak: 1423.p.
-Hukukta müsavat, bak: 1408 .p.
- Hukukun hâkimiyeti, bak: 2195.p.
-Sultan Fatih’in muhakeme altına alınması, hukuk devleti olmanın canlı bir misa-
lidir, bak: 919.p.
iki parçadan ibaret olan elbise. *Cennet elbisesi. *Fık: Müslim bir erkek,
karısını üç talak ile boşarsa bu kadın ile tekrar nikahlanması haram olur.
Ancak kadın, başka bir erkek ile evlenir ve onunla da anlaşamaz ve boşanıp
ayrılsalar, bu halde isterlerse ilk evlilik haline dönebilirler. Fakat üç talak ile
boşananlar tekrar nikahlanmaları için şer’î imkân yok denecek kadar zayıf
olduğundan başka hileli yollara gitmeleri haramdır. (Bak.Hile-i Şer’iye, Talak)
fethi ile Kureyş’in ekserisi müslüman oldu; olmayanlar pek az kaldı ve bu su-
retle din-i İslâm bir mertebe daha meydan aldı. Mukaddema Kureyş’in ta-
raftarı olan kabail ve aşair de müslümanlar tarafına mâil ve müteveccih oldu.
Fakat Arab’ın en büyük kabilelerinden olan Hevazin Kabilesi ile Sakif Ka-
bilesi beynlerinde ittifak ederek Resul-i Ekrem ile harb etmek üzere zikrolu-
nan Huneyn vadisinde toplanmağa başladılar. Bu kabilelerin harb u darb iş-
lerinde mehareti vardı. Mekke’nin fethi üzerine gayz u heyecanları artmış ve
Resul-i Ekrem’in kendileri üzerine yürüyeceği fikrine zâhib olmuşlar ve daha
bekliyecek olurlarsa muhakkak muzmahil olacaklarına kani olarak hazırlıkla-
rını ikmal edip hemen harekete geçmişlerdi. Hevazin ve sakif kendileri dört
bin kadar idiyse de, Beni Sa’d İbn-i Bekr ve Beni Cüşem gibi daha birtakım
kabailin inzimamiyle bir cemm-i gafir teşkil eylemişlerdi ki; bazı rivayete
göre mecmuu yirmi binden ziyade olduğu söylenmiştir.
1369- Resul-i Ekrem (A.S.M.) İslâm aleyhinde öyle büyük bir ordunun
toplandığını işitti ve hemen tedarükat-ı külliyeye teşebbüs etti. Hatta Safvan
İbn-i Ümeyye’den silah istedi. Safvan henüz müşriklerden idi. Müslüman
olmak için iki ay muhlet istemişti. “Gasben mi ya Muhammed?” diye sordu.
“Hayır, iade olununcaya kadar; telef olursa ödenmek şartiyle ariyet istiyo-
rum” buyuruldu.O da “Öyle ise beis yok” diyerek üçyüz zırh verdi. Nevfel
İbn-i Haris İbn-i Abdülmuttalib dahi bu vecihle üçyüz mızrak iare eyledi.
1370- Resul-i Ekrem (A.S.M.) oniki bin ve bazı rivayetlere göre belki bi-
raz daha fazla askerle Mekke’den çıkıp Huneyn’e müteveccihen hareket bu-
yurdu. Bu askerin onbini Mekke’nin fethinde hazır bulunan ashab, müteba-
kisi de Mekkelilerden yeni İslâma dâhil olmuş tuleka idi ve beraberlerinde
seksen kadar da müşrik vardı ki biri de Safvan ibn-i Ümeyye idi. Bilahare
alınan esirlerin altıbin kadar olduğu rivayet-i sahiha ile sabit bulunduğuna
binaen bu İslâm ordusunun adetçe düşmanın mecmuundan fazla olmadığı
anlaşılıyorsa da her halde müslümanların o ana kadar yaptıkları muzaeffer
oldukları muharebelerde görülmedik bir kesret ve kuvvette mükemmel idi ve
bu hal müslümanların hoşuna gitmiş, bu kesrete bayağı güvenmişlerdi. Hatta
rical-ilmüslimînden birisi: “Bu gün asla azlıktan mağlub olmayız” demiş ve
bu söz Resulullah’a iyi gelmemişti. Gerçi bu söz galebeyi, mücerred kesrette
görmek manasından uzaksa da, kesrete bir itimad beslemek
¬y¬±V7~¬f²X¬2 ²w8¬ Å ¬~h²MÅX7~_«8«— (3:126) (8:10) olduğunu kale almamak gibi bir gurur
ve kusurdan da hâlî kalmıyordu. Âyette ihtar buyurulduğu üzere, şimdiye
kadar bir çok mevakide nail oldukları zaferlerin hiç biri kesretlerine medyun
HUNEYN 802
yine bir avuç toprak atıp, ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- (142) diyerek, herbirinin kulağına bir
˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi girdiği gibi; biiznillah herbirinin yüzüne bir avuç
toprak gitti. Gözleriyle meşgul olup, kaçtılar. İşte Bedir’de ve Huneyn’deki
hârika olan şu hâdise, esbab-ı adi ve kudret-i beşer dâhilinde olmadığından,
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan (8:17) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U«7«— «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡ _«8—« fer-
man eder. Yani “O hâdise, kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile
değil; belki fevkalâde bir surette, kudret-i ilahiye ile olmuştur.” (M.136)
Bu gazada müslümanlardan 4 kişi şehid oldu. Düşman ordusundan ise
70 kişi öldü. Düşmandan çok miktarda ganimet kaldı. Huneyn gazasında
mağlub olan düşman kuvvetleri Taif, Evtas gibi yerlere dağılmışlardı. Daha
sonra İslâm ordusu buralara da hücum ederek kalan düşmanı da mağlub etti.
1373- “Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, madem
Habib-i Rabb-il Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve
ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu
sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir zi-
yafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir
avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç, toprak girmesiyle onları kaçırır.
Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl
oluyor Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev-i beşere mukteda
ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki o nev-i insanî hayat-ı içtimaiye
ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakim-i Zülkemal’in kavanin-i
meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde
daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve
rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indel-
hace, münkirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde
nasılki, herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de, hikmet-i
Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine
herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere
giriniz!” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Ta tamamiyle hikmet-i İla-
hiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göster-
sin.” (L.81)
1374- Huneyn hakkında ehadisten birkaç not:
-Huneyn gazasında bereket mu’cizesi: (S.B.M. ci: 7, 1103. hadis)
-Huneyn gazasında ordunun dağılmasına rağmen Resulullah’ın (A.S.M.) azm ü se-
batı: (S.B.M. ci: 8, 1213.hadis)
-S.M. 5. cild sh: 422 (Kitab-ül cihad, 28. bab) Huneyn hakkındadır.
huriler, Cennet’in aksam-ı zinetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadı-
ğından birbirini setretmiyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve
nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve
cemalin aksamını gösteriyorlar” (S.500) (Bak: 545.p.)
1376- Huriler hakkındaki mezkûr hadis için: S.B.M. 9. cild 1342. hadis ve
S.M. 8. cild sh: 361, 17. ve R.E. 99/8. hadise bakınız.
Kur’anda huriler (37:48, 49) (44:54) (52:20) (55:75) (56:22) âyetlerinde
zikredilir.
Bir atıf notu:
-Cennet’te yüzbinler kasr ve huri ihsan edilmesi, bak: 538.p.
finden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiş-
tir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve ikiyüz ihtimal içinde
mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmiyecek birtek yol ile umumu tansif
etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek,
fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiye olan
surelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem’a-i i’caziyeyi gös-
terdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ülemasıyla evliyanın muhakkikleri şu
mukattaattan çokesrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca
şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil
olmadığımız, hem umum göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o
kapıyı açamayız. Yalnız “İşarat-ül İ’caz’da şunlara dair beyan olunan beş-altı
lem’a-i i’caza havale etmekle iktifa ediyoruz.” (S.374)
v7³~ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, ¬±|¬7«ˆ« ²~ ¬yÁV7~ •«Ÿ«6 ~«g«;
1-
Evet nasılki Kur’anın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir
surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede,
o kelime de “sin, lam, mim” gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür.
Kezalik v7³~ in herbir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş gö-
rünüyor.
2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri
ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesse-
lâm’dadır.
3- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed
Aleyhissalatü Vesselâmın fevkalâde bir zekaya mâlik olduğuna işarettir ki:
Muhammed Aleyhisselatü Vesellâm remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih
gibi telakki eder, anlar.
4- Şu harflerin taktii; harf ve lafızların havi oldukları kıymet, yalnız ifade
HUSUF 807
ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrar-ül huruf’da beyan edildiği gibi,
adet ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna
işarettir.
mak. Bir büyük zata karşı korku, sevgi ve hürmetten gelen edebli bir his ve
hal. Yüksek ve heybetli bir zatın huzurunda sükûn ve tezellülde olmak.
İbn-i Mace Tercemesi, 5. kitab. 68. Bab-ül huşu’, ci: 3, sh: 348 ve T.T. ci: 1,
sh: 186 huşu’ hakkındadır.
1381- Kur’anda şöyle buyuruluyor: “ «–YQ-¬ _«' ²v¬Z¬#«Ÿ«. |¬4 ²v; «w<¬gÅ7«~
(23:2) Onlar namazlarında haşi’dirler. Huşuu bazıları havf, rehbet gibi kalb
fiillerinden olmak üzere tarif etmiş. Bazıları da sükûn ve terk-i iltifat gibi
cevarih fiillerinden göstermiştir. Doğrusu huşu’, aslı kalbde, tezahürü be-
dende olmak üzere ikisini de cami’dir. Kalbe taalluk eden ciheti; azamet ve
celal-i Rabbanî karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi emr-i Hakk’a
serfüru ettirecek ve edeb ü tazimden başka bir hatıraya iltifat etmeyecek su-
rette kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Zahire taalluk eden ciheti
de, aza-yı bedende bu hissin tezahürüyle bir sükûn ve sekinet hasıl olması ve
gözlerinin önüne secde mevziine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmeme-
sidir. Binaenaleyh huşuun aslı, namazın şartlarından olan niyetin kemaliyle,
tezahürü de namazın adab ve mükemmilatiyle alâkadardır. Hasen’den ve
İbn-i Sirin’den rivayet olunduğuna göre; Resulullah ve ashabı namazda göz-
lerini semaya kaldırırlardı. Bu âyetin nüzulü üzerine önlerine eğdiler ve ihti-
sarı (ellerini böğrüne koymayı) terkettiler. Buhari ve Müslim’de, Hz.
Aişe’den rivayet olunur ki: Resulullah’a namazda iltifattan sual ettim. Bu-
HUTAME 808
yurdu ki: O bir ihtilastır ki, şeytan onu kulun namazından ihtilas (hırsızlık)
eder.
Hakim-i Tirmizi’nin Kasım ibn-i Muhammed tarikiyle esma binti
Ebubekir’den, Hz.Aişe’nin validesi Ümm-ü Ruman’dan tahric ettiği bir
hadisde de müşarunileyha Ümm-ü Ruman (Radıyallahü anha) demiştir ki:
“Namazımda sallanıyordum. Ebubekir (R.A.) gördü. Beni öyle bir azarladı
ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da dediki: Resulullah’ı dinledim
şöyle buyurdu: Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sâkin olsun,
Yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda sükûn-u etraf namazın tamamın-
dandır.” (E.T.3428) (Bak: 1388,2803.p.lar)
1382- Huşu’ hakkında âyetlerden birkaç not:
-Kur’anı dinledikçe huşu’ları artan zatlar: (17:109) (bak: 1940.p)
-Allah’a karşı huşu’ sahibi olanlar: (2:45) (21:90)
-Zikr-i İlahîye ve Hakka karşı huşu’ : (57:16)
-Dağ dahi Kur’ana karşı haşyetten dayanamayacağı temsiliyle müminleri ikaz:
(59:21)
-Erkek ve kadınlar için teşvik edilen on mühim sıfat: Müslim, mümin, kanit (iba-
dette sebatkâr), sâdık, sâbir, haşi’, mütesaddık, saim, hâfızîne fürucehüm (takva),
zâkir: (33: 35)
Huşu’ hakkında ehadis de vardır. Ezcümle, İ.M. 5. kitab, 68. bab namazda
huşu’a dair hadislerdir.
müştaktır. Bu fuale vezni de, âdet ifade ettiği için hutame: Son derece kır-
mak âdeti ve tabiatı olan, yani kıran geçiren demek olur. Ve Türkçemizde
filan yere kıran girdi demekle; orası kırıldı, tükendi, mahvoldu manasını ifade
eder. Kızgın ateşin de tabiatı böyle önüne geleni kırıp geçirmek, mahvetmek;
tabir-i âhirete yakalayıp yutmak olduğundan, böyle kırıp geçirici, yahut ya-
kalayıp yutucu ateş mefhumiyle Cehennem’e de hutame denilmiş demektir.”
(E.T.6092)
Bu kelime Kur’anda (39:21) (56:65) (57:20) (104:4 ve 5) âyetlerinde geçer.
edilmemesi için gayretli olur. Kaydedilen günahları için de, _«X¬#_«¶[¬±[«, _ÅX«2 ²h¬±S«6—«
(3:193) dualarıyla o günahların silinmesi için niyaz eder.
1386- Huzur hakikatını unutmak, gaflettir. Bu gaflete düşmemek için
huzur haletini telkin eden ve marifetullahı ders veren eserleri tekrarla oku-
mak veya dinlemek gerektir. Çünkü unutmamanın çaresi, tekrardır. Kur’anda
çok âyetlerin tekrarındaki bir hikmet de budur.
Evet “iman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sanii netice veren mas-
nuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeat ile bir nevi huzur kazanıp Hâlik-ı
Rahim’in hazır nazır olduğunu düşünüp ondan başkasının teveccühünü
aramıyarak, huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun ede-
bine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır.”
(L.163)
HUZUR 810
“Amiyane olan tevhid-i zâhirî, hiçbir şey’i Allah’ın gayrisine isnat etme-
mekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehl ve basittir. Ehl-i hakikatın hakiki
tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakk’a isnad etmekle beraber her şeyin üs-
tünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru
isbat, gafleti nefyeder.” (M.N.212)
1387- Mezkûr manadaki huzur-u kâmileyi kazandıran en cami’ meslek,
cadde-i kübra denen Kur’an mesleğidir ki, akıl ve kalbi beraber çalıştırır.
(Bak: 2253. p. ve Velayet-i Kübra)
İşte kâinat kitabını okutan Kur’an mesleğinde, sinekten çiçeğe, zerreden
seyyarata kadar âlemdeki bütün İlahî san’at eserlerine mana-yı harfi ile (Bak:
Mana-yı Harfi) bakarak meleke kazanan bir mü’min, âlemde her ne müşahede
ederse, ondan hâlî bir şekilde Saniine intikal eder, huzur kazanır.
Dinî emirlere ve sünnet-i seniyeye ittiba’ yoluyla da huzur kazanılır.
(Bak: 3465, 3466.p.lar)
1388- Namazda huzur haleti ise çok önemlidir. Kur’an (2:186) âyetinde
de beyan edilen hakikatı izah eden bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:”
«¾~«h«< yÅ9¬_«4 ˜~«h«# ²wU«# ²v«7 Å–¬_«4 ˜~«h«# «tÅ9«_«6 «yÁV7~ «fA²Q«# ²–«~ –_«K²&¬ «~
Yani: Asıl ihsan, Allah Teala’ya zat-ı akdesini görüyorsun gibi ibadette
bulunmandır. Her ne kadar sen onu görememekte isen de şüphe yok ki o
seni görmektedir.” (H.G. hadis: 49, Buharî iman/ 37, SBM. c.1, hadis no: 47)
(Bak. Huşu’)
Bir atıf notu:
-Huzur hakikatı, bak: 697, 1553.p.lar.
“Namaz, kul ile Allah larasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet
ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir.
Namazın erkânı, “Fütuhat-ı Mekkiye”nin şerhettiği gibi, öyle esrarı havidir
ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Hâ-
lik-ı Zülcelal ltarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde
manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb
kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata
mazhar olsun.” (İ.İ. 43)
1389- Namazda okunan “teşehhüd ve fatiha kelimelerinin geniş ve yük-
sek manaları kasdî değil, belki dolayısiyle meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet
veren tafsilatı değil, belki mücmel ve kısa manaları, gafleti dağıtır, ubudiyeti
HÜCCET 811
1390- HÜDHÜD f;f; : Kur’an (27:20) de adı geçen bir kuş ismi. Ça-
vuş kuşu veya ibibik denilir. Peygamber Hz. Süleyman’ın (A.S.) zamanında,
Hicaz ile Yemen arasındaki Sebe’nam yerde melike olan ve güneşe tapan
Belkıs ile Hz. Süleyman Aleyhisselâm arasında muhabereye vesile olduğun-
dan meşhur ve mübarektir.
|¬._«Q«W²7~ ¬p¬,_«# ¯–²h«5 ¬f²Q«" ²w¬8 ¬‰¬‡_«S²7~ ¬ _«K&¬ «w[¬Q²K¬# ¬v²V¬2 |¬4
¬ ~«—Åf7~ ¬}¬V²B«T «6 ²v Z V B ²T «# ¬ ~«h²2« ²~ |«V«2 ‰²h S ²7~ h«Z²P«B«,
¬‰¬…_«X«E²7~ ¬}«W²VP«6 °}«W¬V²P8 ¬j¬ "~«Y «2 ¬w «B¬ 4 ~ «f²A «8 –YU«#
“Yani “Dokuz karn sonra “Fürüs” yani akvam-ı şarkiye A’rab üzerine
hücum edecek. Galebe edip, hayvan gibi A’rabı kesecek. Öyle müdhiş fitne-
ler, karanlıklı musibetlerle en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık ola-
cak.”
İşte Hazret-i Ali’nin (R: A.) bir keramet-i bahiresi ki; kendinden beşyüz
sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahveden, hadsiz kütüb-ü
İslâmiyeyi nehr-i Fırat’a döken ve A’rabı gayet zalimane katleden Hülagu
vakıa-yı meşhuresini haber veriyor. Çünki meşhur olan karn kırk sene değil,
o zaman ıstılahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünki bir de-
vir, altmış senede değişir. Bu suretle İmam-ı Ali’nin (R.A.) hicretten otuz
sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercüze’deki dokuz defa altmış, otuza ilave
edilse beşyüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülagu’nun hücum ve tahribat
zamanıdır.” (O.L.307)
yatında fiilî bir ders ve telkin olsun. Meselâ, fazilet ve yaşça büyüklere âda-
bına uygun olarak hürmet eden, kendinden küçüğü de kendisine hürmet et-
mesine; aksi halde hürmet etmiyen dekendisine hürmet edilmemesine fiilen
teşvik etmiş oluyor demektir. Böylece cemiyette hürmetsizliğin artmasına
vesile olunmuş olur. Mukaddesata hürmette de durum aynıdır.
Birkaç atıf notu:
-Hürmet mana-yı harfiyle olmalı, bak: 450 .p.
-Ülemaya hürmet, bak: 1578, 1584.p.lar.
-Bediüzzaman’a gösterilen hürmetin sebebi, bak: 353.p.
-Mürşide vesilelikten fazla makam verilmemeli, bak: 2734, 2735, 2737.p.lar.
1401- Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur:
“Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen ve bizim büyüklerimizin hak-
kını bilmeyen kimse bizden değildir.” (H.G. hadis: 437)
Diğer bir rivayette de:
°h¬¶<_«% °–_«O²V,—« >®Y«; `¬&_«.«— ¬y¬T²K¬S¬" °w¬V²Q8 °s¬,_«4 ²vZ«7 «}«8²h&« °}«$«Ÿ«$
Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fıskı açık işleyen fasık, hevasına
uyan kişi, zâlim hükümdar.” (R.E. sh: 267)
İki atıf notu:
-Bediüzzaman Hazretlerinin Rus başkumandanına karşı ayağa kalkmaması, bak:
363 .p.
HÜRMET-İ MÜSAHERE 818
“(22:30) ¬yÁV7~¬ _«8h& ²v¬±P«Q< ²w«8—« Her kim de Allah’ın hürmetlerine tazim
ederse -yani Allah’ın ahkâmına, emirlerine, nehiylerine ve Beyt-i Haram,
Mescid-i Haram, Beled-i Haram, Meş’ar-ı Haram, Şehr-i Haram ve saire gibi
muhterem kıldığı şeylere riayetin vücubunu bilerek ve mucebince amel ede-
rek ihtiram ederse, ¬y¬±"«‡ «f²X¬2 y«7 °h²[«' «YZ«4 Rabbi indinde o onun için hayır-
dır.” (E.T.3401)
Dinimizde hürmete çok ehemmiyet verilmiştir. Hürmet ve âdab kaide-
leri içinde yaşayan insanın manevî şahsiyeti teali eder, kemal bulur.
1403/1- Atıf notları:
-Hürmete lâyık zatlara hürmet, bak: 147.p.
-Hürmet verilir, istenilmez, bak: 148.p
-Hakiki hürmet, sabit ve ebedî hakikat olan iman nazarıyla mümkündür, bak:
156, 1651.p.lar.
-Mimsiz medeniyet sebebiyle ailede hürmetin bozulması, bak: 162. ve 250.p. başı ve
279.p.
-Nazarları bizzat Kur’ana çeviremiyen müellif âlimlere hürmeti kırmadan hatanın
düzeltilmesi, bak: 1494.p.
-Süfyan hürmeti izale eder, bak: 249.p.
-Hürmetsiz ve merhametsiz insan canavarlaşır, bak: 3993.p.
HÜRMET-İ RİBA š_"‡ }8h& : Ribanın yani faizin haram oluşu. (Bak:
Riba)
u² «Q²D«< « ¬…_«A¬Q²V7¬ ~®f²A«2 –YU«< « ¬y±V¬7 ~®f²A«2 «–_«6 ²w«8 «uÅ7«g«B«< « «— «uÅ7«g< « ²–«~
¬w«W²&Åh7~ }Å[¬O«2 }Å[¬2²hÅL7~ «}Å<¬±hE²7«~ ²v«Q«9 ¬yÁV7~ ¬–—… ²w¬8 _®"_«"²‡«~ _®N²Q«" ²vUN²Q«"
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını
tezlil etmemek ve zillete düşürmemek... ve zalimlere tezellül etmemek... Al-
lah’ı hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka ken-
dinize Rab yapmayınız. Yani Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine
göre bir rububiyet tevehhüm eder; başına musallat eder.
Evet hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hak’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ih-
sanıdır ve imanın bir hassasıdır.” (H.Ş.61) (Hürriyetin tahdidi, bak: 1852.p.)
1410- “Hürriyeti adab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı
nas kayıdsız hür olsa, sefih ve itaatsız olur.” (İ.M.Ş.17)
“Evet, ihtilal-i Firansavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla
sosyalistlik türedi., tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı
tahrib ettiğinden aşıladığı fikir, bilahare Bolşevikliğe inkılab etti. Ve Bolşe-
viklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan;
elbette ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşislik mah-
sulünü verecek. Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve
zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir.
daha siyasetle idare edilmez.” (Ş.588)
Bir atıf notu:
-Süfyan’ın getirdiği, birbirine saldırmaya yol açan hürriyet-i hayvanî, bak: 249.p
1411- “ Bazıları, “Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İs-
lâm, hürriyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafidir.” diyorlar.
Elcevab: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sani-i Âlem’e abd ve hizmetkâr
olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana
kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.
Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır.
Tahdid-i hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarından zaruridir.
Salisen: Bazı sefih ve laübaliler, hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i
emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.
HÜRRİYET-İ DİNİYE 823
²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~f¬±[«, (*) yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir
âyetindeki şu f²-Çh7~ «wÅ[«A«# ²f«5 ¬w<Åf7~ |¬4 «˜~«h²6¬~ « cümlesi, makam-ı cifrî ve
ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der:
Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i
diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümet-
lerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet laik cumhuri-
yete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî
kılıncıyla olacak. Çünki dinde rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere
gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden
bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.”
(Ş.271) (Laik Cumhuriyet, bak: 606.p.)
1416- Evet Bediüzzaman’ın bir mahkeme müdafaasında dediği gibi:
“Madem hükümet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla,
dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da iliş-
memek gerektir.
Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupaya
benzemez ve İslâmiyet hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde hrıstiyanlığa
uymaz ve dinsiz bir müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin sene-
HÜRRİYET-İ VİCDAN 826
seye vermez. Dini ihtiyar ile dilemek lâzım gelir. Çünki ¬w<¬±f7~ |¬4 ikraha
müteallik değil, haberdir. Asl-ı ma’na “İkrah, dinde yoktur” demek olur.
Ya’ni sade dine değil her neye olursa olsun cins-i ikrah, din-i hak olan İs-
lâm’da mevcud değildir, daire-i dinde ikrah menfidir. Dinin mevzuu ef’al-i
ıztırariye değil, ef’al-i ihtiyariyedir. Yoksa dinde, dine ikrah yoktur amma
dünyaya ikrah olabilir demek değildir. Belki âlemde ikrah bulunabilir amma
dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olamaz veya olmamalıdır. Dinin
şanı ikrah etmek değil, belki ikrahtan korumaktır. Binaenaleyh din-i İslâm’ın
bihakkın hâkim olduğu yerde ikrah bulunmaz veya bulunmamalıdır. İkrah ile
vaki’ olan amelde dinin va’dettiği sevab bulunmaz, rıza ve hüsn-i niyyet bu-
lunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz. ¬ _Å[ÅX7_¬" Ä_«W²2« ²~ _«WÅ9¬~
(*) dır. Metalib-i
˜ ¬h²U# ²a«9_«4«~ _®Q[¬W«% ²vZÇV6 ¬Œ²‡« ²~ |¬4 ²w«8 «w«8 ³ « «tÇ"«‡ «š_«- ²Y«7«— (10:99)
w« [¬X¬8ÌY8 ~Y9YU«< |ÅB«& «‰_ÅX7~ Binaenaleyh dine duhul için kimseye cebr ü ik-
rah yapılmamalıdır.
Bu sebeble her ne zaman müslümanlara za’f ârız olur, din-i hak müdafaa
edilmezse fitneler kopacak, cebr ü ikrah çoğalacak, bütün beşeriyet herc ü
merce uğrayacaktır.” (E.T.860 ilâ 865)
1422- Bir âyette Resulullah’a hitaben:
“(9:6) «¾«‡_«D«B²,~ «w[¬6¬h²LW²7~ «w¬8 °f«&«~ ²–¬~—« Ve eğer müşriklerden biri sana
isticare ederse-yani mühlet-i mezkûre çıktıktan sonra sana istiman eder, se-
nin kendisine eman verip car olmanı, yani taarruzdan himayeyi taleb ederse
˜²h¬%«_«4 sen de ona eman ver ¬yÁV7~ «•«Ÿ«6 «p«W²K«< |ÅB«& ta ki Allah kelâmını dinlesin.
Hasılı öyle, o maksadla eman ver, y«X«8¶_«8 y²R¬V²"«~ Åv$ sonra da onu me’menine
iblağ eyle -istima’ ettikten sonra iman etmezse canı ve malı taarruzdan
masun olarak onu eman yeri olan mahalline, vatanına yetiştir.” (E.T.2458)
Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:
“«‰_ÅX7~ ˜¬h²U# ²a«9_«4«~ _®Q[¬W«% ²vZÇV6 ¬Œ²‡« ²~ |¬4 ²w«8 «w«8³ « «tÇ"«‡ «š_«- ²Y«7«
(10:99) «w[¬X¬8ÌY8 ~Y9YU«< |ÅB«& Yani: Eğer Rabbin dilese idi yer yüzünde kim
varsa hepsi topyekün iman ederlerdi. O halde insanları hep mü’min olsunlar
diye sen mi ikrah edeceksin.” (E.T.2747)
1423- İşte mezkûr hakikatlar içindir ki, tahakküm ve istibdadı kaldırıp
sülh-u umumiyi temin etmekle muvazzaf olan Muhammed (A.S.M.), bin
dörtyüz sene evvel irad ettiği ve bütün müslümanlara hakiki hukuk-u
insaniyeyi beyan eden Veda Hutbesiyle, insanlık umdelerini tesbit ve ilan
etmiştir. S.B.M. 4. cild, 423. sahifeden 436. sahife arasında meali ve bazı ta-
rihî bilgileri verilen ve metni S.M. 4. cild, sahife 80’de 147 numaralı hadis ile
de tesbitli bulunan bu hutbe, aynı zamanda son bir “Vasiyet-i Nebeviye”
mahiyetindedir. “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” Tahir-ül Mevlevî , 2. baskı
sh: 219’da Veda Hutbesi hakkında me’hazlarıyla beraber bilgi verilir.
1423/1- İslâmda harb değil, sulh-u umumi esastır. Bediüzzaman, eserle-
rinde, başta Avrupa olmak üzere, bütün milletlerin zulümkâr mücadelelerini
terkedip sulh-u umuminin te’sisine çalışmalarını tavsiye eder. Bilhassa İslâm
medeniyetinin buna vesile olacağını müjdeler. Ezcümle diyor ki:
HÜRRİYET-İ VİCDAN 829
-İstiyen iman etsin, istiyen inkâr etsin; âhirette hesab verilecek: (18:29) (76:3)
-Peygamber müzekkirdir, musaytır (imana zorlayıcı) değil: (88:21, 22)
-Din hürriyetini cebren ihlal eden zalimlerin takbihi: (96,9,10)
-Sizin (batıl) dininiz size, benim dinim da bana: (109:6)
-Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir, mealindeki âyetten bazı mü-
fessirler, hürriyet-i diniye manasına da işaret olduğunu beyan ederler: (2:139)
-Mütecaviz olmayan bîtaraf gayr-ı müslimlere dokunulmaması: (4:90)
Hatta kunut duasında geçen «¾hD²S«< ²w«8 ¾h²B«9«— p«V²F«9—« ifadesi, vazifedar-
lar tarafından ve usulüne uygun olmak şartıyla fücur ehlinin tahttan
indirilmesini (hal’ini) ve terk edilmesini anlatır. Halbuki Yezid, takvaya uy-
mayan serbest bir hayat yaşadığı nakledilir. Böyle bir kimsenin halifeliğine
biat edilmez. Yezid’e biat edilmeme durumu karşısında bir derece tevakkuf
edip durumun olgunlaştırılmasını bekleyen Hazret-i Muaviye, Mi. 680’de ve-
fat edince yerine oğlu Yezid geçti ve biat meselesinin kendi lehinde tahakkuk
etmiyeceğini düşünen Yezid, devlet iktidarına dayanarak Medine’ye, kendine
biat edilmesi tazyikini yaptı. Bunun üzerine Medine’de biat etmiyen büyük
şahsiyetlerden başta Hazret-i Hüseyin, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin
HÜSEYİN (R.A.) 831
Zübeyr, Abdurrahman bin Üzeyr ve İbn-i Abbas gibi mutemed zatlar biat
etmediler ve Hazret-i Hüseyin de ihtiyaten Medine’den Mekke’ye gitti. Bu-
nun üzerine Irak’ın bilhassa Kûfe halkı ileri gelenleri, Yezid’e biat etmeyip
Hz. Hüseyin’e biat edecekleri haberini Hz. Hüseyin’e gönderdiler. Hz. Hü-
seyin hilafet emanetini ve dini muhafaza niyetiyle önce durumu tesbit için
amcazadesi Müslim Bin Ukayl’ı elçilerle beraber Kufe’ye gönderdi. Müslim
oniki veya onsekiz bin kişilik Hz. Hüseyin namına biat topladı.
1426- Bunu haber alan Yezid duruma müdahale ederek, baskılarla biat
edenleri vazgeçirdi ve Müslim’i şehid ettirdi. Bu feci durumdan haberi bu-
lunmayan Hz. Hüseyin ailece ve kendine biat edenlerle beraber Irak’a gitti.
Burada durumun vehametini haber alan Hz. Hüseyin dönmek istediyse de
şehid edilen Müslim’in kardeşleri razı olmadıkları için, cemaatından dönmek
istiyenlere izin verip geride az kalan cemaatiyle Kerbela’ya yakın bir yerde
konakladı. Sonra Hz. Hüseyin’i takib eden Ömer bin Sa’d kumandasındaki
Yezid’in ordusuyla karşılaştı ve onlara hitaben mücadele istemediğini ve mü-
saade ederlerse geri döneceğini bildirdi ise de karşı taraf kabul etmeyip tes-
lim olmasını istediler. Bunun üzerine bir günlük mühlet isteyen Hz. Hüseyin
ertesi günü 10 Muharrem Hi. 61 Cuma günü, Yezid ordusuna Âl-i Beyt-e
hürmet ve sulh hitabesinde bulundu. Fakat buna bazı çılgınlar ok atmakla
mukabele ettiler ve Hz. Hüseyin’in çok az olan askeri birliğine karşı harb aç-
tılar. Bu harbde Yezid’in ordusunda 88 kişi öldü. Hz. Hüseyin (R.A.) da 72
arkadaşıyla beraber şehid oldular.
Bu ciğersûz hâdiseden müteessir olan Al-i Beyt’ten şerifler, seyyidler
Horasan taraflarına gittiler. Böylece Abbasi Devleti temelinin atılmasına ze-
min teşkil edilmiş oldu.
1427- Böyle meş’um şekilde Kerbela faciasının baş müsebbibi olan
Yezid, Âlem-i İslâm’da lânete hedef olmuştur. Halk arasında dahi (yezid),
hakaret ifadesi olarak kullanılır.
“Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ümmü Seleme’nin, daha diğerlerin rivayet-i
sahihi ile haber vermiş ki: “Hz. Hüseyin Taff yani Kerbela’da katledilecek-
tir.” (143) Elli sene sonra aynı vakıa-i ciğer-suz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi
tasdik etmiş.” (M.99)
Bir atıf notu:
-Hz. Hüseyin’in nesli, bak. 45.p.
terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar
gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâi-
natta halkedilmiş.
İşte, kâinat da hakiki maksad ve netice-i hilkat ve istikra-i tamme ile isbat
ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakiki maksad onlardır. El-
bette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan
ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar
olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak. Belki Cehennem hapsine gi-
recek.” (H.Ş.38)
1437- “ Sual: Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?
Elcevab: Şu sual sahibi, hakiki kemâli bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemâl
zannediyor. Halbuki, gayre bakan ve gayre nisbeten hasıl olan meziyetler, fa-
ziletler, tefevvuklar, hakikî değiller, nisbîdirler, zaiftirler. Eğer gayr, nazardan
sâkıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazi-
leti, soğuğun te’siri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti açlık eleminin te’siri iledir.
Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki hakiki lezzet ve muhabbet ve kemâl ve
fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin; zatında bulunsun ve biz-
zat bir hakikat-ı mukarrere olsun. Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i
muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i
rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsnü nur hüsn-ü basar ve hüsn-u kelam ve
hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfat
ve kemâl-i ef’al gibi bizzat meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler te-
beddül etmez.
İşte Sâni-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlik-ı Zülkemal’in bütün
kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve mâsiva, ona te’sir etmez. Yalnız
mezahir olabilirler. Seyyid Şerif-i Cürcani “Şerh-ül Mevakıf”da demiş ki:
“Sebeb-i muhabbet, ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsi-
yet) ya kemâldir. Çünki kemâl, mahbub-u lizâtihîdir.” Yani; ne şeyi seversen;
ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlada meyil gibi bir müşâkele-i
cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebeb,
bir garaz lâzım değil. O bizzat sevilir. Meselâ eski zamanda sahib-i kemâlat
insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane
muhabbet edilir.
İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün
meratibleri ve bütün faziletleri, hakiki kemalât olduklarından bizzat sevilir-
ler.”Mahbûbetün Lizatihâ”dırlar.” (S.619)
HÜSN 836
1438- Hüsün ve hayrı geniş mânasıyla ihata eden y«T«V«' ¯š²|-« Åu6 w«K²&«~
(32:7) âyetinin bir sırrı şöyle izah ediliyor:
“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti var-
dır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir. Ona hüsn-ü bizzat
denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-i bilgayr denilir. Bir kı-
sım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında
gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında niha-
yetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz
mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı
celaliye-i sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibin-
den muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancık-
ları vazifeleri hayattan terhis etmekle beraber o kış perdesi altında nâzenin
taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin
perdeleri altında gizlenen pek çok mânevi çiçeklerin inkişafı vardır. Tohum-
lar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhirî çirkin görü-
nen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâblar ve
küllî tahavvüller, birer mânevi yağmurdur. Fakat insan hem zâhirperest, hem
hodgâm olduğundan zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle
yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğunu hükmeder.
Halbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmasına ait binlerdir.
(Bak: 2883/1.p.)
Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otlar ve
ağaçları muzır, mânasız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mü-
cehhez kahramanlarıdırlar.
Meselâ atmaca kuşu serçeler taslîti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Hal-
buki serçe kuşunun istidadı, o taslît ile inkişaf eder. Meselâ: Kar’ı, pek
bâridane ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o
kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardırki, tarif edilmez.
Hem insan hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşey’i kendine bakan
yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı
edeb zanneder.
Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fa-
kat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve
HÜSN-Ü ZANN 837
gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa; ayn-ı
edebdir. Hacâlet ona hiç temas etmez. İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Ha-
kîm’in bazı tâbiratı bu yüzler ve perdelere göredir.” (S.231)
Bazı rivayetlerde hayrın güzel yüz (sîma) sahibinde aranması tavsiye edi-
lir. (Bak: K.H. 394. hadis)
HÜSN-Ü ZANN ±w1 ¬wK& : (Hüsn-i zan) Bir kimsenin veya bir hâdi-
senin iyiliği hakkındaki vicdanî ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını
düşünmek (Bak: Menfi, Zann)
I
IRKÇILIK s[7zæ5h2 : (Bak: Milliyet)
1439- İSTANBUL Ä_A9_B,~ : (İstanbul) Türkiye’nin en büyük şehri ve
Osmanlı İmparatorluğunun taht şehri (1453-1922). İslâm halifeliğinin son
merkezi (1516-1924) Türklerden önce Bizans “Doğu Roma” İmparatorlu-
ğunun taht şehri idi (395-1453). İstanbul ismi, rumca “şehre” veya “şehirde”
demek olan (istin polin) tabirinden galat olup, bu ismin Osmanlılar tarafın-
dan fetih esnasında verilmiş olduğu rivayet ediliyorsa da, Osmanlılardan ev-
vel şehrin bu isimle yâd olunmakta bulunmuş olduğu muhakkak olup, hatta
yedinci hicri yüzyılın ortalarında yani fetihten iki asır önce yazılmış olan
“Yakut-u Hamev”nin Mu’cem-ul Büldan’ında bu isim yazılmıştır. Bununla
beraber Osmanlılar yanında dahi Edebiyat lisanında ekseriya “Konstan-
tiniyye” ismi kullanılmıştır; hatta bazan “İslâmbol” şeklinde yazılmıştır.
1440- İstanbul’un fethedileceğine dair Resulullah’ın (A.S.M.) müjdesine
mazhar olmak için, bir çok mühim sahabeler, Emevilerin İstanbul seferine
iştirak etmişlerdir. Ezcümle, Ümmü Haram’ın naklettiği bir hadis-i şerif me-
âlinde:
“Ümmetimden Kayser’in (Şarkî Rum İmparatorluğu’nun) merkezi olan
İstanbul şehrine gaza eden ilk muharibler için mağfiret vardır, buyurdu.
“Ben bunların içinde miyim yâ Resulallah!” diye sordum. Resululah: Hayır,
diye cevab verdi.” (S.B.M. Hadis No: 1231)
“Hadisin ikinci kısmında, İslâm ordusunun hareketi bildirilen Kayser
şehri ile murad, bütün hadis şârihleri tarafından Şarkî Rum İmparator-
luğu’nun hükümet merkezi olan Konstantiniyye-İstanbul- olduğu bildirildi-
ğinden tercememizde kavis içinde gösterdik. Bu sefer hicretin 52. yılında ve
Yezid ibni Muaviye’nin kumandasında vuku bulmuştur. Konstantiniyye se-
ferine iştirak eden askerin hakkındaki Peygamberin sitayişine mebni İbni
Ömer, İbni Abbas, İbni Zübeyr, Ebu Eyyub Ensarî gibi ashabın sâdâtından
bir çok güzideler de iştirak etmişlerdi. Hatta Ebu Eyyub Ensarî’nin vefatı,
İstanbul sûru yakınında vuku bulduğu için oraya defnolmuştur.” (S.B.M.ci:
8, sh: 393)
ISTIFA 839
1442- ISTIFA |SO.~ : Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. Bir şeyi ıslah
edip safileştirmek. Seçmek.
Kur’anda ıstıfa tabirinin geçtiği âyetler vardır. Ezcümle bir âyette şöyle
buyurulur: «w[¬W«7_«Q²7~|«V«2 «–~«h²W¬2 «Ä³~—« «v[¬;~«h²"¬~ «Ä³~ «—_®&Y9«— «•«…³~|«S«O².~ «yÁV7~ Å–¬~
(3:33) Gerçek, Allah, Âdem’i ve Nuh’u ve Âl-i İbrahim’i ve Âl-i İmran’ı
süzdü; âlemin üzerine ıstıfa buyurdu.
Istıfa lügatta, bir şeyin safvini, yani en sâfi hülâsasını almaktır. Tasfiye,
bir şeyin kırışığını, bulanıklık şaibelerini izale edip hülâsasını çıkarmak, safiyi
mahluttan ayırmak olduğu gibi, ıstıfa da en sâfisini çekip almaktır. Bir ma-
deni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa; o cevherler miyanından her hangi
bir şeye en elverişli olanını intihab etmek de bir ıstıfadır. İşte ıstıfa-yı lügavî,
böyle ihtilatı, temayüze; vâhid-i mahlutu, müteaddide tefrik ve tahvil ederek
kemali istihdaf eden bir fiil ve te’sir-i iradidir ki, hilkatte bu fiil ve te’sirin te-
valisini ıstılah-ı ilimde “kanun-i ıstıfa” deniliyor. (Bak: 828.p.) Istıfa-yı lügavî
ekseriyetle ba’de-l halk mülâhaza olunur. Burada mevzubahis olan ıstıfa ise,
cereyan-ı hilkatta hâkim olan Allah Teâla’nın ıstıfasıdır ki asıl kanun-u ıstıfa
da budur. Binaenaleyh bundan tasfiye ile mevcud sâfiyi gayr-ı sâfiden tefrik
ve intihab ma’nasından fazla olarak safiye vücud vermek manası da
bizzarure dâhildir. Bunun için müfessirîn bu ıstıfayı iki ma’na ile tefsir et-
mişlerdir. Birisi y¬ ¬T²V«' «?«Y²S«. ²vZ«V«Q«% ²>«~ yani, mahlukatının en hülasası kıldı.
Diğeri: ¬?«f[¬W«E²7~¬Ä_«M¬F²7_¬" ²vZ«XÅ<«ˆ—« ¬}«W[¬8Åg7~ ¬ _«S¬±M7~ «w¬8 ²v;_ÅS«. ²>«~ dir. Yani,
sıfât ve keyfiyyat-ı zemimeden tasfiye ve hısâl ü melekât-ı hamide ile tezyin
eyledi. Şüphe yok ki ıstıfa bu ikinci ma’nada daha zâhirdir.” (E.T.1080-1082)
1443- Istıfa hakkında âyetlerden birkaç not:
-Allah dünyada İbrahim’i (A.S.) ıstıfa etti: (2:130)
-Allah’ın ıstıfa ettiği Din-i Hakk: (2:132)
-Allah’ın Talut’u ıstıfa etmesi: (2:247)
-Allah tarafından Hz. Meryem’in ıstıfası: (3:42)
-Allah tarafından Musa (A.S.)’ın ıstıfası: (7:144)
-Allah,melâike ve insanlardan resuller ıstıfa eder, seçer: (22:75)
-Allah’ın ıstıfa ettiği kullarına selâm (her türlü tehlikelerden eminlik): (27:59)
-Kitaba (Kur’ana), ıstıfa edilmiş (mümtaz kılınmış) olanlar varis kılındı: (35:32)
İ
1444- İBADET ?…_A2 : Kulluk. Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve
yasaklarından kaçmak. Şeriatta bildirildiği gibi Allah’a kulluk etmek. Çünki
ibadet, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapmakla makbul olur. Yoksa
insan kendi düşünüşüne ve meyline göre yaptığı amel ve hizmetler dinî ma-
hiyeti hâiz olmaz, ibtal olur. Nitekim İ.M. 14. hadîs izahında geçen: “Kim
hakkında emrimiz olmayan bir amel işlerse, o amel bâtıldır.” mealindeki ha-
dîs bahsimize ışık tutar. (Bak Habt-ı A’mal) Hatta kişinin yaptığı iş ve hareket
dinin emrettiği şekle uysa bile, bu işi kişi Allah emrettiği için ve emrettiği
gibi yapmak niyetinde ve anlayışında olmadığından, yani bu bir rastlantı ol-
duğundan ibadet manasında makbul olmaz. Nitekim dinsizliğe karşı din na-
mına siyasete girmek lâzımdır diyenlere, Beziüzzaman Hazretlerinin verdiği
cevabın bir kısmı bu hakikatı tesbit ve tenvir eder. Şöyle ki:
“Dediler: Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana
çıkmak lâzım.
Dedim. Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet
ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya
tarafgirlik ise, tehlikedir. Birinci hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet
de etse, mes’uldür.” (S.T.İ. 53)
İbadet kâinatın, insanların ve cinlerin yaradılış gayesidir. (Bak: 1024.p.)
Evet kâinatta her varlık zerrattan seyyarata kadar; Âdetullah, kavanîn-i fıtriye
ve şeriat-ı kübra gibi tabirlerle ifade edilen Allah’ın kâinatta koyduğu küllî
kanunlara göre hareket ederek her şey isyansız ibadet eder. Zira ibadet, Al-
lah’ın her türlü emri ve kanunlarına göre hareket etmenin ismidir. (Bak:
1348, 3529.p.lar) Bunun içindir ki Kur’an müteaddid âyetlerde herşeyin Al-
lah’ı tesbih ve ona ibadet ve secde ettiğini tekraren beyan eder.
Evet Kur’anda bazı âyetler küllî ve işarî mânâlarla bu hakikatı ders verir.
Ezcümle, gök ve yerdekilerin, (akıl sahibi olanlar bil’ihtiyar, diğerleri ise fıtrî
ve ıztırarî olarak) Allah’ın teşriî ve tekvinî emirlerine teslim olduklarını âyet
(3:83); hem yine mezkûr ibadet şekliyle, gök ve yerdekilerin gölgeleriyle dahi
secde ettiklerini (yani gölgeler de ve gölgelerin yevmî ve senevî olan inti-
İBADET 842
ille-i gaiyye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler
ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudi-
yete münâfi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçer-
ler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o
zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o
hâsiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ
yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşi-bendî-yi veya
bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir’i, o faidelerin bazılarınıı maksud-u biz-
zat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve
görmeye de hakları yoktur. Çünki o fâideler, o evradların illeti olamaz; ve
ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette o
hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur.
Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar
bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip,
evrâdı sırf rızâ-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbul-
dür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden
mervi olan faideleri görmediklerinden, şüpheye düşer, hatta inkâr da eder.”
(L.131) (Bak: 4101.p.)
1447- Kur’anda ibadet hakkında çok âyetler vardır. Ezcümle iki âyet-i
kerimede şöyle buyuruluyor:
²vUÅV«Q«7 ²vU«7_®5²ˆ¬‡ ²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— ²vU«T«V«' >¬gÅ7~ vUÅ"«‡ ~—fA²2~ ‰_ÅX7~ «_ZÇ<«~ _«<
®š_«8 ¬š_«WÅK7~ «w¬8 «Ä«i²9«~«— ®š_«X¬" «š_«WÅK7~«— _®-~«h¬4 «Œ²‡« ²~ ²vU«7 «u«Q«% >¬gÅ7«~ «–YTÅB«#
(2:21,22) «–YW«V²Q«# ²vB²9«~—« ~®…~«f²9«~ ¬y±V¬7 ~YV«Q²D«# ®Ÿ«4 ¬ ~«h«WÅC7~ «w¬8 ¬y¬" «‚«h²'«_«4
Yani: “Ey insanlar! sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet
ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. çirkinlik Ve yine Rabbinize ibadet
ediniz ki, Arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış; ve semadan suları
indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sâir gıdaları çıkartsın.
Öyle ise, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka
ma’bud ve hâlikınız yoktur.”
1448- Mukaddime: Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla
meleke haline getiren ancak ibadettir. Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve
nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî
İBADET 844
ise, abdi intizam-ı ekmel altına idhal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve
nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kâinat sa-
hifelerinde parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder.
1451- Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatin nizamlarına ve fıtra-
tın kanunlarına ve kâinattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir.
Binaenaleyh, insanın o kanunlara intisab ve irtibat etmesi ve o namusların
eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı te’min etsin.
Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o
dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak, o emir ve nevahiden iba-
ret olan ibadetle olur.
1452- Dördüncüsü: Emirleri imtisal, nehiylerden ictinab etmek saye-
sinde, bir ferd, hey’et-i içtimaiyede çok mertebelerle nisbet peyda eder ve
alâkadar olur. Bilhassa ahkâm-ı diniye ve mesalih-i umumiye hususunda bir
ferd, bir nevi hükmüne geçer. Yani pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar,
talimler, ıslahlar gibi vazifeler bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal,
nevahiden ictinab eden o şahıs olmasa; o vazifeler tamamen payimal olur.
1453- Beşincisi: İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasiyle bütün
müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve
bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete
sebeb olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en bi-
rinci basamaklar, uhuvvet ile muhabbettir.
1454- İbadetin şahsî kemalâta sebeb olduğunun izahı: İnsan cismen kü-
çük, zaif ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek
bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada maliktir ve hasredilmiyecek dere-
cede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fi-
kirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve
öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva’ ve âlemlere fihriste olarak
yaratılmıştır.
İşte böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir;
istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren,
ibadettir; emellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi’ ve intizam al-
tına alan, ibadettir; şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadet-
tir; zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale
eden, ibadettir; insanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir; abd ile
Ma’bud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet
kemalât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.” (İ.İ. 83-85)
İBDA’ 846
Atıf notları:
-İbadetin halavetine mani olan gaflet, bak: 710/1.p.
-İlmin (nafile) ibadetten rüchaniyeti, bak: 1568.p.
-İbadet iki kısımdır, bak: 1212.p.
-Enbiya-ı sabıkada ibadet farklılığı, bak: 831,2419.p.
-Kibirle ibadetten kaçanlar, bak: 2053 .p.ta bir âyet notu
-Yapılan ibadet nisbetinde Cennet’den istifade etmek, bak: 545.p.
-Nübüvvetin takib ettiği ubudiyet-i mahza, bak: 935.p.
-Netice-i hilkat-ı beşeriye ubudiyettir, bak: 3046.p
-Ubudiyetin esası, bak: 3675.p.
tercih ederek «–YC«Q²A< ¬•²Y«< |«7¬~ |¬9²h¬P²9«~ «Ä_«5 beni onların ba’s olunacakları
güne kadar inzar ve imhal et dedi: Yani Âdem ve zürriyetinin ba’delmevt
ba’sleri vaktine kadar öldürme de ecelimi tehir eyle diye tazarru’ ve niyaz etti
-ki bugün (39:68) –« —hP²X«< °•_«[¬5 ²v;~«†¬_¬4 >«h²'~ ¬y[¬4 «e¬S9 Åv$ mantukunca
(83:6) «w[²W«7_«Q²7~ ¬± «h¬7 ‰_ÅX7~ •YT«< «•²Y«< olan nefha-i saniye vaktidir. Bundan
anlaşılır ki, İblis esasen Hâlık Teala’yı münkir olmadığı gibi, ba’si de münkir
değildir. O biliyormuş ki; Âdem’in nesli ve zürriyeti olacak, bir müddet
yaşıyacaklar, sonra ölecekler ve bir gün gelip ba’s olunacaklar. Şu halde İb-
lis’in küfrü Allah’ı âhireti inkâr suretiyle değil, emr ü teklifi ve vücub-u ameli
inkâr ile muaraza suretindedir. Şayan-ı dikkattir ki İblis bu yevm-i ba’se ka-
dar imhal talebi zımnında nefha-i ûlâ devresini atlatıp illel’ebed ölümden
kurtulmayı ve zillet ü hakaret içinde de olsa fenasız bir bekaye erişmeyi arzu
etmiş ve fakat bunu tasrih etmeyip, kurnazlık etmek istemiştir. Çünki yevm-i
ba’sten sonra mevt yoktur. Binaenaleyh bu derece meyl-i hayat da İblis’in
hissi demektir. Hiçbir mahlukunun herhangi bir taleb ve niyazını külliyyen
reddetmek şanından olmıyan ve (3:119) ¬‡—fM7~ ¬ ~«g¬" °v[¬V«2 olan Allah
Teala nazar-ı izzetinden koğduğu İblis’in bile ricasını suret-i mutlakada
İBN-İ ABBAS 848
Aziz, Hanefi fukahasından meşhur bir zattıdır. Daha pek genç iken ilmiye
mesleğine sülûk edip Şeyh-ül Kurra Said-il Hamevî’den Kur’an-ı Kerim
taallüm etmiş, Cezeriyye ve Şatıbiyye gibi kıraat kitablarını ezberlemiş, sonra
nahv, sarf ve fıkh-ı Şafiî ile iştigale başlamış, daha sonra Seyyid Muhammed
Şakir-i Salimî’nin derslerinde hazır bulunmuş, ondan tefsire, hadise, fıkha
dair bir çok şeyler okumuş ve onun tavsiyesiyle Hanefi mezhebine intikal
eylemiştir. İbn-i Abidin, Hicri 1198 tarihinde Dımışk’ta (Şam’da) doğmuş,
1252 tarihinde yine Dımışk’ta vefat etmiştir.” (H.İ. ci.1, sh. 429)
Ebu-l Fazl Şihabüddin Ahmed ibn-i Ali, Şafiî fukahasından büyük bir mu-
haddistir. Hadis ilmini Hâfız-ı İrakî’den, fıkhı Bulkinîden, İbn-i Mülkin’den,
lügatı Feyruz Abadî’den ahzetmiş, yirmi bir sene kadar Mısır’da kadı olarak
bulunmuştur. Asrında kendisinden başka hâfız-ul hadis yok gibi idi. Yüz el-
liden ziyade müellefatı vardır. (Hi. 773) tarihinde Mısırda doğmuş. (Hi. 852)
senesinde yine Mısır’da vefat etmiştir.” (H. İ. ci.1, 435)
adı ile bilinen Ebu Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Rüşd, İslâm
dünyasında Kadı Ebu Velid ünvaniyle de tanınır. Aristo’cu ve akılcı bir fel-
sefe akımı olan Meşşaiyenin son büyük temsilcisidir.
İbn-i Rüşd, İspanya-Endülüs İslâm Devletinin eski başşehri Kurtuba’da
yerleşmiş bir kadı ailesine mensubdur. Büyük babası Kadı-yul Kudat (Baş
Kadı) idi. Kendisi de önce fıkıh, kelâm ve diğer dinî ilimleri tahsil ederek
kadı olmuş ve Kadı-yul Kudat rütbesine kadar yükselmiştir. Devrinin hü-
kümdarının himaye ve iltifatına mazhar,olmuş fakat sonradan itibardan
düşmüş ve nefyedilmiştir.
1461- İbn-i Rüşd, tahsil yıllarında dinî ilimlerden başka, zamanının ilim-
lerine karşı büyük bir alâka duyurak mantık, tıb, matematik, astronomi,
edebiyet ve felsefe sahasında da geniş bilgi edindi. Daha çok tıb, felsefe ve
mantık sahasında tanınan bir çok eserlerin sahibidir. Eserleri, zamanında ve
daha sonra bir çok defa Latince, İbraniceye tercüme edildi. Batıda gayr-i
müslim bir kısım filozoflarca eserleri takdirle karşılandı ve İbn-i Rüşd’cülük
manasına gelen ve Mi.17. yy.a kadar canlı kalan “Averoisme” (Averoizm)
akımının doğmasına yol açtı. Fakat felsefi eserleri Hrıstiyanlık bakımından
küfür sayılarak Mi. 1209 yılında Paris’te toplanan Hristiyan Ruhban Meclisi
tarafından yasaklanmıştı.
Felsefi eserlerinin çoğu, Aristo’nun eserlerinin şerhleridir. Nakil ile aklı
ve felsefeyi te’lif ve Kur’an ve iman hakikatlarını Aristo felsefesine ve akla
İBN-İ SİNA 851
1462- İBN-İ SİNA _X[, ¬w"~ : (Mi. 980-1037) Ebu Ali El-Hüseyin bin
Abdullah İbn-i Sina, Buhara yakınında Afşene’de doğdu. Batı dünyası onu
Avicenna (Avisena) olarak tanır. Deha derecesinde bir âlim ve mütefekkirdi.
En büyük şöhreti tıb sahasındaki çalışmaları ve eserlerinden ileri gelmiştir.
Felsefede Farabi’nin yolunda gitmiş. Aristo’cu ve akılcı bir felsefe çığırı olan
Meşşaiye’nin mühim bir temsilcisi olmuştur. Hayatının sonuna doğru işrakî
felsefenin doğuşundan önce buna uygun düşünceye temayül göstermiştir.
Çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken şöyle demektidir:
“Beş altı yaşındaiken babam bizi de Buhara’ya götürdü. İlk tahsilimi Bu-
hara’da yaptım. On yaşında iken Kur’anı ezberlemiş ve bir çok bilgi edin-
miştim. Birkaç yıl içinde de ayrı ayrı hocalardan hesab, fıkıh, kelâm okudum.
Bu sırada Buhara’ya Abdullah Natali isminde bir âlim gelmişti. Babam, bu
zatı evimize davet etti. Ondan da mantık ve felsefe öğrendim. Ayrıca tıb tah-
sili de yapmakta idim. Bu sahadaki nazarî bilgimi, hastalar üzerindeki müşa-
hedelerle tamamlıyordum. On sekizine kadar bu şekilde fasılasız çalışmaya
devam ettim. Geceleri de okumak ve yazmakla meşgul olurdum Uykuda
iken bile zihnim, okuduğum şeylerle meşguldü. Ekseriya uyandığım zaman,
evvelce halledemediğim müşkillerin uyku sırasında halledilmiş olduklarını
görürdüm Daha sonra Maba’d-üt-Tabia (Metafizik) ile uğraşmaya başladım
Aristo’nun bu mevzudaki kitabını belki kırk defa okuduğum halde anlaya-
mamış ve ye’se düşmüştüm. Bir gün mezatta bir kitab satılıyordu. Tellal o
kitabı almamı tavsiye etti. Bu, benim bir türlü anlayıp halledemediğim meta-
fizik meseleseni dair Farabi’nin kitabı (Aristo’nun metafiziliğinin şerhi) idi.
Evvela işe yaramaz diye almak istemedim. Fakat sahibinin paraya ihtiyacı ol-
duğunu ve ucuza alınabileceğini söyliyerek tellal ısrar etti. Kitabı aldım. Eve
dönünce hemen okumaya koyuldum. Okudukça, önceden anlıyamadığım
müşkillerin bir bir halloduğunu görüyordum. Nihayet metafiziği tamamen
kavradım. Allah’a şükrederek secdeye kapandım Fakirlere sadaka dağıttım.”
1463- İbn-i Sina genç yaşta Buhara’da tabib olarak şöhrete ulaştı ve dev-
rin hükümdarlarının himaye ve takdirlerini kazandı, onlara tabiblik etti. Bu-
hara’daki hükümdar saray kütüphanesi müdürlüğüne getirildi. Bu vesile ile
bilgisini daha da geliştirme imkânını buldu. Hamisi hükümdarın vefatından
İBN-İ SİNA 852
Abd-il Halim Harranî; meşhur Hanbelî fukahasından bir zattır. (Hi. 661-
728) Harran’dan Dımışk’a hicretle orada tahsilini ikmal etmiş, yüksek
malumatıyla şöhret bulmuştur.
Takiyyüddin tefsirde, hadiste, usulde, fıkıhta, arabiyyatta geniş bilgi sahi-
biydi. Henüz yirmi yaşında yok iken tedrise bağlanmış, fetva vermeye ehliyet
kazanmış, daha üstadları berhayat iken âlimlerin büyüklerinden sayılmağa
başlamış, kendisine “Şeyh-ül İslâm” diyenler bulunmuştur.
İbn-i Teymiyye, bazı mes’elelerde cumhura muhalefet ettiği için aley-
hinde bir cereyan başgöstermiş, nihayet Mısır’a celbedilerek Mısır kal’asında
hapsedilmiş, bazı mes’eleler hakkında kanatını tebdil ettiğini itiraf etmiş, ni-
hayet sebilî tahliye edildiğinden Dımışk’a avdet ederek talim ve iftaya devam
eylemiştir. Fakat sonra vefatına kadar iki sene daha hapsedilmiştir.
Filhakika İbn-i Teymiyye bir cerbeze-i ilmiye kabilinden olarak bazı
itikadî ve amelî mes’elelerde eazım-ı müçtehidîne muhalefet etmiş, bu hu-
susta hakka isabet edememiş olduğu müteaddid âlimlerin tenkidleriyle, mü-
talaalarıyla sabit bulunmuştur.” (H.i. ci.1, sh: 448)
Atıf notu:
-İbn-i Teymiyye’nin sert tutumu ve ifratları, bak: 3944.p.lar.
«v[¬;~«h²"¬~ |«V«2_®8«Ÿ«,—« ~®…²h«" |¬9Y6 ‡_«9 _«<_«X²V5 (21:69) âyetinde üç işaret-i latife var:
Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla,
körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Haz-
ret-i İbrahim’i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona yakma emrediliyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi
bir te’sir yapar. Cenab-ı Hak, _®8«Ÿ«, (*) lafziyle bürudete diyor ki: “Sen de
cek iman gibi bir madde-i manevîye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü;
dünyevî ateşinin dahi te’sirini men’edecek bir madde-i maddîye vardır. Çünki
Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dar-ül hikmet olmak hase-
biyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi
gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir.
İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle
manen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim; İbrahimvari olunuz. Ta maddî
ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem
orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, Cehennem ateşine karşı zır-
hınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği
bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıka-
rınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir
maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu
âyet ise, ona mukabil bak ne ulvi, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak
“Hanifen Müslimen” tezgahında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.” (S.261-
262)
1469- İbrahim (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-İbrahim (A.S.)’ın Allah tarafından gelen kelimelerle imtihanı; imameti ve imame-
tinin zürriyetine teşmili; bir emniyet ve ibadet mahalli olarak Ka’beyi inşa etmeleri
ve Allah’a teslimiyeti gibi mümtaz hususiyetleri: (2:124 ilâ 140)
-İbrahim (A.S.) ile Nemrud arasında cereyan eden münazara: (2:258)
-İbrahim (A.S.)’ın Allah’ın “ihya” keyfiyetini anlamak istemesi: (2:260)
-İbrahim (A.S.) Yahudi ve Nasrani değil, hanifen müslimen bir muvahhid idi:
(3:67)
-Mekke’de makam-ı İbrahim: (3:97)
-Âl-i İbrahim (A.S.): (4:54)
-İbrahim (A.S.) Halilullah’tır: (4:125)
-İbrahim (A.S.)’ın hakkı batıldan ayıran feraseti; melekût-u semavata ve kâinatın
tefekkürüne müstenid marifetullahı ve yıldızlardan güneşe ve nihayet Hâlik-ı Kâi-
nat’a istidlali ve halkı irşada başlaması: (6:74 ilâ 83)
-İbrahim (A.S.)’ın babasına tebliğ ve nasihatı: (19:41 ilâ 50)
-İbrahim (A.S.)’ın babasına ve kavmine tebliğ ve nasihatı ve putları kırması, ateşe
atılması ve nihayet Allah tarafından kurtarılıp ihsanlara nail kılınması: (21:51 ilâ
73) (26:69 ilâ 83) (29: 24, 25)
İBRAHİM BİN EDHEM 856
-İbrahim (A.S.)’ın (9:24) âyetinde bildirilen en sevilen şeylerden daha çok Allah’ı
sevip ona teslim olduğunun nişanesi olarak Allah uğrunda feda olmağa razı olan ço-
cuğunu kurban etmeye teşebbüsü ve bu çok çetin ve hikmetli imtihanı kazanması:
(37: 99 ilâ 110) (Bak. 1736.p. sonu ve 1767.p.)
-İbrahim (A.S.)’ın babası için istiğfarı ve sonra istiğfarı terketmesi: (9:113, 114)
(60.4)
Bir atıf notu:
-İbrahim’in (A.S.) ıstıfası, bak: 1443.p.
İBRAHİM BİN EDHEM v;…~ w" v[;h"~ : Babası Belh şehrinin hü-
kümdarı idi. Hicri 3. asırda yetişmiş büyük bir veliyyullahtır. Bir çok kera-
metleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terkederek fakirliği
kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dil-
lere destandır.
1471- İBRET ?hA2 : Uyanıklığa sebeb olan ders. Kur’anda ibret hak-
kında âyetler vardır. Ezcümle bir âyette buyurulur ki:
Onun için fukaha, işbu ~—h¬A«B²2_«4 emrinden kıyasın hücciyetine istidlal eyle-
mişlerdir. Usul-ü fıkıh kitablarında tafsil ve münakaşa olunur. İman
Fahreddin-i Razi der ki: Biz Mahsul nam kitabımızda bu âyet ile kıyasın
hüciyetine temessük etmişizdir. Onu burada tafsil etmiyeceğiz, ancak şunları
anlamamız lâzımdır. İ’tibar, bir şeyden bir şeye ubur ve mücavezet manasın-
dan me’huzdur.
Elfaza ibarat denilir, çünki maaniyi söyliyenin lisanından dinliyenin ak-
lına naklederler.
İşte bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki; i’tibar, eşyanın hakikatle-
rine ve delaletleri cihetlerine öyle nazar etmektir ki, o nazarla onların cinsin-
den diğer bir şeye marifet hasıl ola...
Aynı kökten gelen mu’teber, kendisinden ibret alınır, ehemmiyetli isti-
fade edilir, şayan-ı dikkat şey demektir. İtibarlı, şey itibarlı adam dediğimiz
de bu kabildendir.” (E.T.4815, 4816) (Bak: Tefekkür, intikal)
1472- İbret hakkında âyetlerden birkaç not:
-Düşmana nisbetle sayısı az olan İslâm ordusunun zaferinden ibret almak: (3:13)
-Peygamberlerin kıssalarından ibret vardır: (12:111)
-Süt veren hayvanlarda da ibret vardır. (16:66) (23:21)
-Gece gündüzün devr ü deveranında ibret vardır. (24:44)
-İslâm düşmanlarının tahkimatlarına rağmen mahv ve mağlubiyetlerinden
ibret alınmalıdır: (59:2)
-Fir’avn ve emsallerinin ibret-i âlem için dünya ve âhiret musibetleriyle cezalandırıl-
maları: (79:25, 26)
Atıf notları:
-İbretlik mesh cezası, bak: 2358.p.
-Yeryüzünü gezip ibret almaya dair âyetler, bak: 3373.p. âyet notları.
İCABİYE 858
1474- İCAD …_D<~ : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getir-
mek. *Yoktan var etmek. (Bak: Ayan-ı Sabite, Delil-i İhtira, Esbab, Halk, İbda’)
İki atıf notu:
-Eşyanın icad ve idamı, bak: 102.p.
-Daimî icad ve tecdid eden faaliyet-i Rabbaniyenin hikmeti, bak: 882-884. p.lar.
İCAD 859
Evvet Kadir-i Zülcelal’in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira ve ibda’ iledir.
Yani hiçten yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip
eline veriyor. Diğeri; inşa ile, san’at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok es-
masının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için kâinatın anasırın-
dan bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tabi olan zerratları ve mad-
deleri, rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i
Mutlak’ın iki tarzda, hem ibda’ hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek
ve yoğu var etmek; en kolay, en sühuletli, belki daimî umumi bir kanundur.
Bir baharda, üçyüzbin envesi zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki
zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete
karşı “yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı! ...” (L.193-194) (Bak: 236.p.)
Halbuki, eşyanın icadında kudret-i İlahiye için uzak-yakın, az-çok, bü-
yük-küçük birdir. (Bak: Temessül ve Ehadiyet maddesinde 773, 774.p.lar)
Eşyanın ani ve tedricî yaratılması meselesi için 1148. p.a bakınız.
1476- “Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise; i’dam-ı
mevcudun refikidir. Halbuki: Adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan
adem-i sırf’ı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu! Sizin bu
istis’abınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâd’in
netice-i vahimesidir. Zira icad ve ibda-i ilahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas
edersiniz. (Bak: 2080.p.) Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad
etmek gelmez. Belki yalnız umur-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi
vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kenidin ondan kurtaramıyor. (Bak:
Delil-i İhtira)
Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görme-
miş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-i aklîsi de daima üss-
ül-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsar-ı İlahiyeye mümkinat tara-
fından bakıyor. Halbuki: Hayret-efza asarıyla müsbet olan kudret-i Sani’in
canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umur-u itibari-
yeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i
mevhume içinde Sanii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor.
Halbuki Vacibül’l-Vücud’un canibinden, kudret-i tammesi nokta-i nazarın-
dan bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” (Mu.115) (Bak: Müşebbihe)
Atıf notları:
-Maddenin ezeliyetini iddia edenlerin sathi nazarlarına bir misal, bak: 879.p.
-Maziyi icad eden, istikbal imkânatını da icad edebilir, bak: 1215/1 .p.
İCAD 861
yatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp
toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir... bir
ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona
göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; ta dağılmasın, intizamını boz-
masın. Halbuki herşeyin şekli, hey’eti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz
had ve hesaba gelmez eşkaller, mikdarlar içinde, bir tek şekil ve mikdarda sel
gibi akan anasırın zerreleri dağılmıyarak, muntazaman, mikdarsız, kalıpsız
birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücud
vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor.
Elbette kimin kalbinde körlük yoksa, görür.” (L.239-241)
Kur’an ve hadis-i şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş ol-
maları. Böyle ictihad eden zatlara müctehid denir. (Bak: Fetva, İcma-i Ümmet,
Mezheb, Nakli Delil, Tefsir, Teşri, Şûra)
Kur’an ve hadisten derin ve gizli manaları ve ahkâm-ı şer’iyeyi görüp
ictihad ve istinbat etmek için yüksek bir ilim ve kemalât gereklidir. Kur’an:
(3:7), (4:83), (29:43), (34:6) ve emsali âyetleri, Kur’anî hakikatları ve incelik-
leri, ilimde rüsuh ve kemalât sahibi olan zatların anlayabileceklerini beyan
eder. Elmalılı Hamdi Efendi mevzumuzla birinci derecede alâkalı olan (4:83)
âyetinin bir cümlesini şöyle tefsir eder:
“ ¬h²8« ²~ |¬7—~ |«7¬~—« ¬ÄY,Åh7~ |«7¬~ ˜—Ç…«‡ ²Y«7—« Bunlar bu işittikleri haberi
Peygambere ve ulü-l emre yani o işe salahiyet ve ihtisası bulunan zevata veya
ümeraya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler
İstinbat nA9 çıkarmaktır. Nebıt de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su de-
mektir. İşte halli matlub bir hâdise, bir mes’ele karşısında mebadi ve
ma’lumat-ı mevcudiye tetebbu’ ve istikra, tetki u tenkih ve mukayese ederek
yeni bir ilim istihrac etmeğe dahi istinbat ve istihrac tabir olunur ki, bu bir
meleke ve iktidar-ı mahsustur. Herhangi bir şeyde böyle bir ehliyet ve ikti-
darı haiz olanların o işin müctehidi ve bihakkın sahibi ve indallah ulü-l emir-
dirler. Bunun için bâlâda
(4:59) ¬ÄY,Åh7~«— ¬yÁV7~|«7¬~˜—Ç…«h«4 ¯š²|-« |¬4 ²vB²2«ˆ_«X«#–² ¬_«4 diye Allah’a ve Resulüne
müracaat olunduğu gibi burada da Resulullah’a ve böyle ulü-l emre müracaat
tavsiye olunarak bunlara itaatin itaat-i Resule merbut ve mülhak olduğu bir
daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki, icma’da mu’teber re’y bu gibi ulü-l
emrin re’yidir.
Bu âyet bize bilhassa şu hükümleri ifham ediyor:
1- Ahkâm-ı hâdisat içinde doğrudan doğru nass ile ma’lum olmayıp
istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
İCTİHAD 864
2- İstinbat da hüccettir.
3- İstinbata ehil olmayan avamın ahkâm-ı hâdisatta ehl-i ilme müracaatı
ve taklidi vacibdir.
4- Resulullah dahi istinbat ile mükelleftir.
“ ²vZ²X¬8 y«9YO¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ y«W¬V«Q«7 ²vZ²X8¬ ¬h²8« ²~|¬7—~|«7¬~—« ¬ÄY,Åh7~|«7¬~ ˜—Ç…«‡ ²Y«7«—
(4:83) İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani”
vardır.
1482- Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar
delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil.
Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler aç-
mak gark olmağa vesiledir. öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı
ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı
hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarla-
rından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e ci-
nayettir.
1483- İkincisi: Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’i ve
muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda
terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların
ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kıs-
mında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların
hâcatına dar gelmiyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni
içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.
İCTİHAD 866
müne geçen istidadı, ‡Y9 |«V«2 °‡Y9 (24:35) sırrına mazhar olur, çabuk ve az
zamanda müçtehid olurdu.
1485- Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, fel-
sefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, ef-
kâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler manevî-
yata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört ya-
şında Kur’an’ı hıfzedip, âlilmlerle mubahase eden Süfyan İbn-i Üyeyne olan
bir müçtehidin zekasında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana
nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı
tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki
Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar: Yavaş yavaş
istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.
Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete
dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaş-
mış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’î
İCTİHAD 867
mez,ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam
su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şe-
riatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cina-
yet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talak vaki olmaz, ceza da
görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da,
diyemez ki: “Zarurettir, bana helaldir.”
1489- İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela
eden bir beliyye-i amme suretine giren çok umurlar vardır ki: Su-i ihtiyardan,
gayr-i meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden;
ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helal etmeye medar olamazlar. Hal-
buki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıkla-
rından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefidir, semavî olamaz, şer’î değil.
Halbuki semavat ve arzın Hâlikının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının
ibadatına müdahale ve o Hâlikın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müda-
hale merduddur. Meselâ: Bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslâmiyeyi,
Arabîden çıkarıp her milletin lisaniyle söylemeyi, iki sebeb için istihsan edi-
yorlar.
Birincisi: “Ta, siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edil-
sin.”
Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine gir-
miş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i
,İlahînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki,
o makam-ı âlîye çıkabilsin.
İkinci sebeb: “Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak
içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve
malum olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o va-
kit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için,
bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün ol-
saydı-tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun
vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkâm-ı kat’iye-i
İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini
ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi ha-
tırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik
ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar.
* İ'caza dair olan Yirmibeşinci Söz, Kur'anın hakiki tercümesi mümkün olmadığını gös-
termiştir.
İCTİHAD 869
yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle be-
raber bir dükkanda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine
giden sıdk ve hak pırlantası o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip,
körü körüne alınmaz.” (S.480-484) (Bak: 3204.p.)
1492- Kelâm-ı İlahî olduğundan kudsiyete sahib olup vicdanları cezbe-
den Kur’ana, ictihadî hükümler ve şeriat kitablarının ayine olmaları gerekti-
ğini anlatan Bediüzzaman, Sünuhat namındaki eserinde şu izahatı veriyor:
Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelir-
ken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuş-
lardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat
hükmüne geçmişlerdir.
1494- Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i
i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı
ihtizaza getiren Hitab-ı Ezelî’nin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç ta-
rikledir.
1- Ya müellifinin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti
tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zu-
lümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-u şeriatı şeffaf birer tefsir
suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müctehidînin kitabları
gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi. Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar
ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla
nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu
ikinci tarik de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fev-
kine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın halis malını yalnız ondan
istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır.
Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarikat şeyhinin vaazındaki olan
halavet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.
1495- Umur-u mukarreredendir ki; efkâr-ı ammenin birşeye verdiği mü-
kâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten de-
ğildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden zi-
yade ücret alması bunu te’yid eder.
Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ana mü-
teveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağ-
betten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar
olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nâfiz olurdu.
Yalnız tilavetiyle teberrük olunan, bir mübarek derecesinde kalmazdı...
1496- Bununla beraber zaruriyet-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i
hilafiye ile mezcedip, ona tabi gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira
“Musavvibe”nin (*) muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim
* Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder diyenlere ilm-i usul ıstılahınca
"Musavvibe" denir.
İ Ç Kİ 872
haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki
cumhur-u avam, mezhebde imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı
ictihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtieyi
filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci hubb-u ne-
fisten neş’et eden, inhisar zihniyeti illetiyle maluldür. Ve Kur’anın camiiyet-
inden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.
Hem Tahtiecilik fikri, su-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan,
İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahâbüb ve teavüne bü-
yük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle
me’muruz.
1497- Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı
Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizi gördüm. Bir medresede
huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders
vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahu
Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana, ihtiramen kıyam buyurdular. O daki-
kada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğunu birden hatırıma geldi.
Bilahare bu rü’yayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle
tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azimüşşan lâyık ol-
duğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir.” (S.T.İ.30-35)
Galat-ı idrak iki kısımdır. Birincisi: Hakiki bir münebbih mevcud iken
bunun yanlış idrak edilmesidir. Bir değneğin suda eğri görünmesi, yahut yı-
lan zannedilmesi buna misaldir ki, yeni tabirle bu çeşit galata (Fr.illüzyon)
denir. Hz. Musa (A.S.) zamanında Fir’avunun sahirleri birer illüzyonist idiler.
Göz yanılması kaidelerinden istifade etmişlerdi. İkinci kısım: Hakiki bir mü-
nebbih mevcud değilken, vaki’de varmış gibi idrak etmektir. Ruh hastala-
rında, ateşli hastalarda ve zehirlenmelerde, alkolik ve esrarkeşlerde görülen
idrak şekilleri buna misaldir. Yeni tabirle buna (Fr.halüsinasyon) denir.
(19:56) _È[¬V«2_®9_«U«8 ˜_«X²Q«4«‡—« “Biz İdris’i âlî bir mekâna yücelttik” âyetini zik-
retmiştir ki o âlî mekân dördüncü kat göktedir. Hiç şüphesiz ki bu yükseliş,
peygamberler arasında İdris’e has İlahî bir taltif olarak zikrolunmuştur.
Gerçi İsa Peygamber (A.S.) da semaya yükseltilmiş ise de, (3:55) «t[¬±4«Y«B8|¬±9¬~
kavl-i şerifinin zahirini iltizam eden ülemaya göre Hazret-i Mesih öldürül-
dükten sonra ref olunmuştur.
Binaenaleyh zihayat olarak semaya ref olunmak İdris A.S.ın müstesna bir
hususiyeti bulunuyor. Şu kadar ki, ülemanın cumhuruna göre İsa (A.S.) da
hayatta olduğu halde semaya götürülmüştür. Bu itibar ile âlî hususiyete işti-
rak etmiş bulunuyor.” (S.B.M. ci: 9, sh: 103)
Atıf notları:
-İdris’in (A.S.) mertebe-i hayatı, bak: 1251.p.
-Hz.İdris İlyas’tır diyenler, Buhari, kitab 60, bab 4
İFRİT 874
1502- İFRİT n<hS2 : Cin taifesinden çok muzır şerir ve korkunç bir
Bir âyette şöyle buyurulur: “(27:39) ±w¬ ¬D²7~«w¬8 °a<¬h²S¬2 «Ä_«5 Cinlerden bir
ifrit dedi- Ragıb’ın Müfredat’ında ifrit, b[¬A«F²7~ •¬‡_«Q²7~ «Y; ya’ni habis, çetin
demektir. Şeytan gibi insana da istiare olunur, ifrit nifrit denilir. İbni
Kuteybe demiştir ki; İfrit, müvessek-ül halk yani hilkati kuvvetli demektir.
Aslı toprak demek olan “afer” dendir.” (E.T.3678) S.B.M. 2. cild, 288. ha-
diste, Resulullah’ın namazını bozdurmak isteyen ifritten bahsedilir.
Aynı hadis Buhari 60. kitab 40. bab. S.M. 5. kitab 39. bab, Muvatta’ 10’da
geçer.
Atıf notları:
-İfritler âlemi, bak: 211, 3347.p.lar
-İman-ı Ali’nin muhafız bir ifrit istemesi, bak: 2804.p.
riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. *Sırf Allah emretmiş
olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfa-
ati, hakiki ve esas gaye etmiyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksad
ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak. (Bak:
Enaniyet, Riza-yı İlahî, Riya, Tekellüf)
1504- “Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en
büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en
kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i
makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet ihlastır.” (L.159)
“Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazınılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla mu-
vaffakiyet ile değildir. Çünkü onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenil-
mez, belki bazan verilir. Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı
rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki
bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın, irşadı kadar rıza-i İlahîye medar
olur. Hem ihlas ve hakperestlik ise, müslümanların nereden ve kimden
olursa olsun, istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa benden ders alıp sevap
kazandırsınlar düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (L.152)
1505- “Cay-ı ibret bir hâdise: Bir vakit İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bir
kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O
kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”
Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim.
Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”
O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem
dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.” dedi.” (M.268)
1506- İbadet ve dinî hizmetlerde “rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yar ise,
herşey yardır. Eğer o yar değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İn-
sanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o
ameli ibtal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlası kırar; eğer müşevvik
ise, safvetini izale eder; eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemiyerek
Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına
kabul etmek güzeldir ki, (26:84) «w<¬h¬'´ ²~ |¬4 ¯»²f¬. «–_«K¬7 |¬7 ²u«Q²%~«— buna işa-
rettir.” (B.L.78)
İHLAS 876
1507- “İbadetin ruhu, ihlastır. ihlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredil-
diği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet göste-
rilse, o ibadet batıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet
olamazlar.” (İ.İ.85) (Bak: 712.p.sonu)
1508- Âyet ve hadislerde ihlasın ehemmiyeti bildirilir. Ezcümle:
“ ¬w<¬±f7~ y«7 _®M¬V²F8 ¬yÁV7~ ¬fA²2_«4 ±¬s«E²7_¬" « _«B¬U²7~ «t²[«7¬~ _«X²7«i²9«~ _Å9¬~
(39:2, 3) l¬7_«F²7~ w<±¬f7~ ¬y±V¬7 « «~ Âyetiyle ve
münakaşayı ve rekabeti intac edecek derecede bir iştirak yok. Onun için,
bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.
Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların herbirisinin
vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etme-
diği ve herbirinin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-ü nasda ve hüsn-ü kabulde
hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar namzed olur, maddî ve manevî
herbir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan müzahame ve rekabet
tevellüd edip; vifakı nifaka, ittifakı ihtilafa tebdil eder.
1510- İşte bu müdhiş marazın merhemi, ilacı ihlastır. Yani hakperestliği
nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına
maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle «Ÿ«A²7~ Å ¬~ ¬ÄY,Åh7~ |«V«2 _«8—« (5:99)
(*)
sırrına mazhar olup... hüsn-ü kabul ve hüsn-ü te’sir ve teveccüh-ü nası ka-
zanmak noktalarının Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi
vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mü-
kellef olmadığını bilmekle ihlasa muvaffak olur. Yoksa ihlası kaçırır.
1511- İkinci Sebeb: Ehl-i dalaletin zilletindendir ittifakları, ehl-i hidayetin
izzetindendir ihtilafları. Yani ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalalet, hak
ve hakikata istinad etmedikleri için zaif ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet
almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimi
yapışırlar. Hatta meslekleri dalalet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler.
cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azab-ı kabir gibi nahoş bir şekil aldığından;
teveccüh-ü nası arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperest-
lerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın.
* Sahabelerin sena-i Kur'aniyeye mazhar olan "isar hasleti"ni kendine rehber etmek. Yani:
Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin
mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı
İlahî bilerek, nasdan minnet almıyarar ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.
Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın.
Çendan hakları varki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekata da
müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir
denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların
Hem (2:41) ®Ÿ[¬V«5 _®X«W«$ |¬#_«<_´ ¬" ~—h«B²L«#« «— âyetinin nehyine yanaşır. ameli
ü
kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra
* Hatta Hadis-i Sahihle, ahirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur'an ile ittifak edip,
müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları (84 no.lu dipnota bak.) gibi; şu
zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi,
olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı
ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza' etmiyerek müşterek düşmanları
olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.
İHLAS 880
195) Hatta bir hadisin bir cümlesinde: ¬‰_ÅX7~ |¬4 °m«8_«3 (147) yani, insanlar
içinde, cemiyette şöhrete koşmayıp, gizli kalan, gıbta edilecek kişiler ve hafif-
ül haz diye vasıflanır. (Bu zatların gizliliği zahirde görünmemekten daha çok, hakiki
kemalat ve manevî meziyetlerinin halkça tam anlaşılmamış olması manasındadır. Bu
manadaki şahıslarla alâkalı olan 295.p ve 732 p.1. bendi ve 3940/3 .p. son bendi ve
3374/4. p.sonuna bakınız.)
1520- Yedinci misal; Dini, maddî ve manevî bir maksada âlet etmek, ih-
lası bozacağını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder.
“Bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’i kanaat
verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmıyacak bir tarzda, bir Kur’an
dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti
kırsın, herkese kat’i kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait
dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye
âlet edilmediğini bilmekle husule gelibilir.” (E.L.II.79) (Bak: 3880, 3883.p.da
2. hadis ve 3416.p.)
“Nasılki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dünyevî rütbelerine ve
şahsım için uhrevî makamlarına âlet yapmaktan sırr-ı ihlas şiddetle beni
men’ettiği gibi; öyle de kendi şahsımın istirahatına ve dünyevî hayatımın gü-
zelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cidden çe-
kiniyorum. Çünki uhrevî hasenatın baki meyvelerini fani hayatta cüz’î bir
zevk için sarfetmek, sırr-ı ihlasa muhalif olmasından kat’iyen haber veriyo-
rum ki:
Târik-üd dünya ehl-i riyazetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî
huddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum va-
kitte en güzel ilaç getirseler, hakiki ihlas için kabul etmemeğe kendimi mec-
bur biliyorum. Hatta berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva
baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp
kabul etmemek ve uhrevî, baki meyvelerini dünyada fani bir surette yeme-
mek için nefsim de kalbim gibi kabul etmemeğe rıza gösteriyor. Fakat kasd
ve niyetimiz olmadan inayet cihetinde gelen bereket gibi ikramat-ı Rahma-
niye , hizmetin makbuliyetine bir alâmet olduğundan, nefs-i emmare karış-
mamak şartıyla ruhumla kabul ederim. Her ne ise.. bu mes’ele bu kadar
kâfi..” (E.L.II. 12)
1521- “Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebe-
leri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve
benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır.
Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.” (E.L.II.80)
İşte zikredilen şu cüz’î birkaç misalde görüldüğü gibi ihlas, fiilî tezahürle-
riyle nazara alınınca, insan kendini ihlas cihetinde daha kolay kontrol ederek
hatalarını tashi edebilir.
Atıf notları:
-Niyetin ruhu ihlastır, bak: 2877.p.
İHTİLAF 883
1523/2- “(2:213) «w<¬‡¬g²X8«— «w<¬h¬±L«A8 «w[¬±[¬AÅX7~ yÁV7~ «b«Q«A«4 Allah hakka itaa-
tin ve vifakın sevabını müjdeler, muhalefet ü isyanın ikabını anlatarak kor-
kutur Peygamberler gönderdi.
«vU²E«[¬7 okunur ki, beyn-en nas ihtilafatta kitab-ı hakk ile hükmolunsun, icra-ı
hükümet edilsin demek olur. Ve her iki halde hükm-ü hükümetin hikmet ve
gayesi vaz’-ı hak değil, hakka tevfikan ref-i ihtilaf ve te’sis-i müsalemet
olduğu anlaşılır.
Sonra insanlar bu kitab-ı münzelde de ihtilaf ettiler, ¬y[¬4 «r«V«B²'~ _«8—«
kitabda ihtilaf çıkaran da başkaları değil ˜Y#—~ «w<¬gÅ7~ Å ¬~ ancak o kitaba nail
kılınmış olan ehl-i kitabdır.
Hem bunlar bu ihtilafı ²vZ«X²[«" _®[²R«" _«X¬±[«A²7~ vZ²#«š_«%_«8 ¬f²Q«" ²w¬8 kendilerine
açık âyetler, nusus-i zâhire geldikten sonra, aralarındaki bağy ü hasedden ileri
gitmek ve Peygamberlerle bile yarış etmek davasından nâşi çıkardılar.
Eğer bu ihtilaf, nass ü beyyine bulunmayan, nasta meskûtün anhü kalan
hususatta edille-i gayr-i beyyine ile taharri-i hak için olsa idi ihtilaf-ı nâsı,
mümkün olduğu kadar azaltacak meşru bir ictihad olabilirdi, lakin bunlar
İHTİLAF 885
¬y¬9²†¬_¬" ¬±s«E²7~ «w¬8 ¬y[¬4 ~YS«V«B²'~ _«W7 ~YX«8´~ «w<¬gÅ7~ yÁV7~ «f«Z«4 Badehu Allah
bunların ihtilaf ettikleri hakka bi’set-i Muhammediye ve inzal-i Kur’an ile
biizn-i Huda iman edenlere hidayet verdi.
¯v[¬T«B²K8 ¯ ~«h«. |«7¬~ š_«L«< ²w«8 >¬f²Z«< yÁV7~«— Ve işte Allah böyle dilediğini
bir sırat-ı müstakime hidayet eder, doğrultur.” (E.T.742) (Esaslara bağlılık ih-
tilafı önler, bak: 776.p.)
Mezkûr âyette geçen beyyinatın geçtiği pek çok âyetlerden birkaç
not:
-Beyyinatı fâsıklardan başkası inkâr etmez. (2:99)
-Beyyinatı ketmedenler (gizliyenler) mel’un olurlar: (2:159)
-Beyyinata rağmen ahkâm-ı şer’iyeden i’raz edenleri zecr: (2:209)
-Beyyinata rağmen tefrikaya düşenler gibi olmayınız: (3:105)
1524- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur:
hassa bu öğüt ve şeriate ittiba ile ittika emri ¬‰_ÅXV¬7 h¬¶<_«M«" insanlara basiret
nurlarıdır. Heva, şehevata ittiba, insanların kalblerini körlettiği, hakkı idrakle-
rine mani’ olduğu gibi, Allah’ın kelâmını ve emirlerini tutarak şeriatına ittiba
etmek de insanların hakka doğru kalb gözlerini açan basiret nurlarıdır.
«–YX¬5Y< ¯•²Y«T¬7 °}«W²&«‡—« >®f;«— Ve ikan şanından olan kimseler için hak ve
savabı gösteren bir hidayet ve saadete erdirecek bir rahmettir.” (E.T.4318)
1525- Kur’anda (2:176) âyetinin izahında şu bilgi verilir: “Bu âyet bize
şunu ifham ediyor ki, beynlerinde mamülünbih ve ihtilaf ettikleri zaman ha-
kem ittihaz edilecek bir kitab-ı hakka iman etmemiş olanlar, niza ü şikaktan
kurtulamıyacakları gibi, kitabları ayrı ayrıı olan insanlar arasında bir camia-i
vahdet bulunamıyacağından, hilaf u şikakları ebedî olur.
Asl-ı kitabda ihtilaf etmiyerek ve onu hevasına göre ve menafi-i dünye-
viye saikasıyla inkâr ve te’vil ü tahirf ile ketme kalkışmıyarak hüsn-ü niyet ve
kemal-i hakkaniyetle anlamağa çalıştıkları halde, hasbelbeşeriye fehimleri ih-
tilaf edenlerin ise vahdet-i asliyelerine halel gelmez ve bunların ihtilafları
şikak-ı baîd olmaz.” (E.T.594/595)
1526- Yine ihtilaf mevzuunda hal çaresi olarak bir âyette şöyle
buyuruluyor:
sında herhangi bir şeyde niza ederseniz ¬ÄY,«‡—« ¬yÁV7~|«7¬~ ˜—Ç…«h«4 onu Allah’a
ve Resulüne redd ü irca ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü arzunuzla halle
kalkışmayınız, müsademelere düşmeyiniz; başkalarına da gitmeyiniz de ev-
vela Allah’ı, saniyen Resulullah’ı kendinize merci’ biliniz; bu hükme ve bu
mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegane hakem ve hâkim Allah ve
Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi, fikirlerinizi, Allah’ın ayatına
ve Resulullah’ın beyanatına tatbik ve tevfik ederek tevhid ediniz... Bu emir-
leri tesbitten sonra evvel emirde adlî ve teşrîi esaslar üzerinde cereyan-ı itaatı
te’min ve mü’minlerin, adl ile hükme me’mur iken, hilaf-ı adl ü hak hükme
İHTİLAF 887
«t¬V²A«5 ²w¬8 «Äi²9~ _«8—« «t²[«7¬~ «Ä¬i²9~_«W¬" ~YX«8³~ ²vZÅ9«~ «–YW2²i«< «w<¬gÅ7~ |«7¬~ «h«# ²v«7«~
Baksana o sana inzal edilene ve senden evvel inzal olunana iman ettikle-
rine zu’m edenlere! O zâhiren müslüman görünüp münafık olanlara!
Fakat (7:128) «w[¬TÅBW²V¬7 }«A¬5_«Q²7~«— sırrıyla, ¬y²[«V«2 |«V²Q< « «— YV²Q«< Çs«E²7«~ (148)
kimsenin dünyevî veya uhrevî, Kur’anî, İslâmî, imanî bir mesleğe, fen veya
san’ata hasr-ı mesai etmesi; yalnız onunla meşgul olması. (Bu metod insanı
muvafakiyete eriştiren en birinci ve en büyük bir âmildir. Bir kimse yaktığı
bir meş’aleyi parlatabilmesi ve bakileştirebilmesi için o meş’alenin, o nurun
pervanesi olması gerektir.) Zübeyir Gündüzalp (R.Aleyh) (O.A.L.)
“Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde,
o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve
san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin
icma-ı ülemasına dahil sayılmaz. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalı-
ğın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bil-
hassa maddîyatta çok tevaggul eden ve gittikçe manevîyettan tebaüd eden ve
nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feyleso-
fun münkirâne sözü, manevîyetta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsi sahibi
olan ve doksan sene manevîyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi
ilmelyakin, aynelyakin hatta hakkalyakin suretinde keşfeden Şeyh Geylani
(K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve ma-
nevî mes’elelerde, maddîyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına
dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve in-
kârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz
mı?” (Ş.102) (Ehl-i ihtisasa itimad, bak: 182/.p.)
1529/1- “Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok
tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra bi-
naendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, manevîyatta gabileşir ve sathî olur. Bu
noktaya nazaran; maddîyatta mehareti olanın manevîyatta hükmü hüccet
olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şayan-ı istima’ değildir.
Evet bir hasta; tıbbı, hendeseye kıyas ederek tabibe bedelen mühendise mü-
racaat edip gösterdiği ilacı istimal eder ise, akrabasına taziye vermeye davet
ve kendisi için kabrista-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir
raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-ı mahza ve mücerredat-ı sırfeden
olan manevîiyatta, maddîyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare
etmek, adeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani
olan aklın sekeratını ilan demektir. Evet herşeyi maddîyatta arayanların akıl-
ları gözlerindedir. Göz ise, manevîyatı göremez.” (Mu.15)
1532- İKRAH ˜~h6~ : “Lügatta, bir kimseyi, istemediği bir sözü söyle-
meğe veya bir işi yapmağa zorlamaktır. Istılahta, bir kimseyi tehdid ile, ihafe
ile rızası olmaksızın bir sözü söylemeğe veya bir işi işlemeğe haksız yere
sevketmektir.
Kendine böyle cebredilen kimseye “mükreh”, cebr edilen şeye
“mükrehün aleyh” mükrehin korkmasını mucib, rızasını sâlib olan şeye de
“mükrehün bih” denir. İkrahta bulunan şahsa da “mükrih”, “mücbir” de-
nir.” (H.İ. ci: 6, sh:69)
İkrahın tahakkuku için bazı şartlar gerekmektedir. Ezcümle, gayr-ı meş-
ruluğu açıkça bilinen bir hususta, kişinin istek ve itikadının hilafına harekete
veya söz söylemeye mecbur olması için, iktidar sahibi şahsın veya şahs-ı ma-
nevînin icbarı karşısında kalması, yani mükrehin, mükrihe karşı cesareti ve
kuvveti yetersiz olması şarttır. Kişi, ifasına mecbur kalmadığı bir ikrah karşı-
sında itaat etmez ve etmemelidir. (Bak: Ulu-l Emr)
Bir atıf notu:
-Dinde ikrah yoktur, bak: Hürriyet-i Vicdan
1534- İKRAH-I MÜLCİ zDV8 ¬˜~h6~ : “Nefsi itlaf, uzvu katı’ veya
bunlardan birine müeddi olacak şiddetli darb ile yapılan ikrahtır ki, mükrehin
rızasını izale, ihtiyarını ifsad eder. Maamafih asıl ihtiyarı yine sabit bulunur.”
(H.İ. ci: 6, sh: 69) (Bak: Azimet, Zaruret ve 126, 363, 982, 1621, 3452.p.lar.)
Bir âyette şöyle buyuruluyor: “ (16:106) ¬y¬9_«W<¬~¬f²Q«" ²w¬8 ¬yÁV7_¬"«h«S«6 ²w«8 Her
kim imanından sonra Allah’a küfrederse -yani kelime-i küfr tefevvüh eder,
küfrolan sözü söylerse; ¬–_«W<¬ ²_¬" Êw\¬ W²O8 yA²V«5—« «˜¬h²6~ ²w«8 Å ¬~ kalbi iman ile
mutmain olduğu halde ikrah olunan değil, yani canını veya a’zasından bir uz-
vunu itlaftan korkulur bir emr ile ikrah edilmek suretiyle değil,
İKRAH-I GAYR-İ MÜLCİ 892
²w«8 ²w¬6«~—« ~®‡²f«. ¬h²SU²7_¬" «ƒ«h-« ve lakin küfre sinesini açan, küfür hoşuna gi-
den, ya’ni ikrah olunmadığı halde rızasıyla kelime-i küfrü söyleyen veya ikrah
olunduğu zaman kalbini bozup da küfre i’tikad ediveren kimseler
¬yÁV7~ «w¬8 °`«N«3 ²v¬Z²[«V«Q«4 bunlar üzerine Allah’dan bir gadab-ya’ni künhü ta’rif
olunmaz büyük bir gadab °v[¬P«2 ° ~«g2 « ²vZ«7—« ve bir de bunlara azîm bir azab
vardır. Çünkü cürümleri en büyük cürümdür.
1535- Rivayet olunuyor ki Kureyş, Ammar’ı ve babası Yasir’i ve anası
Sümeyye’yi irtidada ikrah ettiler; imtina’ eylediler. Bunun üzerine Sümeyye’yi
birer ayağından iki devenin arasına bağladılar ve “Sen erkekler için
müslüman oldun” diyerek bir harbe ile önünden deştiler. Develere sürükle-
tip parçalatarak öldürdüler. Arkasından Yasir’i de öldürdüler ve İslâm’da ilk
maktul bu ikisi oldular (R.A.) Anasını, babasını bu halde gören Ammar ise,
ikrah olunanı lisanen şöyleyiverdi. Bunun üzerine: Ya Resulallah, denildi,
Ammar küfretmiş. Resulullah (sallallahü aleyhi vesselem) buyurdu ki, “Hayır
Ammar baştan ayağa iman dolmuş, iman onun etine, kanına karışmıştır.”
Derken Ammar ağlıyarak Resulullah’a geldi, Resulullah da gözlerini silmeğe
başladı ve buyurdu ki, “nen var, tekrar ederlerse sen de dediğini tekrar et.”
Bir de Müseylime-tül Kezzab iki kişiyi tutmuştu. Birisine: “Muhammed hak-
kında ne dersin?” “Resulullah” dedi. “Benim hakkımda ne dersin?” dedi.
“Sen de” dedi. Binaenaleyh bunu bırakıverdi. Öbürüne: “Muhammed hak-
kında ne dersin?” dedi.”Resulullah” dedi. “Benim hakkında ne dersin” dedi.
“Dilsizim” cevabını verdi. Üç def’a tekrar etti,o yine aynı cevabı verdi. Bina-
enaleyh bunu katleyledi. Resulullah haber alınca buyurdu ki: “Evvelkisi Al-
lah’ın ruhsatını tuttu, ikincisi hakkı izhar etti.” ilh... Demek ki böyle ikrah-ı
mülci halinde yalnız lisanıyla kelime-i küfrü telaffuz etmek caizdir, fakat bir
ruhsattır ve âyetten anlaşıldığı üzere kalbi iman ile mutmain olmak şartıyla
bir ruhsattır. Fakat izhar-ı hak ve i’caz-ı din için helâki göze alıp ta
(cebrolunan şeyden) ictinab etmek azimettir ve bu hususta azimet ile amel
efdaldir.” (E.T.3130-3132)
1536- Bir hadiste de şöyle buyurulur:
“Ya imam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle
yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i
akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasın-
dan gelmiş halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve
ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hissettir ve ne de bu israftır.”
İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak:
¬¿~«h²,¬ ²~|¬4 «h²[«' « _«W«6 ¬h²[«F²7~|¬4 «¿~«h²,¬~« demiş. Yani. “Hayırda ve ihsanda
(faat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”
(L.143)
1542- “Hâlik-ı Rahim, nev’-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şü-
kür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır; nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. İktisad
ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.
Evet iktisad hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlahiyeye
karşı bir hürmet, hem kat’i bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz
gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir
sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz
görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mez-
kûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.” (L.139)
Bir atıf notu:
-İktisad, maaştan ziyade rızkı te’min eder, bak: 3043.p.
1543- “Sani-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif
sureti, enkısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği
gösteriyor ki; israf, abesiyet faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Ha-
kîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düsturu esasıdır.
Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı
yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!
(7:31) ~Y4¬h²K# « «— ~Y"«h²-~«— ~YV6 âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders
verdiğini anla! ...” (L.316)
1544- “Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde
ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir ka-
pıcı, asab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zaika ile merkez-i
İ KT İ S A D 896
vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir) ki; ağıza gelen maddeyi o
damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı
atar. Bazan da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen
dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi
noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sa-
rayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş
nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Ta ki, kapıcı gu-
rurlanıp baştan çıkıp, vazifeyi unutup fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray da-
hiline sokmasın.
İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve
yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para. Diğer lokma, en âlâ baklavadan
on kuruş olsa; bu iki lokma ağıza girmeden beden itibariyle farkları yoktur,
müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavi-
dirler. Belki bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız ağızdaki kuvve-
i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var.
Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mana-
sız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.
1545- Şimdi saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, ka-
pıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır; “Hâkim be-
nim”der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse, onu içeriye sokacak, ihtilal vere-
cek, yangın çıkaracak. “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi
söndürsün” dedirmeğe mecbur edecek
İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i
zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete
zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kay-
beder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun-i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, ha-
zımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.” (L.139)
1546- “İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların
üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıb noktasında (7:31)
® _«& Çf«-«~ ¬‰YSÇX7~ |«V«2 «j²[«7—« ¬•_«N¬Z²9¬ ²~|¬4 š_«S¬±L7~«— ²`ÅX«D«# ¯u²6«~ «f²Q«"—« «a²V«6«~
¬•_«QÅO7~ |«V«2 ¬•_«QÅO7~ ¬Ä_«'²…¬~ ²w¬8
Yani: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır.
Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa ha-
zımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve
yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” (*) (L.147)
Yeme, içme ve iktisada ait hadisler çoktur. Meselâ, ibn-i Mace 29. Kitab-
ül-Et’imenin bazı bablarında zikredilir.
1548- İLHAM •_Z7É~ : Allah tarafından kalbe gelen mana. Kur’anda yal-
nız (91:8) âyetinde geçen “İlham, aslında bir şeyi bir defada yutmak mana-
sına “lehm” den if’al olup, lahzada yutturmak manasınadır.” (E.T.5857)
Kur’anda ilhamat manasında “kelimat” ve “kelimat-ı Rabbi” ifadeleri de
geçer. (Bak. Kelimat-ı Rabbî) Bazı âyetlerde de “Allah’ın kelimesi”, Allah’ın
“kün=ol” emri ve mahlukatı manasına; diğer bir kısım âyetlerde de semavî
kitablar, âyetler veya mu’cizeler manasında tefsir edilir. (Bak: Firaset, Hads,
Hiss-i Kabl-el Vuku’, Vahy)
*Yani: Vücuda en muzır, dört-beş saat fasıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için
mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.
İLHAM 898
şin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir ko-
nuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği
gibi.. aynen de öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın
Zülcemal Halik-ı Zişanı olan Şems-i sermedinin mükalemesi dahi onun ilmi
ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi;
hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve ka-
rıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor.” (Ş.128)
1551- “Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, ta avam-ı nasın
ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından,
ta havass-ı kerrubiyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı
Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı
Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanî-
dir.” (M.448)
Evet “bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren,
hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye
bir Rabb-ı Rahim’in vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.”
(S.658)
1552- İLM vV2 : (İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ih-
san-ı Hak’la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek. (Bak: Akl, Cehl, Fı-
kıh, Hikmet, İhtisas, Maarif, Tefekkür, Terakkiyat, Ulema, Ülfet)
İnsanı bütün hayvanlardan üstün kılan ve insan olmanın aslını teşkil
eden en birinci hususiyeti aklıdır. Göz, görmenin; kulak, işitmenin âleti ol-
duğu gibi akıl dahi mana ve hakikatları anlamanın âletidir. Mana ve
hakikatları anlamak için yapılan çalışma da ilimdir. Şu halde aklı, vazifesi
olan hakikat ilminde çalıştırmamak, aklı ibtal etmek gibidir.
Akıl insan olmanın temeli olduğundan aklı ibtal etmek, gerçek insan ol-
manın yolunu kapamak demektir. İlm-i hakikata çalışmak, insaniyetin terak-
kisi; ilm-i hakikata alâkasızlık ise, insaniyette tevakkuftur.
Keza aklın ehemmiyeti, bilme, anlama, ve idrak etmek âleti olması sebe-
biyledir. O halde idrak, bilmek, yani kendi varlığını ve varlıkların varlığını var
olma hikmetlerini bilmek, insan olmanın en mühim unsurlarındandır.Bunun
için Kur’an tekrarla varlık dünyasına nazarları çevirir ve tefekküre teşvik
eder. (Bak: Tefekkür) Evet varlığını ve varlığı, anlamayan hayatsız ve idraksiz
varlıkların varlığı, kendilerine nazaran yoklukla müsavî gibidir denilebilir.
İLM 900
vaziyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur. Bütün eşyadaki şu tarz-ı
intihabat, bir ilm-i muhiti gösteriyor.
Hem icad ve ibda’-i eşyada kemal-i sühulet, bir ilm-i ekmele delalet eder.
Çünki bir işde kolaylık ve bir vaziyette sühulet, derece-i ilim ve meharetle
mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse o derece kolay yapar.
İşte şu sırra binaen, herbiri birer mu’cize-i san’at olan mevcudata bakıyo-
ruz ki; hayret-nüma bir derecede sühuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız,
kısa bir zamanda fakat mu’ciz-nüma bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir
ilim vardır ki, hadsiz sühuletle yapılır.. ve hakeza..
Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sâdıka var ki, şu kâinatta tasarruf
eden Zat’ın, muhit bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra
yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve
insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bi-
lir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.
Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir Zat seni bilir ve bakar, bil
ve ayıl!... (İlm-i İlahîye karşı ilm-i beşerin cüz’iyeti, bak: 3587.p.)
1557- Eğer denilse. Yalnız ilim kâfi değildir, irade dahi lâzımdır. İrade
olmazsa, ilim kâfi gelmez?
Elcevab: Bütün mevcudat nasılki bir ilm-i muhite delalet ve şehadet
eder. Öyle de: O ilm-i muhit sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder.
Şöyle ki: Herbir şeye hususan herbir zihayata pek çok müşevveş ihtimalat
içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akim yollar içinde, neticeli bir yol
ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken, gayet muntazam bir teşahhus
verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki herşeyin vü-
cudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde ve semeresiz akim
yollarda ve karışık ve yeknesak sel gibi mizansız akan camid unsurlardan ga-
yet hassas bir ölçü ile, nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile, nazenin
bir ölçü ile, nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile, verilen mevzun şe-
kil ve muntazam teşahhus; bizzarure ve bilbedahe belki bilmüşahede, bir
irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir. Çünki hadsiz vaziyetler içinde bir
vaziyeti intihab etmek; bir tahsis bir tercih bir kasd ve bir irade ile olur. Ve
amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder. Tercih,
bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise, iradedir. Meselâ: İnsan gibi
yüzler muhtelif cihazat ve âlâtın makinası hükmünde olan bir vücudun, bir
katre sudan ve yüzer muhtelif azası bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan
İLM 903
ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları,
kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat’i ve zaruri bir tarzda onların
Sani’in’de bir irade-i külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o şeyin herşeyini
tahsis eder ve o irade ile her cüz’üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir
şekil verir,bir vaziyet giydirir. (Bak: Delil-i İmkânî)
1558- Elhasıl: Nasılki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli azanın,
esasat ve netaic itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek
sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kat’i olarak delalet ediyor ki; umum hay-
vanatın Sani’i birdir, Vahid’dir, Ehad’dir. Öyle de: O hayvanatın ayrı ayrı
teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri
delalet eder ki; onların Sani’-i Vahid’i, fail-i muhtardır ve iradelidir; istediğini
yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irade ile işler. Madem ilm-i İlahîye ve
irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuunatı adedince
delalet ve şehadet vardır. Elbette bir kısım feylesofların irade-i İlahiyeyi nefy
ve bir kısım ehl-i bid’atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalaletin cüz’iyata
adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve
esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mev-
cudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalalet divaneliğidir. Çünki hadsiz
şehadet-i sâdıkayı tekzib eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.
İşte, meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; “İnşaallah İnşâallah” ye-
rinde, bilerek “tabii tabii” demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat oldu-
ğunu kıyas et.” (M.242-244) “Allah dilerse ve meşieti taalluk ederse” mealinde
olan inşâallah tabiri Kur’an (2:70), (12:99), (28:27), 48:27) âyetlerinde geçer.
Maşaâllah tabiri ise: (6:128), (10:49), (18:39), (87:7) âyetlerinde zikredilir.
1559- Bir ilmin hak olması, o “ilmin hakkı, hakk u hakikatı takib etme-
sinde, hakka taallukunda, emr-i Hakka isabetinde ve daima rızaullahı taharri
edip ahkâm-ı Hakkı idrak ve istinbat etmesinde, hasılı Allah için olmasında-
dır. Yoksa vakıa mutabık olmayan, hak esası üzerine yürümeyen, hükmullaha
muhalif bulunan, Allah kanunlarına karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar
süslenirse süslensin, ilim değildir... (Bak: 1133.p.)
Allah’dan kat’-ı nazarla, velev ülemada olsun, en cüz’î bir vaz’-ı hüküm
salahiyyetini tanımak, hatta bir zerrenin bile kendiliklerinden hakkını tebdil
edebilecek bir irade ve kudret teslim eylemek, Allah’dan başkasına bir hisse-i
rububiyyet vermektir; min dunillah rabb ittihaz etmektir... (E.T.2513)
Evet “ülema, vahiyden me’huz olan nususa ittiba’ etmeleri haysiyyetiyle
musibdirler...” (E.T.6184) (Bak: Naklî Delil ve 1305, 1306 .p.lar) (Beşerin heva
ve temayülleri, hakkı ifade etmez, bak: 2186,2187.p.lar)
İLM 904
çalışsalar; o küfür, bir cihette yanlış bir ilim ve hata bir hüküm sayılabilir.
Yoksa, irtikabı çok kolay olan yalnız adem-i kabul ve inkâr ve adem-i tasdik
ise; cehl-i mutlaktır, hükümsüzlüktür.” (Ş.102)
1564- “Harf, gayrin manasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi, şu
mevcudat da esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım
İlahî mektublardır ki, içlerinde yazılı delail, berahin mu’cize-i kudrettir. Mev-
cudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müs-
takil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.”
(M.N.214)
1565- “Âdem oğlu ve Havva kızı olan insanın biri fiilî, diğeri infialî ol-
mak üzere iki çeşit ilmi vardır. Fiilî olanı, fikrinden harice in’ikas eder. Buna
inşa denir. İnfialî ise, hariçten fikrine intikal eder, buna haber denir.
Birinci kısımda menşe’ fikirdir. İkincisi kısımda menşe’ hariçtir. İnsan şu
inşa ve haber denilen ilimler ile, kâinata olan ihtiyaçlarını tatmin eder. Şöyle
ki:
Heveslerini, isteklerini tatmin için temenniyatta bulunur. Hırsını teskin
için ricalarda bulunur. Meyl-ül istikmalini terbiye etmek, beslemek için istif-
ham eder. Hakka bağlılığını izhar için kasem eder. Yardımlaşmaya meyl-i ih-
tiyacından dolayı nida eder. Güzelliklere olan meylini nümalandırmak için
emreder. Kötülükten nefretini yerleştirmek için nehyeder. Onda hissiyatın
mecali tevessü etmesiyle çoğalan hacetlerin cetvellerini seddetmek için akd
alış verişini yapar. İşte bu gibi şeyler inşa ilminden doğarlar. Ruhun, zaman
ve mekânlarda cevelan edip esrar-ı kâinatta nüfuz etmesine olan meylinin
hatırı için tarihvari elde edilen malumatlarla haberleşir. İşte bu da, infialî
ilimden hasıl olur.” (M.Nu.641)
1566- “Dimağda meratib var birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif:
Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor. sonra gelir il-
tizam, sonra itikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir halet: Salabet
itikaddan,
Taassub iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf,
bîbehre tasavvurda.
Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
İLM 906
Batıl şeyleri güzel tasvir etmek her demde, safi olan zihinleri cerhdir,
hem idlali...” (S.707)
1567- İlmin ve ilm-i din tahsilinin faziletine dair bir kısım hadis-i şerifler:
1573- °}«%«‡«… ¬š_«[¬A²9« ²~ «w²[«"«— y«X²[«" «–_«6 ¬v²V¬Q²7~ `V²O«< «Y;—« ²Y«W²7~ ˜_«#«~ ²w«8
Meali: “Bir ilim talebesi, ilmi tahsil ederken eceli gelse vefat etse; onun
derecesi ile, enbiya derecesi arasında, bir derece (peygamberlik mertebesi)
kalır.”
1574- Ú ¬±|¬T[¬T²EÅB7~«— ¬±|¬9_«W<¬ ²~ ¬v²V¬Q²7~ «w¬8 >~ Û ¬v²V¬Q7² ~ «w¬8 _®"_«" «vÅV«Q«# ²w«8
. ¯}«Q²6«‡ «r²7«~ ¬?«Ÿ«. ²w¬8 «u«N²4«~ «–_«6 ¬y¬" ²v«V²Q«< ²v«7 ²—«~ ¬y¬" «u¬W«2
¬}«8_«[¬T²7~ ¬•²Y«< |«7¬~ ¬y¬" u«W²Q«< ²w«8 ~«Y$« «— y"~«Y«$ y«7 «–_«6 y«WÅV«2 ²—«~ ¬y¬" «u¬W«2 «Y; ²–¬_«4
Meali: “Kim ki ilimden (yani ilm-i imanî ve tahkikîden) bir bab (bir
mes’ele) taallüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bin rek’at (nafile) na-
mazdan efdaldir. Eğer (öğrenmekle beraber) amel de ederse, yahut onu baş-
kasına öğretirse, o zaman ta kıyamete kadar onun o (büyük) sevabı ve
onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.” (Bak: Essebebü Kelfail)
1575- °}«%«‡«… ¬š_«[¬A²9« ²~ «w²[«"«— y«X²[«" «–_«6 «•«Ÿ²,¬ ²~ ¬y¬" |«[²E[¬7 ¬v²V¬Q²7~ «w¬8 _®"_«" «`«V«0 ²w«8
Meali: “Kim ki İslâmı ihya etmek niyetiyle ilimden bir bab tahsil
İLM 908
1576- °f[¬Z-« «Y;—« « _«8 ¬}«7_«E²7~ ¬˜¬g«; |«V«2 «Y; «— ¬v²V¬Q²7~ ¬`¬7_«O¬7 ²Y«W²7~ «š_«% ~«†¬~
Meali: “Bir ilim talebesi, ilmi tahsil etmekte iken vefat etse, şehiddir.”
1579- ¬}ÅX«D²7~|«7¬~ °u[¬7«…«— °s¬¶<_«, y«7_«9«_«4 ¬y[¬4_«8 «vÅV«2«— y«WÅV«2—« «–´~²hT²7«~ «vÅV«Q«# ²w«8 « «~
Meali: “Kur’anı öğrenen ve öğreten ve içindeki hakaikı ders verenler
bilmiş olsunlar ki, (kıyamet gününde) onların Cennet’e girmelerine saik ve
delil ben olacağım.”
¯}«X«, ¬?«…_«A¬2 ²w¬8 y«7 ~®h²[«' –YU«< ²f«5 u%Åh7~ _«ZQ«W²K«< ¯}«W²U¬& }«W¬V«6
¯}«A«5«‡ ¬s²B¬2 ²w¬8 °h²[«' ¬v²V¬Q²7~ ¬?«h«6~«g8 «f²X¬2 ®}«2_«, ‰YV%—«
1580- Meali: “Bir adamın, bir hikmet kelimesini işitmesi, bazan olur ki,
ona bir sene ibadetten hayırlı olur. Ve bir saat ilim müzakeresi yanında
oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.” (Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin “Tefekkürname” namıyla maruf Arabca eserinin sonundan
alınmıştır.) (Amel-i salihi intac eden ilm-i hakikatın fazileti, bak: 242.p.)
İbn-i Mace, Mukaddime, 17. babı, âlim ve talebe-i ulûmun fazileti hak-
kındadır. Buhari 3. ve S.M. 47. Kitabları da ilme aittir.
İLM 909
˜²h¬Z²P[²V«4 °v²V¬2 ˜«f²X¬2 «–_«6 ²w«W«4 _«Z«7—Å «~ ¬}Å8 ²~ ¬˜¬g«; h¬'³~ «w«Q«7 ~«†¬~
¯fÅW«E8 |«V«2 yÁV7~ «Ä«i²9«~ _«8 v¬#_«U«6 «v²V¬Q²7~ «v«B«6 ²–¬_«4
1581- “Bu ümmetin âhiri, evveline lânet ettiğinde, kendisinde ilim bulu-
nan kimse sahip olduğu ilmi izhar etsin. Eğer kendisindeki ilmi gizlerse, Al-
lah’ın Hz.Muhammed’e indirdiğini ketmetmiş gibidir.” (150)
1583- t«V²ZB«4 j¬8_«F²7~ ¬wU«# « «—_ÈA¬E8 ²—«~ _®Q¬W«B²K8 ²—«~ _®W¬±V«Q«B8 ²—«~ _®W¬7_«2 f²3~
Ya âlim, ya öğrenen ya da dinleyen veyahut ilim ehlini seven olunuz.
Bunun dışında kalırsanız helak olursunuz.” (152)
°h[¬C«6 y7~ «šY, °u[¬V«5 y=_«A«O'°u[¬V«5 y¶<_«Z«T4 °h[¬C«6 ¯–_«8«ˆ |¬4 ²vB²E«A².«~ ²f«5 ²vUÅ9¬~
°h[¬C«6 y¶<_«Z«T4 °u[¬V«5 °–_«8«ˆ ²vU²[«V«2 |¬#Ì_«[«,—« ¬v²V¬Q²7~ «w¬8 °h²[«' ¬y[¬4 u«W«Q²7«~ ˜YO²Q8
¬u«W«Q²7~ «w¬8 °h²[«' ¬y[¬4 v²V¬Q²7«~ ˜YO²Z8 °u[¬V«5 y7~ Åšx, °h[¬C«6 y=_«A«O'
150 R.E. sh: 62
151 R.E. sh: 64
152 R.E. sh: 75 ve K.H. hadis 437
153 R.E. sh:81
İLM 910
1585- “Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki; fukahası çok, hutebası
az, isteyeni az, vereni çok. Böyle bir zamanda amel, ilimden hayırlıdır. Öyle
bir zaman gelecek ki; fukahası az, hatipleri çok, (bak: 3883.p. sondan 2. bend)
isteyeni çok, vereni az. O zamanda ise, ilim amelden hayırlıdır.” (154) (Bak:
986.p.)
p¬4_ÅX7~ v²V¬Q²7~ «¾~«g«4 ¬`²V«T²7~ |¬4 °a¬"_«$ °v²V¬Q«4 ¯–_«W²V¬2 v²V¬Q²7«~
¬˜¬…_«A¬2 |«V«2 ¬yÁV7~ }ÅD& «¾~«g«4 ¬–_«KV¬±7~ |¬4 °v²V¬2«—
1586- “İlim ikidir. Kalbde sabit olan ilim, faydalı olanıdır. Eğer ilim sa-
dece dilde olursa, bu, kıyamette Allah’ın kulları aleyhindeki durumlarında
hücceti olur.” (155) (Bak: 3969/1.p.)
1593- «v²V¬Q²7~ y«9YW¬±V«Q# ²w«8 ~—h¬±5«—«— «v²V¬Q²7~ y²X¬8 «–YWÅV«Q«# ²w«8 ~—h¬±5«—
“Kendisinden ilim öğrendiklerinize hürmet edin. Kendisine ilim
öğrettiklerinize de ikram ve ihtiram edin.” (162) Evet, çocuklara ikramlı
ve vakarlı davranmak, lisan-ı hal ile hürmet ve vakar dersini göstermek de-
mektir ki; en müessir bir derstir. (Bak.1400, 1401, 1587, 3479.p.lar)
1594- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
“(58:11) ¯ _«%«‡«… «v²V¬Q²7~ ~Y#—~ «w<¬gÅ7~«— Nefisleri ilme verilmiş olan zatları
da derecat ile yükseltsin, bilhassa ilim ile meşgul ve mucebince âmil olan ule-
mayı da, derecelerle daha yüksek makamlara geçirsin.
Bu âyet ilmin fazileti ve ülemanın rif’ati hakkındaki sarih delillerdendir.
Bu babda birçok ehadis-i şerife de vardır. Ezcümle: İmam-ı Azam Ebu Ha-
nife Hazretlerinin Müsned’inde İbn-i Mes’ud (R.A.) Hazretlerinden rivayet
eylediği şu hadis-i şerif, bu babda ne kadar mühimdir. Resul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi Vesellem) buyurmuştur ki:
¬`¬6~«Y«U²7~ ¬h¬¶<_«, |«V«2 ¬‡²f«A²7~ «}«V²[«7 ¬h«W«T²7~ ¬u²N«S«6 ¬f¬"_«Q²7~ |«V«2 ¬v¬7_«Q²7~ u²N«4
“Âlimin âbid üzerinde fazlı, kamerin bedir gecesi sair kevakib üzerine
fazlı gibidir.” (E.T.4792)
1595- İlim hakkındaki âyetlerden birkaç not:
-İlk nazil olan (Oku emri): (96:1)
-Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz: (39:9)
-Kur’anın hakkıyeti nazır-ı ilimle görülür. (34:6)
-İlimde rasih olanlar: (3:7) (4:162)
-Kur’andaki misallerin hakikatını âlimler anlar: (29:43)
-İlimle âmil olmayanların kitab yüklü hayvana benzetilmesi: (62:5)
İLM-İ BEDİ’ 913
Atıf notları:
-İlim tahsilinden maksad, iktisab-ı rüşddür, bak: 3148 .p.
-İlmi hodfüruşluk yapmak için öğrenenler. K.S. c.7, 2003, hadis
-İlm-i din tahsilinde vakf-ı nefs edenler, bak: 4053.p.sonu
-Ahir zamanda ilmin kaldırılıp cehlin hükmetmesi Bk. S.M.A. kitap-ül İlim 5.
bab c.10 sh.658
1597- İLM-İ CİFİR hS% vV2 : Harflerin sayı değerlerinden mana çıka-
rarak elde edilen ilim. (Bak: Ebced)
İLM-İ HADİS b<f& vV2 : (İlm-i rivayet - İlm-i ahbar - İlm-i âsâr)
Resulullah’ın (A.S.M.) akvali (sözleri), ef’ali ve hallerine dair ilimdir. Ehl-i
hadis ıstılahında; tarihe ve siyere dair hadis-i şeriflere bazan ilm-i hadis-ül
halk, bazan da Sîre (Sîret) tabir edilir. (Bak. Hadis)
“Ulema-i İlm-i Kelâm, Kur’an’ın şakirdleri oldukları halde bir kısmı onar
cild olarak erkân’ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu’tezile gibi
aklı nakle tercih ettikleri için, Kur’an’ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’i
isbat ve ciddi ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lağım ya-
pıp, borularla ta âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi
keser. Sonra ab-ı hayat hükmünde olan marifet-i ilahiyeyi ve vücud-u Vacib-
ül Vücud’u isbat ederler.Âyet-i Kerime ise, herbirisi birer Asa-yı Musa gibi
her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sani’-i Zülcelal’i tanıt-
tırır.” (S.441) (Bak: Hudus, Velayet-i Kübra)
İki atıf notu:
-Marifetullahı kazanma yolları olan üç meslek ve mukayesesi, bak: 2251-2253,
3987/1.p.lar
-İlm-i Kelâm ulemasından birisi gelecek, hakaik-ı imaniyeyi isbat edecek, bak:
3067.p.
1599- İlm-i Kelâm, ehl-i bid’adan olan Mu’tezile içinde doğmuş, ehl-i
sünnet âlimleri elinde ehilleşmiş, Gazalî Hazretleri ve muakibleri ile de ke-
malini bulmuştur. İlm-i Kelâm’ın bu üç merhalesi şöyle hülasa edilebilir:
Asr-ı Saadet ve Tabiîn devirlerinde İslâm itikadıyatında birlik vardı. İs-
lâm, fütuhatla sınırları genişledikçe muhtelif dil, anlayış ve milletlere mensub
insanlar, İslâm camiasına dahil oluyorlardı. Bunların arasında, İslâmiyet’e
girmekle beraber İslâm öncesi fikir ve temayülleri henüz tam İslâmlaşama-
mış olanlar bulunduğu gibi, zahiren müslüman olanlar ile ehl-i kitab ve bir
kısım muarızlar da vardı. Bu sebeble İslâm dünyasında itikadî ihtilaflar ve
fırkalar ortaya çıkmaya başladı. Bu durum karşısında İslâm itikad birliğini
muhafaza etmek için hakiki İslâm âlimleri, tevhid ilmini asıl kaideleriyle or-
taya koyup aklî ve mantıkî delilleriyle isbat ve izah yolunu gösterdiler.
İşte bu hareket karşısında Hicri birinci asrın sonlarına doğru, bid’at ehli
kendi bozuk fikriyatına ilmî bir hüviyet kazandırmak için, ilm-i Kelâm de-
dikleri bir harekete giriştiler. Mu’tezilenin ilki kabul edilen Vasıl b.Ata (vefatı
Hi.131) bu mevzuda ilk eserini yazmış, Ebu-l Huzeyl ve İbrahim en-
Nazzam gibi Mu’tezile öncüleri bu harekete katılmışlardır.Böylece ilm-i Ke-
lâm’ın birinci merhalesi başlamış oldu.
Mezkûr bid’at hareketine karşı, Basra’lı Abdullah b.Said-el Küllab (vefatı
takriben Hi.240) İlm-i Kelâm’a yeni bir hüviyet kazandırarak onları mağlub
etmiştir. Kendisinden bir asır kadar sonra gelen Ebu-l Hasan-ul Eş’arî,
İLM-İ LEDÜN 915
Bir âyette şöyle buyurulur: “(102:5) ¬w[¬T«[²7~ «v²V¬2 «–YW«V²Q«# ²Y«7 yakîn biliş bil-
seniz! Lisanımızda Arabîden olan yakîn ile sırf Türkçe olan yakın kelimele-
rini birbirine karıştırmamalıdır. Türkçe yakın, Arabca karib demek olduğu
malumdur. Maamafih Arabca olan yakîn de dilimize öyle malolmuştur ki,
çokları Türkçe yakını bile Arabîsi gibi yazarlar.
Bu kelimenin ilmî ve edebî ıstılahımızda kıymeti çok büyüktür. Bütün
ilm ü fende aranan gaye, bu yakîne ermektir. Onun için ilmelyakîn,
İ L M İ Y E KI Y A F E T İ 916
Yasin, İlyas Aleyhisselâm’ın babası olmakla âl-i Yasin, yine İlyas demek
olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem’in isimlerinden olduğuna göre, bazılar âl-i
Yasin’den murad; ümmet-i Muhammed (A.S.M.) olduğunu söylemişlerdir.”
(E.T.4068)
1604- “İsrailoğulları, Süleyman Aleyhisselâm’dan sonra ihtilafa düşmüş-
ler, içlerinden bazıları Ba’lbek hâkiminin yaptırmış olduğu “Be’al” adındaki
puta tapmaya başlamışlardı. Kendilerine İlahî bir lütuf olarak gönderilen
Hazret-i İlyas’ın nasihatlarını dinlemediler, o mukaddes zatı beldelerinden
bile çıkardılar. Fakat bunun üzerine pek fena bir kıtlığa tutuldular, yaptıkla-
rına pişman olarak İlyas Aleyhisselâm’ı arayıp buldular, bir müddet öğütle-
rini tuttular ise de sonra yine isyana başladılar. Hazret-i İlyas da onların ara-
larından çekilerek bir yerde kudsiyane bir tarzda uzlet ihtiyar buyurdu.”
(B.İ.İ.488)
1605- Hz. İsa ve Hızır gibi Hz. İlyas’ın da henüz berhayat olduğuna dair
bazı eserler vardır. Ebu Hayyan, tefsirinde der ki: “İlyas, İsa’ya mukarin ola-
rak zikredilmiştir. Henüz ölmemiş bulunmakta müşterektirler. ilh....”
(E.T.1972) (Bak. 1250.p.)
1606- İlyas (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-İlyas (A.S.) salihlerden idi: (6:85)
-İlyas (A.S.) peygamberlerden idi: (37: 123)
-Kavmine yaptığı tebliğler: (37:124,126)
-Kavmi, İlyas’ı (A.S.) tekzib etti: (37:127)
-İlyas’ın (A.S.) nümune-i imtisal olması ve medhedilmesi: (37: 129 ilâ 132)
imamı. Asıl ismi, Nu’man bin Sabit, lakabı ise Ebu Hanife’dir. Bağdad’lı
olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu il-
min tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir.
Vicdan-ı umumiyede tam itimad edilen böyle büyük dinî şahsiyetler, si-
yasete girmemekle umumun itimadına daha çok mazhar olurlar. Halk böyle
İMAM-I AZAM 918
mutemed şahsiyetleri daha çok dinler. İdareciler de, böyle şahsiyetler karşı-
sında halkın itibarını kaybetmemek ve iktidarda kuvvetsiz kalmamak ihtiya-
cını duyacağından dine ve dindarlara dokunmaz, dine hizmet eder, din kuv-
vetlenir. Böyle manevî murakıblar sebebiyle hem idareci, hem memleket
kuvvet kazanır, selâmet bulur. Ancak böyle müstesna şahsiyetler veya şahs-ı
manevî, siyasî tarafgirliklere ve boğuşmalara girmemeleri gerektir ki, umu-
mun lâakal ekseriyetin makbulü olacak bir manevî merci olabilsin.
(Bak.Siyaset) (Kader, âl-i beyti siyasette muvaffak etmemesinin hikmeti, bak: 1333,
1334.p.lar) işte bu gibi hikmetler içindir ki; İmam-ı Azam Hazretleri hapse
atılıp eziyetler görmesine sabredip, halifenin teklifini kabul etmemiştir.
1608- İmam-ı Azam’ın, Halifenin teklif ettiği kadılık makamına geç-
mekten çekinmesi hâdisesini”Muvaffak Mekkî Menakıbında kaydediyor:
“Ebu Hanife Bağdat’a çağrılıp getirilmesinden bahsederken diyor ki:
Halife beni kadılık için davet etti. Ben de ona bu işe lâyık olmadığımı
bildirdim. Ben beyyine davacıya, yemin de davalıya düştüğünü bilirim, fakat
kadılık için bu kadarı yetmez. Kadılığa lâyık olacak kimse senin aleyhine,
oğlunun aleyhine ve senin kumandanlarının aleyhine hüküm verecek cesa-
rette bir adam olmalıdır. Bu ise bende yok. Sen beni öyle bir şeye davet edi-
yorsun ki, gönlüm ona asla razı değil!
Bunun üzerine Mansur:
-Sen benim hediyelerimi neden kabul etmiyorsun? dedi.
-Emirü’l Mü’minîn bana sırf kendi malından bir şey yollamadı ki, ben
onu reddetmiş olayım. Eğer kendi malından bir şey gelse, onu kabul ederim.
Emir-ül Mü’minîn’in bana gönderdiği hediyeler, müslümanların malından,
beyt-ül maldendir. Halbuki müslümanların beyt-ül malinde benim hiçbir su-
retle hakkım yok. Ben cepheye gidip savaşanlardan değilim ki, serhadlerdeki
mücahidler gibi beyt-ül malden hisse alayım. Mücahidlerin çocuklarından da
değilim ki, kimsesiz yavrular gibi beyt-ül malden bir şey alayım. Fakir de de-
ğilim ki, yoksullar gibi hisse alayım!
Bunun üzerine Halife:
-Öyle ise makamda dur, kadılar sana gelsinler, muhtaç oldukları zaman
sorsunlar, dedi.(162/1)
1609- İbn-i Bezzarî, Menakıb’ında diyor ki: “Ebu Ca’fer Ebu Hanife’ye
İşlerini ehil ve erbabına havale et ki, bilgi ve ihtisasa karşı olan inan ve
saygın sağlamlaşsın!
Delilerle konuşmaktan, münazara âdabını bilmiyen ve iddialarını delilleri
ile isbat edemeyen ilim adamları ile söze girişmekten kaçın! (Bak: Hecr-ü Ce-
mil) Mevki ve makam peşinde koşan halk arasındaki günlük meselelere dalan
ve bu suretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak istiyen kimselerin söz-
lerini ve aralarına karışma!
Bir cemaat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne sürmedikçe sen
kendiliğinden ileri safa geçme! Aynı şekilde muamele görmeden de mihraba
geçip imam olma! Avama mahsus olan parklara ve mesireliklere de çıkma!
Nüfuzundan faydalanan ve tezkiyeni kazanan birisini doğrudan vaiz ta-
yin eyleme! Belki bu işi mahallen halkından ve sana yakın olmayanlardan
kendilerine inandıkların ile dostlarından birisine havale et!...” (İmam-ı
Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, terceme, Serdengeçti Neşriyatı, 1962 Ankara)
Atıf notu:
-İmam Azam’ın kıyas ile hareket ettiği yolundaki söylentilere verdiği cevab, bak:
2777.p.
1612- İMAM-I EBU YUSUF r,Y< Y"~ •_8É~ : Asıl ismi Ya’kup,
fıstık yağıyla yapılmış falüzec (bir nevi bal tatlısı) yemesini öğreniyor” de-
yince annem: “Sen akılsız bunak bir ihtiyarsın” dedi ve gitti.
1615- Ebu Yusuf devam ediyor: Sonra Ebu Hanife’den ayrılmamaya
başladım. O da malıyla geçimimi üstleniyordu. Böylece hiçbir ihtiyacımı bı-
rakmıyordu. Allah da beni ilimle nimetlendirdi ve yükseltti. Hatta kadılık
cübbesini giydim.” (Sabrın Sonu, Medrese Yayınevi, İst. 1981. sh: 52) (Bak:
178, 179, 180.p.lar)
1616- “Şuca Muhammed, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder: Babam
öldüğü zaman cenazesinde bulunamadım. Akraba ve komşularımın cenaze
ve defn işleriyle uğraşmalarını temin ettim. Zira İmam-ı Azam’ın bir der-
sinde bulunamıyacaktım. Eğer o dersi kaçırsaydım, ondaki faideli bilgilere
kavuşamamanın hasreti, ölünceye kadar devam ederdi.” (Rehber Ansiklope-
disi)
1617- İMAM-I GAZALÎ z7~i3 •_8É~ : (Mi. 1058-1111) Asıl adı Mu-
vere’de doğdu. İmam Malik bin Enes diye anılır. Malikî Mezhebinin imamı.
El-Muvatta isimli eseri, “Kütüb-ü Sitte”ye dahil olacak kıymettedir. Mezhe-
İMAM-I MATÜRİDÎ 928
99 kitab te’lif etmiştir. İmam-ı Malik’ten hadis okudu. En meşhur Hanefi fa-
kihlerindendir. (K.S.)
1626- İMAMET }8_8É~ : İmamlık. Namazda cemaati idare eden zatın hal
ve sıfatı. *Halifelik.
İMAMEYN 931
kadar bedihi olmaz. Çünki, imtihan sırrı bozulur. Evet” iman ve teklif ihtiyar
dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve de-
rin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî ol-
maz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu
Bekirler âla-yı illiyyine çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safiline düşsünler. İh-
tiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek
ve nadir verilir.
Hem dar-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat,
bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güne-
şin mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdika mecbur ettiğin-
den, tevbe kapısı kapanır; daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki, Ebu
Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa
Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u ima-
nın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.” (Ş.579) (Mu’cizeler icbar için değil ikna
içindir, bak: 2494, 2495.p.lar)
1632- Bununla beraber, imansızlığa karşı, iman tarafını iltizam ve kabul
etmek, mantık mecburiyetidir. Çünkü: İman etmekte, bu hayatta ve bu ha-
yattan sonra hiçbir zarar ihtimali yok; menfaatı olursa sonsuzdur.
İmansızlıktka ise, hiçbir fayda ihtimali yok; zararı olursa, nihayetsizdir. O
halde iman cihetini iltizam etmek, aklen ve mantıkan zaruridir. Kur’an (40:
12, 42) gibi âyetlerinde beyan edildiği gibi, ilmî ve mantıkî delillere dayanan
imana davet edilince hemen inkâr eden, fakat delilsiz olan şirke gelince he-
men onu kabul ve iltizam eden, mantıksız, peşin hükümül ve süfeha takımı,
bir kısım insanlar da vardır.
Bir mukayese ve mantık zarureti olarak küfre karşı imanı tercih etmek
gereğine dikkati çeken âyetler de vardır. Ezcümle (11:28, 63, 88) (26:69 ilâ
75) (41:52) (46:10) (96:11, 12) âyetleri şayan-ı teemmüldür.
Bu dünyada imanın getirdiği bazı mükellefiyetler varsa da, mü’mini dün-
yada küfrün manevî cehenneminden kurtarmak gibi büyük nimeti, dünyaya
değer kıymettedir. (Bak: 187, 504, 1652, 2154.p.lar)
1633- İkinci esas: imanın delilleri, istidlalidir. Yani, eserden, eseri yapanı;
san’attan, san’at sahibini bil-intikal anlamaktır. Yoksa, mahsusat âleminin,
yani beş duygu ile idrak edilen maddî hâdiselerin ve varlıkların bilgisi gibi
bedihiyattan değildir. (Bak. 658.p.)
“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale
“bürhan-ı limmî” denildiği gibi, dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden
İMAN 934
düsturun. Meselâ, bir şey’i dünyada var diye ben isbat etsem; sen de
“dünyada yok” desen... benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şey’in,
sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak
ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım
geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.
Madem nefy ve inkâr edenler nefs-ül emre bakmazlar; belki kendi
nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine
kuvvet veremezler ve zahîr olamazlar. Çünki, görmeye ve bilmeye mani’
olan perdeler, sebebler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim
yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vaki’de yoktur” diyemez.
Eğer dese;- hususan, umum kâinata bakan iman mes’elelerinde-dünya kadar
büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.” (Ş.100) (Bak:
663.p.)
1636- Evet nefyin isbatı zordur. Ancak butlan-ı mana ile bizatihi müntefi
olur. Fakat insî ve cinnî müvesvis şeytanlar aldatıcı yollara başvururlar. Ez-
cümle:
“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-ı imaniyenin azameti cihetinde
dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zat,
umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle ted-
bir-i rububiyetinde çeviriyor, idare edeyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük
mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?”
der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkarî uyandırıyor.
Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahu Ekber”dir. Ve
cevab-ı hakikisi de: “Allahu ekber”dir. Evet “Allahu Ekber”in ziyade kes-
retle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir.
Çünki: insanın âciz kuvveti ve zaif kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz bü-
yük hakikatları “Allahu Ekber” nuruyla görüp tasdik ediyor ve “Allahu
Ekber” kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve “Allahu Ekber” dairesinde yerleş-
tiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kâinatın gayet muntazamca
tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:
Birinci Yol: Mümkindir. Fakat gayet azîmdir ve hârikadır. Zaten böyle
hârika bir eser, bir hârika san’at ile, çok acib bir yol ile olur. O yol ise: Mev-
cudat, belki zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zat-ı Ehad ve
Samed’in rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
İkinci Yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmıyan ve imtina derecesinde
müşkilatlı ve hiçbir cihette makul olmıyan şirk ve küfür yoludur. Çünki Yir-
İMAN 936
minci Mektub ve Yirmiikinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’i isbat edildiği
üzere; O vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hatta herbir zerresinde bir
uluhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım
geliyor. Ta ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve
intizam ve gayet hassas nizam ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan
nukuş-u san’at vücud bulabilsin.
Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı
rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib
etmek lâzım gelecek. Lâyik ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve im-
tinaa girmeyi, şeytan dahi teklif edemez.” (L.87)
Yukarıda görüldüğü gibi tevhid yolu mümkün, şirk yolu ise müşkildir.
Mümkün ile müşkil müsavi olmadığından, müşkil yola karşı mümkün yolu
tercih etmek gerektir.
Bir mes’ele hakkında “var ve yok” şeklindeki birbirine tam zıd olan iki
davadan tercihi gereken “mümkün” tarafın imkâniyeti, vacibiyet derecesini
kazanır ve “müşkil” tarafı dahi muhal olur. Zira iki zıd iddia, bir mes’elede
birleşse, ikisinin de doğru olması mantıkan imkânsız olduğundan birisinin
doğruluğu zaruri olur. O halde mezkûr “birinci yol” zaruridir, vacibdir.
1636/1- Keza “azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete
veya masiyete veya maddîyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli
mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve
nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve
manevîyetta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî
mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, bo-
ğulurlar.
Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine
bakabilseler, görecekler ki; imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan
azamete karşı yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve
içindedir.
Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı “iki kere iki dört
eder” derecesinde kat’i isbat etmiş. Meselâ: Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücu-
dunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam,
ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve
ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut
ahmak sofestailer gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nef-
yetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye ve
İMAN 937
Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle ²h«A²6«~ yÁV7«~
²h«A²6«~ yÁV7«~ ²h«A²6«~ yÁV7«~ ²h«A²6«~ yÁV7«~ azamet-i kibriyasını her vakit ilanı, hem
y«Z²X6 •_«;—² « ²~ Ä_«X«< « ²w«8 _«< y«7«Ÿ«% s=¬ Ÿ«F²7~ r¬M«# « ²w«8 _«<
y#_«<~´ ¯š²|-« ¬±u6|¬4 «h«Z«1 ²w«8 _«< y«¶<_«N«5 …_«A¬Q²7~Ç…h«< « ²w«8 _«<
misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir mi-
saldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni’
olan kudretçe; büyük, küçük birdir.” (İ.İ.75) (Bak: Müşebbihe)
1639- Beşinci esas: İhtisas sahiblerinin sözü mu’teber olmasıdır, yani
“bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o
fennin ve san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr
da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz. O fennin icma-i
ülemasına dahil sayılmazlar. Meselâ: Büyük bir mühendisin, bir hastalığın
keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa
maddîyatta çok tevaggul eden ve gittikçe manevîyattan tebaud eden ve nura
karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun
münkirane sözü, manevîyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi
olan ve doksan sene manevîyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi
ilmelyakîn, aynelykakîn hatta Hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh Geylanî
(K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve ma-
nevî mes’elelerde, maddîyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına
dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve in-
kârları ve itirazları, gök görültüsüne karşı, sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz
mı? (Ş.102)
Evet beşer dünyasında başta, mu’cizelere istinad eden yüzyirmidört bin
enbiya ve manevî keşfiyat ve kemalat sahibi olan yüzyirmidört milyon evliya
ve ilim ve isbata dayanan ve hadd-ü hesaba gelmeyen asfiya ve muhakkikîn
olarak dinde en yüksek ihtisas sahibi olan mezkûr üç muazzam cemaat, be-
şer hayatı boyunca esasat-ı diniyede kemal-i ciddiyetle ittifak etmişlerdir.
Zaman ve mekânca müstevli ve müstemir böyle bir ittifak ve ihtisasa karşı
çıkmak; ilim, medeniyet ve insaf düsturlarına zıd ve ilmî değerden uzak bir
hareket olur.
1640- Altıncı esas: İmanın altı esası arasında telazum vardır. Yani imanın
herbir esası, delilleriyle birbirini isbat eder ve biribirisiz olmaz.
Bu bahis uzun olduğundan izahını Şualar mecmuasında, 9. Şua’nın 2.
Noktasına ve 11. Şua’nın 9. Mes’elesine havale ederiz.
İşte imanî mes’elelerde isabetli hükme varabilmek için mezkûr esaslar
gibi noktaların nazara alınması icab eder. Zira her şeyin kendine has isbat
usulü vardır. Yanlış usul, yanlış hükme götürür. Bir kısım felsefecilerde ol-
duğu gibi...
İMAN 940
1641- İman, taklidî ve tahkikî olarak iki kısımdır. Taklidî iman, imanın
ilmi isbat ve delillerini bilmemekle beraber imana ait hükümleri dendiği gibi
aynen kabul etmektir. Tahkikî iman ise, imanın ilmî delillerini öğrenip taklidî
imanı tahkikî imana çevirmektir. Tahkikî imanın pek çok dereceleri vardır.
(Bak: Tevhid)
1642- Asrımızın dehşetli dinsizlik cereyanlarının aşıladığı inkârcılık ve
imanî mes’elelerde şüpheler intişar ettiğinden bu zamanda taklidî imanı tah-
kikî imana yükseltmek ve imanı kurtarmaya çalışmak en mübrem bir mes’ele
olmuştur.
Birkaç atıf notu:
- İbadetle iman takviye edilmezse, te’siri zayıf kalır, bak: 1448.p.başı
-Bir et parçası olan kalbde iman kâmil olursa, insanda salih olur, bak: 1939.p.
-İnsanı kötülüklerden men etmek için, günahların bu dünyadaki elemlerini göster-
mek gerek, bak: 3103.p.
İmam-ı A’zam Hazretleri Fıkh-ı Ekber ismindeki meşhur eserinin so-
nunda şu izahatı verir: “Tevhid ilminin ince mes’elelerinden herhangi bir şey
(in halli) insana müşkil görünürse (onda tereddüd ve şüphe uyandırırsa), bir
âlim bulup da derhal onu soruncaya kadar Allahü Teala indinde doğru olanı
ne ise derhal ona itikad etmesi (ona inandım demesi) kendisine borç olur.
Aramayı geciktirmesi ona caiz olmaz.”
İşte asrımızda imanî mes’eleler hakkında intişar eden felsefi şüphelere
karşı tahkikî imana hizmet etmeyi esas olan Bediüzzaman Hazretleri, eserle-
rinin muhtelif yerlerinde, iman hizmetinin herşeyin üstünde olduğunu beyan
ederken şöyle der:
1643- “Hakaik-ı imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad
olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i
Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u
bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan ha-
yat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet
ve dalaletine ceza olarak gelen gadab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umu-
mînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyic edip batın-ı kalbe kadar, hatta
hakaik-ı imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fani arzuları yerleştirecek
derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve
aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o
siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı imaniyenin hükmünü
İMAN 941
“ ²a«"«h«3—« j²WÅL7~ ¬y²[«V«2 ²a«Q«V«0 _ÅW¬8 «t«7 °h²[«' ®Ÿ%«‡ «t²<«f«< |«V«2 yÁV7~ «>¬f²Z«< ²–« ¬
Yani: “Allahü Teala’nın bir kimseyi senin vasıtanla hidayete nail buyur-
ması şüphe yok ki senin için üzerine güneşin doğup battığı şeylerden daha
hayırlıdır” buyurulmuştur.” (164)
Atıf notları:
-İmam hizmeti en birinci vazifedir, bak: 2303, 2689, 2931, 2935, 3105,
3227.p.lar.
-En efdal ilim, iman ilmidir, bak: 1577 .p.
-İman-ı Rabbanî’nin (R.A.) imanda inkişafın ehemmiyeti hakkında beyanı, bak:
151, 2477/2.p.lar.
Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için «Y;Å ¬~«…YZ²L«8« deyip,
kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı
Hakim’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı
mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozuk-
luktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet
olur. Sa’di-i Şirazî’nin dediği gibi:
²‡_«6 ¬…²h¬6 ¬a«4¬h²Q«8 ²ˆ«~ ²aK<¬h«B²4«… |¬5«‡—« ²h«; ²‡_«[²L; ¬h«P«9²‡«… herşeyde Cenab-ı
Hakk’ın marifetine bir pencere açar.
1649- Bazı Sözlerde ülema-i ilm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan
minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngan (Su borusu) ile uzak yerden,
dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır.
Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp
su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerdesuyu buldukları gibi, aynen
öyle de: Ülema-i ilm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin
muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat edi-
yorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakim’in minhac-ı hakikisi
ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asa-yı Musa gibi,
nereye vurursa ab-ı hayat fışkırtıyor. °f¬&~«— yÅ9«~|«V«2 ÇÄf«# °}«<³~ y«7 ¯š²|-« ¬±u6|¬4—«
düsturunu, her şeye okutturuyor.
1650- Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var.
Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette
inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl mide-
sine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza letaif, ken-
dine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.
İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye bu noktayı ihtar ediyor.” (M.330)
(İmanî hükümleri delillerle isbat etmenin lüzumu, bak: 524.p.sonu)
1651- İman şuurunun cemiyet hayatında müsbet te’sirleri vardır ki,
hakiki insaniyetin temellerini tesbit eder. Küçük bir nümunesi şudur:
İMAN 944
“Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o bü-
yük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet,
fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat,
sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet aldatmak gibi haller meydan alır.
Zahirî asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o
hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler
zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir milli ailenin
hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimi
hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz
hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve
meziyyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı
bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoş-
luğu bırak.” Aklı başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiye-
ceksin.” Adalete başını eğdirir. ihtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün
saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, baki bir gençlik
seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış” Ağlamasını gülmeye çevirir. Bun-
lara kıyasen cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ü te’sirini gösterir, ışıklandırır.
Nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyun-
ların kulakları çınlasın! İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret etti-
ğimiz beş-altı nümunelerine sairler kıyas edilse kat’i anlaşılır ki; iki cihanın ve
iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.” (Ş.227)
1652- Evet 10. Surenin 57, 58. âyetlerinde beyan edildiği gibi, iman ve
hidayetin insanın kalbine verdiği manevî huzur ve saadet dünya menfaatleri-
nin çok üstündedir. (Bak:103-106.p.lar ve 1632. p.sonu ve 3071-3074.p.lar)
Birkaç atıf not:
-İmandan gelen hürriyet-i Şer’iye, bak: 3574.p.
-İmanın üç hassası, bak: 2712.p.
-İmandan gelen kahramanlık, bak: 557,558.p.lar.
1653- İmanın ziyadeleşmesi mes’elesi hakkında Kur’an (9:124) âyetinin
tefsirinde deniliyor ki: “Hakikate nazaran iman, emr-i vahid olduğundan
bunda kemmiyyet itibariyle değil, ancak keyfiyyet itibariyle bir ziyade ve
noksan mülahaza olunabilir. Bu haysiyetle enbiya ve sıddıkîn ile diğerlerinin
meratib-i imanı arasında farklar bulunur. Nitekim Hazret-i İbrahim’in (2:260)
Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: (48:4) ²vZ¬9_«W<¬~ «p«8 _®9_«W<¬~ ~—…~«…²i«[¬7
ki; imanları ile beraber iman arttırsınlar diye-basit olan asl-ı imanda ziyade ve
noksan olmasa bile, müeyyidatı arttıkça imanın kemalinin de artacağından
şübhe yoktur.” (E.T.4410)
İmanın ziyadeleşmesi Kur’anda (3:173) (8:2) (33:22) (74.31) âyetlerinde
de ve Buhari 2. kitab, l. babında zikredilir. Ve İbn-i Mace tercemesi, Mukad-
deme’de 9. bab 75. hadiste izahat verilir.
Bir atıf notu:
-İman ve İslâmın farkı, bak: 1741.p.
1657- Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i Enbiya ile beraber şeytanların vücu-
dundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü
lil-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer, şerdir; hatta
bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?
Elcevab: Kemmiyetin keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet,
keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup
su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i
hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su
verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, su’-i mizacından sek-
seni bozulsa; yirmi, meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki:
“Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?” Elbette diyemezsin. Çünki o
yirmi, yirmibin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmibini kazanan, zarar
etmez; şer olmaz. Hem meselâ: Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yu-
murta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus
oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki:
“Çok zarar oldu, bu muamele şeroldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu,
şer oldu?” Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünki o tavus milleti ve yumurta
taifesi, dörtyüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen
lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytan-
larla muharebe ile kazandıkları güneşleri ayları ve yıldızları mukabilinde ke-
miyetçe kesretli yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya
gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemmiyetçe
kesretli keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı
ve münafıkları kaybetti.” (M.43)
Atıf notları:
-İlahî teklif olmasaydı insan hayvan olarak kalacaktı, bak. 143.p.
-Din yolunda karşılaşılan musibet imtihanlarının hikmeti,bak: 582.p.
-Bu âlemin kanun-u tagayyür içinde imtihana sahne olmasının hikmeti, bak:
509,1032,2019.p.lar
-İmanı mecburi kılan bir şeyle, imtihan fevt olur, bak: 1694, 2106, 2495, 4075.
p.lar.
1658- Ekseriyetle imtihan manasında olan bela hakkında Kur’andan notlar:
-Fir’avun ve avenesinden gelen musibetle Allah’ın imtihanı: (2:49) (7:141) (14.6)
-İbrahim Aleyhisselâm’ın kelimat-ı İlahiye ile imtihanı: (2:124)
İNAYET 948
İNAYET }<_X2 : Yardım, lütuf, medet etmek. *Muhim bir işte karşı-
laşıp onunla meşgul olmak. (Bak: Delil-i İnayet)
bulunan güzel kelâmlar da yok değil ise de, bir çoklarının tahrife uğramış
olduğu birbirleriyle mukayesesinden anlaşılacak kadar barizdir. En barizi de,
tevhid ruhunu değiştirmiş, teslise tebdil eylemiş olan noktalardır. Maamafih
imana tergib ile ahlakî ve edebî incelikleri ihtiva eden noktaları da vardır.”
(E.T.4765)
İki atıf notu:
-Peygamberimizi (A.S.M.) ve tevhidi haber veren El-Enba nam kitab, bak: 337.p.
-İbranî olan asıl İncil, zamanında tesbit edilemedi, bak: 2962.p.
1660- Peygamberimizi Faraklit ismi ile müjdeleyen “İncil’in âyeti:
_®O[¬V²5«‡_«S²7~ ²vU«7 «b«Q²A«[¬7 ²vU[¬"«~—« |¬"«~|«7¬~ °`¬;~«† |¬±9¬~ d[¬K«W²7~ «Ä_«5 yani,
“Ben gidiyorum, ta size Faraklit gelsin!” Yani, Ahmed gelsin. İncil’in ikinci
bir âyeti: ¬f«"« ²~|«7¬~ ²vU«Q«8 –YU«<_®O[¬V²5«‡_«4 |¬±"«‡ ²w¬8 `V²0«~|±¬9¬~ Yani: “Ben Rab-
bimden, hakkı batıldan fark eden bir peygamberi istiyorum ki, ebede kadar
beraberinizde bulunsun”
Faraklit: ¬u¬O«A²7~«— ¬±s«E²7~ «w²[«" »¬‡_«S²7«~ manasında, Peygamberin o kitablarda
ismidir.” (M.165)
1661- “İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in bir kaç âyetinde “Âlem
Reisi” ünvaniyle müjde verdiği Nebi’nin tarifine dair:
«t¬7g«6 yBÅ8~«— ¬y¬" u¬#_«T< ¯f<¬f«& ²w¬8 °`[¬N«5 y«Q«8 İşte şu âyet gösteriyor ki:
“Sahib-üs seyf ve cihada me’mur bir peygamber gelecektir.” “Kadîb-i
Hadîd” kılınç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani ci-
hada me’mur olacağını, Sure-i Feth’in âhirinde:
* Evet o zat öyle bir reis ve sultandır ki; binüçyüz elli senede ve ekser asırlardan herbir
asırda, laakal üçyüz elli milyon tebaası ve raiyyeti var. Kemal-i teslim ve inkıyadla evamirine
itaat ederler, her gün ona selam etmekle tecdid-i biat ederler.
İNCİL 951
_®5¬±f«M8 ²vU²[«7¬~ ¬yÁV7~ ÄY,«‡|¬±9¬~ «u[¬=~«h²,¬~|¬X«" _«< «v«<²h«8 w²"~ |«K[¬2 «Ä_«5 ²†¬~—«
f«W²&«~ yW²,~ >¬f²Q«" ²w¬8 |¬#²_«< ¯ÄY,«h¬" ~®h¬±L«A8—« ¬}<«‡²Y«B7~ «w¬8 Å>«f«< «w²[«" _«W¬7
(61:6) (*) Evet İncil’de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, çok defalar ümmetine
müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini ve o zatı da, bazı
1668- İNSAN –_K9~ : (Bu kelimenin aslı bir kısım lügat âlimlerince
“ins”den geldiği söylenir. Kamus’ta da Kûfiyyuna göre, unutmak manasında
“nisyan” kelimesinden geldiği zikredilmektedir.
Akıl, iman, vicdan, irade gibi insaniyet vasıflarıyla hayvanlardan farklı,
Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni’metleri
unutkanlığı dolayısıyla “İnsan” (yani unutkan) denilmiş. (Bak: Acz, Âdem,
Antropoloji, Kemalat, Müşebbihe)
Birkaç atıf notu:
-İnsan nisyandan alındığı için nisyana mübteladır, bak: 2830.p.
-İnsanın kıymeti Sani’a nisbetle tezahür eder, bak: 2155.p.
İNSAN 953
1669- Kur’anın (2:21) âyetinde geçen ‰_9 aslında nisyandan alınmış bir
ism-i faildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani:
ey insanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz... Fakat bir cihetten de insan-
lara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz amden
değil belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.” (İ.İ.97)
“Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz ola-
rak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayva-
natı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami’ ola-
rak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şe-
heviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa,
beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayva-
nattan daha aşağı olur, çünki özrü yoktur.” (İ.İ.205)
1670- “İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidad
verildiği için; esfel-i safilînden ta âlâ-yı illiyyîne, ferşten ta arşa, zerreden ta
şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekâta girebilir
ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden
iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i
san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.” (S.319)
1671- Hem bütün zihayatlar içinde insan intihab edilmiştir. Evet “hilkat-ı
âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde
nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar,
hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden
Zat, ondan o hayatı intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki: Zihayat âlemlerini
bir daire suretinde icadedip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta zi-
hayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zihayatı onun
etrafına toplayıp, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor. Onu onlara hâkim edi-
yor. Demek Hâlik-ı zülcelal, zihayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde
onu irade ve ihtiyar ediyor.” (M.364)
1672- “Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir
Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin; benden bir şükr-ü
küllî istenilsin?”
İNSAN 954
(2:29) “Kur’an-ı Kerim, bu âyetin işaretiyle diyor ki: “İnsanın pek yüksek bir
kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti’ ve müsahhar ol-
mazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halkedil-
mezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi, o vakit insan,
mahlukat için halkolunacaktı. Ve keza insanın Hâlikı yanında mevkii pek bü-
yük olduğu içindir ki; âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de
ibadeti için halketmiştir.
Hülasa: İnsan mümtaz ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun
«–YQ«%²h# ¬y²[«7¬~—« cevherine bir sadef olmuştur.” (İ.İ.185)
için insan
Hem (22:65) (31:20) âyetlerinde geçen ²vU«7 «hÅF«, gibi ifadeleriyle, mah-
İkincisi, gerek enfüsî, gerek afakî, yani dahilî ve haricî şeylere taalluk
eden idraki, küllî ve umumîdir.
Üçüncüsü,inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir. Me-
selâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu
mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.
Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir.
Evvela mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler li-
sanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla,
sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla
Sanii hamd ü sena etmektir.” (M.N.206)
1676- “İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren camiiyetinin
meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat’a olan tahiyye ve
tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman
kulağıyla zevilhayatında, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder.
Demek her şey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün
mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanın delillerini fehme-
der. Binaenaleyh herşeyin kıymeti, kendisine göre cüz’îdir. İnsanın kıymeti
ise küllîdir. Demek bir insan, bir ferd iken bir nevi gibi olur.” (M.N.212)
Birkaç atıf notu:
-İnsan nevi, pekçok envaı tazammun edecek fıtratta yaratılmıştır, bak: 3430.p.
-Zihayatlar içinde insan intihab edildi, bak: 3601.p.
-Nev- i beşere insan-ı kâmil yüzünden gelen şeref, bak: 3540.p.
-İnsan-ı kâmilin tarifi, bak: 3667.p.
-İnsanın yeryüzündeki hilafeti, bak: 1139, 1140.p.lar.
“İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır.
Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir
ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ, balık ile kuş, kıymet-i
ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki insa-
nın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir.” (M.N.128)
Bir atıf notu:
-İnsanlarda tehalüf ve tevafuk cihetleri, bak: 3804.p.
1677- “İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir
sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir.
İNSAN 957
tabakatında serilmiş hadsiz envaın hesabsız efradından nazik, zaif bir fert
olarak bulunuyor.
İkinci vecih itibariyle ve bilhassa ubudiyete müteveccih acz ve fakr cihe-
tinde pek büyük bir vüs’ati var. Pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünki
Fatır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i manevîyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve
hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Ta ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Ra-
him ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına
cami’ geniş bir ayine olsun.” (S.321) (Bak: Acz)
1680- “İnsanın bu ehemmiyetli camiiyetidir ki: Zat-ı Hayy-ı Kayyum, in-
sana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için
öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-i
mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî mide gibi, hayatı da bir
mide yapmış. O hayat midesine duygular eller hükmünde gayet geniş bir
sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasıyla o sofra-i nimetten her
çeşit istifadeler ile teşekküratın her nev’ini yapar.
Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide,
hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o
midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmet-
ten istifade edip şükreder.
Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet aç-
mak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hük-
müne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde
genişletip, Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rah-
man’ı ve ism-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.
neviden olan şuunatına ayinedarlık eder. Hem insan, nasılkı hayat-ı camia-
sıyla Zat-ı Zülcelal’in sıfat ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i es-
masına bir fihristedir ve şuurlu bir ayinedir. ve hakeza çok cihetlerle, Zat-ı
Hayy-ı Kayyum’a ayinedarlık eder.” (L.353-354) (Bak: 860.p)
Birkaç atıf notu:
-İnsanın sema-i dünyada akliyle tasarrufu, bak: 3357.p.
-Arz’ın insanla kazandığı kıymet, bak: 274.p.
-İnsanın vazife-i asliyesi, bak: 3711.p.
¬–_«W²&Åh7±~ ¬?¬‡Y. |«V«2 «–_«K²9¬ ²~ «s«V«' «yÁV7~ Å–¬~ (165) -ev kema kal- Bu Hadis-i
Şerif, bir kısım ehl-i tarikat, akaid-i imaniyeye münasib düşmiyen acib bir
tarzda tefsir etmişler. Hatta onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı ma-
nevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatın bir kısm-ı ek-
serinde sekir ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata
muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren
onların esas-ı akaide münafi olan manalarına kabul edemez. Etse hata eder.
Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları
zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam me-
murlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi
olmadığı gibi, (42:11) h[¬M«A²7~ p[¬WÅK7~ «Y;—« °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 sırrıyla sureti,
misli, misali, şebihi dahi olamaz.
Fakat v[¬U«E²7~ i<¬i«Q²7~ «Y;«— ¬Œ²‡« ²~ «— ¬ ~«Y«WÅK7~ |¬4 |«V²2 « ²~ u«C«W²7~ y«7 «—
(30:27) sırrıyla mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfat ve esmasına bakılır.
Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır. Şu mezkûr Hadis-i
Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, İsm-i Rahman’ı tamamıyla
gösterir bir surettedir. Evet sabıkan beyan ettiğimiz gibi kâinatın simasında
binbir ismin şualarından tezahür eden İsm-i Rahman göründüğü gibi, zemin
yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle teza-
hür eden İsm-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i camiasında küçük
165 S.B.M. ci: 9 sh: 88 ve S.M.ci: 8 sh: 82 hadis: 115 ve sh: 366 hadis: 28 ve K.H. hadis 1215
İNSAN 961
bir mikyasta zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o İsm-i Rahmanın
cilvesi etemmini gösterir demektir. Hem işarettirki zatrı Rahmanurrahim’in
delilleri ve ayineleri olan zihayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zat-ı
Vacib-ül Vücud’a delaletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki; Güneşin timsalini
ve aksini tutan parlak bir ayine parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna
işareten”o ayine Güneştir” denildiği gibi, “insanda suret-i Rahman var” vu-
zuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve
ber, Nass-ı Kur’anla h«W«T²7~ Ås«L²9~«— }«2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~ âyeti, o mu’cize-i kübrayı
âleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği
habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız “sihirdir” demişler.
Demek kâfirlerce dahi Kamer’in inşikakı kat’idir.” (M.179)
1691- İnşikak-ı Kamer hakkında bazı istifhamlar ileri sürülmüşse de ge-
reken cevablar verilmiştir.
h«W«T²7~Ås«L²9~«— demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur’anı in-
kâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine yani ihbar ettiği şu
vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat’i
ve vaki bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek, gayet dehşetli bir tek-
zibe ve Peygamber’in iptal-i davasına hücum göstereceklerdi. Halbuki şu
vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebetdar küffarın adem-i vukuuna
dair hiçbir şey’ini nakletmemişlerdir.
Yalnız Êh¬W«B²K8 °h²E¬, ~Y7YT«<—« âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul
olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, “sihirdir” demişler ve “Bize sihir
gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır.
Yoksa bize sihir etmiş.” demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraf-
lardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küf-
far, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ) “Yetim-i Ebu Talib’in sihri se-
maya da te’sir etti” dediler.
1693- İkinci Nokta: “Sa’d-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikinin ekseri
demişler ki: “İnşikak-ı Kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya
su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı
Ahmediyeden (A.S.M.) ağlaması; umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.
Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe itti-
fakları muhaldir. “Hale” gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel
çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adası’nın vücudu gibi te-
vatürle vücudu kat’idir.” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesailde
teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır.Yalnız muhal olmamak kâfidir. Hal-
buki şakk-ı Kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
İ N Ş İ KA K - I KA M E R 965
* Yani, altı defa icma' suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık
iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
İ N T İ KA L 967
asılı olan Kamer’i, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek arzın sekenesine, o
arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki: Zat-ı Ahmediye( A.S.M.)
Kamer’in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani ka-
nadıyla, iki ziyadar cenah ile evc-i kemalata uçmuş. Ta Kab-ı Kevseyne çık-
mış. Hem ehl-i semavat hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.” (S.586-589)
1698/1- İnşikak-ı Kamer, pek çok hadislerle de isbatlanmıştır. Ezcümle,
Sahih-i Buhari 63. Kitab 36. bab ve 65. Kitabda 54. sure 1. bab ve Sahih-i
Müslim 50. Kitab 8. bab ve S.B.M. 9. cild. 1483. hadis, inşikak-ı Kamer hak-
kındadır.
1699- İNTİKAL Ä_TB9~ : Bir yerden bir yere nakletmek. *Tebdil-i me-
kân etmek. Göçmek, geçmek. Sirayet, bulaşmak. *Bir şeyin miras olarak
kalması. *Bir meseleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
“İntikalin başlıca üç nev’i vardır:
Birincisi: cüz’îden cüz’îye ferdden ferde intikaldir ki, buna temsil veya
kıyas-ı fıkhî denilir.
İkincisi: cüz’îden küllîye, vahid-i ferdîden vahid-i nev’îye veya vahid-i
nev’îden vahid-i cinsîye intikaldir ki, buna istikra tesmiye edilir. Kazaya-yı
külliyenin ve kavaid-i fünunun ekserisi ve belki umumu bu tarik ile
keşfedilegelmiştir. Bunda müşahede ve tecrübenin ehemmiyeti büyüktür.
Üçüncüsü; külliden cüz’îye, vahid-i cinsîden vahid-i nev’îye veya vahid-i
nev’îden vahid-i ferdîye intikaldir ki, buna da mana-yı ehassiyle istintac veya
kıyas-ı mantıkî veya sadece kıyas tabir olunur ki, bütün ulûmun tatbikat-ı
fiiliyesi bununla yapılır. istikraların netaic-i ameliyesi bununla istihsal olunur.
Ve turuk-u ilmiyenin en kuvvetlisi budur.Çünkü bunda bir taraftan te’sis,
diğer taraftan te’kid vardır.
1700- Bütün ulûm-u fünunun ve her türlü mazhariyet-i beşeriyenin me-
darı olan illiyet kanununu hüsn-ü idrak ve tatbik sayesinde akıl, bu âyetler-
den bu tariklerle vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi ve rahmet-i şamilesini
bizzarure anlar, keşfeder. Bu tariklerden birinde veya hepsinde yürüyen aklın
da başlıca iki nevi seyri vardır. Birincisi ağır, tedricî ve zamanî olan teemmülî
seyridir ki, buna fikir tesmiye olunur. Diğeri de bir lahzada, bir hamlede
matluba vasıl oluverecek derecede seri olan ani seyridir ki, buna da hads
İRADE 968
tesmiye edilir. Bu hads de iki kısımdır: Birisi; her birinde mevzuuna göre
uzun müddet vaki olan tahsil, tecrübe ve mümareseden mütehassıl meleke-i
itiyaddır ki, kesbîdir. Nazarî, amelî tahsil ve terbiye-i ilmiyye bu gayeye er-
mek içindir. Buna akl-ı mesmu dahi denilir. Diğeri; doğrudan doğruya fıt-
ratta merkuz ve sırf vehbi-i İlahî olan melekedir ki, buna da kuvve-i kudsiye
veya akl-ı matbu veya garizî tesmiye olunur. Bunda esas itibariyle sa’y ü kes-
bin hiç hükmü yoktur. Ve herkesin bu nevi hads ü akıldan az çok bir nasibi
vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmuun hiç hükmü olmaz. Bunun kabil-i
tahdid olmayan bir çok meratibi vardır ki, bir zekâ-yı basitten ukul-u enbiya
mertebelerine kadar gider.” (E.T.566) (Bak.İbret, İstidlal)
1701- İRADE ˜…~‡É~ : İstek, arzu, Dilemek. Emir. Ferman. *Bir şeyi
yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.
İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birinin di-
ğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade, yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan
iradeyi ihtiyar manasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerahet; ihtiyarın
zıddı; icab ve ıztırardır. İrade, hakikatte daima ma’duma taalluk eder. Çünki
bir emrin husul ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder. Cenab-ı Hak irade sı-
fatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. (Bak: İhtiyar-ı Cüz’î)
Atıf notları:
-İrade-i ilahiyenin tecellisi, bak. 815.p.
-İrade-i İlahiyenin isbatı, bak: 1557.p.
senin hidayete ermesine vesile olması. *Hak ve hakikatı arayan kimselere bir
mürşid-i ekmelin Kur’anî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle sırat-ı müstakim
olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve in-
kişaf ettiren tahkikî ve yakinî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi.
(Bak: Mürşid, Rüşd, Tebliğ)
İki atıf notu:
-Fıtrî hisleri ibtal etmek değil, mecralandırmak, bak: 1344.p.
İRŞAD 969
kârane (61:2) «–YV«Q²S«# « _«8 «–Y7YT«# «v¬7 ve emsali âyetlerle bu hakikata dikkati
çeker. (2:44) âyeti de aynı hakikatı teyid eder.
“Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını
ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete gi-
recekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet
edecekler.” (H.Ş.24) (Bak: Lisan-ı Hal)
1709- İRTİCA ƒ_D#‡~ : Geri dönmek, Ric’at etmek. Eski hayat tar-
Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakiki irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok su-i
istimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.
......Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine
medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dö-
nüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli
vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek isti-
yor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa baş-
laması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur.
Bir taifeden; bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o
cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm
ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor.İttifak ve ittihadın temel
taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zir ü zeber ediyor.
Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz olu-
yorlar. Bu kuvvetsizlikle zaiflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdi-
lane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet
vermeğe mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için... O
gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye
karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî (6:164) >«h²'~ «‡²ˆ—¬ °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i¬# « «—
nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakiki-
yeyi te’min eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden
kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz.
Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sa-
yılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr
olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil.
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtima-
iye-i beşeriye iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safi-
lîn olan o vahşi irticaa düşecek.
1710- İşte Kur’an’ın bu gibi kudsi kanun-u esasîsine irtica namını veren
bedbahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul
ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaa-
tin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara
alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz”
diye, bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını
İRTİCA 972
nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz
görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz
adamı kurşuna dizilmesini o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umu-
mîde üçbin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon biçare nev’-i be-
şer aynı harbde mahvedildiği gibi, binler misaller var.
İşte bu vahşiyane irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an
²vZ«9—² «h«# « b²[«& ²w¬8 yV[¬A«5 «Y; ²vU<«h«< yÅ9¬~ Çünkü o ve o kabilden olanlar sizi,
sizin onları görmiyeceğiniz cihetten görürler (zayıf damarlarınızdan ve mim-
siz medeniyetin sefahetine tedricen alıştırarak gaflete düşürüp iğfal ederler)
edebsizlik yaptıkları zaman da _«Z¬" _«9«h«8«~ yÁV7~«— _«9«š_«"~´ _«Z²[«V«2 _«9²f«%—« ~Y7_«5 Biz
atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize böyle emretti (sefahet ve
ezvak-ı nefsiyeyi Allah halketti; biz de bunlara göre zevkleniyoruz) dediler.
(Allah’ın yasaklarını inkâr ettiler)” (E.T.2145-2148 arasında telhisen alındı)
İRTİCA 974
mürteciler şöyle tarif ediliyor: “ ¬}Å[¬V¬;_«D²7~ «}ÅX, ¬•«Ÿ²,¬ ²~|¬4 ¬q«B²A8 Yani: İslâm
camiası içinde cahiliyet âdetini araştırıp, onu bulup yaşatmak isteyen mür-
teci” diye beyan ediliyor. (166)
1715- Mezkûr hakikatı Bediüzzaman Hazretleri, ikinci meşrutiyet devre-
sinde yazdığı “Münazarat” adlı eserinde tenkid ettiği muhatablarının,
hakikatta 30-40 sene sonra ortaya çıkan hakiki mürteciler olup o eseriyle bu
mürtecilere hitab ettiğini şöyle ifade eder:
“Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dik-
katle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasibse Mektubat ahirinde yazıl-
sın.
Evvela: Hürriyetin üçüncü senesinde aşairler arasında meşrutiyet-i
meşruayı aşaire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşairi içinde
hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i
Ebuzziya’da tab’edilen, kırkbir sene evvel tab’edilmiş fakat maatteessüf
yirmi-otuz seneden beri arıyordum. bulamamıştım. Bu def’a birisi bir nüsha
bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in
sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim. Anladım ki Eski Said acib bir hiss-i kab-
lelvuku ile otuz-kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddîye ve
manevîyeyi hissetmiş. Ve bedevi Ekrad aşairi perdesi arkasında bu zamanın
medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında
dinsiz ve hakiki bedevi ve hakiki mürteci; yani bu milleti, İslâmiyet’ten ev-
velki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vu-
ruyor.” (E.L.II.110)
1716- Bu irtica yaygarası, 1909 siyasî dalgalanmalar devresinde de ya-
pılıyordu. Kur’an (4:83) (33:60 âyetlerinde tenbih ve tehdid edilen ve bir
kısım eracif ehli olan cerideler ve mevkuteler ortalığı karıştırmıştı. Yine
Bediüzzaman Hazretleri bu müstebidlere de cevab vermiş ve hakikat-ı hali
ortaya koymuştu. Bu beyanlardan birkaç kısa nümuneler verelim:
“Vakta ki hürriyet divanelikle yadolunurdu; zaif istibdad, tımarhaneyi
bana mekteb eyledi. Vakta ki i’tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu, meş-
rutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi.” (İ.M.Ş.9)
“Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat ha-
reket ise: °p¬D«#²h8 |¬±9«~ ¬–«Ÿ«TÅC7~ ¬f«Z²L«[²V«4 (*) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve
* Yani: bütün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.
İRTİCA 977
* Yani "Hükümet bir siyaset takib etmiyor, haşa sümme haşa! Hükümetin siyaseti din-
sizliktir." diye tevehhüm eden o mülhidlerin nazarında, benim Kur'an-ı Hakim'in nusus-u
İRTİDAD 978
kat'iyyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur ile takib ettiğim hakaik-i imaniyeye hizmetimi,
muhalif bir siyaset demekle, dünyada en şeni' bir iftirayı eder
İSA (A.S.) 979
yÅV7~ «Ä_«5 ²†¬~ : Zira Allah o mekreden, su-i kasd yapan kâfir zalimlere
“
rağmen İsa’ya dedi ki: (3:55) Å|«7¬~ «tQ¬4~«‡—« «t[¬±4«Y«B8 |¬±9¬~ |«K[¬2 _«< Ya İsa,
seni ben vefat ettireceğim ve bana ref’edeceğim. ilh... teveffiy “vefa” dan
me’huz olarak esas-ı lügatta istifa gibi tamamen kabzedip almaktır. Lakin
ziruha ve bilhassa insana taalluk ettiği zaman, vefat ettirmek yani eceline ye-
tiştirip ruhunu kabzetmek manasında zahir ve müteareftir. Binaenaleyh bir
delil bulunmadıkça diğer bir mana ile te’vili caiz bulunmaz. Lakin burada
mekir manasıyla alâkadar bulunmak üzere sure-i Nisa’da (âyet: 157):
²vZ«7 «y¬±A- ²w¬U«7«— ˜YA«V«. _«8—« ˜YV«B«5 _«8—« âyeti onların Mesih İsa ibn-i Meryem
Resulullahı ne katl ne salbedemediklerini ve lakin şüpheye düşürüldüklerini
İSA (A.S.) 980
sarahaten beyan etmiş, Hz. Peygamber’den dahi “İsa ölmedi. Yevm-i kıya-
metten evvel size dönecektir.”
¬}«8_«[¬T²7~ «•²Y«< «u²A«5 ²vU²[«7¬~ °p¬%~«‡ yÅ9¬~«— ²aW«< ²v«7 |«K[¬2 Å–¬~ hadis-i şerifi gibi hadis-
ler dahi varid olmuş bulunduğundan buradaki «t[¬±4Y«B8 az çok hilaf-ı zahir
bir mana ile te’vil olunmak iktiza etmiştir. Bunun için müfessirîn burada
yedi-sekiz kadar mana beyan eylemişlerdir.” (E.T.1111) (İsa (A.S.) hayattadır,
bak: 1605.p.)
1725- “Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı
öldürür.” (167)
Vel’ilmü indallah. bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hâri-
kalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı
öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun
makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların pey-
gamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan
şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddîyunluk ve dinsizliğin azametli
heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini
mahvedecek ancak isevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i isevinin hakikatını
hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldüre-
cek. Hatta “Hazret-i İsa Aleyhissalâm gelir, Hazret-i Mehdi’ye namazda
iktida eder, tabi olur.” (168) diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin
metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.” (Ş.587)
Bir atıf notu.
-İslâm-Hristiyan ittifakı, bak: 785-787.p.lar.
1726- Sahih-i Buhari 34. kitab, 102. bab ve Sahih-i Müslim 52. Kitab-ül
Fiten, 9. ve 23. bablar ve 2937. hadis ve ibn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten, 33.
bab, nüzul-u İsa (A.S.) ve Deccal’a karşı icraatları hakkındadır. Yine Sahih-i
Buhari 60. kitab. 49. bab ve Sahih-i Müslim l. Kitab-ül iman, 71. bab dahi
nüzul-ü İsa (A.S.) ve Kitab-ül Fezail, 40. bab. fezail-i İsa (A.S.) hakkındadır.
167 S.M. 52. kitab-ül fiten hadis: 34, 110, 116 ve İ.M. 36. kitab-ül fiten 33. bab 4075, 4077
hadisler.
168 İ.M. 4077. hadisin ortası.
İSA (A.S.) 981
(3:59) «•«…³~ ¬u«C«W«6 ¬yÁV7~ «f²X¬2 |«K[¬2 «u«C«8 Å–¬~ gibi nusus-u kat’iyye ile Hazret-i
İsa Aleyhisselâm pedersiz olduğu kat’iyyeti varken, tenasüldeki bir kanunun
muhalefetini gayr-ı mümkün telakki etmekle, vâhî te’vilat ile bu metin ve
esaslı hakikatı değiştirmeğe teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez
ve ehemmiyete değmez. Çünki hiçbir kanun yoktur ki; şuzuzları ve nadirleri
bulunmasın ve haricine çıkmış ferdler bulunmasın. Ve hiç bir kaide-i külliye
yoktur ki, hârika ferdler ile tahsis edilmesin. Zaman-ı Âdem’den beri bir ka-
nundan hiç bir ferd, şüzuz etmemek ve haricine çıkmamak olamaz. Evvela,
bu kanun-u tenasül mebde’ itibariyle ikiyüzbin enva-ı hayvanatın
mebde’leriyle hark edilmiş ve nihayet verilmiş. Yani en evvelki pederleri
adeta Âdemleri hükmünde ikiyüzbin o evvelki pederleri, kanun-u tenasülü
hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler. O kanun haricinde vücud ve-
rilmiş. Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz yüzbin envaın kısım-ı
a’zamı hadsiz efradları, kanun-u tenasül haricinde yaprakların yüzünde, taaf-
fün etmiş maddelerde o kanun haricinde icad edilir. Acaba mebde’inde ve
hatta her senede bu kadar şazleriyle yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu,
bindokuzyüz senede bir ferdin şuzuzunu aklına sığıştıramayan ve nusus-u
Kur’aniyeye karşı bir te’vile yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini
* Nev-i beşerin bir rub'unun başına reis olarak geçen ve nev-i beşerden nev-i melaikeye bir
cihette intikal eden ve arzı bırakıp semavatı vatan ittihaz eden harika bir ferd-i insanî, bu
harika vaziyetleri kanun-u tenasülün harika bir suretini iktiza ederken; kanun-u tenasülün
şüpheli, meçhul, gayr-ı fitrî belki edna bir tarzıyla o kanun içine almak hiç yakışmadığı gibi,
hiç mecburiyet de yoktur. Hem sarahat-ı Kur'aniye tevil kaldırmaz. Yüz cihette zedelenen
kanun-u tenasülün tamiri hesabına, hiçbir cihette zedelenmeyen ve tenasülün haricinde
bulunan kanun-u cinsiyet-i melek, hem kanun-u sarahat-ı Kur'aniye gibi kuvvetli kanunlar
nasıl tahrib edilir?
İSA (A.S.) 982
kıyas et. O bedbahtların kanun-u tabiî tabir ettiği şeyler, emr-i İlahî ve irade-i
Rabbaniyenin küllî bir cilvesi olan, âdetullah kanunlarıdır ki; Cenab-ı Hak o
âdatını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her karnda irade ve ihtiyarı-
nın hükmettiğini gösterir.
Hârukulâde bazı ferdlerde hark-ı âdet eder:
(3:59) «•«…³~ ¬u«C«W«6¬yÁV7~ «f²X¬2|«K[¬2«u«C«8 Å–¬~ fermanıyla bu hakikatı gösterir.”
(O.L.125)
Bir atıf notu:
-İsa (A.S.) “Mesih” namı verilmesinin sebebi, bak. 249.p
1728- İsa (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-Hz. İsa’nın (A.S.) beyyineler (mu’cizeler) verilip Ruh-ül Kudüs ile müeyyed kılın-
ması: 2:87, 253)
-Hz.İsa’nın (A.S.) Hz. Meryem’e bir kelime olarak müjdelenmesi ve isminin Me-
sih- İsa olması: (3:45) . Beşikde iken konuşması: (3:46)
-”Kün” emriyle yaratılması: (3:47)
-Yazı, hikmet, Tevrat ve İncil’in öğretilmesi: (3:47)
-Benî-İsrail’e peygamber olarak gönderilmesi ve çamurdan yapılmış kuş suretini
canlandırmak ve hastalara şifa ve ölüyü ihya mu’cizeleri: (3:49)
-Tevrat’ı tasdik edici olmakla beraber bazı muharrematını kaldırması: (3:50)
-Hz. İsa’ya (A.S.) ibnullah diyenlerin hatasını gösteren (innî abdullah) ifadesi:
(19:30) (72:19)
-İsa (A.S.) Allah’ın kulu ve resulüdür: (3:60)
-Allah benim ve sizin rabbinizdir demesi: (3:51) (43:64)
-Ehl-i Kitab, ölümünden önce Hz. İsa’ya iman edecekleri: (4:159)
-Teslis akidesinin tenkidi: (4:171, 172) (5:17, 72, 73, 75, 116) (9:30, 31) (43:59)
-Ruh-ul Kudüs ile müeyyed kılınması; beşikte tekellümü kitab, hikmet, Tevrat ve
İncil’in öğretilmesi; ihya ve şifa mu’cizeleri, su-i kasddan necatı: (5:110) (Bak
1323.p.da âyet notu)
-Maide-i semaviye (semadan indirilen sofra mu’cizesi) (5:112 ilâ 115)
-Mu’cize olarak babasız yaratılması: (3:59) (19: 16 ilâ 34)
İSBAT 983
lil ve şahitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek.
*Sabit ve muhkem kılmak. *Baki ve payidar eylemek. *Delil. Bürhan, Şahid
(Bak: Delil, Hads, İrşad)
1730- Bazı insanlar birşeye akılları ermeyince, hemen o şeyin inkârına gi-
derler Halbuki insan aklı, bilmediği çok şeyleri zamanla öğrendiği gibi pek
çok şeyleri de bilememektedir. Hem bir şeyin varlığını bilmek başkadır, ma-
hiyetini bilmek başkadır. Bazı şeyler var ki, varlıağını biliriz fakat mahiyetini
bilmeyiz.
Hem herbir şeyin kendine has isbat delilleri vardır. Meselâ kimyaya ait
inceleme ve isbatlar, laboratuvarda yapıldığı için, sosyolojiye ait meselelerin
isbatını da kimya metotlarıyla isteyen adam cehlini ilan eder. Öyle de:
İstidlalata dayanan mücerred mefhumlar dahi mahsusat âleminde maddî öl-
çülerle ölçülmez ve anlaşılmaz.
Hem bazı meseleler de var ki, o meselelerin mütehassısı olmayanlar bi-
lemez. Zamanımızda âdiyat haline gelmiş ve mahiyetlerine dikkat edilmedi-
ğinden ülfetle basit zannedilen öyle fennî keşfiyatlar var ki; bunlar üç-beş
asır önceki insanlara söylenebilse idi, kabul etmeleri imkânsız olurdu. Me-
selâ: Televizyonla görünen resimlerin ve işitilen seslerin hakikatları, oturdu-
ğumuz odanın içinde ve atmosfer sahasında varken ve bu ses ve suretlerin
hakikatları, kulağımızın içinde ve gözümüzün önünde bulunurken, onları ne
görebiliriz ve ne de işitebiliriz. Eğer verici istasyonlar olup ta alıcı cihazlar
olmasaydı, havada bulunan bu ses ve suret dalgalarının varlığını bu zamanda
dahi bazı kimseler akıllarına sığdıramaz ve kabul edemezlerdi. Demek gör-
mediğim şeye inanmam diyen adam ancak cehlini ilan eder. Hem mühim bir
kaidedir ki; adem ve nefiy isbat edilmez. Çünki yokluğun vücudu yoktur ki,
İSBATİYECİLİK 984
olduğu yerde gösterilsin. Hem yokluğun eseri de yoktur ki, eserinden kendi-
sinin varlığına istidlal edilsin. O halde inkâra dayanan iddialar, çok kere ha-
yalî ve delilsiz iddialardır. (Bak: adem-i Kabul ve 1894.p.)
˜f²A«2 ~®fÅW«E8 Å–«~—« yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « ²–«~ ¬?«…_«Z-« ¯j²W«' |«V«2 •«Ÿ²,¬ ²~ «|¬X"
«–_«N«8«‡ ¬•²Y«.—« ¬a²[«A²7~ ¬±c«&—« ¬?_«6Åi7~ ¬š_«B<¬~—« ¬?«ŸÅM7~ ¬•_«5¬~«— y7Y,«‡—«
“Müslümanlık şu beş esas üzerine kurulmuştur. Allah Teala’dan başka
ma’bud bulunmadığına şehadet, Hazret-i Muhammed’in Allah Teala’nın
kulu ve peygamberi olduğuna şehadet, farz namazları adab ve erkâniyle eda
etmek, zekat vermek, Kâbe-i Muazzama’ya gidip hac farizasını ifa etmek ve
ramazan-ı şerif ayında oruç tutmak.” (169)
1741- “Ülema-i İslâm ortasında, “İslâm” ve “iman”ın farkları çok me-
dar-ı bahsolmuş. Bir kısmı, “ikisi birdir”, diğer kısmı, “ikisi bir değil, fakat
biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmiş-
ler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka taraf-
girlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı
dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı.
Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; “dinsiz
bir müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı
Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar, “gayr-ı müslim bir
mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevab: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz
iman da medar-ı necat olamaz.” (M.34)
İslâm ile iman arasındaki fark hakkında hadis kitablarında malumat ve-
rilmiştir. Ezcümle Ahmed bin Hanbel, salis, sh: 134’de aynı mevzuu kayde-
der.
1742- “İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın da en ince te-
ferruatı ve en küçük adabı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en
cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i mü-
nasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’an-ı Camiin
nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübra-yı
İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti;
cerhedilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı katı’dır.” (S.141)
hadisteki …YQ«[«, fiilini ekserî kimseler h[M«[«, manasına, fi’l-i nakıs telakki
ederek: “İslâm garib olarak başladı (yahut zuhur etti) yine başladığı gibi garib
olacak” diye yalnız inzar suretinde anlamış; bundan ise hep yeis teammüm
etmiştir. Halbuki Kamus’ta gösterildiği üzere «…_«2 fiili, f[¬Q<«— ¶z¬f²A< de ol-
duğu gibi, dönüp yeniden başlamak manasına da gelir.
Bu hadisde de böyledir. Yani “İslâm garib olarak başladı (veya zuhur eti)
ileride yine başladığı gibi garib olarak yine başlayacak (yahut yeniden zuhur
edecek). Ne mutlu o gariblere!” demektir. Hadisin âhirindeki |«"YO«4 onun
inzar için değil, tebşir için sevk buyurulduğunu gösterir; gerçi bunda da dö-
nüp garib olmak inzarı yok değil, lakin sönmeyip yeniden başlaması tebşiri
vardır. İşte “fetuba lil-guraba” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar
sâbikûn-i evvelûn (Kur’an 9:100) gibidirler. Binaenaleyh hadis de ye’si değil,
müjdeyi natıktır.” (E.T.3711, 3713) (Bak: Ye’s, 933, 1289.p.lar)
1750- Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur:
«–YE¬V²M< «w<¬gÅ7«~ ¬š_«"«hR²V¬7 |«"YO«4 _®A<¬h«3 p¬%²h«<«— _®A<¬h«3 ~«f«" «w<¬gÅ7~ Å–¬~
|¬BÅX, ²w¬8 >¬f²Q«" ²w¬8 ‰_ÅX7~«f«K²4«~_«8 “Muhakkak ki bu din garib olarak başladı
170 S.M. kitab-ül iman hadis: 332 ve Tirmizî iman/13 ve İ.M. fiten/l0 ve H.G. hadis. 87
İSLÂM 991
«–—hÅ"«f«B«< «Ÿ«4«~ «–—hÅU«S«B«< «Ÿ«4«~ «–YV¬T²Q«< «Ÿ«4«~ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi
istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle; daima İslâmiyet,
fukaraların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melce’i olmuştur. Onun için, İslâmiyet’e
karşı küsmeye hiçbir sebeb yoktur. İslâmiyet’in Hristiyanlık ve sair dinlere
cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:
1753- İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba, te’sir-i hakiki
vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise
“velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir,
enaniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, bü-
yüklerine verir.
(9:31) ¬yÁV7~ ¬–—… ²w¬8 ®_"³_«"²‡«~ ²vZ«9_«A²;‡—« ²v;«‡_«A²&«~ ~—g«FÅ#¬~ âyetine masadak
olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede
olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sabık Amerika
reisi Wilson gibi, mutaassıb bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmi-
yet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bıraka-
cak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyor-
lar, belki dinsiz oluyorlar.” (M.325)
1754- “Ehl-i bid’a ecnebi inkılabcılarından böyle meş’um bir fikir aldılar
ki: Avrupa, Katolik Mezhebini beğenmiyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve
feylesoflar olarak -Katolik Mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mu’tezile telakki
edilen- Protestanlık Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden
istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilan et-
tiler. İşte körü körüne taklidciliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar diyorlar
ki: “Madem Hristiyan dininde böyle bir ınkılab oldu; bidayette inkılapçılara
mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, İslâmi-
yet’te de böyle dinî bir inkılab olabilir?”
Elcevab: Bu kıyasın, birinci işaretteki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir.
Çünki Din-i İsevi’de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan
alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar,
Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı,
kütüb-ü sabıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca
hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci’
olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı
Hristiyaniye namına örfi kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka birsuret
verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa
Aleyhisselâm’ın esas dini baki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı inkâr ve
tekzib çıkmaz.
Halbuki Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem
Aleyhissalatü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind,
birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm’ın esasatını bizzat kendisi gös-
terdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hatta en cüz’î âdabını dahi
bizzat o gösteriyor. O haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı
İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse,esas
İSLÂM 993
din baki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla
imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik edeğildir. Onları tebdil etmek,
doüğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.
1755- Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların
tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i
te’vil olmıyan ve “muhkemat” denilen düsturları ise, hiçbir cihette kabil-i
tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden
çıkarıyor;
¬‰²Y«T²7~«w¬8 v²ZÅK7~ »h²W«< _«W«6 ¬w<¬±f7~ «w¬8 «–Y5h²W«< kaidesine dahil oluyor.
(Bak: Laiklik sonu ve 454.p.)
1756- Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyor-
lar. Diyorlar ki: “Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebeb olan Fransız
İhtilal-i Kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i
hassı olan Katolik Mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çokları
tarafından tasvib edildi. Frenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki etti-
ler?”
Elcevab: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zahirdir. Çünki Fran-
sızlarda, havas ve hükümet adamları elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, ba-
husus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakkum ve istibdad olmuştu. Havas, o
vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir et-
tikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerin mütefekkir kı-
sımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Frengistan’da
ihtilaller ile istirahat-ı beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zir ü zeber
etmeye bir sebeb telakki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil,
belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i
avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; malum hâ-
dise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki Din-i Muhammedî (A.S.M.) ve Şe-
riat-ı İslâmiyeye karşı hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki,
ondan şekva etsin. Çünki onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i
İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir-iki vukuattan başka dahilî muharebe-i
diniye olmamış. Katolik Mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilalat-ı dahiliyeye sebeb
olmuştur.” (M.435)
1757- Avrupa fikir ve felsefesini yüksek sanarak aşağılık hissine kapılma-
dan (Bak: 1882.p.) İslâmiyet’i müdafaa etmekle alâkalı olarak, Bediüzzaman’a
sorulan bir sual ve cevabı:
İSM-İ A’ZAM 994
1760- “İsm-i A’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda leyle-i kadir gibi,
esmada ism-i azamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda
hakiki ism-i azam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de azamî bir
mertebesi var ki, o mertebe ism-i azam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i
azamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (R.A.) Ercuze namında
bir kasidesi Mecmuat-ül Ahzab’-da var. ism-i Azamı altı isimde zikrediyor.
İmam-ı Gazalî onu Cünnet-ül Esma namındaki risalesinde, Hz.Ali’nin zik-
rettiği ve ism-i azamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hassalarını beyan
etmiştir. O altı isim de, °‰—Çf5 °Äf² «2 °v«U«& °•YÇ[«5 Ê|«& °…²h«4 dür.”
(B.L.331)
1761- “Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnası; güneşin ziyasının elvan-ı seb’ayı
tazammun ettiği gibi, her bir isim dahi, bütün esmayı icmalen tazammun
ediyor. Ve keza esmadan herbir isim, diğer bütün esmaya hem delil, hem
hepsinin neticesi oluyor. Kendi aralarında aynalar gibi in’ikasları vardır. Bi-
naenaleyh, kıyas-ı mevsul gibi neticeleri müteselsil olan; veyahut bütün
delail-i mürettebeden alınan netice gibi, o esmayı zikir ve yad etmek müm-
kündür.
1762- Amma bir tek olan ism-i azam, ise şu umumi tazammunun çok
fevkinde olarak bütün esmayı tazammun etmektedir. Bununla beraber bazı
zatlar ism-i azamın nuruna vasıl olmasında, esma-i hüsnadan herhangi biri-
sinin nuruna mazhariyetle dahi vusûl mümkün olabilir. Şu halde ism-i azam,
vasilînin istidadına göre ayrı ayrı olabiliyor. Allahu a’lem.” (M.Nu.263)
1763- “İsm-i Azamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teş-
kil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülasanın zikri münasibdir.
Şöyle ki:
Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i
Kayyum’un bu cilve-i azamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i azamı,
o bütün mevcudat-ı zihayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış,
bütün zihayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak: ism-i Hayy’ın arka-
sında İsm-i Ferd’in cilve-i azamı, bütün kâinatı envaiyle eczasiyle bir vahdet
içine alıyor, herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor, her şeyin yüzüne bir
hatem-i ehadiyet basıyor, nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilan ettiriyor..
1764- Şimdi İsm-i Ferd’in arkasından İsm-i Hakem’in cilve-i azamına
bak ki: Yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz
İSMAİL 996
Hazret-i İbrahim’e vermişti. Sahih görülen bir rivayete göre Hacer, Sare’den
evvel vefat etmiştir.
İbrahim Aleyhisselâm, Hak Teala’nın emriyle Hacer’i ve oğlu İsmail’i
alıp Hicaz’da Kâbe-i Mükerreme’nin bulunduğu mahalle kadar götürdü,
orada bıraktı. Yemen’den gelmekte bulunan “Cürüm” kabileleri de bunlara
refakat eyledi. O zamana kadar ıssız ve susuz bulunan Mekke-i Mükerreme
vadisini bunlar imarettiler. Hatta bunların ayakları berekâtıyla “Zemzem”
denilen su meydana çıktı, artık oralar şenlendi. Hazret-i İbrahim, bir aralık
bir rüya gördü. Bu Allah Teala’nın bir vahyi idi; oğlu İsmail’i kurban etmesi
emrolunmuştu. Bunun üzerine henüz oniki yaşında olan Hazret-i İsmail’i
Mekke-i Mükerreme’de Sebir Dağı’nın eteğinde tenha bir mevkie götürdü,
onu Ma’buduna kurban etmek istiyordu. Bu sevgili yavru da: “Babacığım!
Emrolunduğun şeyi yap, inşaallah beni sabredenlerden bulursun” diyordu.
Bu Allah yolunda olan fedakârlığın en yüksek bir nişanesi idi. Fakat Allah
Teala lutfetti, baba ile oğlun şu fedakârlığına mükâfat olarak Hazret-i İs-
mail’e bedel bir koç ihsan buyurdu da bu latif, masum çocuk kurban ol-
maktan kurtuldu.
İsmail Aleyhisselâm, büyüyüp Cürhümîlerden kız aldı ve oniki çocuğu
doğdu. İbrahim Aleyhisselâm ara sıra gelir, oğlunu görürdü. sonra Hazret-i
İsmail’in oğulları ve torunları çoğalıp etrafa hâkim olmuşlardı. Hazret-i İs-
mail, İbrahim Aleyhisselâm’ın şeriatıyla amel etmek üzere Yemen kabilele-
rine ve “Amalika” denilen eski bir kavme peygamber gönderilmişti. Hazret-i
İbrahim’den kırk sene sonra yüz otuz yedi yaşında irtihal ettiği ve anası
Hacer’in “Hicr” deki kabri civarında medfun bulunduğu mervidir.” (B.İ.İ:
480)
1767- Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban etmesi hâdisesi, büyük bir im-
tihan nümunesidir. Kur’an (9:24) (Bak. 569/1.p.) ve emsali âyetlerde bildiril-
diği gibi, her mü’minin dünyada bütün sevdiği şeylerden daha çok Allah’ı
sevmesi gerekmektedir. Hele Halilürrahman ünvanıyla ma’ruf ve muhab-
betullahta nümune-i imtisal olan İbrahim (A.S.) gibi bir zatın kalbinde, Allah
sevgisi kadar hiç bir şeyin yer tutmaması gerekiyordu. Bir babanın dünya
hayatında en çok sevdiği şeylerden başta geleni, kendi evladıdır. İşte İbrahim
(A.S.) en çok sevdiği evladını Allah’ın emri üzerine Allah’a feda ve kurban
edebilecekse, Allah’ı her şeyden daha çok sevdiğini isbat etmiş ve çok
kimselerin veremiyeceği imtihanı vermiş olacaktır. İşte Hz.İbrahim
Aleyhisselâm Allah’ın bu emrine bilfiil teşebbüs etti ve imtihanı en yüksek
seviyede kazanmış oldu. (Bak. 1469.p. sonunda bir âyet notu)
İSPRİTİZMA 998
Malumdur ki âyetlerin her zaman ve herkese ders vermesi, küllî bir kai-
dedir. Binaenaleyh ciddi müslüman ana ve babalar, müstaid olan evladlarını,
gerektiğinde din yolunda feda edebilmeleriyle ve bu yola samimi teşvik et-
meleriyle, bu yüksek imtihanı kendi dereceleri nisbetinde kazanmış olurlar.
Yani dünyada en çok sevdiklerinden daha çok Allah’ı sevdiklerini isbat etmiş
olurlar. (Bak: Vakf-ı Hayat)
1768- İsmail (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-Hz. İbrahim ve İsmail’e (A.S.) Kabe’nin maddî ve manevî bakımdan temiz tu-
tulması emri ve bir emniyet yeri olması: (2:125) , inşası: (2:127) (Bak: Kâ’be)
-Hz. İsmail’in (A.S.) evsaf-ı mümeyyizeleri: (19:54) (21:85) (38:48)
-Hz. İsmail’in ‘(A.S.) kurban edilme meselesi: (37: 100 ilâ 108)
daha büyüğüm dese, ne derece hilaf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu mi-
sal gibi: Bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın
veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesi-
nin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muha-
lif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz’î cilvesi, vahyin
mazharı olan o manevî güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz.
Çünki esfel-i safilîndeki bir cam parçası, manen a’la-yı illiyyînde olan o ma-
nevî güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsiz-
likten başka birşey değildir.
Ancak onun makamına karib olmak için, Celaleddin-i Süyutî ve bir kısım
evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek o manevî güneşin sohbetine
mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur’un isbat ettiği gibi, Pey-
gamberin velayetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi
istidadları derecesinde olur. Fakat nübüvvet hakikatı, velayetten ne derece
yüksek ise, ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar
olunan sohbet ve muhabere dahi, hiçbir cihette hakiki Peygamberle
muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm ola-
maz.
1769/2- Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen
celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir. Çünki
A’la-yı illiyyînde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki
masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir
ve bir hürmetsizliktir. Adeta bir padişahı kulübeceğine çağırıp getirmek gibi-
dir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celaleddin-i
Süyuti, Celaleddin-i Rumi ve imam-ı Rabani gibi zatların seyr ü sülûk-u ru-
hanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsi zatlara yanaşmak ve istifade
etmektir.
1769/3- Rü’ya-yı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde
temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin
lisanen ismini kendine takıp; sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif
olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i
seniyeye muhalif ise tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir.
Mü’imn ve müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid
ediyor.” (E.L.II. 155)
Esasen cinlerle temas mümkün ve vakidir. Fakat bu temas ve münase-
bet, onlara oyuncak olmamak ve onları istihdam etmek şeklinde olmalıdır.
(Bak: 596, 597, 599, 600.p.lar)
İSRAF 1000
zumsuz yere sarf etmek. *En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz
veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harca-
mak. “İsraf mal sarfında meşhur ise de, insanın yaptığı herhangi bir fiilde
haddini aşmaktır.” (E.T.4133) (Bak: Fantaziye, İktisad) (Sefihte mal bırakılmaz,
bak: 3309.p.)
1771- Yemek-içmekte israfa bir misal: “Bir lokma kırk paraya, diğer bir
lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler.
Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i
zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.”
(H.Ş.126)
1772- Hem meselâ cemiyeti ifsad eden moda, fantaziye ve hevesat yo-
lundaki israf hakkında “rivayette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühime-
sinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet is-
raf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filan
adamın eli deliktir” yani çok müsriftir.
İşte Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak in-
sanların o zaif damarlarını tutup kendisine müsahhar eder diye bu hadis ihtar
ediyor. “İsraf eden ona esir olur, onun damına düşer” diye haber verir.”
(Ş.583)
Demek israfta, bir ferdin zarar görmesinden tâ bir cemiyetin ifsadına ka-
dar küllî zararlar vardır.
1773- Kur’anda israf kelimesinin geçtiği âyetlerden siyak ve sibaka
göre alınan birkaç not:
-(Nefsin istekleri yolunda her türlü hadd-i meşru’yu aşmak manasında) müsrif
olanlar: (5:32) ( (7:81)
-Ni’metlerde ve yiyip içmede israfın yasaklanması: (6:141) (7: 31)
-Allah’a iltica ve duayı, yalnız zarar görmemek gayesiyle yapan müsrif menfaatpe-
restler: (10:12)
-Fir’avunun azgın müsrifliği: (10:83)
-İsraf ve cimrilikten azade vasat infak tavsiyesi: (25:67)
İSRAFİL 1001
1774- İSRAFİL u[4~h,~ : Dört büyük melekten biri olup kıyamet günü
cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur’u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melaike, Sur)
muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yal-
nız Kur’an idi. Bundan sonra kavm-i Arab sair akvamı bel’ettiği gibi milel-i
sairenin malumatları dahi müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan
İsrailiyat ise Vehb, Kâ’b gibi ülema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle
Arapların hazain-i hayalatına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye
karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ülema-i ehl-i kitabdan
İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celalet ve tekemmül ettiklerin-
den, malumat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.
reddedilmedi. Çünki İslâmiyet’in usulüne müsadim olmadığından hikâyat
gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat
hayfa! Sonra hak olarak kabul edildiler. Çok şübeh ve şükûkata sebebiyet
verdiler.
1777-Hem de vaktaki şu israiliyat, Kitab ve Sünnet’in bazı imaatlarına
merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat
âyât ve hadisin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, masadak ve ef-
radından olmaları mümkün olduğundan; su’-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı
bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehadisi o
hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’anı tefsir ede-
cek, yine Kur’an ve hadis-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi kısası
dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.
Evet masadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki masadak olmaya mümkün
olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.”
(Mu.16)
ması için Allah’ın verdiği fıtrî meyil. *Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. *Allah
Teala Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sair mahluklara tevdi buyurduğu te-
kâmül kuvveleri. Yani herbir zihayatın gelişip inkişaf etmede fıtrî imkânlılık
ve manevî proğramı manasında, çekirdek-misal bilkuvve bir hakikattır. Bu
hakikat, insanların istidad-ı fıtrî cihetiyle Cenab-ı Hakk’a verdikleri ahd ma-
nasını da tazammun eder.
İSTİ’DAD 1003
teslim olunsa, ondan bizzat diğer bir kaziye lâzım gelir.”Bugünkü ifade ile
kıyası şu şekilde tarif edebiliriz: Kıyas, doğru kabul edilen en az iki kaziye
esas alınarak bunlara bağlı zaruri bir netice çıkarmaktır.
1788- Kıyaslar ihtiva ettikleri kaziyelerin sayısına göre iki kısma ayrılır:
1-Kıyas iki mebde ve bir neticeden yani üç kaziyeden ibaretse, basit kıyas
olur. 2-Mebdeler ikiden fazla olup, bunlara istinaden netice çıkıyorsa, yapılan
kıyas “mürekkep kıyas”tır. Kıyasların ihtiva ettiği mebde kaziyeleri “kaziye-i
hamliye” veya “kaziye-i şartiye” olabilir. Buna göre de basit kıyasın iki şekli
ortaya çıkar: 1- iki mebdei kaziye-i hamliyeden yapılmışsa “basit iktiranlı kı-
yas” olur. 2-. kıyasın mebdei olan kaziyelerden en az biri veya ikisi şartlı ka-
ziye ise yapılan kıyas “kıyas-ı istisnaî” olur.
Eski mantıkçılar mebdeleri kaziye-i hamliye (yüklemli kaziye) olan ikti-
ranlı kıyas üzerinde çok durmuşlardır. Kaziye-i hamliye demek, bir mevzu ile
ona dair bir sıfat (mahmul, yüklem) ile yapılan kaziye demektir. Meselâ
“dünya yuvarlaktır” yahut “dünya döner” gibi.
1789- Gelişi güzel iki kaziye mebde olarak alınıp basit bir kıyas yapılmaz.
Basit iktiranlı bir kaziyede üç terim bulunur. Bu terimlere “hadd” denir.
Haddler şümul derecesine ve mebde olan kaziyelerdeki yerine göre yani ka-
ziyede mevzu veya mahmul oluşuna göre üç isim alır. Meselâ “fani” “insan”
ve “Farabi” olmak üzere üç terim alalım ve bunları ikişer ikişer birleştirerek
önce iki mebde teşkil edelim ve bunlardan bir netice çıkaralım. “Her insan
fanidir.” “Farabi insandır”. Mebde olarak alınan bu iki kaziyeden şu zaruri
netice çıkar: “O halde Farabi de fanidir.”
Neticeyi teşkil eden kaziyede mevzu olan terim “Farabi” “hadd-i asgar”
(küçük terim), aynı kaziyenin mahmulü olan “fani” terimi “hadd-i ekber”
(büyük terim) adını alır. ilk iki mebdekaziyede müşterek olan “insan” terimi
de “hadd-i evsat” (orta terim) ismini alır. Dikkat edilirse büyük terim olan
“fani” terimin şümulü (kaplamı) “insan” teriminin şümulünden daha geniştir
ve bu sebeble “hadd-i ekber” olmuştur. Nitekim “fani” terimine insanlar
dahil olduğu gibi başka varlıklar da dahildir.
1790- Kıyasta “hadd-i vasat” (Orta terim) mebde olarak alınan kaziye-
lerde bulunur, neticede bulunmaz. Bu bir kaidedir. Basit kıyaslar, orta teri-
min mebdedeki yerine göre dört şekil alır:
1- Orta terim ilk kaziyede mevzu, ikinci kaziyede mahmul durumunda
ise kıyas “birinci şekil kıyas” olur. Misalimizde olduğu gibi (Her insan
fanidir, Farabi insandır.)
İSTİDLAL 1007
°v[¬T8 «Y;—« Ç`¬E< _«8 _«[²9Çf7~ «w¬8 «f²A«Q²7~|¬O²Q< |«7_«Q«# «yÁV7~ «a²<«~«‡«~ Å–¬~
y«7 °‚~«‡²f¬B²,¬~ «t¬7«† _«WÅ9¬_«4 ¬y[¬._«Q«8 |«V«2
“Yani: “Bir kul, günahları işlemekte devam ettiği halde, dünya varlığın-
dan sevdiği şeyleri ona Cenab-ı Hakk’ın vermekte olduğunu görünce bil ki,
bu şüphesiz Allah Teala tarafından o kul için bir istidracdır. Yani o kulun
tedricen felakete kavuşacağına bir alâmettir.” (172)
1797- İstidrac, bazı menfi ve aldatıcı dünyevî liderlerde olabileceği gibi,
manevîyat sahasında dahi yalnız şahsiyet ve enaniyetini kendine gaye edinen
şahıslarda da olabilir.
1798- “Keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre maz-
har olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nef-
sine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.”
(M.32)
«¾f²A«2_«9«~—« |¬X«B²T«V«' «a²9«~ Å ¬~ «y«7¬~ « |¬±"«‡ «a²9«~ ÅvZ±V7«~ ÄYT«# ²–«~¬‡_«S²R¬B²,¬ ²~ f¬±[«,
İSTİĞNA 1011
t«7 š~Y"«~ a²Q«X«. _«8 ¬±h«- ²w¬8 «t¬" †Y2«~ a²Q«O«B²,~_«8 «¾¬f²2—« «— «¾¬f²Z«2|«V«2 _«9«~—«
¬«a²9«~ Å ¬~ « Y9Çg7~ h¬S²R«< « yÅ9¬_«4 |¬7²h¬S²3_«4 |¬A²9«g¬" šY"«~«— Å|«V«2 «t¬B«W²Q¬X¬"
“Meal-i icmalîsi: Şeddad bin Evs Radıyallahü Anh’dan rivayete göre
Nebi Sallallahü Aleyhi Vesselem şöyle buyurmuştur: Seyyid-ül istiğfar Allahü
Teala’dan şu yolda mağfiret dilemektir: Allahım! Sen Rabbimsin, ibadete lâ-
yık hiç ilah yoktur, yalnız sen varsın, beni sen yarattın, şüphesiz senin kulu-
num ve gücüm yettiği kadar ezelde sana verdiğim ahd ü vaad üzere sabi-
tim.İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun
nimetini Zat-ı Uluhiyetine itiraf ederim. Günahlarımı da itiraf ederim. Bina-
enaleyh günahımı sen afvet! Çünki günah afvetmek, kimsenin haddi değildir,
ancak sen bağışlarsın.” (173) (Buhari kitab 80, bab 16) (Efdal-ül istiğfar:
Buhari 80/2)
1801- İstiğfar kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Günaha karşı istiğfara teşvik eden âyetler: (3:135) (4:64, 106, 110) (8:33)
(11:3, 52, 61, 90) (40:55) (51:18) (110:3)
-Münafıklar için ne kadar istiğfar edilse de (nifaktan dönmedikçe) faide vermez:
(9:80)
-Akraba da olsalar haklarında istiğfar edilmeyecek olan kimseler: (9:113) (63:6)
-İbrahim (A.S.)’ın babası için mağfiret dilemesi: (19:47) (60:4) (Bak: 1469.p.)
-Meleklerin, ehl-i iman için mağfiret duaları: (40:7) (42: 5)
İstiğfar hakkında hayli ehadis-i şerife vardır. Ezcümle: Sahih-i Buhari,
80. Kitab-üd Daavat, 2 ve 16. babları ve İbn-i Mace, 33. Kitab-ül Edeb,
57.babı istiğfar hakkındadır.
metinde ise.. sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar
kalmış, tama’zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görün-
mek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz
göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe
derecesine iner. işte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk
menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum.Sen
madem fedakârsın... bende o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma
tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücen-
medi.” (B.L.122)
1810- “Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet
ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına
ve sâdıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların
hacat-ı maddîyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi etmemek için,
sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fa-
kat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip
muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde
verilir. Yoksa ihlası zedelenir. Hem (2:41) ®Ÿ[¬V«5 _«X«W«$ |¬#_«<_´ ¬" ~—h«B²L«# « «—
âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaatı arzu
edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaatı
başkasına kaptırmamak için, hakiki bir kardeşine ve o hususi hizmette arka-
daşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlas zedelenir, hizmette kudsiyeti
kaybeder. ehl-i hakikat nazarında sakil bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de
kaybeder.” (L.164)
1811- Hem “sahabelerin sena-i Kur’aniyeye mazhar olan “isar” hasletini
kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını ken-
dine tercih etmek; ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i
maddîyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek,
nasdan minnet almıyarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.
Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas
kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin et-
sin.Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği
vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane
başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek;
(59:9) °}«._«M«' ²v¬Z¬" «–_«6 ²Y«7—« ²v¬Z¬KS²9«~ |«V«2 «–—h¬$ÌY<—« sırrına mazhariyetle, bu
müdhiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (L.150)
İSTİĞNA 1015
1812- “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası
fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve ala-
madığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul et-
mediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği
ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almağa gitmedi-
ğinin ve zekâti dahi bilerek almadığnın bir hikmeti, şimdi kat’i kanaatımla
şudur ki; Ahir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i
kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için
o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak
ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti veril-
mişti ki, Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlas kırılmasın. Ve
bundan bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişat der-
diyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.” (E.L.II. 74) (Bak:
1880.p.)
1812/1- Hediye ve yardımların kabulü veya adem-i kabulü hakkında
ülema-i İslâm geniş izahatta bulunmuşlardır. Ezcümle: S.B.M. 734 no.lu ha-
disinde (Ansiklopedi’nin 1810, 1811. p.larında beyan edildiği gibi) istemeden
ve nefsin meyli de bulunmadan gelen bir malın alınabileceği cevazı verilir-
ken, isteme ve temayül gösterme ise yasaklanır. S.M. 12. kitab-üz zekat
37.babı, aynı meseleye dairdir. Temel hadis kitabları, aynı mevzuyu ekseriya
zekat bahsinin bazı bablarında kaydederler. Mezkûr Buhari hadisinin
Umdet-ül Kari’den nakledilen uzun izahatında özetle şunlar kaydediliyor:
Verilen malın helal olması şarttır. Haram maldan verilen şeyin alınması
haramdır. Şüpheli mal sahiplerinin hediyeleri hakkında farklı reyler beyan
edilmiş ise de, azimet ve takva tarafının tercih edilmesi evla görülmüştür.
Zamanımızda şüpheli ve menfi kazanç yollarının istila etmiş olduğu da her-
halde dikkate alınması gereken mühim bir husustur. (Bak. 3041, 3042,
3043.p.lar)
1812/2- Bu mevzuda ehemmiyetli diğer bir cihet de şudur: Âl-i Beyt,
dini himaye ve manevîyattan nümune-i imtisal şahsiyetler oldukları ve üm-
metin onlara itimad etmeleri gerektiği cihetle, sadaka almaları yasaklanmıştır.
(S.E.D. 9. kitab, 29. bab; S.M. 12.kitab-üz zekat 50.bab; İbn-i Sa’d Tabakat
1/388 ve S.B.M 739.hadis) Elbette ki onların vazifeleri ve hizmetleri
yolunda yürüyen hizmet-i diniye ehlinin de, Âl-i Beyt’in bu istiğna kaidesinin
hikmetinden bu zamanda daha çok hissedar olması lâzımdır. Zira bu asırda
şahsî ve dünyevî menfaat hissi ve hırsı ziyade olduğundan, insanların nazarı
kıyas-ı bin-nefs ile onları da kendi gibi telakki edebilir. Bu ehemmiyetli
İSTİĞNA 1016
*Hayırlı olmayı istemek. *Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. *Bir işin
hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uy-
kuya yatmak.
Hak veya batıl, hayır veya şer olduğu Şeriatça bilinen şeyler hakkında is-
tihare yapılmaz. Ancak şer’î ölçülerle açık olarak bilinemiyen ve tereddüd
edilen umûrlar hakkında yapılır. Böyle tereddüdler ise daha çok tatbikat ha-
yatında, muamelat ve içtimaî münasebetler sahasında ortaya çıkar.
1814- Büyük İslâm İlmihali’nde istiharenin yapılış şekli hakkında şu bilgi
veriliyor: “İstihare namazı: Şöyle ki, hakkında bir şeyin hayırlı olup olmadı-
ğına dair Allah tarafından manevî bir işarete nail olmak isteyen kimse yata-
cağı zaman iki rek’at namaz kılar. İlk rek’atında (Kâfirun) süresini, ikinci
rek’atında da (İhlas) süresin okur. Nihayetinde de istihare duasını okur;
sonra da abdestli olarak kıbleye yönelerek yatar. Rüyada beyaz veya yeşil gö-
rülmesi hayra, siyah veya kırmızı görülmesi de şerre delalet eder. Bu vechile
istihare namazının yedi gece yapılması ve kalbe ilk lâhik olana bakılması da
bir hadis-i şerif ile beyan buyurulmuştur.
Resul-i Ekrem Sallallahü Teala Aleyhi Vesellem Efendimiz, ashab-ı
kiramına istihareyi talim buyururlardı. İstihare namazını kılmak müteazzir
olunca, yalnız duasıyla iktifa edilir. Hadd-i zatında meşru ve hayırlı olan
birşey hakkında yapılacak istihare, onun istenilen vakitte yapılıp yapılmaması
için yapılabilir. Yoksa bizzat o şeyin doğru olup olmadığı hakkında yapılmaz.
Muayyen bir senede hacc yapılıp yapılmaması ve bir mütemerridin bir
münkerden nehyedilip edilmemesi gibi. İstihare duası Resul-i Ekrem Efen-
dimiz’den şu vechile rivayet olunmuştur:
Ú•‹ Û ¬yÁV7~ ÄY,«‡ «–_«6 :«Ä_«5 _«WZ²X«2 yÁV7~ «|¬/«‡ ¬yÁV7~ ¬f²A«2 ¬w²"¬~ ²h¬"_«% ²w«2
~«†¬~ ÄYT«< ¬–´~²hT²7~ «w¬8 «?«‡YÇK7~ _«XW¬±V«Q< _«W«6 _«Z¬±V6 ¬‡Y8 ²~|¬4«?«‡_«F¬B²,¬ ²~_«XW¬±V«Q<
|¬±9¬~ ÅvZ±V7«~ ²uT«[¬7 Åv$ ¬}«N<¬h«S²7~ ¬h²[«3 ²w¬8 ¬w²[«B«Q«6«‡ ²p«6²h«[²7_«4 ¬h²8« ²_¬" ²v6f«&«~ Åv«;
«tÅ9¬_«4 ¬v[¬P«Q²7~ «t¬V²N«4 ²w¬8 «tV\« ²,«~—« «t¬#«‡²fT¬" «¾‡¬f²T«B²,«~—« «t¬W²V¬Q¬" «¾h[¬F«B²,«~
v«V²Q«# «a²X6 ²–¬~ ÅvZ±V7«~ .¬ Y[R²7~ •ÅŸ«2 «a²9«~—« v«V²2«~ « «— v«V²Q«#«— ‡¬f²5«~ « «— ‡¬f²T«#
İSTİHBAB 1019
>¬h²8«~ ¬u¬%_«2 «Ä_«5 ²—«~>¬h²8«~¬}«A¬5_«2«— |¬-_«Q«8—« |¬X<¬… |¬4 |¬7 °h²[«' «h²8« ²~ ~«g«; Å–«~
«h²8« ²~ ~«g«; Å–«~ v«V²Q«# «a²X6 ²–¬~—« ¬y[¬4 |¬7 ²¾¬‡_«" Åv$|¬7 ˜²h¬±K«<—« |¬7 ˜²‡¬f²5_«4 ¬y¬V¬%³~—«
y²4¬h²._«4 ¬y¬V¬%³~—« >¬h²8«~ ¬u¬%_«2 «Ä_«5 ²—«~ >¬h²8«~ ¬}«A¬5_«2—« |¬-_«Q«8«— |¬X<¬… |«4 |¬7 Êh«-
(174) ¬y¬" |¬X¬/²‡«~ Åv$ «–_«6b²[«& «h²[«F²7~ |¬7 ²‡¬f²5~«— y²X«2 |¬X²4¬h².~«— |¬±X«2
Meali: “Ya İlahî! Sen bildiğin için, senden hakkımda hayırlısını bana bil-
dirmeni dilerim. Ve kudretin yettiği için ben senden kuvvet ve takat isterim.
Ve hayra ermemi senin büyük fazıl ve kereminden niyaz eylerim, çünki sen
herşeye kadirsin. Ben ise kadir değilim. Ve sen herşeyi bilensin. Halbuki ben
bilemem, sen gayblara da tamamen âlimsin. Ya Rabbi! Sen bilirsin, eğer bu
iş; benim dinim, yaşayışım, akibet-i emrim, dünyam ve âhiretim hakkında
hayırlı ise, bunu bana nasib ve müyesser eyle, Sonra da benim için feyiz ve
bereket vücuda getir. Ve eğer bu iş benim dinim, hayatım akıbet-i emrim
hakkında ve dünyevî, uhrevî hususlarımda benim için bir şer ise bunu ben-
den çevir, beni de bundan çevir. Bunun için gönlümde bir meyil bırakma ve
benim için hayrı nerede ise müyesser et; sonra da beni bu mukadder hayır ile
hoşnut buyur. ey Kerim olan Hâlikım.” (B.İ.İ.190)
güzelce sohbetlerde bulunmakla, helal olan tatlı şeylerden yeyip içimekle va-
kit vakit dinlendirmelidir. Böyle bir hareket, dinî vazifeleri daha ziyade bir
huzur ve neş’e ile yapmağa yardım eder. Bu hıfzussıhha bakımından faydalı-
dır. (175)
lundu. Kendisi, “Hayatının büyük bir kısmını seyahatle, tetkikle ve aydın bir
dost aramakla geçirdim” demektedir. Selçuklu beylerinden Harput Emiri
İmaduddin Karaaslan’ın himayesinde çalıştı. Son olarak Haleb’e gidince bü-
yücülük ithamı ile Salahaddin- Eyyubî’nin emri ile ölüme mahkûm edilmiştir.
(B.Sami Sağbaş, Felsefe öğretmeni) (Bak: Meşşaiye)
Atıf notları:
- Hz.Ömer (R.A.)’ın Allah’a itaat şartıyla halktan itaat istemesi, bak: 801.p.
-Zevcenin zevcine itaatı, bak: 176.p.
-Müsriflere itaat etmemek, bak: 1773.p.da âyet notu.
-Düşmanın tahakkümü altında kalan mükreh padişaha adem-i itaat, bak: 376.p.
Ehl-i dünyaya itaat etmemek, bak: 3177.p.da âyet notu.
İ’TİKAF ¿_UB2~ : Bir şeye devam etmek. *Ist: Bir yere çekilip yalnız
caiz olmaz. Ancak büyük bir mütecaviz düşmana karşı ve yalnız o düşmanı
def’etmek işinde ittifak caiz olur. O halde bir cemaat mensupları, ihtilafın
olmamasını ve ittifakın devamını ciddi olarak istiyorlarsa; herşeyden evvel,
uyulması zaruri olan esasatın usûlüne uygun tesbitiyle, o esaslarda ittifakat
davet etmelidirler veya böyle bir davete uymalıdırlar. Aksi halde, mücerred
ittifak davası; ciddiyetsiz ve gayr-ı ilmî olur. Bu durumda hakka bağlı olanlar,
Kur’anda “Hecran Cemilâ” âyetiyle bildirilen (Bak: Hecran Cemilâ) kaideye
uyarak ve ihtilaf etmiyerek uzaklaşırlar. Kur’an (49:9) âyeti, bu hükme de ba-
kar.
1825- Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bazı
sualler ve verdiği cevap ve izahları:
“Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı tadil edecek çare nedir?
Cevab: Evvela; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir.
Çünkü Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı
diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat
veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sar-
samaz, racih de gelemez.
¬yÁV7~ |¬4 Ç`E²7«~ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa -ki; za-
man dahi pek çok yardım ediyor- ihtilafat sahih bir mecraya sevkedilebilir.”
(S.T.İ.92) (İhtilafı terk ile esasat-ı diniyede ittifak etmek, bak: 629.p.)
1826- “Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan
ehaktır. Hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak”
demeli, “Hüve-l hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli. “Hüve-l
hasen” dememeli... (M.475)
“Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit mesleğim haktır veya daha
güzeldir demeye hakkın var. Fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye
hakkın yoktur.
_«<—¬ _«K«W²7~ >¬f²A# ¬n²FÇK7~ «w²[«2 Åw¬U«7«— °}«V[¬V«6 ¯`²[«2¬±u6 ²w«2_«/¬±h7~ w²[«2«— sırrınca,
insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan
ile mahkûm edemez.” (M.265)
1827- “Sual: Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne
dersin? Re’yin nedir?
İTTİFAK 1025
7- Nefsini ve enaniyetini..
8- Ve yanlış düşündüğü izzetini..
9- Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır,
vazifesini hakkıyla ifa eder.” (*) (L.150)
1832- “Eğer denilse: Hadisde °}«W²&«‡ |¬BÅ8~ ¬¿«Ÿ¬B²'¬~ (176) denilmiştir. İhti-
laf ise, tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim
havvassın şerrinden kurtarıyor. Çünki bir kasabanın ve bir köyün havassı it-
tifak etseler, mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica
eder. kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden ha-
kikat tamamıyla tezahür eder?
Elcevab: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır.
Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib
ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki,
garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında
merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler..
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’
olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, hak-
sızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane ta-
rafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip tarafdarlık
gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi
bir adam gelse, ona haşa lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü ef-
kâr ise; maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın
her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve
garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretper-
verane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne
*Hattâ hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur'an ile ittifak edip,
müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet
ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki
Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı
münakaşa ve niza etmiyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka
muhtaçtırlar. (Bak: 785.p.)
176 Süyutî El-Feth-ul Kebir (Mısır baskısı) ci: 1 sh: 56 (ve Sünen-i Darimî mukaddime bab.
51, ihtilaf-ı fukaha hakkındadır.)
İTTİFAK 1029
* Avrupa komiteleri içinde en şiddetlisi ve en tesirlisi ve bir cihette en kuvvetlisi, cins-i latif
ve zaif ve nazik olan kadınların Amerika'daki Hukuk ve Hürriyet-i Nisvan Komitesi
olduğu... hem milletler içinde az ve zaif olan Ermenilerin komitesi, gösterdikleri kuvvetli
fedakârane vaziyetle bu müddeamızı teyid ediyor.
İTTİFAK 1030
yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse
bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için,
haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki mu-
harebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle
makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif
ve hatası zâhir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen (3:134) ¬‰_ÅX7~ ¬w«2 «w[¬4_«Q²7~«— «o²[«R²7~ «w[¬W¬1_«U²7~«— deki
ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı
hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Ri-
sale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetle-
rinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın
mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazlarıyla öte-
kini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yer vurmak
ve çürütmekten istinaben,. Risale-i Nur şakirdleri, bu mezkûr dört esasa bi-
naen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı.
Yalnız kendilerini müdafaa için müsalahakârane, medar-i itiraz noktaları izah
etmek ve cevab vermek gerektir.
Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında
bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor,
ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.
İstanbul’da malum itiraz hâdisesi ima ediyor ki; ileride meşrebini çok be-
ğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam
öldürmiyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmıyan bazı ehl-i irşad ve ehl-i
hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin
revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz ede-
cekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vuku-
unda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız
taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has
şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil
hususi bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz’da
bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına
girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa
mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini, o imamlar-
İTTİFAK 1032
âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek
ve kırılacak şişeyi baki bir elmasa, bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek; ve
akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti,
ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı,
bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakiki mü’minler dahi bazan ehl-i dala-
lete tarafdar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i
imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eyle-
sin, amin!” (K.L.195)
Atıf notları:
-Cemaatı birleştiren hususiyetler, bak: 520.p.
-İttihad-ı Muuhammedî Cemiyeti’ne dair dokuz suale Bediüzzaman’ın verdiği
cevab, bak: 1849-1854.p.lar
|B[Q[W% >fWE8 …_E±#É~ : Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa,
Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından İstanbul’da resmen 5 Nisan 1909
tarihinde kurulan cemiyettir. (Geniş bilgi için 2943/1.p.a bakınız.)
“Cemiyetin kuruluşu Ayasofya’da okutturulan bir mevlidle ilan edildi. Bu
mevlid dolayısıyla büyük merasimler yapıldı. Ayasofya Meydanı İstanbul’da
o güne kadar görülmemiş bir kalabalıkla dalgalanıyordu. Cemiyetin kuruluş
töreninde Bediüzzaman da hazır bulunmuştu. Bediüzzaman belinde taşıdığı
hançeri ile kürsüye çıktı ve ateşîn bir hitabede bulundu. O gün mevlidde
İTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ 1036
‡¬g«B²2«~ «r²[«6 |¬7 ²uT«4 |¬"Y9† ²a«9_«6 _«Z¬" ÇĬ…«~ |¬BÅV7«~ |¬X¬,_«E«8 ~«†¬~ Yani: Medar-ı
iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim,
mütehayyirim. Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül
etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olun-
sam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti
İTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ 1038
mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi
ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük.
1850- İkinci Vehim: Bu ünvan tahsisiyle, müntesib olmayanları vehim ve
telaşa düşürüyor?
Elcevab: Evvel de söylemiştim. Ya mütalaa olunmamış veya su-i tefeh-
hüme uğramış olduğundan tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:
İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalatü Vesselâm) de-
diğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan
ittihad muraddır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir.
Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikisi
şöyledir:
Esas temeli, şarktan garba, cenubdan şimale mümted ve merkezi Hare-
meyn-i Şerifeyn ve cihet-i Vahdeti tevhid-i İlahî peyman ve yemini iman...
nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm) kanunnamesi,
evamir ve nevahi-i şer’iye.. kulûb ve encümenleri, umum medaris, mesacid
ve zevaya... o cemaatin ilelebed ve muhalled nâşir-i efkârı umum kütüb-ü
İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur’an ve tefsirleri (ve bu zamanda
bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’la-yı kelimetullahı hedef ve maksad eden umum
dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i
Âlem’dir (Aleyhissalatü Vesselâm).
Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır.
Teveccüh-ü umuminin tesiri inkâr edilmez. ittihadın hedefi ve maksadı i’la-yı
Kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını
irşaddır. Bu mübarek hey’etin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değil-
dir.Siyasetin gayri olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı
meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az,
kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad ta-
rikiyle siyasete taalluk edecektir. Kılınçları, berahin-i kat’iyyedir. Meşrebleri
de muhabbet olduğu gibi, beynel’mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç
olan muhabbete şecere-i tuba gibi neşv ü nema vermektir.
1851- Beşinci Vehim. Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?
Elcevab: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i
taassublarında İslâmiyet’in ulviyetine dair konferanslarla (*) takdis etmeleri bu
kası, mutlakiyete rahmet okutan bir tedhiş sahası haline gelmiş, bütün Birinci
Ordu efradı angarya ile çalıştırılmak üzere Rumeli yollarına sürülmüş, inkı-
labı koruma bahane ve teranesiyle “İttihad ve Terakki” hâkimiyetini idame
için bu tedhiş rejimi gittikçe tabii hal şeklini almış, hafiyelik yeni bir şekle is-
tihale etmiş, matbuatın ağzına yepyeni bir kilit vurulmuş ve netice olarak
Meşrutiyet örfileşerek “Hürriyet” ismi altında iki meclisli tuhaf bir mutlakı-
yet kurulmuştur.
1867- ... 27 Nisan (6 Rebi’ül-âhir) Salı, ezanî saat 6.30 (zevalî l.32) İkinci
Abdülhamid’in hal’i:
Yukarıdaki fıkrada Ayastefanos (Yeşilköy)de toplandığını gördüğümüz
“Meclis-i Milli” azası İstanbul’un Hareket Ordusu tarafından işgali tamam-
landıktan sonra 26 Nisan (5 Rebi’ül-âhir) Pazartesi günü İstanbul’a dönmüş
ve bugün de Ayasofya’daki binada 240 meb’usla 34 ayandan mürekkep 274
kişilik bir “Meclis-i Umumi-i Milli” halinde tekrar toplanarak Sultan
Hamid’in hal’ine ittifakla karar vermiştir. Hali’ fetvasının ilk müsveddesini
sarıklı meb’uslardan Elmalılı Hamdi Hoca (Küçük Hamdi Efendi) yazmış,
Meclis’e davet edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi metin ve dürüst adam
olduğu için, riyaset odasında toplanan hususi encümende bu müsveddeye
karşı “tahallül gösterip” ve hatta istifa ettiğini söyleyip hal’e muhalefet etmiş
ve nihayet padişaha kendiliğinden feragat teklif edilmesini tavsiye ettiği için
fetvanın son kısmı tadil edilerek hali’ ve feragat şıklarından birinin tercihi
“erbab-ı hall ü akde” yani Meclis-i Milliye bırakılmış, Şeyh-ül İslâm Mehmet
Ziyaüddin Efendi’nin imza ettiği bu muaddel şekil Hey’et-i Umumiyede
okununca İttihadçı meb’uslar:
-Hal’i, hali’! diye bağırışmış ve işte o sırada Sultan Hamid’in yetiştirmesi
ve lütufdidesi olan Meclis-i Milli Reisi Küçük Said Paşa riyaset kürsüsünde
ayağa kalkarak:
-Efendiler, okunan fetva-yı şerife ve millet tarafından gönderilen arzu-yu
umumi mucibince Sultan abdülhamid Han-ı Sani’nin hilafet ve saltanattan
hal’ine karar veriyor musunuz? deyince eller kaldırılırken “feragat” taraftar-
ları tereddüd gösterdikleri için ayağa kalkılması ihtar edilmiş ve işte bunun
üzerine ittifakla hal’e karar verilmiştir. Fetva metnindeki hali’ sebebleri ta-
mamıyla yalan ve iftiradan ibarettir. Bu sebeblerin en mühimmi olarak 31
Mart vak’asında Sultan Hamid’e isnad edilen mes’uliyet iftirası, diğer
İTTİHAD VE TERAKKİ CEMİYETİ 1050
İstanbul valisi Haydar ve polis müdürü Sa’duddin Beylerle diğer bir ta-
kım me’murlardan mürekkep bir hey’et, Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş ve
yalnız vali ile polis müdürü huzura kabul edilip halifeye Meclisin kararını
tebliğ etmiştir. Abdülmecid o gece hareket emrine i’tiraz edip hazırlanabil-
mek için bir iki gün müsaade edilmesini istemişse de kabul edilmediği için,
bir kaç satte alellacele hazırlanıp sabaha karşı saat beş buçukta oğlu Ömer
Faruk, kızı Dürrişehvar, refikaları, hususi hekimi, hususi kâtibi ve saray er-
kânından biri de maiyetinde olduğu halde otomobillerle Çatalca’ya sevkedil-
miş ve ertesi akşam üstü oradan geçen ekspresle Ankara hükümetinin tensib
ettiği İsviçre’ye müteveccihen yola çıkarılmıştır.” (Aynı eser, sh: 470)
Böylece Osmanlı İmparatorluğu’na hazin bir şekilde son verilmiştir. Bu
tarihî safahatta, ekseriyet teşkil eden iyi niyetli şahsiyetlerden bir kısmını al-
datarak kuvvet kazanan gizli münafık cereyan mensubları, yüzde on kadar
olmalarına rağmen vatanperverlik kisvesiyle menfi gaye ve niyetlerini gizle-
yip feci tahribata sebebiyet vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin bu son tarihî
durumu, tekrar öyle neticelere düşmemek için en çok ibret alınacak bir tab-
lodur:
1876- İZZET ?±i2 : Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak.
*Ziyadelik ve üstünlük. *Değer, kıymet, kuvvet. Muhterem ve mu’teber ol-
mak.*Bulunmaz derecede az olan şey. (Bak: Şahsiyet, Tevazu)
“İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı tevazudur. Bazan da izzet inad ve hami-
yeti cahiliye manasında istiare olunur ki kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu ma-
nayadır.” (E.T.5010)
1877- “Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından
izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe
müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike ulüvv-i şanların-
dan, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zatta içtima eden ahlâk-ı
âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.” (İ.İ.107)
1878- “Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir:
İTTİHAD VE TERAKKİ CEMİYETİ 1054
Bir haslet... yer ayrı, sima bir. Kâh dev, kâh melek, kâh salih, kâh talih;
misali şunlardır:
Zaifın kaviye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavide, tekeb-
bür ve gururdur.
Kavinin bir zaife karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaifte, te-
zellül ve riyadır.” (S.724) (Bak: 241.p.)
1879- Hem “zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun
başını kat’i ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin
ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir; ruhu cesedinden
evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar
vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci’ider. Eğer
ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu
kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur.” (M.416)
1880- İzzetin korunmasında dikkat edilecek diğer bir cihet de iktisaddır.
“İktisad ise, kanaatı intac eder. «p«W«0 ²w«8 ÅÄ«† «p«X«5 ²w«8 Åi«2 (177) hadisin sır-
1881- “Küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’an
ile ne kadar teali ediyor ve ne derece letaifi inbisat eder ki, koca dünya mev-
cudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet’i zikir ve virdine
gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk’ın edna bir
mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu
cem’ ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı ol-
duğunu kıyas edebilirsin.” (L.119)
1882- İzzet, şahsiyet ve medenî cesaret sahibi olmanın en önemli ciheti,
dinî hizmette tezellül ve aşağılık duygusuna (kompleks’e) kapılmadan, dinî
hayatı aleniyette ve şereflilik şuuru ile yaşamak ve tebliğde çekingenlik gös-
termemektir. Bilhassa şerair-i diniyeyi yaşayarak İslâmî şahsiyeti izhar etmek
gerektir. (Şeairi izhar etmek, bak: 3113.p.) R.E. 298. sahifenin son hadisinde
bildirildiği gibi, gizli din düşmanları müslümanların dini müdafaalarında çe-
kingenlik hissini uyandırmak için her türlü vasıtalarla aleyhte propagandalar
ve yaygaralar yaparlar. Hakiki mü’minler böyle yaygaralara ehemmiyet ver-
mez ve aldırmazlar. Zira hak yolunda hizmet eden mü’min, sayıca çok fakat
şahsiyet ve manevî değeri olmayan tenkitçilerin nazarına değil, Allah ve O’na
bağlı olan ehl-i hakkın nazarına ehemmiyet verir. Bir mahkeme hâdisesi mü-
nasebetiyle bu hakikatı yaşıyarak beyan eden Bediüzzaman şöyle diyor:
“Ben, bu gece Eski Said’in izzetli damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber
mahkemeye süngülü neferat ile sevkimizi düşündüm. Şiddetli bir hiddet
geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki: Hiddet değil, belki kemal-i iftiharla, şükür
ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünki zişuur ve haddü hesaba
gelmiyen melek ve ruhanilerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vic-
danın ve iman-ı tahkiki sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an
ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde
görünüyorlar. Bunların teveccühü ise rahmet-i ilahiyeyi ve kabul-u Rabbani-
yeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine karşı mahdud bir kısım serseri
ve haylaz ve sefihlerin tahkirkârane nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz.
Hatta bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim. Ve
sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah ve manevî
bir ferah hissettim. Demek o hal, bu sırdan ileri gelmiş.” (Ş.321)
Atıf notları:
-Müslümanlarda şeairi terk ile izzetin zail olması, bak. 3495.p.
İTTİHAD VE TERAKKİ CEMİYETİ 1056
-Avrupa fikir ve felsefesine karşı İslâmı, semavi istiklaliyetiyle müdafaa etmek, bak:
1757.p.
1883- Kur’anda izzet kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-İzzet ve zillet, meşiet-i ilahiye iledir: (3:26)
-İzzet, Allah’ta ve dolayısıyla dinî şahsiyetlerde olduğundan, kâfirlerin tenkitlerine
değer vermemek: (10:65) (63:8)
-İzzet isteyen bilsin ki, bütün izzet Alah’ındır: (35:10)
-Kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi ve merhametli ve levm-i laimden
çekinmeyen mücahid mü’minler: (5:54) (Bak: 522, 2716.p.lar)
K
1884- KA’BE yAQ6 : (Kâbe) Dünyada en kudsi ma’bet. Beytullah,
Beyt-ül Ma’mur (52:4), Beyt-ül Atik (Bak: Beyt-i Atik) gibi isimleri de vardır.
Bütün mü’minlerin ibadet esnasında yöneldikleri merkez, Yani kıblegâh.
(Kur’an 2:142 ilâ 145 ve 149, 150)
Dört köşe olduğu içni Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına
Mescid-ül Haram (Bak: Mescid-i Haram) ismi verilir. İçinde bir kısım olarak
Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm’ın Kâbe’yi bina
ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu
yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kabe’nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.)
tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malum olan ise; Sahih-i
Buhari Tercemesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail
Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus Âyet-i Kerime ile de sabittir.
(Bak: Ashab-ı Fil, Ebabil)
Beyt-ül Muazzam’ın Âmir-i İnşası: Allah-ü Zülcelil; Mübelliği ve mü-
hendisi: Cibril; İlk Banisi: İbrahim Halil, Muavini de İsmail olduğu en sahih
rivayet olarak kabul edilmek icabeder diye Sahih-i Buhari tercemesinde Hâ-
fız İbn-ü Kesir’den nakledilmiştir.
Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gi-
dip, ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimizdir. (Bak:
Beyt-ül Haram, Hacc)
Bir atıf notu:
-Kâbe’nin ilk inşası, bak: 3564 ve 1469.p.da 1.âyet notu.
Bir âyette şöyle buyurulur:
“ ¬‰_ÅXV¬7 _®8_«[¬5 «•~«h«E²7~ «a²[«A²7~ «}«A²Q«U²7~ yÁV7~ «u«Q«% (5:97) Allah, Beyt-i Haram
olan -gayet muhterem ve her vecihle hürmeti vacib bulunan- Kâb’eyi, nasın
mabih-il kıyamı kıldı. -Halk, bununla tutunur, kalkınır; din ve dünyaları bu-
nunla kaimdir. Maaş ve meadlarında sebeb-i intiaşlarıdır, korkanlar buraya
iltica eder, zuafa burada emniyet bulur. Huccac ve zâhirîn buraya gelir. Na-
maz kılar buraya teveccüh eder.
KA B İ L İ Y E T 1058
(2:148) _®Q[¬W«% yÁV7~ vU¬" |¬#²_«< ~Y9YU«# _«8 «w²<«~ sırrı bununla zahir olur.”
(E.T.1817)
Hem “muhtelif cihetlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan
dolayı aranızda vahdet-i ictimaiye yoktur sanmayınız. Zira (2:148)
_®Q[¬W«% yÁV7~ vU¬" |¬#²_«< ~Y9YU«# _«8 «w²<«~ her nerede olursanız olunuz, Allah he-
pinizi bir araya getirir. Bir kıbleye teveccühünüz sayesinde ihtilaf-ı cihata
rağmen hepiniz cemaat-ı vahide olur ve hepiniz Mescid-i Haram içinde na-
maz kılıyor gibi muntazam bir hey’et-i ictimaiye halini iktisab edersiniz ve
ecrinizi o suretle alırsınız.” (E.T.534)
1885- İlk mescid olan Kâbe’nin mübarekiyeti ve emniyet merkezi olması
(3:96, 97 ve 5:97) âyetlerinde beyan edilir. (Bak: 1768.p.da bir âyet notu) Sahih-i
Buhari tercemesinde Hz. İbrahim, İsmail, Hacer zemzem kıssası olan 1381.
hadisin sonu ve 1382. hadis, Kâbe’nin ilk inşasını bildirir ve 6. cildde 17. sa-
hifeden 67. sahifeye kadar ve İbn-i Mace 4. Kitab-ül Mesacid 7. bab’da,
Kâbe’nin inşası ve sair hususiyetleri hakkında geniş tafsilat verilir. Âhir-
zamanda mütecaviz düşmanların Kâbe’yi tahrib etmek için tecavüz ede-
cekleri, rivayetlerde haber veriliyor. Ezcümle, Sahih-i Buhari 25. Kitab 49.
bab ve 34. kitab.49 bab; Sahih-i Müslim 52. kitab 2. babı ve 18. babın 57, 58,
59 hadisleri ile diğer hadis kitablarında bu husus beyan edilir.
Atıf notları:
-Kâbe’nin bir amud-u nurani şeklinde Arş’a doğru temessülüne işaret-i hadisiye,
bak: 438/2.p.
-Namazda Kâbe’yi hayalen nazara almak,bak:436.p.
*İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete malik ol-
mak, olabilirlilik. (Bak: İstidad)
“Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti
ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Se-
nin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret et-
meğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temiz-
lenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.
Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye
ziyâretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak
ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmet”, Tevrat’ta, “Ahyed”
Kur’anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka
tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sakindir. Onların zi-
yaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (M.N.
129) diyen ve kabrin zahiren korkunç görünen fakat hakikatta gayet güzel
olan cihetini gösteren Bediüzzaman Hazretleri, kabre girenlerin de üç sınıf
olduğunu şöyle beyan ediyor:
1888- “Madem kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez
oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda “üç yol”dan başka yol yok.
Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin
kapısıdır.
İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere bir
haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid yal-
nız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi
hareket etmediği için öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı
ebedî kapısı. Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir
darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihi-
dir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve
genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir
mes’ele karşısında biçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i
münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bakîye,
bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendihakkında çevir-
mek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.” (S.142)
1889- Buhari tercemesinde, kabir suali ve azabı hakkında 685 numaralı
rivayete uzun bir tafsilat verilmiştir. Biz burada bu uzun tafsilatı kısmen aşa-
ğıya alıyoruz. Uhrevi hayata ait böyle rivayetlerin bildirdikleri ahvalin hakiki
KA B R 1060
keyfiyetleri, bazı ehl-i keşif müstesna, bu dünyada bilinmez... fakat, ibret alı-
nabilir ve alınmalıdır. Buhari’nin naklettiği hadis- şerif meali şöyledir:
“Enes İbn-i Malik’ten Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in şöyle buyur-
duğu rivayet edilmiştir:
(Mü’min) kul, kabrine konulup onun ashab ve yâranı geri dönüp gittikle-
rinde-ki meyyit, bunlar yürürken ayaklarının sesini bile muhakkak işitir-ona
(Münker ve Nekir adlı) iki melek (Bak:2332.p.) gelir. Bunlar meyyiti oturtur-
lar. Ve ona:
-Ha! Şu Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) denilen kimse hak-
kında (ki kanaatın nedir?) ne dersin? diye sorarlar. O mü’minde:
-Samimi bildiğim ve size de bildirmek istediğim şudur ki; Muhammed
(Sallallahü Aleyhi Vessellem) Allah’ın kulu ve Allah’ın Resulüdür, diye cevab
verir. Bunun üzerine melekler tarafından:
-Ey mü’min! Cehennem’deki yerine bak, Allah Teala bu azab yerini se-
nin için Cennet’ten (yüce) bir makama tebdil eyledi, denilir. Nebi (Sallallahü
Aleyhi Vesellem): “O mü’min, Cehennem ve Cennet’teki iki makamını bir-
den görür” buyurmuştur. Fakat kâfir yahud münafık olan meyyit (meleklerin
bu sualine karşı):
-Muhammed hakkında birşey bilmiyorum. Halkın Ona (Peygamber) de-
dikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup söylerdim, diye cevab verir. Bu iki
melek tarafından bu kâfir veya münafığa:
-Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın! denilir. Sonra bu kâfir veya müna-
fığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yeyince kâfir
veya münafık şiddetli sayha ile bir bağırır ki, bu feryadı ins ve cinden başka
bu ölüye yakın olan herşey işitir.
1890- Bu hadisi Müslim ve Sünen-i Erbaa sahiblerinin dördü de tahriç
eylemişlerdir. Bunlardan başka Hâkim, Taberanî, İbni Hibban gibi ehl-i riva-
yet de eserlerinde rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerdeki metinler mufassal ve
muhtasar olmak üzere birbirlerinden farklıdır:
Müslim Sahih’in de Katade’den şu ziyadeyi rivayet etmiştir: Mü’min olan
meyyit, Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve resulü, dedikten sonra
Katade: “O mü’minin kabri yetmiş zira’ genişlenir. Ve burası yeşilliklerle
tarh ve tanzim edilip insanların ba’s olundukları zamana kadar zümrüdîn bir
mesire halinde devam eder.” diye bize haber verildi, diyor.
KA B R 1061
1892- Kur’anda (40:46) _È[¬L«2—« ~È—f3 _«Z²[«V«2 «–Y/«h²Q< ‡_Å9«~ âl-i Fir’avun
sabah ve akşam Cehennem’deki ateşten duraklarına arzolunurlar, buyurul-
muştur. Âl-i Fir’avuna sabah ve akşam Cehennem’deki karargâhların götse-
rilmesi keyfiyeti, ehl-i küfür ve ma’siyyetin öldükten sonra kıyamet gününe
kadar azab olunacakları hususunda gayetle sarihtir. Kurtubî: Bu azaba
arzolunmak keyfiyetinin berzahda vuku’bulacağı hususunda cumhur-u
ülemanın ittifakı vardır diyor... İbn-i Mes’ud (Radıyallahü Anh)dan: “Âl-i
Fir’avuna ve küffardan Fir’avunîler ayarında olanlara sabah ve akşam Ce-
hennem’deki durakları gösterilecek, işte müstakbel eviniz burasıdır diye azab
olunacakları rivayet edilmiştir.
Kabir azabına delalet eden sahih hadisler ve mütevatir haberler ise pek
çoktur. Bazıları şunlardır:
1893- Müslim’in rivayet ettiği uzun bir hadis-i şerifte:
KA B R 1062
¬h²A«T²7~ ¬ ~«g2« ²w¬8 ¬yÁV7_¬" ~—†ÅY«Q«# Kabir azabından Allah’a sığınınız, buyrul-
muştur.
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) iki kabrin yanından geçerken, o
kabir sahibleri hakkında: ¬–_«"¬±g«Q[«7 _«WZÅ9¬~ Bu zavallılar azab olunuyorlar, bu-
yurmuştur.
Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kere kabir halinden ve kabir
sualinden bahsetmişti. Ömer İbn-i Hattab, kabirde hayatın mahiyetini iyice
anlamak için:¬yÁV7~ «ÄY,«‡ _«< _«X7YT2 Ç…«h<«~ Aklımız başımıza iade olunacak mı?
diye sordu. Resul Aleyhisselâm da: «•²Y«[²7~ vU¬B\« ²[«Z«6 ²v«Q«9 Evet, bugünkü
hey’etinizde akıl ve şuurunuz iade olunacaktır, buyurmuştur.” (S.B.M. ci:4,
sh: 634-644)
Bir hadis-i şerifte de: « ¬±g2 ¬y¬" ²w¬8ÌY< ²v«7 ²w«W«4 Ês«& ¬h²A«T²7~ ~«g2« Yani:
“Kabir azabı sabittir, vakidir. Artık buna inanmayan muazzeb
olacaktır.” buyurulur. (178)
1893/1- Bediüzzaman Hazretleri kabir azabı hakkında şu izahı veriyor:
“Eğer denilse: Bir insan yakılsa ve külleri havaya savrulsa, onun için ka-
bir hayatı nasıl düşünülebilir?
Denilir: Beden (vücud), ehl-i sünnete göre, hayat için şart değildir.
Ruh’un taalluku için birkaç zerrenin varlığı yeterlidir.
Eğer denilse: Cenazenin üzerine bir yumurta konulduğu halde, günler
geçmesine rağmen en ufak bir hareket hissedilmiyor. Buna göre kabir azabı
ve kabir hayatı nasıl düşünülebilir.
Sana denilir ki: İlahiyatçı muhakkiklere göre vücudu kat’i olan âlem-i mi-
salin mevkii ve yeri konusunda delil getirilmiştir. Âlem-i misalin hassası, ma-
naların şekillenmesi, a’razın cevhere ve mütegayyir olan eşya ve hâdisatın sa-
bit bir şekle tahvilidir. Âlem-i şehadetten, âlem-i misale bakan gözler rü’ya-yı
sadıka, keşf-üs sadık ve şeffaf cisimlerdir. Bütün bunlar onun varlığını bildi-
rirler. Sonra berzah âlemi, onun timsali olan misal âleminin hakikatını isbat
eder. Bu âlemin gölgesi, rü’ya âlemidir. Bunun gölgesi ise hayal âlemi ve ayna
gibi şeffaf cisimlerdir.
Eğer bunu anladınsa, şimdi senin yanında uyuyan bir şahsı düşün ve on-
dan rüya âlemine bak. O görünüşte sakin ve hareketsiz bir şekilde yatmakla
beraber, rüya âleminde savaşır ve döğüşür, yara alır veya onu yılan zehirler.
Şimdi düşün; senin için mümkün olsa da, rüyasına girsen ve ona şöyle desen:
“Yahu! âcizlik gösterme ve sinirlenme. Bütün bunlar hakikat değildir.” Ve
onu inandırmak için bin yemin etsen, o sana şöyle cevab verecek:”
Görmüyor musun işte bana acı veren elemim ve yaram. Onun elindeki
kılıncı ve bana hücum eden yılanı görmez misin?”
Çünki omuz acısının manası veya nezlenin manası, yaralayan bir kılınç
şeklinde tecessüm edip, şekillenmiştir. Zira elem bakımından netice itibariyle
ikisi de birdir. Veya onun kalbini üzüntüye boğan hıyanetin manası, yılan
şeklinde tasavvur edilmiştir. Zira ikisinin de sonuç itibariyle elemi birdir.
Yahu! Sen bu âlem-i misalin gölgesi olan rüyada görüp te kabul ettiğin
halde, bizden çok uzak ve hakikaten onun derecelerini isbat eden berzah
âlemini niçin tasdik etmezsin.” (Risale-i Nur’dan Arabî İşarat-ül İ’caz, sh:
231’den tercemedir.)
Bir atıf notu:
-Bediüzzaman Hz.lerinin kabrinin gizli kalması için vasiyeti, bak: 3263.p.
S.M.5. kitab-ül mesacid 24. bab ve 10.kitab-ül küsuf 2. bab kabir azabı
ve ondan istiaze etmek hakkındadır. Aynı eserin 905. hadisi de, Mesih-Dec-
cal imtihanına benzer kabir imtihanını haber verir.
1894- KABUL-Ü ADEM •f2 ¬ÄYA5 : Bir şeyin yokluğunu, ilim ve fi-
kir yoluyla isbatlayarak iddia etmek. *İman eseslarına ait olan müsbet hü-
kümleri ilmen nakzederek imanın zıddını yani inkârcı fikirleri kabul etmek
ki, hakikatta mümkün değildir. Çünki iman mevzuunda-müsbet veya menfi-
yapılacak isbat, âlem-i şahedetten yani maddî âlemden gayb âlemine ait ola-
cağından ancak istidlal yoluyla yapılacaktır. Yani eserden müessire intikal
edilecektir. Halbuki ademin eseri olmaz ki onunla ademe istidlal edilsin. O
halde inkârın isbatı mümkün değildir. (Bak: Adem-i Kabul ve 1730.p.sonu ve
2379.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Kabul-ü adem tarzıyla inkâr isbat edilmez, bak: 1563.p.
KA D E R 1064
(6:59) ¯w[¬A8 ¯ _«B«6 |¬4 Å ¬~ ¯j¬"_«< « «— ¯`²0«‡ « «— gibi pekçok âyât-ı Kur’aniye
tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı Kebirin âyâtı dahi şu
hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz
gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum
mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücu-
dundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve
çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahittir. Zira herbir tohum ve çe-
kirdekler, “Kâf-Nun” tezgahından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle
tersim edilen bir fihristecik ona tevdi edilmiştir ki, kudret o kaderin hende-
sesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı
kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vakıatı ile
çekirdeğin deyazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin
aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi
vâzıhan gösterir. Evet hangi zihayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve
san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o su-
reti, o şekli almak, ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıb
bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kud-
ret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca şu hayvana
dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler;
onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda, meyve ve
faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir
yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden
gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket
ederler.
Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. El-
bette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl
olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir.” (S.468)
1898- Not: Yukarıda bahsi geçen “Kader kalemiyle çekirdeklerdeki yazı”
ile alâkalı olarak fünun-u cedide ehlinin bir itirafı: “İnsanın biçimlenmesi
kromozomlarda bulunan kodlarla adeta proğramlanmıştır. Bu kodların ta-
mamı, kullandığımız yazı ile yazılsaydı 1000 ciltlik büyük bir ansiklopedi
olurdu.” (Bilim ve Teknik cilt: 8. sayı 213 sh:35)
Kur’anda (41:53)
Çs«E²7~ yÅ9«~ ²vZ«7 «wÅ[«A«B«< |ÅB«& ²v¬Z¬KS²9«~ |¬4«— ¬»_«4´ ²~ |¬4 _«X¬#_«<~´ ²v¬Z<¬hX«,
KA D E R 1066
Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i ilahiyeyi zimmetine alır.
Hem kendinden sudur eden kemalat ve hasenat ile gururlanmamak için ka-
dere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür,
sabreder. Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise, o
vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Cünki: Nefs-i
emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını
onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba
verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı
Hakk’a verilecek olan cüz-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan
kader bahsi manasızdır. Yalnız bütün bütün onların hikmetine zıd ve
mesu’liyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.” (S.465)
1900- paragrafta bahsolunan kaderin hâlî ve vicdanî bir hakikat olduğu-
nun bir nevi tatbikî izahı manasında olarak başa gelen hâdiseleri, kaderin
adaletli ve merhametli icraatı diye izah edilen Bediüzzaman Hz. Risale-i Nur
Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde, bilhassa Emirdağ Lahikası 2. sh: 78 deki
(Konuşan Yalnız Hakikattır) yazısında kadere teslimiyet ve hâdiselere bu
noktadan bakıp ibret alma dersini verir. (Aynı mevzuda tafsilat için: 1908/1,
914/p.lara ve atıf notlarına bakınız.)
Bir atıf notu:
-Münafıkların, hidayete karşılık dalaleti almaları, bak: 1301.p.
1902- Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?
Elcevab: Yedi vecihle.
Birincisi. elbette kâinatın intizam ve mizan lisaniyle hikmet ve adaletine
şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, ma-
hiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikme-
tini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bil-
mediğimiz, olmamasına delalet etmez.
İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vü-
cudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu
bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihi olduğu halde, mahiyeti
bizce meçhul... İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malu-
matımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.
Üçüncüsü: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafi değil. Belki kader, ihtiyarı te’yid
eder. çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. ilm-i ilahî, ihtiyarımıza taalluk
etmiş. Öyle ise, ihtiyarı te’yid ediyor, ibtal etmiyor.
KA D E R 1069
1905- Altıncısı: (*) Cüz’-i ihtiyarînin uss-ül esası olan meyelan, Maturidîce
bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla bak-
tığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i
itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir
vücud-u haricîsi yoktur.Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki; illet-i
tamme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin.
Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o
emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o
anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”
Evet eğer abd, hâlik-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit
ihtiyarı ref’olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette ²f«D< ²v«7 ²`¬D«< ²v«7_«8 kaide-
since mukarrerdir ki: “Bir şey vacib olmazsa, vücuda gelmez”: Yani illet-i
tamme bulunacak, sonra vücuda gelebilir. İllet-i tamme ise, malulü bizzarure
ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
1906- Eğer desen: Tercih bila müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i iti-
barî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcib
bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü
Kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccüh bilâ müreccih muhaldir.(**) Yani: Müreccihsiz, sebeb-
siz rüchaniyyet muhaldir. Yoksa, tercih bila müreccih caizdir ve vakidir.
İrade bir sıfattır, onun şe’ni böyle bir işi görmektir.
1907- Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’dır. Niçin bana katil deni-
lir?
Elcevab: Çünki ilm-i sarf kaidesince ism-i fail, bir emr-i nisbî olan
masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak
etmez. Masdar kesbimizdir; katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar,
Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan
müştak kılınmaz.
1908- Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan
zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak o zaif, cüz’î
iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi yapmıştır. Yani manen der:
“Ey abdim! ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise
mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu
omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen, seni oraya götürece-
ğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut
düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.
İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir
şart-ı adi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli
gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var.
O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cen-
net’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline
istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir mey-
vesi olan zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül,
meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi
meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (S.466-468)
1908/1- Kaderin adaletle muamele ettiğini beyan eden Bediüzzaman
Hazretleri şu hususu ehemmiyetle nazar verir:
“Bir hâdisede hem insan eli, hem de kader müdahalesi olduğundan; in-
san, zahirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musi-
betin gizli sebebine baktığı için adalet eder.” diye Risale-i Nurda bir kaide-i
esasiyedir. (K.L.193)
1909- Yani ef’al-i beşeriye içinde kaderin adaleti vardır. Evet” bazan zu-
lüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme
maruz kalır; başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır.
Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin te-
cellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mah-
kûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya
çarptırır, felakete düşürür. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.”
(E.L.II.78) (Bak: 81.p.) der ve aynı kaidenin bir tatbikatı manasında şunu hi-
kâye eder:
“Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zâli-
mane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi düşünüp
“Ne için bunları bana musallat et diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her
defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek
beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlahî o zâlimlerin zulmü içerisinde
hakkım da adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir
KA D E R 1072
“ (3:26) š_«L«# ²w«8 «t²VW²7 |¬#ÌY# ¬t²VW²7~ «t¬7_«8 ÅvZ±V7~ ¬u5 İşte şu âyet Cenab-ı
Hakk’ın nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor
ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın
meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek kesret-i tabakatın en dağınık tasarru-
fatına kadar meşiet ve takdir-i İlahiye iledir, tesadüf karışamaz.” (S.418)
Hem “(8:24) ¬y¬A²V«5—« ¯š²h«W²7~ «w²[«" ÄYE«< işaratıyla insanın kalbine ve irade-
sine müdahalesinden tut, ta (39:67) ¬y¬X[¬W«[¬" ° _Å<¬Y²O«8 ~«Y«WÅK7~«— yani, bütün
Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan
bir musibet taşına maruz kaldığın zaman «–YQ¬%~«‡ ¬y²[«7¬~ _Å9¬~—« ¬yVÁ ¬7 _Å9¬~ (2:156)
söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden
daha ziyade düşünür.” (M.N.120)
1913- Kaderin hâkimiyetini gösteren bir hâdise hakkında sorulan bir sual
ve cevabı:
“Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan
yÁV7~ «š_«L«< ²–«~ Å ¬~ «–Y=_«L«#_«8«— sırrınca meşiet-i ilahiye asıldır, kader hâkim-
dir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir.
h«M«A²7~ «|¬W2 ‡«f«T²7~ «š_«% ~«†¬~ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı
beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” (M.52)
1914- “Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza ve kader namında üç kanunu vardır.
Ata, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.
Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı,
kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan afvetmek, ata demektir.
Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanunu-
nun kat’iyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atanın
kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Ata, kaza kanununun şümu-
lünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu haki-
kate vâkıf olan arif:
“Ya İlahî! Hasenatım senin ata’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır.
Eğer ata’n olmasa idi, helâk olurdum” der.” (M.N.206)
“Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasîye teklif nokta-
sında bakmak lâzımdır. Cebr ve İ’tizal, burada barışırlar.” (M.472)
Atıf notları:
-Mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzündeki elîm hâlât sebebiyle kadere gelen itirazları
nur-u imanın şükre tebdil etmesi, bak: 3073.p.
-Kadere rıza gerek, bak: 3832.p.
-Duanın kaderi geri döndürdüğünü beyan eden hadis, bak: 3186.p.
-Pek çok musibetlere rağmen kaderin herşeyi güzeldir, bak: 2641.p.
-Zerreler kaderin manevî proğramına göre manevî nura mazhar olurlar, bak:
4093.p.
-Bediüzzaman Hazretlerine siyasi bir inkilabcı nazarıyla bakılmaması için kader
adaletinin müdahalesi, bak: 3227.p.
-Cihan Harbi musibetine maruz kalan müslümanlara kaderin adaleti, bak: 370.p.
-Hz. Hasan ve Hüseyin (R.A.)’ın siyasi muvaffakiyetsizliğinde kaderin adaleti,
bak: 1196, 1197.p.lar
-Her canlının rızkı kader levhalarında yazılıdır, bak: 3037.p.
-Ziyaret-i kabirde ifrat edenlere kaderin adaleti, bak: 450, 451.p.lar
-İnsanın el ve yüzündeki çizgilerin kaderî işaretler olduğu, bak: 73.p.
-Bir kısım safdil müslümanların ehl-i dalaleti desteklemekle kader nazarında musi-
bete lâyık olmaları, bak: 126.p.
-Bazı rüyaların, kaderin hakkiyetine delaleti, bak: 3162.p.
-Dine hizmet ehlinin kader-i İlahî tarafından musibetlerle imtihan edilmeleri, bak:
582.p.
KA D I İ Y A Z 1075
1915/1- KAF DAĞI |3_0 ¿_5 : Kur’an (50:1) âyetinin başında ge-
çen (Kaf) harfinin tefsirinde bahsedilen bu dağ hakkında çeşitli izahlar veri-
lir. Müfessir Hamdi Efendi çeşitli kavilleri naklederek geniş bilgi verirken
şöyle der:
»
“( ) Bu sure ile ‹ suresinin başlayışında ziyade bir benzeyiş vardır.
Evvela, ikisi de birer harf ve Kur’ana kasem ve ²u«" ile başlıyor, kâfirlerin
KA F D A Ğ I 1076
taaccübüne tearüz ediyor. Onun evelinde ¬h²6¬±g7~ >¬† ¬–´~²hT²7~«— (38:1) âhirinde
(38:87) «w[¬W«7_«Q²V¬7 °h²6¬† Å ¬~ «Y; ²–¬~ bunun evvelinde ¬f[¬D«W²7~ ¬–´~²hT²7~«— (50:1.),
âhirinde ¬f[¬2«— ¿_«F«< ²w«8 ¬–´~²hT²7_¬" ²h¬±6«g«4 (50:41) buyuruluyor. Onda imanın
şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ba’s-ü haşre inayet buyuruluyor.
» yazılışta harf, okunuşta kaf isim tarzındadır. Zahir olan harfin ismi,
bundan da bu surenin ismidir. Bu münasebetle Kaf Dağı’ndan da bahsedil-
miş. Remzen veya sarahaten emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir.
Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşabihattandır.” (E.T.449)
Bediüzzaman Hazretlerinin, bu tarz müteşabih ifadelere ışık tutan izahatı
ise şöyledir:
“Malumdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır. O şeyin
vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır.
Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek ta im-
kândan imtina derecesine çıkarıyor.
“Kaf’a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız
(50:1) ¬f[¬D«W²7~ ¬–´~²hT²7~«— » dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun.
Dünyanın şarkında değil, belki Arzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil
yakîniyetten düşer. Hem de katiyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir
gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir
daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sır-
rıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.” (Mu.55) (Bir kısım
ehl-i keşfin “Kaf Dağı” hakkındaki ihbarları, bak: 209.p.)
“... Yaradılmak cihetiyle siz mi daha zor ve çetinsiniz (79: 28) š_«WÅK7~ ¬•«~
yoksa sizden yüksek ve sizi muhit sema mı? Belli ki o daha çetin değil mi?
Çünki siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken _«Z[«X«" O Allah, onu
bina etti-Bina, müteferrik eczayı yekdiğerine zamm u rabt ile mecmuundan
bir küll inşa etmektir. Sema da böyle latif ve kesif nice mevadd ve ecramın
türlü kuvvetlerle suret-i mahsusada terkib ve rabt olunarak mecmuundan
husule getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki _«Z«U²W«, «p«4«‡
boyuna irtifa’ verdi-direksiz olarak yükseğe kaldırdı. (Kur’an (13:2) (88:18)
âyetlerine de bak)
KÂ İ N A T 1079
Semk, bir şeyin irtifa’ ta’bir ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya imtidadı ve
yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya mülahaza edildiği zaman, umk ta’bir olunur.
Enine boyuna olmak üzere (sihan) ile de tefsir edenler olmuştur. _«Z<ÅY«K«4
sonra da onu tesviye etti.
denkleştirdi, nizamına koyup düzeltti. Bundan semanın şekli tam küre oldu-
ğunu anlamak isteyenler olmuş ise de bütün semanın hey’et-i umumiyesinin
şekli tam küre olduğu sabit değildir. Tafsilini Allah bilir.
* Atmosfer dışında fezaya bakıldığında, ışıklı veya aydınlanmış gök cisimleri hariç olmak
üzere, feza vâsi' bir karanlık olarak gözükür. Bu itibarla «@Z«V²A«7 «k«O²3«~—« kelam-ı İlahîsinin küllî
manalarından biri de, bu hususa bir işaret olsa gerektir. Yani ecram-ı münire (ışık enerjisi
saçan küreler) yaratılmadan evvel, feza karanlık idi. Sonra ecram-ı münireden mesela
güneşten yayılan ışık enerjisinin atmosferimize ve diğer ışıksız cisimlere çarpmasıyla, o
enerji bir kanun-u İlahî ile ışık olarak görünür ve yalnız bu ışık enerjisinin çarptığı yerler
aydınlanır, diğer feza sahası yine karanlık görünür. Kur'an (92:1) ayetinin çok geniş olan
mana-yı küllîsinden bir ferdi, bu mezkûr hakikata, yani fezada gecenin (karanlığın) istilasına
işaret eder. (Bak: Duhan) (Hazırlayanlar)
KÂ İ N A T 1080
mak bize daha muvafık görünüyor. «Œ²‡« ²~—« Arza gelince _«Z[«&«… «t¬7† «f²Q«"
ondan sonra da onu bast edip döşedi. Arzın üzerinde yaşadığımız kışrını on-
dan sonra yaratıp döşek halinde döşedi.” (E.T.5564-5566)
Kur’an (51:47) âyetinde geçen “mûsiûn” ifadesinden, Allah’ın bu kâi-
natı tevsi” ettiği manasını anlayanlar vardır. Cevşen-ül Kebir namındaki
meşhur ve hârika münacat-ı Ahmediye’nin 63. ve 92. ukdesinde geçen “Ya
Râfi’assemai’“ ifadesi de aynı manayı te’yid eder.
1920- Âlemimizin ilk yaradılışı mes’elesine ait âyetler vardır. Ezcümle:
p« ²A«, ÅwZ<ÅY«K«4 ¬š_«WÅK7~|«7¬~ >«Y«B²,~ Åv$_®Q[¬W«% ¬Œ²‡« ²~ |¬4 _«8 ²vU«7 «s«V«' >¬gÅ7~ «Y;
°v[¬V«2 ¯š²|-« ¬±uU¬" «Y;—« ¯ ~«Y«W«, (2:29) âyetinde geçen Åv$ ifadesiyle “Bu âyet, arzın
semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder ve _«Z[«&«… «t¬7«† «f²Q«" «Œ²‡« ²~ «—
(79:30) âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâldir. Ve (21:30)
_«W; _«X²T«B«S«4 _®T²#«‡_«B«9_«6 âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve
sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına
nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o mad-
deye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra
mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip ²f«"«ˆ (köpük) kesilmiştir; sonra arz
veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için
hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi
bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir; ve o
yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat inikad etmiş, vücuda gelmiştir.
1921- Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte
olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar
cemaati basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra
o buhardan, mayi-i narî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i narî bürudet ile
tasallub etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları
fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlar-
KÂ İ N A T 1081
dan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl ola-
bilir. Şöyle ki:
1922- “İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan
_«W;_«X²T«B«S«4 _®T²#«‡ _«B«9_«6 nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz,
dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde
imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın arala-
rına nüfuz etmiş bir maddedir. ¬š_«W²7~ |«V«2 y- ²h«2 «–_«6—« (11:7) âyeti, şu
madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakkın Arş’ı, (Bak: Arş) su hükmünde
olan şu esir maddesi üzerinde imiş.
Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icadlarının tecellisine merkez
olmuştur. Yani esiri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra
bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi
küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın-hepsinden evvel tekâsüf ve
tasallub etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i ha-
yat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir.
Fakat arzın bastedilmesiyle nev’-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete
geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı
semavattan sonra başlarsa da bidayette, mebde’de ikisi beraber imişler. Bi-
naen-alâhâza o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle
mutabakata inkılab eder.
1923- İkinci Bir Cevab: Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerim tarih, çoğrafya mu-
allimi değildir. Ancak, âlemin nizam ve intizamından bahisle Sani’in ma’rifet
ve azametini cumhur-u nasa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh
bunda iki makam vardır:
Birinci Makam: Ni’metleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i
zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.
İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu
cihetle semavat, arzdan evveldir.
bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halkedildiğine göre za-
tîdir. Aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. Yani semavatın hilkati birinci ise de,
tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir.
Yani evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır.
>¬‡Y9 yÁV7~ «s«V«' _«8 «ÄÅ—«~ (181) Yani Cenab-ı Hak, herşeyden evvel benim
Bundan ilk nazarda (21:104) ¬`BU²V¬7 ¬±u¬D¬±K7~ ¬±|«O«6 «š_«WÅK7~ >¬Y²O«9 «•²Y«<
gibi âlem-i ulvinin tahribi ile fena-i küllî manası tebadür ederse de, bu mana
tekvir-i şems ve inkidar-ı nücum mazmunlarından da anlaşılmış olduğu ci-
hetle, bundan murad semanın tayyından sonra ˜f[¬Q9 ¯s²V'« «ÄÅ—«~ _«9²~«f«" _«W«6
buyurduğu üzere, yeni kurulacak olan o âlemde keşf-i gıta ve arz-ı küllî ile
her hakikatın tecellisi manası olmak siyak-ı beyana daha muvafıktır.
Demek ki o gün... hakikatı örten hiçbir şey kalmayacak, arş-ı Hak zâhir
olup her hakikat hakkalyakîn münkeşif olacaktır ki, bu mana Sure-i Kaf’da
22. ve Sure-i Hakka’da 18. ve Sure-i İbrahim’de 48 ve Sure-i Mü’min’de 16.
âyetleriyle beyan olunan manadır.” (E.T.5607)
İşte böylece kâinat, kıyamet hâdisatından sonra âhirette ebedî bir şekilde
tahakkuk edip istikrar bulacaktır. (Bak: Kıyamet)
1929- Hilkat-ı semavat âyetlerinden (7:54) (10:3) (11:7) (25:59) (50:38)
(54:7) âyetleri semavat ve arzın (eyyam-ı Kur’aniye ile) (Bak. Eyyam-ı
Kur’aniye) altı günde (altı devrede) halkedildiğini beyan ediyor. (32: 4) âyeti
ise, kâinatın altı günde halkından sonra, “Arşta istiva” tabiriyle de derin bir
sırrı ifade ediyor.
Evvela Nur-u Muhammedî (A.S.M.)sonra esir maddesi ve atomlar, sonra
bir nevi büyük gaz grubları ve kürelerin yaratılışından ta dünyalardaki hayat
şartları ve hayatın halkına kadar istihale devrelerine uğratılan âlemde herşey
mukadder olan mertebe-i kemaline vardırıldı. Böylece bütün umûrun idare
merkezi diye bir cihette ve mecazen tarif edeceğimiz arşta istiva ile İlahî ta-
sarruf, bütün kâinatı mukannen bir nizam altına aldı. 1148 p.da da eşyanın
ilk yaratılışından sonra bir nizam altına alındığı izah edilir.
1929/1- Kâinatın altı günde, yani ani değil de zamanla ve tedricî yaratıl-
masının İlahî bir hikmeti, (11:7) âyetinde de işaret edildiği gibi, sebeblerin
konulması ve zıdların ihtilatıyla bir âlem-i tagayyür ve imtihanın açılmasıdır.
(Bak: 2018, 2019.p.lar) İbn-i Mace Mukaddime 13. bab 182. hadis ile S.B.M.
1317. hadiste, varlığı ezelî olan Allah’ın, mahlukatı yaratmadan önce “Al-
lah’ın arşı” (esir maddesi) olarak tefsir edilen “su” üzerinde olduğu (tecelli
ettiği)beyan ve ifade edilmektedir.
KA L B 1085
hane hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i
insan kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.” (L.57)
1933- “Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envaiyle, eczasiyle pek çok alâ-
kaları vardır. Esma-i Hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı
dolduracak tadar o kalbin hem emelleri; hem de düşmanları vardır. Ancak
Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakiki ile itmi’nan edebilir.
Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste
gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehad’den başka merkezinde bir şeyi
kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.
İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska
edilmekle, imanla intibaha gelirse; nuranî misalî Âlem-i Emir’den gelen emr
ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki, onun cismanî âlemine ruh
olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye gözmezse, kuru bir çekirdek
kalaraka nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.
Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kal-
bin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh
ve seyrangâh olur. Hatta kalbin hâdimlerinden bulunan hayal meselâ en zaif,
en kıymetsiz iken hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada
gezdirir, ferahlandırır.” (M.N.117)
“Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir ayinedir. Senin fıt-
ratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o ayine için değil ve
o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o ayinede istidada göre cilvesi bulunan
Baki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belahet yüzünden o mu-
habbetin yüzü başka yere dönmüş.” (L.136)
1934- “İnsanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve is-
tidadındaki cihazat; tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih
ve ona göre verilmiş ve ona göre techiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf
müttefiktirler.” (S.88)
Evet” kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış
olmadığı şöylece izah edilebilir: Görüyoruz ki, kalb hangi bir şeye el atarsa,
bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır,
kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor.Ve onun
hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin pe-
şindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir
olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebed-ül
KA L B 1087
“ |¬5_«A²7~ «a²9«~ |¬5_«" _«< bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde, kalbi masivadan
tecrid ediyor, kesiyor. Şöyle ki: insan, mahiyet-i camiiyeti itibariyle mevcu-
datın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i camiasında
hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insanda umum
mevcudata karşı bir muhabbet besliyor.Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor.
Ebedî Cennet’e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği
mevcudat, durmuyorlar, gidiyorlar, firaktan daima azab çekiyor. Onun o
hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte
kabahat, kusur ona aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz
bir cemal-i bakiye malik bir zata tevcih etmek için verilmiş. O insan su-i
istimal ederek o muhabbeti fani mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor.
Kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fani mahbubattan kat-ı alâka etmek, o
mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbu-u
Baki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden |¬5_«A²7~ «a²9«~ |¬5_«" _«< olan birinci cüm-
lesi: “Baki-i Hakiki yalnız sensin. Masiva fanidir. Fani olan elbette baki bir
muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâka-
sına medar olamaz.” manasını ifade ediyor” (L.14)
1936- “Allah kalbin batınını iman ve marifet ve muhabbeti için yarat-
mıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi
deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat
eder.” (H.Ş.139)
1937- “Nur-u akıl, kalbden gelir.
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fi-
kir münevver.
O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun
libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var; lakin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki,
bir leyl-i münevver.
KA L B 1088
1941- KALÛ BELÂ |V" Y7_5 : Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara
“Rabbiniz değil miyim” mealinde: “Elestü bi Rabbiküm” buyurduğunda,
ruhlar: “Evet Rabbimizsin” mealindeki “Kal”u belâ” diye cevap verdiklerini
bildiren Kur’andaki bir tabirdir. (Bak: Misak-ı Ezelî)
KA N U N 1090
1943- KARN –h5 : Zaman devre. *Bir insanın ortalama ömrü olan
altmış sene. *Yüz yıllık zaman. Asır. *Boynuz. Hayvanda başın boynuz yer-
leri, boynuz yerinden sarkan saç.
“Karn, iki manaya gelir. Birisi; zamandan bir müddete mukterin olan
ümmet, bir zaman ahalisi olan hey’et-i içtimaiye ki, |¬9²h«5 ¬–—hT²7~ h²[«' (183)
183 Sahih-i Buhari 62.kitab (Ashab-ı Nebi) bab: 1 ve S.M. 44. kitab.(Fezail-i Sahabe) bab: 52
ve İ.M. hadis: 2362
KA R U N 1091
-Geçmiş karnların helâkinden ibret alınacak çok alâmet ve eserler vardır: (20:128)
(32:26)
-Kuvvetlerine güvenen karnların helâki: (28:78) (50:36) (Bak Musibet)
(28:78) ¯v²V¬2 |«V«2 yB[¬#—~ _«WÅ9¬~ deyip ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şük-
retmiyen ve maddîyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen
şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavi tokat yedi ki; yüzer senelik
terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.” (K.L.16)
Hem “ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin
hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakim
mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat
ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun
hiddetini ve Kavm-i Fir’avuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve
Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette (67:8)
o²[«R²7~ «w¬8 iÅ[«W«# …_«U«# sırrıyla, Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mev-
cudatın ehl-i küfür ve dalalete karış hiddetini gösterip ilan ederek gayet
müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.” (L.83)
1947- Halbuki insan acz ve fakrını bilerek Allah’a iltica etmesi gerek-
mektedir. “Nasılki nazadar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin
haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar
olurlarki; o matlublardan binden birisine bin def’a kuvvetçiğiyle yetişemez.
KA R U N 1092
Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için
küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir
çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane
bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat
yiyecektir. İşte insan dahi Hâlikının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham
edecek bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi: ¯v²V¬2|«V«2 yB[¬#—~ _«WÅ9¬~
(28:78) yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette
sille-i azaba kendini müstahak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet
ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil,
cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona
muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona il-
ham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi,
kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve
hikmet-i İlahiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve
ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği
giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı değil, belki onun
za’fının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.
Ey insan! Madem hakikat böyledir; gurur ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin
dergâhında acz ve za’fını istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru ve dua
lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.” (S.327)
1948- Kur’anda Karun kıssası: (28:76 ilâ 82) (29:39,40) (40:23,24,25)
âyetlerinde geçer.
_«Z«9—² «h«# ¯f«W«2¬h²[«R¬" ¬ ~«Y«WÅK7~ «p«4«‡ >¬gÅ7~ yÁV7«~ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka
verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecelisine mazhar eyliyor. Eğer bu
nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta
yuvarlanıp ademe sukut edecek.
Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihe-
tinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır. Öyle de, mev-
cudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) tele-
fon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı
kayyumiyette yÇV6 h²8« ²~ p«%²h< ¬y²[«7¬~—« (11:123) sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o
nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve batıl olan binler
devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki mevcudat adedince batıl olan
devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud
veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide
herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte bütün böyle
silsilelerin müntehaları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet
anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve
manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.”
(L.346)
İki atıf notu:
- Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyete bakan hikmet, bak: 882-
890.p.lar
- 4081-4086.p.larda izah edilen zerratın harekâtındaki hikmetler, sırr-ı
kayyumiyetle de alâkalıdır.
KA Y Y U M 1094
(11:56)_«Z¬B«[¬._«X¬" °g¬'³~ «Y; Å ¬~ ¯}Å"~«… ²w¬8 _«8 °•²Y«9 « «— °}«X¬, ˜g'Ì_«# « (2:255)
(39:63) ¬Œ²‡« ²~—« ¬ ~«Y«WÅK7~ f[¬7_«T«8 y«7 gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı a-
zamın bir vechi şudur ki: Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, de-
vamları, bekaları; sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir
dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bir defa büyük milyon-
larla küreler, feza-yı gayrimütenahi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak,
ademe dökülecekler.
Nasılki meselâ: Havada-tayyareler yerinde-binler muhteşem kasırları ke-
mal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o ha-
vadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de: O Zat-ı
Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esiriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye ni-
hayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir
beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon
defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdur-
makla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu
şeklinde “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat
ettirmesi, İsm-i Kayyum’un azamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mev-
cudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka
ve devam ediyorlar.
KA Z A 1095
Evet bir zihayatın cesedindeki zerrelerin herbir azaya mahsus bir hey’et
ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları
içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları,
bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğun-
dan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hük-
münde olarak bütün zihayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların
feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle
sırr-ı kayyumiyeti ilan ederler.” (L.344)
1954- Kayyûm kelimesi Kur’an’da (Hayyul Kayyum) ifadesiyle (2:255)
(3:2) (20:111) ayetlerinde zikredilir.
1955- KAZA |N5 : Birden bire olan musibet. Beklenmedik belâ. *Vak-
tinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. *Allah’ın takdirinin ve emrinin
yerine gelmesi. *Hâkimlik, hâkimin hükmü. *İstemeden yapılan zarar.
*Hükmeylemek, hüküm. *Bir şeyi birbirine lâzım kılmak, beyan eylemek.
*Ahdini yerine getirmek. Ödemek, eda etmek. *İcab. *Ölüm. (L.R.) (Bak:
Ecel) *Şeriat hâkimi olan Kadı’nın hükümetinin hududu olan memleket.
(Yani, eskiden bir hâkimin şeriat namına davalara baktığı memlekete “Kaza
Merkezi” denirdi.) *Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dava ve muhasamayı
şer’î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek. (Fetvanın kazadan farkı;
mevzuu âmdır, gayr-ı muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise muayyen ve
mülzimdir.)
Atıf notu:
-Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza, kader kanunları, bak: 1914.p.
“(49:12) _®B²[«8 ¬y[¬'«~ «v²E«7 «u6 ²_«< ²–«~ ²v6f«&«~ Ç`¬E<«~ Gıybet, şu âyetin kat’i
KE B A İ R 1096
hükmüyle nazar-ı Kur’anda gayet menfur ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçak-
tırlar. Gıybetin en fena ve en şenii ve en zâlimane kısmı, kazf-ı muhsanat
nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek
veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zâ-
limane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanet-
tir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.
Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahi-
bini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.
°v[¬P«2 °–_«B²Z"~«g«; «t«9_«E²A, ~«g«Z¬" «vÅV«U«B«9 ²–«~_«X«7 –YU«< _«8 ²vB²V5 ˜YWB²Q¬W«, « ²Y«7
(24:16) şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi (Bk.
Şahid-i âdil) gösteremeyen merdud-üş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul
etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam
var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakim bu şartı
koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız de-
mektir. (24:19) }«L¬&_«S²7~ «p[¬L«# ²–«~ «–YÇA¬E< tehdidiyle, öyleleri münafık gibi
ehl-i imanın hayat-ı içtimaiyelerini böyle işaalar ile ifsad ediyorlar, ifade edi-
yor.” (B.L.267) (Bak: Gıybet)
KEBAİR h¶<_A6 : (Kebire c.) Büyük şeyler. Büyük günahlar. (Bak: Gü-
1958- KELÂM •Ÿ6 : Söz. Bir manayı taşıyan, bir maksadı anlatan
ifade. *Allah’a mahsus bir sıfat. *Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da haizdir.
Onun kelâmı harften ve savttan (sesten) münezzehtir, ezelîdir, ebedîdir. *Ist.
Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah’ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyet’in
doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i Kelâm, Kelimat-ı
Rabbî)
KE L İ M A T - I R A B B Î 1097
Atıf notları:
-Musa (A.S.) ın kelâm-ı İlahîye mazhariyeti, bak: 2638.p.da âyet notu.
-Allah’ın kelâmı beşerin kelâmına benzememeli, bak: 465.p.
-Kelâmın dört makamı, bak: 566.p.
-Kelâmın hüsnünü arttıran hususlar, bak: 424.p.
-Kelâmullah ünvanının Kur’ana verilmesinin hikmeti, bak: 2090/1.p.
-Kelâm-ı Mudari’nin korunması, bak: 256.p.
Binaenaleyh, kudsi şairin °f¬&~«— yÅ9«~ |«V«2 ÇÄf«# °}«<³~ y«7 ¯š²|-± ¬±u6 |¬4—« dediği
gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlik’ın azametine
delalet eden bir kelime-i haliyedir. Eşcar ile denizler, kâinat kitabında
mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin
katreleri, o ağaçların zerreleri birer hâlî kelime olduğundan, onların da yazıl-
ması için mürekkeb, kalem lâzımdır. Öyle ise, onlar içinde, onlar kadar başka
eşcar ve denizler lâzımdır: Ve hakeza, herbir birincinin katreleri ve kelimatı
yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâ-
zımdır. Hal böylece ilâ-gayr-ın-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hak’ın
kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delalet eden kelimat-ı hâliyesi bit-
mez. Demek hakikatta ~®…«f«8 ¬y¬V²C¬W¬" _«X\² ¬% ²Y«7«— |¬±"«‡ _«W¬V«6 «f«S²X«# ²–«~ (18:109)
âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur, belki
tenakus vardır. Mütercim Abdülmecid.” (İ.İ.157)
1960- Evet “şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir de-
nizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cild kitab yazmak lâzım
KE L İ M A T - I R A B B Î 1098
gelir. Onun kıymetdar cevherlerini başka zamana ta’likan şimdilik yalnız bir-
kaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında benim için ehemmiyetli bir za-
man olan namaz tesbihatında uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nükte-
nin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik, gittikçe tebaud ediyordu. Bü-
tün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için etrafında
dairevarî bir kaç kelime söyliyeceğiz:
1961- Birinci Kelime: Kelâm-ı Ezelî; ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahiye
olduğu cihetle gayr-i mütenahidir. Nihayetsiz olan bir şeye denizler mürek-
keb olsa elbette bitiremezler.
1962- İkinci Kelime: Bir zatın vücudunu ihsas eden en zâhir, en kuvvetli
eser, tekellümüdür.Bir zatın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu belki
şuhud derecesinde isbat ettiği nokta-i nazarda bu âyet-i Kerime mana-yı
işarîsiyle diyor ki: Rabb-ı Zülcelal’in vücudunu gösteren Kelâm-ı İlahînin
adedini denizler mürekkeb olsa ağaçlar kalem olsa, yazsalar bitiremezler.
Yani bir zatın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delalet ettiğine
bedel, Zat-ı Ehad-ı Samed’e, kelâmın mütekellime delaleti ve ihsası gibi
haddü hesaba gelmeyen hadsizdir ki; umum denizlerin suyu mürekkeb olsa
yazmasına kifayet etmez demektir.
1963- Üçüncü Kelime: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakaik-ı imaniyeyi,
umum tabakat-ı beşere ders verdiği için tesbit ve tahkik ve ikna’ etmek hik-
metiyle, bir hakikatı zâhiren tekrar etiği için ehl-i ilim ve ehl-i kitab bulunan
o zaman ülema-i Yehud, Peygamber-i Zişan Aleyhissalatü Vesselâm’ın üm-
miliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine manen bir
cevabdır. Şöyle ki:
Âyet-i Kerime der: Tahkik ve ikna’ gibi pekçok hikmetler için ayrı ayrı
faideler nokta-i nazarında çok müteaddid neticeleri bulunan bir hakikatı,
umumun bilhassa avamın kalbinde yerleştirmek için erkân-ı imaniye gibi
herbir mes’elesi, bin mesail kıymetinde ve binler hakaikı tazammun eden
mes’eleleri, ayrı ayrı mu’cizane tarzlarda tekrarını hasr-ı kelâmî ve kusur-u
zihnî ve sermayenin noksaniyetinden değildir. Belki hadsiz nihayetsiz ha-
zine-i ezeliye-i kelâm-ı İlahîden alınan ve âlem-i gayb hesabına âlem-i
şehadete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kula-
ğında taninendaz olan Kur’anın menbaı bulunan Kelâm-ı ezelî’nin kelimatını
saymak için denizler mürekkeb olsa, zişuurlar kâtib, nebatatlar kalem, belki
zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünki bunlar mütenahi, o ise
nihayetsizdir.
KE L İ M A T - I R A B B Î 1099
-Allah’ın kelimeleri tebeddül etmez: (6:34, 115) (10:64) (18:27) (Bak. 3473.p.da
âyet notu)
-Allah kelimatıyla hakkın tahakkuk ve izharını ve kâfirlerin arkasının kesilme-
sini istiyor: (8:7) ve (10:82) (42:24) âyetleri de aynı mana ile alâkalıdır.
o manevî cihazatını >«YÅX7~«— ¬±`«E²7~ s¬7_«4 nın emr-i tekvinîsini istimal edip
hüsn-ü imtisal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla,
küçücük cüz’î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini
alacaktır.
1969- İşte aynen onun gibi; insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli
cihazat ve kaderden kıymetli proğrmalar tevdi’ edilmiş. Eğer insan, şu dar
âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı manevîyesini nef-
sin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î telezzüz için kısa bir
ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek,
mes’uliyet-i manevîyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gi-
decektir.
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu, ile imanın ziyasıyla ubudiyet
toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı
manevîyesini hakiki gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta
dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalat ve
KE M A L A T 1101
1973- “Ve keza bakıyoruz ki, kâinatta her hangi bir şey, hadd-i kemale
vâsıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vâsıl olduğu zaman
hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücud, kemali ister.
Kemal da sübutu iktiza eder. Öyle ise vücudun vücudu kemal iledir. Kema-
lin kemali de devam ile olru. Öyle ise bir Vâcib-i Sermedî Kâmil-i Mutlak
var ki, mümkinatın bütün kemalatı onun nur-u kemalinin cilvelerine birer
gölgedir. Öyle ise Cenab-ı Hak zatında, sıfatında, ef’alinde Kâmil-i Mut-
lak’tır.” (M.N.62)
Atıf notları:
-Eslaf-ı izamın yüksek kemalatına ihtiyaç duymamak hatası, bak: 1066.p.
-İbadetin şahsî kemalata sebeb oluşu, bak: 1454.p.
-Mübareze ve tekâmül kanunu, bak: 1292.p.
-Keşif ve kerametler hakiki kemalatın mihengi değil, bak: 1989.p.
-Kemalat arşına giden dört yol, bak: 2251.p.
-Hak dinler olmasaydı insanlar hayvan olarak kalacaktı, bak: 143.p.
-Cenab-ı Hak her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir, bak: 2981.p.
rak, ilhâ ve tekâsür mutlak zikredilmiştir. Zira makamın iktizasına göre zihin,
muhtemel olan her şeye zahib olabilmek itibariyle ıtlakın bir belagat-ı
şamilesi vardır.” (E.T.6040)
Bu itibarla her türlü çokluk ve çoğalmak sevdası ve çokluğa dayanıp gu-
rurlanmak ve haklılığı çokluğa dayandırmak iddiası sizi haktan, marifetullah-
tan, ihlas ve rıza-yı İlahîyi gaye yapmak gibi faziletlerden oyalayıp men’eder,
diye derin ve küllî manaları ve manevî dersleri veren mezkûr âyet, keyfiyetin
esas alınmasını ve kemmiyeti de ayakta tutan ruhun keyfiyet olduğunu ifade
eder. Çokluğa güvenmek bazan kader tarafından mağlubiyete sebeb olur.
(Bak: 1370.p.) Amma kemmiyetle keyfiyetin birleşmesi ise ahsendir.
1975- Evet” cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zamm, kesir darbı
gibi küçültür. Hesapta malumdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kere
dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’ bil’akis küçültür. Sülüsü sülüs
ile darbetmek, tüsü’ olur yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda
sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur,
kıymetsiz olur!...” (M.475)
1975/1- Âhirzaman fitnesinin acib şartları içinde iken, Bediüzzaman
Hazretleri, daima müsbet hareketi tavsiye eder. Bazı müslümanlar ise, müte-
caviz ehl-i dalâlete fiilen karşı çıkıp durdurmak gerektiğini söylerler: Gerçi
mütecaviz ve münafıkane hareket eden ehl-i dalâlet, halkı aldatmak için iddia
ettikleri demokrasinin esaslarını dahi açıkça çiğneyerek maksadlarına varmak
isterler. Hem Avrupa felsefesinin menfi eseslarından birisi olan kuvvete da-
yanıp, hak düsturlarını dinlemezler: Hâkimiyetlerinde insanlık huzur ve hür-
riyet bulamaz. Onların ifsâdat ve istibdadları ancak kuvvetle durdurulur.
Evet, Avrupa medeniyetinin -2272. parağrafta beyan olunduğu gibi- beş
menfi esasından biri olan kuvvet, beşer tarihinde ekseriyetle hükümran ol-
muştur. (Bak 1405/1.p.)
Bediüzzaman Hz.leri, ehl-i istibdada hitaben şöyle der:
“Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman,
kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak, kuvvette olmadığı
sırriyle; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu baş
size eğilmiyecektir.” (M.424)
İşte bunun içindir ki, asrımızda siyaset namı verilen menfi mücadeleleri
hakikî siyaset olarak görmeyen Bediüzzaman Hz.leri, siyasete karışmamak
kararını izah eden beyanlarında, asrımız siyasetinin kuvvete istinadını, kuv-
vetin de zulme sebebiyet vereceğini hatırlatarak, hakikî dindarların bu çeşit
KE M M İ Y E T 1104
_«Z¬B«Q²M«5 z«V«2 «}«V²6« ²~ z«2~«f«#_«W«6 ¯s¬4~ ²w¬8 v«8 ²~ ²vU²[«V«2 z«2~«f«# ²–«~ t-¬ Y<
«–Y9YU«#²w¬U«7—« °h[¬C«6 ²vB²9«~ Ä«_«5 ¯g¬¶[«8²Y«< _«X¬" ¯}ÅV¬5 «w¬8«~ ¬yÁV7~ «ÄY,«‡ _«< _«X²V5 :«Ä_«5
²vU¬"YV5 |¬4 u«Q²D«<—« ²v6—Å f«2 ¬ YV5 ²w¬8 }«"_«Z«W²7~ ¬i«B²X«# ¬u²[ÅK7~ z_«CR«6 ®¶z_«C3
¬ ²Y«W²7~ }«[¬;~«h«6«— ¬?_«[«E²7~ Ç`& «Ä_«5 w²;«Y²7_«8«— _«X²V°5 «Ä_«5 w²;«Y²7«~
Yani: “Ümmetler (milletler) yakın bir zamanda ve ufuktan yani, en uzak
yerlerden ve sema cihetinden (1) sizin üzerinize üşüşürler, çöküşürler. (2)
(Öyle ki) sizin yemek kaplarına üşüştüğünüz gibi.” (3) Su’ban sordu: “Yâ
Resulallah! Biz o zaman azmı olacağız (ki böyle bize hücum edilecek.)
Resulullah (A.S.M.) buyurdu: (O zaman) Çok olacaksınız. Fakat siz selin
köpük ve çör-çöpüne benzer bir hale geleceksiniz. (Bu zayıf halinizden do-
layı) düşmanlarınızın kalbinden (önceden var olan veya her türlü) mehabet
ve korku nez’ olur, çıkar ve sizin kalbinizde de vehn olur.
“Vehn nedir?” diye sorulunca, Resulullah (A.S.M.): “Yaşamak sevgisi
(yani rahat ve zevkli hayat arzusu) ve ölümü kerih görmenizdir.” Diğer bir
rivayette: Kıtalı (cihadı) kerih görmenizdir.” diye cevab verdi. (İbn-i Hanbel
5/278)
Yine ibn-i Hanbel’in 2/259’da ve Ebu Davud Melâhim 5’deki rivayetleri,
aynı hadisi te’yid eder.
1975/2- Mezkûr hadisde ifade edilen İslâm dünyasının durumunu gören
Bediüzzaman Hazretleri, artık bundan sonra ittihad ve dine sarılarak kuvvet
kazanmanın lüzumunu; şimdiki tahribçi, mütecaviz müstebidlere karşı
maddî mukabele ile hürriyet-i hakikiyeyi ikame imkânı olmadığını, ancak
müsbet hareketle hizmet etmek ve İslâm dünyasının kuvve-i manevîyesini
takviye etmek gerektiğini ders verir.
Bediüzzaman Hazretleri, bozulmuş cemiyetin yeniden ıslah ve ihyası için
eserlerinde çok bahis ve tavsiyeleri mevcuddur. Ezcümle, bir tavsiyesinde
şöyle diyor:
“Yirmi senedenberi tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk
bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan belki de yermiden bi-
risine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet
ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.”
(K.L.90)
“Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir
kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bede-
line çürük bir fiat verdiler.
Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve ha-
yat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Te-
rakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı
seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:
Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben öl-
sem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.”
İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur.
Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlarından çı-
kar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve
fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem,
yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti,
dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakâne kelime dinsizlikten çıkıyor,
âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ec-
nebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alı-
yor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti mil-
leti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini alma-
mızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “nefsî” “nefsî”
demekle ve milletin menfaatini düşünmekle -menfaat-ı şahsiyesini düşün-
memekle- bin adam, bir adam hükmüne sükût eder.” (H.Ş.589)
1975/3- “Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şu-
dur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o
yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta
yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke
hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı
umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeis-
tir ki, kuvve-i manevîyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i
ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i manevîye-i hârika,
me’yusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon
Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve
füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes
benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi
yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi
öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
¬yÁV7~ ¬}«W²&«‡ ²w¬8 ~YO«X²T«# « (39:53) kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.
yÇV6 ¾«h²B< « yÇV6 ¾«‡²f< « _«8 hadisinin hakikatıyla belini kıracağız
(1)
inşâallah.
1 K.H. 2258, 2757.hadisler
KE M M İ Y E T 1107
O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.” (M.N.240)
(Bak: 3964/2.p.)
“Evet öyle bir latifedir ki, hadis-i şerifte _«;Åh«"« «¬yÁV7~|«V«2 ²a«W«K²5«~ ~«†¬~ (*)
yani, o latife Allah’a yemin ettiği zaman, Allah onun yeminini doğruluyor,
yani dilediğini kabul ediyor.” (M.Nu.542)
Atıf notları:
-Ehl-i Sünnet haricinde velayet, bak: 2364 ilâ 2366.p.lar
-İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) hakaik-i imaniyenin inkişafını ve vuzuhunu
keramâta üstün tutması, bak: 151.p.
-Niyet-i hâlisenin kerameti, bak: 3260.p.
-Kerametlerin, bazı kimselerin ihlasına zarar vermesi, bak: 1519.p.
rılan şeyler, telefon ve radyo gibi fennî buluşlar.” Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve
ilhamı ile evliyaullahın, hususan evliya-i izam hazeratının ve hasseten Kur’an-ı
Hakîm’in irşadı ile ve feyzi ile Rüesa-i Evliya ve Server-i Kâinat olan Pey-
gamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i azam
makamının zirve-i âlîsine yükselen büyük hâdînin vâkıf oldukları maziye,
hale, istikbale müteallik, kevnî, manevî sırlar, keşifler.” (Z. Gündüzalp) (Bak:
Terakkiyat)
1993- “Sual: Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul
ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır” diyorsun.
Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir?
Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için
hata olmuyor?
Cevab: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle
hiss-i zahirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun.
Binaeenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve
onlar ile itmi’nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı
sarihi, onları tasrih etmektir. Lakin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre,
imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir.
Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle,
onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi
mes’elelerde belagatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olma-
sın. Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fen-
cilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin
vaz’iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır. (Bak: 2104-2106, 3728/1.p.lar)
KE V S E R 1114
|«V«2 «‰_ÅX7~ ¬v¬±V«6 ²v¬Z¬7YT2¬‡«f«5 (*) olan meşhur düsturu nazara almakla, zaman-
larıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkâ-
rın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların
kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki;
Kur’an-ı Kerim’in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı
belagat olduğu gibi, yüksek i’cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün
kör değilse göreceksin.” (İ.İ.117) (Bak: 1008.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Bazı evliyaların keşfiyatla istikbalden verdikleri haberlerin çıkmamasının sebebi,
bak: 752.p.
yesine varan şey. Gayet çok şey. *Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur’an, İs-
lâm, tevhid. İlm-i ledün. Ma’rifetullah. *Cennet ırmaklarının kaynakları.
*Cennet’te bir havuz veya nehir. Kur’anda 108. surenin ismi. Kıyamete
kadar gelecek Âl, Ashab, etba ve onların iyilikleri, hayırları manasına da tefsir
edilmiştir.
1996- “Kevser kelimesi kudsi, cami, külli, nurani bir kelime olduğundan
mana-yı lügavîsi olan; hayr-ı kesirden ve uhrevi havz-ı kevserden ve manevî
havz-ı kevser olan Kur’andan tut, ta hayr-ı kesir ıtlakına masadak olan
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a i’ta edilen bütün hedaya-yı
Rahmaniye ve fütuhat-ı Rabbaniyeye, ta feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i
İstanbul’a kadar manaları var.” (İc.49)
1997- Sure-i Kevser’in feth-i İstanbul’a dair işareti:
1998- Ve madem kevser kime verildiğini ifade etmek için ¾« _«X²[«O²2«~ _«9¬~
(108:1) deki ¾ ve ne için verildiğine delalet eden ¬uÅM«4 deki ¿ zammı ile
857 adedi ile Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) vekili olan Sultan Fatih’in eliyle
daire-i İslâmiyet’e ve bir mescid-i ekber ve bir mahall-i salat-ı kübra olarak
857’nin tarihine tevafuk ediyor. Elbette bu sure, şu kevser-i hilafet-i
İslâmiyeye sarahata yakın işaret eder denilebilir.” (İc.50) (Bak: Istanbul)
Atıf notları:
-Şeytanların hilkati ile bozulan ekseriyetin kıymeti yoktur. Kıymet keyfiyete bakar,
bak: 1657, 3540.p.lar.
-Keyfiyet meziyetlerinin zamanın geçmesiyle eksilmesi, bak: 2691.p.
-Mehdiyetin kemmiyetçe fütuhatı nokta-i nazariyle, manevî fütuhat-ı Nuriyenin az
görünmesi, Bak: 3374/.p
Kerim’i yedi türlü okuma tarzı. Mana değişmemek üzere Kur’an-ı Kerim’in
Kureyş, Huzeyl, Havazin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle
“sırat, malik, cibril” gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. S.B.M. 9.
ci.13, 31. hadisi ile 11. ci. 1766 hadisi, kıraat-ı seb’a hakkındadır. (Ebu Davud
8/22 de de tafsilat var.)
(4:93) _«Z[¬4 ~®f¬7_«' «vÅX«Z«% y=~«i«D«4 ~®f¬±WQB8 _®X¬8ÌY8 ²uB²T«< ²w«8 «— âyet-i celilesi
katiller hakkında pek korkunçtur. Bunu soruyorlar. İstiğfar eden kabul
olunmaz mı diyorlar. Cevaben dedim:
(4:48, 116) š_«L«< ²w«W¬7 «t¬7† «–—… _«8 h¬S²R«<—« ¬y¬" «¾«h²L< ²–«~ h¬S²R«<« «yÁV7~ Å–¬~ âyeti
mucibince kabil-i afvdır. Her iki âyet-i celilenin manalarının telifini ve biri di-
ğerini nakzedip etmediğini bildirilmesini istediler. Üstadımıza müracaata
mecbur kaldım. Cevabınıza intizar ile hürmetle ellerinizden öperim. efen-
dim. (Re’fet)
KI S A S 1118
Birinci âyetin tefsirinde, istihlal ile küfre gider, ebedî Cehennem’de kalır,
demişler. (Said Nursî)”
2006/1 Bediüzzaman Hazretleri katl ile alâkalı olarak mahbuslara verdiği
nasihatında da şöyle der:
“Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!
Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir
hakikatı beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika
intikam lezzetiyle bir katl milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hep hapis aza-
bını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında
düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkinin kaçırır.
Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da
Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet
iktiza ve teşvik etikleri olan, barışmak ve müsalaha etmektir.
Evet hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul,
herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmıyacaktı. O katil ise, o kaza-i
İlahiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa iki taraf da daima korku ve
intikam azabını çekerler. Onun içindir ki: Üç günden fazla bir mü’min diğer
bir mü’mine küsmemek, İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl, bir adavetten ve
bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise; ça-
buk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.
Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde
her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar.” (S.152)
2007- Bigayr-ı hak katl, hukuk-u hayatı ilga eden bir cinayettir ki
Kur’anda şiddetle yasaklanmıştır. Ezcümle, bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(6;151) yÁV7~ «•Åh«& |¬BÅ7«~ «j²SÅX7~ ~YVB²T«# « «— Allah’ın tahrim ettiği ya’ni İs-
lâm ile olsun ahd ile olsun demini masun ve muhterem ve katlini haram kıl-
dığı her hangi bir nefsi de katletmeyiniz ¬±s«E²7_¬" Å ¬~ meğer ki sabit bir hak ile
ola. Müslim bir kimse aleyhine bu hak, taraf-ı risaletten
: ¯ «Ÿ$« >«f²&¬_¬" Å ¬~ ¯v¬V²K8 ¯š¬h²8~ •«… Çu¬E«<«
KI S A S 1119
ismetinizden birşey ihlal eylerse ²vU²[«V«2 >«f«B²2_«8 ¬u²C¬W¬" ¬y²[«V«2 ~—f«B²2_«4 onun
size tecavüz ettiği kadar ya’ni misli olmak şartıyla siz de ona bilmukabele te-
cavüz ediniz.-Çünkü (42:40) _«ZV²C¬8 °}\« ¬±[«, ¯}\« ¬±[«, ~Η«i«%«— dır. Bir tecavüze karşı
mukabele-i bilmisil, tecavüz değil; tecavüzün cezasıdır.
İslâmda: °‡~«h¬/ « «— «‡«h«/ « dır. Re’sen zarar caiz değil, zarara zararla muka-
bele de caiz değildir, fakat izale-i zarar lâzımdır. Zarar ise bizzarure misliyle
takat edilerek izale olunabilir. Yoksa diğer bir zarar ihdas edilmiş olur. Takas
demek olan kısas kelimesi bu mümaselet manasını mutazammın olduğu
halde zühul edilmemek ve hükümde maksud bizatihi olduğu gösterilmek
için tefrian ayrıca da tansis olunmuştur.” (E.T.698-699)
İsyan. *Ölümden sonra tekrar dirilmek. *Bir işe başlamak, devam etmek.
*Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. *Canlanmak.
*Kıyamet günü (manasına da gelir). *Namazın iftitah tekbiriyle rükû arasın-
daki ayakta durma kısmı.
KIYAM-I BİNEFSİHİ 1121
veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem nasılki kâinatın bir
nüsha-i musaggarası olan bir şecere-i zihayat, tahrib ve inhilalden başını
kurtaramaz. Öyle de: Şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat ta-
mir ve tecdid için, tahribden dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünya-
nın ecel-i fıtrîsinden evvel İrade-i Ezeliyenin izni ile haricî bir maraz veya
muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sani-i Hakîm’i dahi, ecel-i fıt-
rîden evvel onu bozmazsa, herhalde hatta fennî bir hesap ile bir gün gelecek
ki: (81:1, 2, 3)
2017- “Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki,
hertarafa uzanmış, kök atmış: Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal nok-
san, ziya zulmet, hidayet dalâlet, nur nâr, iman küfür, tâat isyan, havf mu-
habbet gibi âsarlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışı-
yor.Daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsu-
latının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine
zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrı-
lacak. O vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem âlem-i
beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve
ebede gidecektir. Evet Cennet-Cehennem; şecere-i hilkatten ebed tarafına
uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki netice-
sidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dal-
galanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; ders-i
kudret bir hareket-i şedide ile, kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz, münasib
maddelerle dolacaktır.
2018- Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, inayet-sermediye
ve hikmet-i ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana
meydan ve esma-i hüsnasına ayine ve kalem-i kader ve kudretine sahife ol-
mak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebeptir. O neş-
vünema ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin teza-
hürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin zuhuruna
sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sani-i Zülcelal’in esma-i hüsnasının
nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine
çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki: Ervah-ı
âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden
tasaffi eder, ayrılır.
2019- İşte bu mezkûr sırlar gibi, daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmet-
ler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tagayyür ve tahavvülünü
dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tagayyür için zıdları birbirine
hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek,
şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur
gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve te-
kâmül düsturuna tabi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti
bitti, esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla
yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti.
Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey manasını ifade etti. Dünya, âhiret fi-
danlarını yetiştirdi. Zemin, Sani-i Kadir’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum
KI Y A M E T 1124
ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri (36:59) «–Y8¬h²DW²7~ _«ZÇ<«~ «•²Y«[²7~ ~—ˆ_«B²8~«—
tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek ehil ve as-
habı (39:73) «w<¬f¬7_«' _«;YV'²…_«4 ²vB²A0¬ ²vU²[«V«2 °•«Ÿ«, hitabına mazhar olacak.
Yirmisekizinci Söz’ün Birinci Makamı’nın ikinci sualinde isbat edildiği gibi:
Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sa-
bit bir vücud verir ki; hiç inhilal ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz
kalmazlar. Çünki inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz.”
(S.531) (Bak: 132.p.)
Bir atıf notu:
-Âlem-i tagayyür ve imtihana işaret eden âyet, bak: 1929.p.
2019/1- “Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah diyecek kalmaz.”
(185) yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: “Allah! Al-
185S.B.M. hadis: 2114 ve S.M. ci: 1. sh: 195 hadis: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadis: 2217 ve
K.U. ci: 14 hadis: 3485
KI Y A M E T 1125
Yoksa umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler demek değildir. Çünki Al-
lah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil,
belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr
etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.
Diğer bir te’vili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için,
mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında
patlar.” (Ş.584) (Bak: 988, 2042.p.lar)
Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949.hadis
ve İbn-i Mace 4039.hadis.
Kıyametin kopmasında en önemli sebepte insanların dinden uzaklaşma-
larıdır. (Bak: 1038 p.sonu)
2020- Sual: “Kıyametin hâdisatında ervah-ı bakiye müteessir olacaklar
mı?
Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı
kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar.Nasılki
bir insan sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse, akıl
ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâi-
natla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre
müteessir olmalarını; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane,
istiğrabkârane, belki bir cihette istibşarkârane teessüratları bulunmasını,
işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm her zaman kıyametin
acaibini tehdid suretinde zikrediyor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i
insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek kabirde cesedleri çü-
rüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden hisseleri var.” (M.58)
2021- Kıyamette insanların durumunu tasvir eden bir âyette şöyle
buyurulur. “(101:4) ¬ YC²A«W²7~ ¬Š~«h¬S²7_«6 ‰_ÅX7~ –YU«< «•²Y«< Yani: “O gün ki,
insanlar çırpınıp yayılan pervaneler gibi olacaklar. Alusi’nin naklettiği üzere
Te’vilat sahibi demiştir ki; bunun te’vilinde birkaç vech üzere ihtilaf etmişler
ise de hepsi bir manaya raci’dir. O günün hevlinden hayret ve ıztıraba işaret-
tir. Katade’den rivayet olunduğu vechile, bir takımları şunu ihtiyar eylemişler
ve demişlerdir ki: İnsanlar mahşere çağırıldıkları sıra, çağıran dâîye doğru
uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişdeki perişanlıkta ve za’f u zillette ve kesret ü
intişarda uçuşup çırpınan müteferrik pervanelere teşbih olunmuşlardır.
KIYAMET ALÂMETLERİ 1126
Bu ma’na ise } «2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~ suresindeki¯hU9 ¯š²|-« |«7¬~ ¬ ~Åf7~ ²f«< «•²Y«<
¬ ~Åf7~|«7¬~ «w[¬Q¬O²Z8 °h¬L«B²X8 °…~«h«% ²vZÅ9«_«6 ¬ ~«f²%« ²~ «w¬8 «–Y%h²F«< ²v;‡_«M²"«~ _®QÅL'
(54:6, 7, 8) mazmunu olduğundan buradaki “feraş-ı mebsus” teşbihi oradaki
“cerad-ı münteşir” teşbihi ma’nasında demek olur. Feraş-ı mebsus, ba’s za-
manında muhtelif insanların muhtelif cihetlere fırlayıp yayılışları halini;
cerad-ı münteşir de, kesret ile bir semte sevk edilişleri halini ifade eder de-
nilmiştir...” (E.T.6028-6029)
Atıf notları:
-Kıyametin gizli olmasının hikmeti, bak: 2032.p.
-Kıyamet vakti mugayyebat-ı hamsedendir, bak: 2535.p.
-Semanın, kıyametteki durumu, bak: 1927, 1928.p.lar.
2022- Kıyametin tahakkuk ve dehşetiyle alâkalı bazı âyetlerin sure ve âyet
numaraları: (22:1, 2) (25:25) (52:9, 10) (55:37) (69:13, 16) (75:6, 10) (81:1-6)
(82:1-4) (101:1-5)
-Kıyamette ve kıyametten sonra arzın durumu ve kıyametin dehşetiyle
alâkalı bazı sure ve âyet numaraları: (14:48) (18:47) (39:69) (50:44) (56:4-6)
(73:14) (84:3-5) (89:21) (99:1-3)
-Kıyamet (layeş’urûn) farkına varılmadan kopar: (12:107) (43:66)
-Kıyamet kopmasının esas sebebi, beşerin şirk ve küfranı olduğuna ve
kopma şekline işaret: (19:90) (Bak: 1038.p.sonu)
(3:7) ¬v²V¬Q²7~ |¬4 «–YF¬,~Åh7~«— yÁV7~ Å ¬~ y«V<«—Ì_«# v«V²Q«< _«8—« sırrıyla, vukuundan
sonra te’villeri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde rasih olanlar
_«X¬±"‡ ¬f²X¬2 ²w¬8 Çu6 ¬y¬"_ÅX«8~´ deyip o gizli hakikatları izhar ederler.” (Ş.578)
KIYAMET ALÂMETLERİ 1127
dakika o hadisten sonra kat’iyyen sabittir ki: Biri geldi, Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm’a dedi ki: “Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü.
Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennem’in bir taşı olarak bütün müddet-i
ömrü tedennide esfel-i safilîne küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet beliğane
bir surette Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm beyan etmiştir. Cenab-ı
Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip, ona alâmet etmiştir.
2032- Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dar-ı tecrübe ve mey-
dan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O sakla-
makla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum
ramazanda; saat-i icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar
içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan
sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret
ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve reca ortasında
bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak
mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür,
bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyamet dahi, şu insan-ı ekber
olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûla ve
vusta, gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhra, dehşette kalacaktı.
İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekasıyla alâka-
dardır. Öyle de: Hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle küre-i arzın ve dünyanın ya-
Şimdi, Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki:
Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik et-
mişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğun-
dan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan
Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de
o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o
eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika
çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki
demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elin-
den alınmaz. Öyle ise, o eşhas hatta o mithiş Deccal dahi çıktığı zaman çok-
ları, hatta kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın
dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.
2033- Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkında Hadis-i Şerifte: “Bi-
rinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü
günü eyyam-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı
gezer.” rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Haşa,
şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ¬yÁV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— hakikatı şu
olmak gerektir. ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun
fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek uluhiyeti inkâr
edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir
remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece
bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccal’ın bir günü bir se-
nedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demek-
ten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur yazın bir ayında güneş
gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına teca-
vüzüne işarettir. Günü Deccal’a isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha
bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulu’ ve
gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir
yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmiyen bir yer vardı. Se-
yir için oraya gidiyorlardı.
“Deccal’ın çıktığı vakit, umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve
radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve
tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler, şimdi adi
görüyorlar!...
2034- Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve sedde dair bir ri-
salede, bir derece tafsilen yazdığımdan ona havale edip şurada yalnız şunu
KIYAMET ALÂMETLERİ 1131
deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvaniyle içtimaat-ı beşeriyeyi zir ü zeber
eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete ya-
kın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zir ü zeber edecek-
leri, rivayetlerde vardır. bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve ya-
pacak taifeler nerede?
Elcevab: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur.
Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatları,
mahdudbazı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe emr-i İlahî ile o
mahdud ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güya onların
hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur
ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı herc ü merc eden o taifeler, izn-i
İlahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o taife medeniyet-i beşeriyeyi herc ü
merc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder.
yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « (S.341-345)
2035- Hadislerde kıyamet alâmetlerinden bahsedilir. Ezcümle: Sahih-i
Müslim 52. Kitab-ül Fiten, 13. bab ve İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 25 ve
28.bablar, T.T. 5 ci. 5. kitab, sh: 531, yedi bölüm olup fitneler ve kıyamet
alâmetleri hakkındadır.
2036- Âhirzaman alâmetlerinden olan; Deccal ve Deccal’ın mahiyeti, İsa
Aleyhisselâm’ın onu öldürmesi ve Deccal’ın yalancı cennet ve cehennemine
dair birkaç mes’ele:
“Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki,
bütün ümmet istiaze etmiş. (188) yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< «
Bunun bir te’vili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hatta bir kısım ehl-i
tahkik İmam-ı Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı
Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük
Deccal’ı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccal’ın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı
itaat etmiyen şehid olur ve istemiyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr
da olmaz.” (Ş.585)
2037- Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten
sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir
188 Ruh-ul Beyan tefsiri ci: 8 sh. 197 ve K.U. ci: 11 sh: l25
KIYAMET ALÂMETLERİ 1132
Dinsizlik cerayanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmi-
yet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında
iken, âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o
din-i hak cereyanının başına geçeceğini; bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli
Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş haktır.
Madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır.
Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte in-
san suretine vaz’eden -Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi- ve
ruhanileri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hatta
ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen
bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim
bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta
olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakika-
ten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dün-
yaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti
öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek..
Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu
bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır.
Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımıyacaktır.
2040- Sual: Rivayetlerde gelmiş ki: “Deccal’ın bir yalancı cenneti var,
kendine tabi olanlar ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var, tabi’ olma-
yanları ona atar. (190) Hatta o kendi merkebinin de bir kulağını Cennet gibi,
bir kulağını da Cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu
kadardır.” diye tarifat var?
Elcevab: Deccal’ın şahs-i surîsi insan gibidir. Mağrur, fir’avunlaşmış, Al-
lah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet na-
mını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mane-
vîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal’a ait
tavsifat-ı müdhişe ona işaret der. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının
resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port
Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu suretle
tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.
2041- Amma Deccal’ın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar
lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir
başında ateş ocağı bulunur, kendine tabi’ olmıyanları bazan ateşe atar. O
merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş, tabi’ olanları
oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan
şimendifer ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir. Biçare ehl-i
diyanet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde cehennem zebanisi gibi tehlike
getirir, esaret ve sefalet altına atar.
2042- İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslâmiyete inkılab etme-
siyle çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kı-
yamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder.
Ve “Elhükmü-lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek
kalmıyacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkie
sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. yoksa ekalli-
yette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak;
yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için,
bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek,kıyamet
kâfirlerin başına kopacaktır.” (M.56-58) (Bak: 2019/1.p.)
2043- “Amma güneşin mağribden tuluu ise, bedahet derecesinde bir
alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapı-
sını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir,
te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tuluun sebeb-i
zahirîsi:
Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkma-
sıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla ha-
reketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile
şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulua başlar. Evet arzı şems ile,
ferşi arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il metin olan Kur’anın kuvve-i cazi-
besi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız
hareketinden güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî
ile Kıyamet kopar diye bir te’vili vardır.” (Ş.591)
2044- Âhiret hayatını bırakıp sadece dünya menfaat ve lezzetlerini esas
alan anlayış ve sistem sahibi olmak manasında olarak “Deccal a’verdir”
yani tek gözlüdür, mealindeki hadisler için bak: T.T. ci: 5, Hadis: 1031, 1032,
1033, 1035, 1037, 1043. (Bak: A’ver)
2045- “Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulu-
nur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur.
Hatta rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne
KIYAMET ALÂMETLERİ 1135
çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze
nisbeten kör hükmünde olduğunu hadiste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak
bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve
akıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.” (Ş.595)
2046- Rivayette
¬h²QÅL7~ Ä_«S ¬% >«h²K[ ²7~ ¬w²[«Q²7~ ‡«Y²2«~ Ä_Å%Åf7«~
°‡_«9 y B ÅX «% «— °} ÅX %« ˜‡_«X«4 °‡_«9—« °} ÅX «% y«Q«8
“Yani: Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi
vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir.”
(191)
2047- Hem “rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü mü-
nasebetiyle- “Deccal’ın fevkalâde büyük bir minareden daha yüksek bir
azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bu-
lunduğunu.” gösterir.
yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « Bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: İsa
Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i müca-
hidînin kemiyeti, Deccal’ın mektebce askerce ilmî ve maddî ordularına
nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.” (Ş.588)
2048- Deccal’in icraatını beğenmiyenler onu tanıyabilirler. Yani: Aşağı-
daki rivayetten anlaşılır ki, Deccaliyet tarz-ı hayatını yaşayıp beğenenler,
onun dalalet ve sefahetinin çirkinliğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler.
Rivayette şöyle buyurulur:
w« ²[«" ° YB²U8« «Ä_Å%Åf7~ Å–¬~—« « YW<« |ÅB«& yÇ"«‡ ²vU²X¬8 °f«&«~>«h«< ²w«7 yÅ9«~ «–YW«V²Q«#
y«V«W«2 «˜¬h«6 ²w«8 ˜~«h²T«< °h¬4_«6 ¬y²[«X²[«2 “Yani: Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse
ölünceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki
gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını beğenmiyen herkes bu
yazıyı okur.” (192) (Bak: 650.p.başı)
Atıf notları:
-İmam-ı Azam’ın kıyasla dinde tağyirat yapıyormuşsun sualine cevabı, bak:
2777.p.
-Kıyas-ı istisnaîye bir misal, bak: 3467.p.
-Müçtehid olmayanlar kıyasla şer’î hüküm veremez, bak: 954.p.
şerefli görüp tavırlar takınmak ve gösterişlerde bulunmak ki, bir nevi manevî
hQ. : Sa’r, bir derddir ki, deveye ârız olur da boynunu büker. Şu halde
tas’ir, boynu derdli deve gibi başını yana bükmek demek olur ki, kibirli kim-
selerin âdetidir. Yani emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker yapmakla bera-
ber kibirlenme.” (E.T.3847)
Diğer bir âyette de şöyle buyurulur. “ ~²Y«#«~ _«W¬" «–Y&«h²S«< «w<¬gÅ7~ Åw«A«K²E«# «
(3:188) : Yaptıkları herhangi bir iş ile ferahlanan, lisanımız tabirince mağrur
olan;~YV«Q²S«< ²v«7 _«W¬" ~—f«W²E< ²–«~ «–YÇA¬E<—« ve yapmadıkları bir şey ile medh ü
sena edilmelerini hoşlanan kimseleri ¬ ~«g«Q²7~ «w¬8 ¯?«ˆ_«S«W¬" ²vZÅX«A«K²E«# «Ÿ«4 :
2056- KİTAB _B6 : Levh-i Mahfuz. *Kur’an. *Mc. Mana ifade eden
şey, yazılmış eser. (Bak: Kütüb)
Kİ T A B - I M Ü B İ N 1140
Atıf notu:
-Asr-ı Saadet’te kizb ve sıdkın birbirinden uzaklaşması, bak: 3204.p.
ki, fıtrat âlemi dahi şeriatı te’yid ve materyalistleri reddeder. Hayvanlar âle-
mini şeriat-ı fıtriyye ile rabtedip başıboş bırakmayan Rabb-ül âlemîn, elbette
ki insanları ahlâksız ve şeriatsız bırakmaz ve bırakmamıştır. (Bak: Anarşizm,
Sosyalizm)
Rusya’da siyasi iktidarı ele geçiren bu zihniyet, tatbikatta zümre dikta-
törlüğü olarak ortaya çıktı.
2064- Rusya’da 1898’de kurulan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi
1903’de çoğunluk manasına gelen (Bolşevik) ve azınlık manasına gelen
(Menşevik) olarak ikiye ayrıldı. Çarlık idaresine karşı patlak veren 1917’ Şu-
bat ihtilalini Sosyalist Liberal ve Halkçı Partiler müştereken yapmışlardı. Fa-
kat sonradan aynı senenin Ekim ayında Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler,
silahlı bir ayaklanma yaparak iktidarı tek başlarına elegeçirdiler.
2065- Lenin (D.1870 - Ö.1924) Komünist Partisinin kurucusu ve Karl
Marx sosyalizminin tatbik edicisidir. Karl Marx ise, (D. 1818 - Ö 1883) sosya-
lizm rejimini ileri süren bir Alman Yahudisidir. Bir İngiliz fabrikatörünün
oğlu olan Engels ile (D.1820 - Ö 1895) 1844’de Paris’te tanışıp sosyalizmin
öncülüğünde beraber olmuşlardır.
2066- Rusya komünist ihtilalinin baş müsebbiblerinden biri de
Troçki’dir: (1877-1940) Troçki, bir burjuva Yahudi ailesindendi. Çarlık
Rusya’sının son zamanlarında iç siyasi mücadeleleri neticesinde Londra’ya
kaçmak mecburiyetinde kaldı. 1905’de tekrar gizlice Rusya’ya giren Troçki,
ayaklanmış işçi teşekküllerini teşkilatlandırarak, “işçi sovyeti”ni kurdu. Bu
“işçi delegelerinden meydana gelen komite”dir. İhtilalci işçilerden meydana
getirilmiş teşkilatlı milis kuvvetleri, devlet gücünün karşısına ayrı ve düşman
kuvvet olarak çıkarılıyordu.
Aldatılmış halkın da katıldığı gösteriler önü alınmaz bir hal alınca, Çar,
anayasayı çıkarma vaadinde bulundu ve işçilerin arzusuna uyarak siyasi suç-
luları affetti. Bu aftan yararlanan Lenin de Rusya’ya dönme hakkı kazanı-
yordu. Böylece 1905 yılında isyancıların hareketinin durması beklenirken
daha da genişledi. Rusya’da genel grev ilan edilmişti. Hükümet bir ihtilalin
arefesinde olduğunu görünce, çok sert tedbirlerle karşı çıktı, işçilere ateş
açıldı ve Troçki de dahil olmak üzere, liderler tevkif edildi. 1907 yılında
ikinci defa Sibirya’ya sürüldü.
Troçki ikinci defa sürgünden kaçtı. Avusturya, İsviçre ve Fransa’da ko-
münist hareketlere katıldı. Fransa’dan sınır dışı edilince, Amerika’ya sığındı.
KO M Ü N İ Z M 1145
Bir yıl sonra 1917’de Rusya’ya tekrar döndü. Yeniden “Petrograd asker ve
işçi sovyeti” başkanı seçildi. Bu sıfatla Ekim’de yapılan bolşevik ihtilalde çok
mühim rol oynadı. Troçki, ayaklanmanın her noktasında hâkim görünü-
yordu. Adeta dizginler tamamen onun elinde idi. Geçici hükümetin bakan-
ları tevkif edilerek hapishaneye konulunca, yorgun ve uykusuz ihtilalciler se-
vinç çığlıkları attılar, hatta Troçki’nin bir ara bayıldığı bile görülmüştü.
İhtilal başarıya ulaşmış. Lenin’in başbakanlığında kurulan hükümete
Troçki Dışişleri Bakanı olarak girmişti. Daha sonra Harbiye ve Bahriye Na-
zırı oldu. Kızıl Ordu’yu kurdu ve teşkilatlandırdı. Batılı devletlerin silahlan-
dırdığı, komünist ihtilale karşı hareketleri tamamen bastırdı, milyonlarca
adam öldürttü.
Lenin’in 1924 yılında ölmesiyle, bütün hâkimiyet parti genel sekreteri
Stalin’in elinde toplanmaktaydı. Stalin, komünizmin evvela Rusya’da yerleşti-
rilmesini, kuvvetlendirilmesini ve ancak bundan sonra dünyada bolşevik ih-
tilalin hazırlanmasına gidilmesini müdafaa ediyordu. Troçki ise, durumun
müsait olduğunu, bilhassa Almanya’nın olgun hale geldiğini söylüyor, hemen
dünyada bolşevik ihtilalin tahrik edilmesi gerektiğini tezini savunuyordu.
Stalin (1879-1952), Troçki’yi haris, menfaatperest bir Yahudi olmakla, ihti-
lale ihanet planları hazırlamakla suçlayarak bakanlıktan uzaklaştırdı. Tama-
mıyla elinde olan basın ve gizli polis vasıtasıyla Troçki’nin itibarını günden
güne siliyordu.
Troçki 1927 Kasım’ında karşı ihtilali hazırladı ise de, önceden haber alı-
narak bastırıldı. Ayaklanan yüzlerce Yahudi, öğrenci ve işçi tevkif edildi.
Troçki, artık herşeyi kaybetmiş olarak Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Taraftarlarının çokluğu sebebiyle onu Rusya’da öldürtmeye cesaret ede-
meyen Stalin, sürgünde öldürtmeye karar vermişti. 1929’da İstanbul’a gelen
Troçki 4,5 yıl kaldı.
Troçki 1933 yılında Fransa’ya giriş müsaadesi alarak gitti. Fakat kısa bir
zaman sonra sınırdışı edildi ve Norveç’e gitti. Buradan da atılınca, 1940’da
gittiği Meksiko’da (Meksika başşehrinin adı) Stalin’in görevlendirdiği bir
komünist ajan tarafından başına çekiçle vurularak öldürüldü.
2067- Komünizmin en dehşetli iki hususiyeti vardır.:
Biri. Allah’ manevîyatı, manevî değerleri ve ahlâkî esasları inkâr eden
ateistliği ve materyalistliğidir.
KO M Ü N İ Z M 1146
yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « Bunun iki te’vili vardır. Birisi: Büyük Deccal’ın
kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafından zuhur edeceğine kinaye ve işa-
rettir. Çünkü kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüz-
dür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadi-
yen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir hafta daima
güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyor-
dum. Demek Büyük Deccal şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu’cizane
bir ihbardır.” (Ş.586)
2069- Evet “şimalde koca bir devlet, gençlik hevasatını elde ederek, bu
asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki akıbeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden
gençlere ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki ha-
mamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri ci-
hetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin
mallarını helal eder ki; bütün beşer, bu müsibete karşı titriyor.” (Ş.479)
2070- “Rivayette var ki: “Deccal’ın mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler
severek tabi olurlar.” (196) (Bak: 3979/2 ve 3980.p.lar)
Allah’u a’lem.. diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça te’vili Rusya’da çık-
mış. Çünki her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleke-
tinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, Komünist komitesi’nin
te’sisinde mühim bir rol ile, Yahudi milletinden olan “Troçki” namında
195 K.U. ci: 14 hadis: 38394 ve Müslim 52. kitab-ı fiten: 110 ve Ebu Davud melahim: l4 ve
Tirmizî fiten 59 ve İ.M. fiten 33 ve Ahmed bin Hanbel 4/181
196 S.M.ci:8 hadis: 124 ve K.U. ci: 14 hadis: 39079, 39867
KO S T A N T İ N İ Y Y E 1147
2074- “(58:3) ¯}«A«5«‡ ‡¬h²E«B«4 Onun için ya’ni zıhardan dönmek için çare,
bir rakabe azad etmektir. Rakabe, esasen boyun kökü demek ise de mecazen
zatta ve alelhusus hürr olmayan zatta şayi’dir. Yani büyük veya küçük, erkek
veya dişi, bir kul azad edip hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibdir.
Demek ki indallah o çirkin sözü söylemek, kadının haysiyet ve mevcudiye-
tini öldürmek manasını tazammun etmek i’tibariyle bir insanı hataen öldür-
mek cinayeti kadar büyük bir günahtır. Ancak ona benzer bir keffaretle ör-
tülebilir.” (E.T.4780)
¯}«A«5«‡ Çt«4 (90:13) Bir rakabeyi fekk etmek -ma’lum ki rakabe boyun de-
mek olup zikr-i cüz irade-i kül tarikiyle mecaz olarak zat ve şahıs manasında
müteareftir ve bilhassa hürriyetini gaib etmiş esir veya memlûkte şayi’dir.
Binaenaleyh (fekkü rekabe) esaret bağıyla bağlanmış bir koyunu, bir kimseyi
esaretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır ki bu evvela insanın kendi hürri-
yetine malik olarak nefsini kurtarmış olmasına mütevakkıf ve bunun en basit
misali köle azad etmektir ve bunun fazileti çoktur. Buhari, Müslim, Tirmizi
vesairede Ebu Hüreyre’den (R.A.) mervidir, Resulullah (A.S.M.) buyurmuş-
KU B H 1149
tur. ki: “Her kim bir mü’min azad ederse, Allah Teala onun her uzvuna mu-
kabil azad edenin bir uzvunu Cehennem ateşinden azad eyler.” (Buhari ci: 7,
Hadis No: 1111)” (E.T.5842)
2076- “Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh’dan Nebi Sallallahu Aleyhi ve
Sellem şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir.
Aziz ve Celil olan Allah: Üç sınıf insan vardır ki, kıyamet gününde ben
bunların hasmıyım:
l- O kimse ki bana, (mukaddes ismime) yemin ederde sonra ahdini bo-
zar.
2- Yine bir kimse ki, hür (bir insan)’ı köle diye satar da onun bahasını
yer.
3- Öbür kimse de ki, bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez bu-
yurmuştur.
.... İslâm dini, dünya kurulalı kendi zamanına kadar devam edip gelen
esareti kaldırmağa, hiç olmazsa bu zavallı esirleri hürlerin müstefid oldukları
müsavi hayata kavuşturmağa uğraşırken, hürriyette yekdiğerine küfv olan
müslümanların birbirinin şahsî hürriyetine taarruz etmelerine ve binnetice
bir fevza-yı içtimaî vukuuna lâkayd kalamazdı. Bu sebeble husumet-i İlahiye
gibi en şiddetli bir ceza tayin buyurulmuştur.” (S.B.M. ci: 6 Hadis no: 1020)
Köle azadı hususunda Kur’an (4:92) (5:89) (58:3) (90:13) âyetleriyle kö-
lelerin hürriyeti lehinde teşvikte bulunmuş ve bazı durumlarda da köleyi
azad etmek şartını getirmiştir.
Atıf notu:
-Bazı ecnebilerce serrişte edilen köle gibi mesaile cevab, bak: 3613.p.
2077- KUBH dA5 : Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. *Fık: Ak-
len ve şer’an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal
olan şey. (Bak: Hüsün)
Kâinatta âsâr-ı tecelli-i kudret olan cazibe ve dafia gibi kuvvelerden inti-
kal ile kudret-i İlahiyenin sırr-ı tecellisine bir misal şöyle verilebilir: Çok kuv-
vetli mıknatısiyeti bulunan bir çelik parçasında aynı zamanda yine gözle
görülmiyen ve hikmetli eserleriyle vücudu anlaşılan idrak ve ilim de bulun-
duğunu farzetsek; idrak sahibi farzettiğimiz bu mıknatıs, demir tozlarını sı-
raya koyup kelimeler yazsa, nasıl bu fiilin faili olan mıknatıs ve ilmin
tasarrufllarındaki temasları görünmezdi ve hayret-amiz bir hâdise olurdu.
Hem bu mıknatıs, hiç inkısam etmeden bir demir parçasına tesir ettiği gibi,
bütün demir parçacıklarına da aynı zamanda tesir eder ve işini de birbirine
mani olmadan bir anda yapardı. Öyle de bilkıyas, sonsuz olan ve ilim, irade
ve sair sıfat-ı İlahiye ile mümteziç bulunan İlahî kudretin atom denen zerrat-ı
kâinatı icad edip onunla kitab-ı kâinatı pek manidar yazması şuhud derece-
sinde makul görünür ve görülmelidir.
2079- Evet “Kudret-i Ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâi-
nattaki kuvvetten umum zerrata -herbir zerreye- birer zerre-i cazibe halk ve
ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal
cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir.” (S.T.İ.11)
2080- “Vacib-ül Vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği
gibi, ef’alinde de benzemiyor. Çünki Vacib-ül Vücud’un kudretine nisbeten
yakın uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur.
Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu
derece değildir. Bunun için nefis, Vacib-ül Vücud’un ef’alini fiillerine ben-
zetemiyor. Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zan-
nediyor.” (M.N.186) (Bak: 1476.p.)
2081- Hem tabiatperest bir nazarla” o Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden
gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur
ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin
şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmla-
rını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül
ederek, kudret-i İlahiyenin yerine o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-
u ilmîsi bulunan o kannuları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da
onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan
kuvveti, kudret ve müstakil bir kadir telakki etmek. bir vahşettir.” (L.186)
2082- “Hem maddîyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki
tahavvülat-ı muntazama içinde Hallakiyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniye-
nin bir cilve-i azamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini
KU D R E T 1151
2086- Kur’anın muhtelif âyetlerinde tekrar edilen °h<¬f«5 ¯š²|-« ¬±u6 |«V«2 «Y;—«
Yani: Hiçbir şey ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var, o
eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki:
KU M A R 1152
(36:82) _®\²[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~ ilh. sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır.
Nasılki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokun-
durur dokundurmaz, makina gibi işler: Ve o sür’at ve mehareti ifade için
denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle dokun-
masıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadir-i Zülcelal’in
kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine; ve o
kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iş gördüğüne işareten
(36:82) «–YU«[«4 ²w6 y«7 «ÄYT«< ²–«~ _®\²[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~ ferman eder.” (M.245)
Atıf notları:
-Havas ve hasiyetler kudretin tecelliyatındandır, bak: 839.p.
-Kudret-i İlahiyede tagayyür olamaz, bak: 227.p.
2087- KUMAR ‡_W5 : Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir
tarif edilmiştir.... Bir hadis-i şerifde ¬ YXT²7~ ÄY0 ¬?«¶ŸÅM7~ u«N²4«~ buyurulmuş-
tur ki, kıyam demektir. Binaenaleyh namazda kıyam ve kıraeti, duayı veya
huşu ve sükûtu uzatmağa da kunut denilir.” (E.T.807)
Kunut hakkında pek çok rivayetler vardır. Ezcümle, T.T. l. ci. 188. sahife
ve S.B.M. hadis: 445, 531 ve S.M. ki. 5, hadis: 268, 294, 308 ve İbn-i Mace 5.
kitab 115, 117-120 ve 145 . bablar kunut hakkındadır.
Sair nihayetsiz Kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla,
cüz’î bir ünvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet
ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat su-
retinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve
hususiyet itibariyle çok muhteliftir.
2091- Üçüncü cüz’: Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini
ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif
bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve
evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i
semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye...
içi, bilbedahe halis hidayet... üstü, bizzarure envar-ı iman... altı, biilmelyakîn
delil ve bürhan... sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan... solu, biaynelyakîn
teshir-i akıl ve iz’an Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dar-ı
cinan... Makamı ve revacı, bilhads-i sadık makbul-ü melek ve ins ü cân bir
Kitab-ı Semavî’dir.” (S.366)
2092-”Kur’an-ı Kerim, bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir
tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dün-
yayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve sema,
misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstak-
bel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa
eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş
ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zat-ı
Zülcelal’e yakışır bir tarz-ı beyandır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği
iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar;
Kur’an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini,
-tabir caiz ise- proğramını yazan, gösteren bir zatın beyanına yakışır bir
tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu’ ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir
şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farzedip
konuşmuş gibi bir hud’anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün
safvetiyle, bütün hulusiyle safi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası,
“Güneşten geldim” der. Kur’an dahi, “Ben Hâlik-ı Âlem’in beyanıyım ve
kelâmıyım” der.
Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dol-
duran ve san’atperverane ve nimetperverane şu derece san’atının acibeleriyle
şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravari tanzim
eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sani’, bir Münim’den
başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dün-
KU R ’ A N 1156
yayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı
İlahiyeye çeviren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı
olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü ola-
bilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı
kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka
kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazire getirsin? Onun
taklidini yapsın?
2093- Elhak, bu dünyayı san’atlarıyla zinetlendiren bir san’atkârın,
san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki, yapar ve
bilir, elbette konuşur. Madem konuşur, elbette konuşmasına yakışan
Kur’andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Malik-ül Mülk, bü-
tün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başka-
sına mal edip hiçe indirir mi?” (S.397)
2094- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın en büyük ebedî ve yü-
zer delail-i mübüvveti cami’ ve kırk vecihle i’cazı isbat edilmiş bir mu’cizesi
dahi Kur’an-ı Hakîm’dir.
Eğer denilse: İ’caz-ı Kur’an belagattadır. Halbuki umum tabakatın hak-
ları var ki, i’cazında hisseleri bulunsun. Halbuki belagattaki i’cazı, binde an-
cak bir muhakkik âlim anlıyabilir?
Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in her tabakaya karşı bir nevi i’cazı vardır. Ve
bir tarzda, i’cazının vücudunu ihsan eder. Meselâ: Ehl-i belagat ve fesahat
tabakasına karşı hârikulâde belagattaki i’cazını gösterir. Ve ehl-i şiir ve hita-
bet tabakasına karşı; garib, güzel, yüksek üslub-u bedîin i’cazını gösterir. O
üslub herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklid edemiyor. Mürur-u zaman
o üslubu ihtiyarlatmıyor, daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve
mensur bir nazımdır ki; hem âlî, hem tatlıdır. Hem kâhinler ve gaibden ha-
ber verenler tabakasına karşı hârikulâde ihbarat-ı gaybiyedeki i’cazını göste-
rir. Ve ehl-i tarih ve hâdisat-ı âlem üleması tabakasına karşı, Kur’an’daki
ihbarat ve hâdisat-ı ümem-i salife ve ahval ve vakıat-ı istikbaliye ve berzahiye
ve uhreviyedeki i’cazını gösterir. Ve içtimaiyat-ı beşeriye üleması ve ehl-i si-
yaset tabakasına karşı Kur’anın desatir-i kudsiyesindeki i’cazını gösterir. Evet
o Kur’andan çıkan Şeriat-ı Kübra, o sırr-ı i’cazı gösterir. Hem maarif-i İla-
hiye ve hakaik-ı kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur’andaki hakaik-ı
kudsiye-i İlahiye’deki i’cazı gösterir ve i’cazın vücudunu ihsas eder. Ve ehl-i
tarikat ve velayete karşı, Kur’an bir deniz gibi daima temevvücde olan
âyâtının esrarındaki i’cazını gösterir ve hakeza... Kırk tabakadan her tabakaya
KU R ’ A N 1157
karşı bir pencere açar,i’cazını gösterir. Hatta yalnız kulağı bulunan ve bir de-
rece mana fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’anın okunmasıyla başka
kitablara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o ami der ki: Ya bu
Kur’an bütün dinlediğimiz kitabların aşağısındadır. Bu ise, hiçbir düşman
dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün işitilen kitabların
fevkindedir. Öyle ise, mu’cizedir.” (M.181)
2095- Muhtelif vecihlerde i’cazı bulunan Kur’anın bir benzerinin geti-
rilmemesi de Kur’anın semavîliğinin ve mu’cizeliğinin isbatı olduğunu beyan
eden Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:
“Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın zamanında sihrin revacı olduğundan,
mühim mu’cizatı ona benzer bir tarzda geldiği ve Hazret-i İsa
Aleyhisselâm’ın zamanında ilm-i tıb revaçta olduğundan mu’cizatının galibi
o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın dahi zama-
nında Ceziret-ül Arab’da en ziyade revacda dört şey idi:
Birincisi: Belagat ve fesahat.
İkincisi: Şiir ve hitabet.
Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.
Dördüncüsü: Hâdisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek idi.
İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malumat sa-
hiplerine karşı meydan okudu:
Başta ehl-i belagata birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’anı dinlediler.
İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir
söyliyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altun ile yazı-
lan en güzel şiirlerini ve Kâ’be duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur
“Muallakat-ı seb’a”larını indirtti, kıymetten düşürdü.
Hem gaibden haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî
haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tardettirdi. Kâhinliğe hatime çek-
tirdi.
Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hâdisat-ı âlemin ahvaline vâkıf olan-
ları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakiki hâdisat-ı maziyeyi ve nurlu olan
vekayi-i âlemi onlara ders verdi.
İşte bu dört tabaka, Kur’ana karşı kemal-i hayret ve hürmetle onun
önüne diz çökerek şakird oldular. Hiçbirisi, hiçbir vakit birtek sureyle mua-
razaya kalkışamadılar.
KU R ’ A N 1158
Eğer denilse: Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza ka-
bil değildir?
Elcevab: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti.
Çünki muarazaya ihtiyaç şedid idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehli-
keye düşüyor. Muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün ol-
saydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza
tarafdarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan herhalde mu-
arazaya tarafdar çıkıp iltizam ederek, herkese neşredeceklerdi. Nasılki
İslâmiyetin aleyhinde herşey’i neşretmişler.-Eğer neşretseydiler ve muaraza
olsaydı; her halde tarihlere, kitaplara şa’şaalı bir surette geçecekti. İşte mey-
danda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde Müseylime-i Kezzab’ın birkaç fık-
rasından başka yoktur. Halbuki Kur’an-ı Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen
damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu.
Ve der idi ki:
“Şu Kur’an’ın, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız
ve gösteriniz. Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmi olmasın, gayet âlim
ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; birtek zat olmasın, bütün
âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hatta güvendiğiniz
âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız; eskiden
yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağı-
rıp, Kur’an’ın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz;
Kur’anın mecmuuna olmasın da, yalnız on suresinin nazirini getiriniz. Haydi
on suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi
hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belagatına
nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, birtek suresinin nazi-
rini getiriniz. Haydi sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun nazirini getiriniz.
Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecek-
tir..!
İşte, sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur’an-ı Hakîm yirmiüç senede de-
ğil, belki bin üçyüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve
okuyor. Halbuki evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyalini tehlikeye atıp
en dehşetli yol olan harb yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan mu-
araza yolunu terkettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi. İşte hiçbir
akıl, hususan o zamanda Ceziret-ül Arab’daki adamlar, hususan Kureyşîler
gibi zeki adamlar; birtek edibleri, Kur’anın birtek suresine nazire yapıp
Kur’an’ın hücumundan kurtulmasını te’min ederek, kısa ve kolay yolu
terkedip can, mal, iyalini tehlikeye atıp en müşkilatlı yola sülûk eder mi?
KU R ’ A N 1159
|«V²2« ²~ u«C«W²7~ ¬y±V¬7—« temsilde kusur yok. Esma ve sıfât-ı İlahiye ve şuun
ve ef’al-i Rabbaniye, bir şecere-i tuba-i nur hükmünde temsil edilmekle; o
şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u
kibriyası, gayr-ı mütenahi feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı
(8:24) ¬y¬A²V«5—« ¬š²h«W²7~ «w²[«" ÄYE«< (6:95) >«YÅX7~«— ¬±`«E²7~ s¬7_«4 hududundan tut, ta
(7:54) ¯•_Å<«~ ¬}ÅB¬, |¬4 ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~«s«V' « (39:67) ¬y¬X[¬W«[¬" ° _Å<¬Y²O«8
~«Y«WÅK7~«— hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-ı nuraniyeyi bütün dal ve
budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble birbirine uygun, birbi-
rine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden
tevahhuş etmiyecek bir surette o hakaik-i esma ve sıfatı ve şuun ve ef’ali be-
yan eder ki, bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden
bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kur’aniyeye karşı “Sübhanallah”
deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık”
diyerek tasdik ediyorlar.
Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i
azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal
ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüb
gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o
mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve
hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâ-
miyet’in erkânı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı, en kü-
çük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına va-
rıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i munasebet ve tam bir
müvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’an-ı Cami’in nusus ve
vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin
kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerhedilmez
bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı kat’ıdır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus
bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor
ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir
anda müşahede eder bir zatın kelâmıdır. Âmenna...” (S.434-436) (Bak:
Cezalet)
KU R ’ A N 1161
2098- “Eğer denilse: Bazı muhakkik ülema demişler ki: “Kur’an’ın bir
suresine değil; birtek âyetine, hatta birtek cümlesine, hatta birtek kelimesine
muaraza edilmez ve edilmemiş.” Bu sözler mübalağa görünüyor ve akıl ka-
bul etmiyor. Çünki beşerin sözlerinde Kur’an cümlelerine benziyen çok
cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevab: İ’caz-ı Kur’anda iki mezheb var:
Mezheb-i ekser ve racih odur ki; Kur’andaki letaif-i belagat ve mezaya-yı
meani, kudret-i beşerin fevkindedir.
İkinci mercuh mezheb odur ki: Kur’anın bir suresine muaraza, kudret-i
beşer dahilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak
men’etmiş. Nasılki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu’cize olarak bir
Nebi dese ki: “Sen kalkamıyacaksın!” O da kalkamazsa, mu’cize olur. Şu
mezheb-i mercuha” Sarfe Mezhebi” denilir. Yani Cenab-ı Hak cin ve insi
men’etmiş ki, Kur’anın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer
men’etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte şu mezhebe
göre, “Bir kelimesine de muaraza edilmez” diyen ülemanın sözleri hakikattır.
Çünki madem Cenab-ı Hak, i’caz için onları men’etmiş; muarazaya ağızlarını
açamazlar. Ağızlarını açsalar da; izn-i İlahî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar.
Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o
ülemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:
Kur’an-ı Hakîm’in cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur bir ke-
lime, on yere bakar; onda, on nükte-i belagat, on münasebet bulunuyor.
Nasılki İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirde, Fatiha’nın bazı cümleleri içinde ve
gidip, bir harf-i Kur’anda, bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek isbat
etmişler. Hem madem Hâlik-ı Külli Şey’in kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve
çekirdek hükmüne geçebilir. (Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i ma-
nevîye kalb ve bir şecere-i manevîyeye çekirdek hükmüne geçebilir.)
İşte insanın sözlerinde, Kur’anın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler,
âyetler bulunabilir. Fakat Kur’an’da, çok münasebat gözetilerek bir tarz ile
yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.”
(M.186)
2099- “Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bü-
tün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile
bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır.
Birisi; adi bir raiyyet ile cüz’î bir iş için, hususi bir hacete dair, has bir te-
lefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra na-
mıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir mak-
sadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini iz-
har eden ulvi bir fermanla mükâlemedir.
İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir ayineyi güneşe karşı tutar. O ayine
mikdarınca bir ışık ve yedi rengi cami bir ziya alır. O nisbetle Güneşle
münasebetdar olur, sohbet eder ve o ışıklı ayineyi, karanlıklı hanesine veya
dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o
ayinenin kabiliyeti mikdarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya
bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar.
Hakiki güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle
minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve
bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin
güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.”
Halbuki; ayine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı
mahduddur, o kayda göredir...
İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur’ana bak, ta ki i’cazını göresin ve
kudsiyetini anlıyasın. İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan
fermanı, adi bir adamla cüz’î bir mukalemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise;
ve gökteki güneşin feyzinden istifade, ayinedeki aksinin cilvesinden istifade-
den ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azimüşşan dahi, o nisbette bütün
kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
KU R ’ A N 1163
ve (3:26) ¬t²VW²7~ t¬7_«8 ÅvZ±V7~ ¬u5 âyetleri gibi fermanları dinle! ...” (L.128)
2101- Kur’anın mezayasının biri de fezlekeleridir:
“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, âyetlerinin hatimelerinde galiben bazı fezle-
keleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esma-i Hüsnayı veya manalarını tazam-
mun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut
makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te’kid
ve te’yidi için fezlekeler yapar.” (S.415)
2102- Evet “Kur’an, beşerin nazarına san’at-ı İlahiyenin mensucatını
açar, gösterir. Sonra, fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut
akla havale eder. Birincisinin misallerinden meselâ: (10:31, 32)
w² «8—« «‡_«M²"« ²~«— «p²WÅK7~ t¬V²W«< ²wÅ8«~ ¬Œ²‡« ²~«— ¬š_«WÅK7~ «w¬8 ²vU5ˆ²h«< ²w«8 ²u5
«–Y7YT«[«K«4 «h²8« ²~h¬±"«f< ²w«8—« ¬±|«E²7~«w¬8 ¬}¬±[«W²7~‚¬h²F<«— ¬a¬±[«W²7~ «w¬8 Å|«E²7~ ‚¬h²F<
Çs«E²7~ ²vUÇ"«‡ yÁV7~ vU¬7´g«4 «–YTÅB«# «Ÿ«4«~ ²uT«4 yÁV7~
İşte, başta der: “Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip
oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca
sema ve zemini iki muti hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise,
şükür ona münhasırdır.”
İkinci fıkrada der ki: “Sizin azalarınız içinde en kıymettar göz ve kulakla-
rınızın maliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkandan aldınız? Bu latif kıymetdar
KU R ’ A N 1164
göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur.
Bunları size vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir.”
Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya
eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlikından başka şu işi kim
yapabilir? Elbette o yapar, o ihya eder. Madem Hak’tır, hukuku zayi etmiye-
cektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de
ihya edecektir.”
Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi ke-
mal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Ma-
dem Allah’tan başka olamaz, koca kâinatı bütün ecramiyle gayet kolay idare
eden kudret, o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve
muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mah-
lukatı başka ellere bırakmaz. Demek ister istemez “Allah” diyeceksiniz.” İşte
birinci ve dördüncü fıkra “Allah” der, ikinci fıkra “Rab” der, üçüncü fıkra
“El Hak” der. Çs«E²7~ ²vUÇ"«‡ yÁV7~ vU¬7´g«4 ne kadar mu’cizane düştüğünü anla.
İşte Cenab-ı Hakk’ın azîm tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını
zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensucatın destgâhı Çs«E²7~²vUÇ"«‡ yÁV7~ vU¬7´g«4
der. Yani “Hak” “Rab” “Allah” isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ı azîmenin
menbaını gösterir.” (S.416)
2103- “Kur’anın, mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise;
irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi, medar-ı
tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.
Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bah-
settiği gibi etmiyor. Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi
okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmiyecek, fikr-i avamı taciz edip
yormıyacak bir suret-i basitane-i zâhiranede söylüyor?
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için... Hem
geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur’an-ı Hakîm, şu
kâinattan bahsediyor; ta, zat ve sıfat ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu
kitab-ı kâinatın maanisini anlattırıp, ta Hâlikını tanıttırsın. Demek mevcudata
kendileri için değil, belki mucidleri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor.
ilm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i
KU R ’ A N 1165
fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm mevcudatı delil yapı-
yor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak
gerektir. Hem madem ki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder.
Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki: Lüzumsuz şeyleri
ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara
düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki za-
rarlı bir surette tağyir etmemektir.
Meselâ Güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” zira Güneşten
Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve
nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Saniin ayine-i marifeti
olduğundan bahsediyor. Evet der: (36:38) >¬h²D«# j²WÅL7~«— Güneş döner.”
Bu döner tabiriyle; kış, yaz, gece, gündüzün deveranındaki muntazam
tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sanii ifham eder. İşte bu dönmek
hakikatı ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan
intizama te’sir etmez.” (S.243)
2104- “İki mühim suale karşı, iki mühim cevab:
Birincisi: Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nazil olmuştur. Neden
beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor?
Yalnız gizli bir remz ile, hafi bir ima ile, hafif bir işaretle, zaif bir ihtar ile ik-
tifa ediyor?”
Elcevab: Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i
Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin
kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.
Öyle ise, şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf
remz, bir hafif işaret ancak, düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten hakların
isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ tayyare-i beşer (*) Kur’ana
dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i
rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an, namına diyecek-
ler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el-bahir-
* Şu ciddi mes'eleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslubunu şu latif latifeye çevirdi.
Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümid ederim ki, üslubun latifeliği, mes'elenin ciddiyetine
halel vermesin.
KU R ’ A N 1166
(22:73) y«7~YQ«W«B²%~ ¬Y«7«— _®"_«"† ~YTV²F«< ²w«7 ¬yÁV7~ ¬–—… ²w¬8 «–Y2²f«# «w<¬gÅ7~ Å–¬~ ilâ âhir..
âyeti sizi susturur.”
2105- Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını is-
terlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz
bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız bu-
dur ki: Dünya bir misafirhanedir. insan ise, onda az duracaktır ve vazifesi
çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı
tedarik etmekle mükelleftir.En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.
Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i na-
zarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret
sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine
müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetdar bir ibadet
olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı ammeye
ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden
muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o
hassas zatlara şu remz ve işarat-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir
etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”
2106- İkinci suale cevab: Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüp-
hem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’anda, sair hakaikle beraber, medeniyet-i
hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî
ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur.
Fakat niçin Kur’an, onları sarahatla zikretmiyor? Ta, muannid kâfirler dahi
tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
KU R ’ A N 1167
Elcevab: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye
ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir ma-
dene ateş veriliyor; ta, elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın.
Öyle de: Bu dar-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtiladır ve bir müsa-
bakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı
süfliye, birbirinden tefrik edilsin. Madem Kur’an, bu dar-ı imtihanda; bir tec-
rübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nazil ol-
muştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbali-
yeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak.
Eğer sarahaten zikretse; sırr-ı teklif bozulur.
* Ebu Cehil-i Lain ile Ebubekir-i Sıddık müsavi görünecek, sırr-ı teklif zayi olacak...
KU R ’ A N 1168
* Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir:
Şemsin yerinde mevlevi-vari yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir.
Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlike-
sinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde daire-vari cereyan ve hareketi olmasa
yıldızlar düşerler.
Said Nursî
Muhterem Müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:
Evet güneş bir meyvedardır, silkinir ta düşmesin seyyar olan yemişleri
Eğer sükuniyle sükunet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.
Mütercim
KU R ’ A N 1169
asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhu-
rundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif ol-
duğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir.” (İ.İ.116)
2109- “Madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid
cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belagat ittifak etmişler. Öyle
ise Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya
âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maani-i irşadiyeyi
tazammun ediyorlar. Evet mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı
beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor, en
nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o ga-
yeye sevkediyor.” (S.254) (Tafsilat, Sözler mecmuasında 20. Söz’dedir.)
2110- “Kur’an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına
güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitab ediyor. Evet
bütün benî-âdeme bütün tabakatıyla, en yüksek ve en dakik ilim olan imana
ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve müte-
nevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’an ise; her
nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders
birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır.
Derecata göre herbiri, Kur’anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini
alır.” (S.412)
2111- Kur’an-ı Kerim sarih ve işarî mana cihetinde çok muhtelif vecih-
lere sahiptir:
olan hadisin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki,
herbir kelâmın, hatta herbir kelimenin, hatta herbir harfin, hatta bazan bir
sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan
hissesini verir.” (S.391)
2112- “Sual: Belagat ve hidayetten maksad, hakikatı vazıh bir şekilde
gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken; müfessirlerin bu
gibi âyetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı
ayrı birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
Cevab: Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan yalnız bir asra değil, bütün
asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün
tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşe-
rin sınıflarına raci’dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine,
istidadına göre Kur’anın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki
nev’-i beşer derece itibariyle muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit ve keza
meyl, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor.
Meselâ: Bir taifenin istihsan ettiği bir şey, öteki taifenin zevkine muhalif-
tir. Bir kavmin meylettiği bir şeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra bi-
naendir ki, Kur’an-ı Kerim günahların cezası veya hayırların mükâfatı hak-
kında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış; âmm bir şekilde bırakmıştır ki,
herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülasa: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde
nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muh-
telif fehimler ve istidadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaena-
leyh ulûm-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uy-
gun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif
olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad
ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur’anın i’caz ve-
cihlerinden biri odur ki; nazmı, öyle bir üslubdadır ki, bütün asırlara, taba-
kalara intibak edebilir.” (İ.İ.39) (Kur’an-ı Hakim’in cümleleri birer manaya münha-
sır değil, bak: 201p.)
2113- “Ayat-ı Kur’aniye emir ve nehy, vaad ve vaid, tergib ve terhib, zecr
ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve
kavanînin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve
hayat-ı manevîye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve
maarrif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla cami’ olmakla
beraber, «a²\¬- _«W¬7 «a\² ¬- _«8²g' yani, “İstediğin herşey için Kur’andan her ne
istersen al” İfade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i
hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasında geçmiştir. Ayat-ı Kur’aniyede
öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet öyle
olmak lâzım gelir. Cünki daima terakkiyatta kat’-ı meratib eden bütün
tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı, elbette şu hasiyete malik olması el-
zemdir.” (S.398)
KU R ’ A N 1171
rinci kaziye, teemmül yeridir. Çünki ~«g«; ile işaret edilen hadisin hakikaten
hadis olup olmadığında tereddüd yeri vardır.” (İ.İ.66)
“Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem. “Nasıldır?
C-Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatiata mün-
cer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü
adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü,
adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.
KU R ’ A N 1173
remzî olmaktan hâlî denemez. Doğrusu bazı âsârda dahi varid olduğu üzere
Kur’anın hem zâhiri vardır hem bâtını, hem haddi vardır, hem muttala’ı.
Fakat Kur’an, (4:82) ~®h[¬C«6 _®4«Ÿ¬B²'~ ¬y[¬4 ~—f«%«Y«7 ¬yÁV7~¬h²[«3 ¬f²X¬2 ²w¬8 «–_«6²Y«7 «—
buyurulduğu üzere hakikatte ihtilaf ve tanakuzdan azade eblağ bir kitab-ı
mübin olduğu için, zahiri ile bâtını arasında tehalüf ve tebayünden de mü-
nezzehtir. Bu esas Kur’anın hadlerinden biridir.
~®…«f«8 ¬y¬V²C¬W¬" _«X\² ¬% ²Y«7«— |¬±"«‡ _«W¬V6« «f«S²X«# ²–«~ «u²A«5 h²E«A²7~ «f¬S«X«7 |¬±"«‡ ¬ _«W¬V«U7¬ ~®…~«f¬8
(18:109) dır.” (E.T.5611)
2121- Meşhur İngiliz tarihçisi ve filozofu Carlyle (Karlayl) Thomas
(1795-1881) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle diyor:
“Kur’anı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladı-
ğını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerin-
den kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun
asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur’an, serapa samimiyet ve hak-
kaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet,
hak ve hakikattır.” (İ.İ. 216)
“Mister Karlayl yine diyor: “En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı,
Muhammed’in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakiki söz onun sözleridir.” Hem
yine de diyor ki: “Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve
zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünki en bedihi ve zaruri bir hakikat ise,
KU R ’ A N 1175
Birinci Nokta: Kur’an bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı ol-
duğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belagatça ayn-ı isabet ve
ayn-ı hikmettir. Çünki zikir ve duadan maksad sevabdır ve merhamet-i
İlahiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâ-
zımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zik-
rin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı
nisbetinde te’siri, te’kidi vardır.
2124- İkinci Nokta: Kur’an bütün beşerin tabakatına hitab ve deva ol-
duğu için zeki, gabi, takiyy, şaki, zahid, gayr-ı zahid bütün insan tabakaları şu
hitab-ı ilahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilaç almaya hakları
vardır. Halbuki Kur’anı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değil-
dir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde
tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur’an hükmünde
olsun ki herkes sühuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur’anın
sevabını kazanabilsin.
Evet ¬h²6¬±g¬V¬7 «–³~²hT²7«~_«9²hÅK«< ²f«T«7—« (54:17) olan âyet-i kerime bu hakikatı
isbat ediyor.
2125- Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül
eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya
olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her
günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve ha-
keza..
Kezalik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda
“Allah” kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit “Besmele”ye, her saatte “Lâ
İlahe İllallah”a ihtiyaç vardır. Ve hakeza... Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin
tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan
ihtiyacın şiddetine işarettir.
2126- Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an bu metin din-i azîmin
esasatını ve İslâmiyet’in erkânını te’sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyeyi tebdil
eden bir kitabdır. Malumdur ki: Müessis olan zat, vaz’ettiği esasları güzelce
yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sabit ka-
lır, takarrur eder, unutulmaz.
Ve keza, Kur’an beşerin muhtelif tabakalarından kalî veya hâli yapılan
suallere lâzım olan cevabları veren umumi bir mürşid-i mücîbdir. Malum ya,
sual tekerrür ederse cevab da tekerrür eder.
KU R ’ A N 1177
temsilin esasınıa işaret eder. Kâinatı, bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.
KU R ’ A N 1179
olmadığı için, yalnız icmalen (95:1) ¬–YB²<Åi7~ «— ¬w[¬±B7~«— kasemindeki çok nük-
telerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:
2134- Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini
ve kemal-i rahmetini ve büyük ni’metlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tara-
fına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i
salih ile, tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı manevîyeye mazhar olabilmesine
işaret ediyor. Ni’metler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyve-
nin çok mübarek ve nâfi’ olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet
çok şeyler bulunmasıdır. Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve
gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi, incirin hilkatı,
zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek
gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde ve
ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menafiindeki ni’met-i
İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve amel-i
salihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için ders veriyor.” (M.389)
(Bak: Tefekkür) (Kur’ana kasem edilmesinin bir hikmeti, bak: 2591.p.)
KU R ’ A N 1180
“Size sıyamı farz kılınan eyyam-ı ma’dude >¬gÅ7~ «–_«N«8«‡ h²Z-« o mübarek
şehr-i Ramazandır ki, ¬–_«5²hS²7~«— >«fZ²7~ «w¬8 ¯ _«X[¬± «" «— ¬‰@ÅXV¬7 >®f; «–´~ ²hT²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9~
(2:185) âyetleri furkan ve hidayetten ibaret beyyinat, mecmuu bütün insan-
lara ayn-ı hidayet olarak Kur’an bu ayda inzal olundu.”
İnzal def’aten, tenzil de tedricen indirmek demektir. Kur’an yirmiüç se-
nede tedricen tenzil buyurulmuş olduğu halde burada şehr-i Ramazanda in-
zalinin beyan buyurulması şayan-ı dikkattir. Bunda üç mana vardır.
Birincisi: Ekser müfessirînin rivayat-ı varidesine göre Kur’an, şehr-i
Ramazanın Kadir gecesi denilen bir leyle-i mübarekesinde sema-i Dünyaya,
Beyt-i Ma’mure (Bak:Beyt-i Ma’mur) def’aten inzal, ba’dehu yirmiüç senede
tedricen, parça parça arza tenzil buyurulmuştur. Demek ki hakikat-ı
Kur’aniye, arza nüzulünden evvel âlem-i kevnde ve arza en yakın olan se-
mada bir ramazan gecesi toptan tecelli etmiş ve yeryüzüne nüzulü onu takib
eylemiştir.
İkincisi; Kur’an bu ayda inzal olunmağa başladı demektir. Zikr-i küll ve
irade-i cüz’ kabilinden mecaz olmakla beraber, Muhammed İbn-i İshak’tan
mervi ve maafih zahir gibidir. Bu surette Gar-ı Hira’da (96:1) «t¬±"«‡ ¬v²K¬" ²~«h²5¬~
ayetinin nüzulü Ramazan-ı Şerifin kadir gecesine müsadif olmuştur.
Üçüncüsü: (2:185) «–´~ ²hT²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9~ Hakkında bu vecihle Kur’an inzal
1. CİLDİN SONU
NOTLAR 1185
NOTLAR 1186
NOTLAR 1187
KU R B İ Y Y E T 1189
¯}«X«, «r²7«~ «w[¬K²W«' ˜‡~«f²T¬8 «–_«6 ¯•²Y«< |¬4 ¬y²[«7¬~ ƒ—Çh7~«— a«U¬\³«V«W²7~ ‚h ²Q«# (70:4) ve
hadiste varid olan: “Cenab-ı Hak, yetmişbin hicab arkasındadır” ve Mi’rac
gibi hakikatler, nihayet derecede bu’diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı
fehme takrib edecek bir izah isterim?
Elcevab: Öyle ise dinle:
Evvelâ: Nasılki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana
senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeğinden daha yakın ol-
duğu halde; sen mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet
uzaksın. Onun yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve
bir nevi cilveleriyle ve cüz’î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları
hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve
mazharlarına yanaşabilirsin
Eğer güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzat doğrudan doğruya
güneşin zatı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıdlardan tecerrüd
etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir. Adeta
sen, manen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen
inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra
bizzat perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin.
KU R B İ Y Y E T 1190
2142- Saniyen: Mesela |«V²2« ~ u«C«W²7~ ¬yVÅ ¬7«— Bir padişahın çok isimleri
içinde “kumandan” ismi, çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker
daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar
geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi bir
nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’î kuman-
danlık noktasını merci’ tutar, kumandan-ı azamına şu cüz’î cilve-i ismiyle
temas eder ve münasebatdar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o
ünvanı ile görüşmek istese, onbaşılıktan ta serasker mertebe-i külliyesine
çıkmak lâzımgelir. Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla
ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah evliya-i abdaliyeden
nuranî olsa bizzat huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup, hail ol-
maz. Halbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicablar
fâsıldır. Fakat bazan merhamet eder; hilaf-ı âdet, bir neferi huzuruna alır,
lutfuna mazhar eder. Öyle de: Emr-i (36:82) «–YU«[«4 ²w6 e malik; güneşler ve
yıldızlar emirber nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden
daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun hu-
zur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zülmanî ve nuranî, yani maddî ve
ekvanî ve esmaî ve sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler
hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında
mürur edip ta ism-i azamına mazhar olan arş-ı azamına uruc etmek, eğer
cezb ve lütuf olmazsa binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lazım gelir.
Mesalâ sen, ona Hâlik ismiyle yanaşmak istersen; senin Hâlikın hususi-
yetiyle, sonra bütün insanların Hâlikı cihetiyle, sonra bütün zihayatların Hâ-
likı ünvaniyle, sonra bütün mevcudatın Hâlikı ismiyle münasebatdarlık lâzım
gelir. Yoksa zılde kalırsın, yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.” (S.197-199)
2143- Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet
ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha zi-
yade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak
iki suretle olur:
KU R B İ Y Y E T 1191
2148- KURUN-U ÛLÂ |7—~ –—h5 : Eski Roma Devleti’nin ikiye ay-
“(28:43) « _«B¬U²7~ |«,Y8 _«X²[«#~´ ²f«T«7«— Celalim hakkı için biz Musa’ya o ki-
tabı, yani Tevrat’ı |«7—Î ²~ «–—hT²7~ _«X²U«V²;«~ _«8 ¬f²Q«" ²w¬8 kurun-u ûlayı ihlâk ettiği-
2151- KÜFR hS6 : (Küfür) Allah’ı ve dini ve dinî hakikatları inkâr et-
mek. *Günah, kaba ve ayıp söz.
Müfessir Hamdi Efendi (2:6) âyetinin tefsirinde küfrü tarif ederken şöyle
der:
“Küfür, asl-ı lügatte küfran gibi setr-i ni’met yani nankörlüktür. Bunun
aslı da, feth-i kâf ile kefirdir ki alel’ıtlak setr demektir. Binaenaleyh feth ile
kefr, setr-i mutlak eam (daha umumi manada); kâf’ın zammiyle küfr, setr-i
ni’met ehas (daha hususi manada)dır. Şer’an küfür ise, imanın mukabilidir ki
imansızlık demektir. Yani bir kimsenin imanı icab eden şeylere iman etme-
mesidir. Tekzib ve inkâra ve terk-i tasdika ve -ıztırar ve mani bulunmadığı
zaman- terk-i ikrara da şamildir. (Bak: İkrah-ı Mülci) İmandaki tasdik gibi kü-
fürde tekzib dahi, kalbî, kavlî veya fiilî olur. Tekzib-i kalbî nasıl küfür ise,
bilâ-ıztırar tekzib-i kavlî de öyledir. Hatta böyle bir tekzib-i kavlî daha eşne’
bir izhar-ı adavet olur. Kezalik tekzib-i fiilî de böyledir.
İmanı matlub olan (inanılması gereken) mukaddesatı fiilen tahkir, tezyif,
tehzil (alay etme) ve istihfaf etmek eşne’ küfür olduğundan şübhe yoktur.”
(E.T.207) (Bak: Cehennem, Dalalet, İman, Mürted, Şirk, Tecdid-i İman)
Bir atıf notu:
-Kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, bak: 2673.p.
2152- “Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka
düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat ve-
rilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalatü Vesse-
lâm’ı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman Allah’ı da (sıfatıyla) daha ta-
nımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz
hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, ka-
bulde mecbur oluyor.” (Ş.242)
KÜ F R 1195
Sual: “Dalalet yolu, kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola
sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’i deliller ile isbat etmişsiniz ki;
küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilatlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona gir-
memek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay
ve zâhirdir ki, herkes ona girmeli idi.
2153- Elcevab: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’i ol-
makla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz
dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i
kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.
İkinci kısım ise; amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hüküm-
dür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır.
Bu ise, batılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi
ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki ka-
bul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir aA²C«< « •«f«Q²7«~ kai-
desiyle, ademin isbatı elbette kolay değildir.
İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilatlı gösterilen
küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik
olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’i isbat edildiği gibi, o kadar
dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre mikdar aklı bulunan
o yola talib olmaz.
2154- Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var
ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o
elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi. Çünki insaniyet itibariyle
hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla mevtini
bir idam-ı ebedî ve bir firak-ı lâyezalî ve zeval-i mevcudatı ve ahbabının ve-
fatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve müfarakat-ı ebediye suretinde gözü
önünde daima küfür vasıtasıyla gören insan, nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan
lezzet alabilir?
Elcevab: Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Surî bir
lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz.
Şöyle ki:
Deniliyor: Deve kuşuna demişler: “Kanatların var uç!” O da kanatlarını
kısıp, “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı
beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda
KÜ F R 1196
nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder.
O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle
olur. Madde ise, hem faniye, hem zaile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî
olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.
Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san’atları içinde
nasıl ki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi,
bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir
maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san’at,
bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle
antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski
hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla
teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse,
beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nâzik ve
nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki: İnsanı, bütün esmasının cilvesine mazhar
ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.
Eğer nur-u iman içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla
okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani “Sani-i Zülce-
lal’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi ma-
nalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Saniine intisabdan
ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o
san’at-ı Rabbaniyeye göre olur ve ayine-i Samedaniye itibariyledir. O halde
şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir
muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.
Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün
o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sani
unutulsa, Sania müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Adeta baş aşağı
düşer. O manidar âlî san’atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Baki
kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe ve-
rilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe
olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve
meyvesi ise; dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en
muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir.
Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, el-
mastan kömüre kalbeder.” (S.311)
KÜ F R 1198
2156- Hem küfür pekçok manevî hukuka tecavüzdür. “Meselâ, küfür bir
fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâina-
tın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini
tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazi-
fesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve
me’murîn-i İlahiyedirler. Küfr ise; onları ayinedarlık ve vazifedarlık ve mani-
darlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve
zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-i faniyeye ve
ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi... bütün kâi-
natta ve mevcudatın ayinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen
esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i
kudsiyye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilan eden bir kaside-i manzume-i
hikmet ve bir şecere-i bakiyenin cihazatını cami çekirdek-misal bir mucize-i
kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk
eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i
arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fani-i zailden daha zelil, daha zaif, daha âciz,
daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir adi
levha derekesine indirir.” (S.320) (Kâfir-i mutlak affa lâyık değil, bak: 127.p.)
2157- Halbuki “ sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesim ve cismanî bir melaike
hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her ba-
şında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağızda o fer-
din cihazat ve ecza ve aza hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Saniini
takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi
bir acaib’ül-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzille-
rine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına a’mal-i
beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i be-
kada hususan Cennet-i âla’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî
manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir
fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti, hayatdar ve cismanî melai-
keyi; camid, ruhsuz, fani, vazifesiz, hâlik, manasız hâdisatın herc ü merci al-
tında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir peri-
şan mecmua-yı vahiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar
fabrikayı; mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz
tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum
zişuurun matemhanesi ve bütün zihayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine
çevirir.
KÜ F R 1199
İşte (31:13) °v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne ka-
dar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem’de hadsiz azaba
müstehak eder.” (Ş.13)
2158- Evet kâfir “su-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve
dalalet divaneliğiyle Sani-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve
tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelen-
diren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba
geçmelerini, adem ile idam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve fi-
rak-ı ebedî vaveylası olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubat-ı
Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur
ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı ta-
savvur ettiğinden ve eceli, hakiki ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün
ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı
elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem
mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden; merhamete ve şefkate lâyık
olmadığı gibi şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâ-
yık değildir.” (S.633)
2159- “Sual: Bir kâfirin ma’siyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı
işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye
uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlahiye
müsaade etmez..?
Cevab: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde,
kısa bir zamanda irtikâb edilen o ma’siyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir
cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
2160- Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak
olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesiz-
dir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan
kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası,
adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kâfirin ma’siyeti; mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı
mütenahi olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı
mütenahi bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi ni’metlere küfran olduğundan, gayr-ı
mütenahi bir cinayettir.
KÜ F R 1200
2168- Bir insanda imanın tahakkuku için “mücerred yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « kâfi
midir? Yani, ¬yÅV7~ÄY,®‡ °fÅW«E8 demezse, ehl-i necat olabilir mi? diye diğer bir
maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz
ki:
KÜ F R 1203
nız yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fakat Peygamberi
işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz.
Onun hakkında, yalnız yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « kelâmı sebeb-i necat olan tevhidi ifade
edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul de-
ğil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın me-
dar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalatü
Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar ola-
maz ve Allah’ı tanımaz.” (M.335)
Birkaç atıf notu:
-İslâm ve imanın farkı, bak: 1741.p.
KÜ F R 1204
2175- KÜSUF ¿YK6 : Güneş tutulması. Ay’ın, dünya ile güneş ara-
sına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. *Mc: Birisinin felaketli halinde
çok teessür göstermesi hali.
“Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki iba-
det-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin
nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak
ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne
kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) ay ve güneşin hu-
suf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk
dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin ta-
sallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini an-
lar, dua ile niyaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok
edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa denilmiyecek ki: “Dua kabul ol-
madı”. Belki denilecek ki: “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak,
fazl ve keremiyle belayı ref’etse nurun alâ nur... o vakit dua vakti biter, kaza
olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir.” (S.317)
2176- Küsuf ve husuf namazları hadislerde bildirilmiştir. Ezcümle:
S.B.M. ci.l. hadis 76 ve ci: 2 hadis 417 ve ci: 3 hadis 554’de tafsilat vardır.
2177- Küsuf ve husuf namazlarının kılınma şekli ise şöyledir:
“Küsuf namazı: Güneş tutulduğu zaman cuma namazını kıldıran imam,
ezansız ve ikametsiz olarak en az iki rek’at namaz kıldırır ve her rek’atta
fazla miktar ve İmam-ı A’zam’a göre gizlice, İmameyne göre de cehren
kıraatta bulunur. Meselâ, her rek’atinde bir kere rüku’ iki defa secde eder;
namazdan sonra da güneş açılıncaya kadar kıbleye doğru ayakta ve nâsa karşı
oturarak dua eder. Cemaat da “âmin” der. Böyle bir imam bulunmazsa nâs,
bu namazı kendi hanelerinde tek başlarına kılarlar. Küsuf namazını büyük
bir camide kılmak, mescidlerde kılmaktan efdaldir. Sahrada da kılınabilir.
2178- Küsuf namazlarında İmam-ı A’zam, İman-ı Malik ile İmam-ı
Ahmed’e göre hutbe irad edilmez. Çünki Resul-i Ekrem Efendimiz, küsuf
hâdisesinden dolayı namaz kılınmasını, dua edilmesini, sadaka verilmesini
tavsiye buyurmuş, hutbe okunmasını emretmemiştir. İmam-ı Şafiî ile İbn-i
Hacer’e ve bir kısım muhaddislere göre ise, namazdan sonra hutbe okun-
ması müstehabdır.
Husuf namazı: Ay tutulduğu zaman müslümanların hanelerinde teker
KÜTÜB-Ü MÜNZELE 1208
teker bir halde küsuf namazı suretinde cehren veya hafiyyen kıraatla iki veya
dört rek’at namaz kılmaları mendub, müstahsen bulunmuştur. Bu namazın
camide cemaatla kılınması, İmam-ı A’zam’a göre mesnun değil, fakat caizdir.
İmam-ı Şafiî ile İmam-ı Ahmet vesair bazı ehl-i hadis de cemaatla kılın-
masına kail olmuşlardır. İmam-ı Malik’e göre ise cemaatla kılınamaz. Nâsın
geceleyin her taraftan toplanıp bunu cemaatla kılmaları güçtür.” (B.İ.İ.275)
L
LAEDRİYE y<‡…¶~ : (Bak: Sofizm)
laicisme = laisizm yani laikleştirme akımı ve laicite = laisite yani laiklik, laik
olma vasfı; Os. Laik = lâdinî ve laiklik = lâdiniye) Umumi manada ve ilmî
bir ifade olarak laik: “Dine istinad etmeyen, ruhani olmayan kimse. Dinî
olmayan şey, dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensib.
Laiklik ise: Devleti, dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel
esas ve kanunların menşeini ve teşri’de (kanun yapmakta) hareket noktasını
ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevî
menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden, diğer bir tabirle, İlahî kanunu
terkeden, beşerî nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem manalarına gelir.”
(O.A.L.) (Bak: Cumhuriyet, Demokrasi, Devlet, Hadd, Hukuk, Şeri’at, Teşri’, Ulu-l
Emr)
2183- Laik kelimesinin aslı, Latince “laıcus” (laikus) kelimesi olup “ra-
hiplerin dışında kalan halktan kimseler manasında kullanılıyordu. Bu terim
Batı’da siyasî ve hukukî bir prensip olarak kullanılmadan önce kiliseye, ruh-
banlığa, dine ait olmayan kişi ve eşya için kullanılmıştır. Meselâ “laik kişi”,
din adamı sınıfından olmayan; “laik elbise”, ruhban sınıfına veya dinî tören-
lere mahsus olmayan elbise demektir. Bu terimin kullanma sahası zamanla
genişleyerek, düşünce ve sanat hakkında da din dışı olma vasfını ifade için
başvurulan bir terim olmuştur. Laik müzik: Kilise müziği dışında kalan mü-
zik; laik resim, laik mimari, laik şiir, daha umumi bir tabirle laik sanat: dinî
gaye, dinî kayıt ve endişe taşımadan icra edilen sanat gibi...
2184- Laikliğin çeşitli tarifleri vardır. Siyasî tarifiyle laiklik; demokrasinin
temel esaslarına yani hür seçim, kanun hâkimiyeti, din ve vicdan hürriyeti,
söz hürriyeti gibi demokraside değişmeyen prensiplere aykırı olmamak şar-
tıyla devletin, her türlü düşünce ve inanışlara bağlı olan ferd ve cemaatlere
karşı tarafsız kalmasıdır. Diğer bir ifade ile lâiklik, dine ve dindarlara, dinsiz-
liğe ve dinsizlere dokunmaz ve dokundurmaz ve tarafsız bir devlet idare
L A İ KL İ K 1211
“(13:37) ¬v²V¬Q²7~ «w¬8 «¾«š_«% _«8 «f²Q«" ²vZ«=~«Y²;«~ «a²Q«AÅ#~ ²w\¬ «7 «— “Sana gelen ilim-
den sonra onların hevalarına ittiba edecek olursan” yani, Kur’anın ba’zı ah-
kâmını inkâr eden hiziblerin inkârları, hevadır. Onlar hakkında hükmünden
hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzusuna uyarlar, kendi hevaları
hâkim olsun isterler.” (E.T.2997)
(28:50) v² ; «š~«Y²;«~ «–YQ¬AÅB«< _«WÅ9«~ ²v«V²2_«4 “Artık bil ki sırf hevalarına tabi’ olu-
yorlardır.” ¬yVÅ 7~ «w¬8 >®f; ¬h²[«R¬" y<«Y«; «p«AÅ#~ ¬wÅW¬8 Çu«/«~ ²w«8«— “Halbuki Allah’tan hiç
bir delil olmaksızın mücerred hevasına tabi olandan daha sapkın, daha şaşkın
kim olabilir.” (E.T.3743)
“Onun için o şeriata ittiba et, kendini ona uydur da, (45:18)
tını feda ettiği mukaddesatı ve dinde emredildiği şekliyle ifası gereken dinî
tebliğ ve telkini, kanunî müeyyidelerle yasaklamayı, sanki bizzat bu Müslü-
man Türk Milleti istemiş gibi bir eda ile ortaya çıkışlarıdır. Cemiyette ekseri-
yeti teşkil eden avam sınıfı eğer mezkûr hukukî ve ilmî meseleleri ve ince-
liklerini bilecek kültüre sahib olsaydı, herhalde hürriyet rejimi ismi altında
zümre hâkimiyetlerine gidilemezdi. Bediüzzaman Hazretleri, asrımızdaki si-
yasî, ideolojik ve mutezad çok cereyanların propaganda ve telkinleri içinde,
doğru olanı görebilmek ve aldatılmamak için avamın da ehl-i tahkik ve mü-
teyakkız olmasının lüzumunu belirtmiş; tahkikîn iman ve ilmî dersleriyle bu
faaliyeti yürütmüş ve halen de geniş bir sahada devam etmektedir.
Daima tahkik mesleğini ders verip ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri,
nimmanzum bir eserinde, halkı aldatmak isteyenlerin hakikatları nasıl tersine
çevirdiklerini şöyle ifade eder:
“Bazan zıd zıddını tazammun eder.
Zaman olur zıd zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mananın zıddı-
dır. Adalet külahını (*)
zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve
hem gazaya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî
hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isim-
lerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî.” (S.707)
Yine Bediüzzaman’ın, İkinci Meşrutiyet’in ilânı akabinde Şark aşiretlerini
gezerek, hak ve hakikatın ölçüsü ile hareket etmelerine dair yaptığı ikazların-
dan bir kısım:
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür.
Yahut batılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz
mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta be-
nim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etme-
yiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise
her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim
sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde
saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız,
bana reddediniz gönderiniz.” (Mün.9)
Yine mevzumuz olan, laikliğin tarihî merhalelerine devam ediyoruz.
* Belkıs’ın hâkimiyet ve saltanatının yukarıda işaret edilen beş prensibi tahtında beş ayağına
imâ ve teşbih olabilir.
L A İ KL İ K 1221
hakka davet ve hakikati tebliği ile dinen tavzif edilmişlerdir. Hz. Süleyman
aleyhisselam da bu vazifeyi ifâ etmek üzere Belkıs’a tebliğatta bulunmuştur.
Yani beşerî sistemin ilahî sisteme bağlı kalması gereğini bildirmiştir. Hak
dine tabi olmayan sistemin, -hilkate ve ilahî iradeye aykırı olmasından- Al-
lah’ın kanununa teslim olmasını taleb etmiştir. Belkıs da hakkı görüp hak
yola uymuş ve kendi beşerî ve bir derece demokratik olan sistemini teslim
ederek zaaf, kusur ve zulüm unsurlarından temizleme imkanı bulmuştur.
Netice: Pek manidar olan mezkur kıssa-i Kur’aniyeden anlaşılıyor ki hak
dine dayanmayan hiçbir beşerî sistem insan nazarında mükemmel görünse
de Allah’ın nizamına teslim olmadıkça yani Allah’ın hakimiyetine tebaiyyet
etmedikçe, makbuliyet kazanamaz. Zira, Allah’a teslimiyet ve tebaiyet, gaye-i
fıtrattır. Muhalefet edenler ebedî hüsranda kalırlar.
Dünyaya imtihan için gönderilen insan, ferdî ve içtimaî bütün hareket ve
düşüncelerinin canlı ve ebedî filimleri alınıp muhasebesi için ebedi aleme
gönderilir. Bu ferdî ve içtimai düşünce ve hareketlerinin Allah’ın hükmettiği
kısımlarından muhasebeye çekilecektir. Laik anlayış, bu İlahî hikmetleri na-
zara almadığından, en ileri derecedeki ilahî gayeye ters düşmektedir.
2196- Dinde hükmü bulunan veya dinin teşri’ sahasına giren hususlarda,
(Bak: Teşri’) bilerek ve bil’ihtiyar gayr-ı dinî ve beşerî anlayışlara dayanan hü-
kümlerin konulmasını Kur’an kabul etmez ve Allah’a isyan ve hakiki inkâr
olarak tavsir eder. Buna dair (Kur’an 5:44, 45, 47) ve (42:13) âyetleri örnek
verilebilir. Bu âyetlerin ifade şekli, bütün dinî ahkâm ve hukuku içine alır ve
ahkâm-ı Kur’aniyenin ilga edilemiyeceğini ve devamlılığını beyan eder. Bu
âyetlerin tefsirlerinde büyük müfessirler ve imanlar geniş malumat vermiş-
lerdir.
Bir atıf notu:
-Ahkâm’ın şer’iyede naklî delile dayanmanın bir hikmeti, bak: 2775.p.
Bir kısım âyetler de muayyen sahalardaki hukuka taalluk eder ve
“hududullah” tabir edilen bu hükümleri kabul etmeyenleri, zâlim, ebedî ce-
hennemlik ve kâfir olarak tavsif eder. Meselâ: Aile hukukuna ait (2:229)
(65:1) ve miras hukukuna ait (4:12, 13, 14) âyetleri örnek gösterilebilir.
Hem Kur’an ahkâmını tek merci tanımak gerektiği: (4:59-61); hükm-ü
İlahîye karşı muhayyerlik olmadığı: (33:36) âyetleri gibi muhtelif makamlarda
gelen âyât-ı Kur’aniye, hükm-ü İlahînin hükümranlığını bildirir.
LATİF 1222
2198- LATİFE yS[O7 : Hoş söz. Şaka. Mizah. *Söz ile iltifat. *İnsanın
çok ince ve hassas olup kalbe veya ruha bağlı duygusu. (Bak: Havass, Hiss-i
Kabl-el Vuku, Letaif-i Aşere, Mizah)
LAZA 1223
Atıf notları:
-Ruhun dört havassı var, bak: 3965.p.
-Hisler iki kısma ayrılır, bak: 1343.p.
-Gayr-ı meş’ur pek çok hisler var, bak: 1344/2.p.
“Yanında, nezdinde” gibi manaya gelir. (Bak: 2202.p.) Hel-i istifhamiye ma-
nasına geldiği de vaki’dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir.
Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdi ki: Ledün kelimesi zaman ve me-
kânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan
“mim” kelimesine mukarin olur. “Leda” kelimesinde ise, ibtida manası lâzım
değildir. Ve “inde” kelimesinin “min” yerinde tasarrufu daha umumidir.
“Ledün” kelimesi mâba’dını izafetle cerr eder.” (Lügat-ı Remzi)
2201- LEDÜNN ±–f7 : (İlm-i Ledünn) Bir ilim ismidir. Ona vâkıf olan,
mestûrat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi esrar-ı
İlahiyeye de ıttıla’ kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı, Fahr-i Kâinat
Aleyhi Ekmelüttahiyyat Vessalavat Efendimiz Hz.leridir. Bu ilmin ehli ise,
Enbiya-i İzam (A.S.) ve Ehlullah-i Kiram Efendilerimizdir.
Bir atıf notu:
-Hikmet-i İlahiyeden olan bâtın ilmi, bak: 1590.p.
2202- “Ledünn, “inde” gibi bir zarftır. _Å9f«7 ²w¬8 lisanımızda nezdimizden
veya tarafımızdan demek gibidir.. Şüphe yok ki bütün enbiyanın ilmi, taraf-ı
İlahîden vahy ü ta’lim olmak i’tibariyle ledünnîdir. Fakat burada şayan-ı dik-
kattir ki: (18:65) _®W²V¬2 _È9f«7 ²w¬8 ˜_«X²WÅV«2—« kaydıyla Hızır’a ta’lim edilmiş olan
ilim Hz. Musa’nınkinden bambaşka bir ilim, yani ulum-i ledünniyeden bir
LETAİF-İ AŞERE 1224
ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder ve kü-
çük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmam eder. Aynen öyle de:
Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük levh-i mahfuz mana-
sında; hem büyük levh-i mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük kü-
çük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyve-
leri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrayı, bir def-
ter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u azamı ihsas eder, iş’ar eder ve isbat eder,
belki keskin akıllara gösterir.” (S.53) (Bak: Hafiziyet, Kitab-ı Mübin)
2206- Kur’anda Levh-i Mahfuz ifadesi geçtiği gibi, ona telmih eden ifa-
deler de vardır.Ezcümle bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(85:21) °f[¬D«8 °–´~²h5 Yüksek, şanlı bir Kur’andır. ¯ YS²E8« ¯ƒ²Y«7 |¬4
(85:22) bir “Levh-i Mahfuz”dadır. Allah’ın hıfzıyla tahriften, yanlışlıktan
masun bir levhde sabit ve mahfuzdur. Bu levh, lisan-ı şer’îde meşhur olan
Levh-i Mahfuz’dur ki, Sure-i Yasin’de ¯w[¬A8 ¯•_«8¬~ |¬4 ˜_«X²[«M²&«~ ¯š²|-« Åu6«—
(36:12) buyurulduğu üzere, bütün eşyanın yazıldığı sahife-i vücuddur. Onun
da aslı, ümm-ül kitab olan ilmullahdır.” (E.T.5696)
Diğer bir âyet de şöyledir: “(13:39) a¬A²C<—« š_«L«< _«8 ¬yÁV7~ ~YE²W«< Allah
dilediğini mahv ü isbat eyler.
Gerek tekvinde ve gerek teşri’de dilediğini mahveder. Vücuddan siler,
hükümden iskat, eserini izale eyler. Dilediğini de onun yerine veya re’sen sa-
bit kılar. Evvela tekvin hususunda görülüyor ki, Allahu Teala âlemde birta-
kım şeyleri ifna ve izale ederken diğer bir takım şeyleri de durduruyor veya
yeniden vücuda getiriyor. Allah böyle dilediğini mahv, dilediğini isbat eyler.
(13:39) ¬ _«B¬U²7~ Ç•~ ˜«f²X¬2—« ve ümm-ül kitab ancak onun indindedir. Bütün
kitabların mebdei, asl ü esası olan, hiçbir vechile değişmeyen, mahv ü isbatı
mümkün olmayan lâyetegayyer, ana kitab, daha doğrusu kitab anası, düstur-u
a’lâ, kütük ancak Allah’ın indindedir ki, o Levh-i Mahfuz veya ilm-i ezelî-i
İlahîdir. Değişecek, değişmeyecek, giden, kalan herşey onda yazılıdır. Hepsi
malumdur. Onun için fer’î olan diğer kitablarda cereyan eden nesihden,
mahv ü isbattan Allah Teala’ya bedâ lâzım gelmez. Ve yine onun içindir ki,
tekvin ve teşri’de mahv ü isbat cereyan ettiği halde ümm-ül kitaba nazaran
L E Y L E - İ KA D R 1226
°w¬¶<_«6 «Y; _«W¬" v«V«T²7~ År«% (198) dir. Herşey yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur.
en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur’an âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye
başladığı gece. (Bak: Şuhur-u Selase)
Atıf notu:
-Kur’anın Leyle-i Kadir’de inzali, bak: 2135.p.
“Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir.
Çünki visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez. Maahaza o
lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin
ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez.
Ancak o lezzetler ve o nefis şeyler, ibret ve şükre sevk içindir. Çünki onlar;
Cenab-ı Hakk’ın ehl-i iman için Cennetlerde İhzar ettiği hakiki nimetlere
nümunelerdir.” (M.N.44)
2210- “Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Ayâ, zannediyor
musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muha-
faza-i nefs etmek, ayıb olmasın batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır?
Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik
letaif ve manevîyat ve şu hassas aza ve âlat ve şu muntazam cevarih ve ciha-
zat ve şu müteccessis havas ve hissiyatın gaye-i yeganesi; şu hayat-ı faniyede,
nefs-i rezilenin, hevasat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır?
Haşa ve kella!” (S.128)
2211- “Ey zevk ve lezzete mübtela insan! Ben yetmişbeş yaşımda binler
tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakiki zevk
ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve
iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler
var. Bir üzüm tanesini yedirir on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”
(S.150)
“Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandı-
rınız ve feraizle zinnetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
(S.146)
“Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise
kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete
tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen binsaat hapis
elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes’elesinde; binler
gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti
mahvolur. Bunlara kıyasen biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı ha-
yatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.” (S.148)
“Hem zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Evet
herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse; teessüf ve tahassür elem-i
manevîsini hissedip “Eyvah” der ve geçmiş musibetli, elemli günlerini ta-
hattur etse; zevalinden bir manevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillah şükür, o
belâ sevabını bıraktı gitti” der. Ferah ile teneffüs eder. Demek bir saat
LİBAS 1228
muvakkat elem, ruhta bir manevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem
bırakır.” (S.150) (Lezzetin zevali elemdir, bak: 533.p.)
2212- “İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine,
mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen
zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. Hem insan, zihayatın en mükemmeli,
en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zihayatların sultanı hükmünde iken,
geçmiş lezzetler ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten
en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek
insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür ge-
çirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, bu-
rada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.
Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (L.206) O halde ömür sermayesi,
vazife-i asliyede sarfedilmelidir.
2213- Lezzet kelimesi Kur’anda (37:46) (43:71) (47:15) âyetlerinde Cen-
net’teki lezzetleri ifade makamında geçmektedir.
Atıf notları:
-İlahî lezzet-i mukaddese, bak: 884.p.
-Nisbîliğe dayanmayan hakiki lezzetler, bak: 1437.p.
-Şerlerden lezzet alan fâsıklar, bak: 3537.p.
-Lezzet, tagayyür-ü âlemin mayesidir, bak: 893.p.
-Lezzeti şükür için istemek caiz olur, bak: 39.p.
-Gaflet ve dalalet, lezzeti acılaştırıyor, bak: 1255, 3311.p.lar
-Lezzetlere mana-yı harfi ile bakılmalı, bak: 2241.p.
-Fâtır-ı Hakîm Kitab-ı Mübin’in düsturlarını güzel bir surette ve has bir lezzette
icmal edip derceder, bak: 1348.p.
-Cennet’te lezaiz-i cisminayenin bulunduğu, bak: 540, 1219.p.lar
2214- LİBAS ‰_A7 : Giyilecek şey. Elbise. *Karı ve koca. *Mc: İctima’.
*Şübhe kabul eden söz. (Bak: Tesettür)
Atıf notları:
-Âyette geçen takva libasının izahı, bak: 1712.p.
LİHYE-İ ŞERİF 1229
2216- LİSAN –_K7 : Dil, konuşma dili. Lehçe. (Bak: Arabiyat, Dil,
Edebiyat, Elsine, Terceme)
Lisan, bir milletin düşünce, ilim, medeniyet ve fazilet gibi milli hususi-
yetlerini gösteren miyardır. Zira lisanın temeli olan kelimeler, kendilerine
izafe edilen mana ve mefhumları nakleder. Bu itibarla lisan, bir milletin ma-
nevî, fikrî ve medenî seviyesinin derecesini gösteren bir ölçüdür. Nitekim bir
LİSAN 1230
hadis kitabı olan Keşf-ül Hafa’da, 1943 numaralı hadis, “Kelâm, mütekelli-
min sıfatını gösterir” mealindedir. Kur’an (47:30) âyeti, Peygamber’e (A.S.M.)
hitabla, münafıkların tanınması makamında: “Sözün üslub ve edasından
onları muhakkak tanırsın” mealindeki beyanı, bu hakikata da işaret eder
Bediüzzaman Hazretleri bu hakikata işareten şöyle der: “Bir milletin mizacı
o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de hissiyatının
ma’kesidir.” (Mu.78)
Demek ki bir millet, bir cemiyet veya bir zümre, düşünüp hissedebildiği
mana ve mefhumları, kullandığı kelimelere yüklemektedir. Bu sebeble mad-
deci ve inkârcı ve manevîyatsız milletlerin ve cemiyetlerin lisanı, inkârcı an-
layışı; imanlı, manevîyatçı ve şahsiyetli milletin lisanı da, imanlı fazileti telkin
eder.
Manevî ve ilmî seviyesi yüksek olan bir millet, kullandığı lisanın kelime-
lerini değişitirmezse, millî kültür ve tarihî şahsiyetini devam ettirir. Aksi
halde, dilini basitleştiren veya yabancı dillere kapı açın milletler, tedricen cılız
ve basit dereceye düşer ve yabancı ideolojilerin ve milletlerin düşünce istila-
sına uğrar. Meselâ, Dil Kurum’nun sözlüğünde “Cin: Masallara ve boş-
inaçlara göre, göze görünmeyen, göründüğü vakit elle tutulmayan varlık”
diye karşılık veriliyor. Kahraman ve Müslüman Türk milletinin lügatlarında
meselâ Kamus-u Türkî’de “Cin: Taife-i beşerin gayrı olarak görünmez
ecsam-ı latifeden ibaret bir cins mahlukattır” şeklinde ifade edilir.
Dil Kurumu’nun tarifini kabul eden kimsenin imanı tehlikeye düşer.
Çünkü Kur’anda cinnin varlığı çok âyetlerde açıkça anlatılır. Kamus-u
Türkî’nin ifadesi ise dine uygundur. Bu hususta çok örnekler gösterilebilir.
İşte böylesine Müslüman Türk milletinin manevî mefhum ve değerleri,
dilcilik perdesi altında tahrif edilip müsbet mecrasından yabancı ve inkârcı
ideolojilerin lehine saptırılırsa, yetişen gençlik elbetteki milliyetine bağlı kal-
maz ve ecdadından miras kalan manevî değerlerini korumaz.
Milli ve tarihî şahsiyete sahib olan bir millet, günümüzün şartları içinde,
tedrisatında, matbuat ve radyo gibi neşir organlarında bilhassa lügat
kitablarında, millî kültürünü ve şahsiyetini idame eden lisanını bozmamalıdır
ki, millî değerler, düşünce ve hisler devam etsin.
Her lisan, zaman seyri içinde bazı yabancı veya yerli yeni kelimeleri içine
alır ve normal olarak o lisana mal olurlar. Yukarıda kullandığımız Fransızca
asıllı (normal) kelimesinin Türkçeye mal olması gibi.... Fakat zorlamalarla,
LİSAN 1231
kaide dışı uydurma kelimeler, lisan içine sokulursa, lisan da, ilim de, milletin
fazilet ve tarihî şahsiyeti de zedelenir.
2217- Lisanın tekâmülü: “Lisan, insan gibi çok devirleri yaşıyarak ve çok
tavır ve inkılabları geçirerek, çok asırlar terakki ederek, türlü türlü şekilleri,
intizamsızlıkları, perişaniyetleri gördükten sonra hal-i hazırdaki şekle girmiş-
tir. Eğer şimdi el’an zamanın seylinde çalkalanıp giden lisanın bakiye kalan
yıkıntıları, harabe ve enkazlarına bakıp (el’an) kelimesinin karnında birikeni
düşünebilsen, lisanın tarih-i hayatını ve neşv ü nemasının keyfiyetini görebi-
leceksin. Şöyle ki:
2218- Lisan, ilk saha-i vücuda çıktığı devirde, savtlar içerisinde görün-
mez, işitilmez bir takım oturtulmamış zaif harflerin tohumuna benzeyen ve
ekserisi tam fıtratı temsile delalet eden bir vaziyette idi. Sonra manaların bi-
raz toplanmasıyla heca vaziyetine terakki etti. Sonra fikirler, garazlar çoğala-
rak terkib başladı. (Lisanın o zamanlardaki örnekleri şimdi de şark memle-
ketlerinde vardır.)
Sonra maksadların kısımlarına göre tasrifi bir surete girdi. Sonra ince
ince hissiyat, latif latif nükteler ona devredilmesiyle nahvî bir şekil aldı, ki li-
sanın bu son vaziyetine en üstün hâkim Arab lisanıdır ki, muhtasarı ihtisar
eden hem mûcez, hem mutlak, hem kısa, hem uzun bir lisandır. Sonra bu li-
san dahi daimî şekilde mecazı hakikate kalbettiği için iştiraki tevlid etmiştir.
Sonra aralarındaki münasebeti unuttuğu ve sıfatın cümuda inkılab etmesi
hikmetiyle teradüfleri doğurmuştur. Ve daha buna göre kıyas et!
Demek elfaz ve manalar arasındaki tenasüb, kelimeler arasında vukua
gelen iştikak ve tenasülün neticesidir.” (M.Nu.640)
2219- Lisan hakkında âyetlerden birkaç not:
-Her Peygamber, kavminin lisanı ile geldi: (14:4) Ayrıca: (19:97) (26:194, 195)
(44:58) âyetleri de alâkalıdır.
-Harun (A.S.) lisan-ı fasih sahibi idi: (28:34)
-Lisanların çeşitliliği, âyâtullahtandır: (30:22)
Atıf notları:
-Âhirzaman fitnesinde lisanına sahib olmak, bak: 989.p.
-Kur’an lisanı hakkında âyette geçen “Lisanün Arabiyyün Mübin” tabiri, bak:
2683.p.
LİSAN-I HAL 1232
2220- LİSAN-I HAL Ä_& ¬–_K7 : Hal dili, Bir şeyin hal ve tavrıyla
mana ifade etmesi ve ondan ders ve ibret alınması. Allah’ın san’at eserleri
olan bütün varlıkların nizama, hikmet ve maslahatlarla tanzim ve techizleri
ve gösterdikleri hal ve etvarları onların lisan-ı halleridir ki, ehl-i tefekküre
Sani’lerini yadettiriyorlar. Öyle de herbir müslüman dahi ahlâk ve ameliyle
Din-i İslâm’ın kemalatını ef’aliyle ve yaşayarak göstermelidir. En kuvvetli
tebliğ ve ders, fiilîdir, lisan-ı haldir ve a’mal-i salihadır. (Bak: A’mal-i Saliha)
Evet “lisanın, Kur’anın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ah-
lâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı halin ile de Kur’anı oku. O zaman
sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!”
(T.H.157)
“Hazmolmayan ilim, telkin edilmemeli:
Hakiki mürşid-i âlim; koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-âlaud kayyını.” (S.706) (Bak: Ahlâk, Şahsiyet)
Atıf notları:
-Ahlâk-ı İslâmiyeyi ef’al ile izhar etmek, bak: 1708.p.
-Hakaik-i Kur’aniyenin boğazdan aşağıya geçmiyeceği rivayeti, bak: 3969/1.p.
2222- Bir âyette şöyle buyurulur: “(31:12) «}«W²U¬E²7~ «w«W²T7 _«X²[«#³~ ²f«T«7«— “Şa-
nım hakkı için Lokman’a hikmet verdik.” Lokman Hakîm’in kim olduğu
hakkındaki rivayetlerin hülasası Ebussuud’un nakline göre şudur: Lokman
İbn-i Baura ki, Azer evladından olup Eyyüb (A.S.) ın hemşire veya teyzeza-
desi imiş. Uzun müddet yaşamış, Davud Aleyhisselâm’a yetişmiş ve ondan
ilim ahzetmiş ve onun ba’sından evvel ifta da edermiş, ilh... Sahib-i san’at
imiş, Benî İsrail’de kadılık ettiği de söylenmiş. Bazıların bunun bir nebi ol-
LUT (A.S.) 1233
duğuna da kail olmuşlar ise de cumhurun kavlince nebi değil bir hakîm idi.
İbn-i Rüşd’ün Tehafüt’ünde dediği gibi, her nebi hakîm ise de, her hakîm
nebi değildir.” (E.T.3842)
Atıf notu:
-Hz. Lokman’ın oğluna nasihatleri, bak: 3760/8-11.p.lar.
2223- LUT (A.S.) Y7 : Hz. İbrahim’in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.),
onunla beraber Babil diyarından Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine
Peygamber oldu. Bu nahiyenin ahalisi ehl-i küfür ve fücur idi. Yolsuz gider-
lerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yaparlardı. Hz. Lut, onları doğru
yola davet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı
Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne ge-
tirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lut (A.S.), ehl-i beytiyle geceleyin içlerin-
den çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya’dan)
2224- Lut Aleyhisselâm hakkında âyetlerden bir kaç not:
-Lut (A.S.) kıssası: (7:80 ilâ 84)
-Lut kavmine azab me’muru olan meleklerle İbrahim (A.S.) arasında cereyan eden
muhavere ve Lut kıssası ve kavmine azabın gelmesi: (11:70 ilâ 83, 89) (15:52 ilâ
77) (26:160 ilâ 174) (27:54 ilâ 58) (29:28 ilâ 35) (37:133 ilâ 138) (54:33 ilâ
39)
-Lut (A.S.) ın İbrahim’e (A.S.) iman etmesi: (29:26)
-Lut kavmi hizbi: (38:13)
-Lut (A.S.)ın ailesi kâfirlere bir misal ve ibrettir: (66:10)
-Lut ismi: (6:86) (21:71,74) (22:43) (50:13) âyetlerinde de geçer.
Lutiliği takbih eden rivayetler de vardır. Ezcümle, İbn-i Hanbel (l/217)
(2/182,210) ve Ebu Davud, hudud/28 ve R.E. 3003/11. (Bak: 4104.p.sonu)
M
2225- MAARİF ¿‡_Q8 : İrfan masdarından marifetin cem’idir. Gü-
Kürdçe demiştir ki: ²t«V«8 ²w¬9~«—¬ ²–¬‡_«Zå¬ ²h¬._«X«2 Halbuki: Bu söz ile hükema-
nın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red
yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anasırdan mahluk ecsam-ı nurani-
yedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anasır dört oldukları İslâmiyet’tendir.
Acaba... Dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve
müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye
taallukları olmayan belki zâhir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet
dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le
imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anasırından olduğunu kabul etmek
unsur-u İslâmiyet’in hasiyetini bilmemek demektir. Zira kitab ve sünnet ve
icma’ ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid
etmez.
Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyyet, felsefenin bataklığındandır;
şeriatın maden-i safisinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin li-
sanlarına girdiğinden bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef, “dörttür” de-
diklerinden murad, zâhiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teş-
kil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon... yine dört-
tür.” (Mu.72) (Bak: 2326.p.)
Sual: “(17:79) ~®…YW²E«8 _®8_«T«8 «tÇ"«‡ «t«C«Q²A«< ²–«~ |«K«2 Cenab-ı Hak va’det-
tiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervi duada:
MANA-YI HARFÎ 1241
y«#²f«2«— >¬gÅ7~ ~®…YW²E«8 _®8_«T«8 y²C«Q²"~«— (199) deniliyor; bütün ümmet o va’di ifa
etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Cevab: Bu kadar tekrar ile kat’i verilecek olan bir şeyin vermesini isteme-
sinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey meselâ, Makam-ı Mahmud bir uçtur.
Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden
bir hakikat-ı azamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir
meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise; dolayısıyla o ha-
kikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şeçere-i
hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bekanın gelmesini ve tahakkukunu ve kâi-
natın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dar-ı saade-
tin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dar-ı saadetin ve Cennet’in en mü-
him bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavat-ı insaniyeye
kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad
için, bu hadsiz dualar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü
Vesselâm’a “Makam-ı Mahmud” verilmesi, umum ümmete şefaat-ı
kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetin saadetiyle alâkadardır. Onun için
hadsiz salavat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmet-
tir.” (Ş.96) Makam-ı Mahmud, S.B.M. 1712. hadiste de geçer. (Bak: Şefaat)
Yani y¬ ¬K²S«9 |¬4 |«X²Q«8 |«V«2 ÅÄ«… olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve
âyine ise ¬˜h ¬ ²[«3 |¬4 |«X²Q«8 |«V«2 ÅÄ«… olan harfin tarifine mâsadak olur. Kâinat
nazar-ı Kur’anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının
manasını ifade ediyorlar. Yani; esmasını, sıfatını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe
ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. Her ne ise...”
(B.348)
2239- Bu tabirler, daha çok marifetullah ve iman ilminde kullanılır.
Mana-yı harfî, Kur’anın ısrarla teşvik ettiği tefekkür ve şükür mesleğinde te-
rakki yolu; mana-yı ismî ise, Kur’anın şiddetle reddettiği esbab ve tabiat-
perestlik ile küfran yoludur.
2240- Evet “Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle
ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına
bakmak hatadır.
Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de
halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya
şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir
perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, ni’mete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata
bakıldığı zaman Sani’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve
fikre gelmelidir. (M.N.51)
2241- Ve keza” Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev.
Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir”
deme. Ve kalbin batınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme.
Çünki batın-ı kalb, ayine-i Samed’dir ve O’na mahsustur.” (S.640)
MANTIK 1243
“Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki
muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir. Ve el-
maya mahsus ve elma kadar lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil.
Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı se-
ver ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki: Padişah o nefisperverane olan
muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir.
Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider; bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir.
Güya o elma, iltifat-ı şahanenin nümunesi ve mücessemidir diye başına ko-
yan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede
öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir.İşte şu lezzet ayn-ı şük-
randır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün ni’metlere ve meyvelere, zatları için muhabbet
edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanî-
dir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın iltifatat-ı rah-
meti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i
lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevî
bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.” (S.641)
Atıf notları:
-Kâinata mana-yı harfiyle bakmak, bak: 1309.p.
-Mahlukat mana-yı ismiyle bakılınca hiçtir, bak: 1128.p.
içindir? diye «v¬7 ile soruyor. O zaman hikmet, kâinat lisanıyla ve hikmetin
mukaddemesi olan mantık ile, birinci suali tariflerle, ikinci suali de delil ve
bürhanlarla cevablandırır.” (M.Nu.642)
“Vakta ki, inayet-i İlahiye, insanın terakkisini ve mücahede ile istikmalini
ve hadd-i kemale erişmesini iktiza etti. Şüphesiz ki insanın seciye ve seviye-
sine vaz’iyyet etmemiş, meyil ve arzularını da kayd altına almamış, ahlâkına
sed çekmemiştir. Belki istediği tarafa gitmesi için serbest bırakmıştır. Bunun
MANZUME 1246
içindir ki beşere yakınlık uzaklıkça, sıhhat ve fesatça mütefavit pek çok yollar
açılmıştır. Buna binaen seciyeleri güzel ukûl-ü selîme sahipleri, hakka doğru
yürüdükleri zaman, mesleklerini aşağı tabakalara da ta’mim etmek için, bâtıl
ve dalalete düşmemek için şartlar adıyla bazı alâmat-ı ihtiraz koymuşlardır.
İşte buna binaendir ki; mantık, kuvve-i fikriye ve akliyeyi doğru yollara
sevketmek için bazı şartlar vaz’etmiştirki, o şartların vücuduyla sıhhate, fık-
danı ile de fesada delalet eder.” (M.Nu.643)
2248- “İnsanın fikrinin gayesi ve son mertebesi, nefs-i natıkanın kâinata
manevî bir harita olmaktan ibarettir. Bu ise kâinatın hakikatları nefs-i natı-
kada irtisam etmek ve pek çok hakaik-i nisbiyeyi bir mukayese ile bilmekle
hasıl olur. Bu hakikatlar ise kaziyelerdir. Bu kaziyeler de delillerden hasıl olan
neticelerdir. Onlar da delillerle eczası teşekkül eder. O ecza da mevzu ve
mahmullerden ibarettir. Mevzu ve mahmullerden maksad da tasavvurlarıdır.
Tasavvurları ise, tarifler ile hasıl olur. Tarifleri de eczasından hasıl olur. Ec-
zaları ise külliyat-ı hamsedir.
Hülasa; külliyat-ı hamse tariflere mebadidir, tarifler de kaziyelere
mebadidir, kaziyeler de delillere mebadidir, deliller de meçhul hakikatlara
mebadidir.” (M.Nu.644) (Mantık denilen intikal, bak: 185/1.p.)
2249- MARİFET }4hQ8 : Bilme, tanıma, bir şeyi cüz’î vecihle bilmek.
“(51:56) «–—fA²Q«[¬7 Å ¬~ «j²9¬ ²~«— Åw¬D7~ a²T«V«' _«8—« Bu âyet-i uzmanın sır-
içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin
nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, on-
suz olamaz.
Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, es-
rara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen,
nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.
Evet şu perişan dünyada, avare nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sa-
hipsiz, hâmisiz bir surette, âciz miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da
olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada;
insan sahibini tanımazsa, malikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerden oldu-
ğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine il-
tica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha dö-
ner ve bir ticaretgâh olur.” (M.222)
Keza” Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri, Hâlikımızı, Malikimizi
ve mevlamızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennem’dir. Evet
öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek,
marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra,
dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.”
(M.N.104)
2251- “Marifet-i Sani’ denilen kemalat arşına uzanan mi’racların usûlü
dörttür.
Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin
minhacıdır.
İkincisi: İmkân ve hudusa mebni mütekellimîn tarikıdır.
Bu iki asıl, çendan Kur’andan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka
surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş, evhamdan masun kalma-
mışlar.
Üçüncüsü: Şübehat-alud hükema mesleğidir.
Dördüncüsü en birincisi: Belagat-ı Kur’aniyenin ulvi mertebesini ilan
etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası
ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’anîdir.
Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı
fikrî.” (M.N.252)
2252- İlm-i Kelâm, tasavvuf ve cadde-i kübra diye tabir edilen üç mesle-
MARİFETULLAH 1249
yine huzur-u daimîyi kazanmak için «Y; Å ¬~ «…YZ²L«8 « deyip, kâinatı nisyan-ı
mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakîm’den alınan
marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem
eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp,
Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’di-i
Şirazî’nin dediği gibi: ²‡_«6 ¬…²h«6 ¬a«4¬h²Q«8 ²a²K<¬h«B²4«… |¬5«‡—« ²h«; ²‡_«[²L; ¬h«P«9 ²‡«…
Herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.
2253- Bazı Sözlerde ülema-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan
minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki: Meselâ:
Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar al-
tında kazar, su getirir. Bir kısmı da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci
kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. fakat her yerde kuyuları kazıp su
MA’RUF 1250
çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen
öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin
muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat edi-
yorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi
ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir ayeti, birer asa-yı Musa gibi,
nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor. °f¬&~«— yÅ9«~|«V«2 ÇÄf«# °}«<³~ y«7 ¯š²|-« ¬±u6 |¬4—« düstu-
runu, her şeye okutturuyor.
Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki:
Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkı-
sam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine
girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza... letaif, kendine
göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte
Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Razi’ye bu noktayı ihtar ediyor.” (M.330)
(Bak: Velayet-i Kübra)
Atıf notları:
-Ma’rifetullahın şahidleri ve bürhanları üç çeşittir, bak: 665.p.
-Zihnin vazifesi marifetullahtır, bak: 3965.p.
ırk farkı olmamalıdır, fakat din farkı gözetmeden kâfir ve mü’minleri birbi-
rini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık kâfirleri sev-
meye davet etmek, müslümanı sinsice dalalete atmak ve dalaletle hidayeti,
imanla küfrü müsavi görmek ve göstermek demektir. Halbuki Kur’anın
müteaddid âyetlerinde mü’minler kâfire muhabbetten şiddetle menedilmiş-
lerdir. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur:
“(60:1) «š_«[¬7²—«~ ²v6Å—f«2—« >¬±—f«2~—g¬FÅB«# « ~YX8« ³~ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~ _«< “Ey o bütün
iman edenler! Adüvvümü ve adüvvünüzü dostlar yerine tutmayın.” Allah
düşmanı, Allah’a adavet eden, Allah dinini, Allah hukukunu tanımayan Allah
ve Resulü ile yarışa kalkışan ve Sure-i Mücadelede y«7Y,«‡—« «yÁV7~ «–—Ç…_«E< «w<¬gÅ7~ Å–¬~
(58:5) ve emsali âyetlerde halleri beyan olunan kâfirler, müşrikler, zâlimler-
dir..” (E.T.4890-4895)
2259- Diğer bir âyette de şu ikaz vardır:
“(5:82) ~Y6«h-² «~ «w<¬gÅ7~«— «…YZ«[²7~~YX«8³~ «w<¬gÅV¬7 ®?«—~«f«2 ¬‰_ÅX7~ Åf«-«~ Å–«f¬D«B«7 Ge-
rek Yehud ve Nasara ehl-i kitab, gerekse bunların gayrı alel’umum kâfir olan
nas içinde “mü’minlere adavetçe en şiddetlisini kasem olsun ki, Yahudiler ve
müşrikler bulacaksın.” Ehl-i imana şiddet-i adavet nokta-i nazarından Yahu-
dileri müşriklerin de önünde göreceksin. Demek ki bunlar imandan uzaktır-
lar, kesîr-i fâsikûn bunlarda daha ziyadedir. Çünki bunların dünyaya hırsı
hepsinden çoktur.” (E.T.1791)
“Bir hadis-i şerifte: (200) u7_«F«< ²w«8 ²v6f«&«~ ²hP²X«[²V«4 ¬y¬V[¬V«' ¬w<¬… š²h«W²7«~
Kişi, halilinin yani sır dostunun dini üzereder. Onun için her biriniz iyi
bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor buyuruluyor.” (E.T.4459)
Mezkûr misalleri hayli çoğaltmak mümkündür. Demek masonların din
farkı gözetmeden bütün insanları sevmek iddiası; Kur’ana, dine tamamen
aykırı bir iddia ve sinsice bir idlaldir.
2259/1- Bilhassa son zamanlarda en üstün insaniyet olduğu iddiasıyla
yapılan ve yaptırılan telkinler ki: Bütün insanlara bakışta “evrensellik” ve
200 Ebu Davud edeb/16; Tirmizi zühd/45; İbn-i Hanbel 2/303, 334; Tac 5/59
MASONLUK 1254
“(38:34) ~®f«K«% ¬y¬±[¬,²h6 |«V«2 _«X²[«T²7«~—« «–_«W²[«V, _ÅX«B«4 ²f«T«7—« “Celalim hakkı
için Süleyman’ı bir de fitneye düşürdük ve tahtının üzerine bir cesed bırak-
tık.” -Bu fitne hakkında da bir takım garibeler söylenmiştir. Sure-i Bakara’da
işaret olunduğu üzere anlaşılıyor ki; Süleyman Aleyhisselâm Beyt-ül Makdis’i
yaptırdığı sırada celbettiği sanatkârlar içinde hıyel-i sanayia vâkıf bir takım
şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir müddet nüfûzu zayi’ etmiş,
yahut tahtından cüda olmuş, bu suretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir
cesed kadar heykel gibi birisi oturtulmuş idi. Mason tarihlerinde mason ce-
miyetlerinin Süleyman Aleyhisselâm aleyhine olan bu ihtilal hareketlerini
esas ittihaz ettikleri ve reisin hatırasına hürmet eyledikleri söylenir...”
(E.T.4097)
Atıf notları:
-Masonların tecavüzkârlıkları, bak: 397,398,399. p.lar.
MATERYALİZM 1255
Atıf notları:
-Müsbet gazeteler, bak: 1850.p.
-Eracif ehli olan gazeteciler, bak: 2722, 2724, 2726, 3409, 3410.p.lar
-Neşriyatla işlenen günahlar, bak: 984, 1004, 2286, 2653.p.lar.
-Menfi neşriyatı desteklemek hatası, bak: 704.p.
-Bediüzzaman Hazretlerine gönderilen gazete, bak: 3248.p.
-Risale-i Nur’a kanaat etmek, bak: 3093, 3100.p.lar.
-Gazete ile Risale-i Nur’un neşrine adem-i cevaz, bak: 3695, 3696.p.lar.
“Meal, te’vilin me’hazı olan “evl” manasına masdar-ı mimîdir. Bir şeyin
varacağı gaye manasına ism-i mekân da olur ki, te’vilin hasılı demektir. Bun-
MECAZ 1256
dan başka, meal; bir şeyi eksiltmek manasına da gelir. Onun için örfte bir
kelâmın manasını her vechile aynen değil de, biraz noksanıyla hasılına göre
ifade etmeğe de meal denilmiştir.” (E.T. Mukaddimede 30) (Bak: Te’vil)
2264- MECAZ ˆ_D8 : (Cevaz.dan) Geçecek yer. Yol. *Ebd: Bir hu-
susu anlatmak için kelime veya cümlenin hakiki manası ile değil de, anlatıl-
mak istenen şeye benzer başka ifade şekli ile anlatmak. (Bak: Kinaiyyat,
Müteşabihat)
Edebiyat Lügatı’nın, “Mecaz” maddesinde şu tafsilat vardır. “Bir kelime
kendi manasında kullanılırsa, hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mana-
sından başka bir manada istimal edilir ve kendi manasında kullanılmasında
“karine-i mania” bulunursa, “mecaz”dır. Meselâ; tahta kelimesi, ağaçtan sa-
tıh manasına olduğu halde hakikattır. Fakat-yazı levhası-manasına kullanılır.
Faraza, muallim tarafından talebeye “Tahta başına geç” denilirse, mecazdır.
Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına ge-
çilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına
geçilemiyeceği karine-i maniası ile, o kelime hakikat manasından mecaz ma-
nasına naklolunmuştur.
Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiare,
başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel’dir. Mecaz-ı mürselin alâ-
kaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır.
2265- 1- Hulul: Hakikat ve mecaz manalarında birinin ötekine mahal ol-
masıdır. “Derse girildi” denildiği vakit, hal olan dersin söylenip onun mahalli
bulunan dershanenin kastedilmesi. “Yemekhaneye indi” denilince de, mahal
bulunan yemekhanenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.
Manaca cüz’î bir fark ile buna, zarfiyyet-mazrufet alâkası da diyebiliriz.
2- Sebebiyet, müsebbebiyet: Hakiki ve mecazî manalardan birinin diğe-
rine sebeb müsebbeb olmasıdır. “Bir muharrir, kalemiyle geçinir” cümle-
sinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kastedil-
mesi; kar yağarken söylenilen “bereket yağıyor” cümlesindeki müsebbeb
olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.
3- Cüz’iyet, külliyet: Hakikat ve mecaz manalarından biri, diğerinin cüz’ü
olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kastedilmesidir.
“Marmara’dan her yelken
Uçar gibi neş’eli”
MECELLE 1257
beytindeki yelken kelimesi gibi (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası,
yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir.)
4- Itlak ve takyid: Hakikat ve mecaz manalarından birinin mutlak yani
umuma; o birinin mukayyed, yani hususa delalet eder olmasıdır. Hayvan ke-
limesindeki mana umumidir. Hayvan deyip de meselâ “at”ı murad etmek
onu mukayyed bir manada kullanmak demek olacağından”mecaz” olur.
5- Kevniyyet: Bir şeye eski halinin ismini vermektir. Bir validenin, yetiş-
miş oğluna; “bizim çocuk” demesi gibi.
6- Evveliyyet: Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve de-
niz mekteblerine yeni girmiş talebeye “doktor ve kaptan” denilmesi gibi.”
Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılab eder, hurafata
kapı açar.” (H.Ş.120)
Bir atıf notu:
-Teşbih ve temsiller havastan avama geçince hakikat telakki edilir, bak: 268.p.
2266- MECELLE y±VD8 : Aslında hikmet yazılı sahife olup, bazı lügat
2269- MECUSİ |,YD8 : Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan bi-
risinin adıdır. Ateşperestlik ayinine sebeb olduğundan, Ateşperestlere bu
isim verilmiştir. *Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.
2270- Çok hakikatları ifade ile beraber Mecusiliğe de işaret eden bir âyet-i
kerimede şöyle buyuruluyor:
“(6:100) Åw¬D²7~ «š_«6«h- ¬y±V¬7 ~YV«Q«%—« Allah’a cinleri türlü türlü şerikler kıl-
dılar..
İbn-i abbas’tan bir rivayete göre de işbu Sure-i Saffat’daki
(37:158) _®A«K«9 ¬}ÅX¬D²7~ «w²[«"«— y«X²[¬" ~YV«Q«%—« âyetinin de delaleti veçhile, Allah ile
MEDENİYET 1259
İblis beynlerinde bir neseb alâkası iktiza eden, mütekabil iki birader gibi ad-
dederek hayırların hâlikı Allah, şerrin hâlikı İblis’tir” diyen zenadika hak-
kında nazil olmuştur ki; bu surette de evvela Mecus itikadına ve saniyen
buna benziyenlere alâkadar olur. Zira alel’umum Mecus, bu âlemdeki bütün
hayırlar Nur’dan ve tabir-i âharla Yezdan’dan, bütün şerler de Zulmet’ten ve
tabir-i âharla Ehremen’dendir, diye bir ikiliğe kail olduklarından suret-i
umumiyede “Sineviyye” ünvanını almışlardır. Ve esasen Zerdüşt’ün
“Zeynd” kitabına nisbeti ifade eden Farisîde “zendik” ve Arabîde “zındık”
ve bunun cemi’ olarak zenadika, alel-umum Mecusun lakabıdır. Bütün Me-
cus mezhebinde anası ve kızkardeşi gibi meharimini tezevvüc etmek helal
addedildiği gibi yine Mecus içinde haram ve helal ahkâmına i’tikad etmiyen,
“hurremdiniler” tabir olunan, eski bir İbahiye fırkası ve kezalik alel-umum
kadınlarda emvalde, ot su mer’a gibi iştirake kail olan ve Mezdekiyye denilen
bir iştirakiyye fırkası dahi bulunduğu cihetle, zındık bilhassa dinsiz ve
itikadsız manasına da örf olmuş ise de esasen zenadika, Zerdüşt’ün
“Zendavesta”sı dolayısıyla alel-umum Mecus demektir. Mecus’un hissî bir
nokta-i nazar iş’ar eden Nur ve Zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik
akideleri, surenin başında;
(6:1) «–Y7¬f²Q«< ²v¬Z¬±"«h¬" ~—h«S«6 «w<¬gÅ7~ Åv$ «‡YÇX7~«— ¬ _«WVÇP7~ «u«Q«%—« kavl-i celili ile
şümullü bir surette takbih olunduğu gibi, Yezdan ve Ehremen veya Hürmüz
ve Ehremen diye maba’dettabiî ve manevî bir nokta-i nazardan ifade eden
şirkleri de burada “cin” mantukiyle takbih ve reddolunmuştur. Çünkü
Ehremen, İslâm’da İblis denilendir ve İblis ¬y¬±" «‡ ¬h²8«~ ²w«2 «s«K«S«4 ¬±w¬D²7~ «w¬8 «–_«6
(18:50) medlûlünce cindendir. Gerçi müfessirînin ve Milel ü Nihal’de
Şehristanî’nin beyanları veçhile, Mecusilerin bu babda birçok ihtilafatı var-
dır.” (E.T.1998)
yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği
libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla
yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara ma-
nevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir.
Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar; masum olmayan
cani bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese hakiki özrü olsa, o müstesna.”
(H.Ş.60)
2273- Kur’an nazarında ilim, fazilet ve adalet gibi müsbet esaslara daya-
nan hakiki medeniyet makbul; bozuk ve sefih medeniyet ise merduttur.
“Medeniyet-i hazıra felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı
“kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır.
Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet ve menfi milliyet” bilir. Gayesi, hevesat-ı
nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı “lehviyat”tır.
Halbuki: Kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi
gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır.
Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür.
İşte şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehasiniyle beraber
beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsız-
lığa, sefalete atmıştır.
2274- Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine
“hakk”ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-yı İlahî” kabul
eder. Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatle-
rin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî”
kabul eder. Gayatı, “hevesat-ı nefsaniyenin nameşru tecavüzatına sed çekip
ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı
kemalat-ı insaniyeye sevkedip insan etmektir.” Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Fa-
ziletin şe’ni, tesanüddür. Teavünün şe’ni, birbirinin imdanına yetişmektir.
Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak,
ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.
İşte medeniyet-i hazıra, edyan-ı sabıka-i semaviyeden, bahusus Kur’anın
irşadatından aldığı mehasinle beraber, Kur’ana karşı böyle hakikat nazarında
mağlub düşmüştür.” (S.407)
2275- “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede
müsamaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünki, aramızdaki dere
pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de
MEDENİYET 1261
esasîsi (7:31) ~Y4¬h²K# « «— ~Y"«h²-~«— ~YV6 (53:39) |«Q«, _«8 Å ¬~ ¬–_«K²9¬Ÿ¬7 «j²[«7
ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa’ye gayrette
olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir” diye
Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyliyeceğim:
2285- Birincisi: Bedevilikte beşer üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-
dört hacatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeni-
yet-i zalime-i hazırası su’-i istimalat ve israfat ve hevasatı tehyiç ve havaic-i
gayr-ı zaruriyeyi, zaruri hacatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihe-
tiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı yerine, yirmi
şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacatı tam helal bir tarzda tedarik
edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. De-
mek bu medeniyet-i hazıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde be-
şeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçare avam ve havas taba-
kasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’anın kanun-u esasîsi olan
“vücub-u zekat, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve
havassın avama karşı şefkatini te’min eden o kudsî kanunu bırakıp; burjuva-
MEDENİYET 1264
ları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi
zir ü zeber etti!
2286- İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer
ni’met-i Rabbaniye olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde isti-
mali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı
tenbelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı
dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve
iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor.
Meselâ Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük
bir ni’met iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza
ettiği halde, beşte dördü hevasata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğin-
den; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa’yin şevkini kı-
rıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hatta çok menfaatli olan bir kısım hâ-
rika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâ-
zım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyaca sarf edil-
meğe mukabil, ondan sekizi keyif, hevasat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur edi-
yor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
2287- Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavi dinleri tam dinleme-
diği için, beşeri tam fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat
esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol
açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri
tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevasata, sefahete sevk
edip ömrünü faidesiz zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su’-i istimal ve israfat
ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra geti-
ren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine ya-
yılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü ününde ölümü idam-ı ebedî
suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azabı
veriyor.
2288- İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı, Kur’an-ı Hakîm’in
dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semavî, kudsî kanun-u esa-
sîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı
dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü,
MEDENİYET 1265
idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve on-
dan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye
kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için
rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavi kanunlara bir hizmet-
kâr, bir yardımcı edeceğini-Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın işarat ve rumuzun-
dan anlaşıldığı gibi-Rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yal-
varıyor, arıyor!...” (H.Ş.147-152)
2289- Bütün insanları azdırıp dalalete düşürmek tehlikesi olmasaydı, Al-
lah insanlar için gümüş tavanlı, koltuk ve asansörlü evler yapardı manasında
açıklanan (43:33) âyeti, insanı dünya hayatına bağlıyan ve gaflete sebebiyet
veren aşırı lüks ve konfordan çekinmeyi ders verir.
Bu âyet daha çok asrımızdaki medeniyeti 1400 sene önceden haber verir.
Çünkü asansör, çok katlı evler ve gökdelenler içindir. Halbuki 14 asır önce
ve bilhassa Arabistan’da şehircilik ve teknik gelişmemişti. Demek Kur’an
bütün zamanların içindeki her şeyi gören ve bilen bir zatın kelâmıdır. (Rızık
gayet bol verilseydi insanlar şükrü unuturlardı, bak: 3048.p.)
Atıf notları:
-Meshi intac eden mimsiz medeniyet, bak: 2355.p.
-Medenilere galebe çalmak ikna iledir, bak: 1851.p.
-Medenilere müsamaha ile yanaşmamak, bak: 1006.p.
-İslâm medeniyetinin inkişafına zemin hazırlamak, bak: 386.p.
-Medeniyet-i Avrupa’nın bozukluğu ve ihya-yı din ile bu milletin ihyası mümkün
olacağı, bak: 683.p.
-Avrupa medeniyetinden süzülen medeniyet-i habisenin reddi, bak: 383.p.
-Avrupanın teknik medeniyetini almak, bak: 779.p.
-Seyyiatı hasenatına üstün, mağrur medeniyet-i Avrupa, bak: 1946.p.
-Medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümü, ictihad kabiliyetinden uzaklaştırır, bak:
1485.p.
-Medeniyet-i sefihenin neşir imkânlarıyla sefaheti neşretmesi, bak:1004.p.
-Aile bünyesinde medeniyetin fantaziyelerine teşvik edici olmamak, bak: 158.p.
-Medeniyet-i Avrupa’nın yerine dine teşvik etmek, bak: 251.p.
MEDRESE 1266
inşaallah cennet-asa bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemi-
ninizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mazi kıt’asına geçmek
için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar
taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapısıcısının başına takınız.
(Yani İhtiyar Risalesi’nin Onüçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi, Medreset-
üz Zehra’nın mekteb-i ibtidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kal’asının altında
bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medresele-
rin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezarı
ekberi hükmünde olmasına bir alamet olarak o azametli mezara azametli
Van kal’ası mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! (Bak: 3911.p.) Şu
kal’anın başında bir medrese-i nuriye çiçeğini yapınız.)
Cismen dirilmemiş, fakat ruhen baki ve geniş bir hey’ette yaşayan
Medreset-üz Zehra’yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir. Zaten Eski
Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin 147 nci
sahifeden ta 157 nci sahifeye kadar Medreset-üz Zehra’nın te’sisine ve fay-
dalarına dair ehemmiyetli hakikatları yazmış.
Bir fal-i hayırdır ki; yirmibeş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren is-
tibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik, Van’da, Şark Üniversitesi na-
mında Medreset-üz Zehra’yı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin hari-
cinde reis Celal dahi mühim mes’eleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi,
Eski Said’in kırk sene evvel sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.”
(E.L.II.110)
Atıf notları:
-Dershane durumundaki evler, bak: 3700.p.
-Medrese-i Nuriyelerin açılması, bak: 3940, 3940/1.p.lar
-Kadınların dershanesi kendi evleridir, bak: 184.p.
«}«W²U¬E²7~ y«7 yÁV7~ `¬Z«< `«;«— _«W;f«&«~ ¬–«Ÿ%«‡ |¬B¬±8~ |¬4 –YU«<
(202) ¬–_«O²[ÅL7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 Çf«-«~ ¬}Å8 ²~ ¬˜¬g«; |«V«2 yB«X²B¬4 –«Ÿ²[«3 h«'´ ²~«—
Bu hadis-i şerif, ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarında çok
şamil bir te’siri haiz iki şahsı haber vermektedir. Bunlardan biri, mahz-ı
mevhibe-i İlahiye olacak ve kendisine hikmet-i İlahiye ve hikmet-i Kur’aniye
ihsan edilecek. Diğeri de, fitnesi bu ümmet-i Muhammed’e şeytandan daha
te’sirli olan bir şerir zalim olacaktır.
Bu şerir şahsın tahribatına karşı, tamirci ve manen vazifedar şahsın ilmi,
mezkûr hadiste de geçtiği üzere, vehbîdir. (Bak: 3210.psonu) (Asrın müceddidini
tanıma imkânı, bak: 2685.p.)
2294/3- Mezkûr Mehdi mes’elesinde, daha çok avam tabakası Mehdi’nin
bir ferdi olarak hâkimiyetini düşünür. Halbuki zaman cemaat zamanı oldu-
ğundan, bu zamanda şahsî dehâlar değil, şahs-i manevînin hükmettiği ve
iman, hayat ve şeriat tabir edilen üç vazifenin bir şahısta veya muayyen bir
cemaatte cem’ olup yüklenemeyeceği hükmü, Risale-i Nur’un muhtelif
yerlerinde tasrih edilmiştir. Ezcümle, Bediüzzaman bir eserinde şöyle
demektedir.
“Bu zamanda öyle fevkalâda hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi
hesabanı aldığı için, faraza hakiki beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse,
herakâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten fera-
gat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat nokta-
sında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun
nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat görün-
düğünden o zat şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum ruy-i zeminde va-
ziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelme-
diğinden, her halde en azam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yap-
mayacak. Ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve
avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet
olmadığı tahakkuk etsin.” (K.L.90) (Bak: 2689, 2690, 2899/1.p.lar)
|«V«2 «a²[ÅV«. _«W«6 ¯fÅW«E8_«9¬f¬±[«, ¬Ä³~|«V«2—« ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ¬±u«. ÅvZÅV7«~
°f[¬D«8 °f[¬W«& «tÅ9¬~ «w[¬W«7_«Q7²~ |¬4 «v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä³~ |«V«2—« «v[¬;~«h²"¬~
duası -umum ümmet umum namazında, günde beş def’a tekrar ettikleri bu
dua- bilmüşahade kabul olmuştur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalatü
Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum
MEHDİ 1276
* Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık
ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor.
Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor. Ve hakeza... Bu
seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid
Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kah-
ramanların kahramanları dahi varlarmış...
MEHDİ 1277
Allahu a’lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir te’vili şudur ki: Büyük
Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat
âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi... herbir asır
me’yusiyet vaktinde, kuvve-i manevîyesini te’yid edecek bir nevi Mehdi’ye
veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç ol-
duğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi,
Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.
Meselâ: Siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A’zam
ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve oniki imam gibi büyük Mehdi’nin bir
kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, -Mehdi hakkında gelen rivayetlerde-
medar-ı nazar-ı Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm olduğundan rivayetler
ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise...
Bu mes’ele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada
bu kadar deriz ki:
2299- Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve
münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yokturki, Âl-i Beyt’in hanedanına ve ka-
bilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları
ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur’aniyenin mayası ile ve imanın nu-
ruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette
âhirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve Sünnet-i
Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya ile, ilan ile, icra ile, başkumandanları olan “Büyük
Mehdi”nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet
makul olmakla beraber... gayet lâzım ve zaruri ve hayat-ı içtimaiye-i
insaniyedeki düsturların muktezasıdır.” (Ş.590)
2300- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın istikbalden haber ver-
diği bazı hâdiseler cüz’î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i
külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid ve-
cihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra ravi-i hadis o vecihleri
birleştirir, hilaf-ı vaki gibi görünür.
Meselâ: Hazret-i Mehdi’ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve
tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz’ün bir dalında isbat
edildiği gibi: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, vahye istinaden, her bir
asırda kuvve-i manevîye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâ-
diselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi
MEHDİ 1278
olan Al-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi’yi haber vermiş.
Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır Âl-i Beyt’ten bir nevi Mehdi, belki
Mehdiler bulmuş. Hatta Âl-i Beyt’ten madud olan Abbasiye Hulefasından,
Büyük Mehdi’nin çok evsafına cami’ bir Mehdi bulmuş.
İşte büyük Mehdi’den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefayı
Mehdiyyîn ve Aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi’nin evsafına karışmış
ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş” (M.95) (Bak: Kıyamet Alâmetleri)
2300/1- Bazı çevreler ve bir kısım avam-ı mü’minîn, Mehdi’nin siyasî
hâkimiyete sahib bir lider olduğunu tasavvur ederler. Hakikat nazarında ise
asıl mehdi, hakaik-i imaniyeyi vehbî ilmi ile keşf ü izhar ve neşretmekle, as-
rın küfür ve dalaleti karşısında imanı kurtarmak hareketinin müessis ve mü-
messilidir ve onun hizmet cemaatı vardır. Asıl vazifesi imanda tecdiddir.
2300/2- Alim ve fâzıl bir Nur şakirdinin, Bediüzzaman Hazretlerine
yazdığı mektubunun ahir fıkrasında yani son kısmında İslâmî hâkimiyetin
zaman ve şartlarının yakınlaştığını bildirmesine karşı Bediüzzaman Hazret-
leri verdiği cevabında: asl olan imanî hizmet ve keyfiyetli mü’minlerin yetiş-
mesi olduğunu ve hadîslerle bildirilen âhirzaman fitnesinin tahribatını ıslah
etmek vazifesini Risale-i Nur’un ifa ettiğini ve imanı tahkiki yapmak hizme-
tine kıyasen geri derecede olan geniş dairedeki fütuhatı kabirden seyrede-
ceklerini şöyle beyan eder:
“Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdık’ın haber verdiği manevî fütuhat yap-
mak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi diye fık-
rasına bütün ruh u canımızla Rahmet-i İlâhiye’den niyaz ediyoruz; temenni
ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: vazifemiz hizmettir, vazife-i
İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi
tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak;
hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı
uhrevifyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un
şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve
yüzbinler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil
yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihba-
rını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve
öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıka-
ramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, Cenab-ı
Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler
de kabrimizde seyredip, Allah’a şükrederiz.” (K.L.107)
MEHDİ 1279
onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği
kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam
sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu
kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i
İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşe-
riyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gadap-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu
vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular
lâzımdır..
2304- Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniye-
nin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir
derece ta’tile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve
ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i
Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr
seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek
mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders ver-
mek, hatta avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakika-
ten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur
şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve
üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir diye, Risale-i
Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.
O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden
gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan biçare
tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir
iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü
zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin
pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin
kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim.
Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u
aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te’vili
anlaşılır.
Demek iki noktada bir iltibas var, te’vil lâzımdır.
2305- Âhirdeki iki vazife, gerçi, hakikat noktasında birinci vazife derece-
sinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm
MEHDİ 1281
-Allah, Mehdi’yi bir gecede ıslah eder (vazifeye hazırlar) mealindeki hadis: İbn-i
Mace 4085. hadis.
-Mehdinin hakimiyeti 5 veya 7 veya 9 sene süreceği hakkındaki rivayet: R.E. 508/8
-Cehcah’ın asasıyla (tek iktidar olarak) idaresi: T.T. 5. cild 987, 988 ve Sahih-i
Müslim, 52. kitab 60, 61. hadislerinde geçer.
Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadisin haşiyesinde, Şarkavî Şerhinden
naklen, mezkûr Cehcah hakkında şu izahı veriyor:
“Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zat olup Mehdi’den sonra
ortaya çıkacak, onun yolunu tutacaktır. Çoban koyununu nasıl sürerse,
Cehcah da cihangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona boyun
eğecektir.” (Şarkavi Şerhi)
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’nin Sahih-i Buharî eseri 1100 hadis de
bu manada izah edilir. Az yukarıda zikredilen Sahih-i Müslim 60-61 hadisleri
de aynı manayı te’yid eder.
Risale-i Nur’u proğram yapıp tatbik edecek olan zatın hususiyetleri
2301-2305.plarda izah edilmiştir. İslâm’ın hâkimiyeti devresinde halkın bir
kısmı İslâm iktidarına kerhen itaat edecek (Bak: 1000/4.p.sonu)
Müncid Lügatı’nda (Cehcah: İyiliklere süratle koşan kimse) diye mana
verilmiştir.
Istılahat-ul Hadis isimli kitabda ise, Cehcah’a şöyle mana veriliyor: Ko-
yun sürüsünün yanında olan bir kimse, sürüden bir koyunu kurdun götürdü-
ğünü görünce feryadla bağırması.
Er-Raid Lügatı da: l- Harbde na’ra atan kahraman. 2-Yırtıcı hayvanları
koğmak ve men’etmek için atılan sayha. (Anarşistleri durduracağına işaret
olsa gerek.)
(Cehcah şahsın ismi değil vasfı olsa gerek, Bak: İbn-i Hanbel 3,89)
2305/2- Tac’dan nakledilen yukarıdaki 988. hadis meali şöyledir:
“Cehcah adındaki bir adam idareyi ele alıncaya kadar günler ve geceler
(Süfyan’ın devre-i istibdadları (bak: 3454/1.p.) ve dalalet karanlıkları) gitmi-
yecektir. (Müslim, Tirmizi) Tirmizi’nin lafzı şöyledir: “Mevali’den (Mevali’nin
izahı aşağıda gelecektir. Cehcah dedikleri bir adam idareyi ele alıncaya kadar
gece ve gündüz gitmiyecektir.”
Yine dinsizlik cereyanına karşı çıkacak cereyan hakkında İbn-i Mace’nin
4090. hadisi de şöyle:
MEHDİ-İ ABBASİ 1283
¬ «h«Q²7~ •«h²6« ~² v; |¬7~«Y«W²7~ «w¬8 _®C²Q«" yÁV7~ «b«Q«" v¬&«Ÿ«W²7~ ¬a«Q«5—« ~«†¬~
«w<¬±f7~ v¬Z¬" yÁV7~ f¬±[«\< _®&«Ÿ¬, ˜…«Y²%«~—« _®,«h«4
“Yani: Melahim (çatışmalar-savaşlar) vuku bulduğu zaman, Allah meva-
liden öyle bir ordu gönderecek ki atlar (ının cinsi) bakımından Arabların en
kıymetlisi ve silah yönünden en iyisi olup, Allah İslâm dinini onlarla te’yid
(takviye) edecektir.
....Bu hadiste geçen Mevali: Mevlanın cem’idir... Bilindiği gibi Arablar
kendilerinden olmayanlara mevali derler. Bu husus tarih kitablarında da gö-
rülebilir. Bu itibarla İslâmiyeti te’yid ve takviye edeceği haber verilen toplu-
mun, Arablardan başka bir millet olması ihtimali vardır...” (İ.M. ci: 10,
sh:354-356)
Atıf notları:
-İsevîlerle ittifak rivayeti, bak: 785.p.
-Bu izahlardan hissedilirki harb tekneği çok yüksek olan isevilerden bir devlet
İslâma yardım edip kuvvet verecek Allahu Alem Bak. 3420 p. sonu 3421 p.sonu
-Mehdi ve İsa (A.S.) cemaatının deccalı öldüreceği, Bak: 787.p.sonu
-Mehdi-i Muntazar mes’elesi, bak: 792/1.p.
-Geçmiş mürşidlerden manevî mehdi hükmüne geçmiş zatlar, bak: 1333.p.
-Geçmişte Âl-i Beyt’ten gelen mehdi-misal zatlar, bak: 1194.p.
-Bir nevi Mehdi’nin Sâdât-ı Ehl-i Beyt’ten geleceği ümmetçe kabul edilmiş, bak:
793.p.
-Her asır mehdiyet manasına muhtaçtır, bak: 2032.p.
-Mehdi hakkında bazı rivayetlerin ihtilafının hikmeti, bak: 2025.p.
-Mehdi sarığını çıkarmayacak (Bak: 3495.p.)
bunu şöyle izah eder: Melaike t=Ÿ8 in cem’idir. Şu kadar ki Arapta müfre-
dinin hemzesizi hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. Melaikeden bir
melek derler, hemzesini hazf ederek harekesini makablindeki sakin olacak
olan lam’a naklederler ve cemi’ledikleri zaman hemze ile aslına reddederek
melaike derler ki, bunun misali çoktur: >I# >¶~I# gibi. Maamafih müfre-
din hemze ile geldiği de vardır.
2308- ...“Melek” ism-i mekân olmak üzere mevzı-ı risalet veya mef’ul
manasıyla resul, mürsel, âmil-i risalet, vesait-i Rabbaniye demektir. Ehl-i li-
sanda, müfessirînde bu iştikakı tercih edenler çoktur. Ragıb da melaike laf-
zında bunu tercih etmiş ve “melek”de demiştir ki: Nahviyyun meleki de
melaikeden müştak ve mimini zaid yaptılar. Halbuki bazı muhakkikîn bunun
mülkden olduğunu söylemiş ve şöyle izah etmiştir:
2309- Melaikenin siyasattan bir şeye me’mur ve müstevli olanına lam’ın
fethiyle “melek”, beşerde olana da lam’ın kesriyle “melik” denilir. Binaena-
leyh her melek melaikedir, fakat her melaike melek değildir. Melek;
(2:102) « —‡_«8—« « —‡_«; «u¬"_«A¬" ¬w²[«U«V«W²7~ |«V«2 (69:17) _«Z¬=_«%²‡«~ |«V«2 t²VW²7~«—
(32:11) ²vU¬" «u¬±6— >¬gÅ7~ ¬ ²Y«W²7~ t«V«8 Bir de der ki: Melaike, vâhide
ve cem’a ıtlak olunur ilh... Binaenaleyh bu izaha göre de melek lafzı kuvvet
ve tedbirden, melaike de risalet manasından me’huz olmuş oluyor. Ve aynı
zamanda melaike, melekten eam ve onun cinsi bulunuyor. Şu halde her iki-
sinde bir kerre mana-yı risalet vardır.
2310- Acaba bu risalet sadece tebliğ-i emir midir? Yoksa tebliğ-i fiil mi-
dir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir tebliğ-i ruhî mi yapıyorlar, yoksa bilfiil
kudret ve tekvin-i İlahînin de mübelliği oluyorlar mı? Ayat-ı Kur’aniyenin
delaletlerine göre her ikisinin dahi bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve
hatta yine melaikeye evamir-i İlahiyeyi tebliğ eden melekler bulunduğu gibi
cihad ve sair hususatta fiilen kuvvet ve imdad getiren melaike de bulunuyor.
2311- Feylesofların kuvvet nazarıyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet
ve kudretin “Hak Teala’da tevahhüd ettiğini ve kudret-i İlahiyenin ilk vasıta-i
taayyün ve tecellisi melaikenin risaleti demek olduğunu ihtar etmek kolay
olur. Lakin bunlar miyanında kuva-yı müdrike de vardır ki, onlar da vakıatı
kablel-vukuu tefhim eden rububiyet-i ilahiyenin mübelliğidirler ve binaena-
leyh melaikesiz bir hâdise tasavvuru gayr-ı mümkindir, melaikesiz bir katre
yağmur bile düşmez... Şu kadarki, irade-i insaniye ile alâkadar kuva-yı
taliyedeki şerr ü fesad âmili gibi icra-yı tesvilat eden ervah u kuva-yı şeyta-
niye bu bâlâda izah olunduğu üzere bu melaikeye mukabildir.” (E.T.301-
305)
2312- “Melaikenin vücuduna ve ruhanilerin sübutuna ve hakikatlerinin
vücuduna bir icma’-ı manevî ile-tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl
ve ehl-i nakil, bilerek bilmiyerek ittifak etmişler denilebilir. Hatta maddîyatta
çok ileri giden hükema-yı İşrakiyyunun Meşaiyyun kısmı, melaikenin mana-
sını inkâr etmiyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri
vardır” derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın İşrakiyyun
kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak
“Ukul-ü Aşere ve Erbab-ül Enva” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan,
“melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar” gibi her nev’e göre birer
melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o
namlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten ce-
madat derecesine manen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi,
M E L A İ KE 1286
melaikenin manasını inkâr edemiyerek (*) “Kuvayı Sariye” namıyla bir cihette
kabule mecbur olmuşlar.” (S.509)
2313- “Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün
vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum
nev’in vücudu malum olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir
tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. Madem öy-
ledir; işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan,
bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve
ruhanilerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi
ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların
müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma’ etmişlerdir. Acaba hiçbir
ferd melaikelerden bilbedahe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya
müteaddid eşhasın vücudu kat’i bilinmezse, hem onların bilbedahe,
bilmüşahede vücudları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir
icma’ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda
istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin. Hem
hiç mümkün müdür ki: Şu itikad-ı umuminin menşe’i, mebadi-i zaruriye ve
bedihî emirler olmasın.” (S.511)
2314- “Melaikelerin, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a hizmeti ve
görünmesi ve cinnîlerin ona iman ve itaatı, mütevatirdir. Nass-ı Kur’an ve
çok âyât ile musarrahtır. Gazve-i Bedir’de beşbin melaike -nass-ı Kur’an ile-
önde, sahabeler gibi ona hizmet edip, asker olmuşlar. Hatta o melekler, me-
laikeler içinde Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar. Şu mes’elede iki cihet
var: Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücudları
kat’i ve bizimle münasebetdar olduğu, Yirmidokuzuncu Söz’de, iki kere iki
dört eder derecesinde bir kat’iyetle isbat etmişiz. Onların isbatını, o Söz’e
havale ederiz.
2315- İkinci Cihet: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın şerefiyle,
eser-i mu’cizesi olarak, efrad-ı ümmeti, onları görmek ve konuşmaktır. İşte
başta Buhari ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar
ki:
Bir defa melek, yani Hazret-i Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde
gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm sahabeleri içinde otururken
yanına gitmiş, demiş: –_«K²&¬ ²~ _«8—« –_«W<¬ ²~ _«8—« •Ÿ²,¬ ²~ _«8 (203) Yani: “İman,
İslâm, ihsan nedir? Tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm tarif
etmiş. Oradaki cemaat-ı sahabe, hem ders almış, hem de o zatı iyi görmüşler.
O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alâmet-i sefer eseri hiç yoktu.
Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm
ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”
2316- Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’i ile ve manevî tevatür derece-
sinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail çok defa, hüsn-ü
cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın
yanında sahabeler görüyorlardı. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve
Üsame İbn-i Zeyd ve Haris ve Aişe-i Sıddîka ve Ümm-ü Seleme -kat’iyen
sabittir ki- bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: “Biz, Hazret-i Cebrail’i Dıhye
suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında çok görüyoruz.”
Acaba hiç mümkün müdür ki; bu zatlar, görmeden” görüyoruz” desinler?.
Hem nakl-i sahih-i kat’i ile, Aşere-i Mübeşşere’den İran fatihi Sa’d
İbn-i Ebi Vakkas haber veriyor ki: “Gavze-i Uhud’da, Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm’ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdar gibi,
muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Ceb-
rail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük
dese, görmemek mümkün müdür?
Hem Ebu Süfyan İbn-i Haris İbn-i Abd-ül Muttalib (ammizade-i Ne-
bevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer ara-
sında, beyaz libaslı atlı zatları gördük.”
Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan niyaz
etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayana-
madı, bîhuş oldu, yere düştü. Bu çeşit, melaikeleri görmek vukuatı çoktur.
Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı
gösteriyor ve delalet ediyor ki; onun misbah-ı nübüvvetine, melaikeler dahi
pervanelerdir.” (M.156)
2317- “Resull-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nuruyla, terbiyesiyle ve
onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylani gibi aktablar, asfiyalar; me-
laikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hâdise, yüz tevatür
derecesinde ve çok kesrettedir.
lebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, ta
yağmur kataratına kadar bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O
melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip ge-
zerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler.” (S.504)
2319- “Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadiste
“Tuyurun Hudrun” (204) tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, ta sineklere
kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile
girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencerele-
riyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı temaşa ederler. Elbette kesafetli topraktan ve
küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki
halkeden Hâlik’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve
hatta zulmet bahrinden bir kısım zişuur mahlukları vardır.” (S.177)
2320- “elbette o Kadir-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız
hikmetiyle; nur gibi, esir gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife
maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz.
Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta mana-
lardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halkeder
ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhani mah-
lukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike,
bir kısmı da ruhani ve cin ecnaslarıdır.” (S.507)
2321- Mezkûr mahlukatın”uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyet-
sizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamala-
rına hiçbir vakit delil olamaz.”Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez.”
“Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.” Ecram-ı ulviye ve ecsam’ı sey-
yare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz
ziruhların, zişuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi
birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve
bilbedahe ve bittarik-ıl evla ve bilhads-is sadık ve bilyakîn-il kat’i delalet
eder, şehadet eyler, ilan eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem
semavat burçlarıyla, yıldızlarıyla zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur.
Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan,
kelimattan, esirden ve hatta elektrikten vesair seyyalat-ı latifeden halkolunan
o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye
(Aleyhissalatü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan, “Melaike ve can ve
204 S.M. 23. kitab-ül imare bab. 33 ve İ.M. 24. kitab-ül cihad bab: 16 hadis: 2801
M E L A İ KE 1290
(33:72) ¬Ä_«A¬D²7~«— ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~|«V2 « «}«9_«8« ²~_«X²/«h2_Å9¬~ gibi âyetlerle tasrih
ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve
azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünü-
yor. Evet bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; gü-
neşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu ze-
minin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır.
Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi,
zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve
ber ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da bi-
rer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında
yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini,
tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i
ervahta temsil edip ilan edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.
2323- Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi
olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek
bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek
bir melek-i müekkeli olacaktır.
İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam ke-
limesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başı-
nın her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak kaç yüz mevzun ve
muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et kaç yüz kanatlı
M E L A İ KE 1291
şefaatları dahi olmaz. Tam (16:50) «–—h«8 ÌY<_«8 «–YV«Q²S«<—« «–Y8«h²U8 °…_«A¬2 ²u«"
^¯ «E¬X²%«! |¬7:! ®Ÿ,* ¬}«U¬\´V«W²7! ¬u¬2@«% ¬Œ²*« ²!«: ¬ !«Y´WÅK7! ¬h¬0@«4 ¬yÁV¬7 f²W«E²7«!
ö ö ö ö ö ö ö ö ö
°h<¬G«5 ¯š²z-« ±¬u6 ]«V«2 «yÁV7! Å–¬! š@«L«< @«8 ¬s²V«F²7! ]¬4 G<¬i«< « @«"*«: « «Ÿ$ «: ]«X²C«8
ö ö ö ö ö ö ö ö ö ö ö ö ö
« _«"‡—« «bV$«— |«X²C«8 kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i cüz’iye olan
“Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle gayet küllî ve umumî bir
M E L A İ KE 1293
azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek, °h<¬f«5 ¯š²|-« ¬±u6 |«V«2 «yÁV7~ Å–¬~
fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.” (S.428)
2329- “Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün
deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler dolayısıyla âlem-i ervahın ve
âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile
şenlendirilecek olan dar-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücutlarına de-
lalet ederler. Çünki melekler, bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler.
Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn
mezkûr âlemlerin vücutlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber
veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt’asının vücudunu, ondan gelenlerin
ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike
ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dar-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennemin’in vü-
cutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.” (S.104)
2330- “Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri
ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir. Tabir caiz
ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani ruy-i zemin,
umumi bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlik-ı Zülce-
lal’in emriyle, izniyle, hesabiyle, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel neza-
ret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık
edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de ruy-i zemin bir tarladır; umum
nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle
nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir
taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden
melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil
Aleyhisselâm, şunların en büyük nazırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanların insanlara müşabe-
hetleri yoktur. Çünki onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakk’ın hesabiyledir ve
onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız
rububiyetin tecelliyatını me’mur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret
ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev’e
bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmek-
ten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların
tesbihat-ı manevîyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla
Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı manevîyelerini melek lisanıyla
M E L A İ KE 1294
ilan etmek; hem onlara verilen cihazatı, hüsn-ü istimal etmek ve bazı gaye-
lere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melaikelerin şu hiz-
metleri, cüz’-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve iba-
dettir. Tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünki herşeyde Hâlik-ı Külli Şey’e has
bir sikke vardır. Başkaları parmağını icad karıştıramaz. Demek melaikelerin
şu nevi amelleri ise, onların ibadetidir. İnsan gibi âdetleri değildir.” (S.353)
2331- “Hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münase-
bet-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ve zihayat âleminde en
haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis et-
mekte ki Hâlik’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip
ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.) ve hayat daire-
sinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı
Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil
(A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve
ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır.” (Ş.263)
2332- “Meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker ve Nekir’e ait
bir nümunesi şudur: “Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim” diye meza-
rıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir
haps-i münferitte bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me’yusiyetten
tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş
çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlendi-
ler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi
hayalen ve istikbalde hakikaten gireceğim o vaziyete bütün canımla sevindim
ve şükrettim.” (Ş.259)
“Hatta meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve İlm-i Sarf ve Nahvi
okuyan bir talebenin kabrinde, Münker-Nekir’e nasıl cevab verecek diye mu-
rakabe etmiş ve müşahede edip eşitmiş ki: Melek-i Sual ondan sordu:
«tÇ"«‡ ²w«8 “Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o Nahiv dersiyle iştigal
ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “ ²w«8 mübtedadır,
2333- “Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail
hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle”
mealinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail na-
mını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim.
Elhamdülillah dedim. Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Melaikeye iman
rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyve-
sine gayet kısa bir işaret ederiz.
Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu
zayi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve
emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim. Ve insanın
amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı
meyveleri var.
2334- Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için iştiyakla
kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennet’te
baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen kâtibîn” insanın
omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine
daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem.”
(Ş.257) (Bak: 544.p.)
Kur’anda melaikenin hangi şeyden yaratıldığı hakkında sarahat yoksa da
Sahih-i Müslim 53. Kitab-üz Zühd 10. bab 2996. hadiste, melaikenin nur-
dan, cann’ın ise maric ateşten yaratıldıkları beyan edilir. Ayrıca aynı mesele,
Müsned-i ibn-i Hanbel Sadis/153, 168. sahifede de kaydedilmiştir.
Atıf notları:
-Bazı gazvelerde yardım için gönderilen melekler, bak: 409, 1371.p.lar.
-Ecsam-ı nuranî olan melaikenin ferşten arşa, arştan ferşe kısa bir zamanda gidip
gelmeleri, bak: 264.p.
-Melaikeye gelen ilham, bak: 1548.p.
-Melaike-i mukarrebînin itaatı, bak: 494/1.p.
-Hayvanatın melaikeden çobanları, bak: 1347.p.
-İmtihanları olmadığından melaikelerin makamları sabittir, bak: 1656.p.
-Melaikelerin çokluğu ve yaratılışları ile alâkalı bir rivayet, bak: 4006.p.
-Sevr ve Hut namındaki iki melek hakkında müteşabih bir rivayetin izahı, bak:
268.p.
MELEKÛT 1296
melekûtiyet ciheti ki, ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların
cevelangâhıdır. Güzel çirkin, hayır şer, küçük büyük, ağır kolay gibi emirlerin
mahall-i vürududur. İşte şunun içindir ki: Sani-i Zülcelal, esbab-ı zahirîyi,
tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Ta dest-i kudret, zahir akla göre hasis
ve nâ-lâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünki azamet ve izzet,
öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakiki te’sir vermemiştir. Çünki vahdet-i
ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir.
Teşahhusatın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız kendi
Hâlikına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona il-
liyet, maluliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler.
Zerre, şemse kardeş olur.” (S.527)
2338- Kur’anda melekût: (6:75) (7:185) (23:88) (36:83) âyetlerinde geçer.
Atıf notu:
-Melekûtiyette şer ve çirkinlik olmadığından esbab-ı zahiriye vaz’edilmemiştir,bak:
836.p.
sını düşünen, sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rı-
zasını esas gaye yapmayan kimse. (Bak: 2882.p. ve Egosantrizm)
2340- Kur’an, şahsî menfaat düşüncesiyle olan kazanmayı takbih, men-
faat-ı umumiye hesabına kazanmayı tahsin eder. Birinci tarzda kazanç, hem
şahsın hem cemiyetin zararına, ikinci tarz ise menfaatınadır. Bu hakikat
Kur’anın ifade şekillerinde dahi mevcuddur. Meselâ:
“(2:286) ²a«A«K«B²6 _«8 _«Z²[«V«2—« ²a«A«K«6 _«8 _«Z«7 Herkesin kesb ettiği ken-
dine, iktisab ettiği de aleyhinedir. Kesb ve iktisab lügatta ve Kur’anda bir
manaya kullanıldığı gibi farklı olarak da kullanılır. Ragıb şunu da beyan eder
ki: “Kesb hem kendi ve hem başkası için kazanıp aldığına; iktisab ise sırf
kendisi için istifade ettiğine denilir.” Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise
hikmet ile alâkadar olur..
Her nefsin hem kendi, hem başkaları için kazanıp aldığı sırf kendi lehi-
nedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halde sa-
hibinindir. Bilakis şehvet ü hırsına mağlub olarak, “ben, ben” diye yalnız
kendisi için kazandığı da zararınadır. Zira o kendi kendine yaşamaz, kazan-
MENFAATPEREST 1298
mak için bile âhare muhtaçtır. Binaenaleyh teklif-i İlahî bu menfaati temin
ve o zararı def’ içindir. Bunda hodgâmlıkla diğergâmlığın güzel bir tevfiki
vardır.” (E.T.998)
2341- Her hangi bir kimsenin kendisi için meşru kabul ettiği bir şeyi
başkaları için de meşru kabul etmesi gerektir. Buna göre bir insan yalnız
kendi menfaatı nokta-i nazarında çalışır ve başkalarının menfaatını düşün-
mezse, herkesin de kendi anlayışı gibi yalnız menfaatı için çalışacağını kabul
etmek mecburiyetinde olduğu gibi; başkalarının menfaatı düşüncesiyle çalı-
şan diğer bir şahıs dahi herkesin de başkasının menfaat ve amme hizmeti
namına çalışacağını düşünebilir. Bir cemiyet içinde birinci tarz çalışmada kişi
kendi sanatı noktasında birkaç kişiyi kandırabilir. Fakat çok şeylere muhtaç
olan bu insan, bu ihtiyaçların tedarikinde münasebet kuracağı çok çeşitli iş
sahibleri tarafından aldatılacaktır. ikinci şahıs ise birkaç kişiyi aldatmamasına
bedel, efradı birbirini aldatmaz bir cemiyet içinde yaşayacaktır. İşte İslâm
cemiyeti budur. Kur’anda bir âyetin ifade şeklinden çıkan bir ahlâk kaidesiyle
dahi, bir cemiyet ne kadar mükemmel bir saadete nail olacağı gösteriyor ki,
Kur’an terbiyesini alan insanlardan müteşekkil bir cemiyet ne kadar huzurlu
ve müterakki olacaktır.
2342- Evet “bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciye-
lerini almamızdan, kuvvetli ve kudsi İslâmî milliyetimizle beraber herkes
nefsi! nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı
şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
¬p²AÅ0~_¬" Ê|¬9 «f«8 yÅ9« ¬ ¬–_«K²9¬ ²~ «w¬8 «j²[«V«4 yK²S«9 yBÅW¬; «–_«6 ²w«8
Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı
medenidir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile ha-
yat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve
ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâka-
dar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i
cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe
mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine
hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur.
Birşey elinden gelmese, hakiki özrü olsa o müstesna!...” (H.Ş.59)
Atıf notları:
-Menfaatlarda geri durmalı, bak: 2830.p.
MENFİ 1299
¬‡«f«U²7~ «w¬8 «w¬8«~ ¬‡«f«T²7_¬" «w«8´~ ²w«8 “Kadere iman eden gam ve hüzünden
emin olur” sırrıyla, y«X«K²&«~ ¯š²|- « ¬±u6 ²w¬8 ~—g' “Herşeyin güzel cihetine bakı-
nız” kaidesinin sırrıyla, «w<¬gÅ7~ «t\¬ «7—~ y«X«K²&«~ «–YQ¬AÅB«[«4 «Ä²Y«T²7~ «–YQ¬W«B²K«< «w<¬gÅ7«~
¬ _«A²7« ²~ Y7—~ ²v; «t\¬ ´7—~—« yÁV7~ vZ<«f«; (39:18) gayet kısacık bir meali:
“Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i
ilahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır” mealinde. Bizler için şimdi herşeyin iyi
tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki ma-
nasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi
celbedip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam,
biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa
ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin,
pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. istirahata bedel sıkıntı çe-
ker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan
Yusufiye medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem
kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel
şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve
merak yerinde şükreder, sevinir.” (Ş.509)
2344- MERAK »~h8 : İnsanın bir musibet veya zarar karşısında duy-
recek.” Merakın varsa vereceksin. Halbuki şu zat (A.S.M.) öyle bir Sultanın
ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etra-
fında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lamba etrafında pervaz eder ve o
Güneş olan o lamba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhane-
sinde binler misbahlar içinde bir lambasıdır. Hem öyle acaib bir âlemden ha-
kiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki; binler Küre-i
Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanında: (101:1)
}«2¬‡_«T²7«~ (82:1) ² «h«O«S²9~ š_«W«K7~ ~«†¬~ (81:1) ² «‡¬±Y6 j²WÅL7~ ~«†¬~ gibi sureleri
işit.. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî is-
tikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir. Hem öyle bir saadetten
pek ciddi olarak haber veriyor ki: Bütün saadet-i dünyeviye, ona nisbeten bir
berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gidir.” (S.238)
İşte bu hakikat içindir ki, Asr-ı Saadette Sahabeler, merak hissini gayat-ı
İlahiyeyi anlamaya tevcih ettiler ve Kur’anı anlamada birinci dereceyi kazan-
dılar.
2345- Evet “içtihadda, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın
marziyyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zaman-
daki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi
anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bü-
tün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahval-i
zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu.
Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.” (S.491)
Fakat bu asırda hayatî ve siyasî pek çok merakâver hâdisat ve mücadele-
ler, merak hissini kendine çekip meşgul ediyor ve vazife-i asliyesinden alıko-
yuyor. Halbuki “insanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve
dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hakeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi
kazanmak için verilmiştir.” (M.33)
2346- “Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve
lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir
ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:
Kat’iyyen biliniz ki: insanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dik-
kat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla tema-
şasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi
geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdi-
M E S A Kİ N 1302
sat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve
üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz def’a daha mucib-i
merak ve ruhani, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakiki zevklere
ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak
ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve
herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet
verenlerin hakiki fail ve mûcid olmak şartıyla olabilir.” (E.L.I 56)
“Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları
var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti
ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir.
....Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret daire-
lerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye
sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef ol-
masın.” (E.L.I57)
“Ulûm-u imaniyeden sonra, en ehemmiyetli ve en elzem şey, yalnız ve
yalnız amel-i salihtir. Çünkü Kur’an-ı Hakîm, aleddevam
¬ @«E7¬ @ÅM7! !YV¬W«2«: !YX«8~´ «w<¬HÅ7«! diyor. Evet şu kısa ömür, onun için en
ehemm olan şeye ancak kifayet edebilir. (Başka şeyler için sermayesi yoktur.)
Amma ecnebilerden alınan ulûm-u kevniye ise, zaruret için ve ihtiyacat
için ve san’atlar için ve beşerin istirahatı için olanlardan gayrı, hepsi zararlı-
dır, muzırdır.” (Bms.253)
“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini
dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın,
malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafir-
hane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp sa-
adet-i ebediyeye girsin.” (M.72)
Hem siyasi hâdisatı takib edip tarafgirane hareket etmenin manevî me-
suliyetleri de vardır. (Bak: 125, 3420.p.lar)
Atıf notları:
-Merakı âfâka dağıtmamalı, bak: 3239, 3410.p.lar
-Merak hissinin müsbet mecrası, bak: 1344.p.
M E S A Kİ N 1303
nin ismidir. Beyt-ül Makdis de denir. Uzaklık manasındaki (Kusû: YM5 kö-
künden gelen (aksa), ism-i tafdil olup en uzak ve nihayet manasına gelir.
(Bak: Beyt-ül Makdis) (Mescid-i Aksa’nın inşası, bak: 3457.p.)
2353- MESH eK8 : Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek.
*Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bîtab hale getirmek.
Mesh hakkında (5:60) âyetinde, müefessir Hamdi Efendi şu izahatı veri-
yor: “Ya Muhammed, o ehl-i kitaba şöyle de: Daha fenasını kemal-i ehem-
miyetle haber vereyim mi? İşte (5:60) y¬ ²[«V«2 «`¬N«3«— yÁV7~ y«X«Q«7 ²w«8 “Allah’ın
lanetlediği ve üzerine gazab ettiği «I<¬ˆ_«X«F²7~ «— «?«…«h¬T²7~ vZ²X¬8 «u«Q«%—« ve kendile-
–Tağut’a kulluk eden kimseler– (Bak: Tağut) ¬u[¬AÅK7~ ¬š~«Y«, ²w«2 Çu«/«~—« _®9_«U«8
Êh«- «t¬\«³7—~ işte bunlar mevki’ce daha fena ve tarîk-i müstakimden daha zi-
yade sapmış kimselerdir.”
2354- Kırade ve hanazir yapılanların yani sureten ve ma’nen mesh deni-
len, bu hale getirilenlerin Ashab-ı Sebt olduğu, bunların gençleri maymun,
ihtiyarları da hınzır kılığına konulmuş bulunduğu zikrediliyor ki ümem-i
salifede ve ezcümle Benî İsrail’de böyle meshler ma’ruftur. Nasara’da da
maide-i İsa ashabı hakkında mesh mervidir. Bunun için bazı müfessirîn
kırede, ashab-ı sebt; hanazir, maide-i İsa ashabıdır, demişlerdir... İnsanların
böyle hayvan haline konulmasına “mesih” ta’bir olunur ki, ya yalnız ma’nevi
veyahut hem surî ve hem manevî olmak üzere iki türlüdür. Mesh-i manevî
sefalet-i ahlâkiyye intac eden tahavvül; mesh-i surî ve manevî de sefalet-i
ahlâkiyye ile beraber sefalet-i hayatiyeyi intac eden tahavvüldür ki, buna
mesh-i hakiki dahi tabir olunur. Memsuh olanlarda tenasül olmaz. Binaena-
leyh maymun ve hınzır oldular demek; enva-i hayvanatın maymun ve hınzır
tenasülü yapar bir nevi oldular demek değil, sefalet-i külliye içinde inkıraz ve
akamete mahkûm oldular demektir.
...Ayette la’netten gadaba, gadabdan mesha, mesihten ubudiyet-i Tağut’a
doğru giden silsile-i beyan gösteriyor ki; bunların hey’et-i mecmuası değil,
her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde ednası la’net, aksası Tağut’a ubudiyettir.
MESH 1306
eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder. İnsan, bazı frenkler ve
frenkmeşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir
hayvaniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvanatın kemmiyet ve adet
itibariyle hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum
enva-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâ-
firler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir
nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir.
Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i
kıyasî yapıp, akıbetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder.”
(L.120)
2358- Allah’ın emirlerini dinlemiyen ve nihayet peygamberlerine isyan ve
tecavüz eden geçmiş kavimlere ibretlik olmak üzere gelen musibetlerden biri
de mesh cezasıdır. Ezcümle Benî İsrail, “deniz kenarında bulunan bir kar-
yede cumartesi gününün hürmetine riayet etmiyerek dinin hududunu teca-
vüz etmişlerdi de (2:65) «w[¬\¬,_«' ®?«…«h¬5 ~Y9Y6 ²vZ«7_«X²VT«4 biz de onlara may-
mun olunuz, sürününüz dedik.
(2:66) _«Z«S²V«' _«8—« _«Z²<«f«< «w²[«" _«W¬7 ® _«U«9 _«;_«X²V«Q«D«4 Ve bu kıssayı o zaman
hazır olanlara ve arkalarından gelen ve gelecek haleflerine (bütün insanlara)
ibret-i müessire «w[¬TÅBW²V¬7 ®}«P¬2²Y«8—« ve müttakilere de bir mev’ıza ve muhtıra
yaptık.
...Bunlar zahiren ve batınen kuyruklu maymuna mı döndüler? Yoksa za-
hiren ve sureten insan, batınen ve manen maymun gibi mi oldular?
Bunun tefsirinde iki kavil vardır. Bir hayli müfessirîn zahiren nazaran
mesh-i tamme kail olmuşlardır. Fakat Mücahid ve ona peyrev (tabi) olan di-
ğer müfessirîn bu hükmün temsilî olduğuna ve binaenaleyh mesh-i manevîye
kail olmuşlardır ki, zamanımızın zihniyetine bu daha karib görünür.”
(E.T.378) (7:165) âyeti de aynı hâdiseyi te’yid eder.
2359- Mesh hakkında hadis-i şerifler de vardır. Ezcümle Buhari’nin 59.
Kitab-ül Halk, 15. babında zikredilen bir hadisin meali şöyledir:
“Benî İsrail’den bir kavim (mesh olunup) beşer tarihinden silindi, yok
oldu. Bilinmez ki o kavim ne (fenalık) işlemiştir. Ben zannetmem ki o üm-
met, fareden başka bir şeye mesh ve tahvil edilmiş olsun. Çünkü fare (içsin)
MESİH 1308
diye (bir yere) deve sütü konulursa, onu içmez de koyun sütü konulursa onu
içer.” (Ebu Hüreyre der ki) Ben bunu Kâ’b-ül Ahbar’a hikâye ettim. O da
bana:
–Ey Ebu Hüreyre! Sen Nebi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) den böyle
söylediğini işittin mi? diye sordu. Ben de:
–Evet işittim, dedim. Sonra Kâ’b tekrar tekrar bana: Resulullah’tan böyle
söylediğini işittin mi? diye sordu. Ben de nihayet (onu reddederek):
–Ben sana Tevrat’ı mı okuyorum. (Ben ancak Resulullah’tan duyduğumu
hikâye ediyorum) diye mukabele ettim.” (205) (S.M. 8. ci. 548. sh. 2997. hadis
ve sh: 140’da 2663. hadis ve mevzu ile alâkalıdır. İ.M. 36. Kitab-ül Fiten, 29.
babında ve T.T. 5. ci. 608. sahifede günah çoğalınca hasf, mesh ve diğer be-
laların vuku’ bulacağı bildirilir.) (Bak: 2656, 2657.p.lar)
2360- MESİH d[K8 : Bir şey üzerinde eli yürütmek. bir şeyden on-
2362- MESLEK tVK8 : Yol. usul. Gidiş. *San’at. Geçim için tutulan
ketten hesap vermeye mecbur oluş. (Bak: Adalet, Ceza, Cehennem, Fetret)
2364- Mes’uliyet mevzuu ile alâkalı “mühim ve mahrem bir mes’ele ve
bir sırr-ı velayet: Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak
ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dai-
resinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler.
Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kı-
MES’ULİYET 1311
¯ ~«‡ ¬‰_ÅX7~|«V«2 >¬gÅ7~ h[¬8« ²_«4 ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²vUÇV6—« ¯ ~«‡ ²vUÇV6 « «~
°}Å[¬2«‡ ?«~²h«W²7~«— ²vZ²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y;—« ¬y¬B²[«" ¬u²;«~ ¯ ~«‡ u%Åh7~«— ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8
MES’ULİYET 1313
¬˜¬f¬±[«, ¬Ä_«8 |«V«2 ¯ ~«‡ f²A«Q²7~«— ²vZ²X«2 °}«7ÎY²K«8 «|¬; ¬˜¬f«7«— _«Z¬V²Q«" |«V«2
¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²vUÇV6—« ¯ ~«‡ ²vUÇVU«4 |«V«2 y²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y;
“Haberiniz olsun ki, her birerleriniz birer çobandır ve her birerleriniz
idaresi altındakilerden mes’uldür. İnsanlar üzerinde emîr bulunan bir kimse
bir çobandır ve idaresindeki milletten mes’uldür. Erkek, ev halkı üzerinde
bir çobandır ve idaresindeki aile efradından mes’uldür. Kadın kocasının evi
ve çocukları üzerinde bir çobandır ve o da çobanlığından mes’uldür. Hiz-
metçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da ondan mes’uldür. Habe-
riniz olsun. Her birerleriniz birer çobandır. Ve her birerleriniz güttüklerin-
den (yani elinin altında ne varsa ona lâyıkıyla bakıp korumaktan) mes’uldür.”
(207) (Bak: 172. p.)
2369- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: “(29:13) ²vZ«7_«T²$«~ kendi işle-
dikleri günahların ağırlıklarını ²v¬Z¬7_«T²$«~ «p«8 ® _«T²$«~«— ve o ağırlıklarıyla beraber
daha bir çok ağırlıkları –başkalarını idlal etmeğe, günaha sokmağa çalışmala-
rının günahlarını– yüklenecekler.” (E.T.3667) (9:115) (17:36) âyetleri de
mes’uliyet hakkındadır.
Atıf notları:
-Muhabbetin taşkınlıklarından ehl-i hal mazur olabilir, bak: 1327.p.
-Ehl-i Sünnet haricinde olan bazı şahısların mes’uliyet durumları, bak: 2677,
3673-3676.p.lar
-Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz, bak: 1709.p.
tında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. Osmanlı İmparator-
luğu’nda 23 Temmuz 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanından 30 Ekim 1918
Mondros Mütarekesi’ne kadar geçen devir, meşrutiyet devridir. (Bak: İttihad
ve Terakki, Monarşi)
2371- İkinci Meşrutiyet devrinde iktidarı elinde bulunduran İttihad ve
Terakki Partisini müsbet mecraya sevketmeyi düşünen Bediüzzaman, bir ara
Meşrutiyet Hükümeti’nin lehinde bulunarak makaleler neşretmişti. Ezcümle
meşrutiyete teşvik ettiği devresinde irad ettiği “Hürriyete Hitab” başlıklı bir
nutkunda: Hürriyet-i şer’î, şeriata istinad etmek, siyasî tarafgirliklerin ve
MEŞRUTİYYET 1315
ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail
hükmüne geçti, onları susturdu.
Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilafat-ı şeriat ve lezaiz-i nameşrua ile
tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk.
Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik; neşv ü nema
bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşaallah
mu’cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiye amelen ve
burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri
kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza
müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler.
Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki
cami-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i
imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçe-
ceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle
ihtar ediyorum ki: Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta eli-
mizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle
bizi boğmasın. (*) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı
hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.” (T.H.55)
2371/1- Fakat sonraları görüldü ki; yüzde on teşkil eden gizli komite
mensublarının iğfal ve ifsadlarıyla, meşrutiyet istibdada ve tahribata inkılab
etti. Bediüzzaman Hazretleri de muhalefetle ta’diline çalıştı.
2371/2- Bediüzzaman, Sultan II. Abdülhamid devrinde, hürriyet-i şer’iye
ve hakikat ilminin ihyasını isterken tımarhaneye sevkedildi. Adeta o zaman
“akla husumet” ediliyordu. İttihad ve Terakki hükümetinde de zalimane
idamlarla “hayata adavet” edildi. Ve meşrutiyet ismi altında yürütülen
istibdad şiddetlendi. Bediüzzaman o zamanın askerî mahkemesindeki müda-
faasının müteferrik yerlerinde bu hususları beyan eder. Bu müdafaasının
meşrutiyetle alâkalı bazı kısımlarını aynen alıyoruz:
“Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zaif istibdad, tımarhaneyi
bana mekteb eyledi. Vakta ki i’tidal, istikamet; irtica’ ile iltibas olundu, meş-
rutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi....
Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de ha-
yata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın
* Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.
MEŞRUTİYYET 1317
mevt!... Zalimler içinde yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum
ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfi iyi bir zemin
oldu.” (T.H.61)
“Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan, cinayete tenezzül etmez.
Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere idam olunsam,
iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan
ibaret bulunan gaddar bir hükümetin en rahat mevkii hapishane olsa gerek-
tir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.” (T.H.62)
“Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ülema ve ta-
lebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin
münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın,
şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: ²vZ8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ f¬±[«,
hadisinin sırrıyla; şeriat âleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü
mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir
itirazı varsa, bürhan ile isbata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i
hakikisi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye
ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki et-
medim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ülema ve şeriatı, Avrupa’nın zünûn-
u fasidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu
tarz muamelenizi gördüm!” (T.H.63)
“Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar
hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı akvamiye teşkiline
sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve İttihad ve Te-
rakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumi, aff-ı umumi ve ref’-i imtiyaz
lâzım. Ta ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşarat nazarıyla bakmakla nifak
çıkmasın.” (T.H.72)
“Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat ha-
reket ise: °p¬D«#²h8 |¬±9«~ ¬–«Ÿ«TÅC7~ f«Z²L«[²V«4 (*) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve
* Yani: Bütün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.
MEŞŞAİYE 1318
ziği, akıl veya tecrübî metotlarla çözülemiyen problemler sahası olarak anla-
mak gerekir. Bu karakterde bir çok metafizik problemler mevcuddur. Meta-
fizik, insanın bilgi imkânının sınırlı oluşu ile alâkalıdır. İnsan gerek akıl, gerek
göz, kulak gibi his organları ile sınırlı bilgi edinebilir. Tecrübî ilimler ne ka-
dar ilerlerse ilerlesin, insanın bilme imkânı yine sınırlı kalır ve kaçınamıyacağı
metafizik problemlerle karşı karşıya gelir. Bu noktada karanlıkta kalan insa-
nın ufkunu hak din olan İslâm ve bunun dayanağı olan Kur’an aydınlatır.
Kur’an Allah kelâmı olmak sıfatıyla insan için gayb âlemine ait olan bir
kısım hakikatları da bildirir. Varlığın, hayatın, ölümün manasını; yaradılışı,
kıyameti, âhireti, ruhu, ebedî hayatı haber verir. Hiç bir tecrübî ilim, hiç bir
felsefe, o mevzular hakkında hakikat vasfına sahib bilgi veremez. Ancak
zanna tabi olurlar. Bu sebeble filozoflar, dine tabi olmadıkları zaman, ya in-
kâra sapar veya şüpheye düşerler, yahut zanna ve indî fikirlere dayanarak
kurdukları teoriler, bir çok yanlışlar ihtiva edeceklerinden, sahibleri gibi fani
olup, hataları anlaşıldığı zaman, kitabların ölü sahifeleri arasında gömülü ka-
lıp kaybolurlar. Halbuki Kur’an her asırda yeniden nazil olmuş gibi dipdiri
ebedî bir hayata ve ebedî hakikatlara mazhadır. (Bekir Sami Sağbaş, Felsefe
Öğ.) (Bak: İsbat, İsbatiyecilik)
reğe tutunarak döner ve ney ve dümbelek sesiyle vecde gelirdi ki, Mevlevî
Tarikatı’ndaki “sema”ın mebdei budur. Bu makama eriştikten sonra, edebi-
yatta yüksek bir yeri olan “Mesnevî” yi yazmış ve aşk-ı İlahî üzerine birçok
şiirler söylemiştir. Bu şiirlerinde 30 bin ve Mesnevî’sinde 47 binden çok beyt
vardır. Hicri 672 tarihinde 69 yaşında vefat edip, türbesi Konya’da ziya-
retgâhtır. (Kamus-ul A’lâm’dan telhisen alınmıştır.)
“Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir
rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz
omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus
cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik
ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîye irae eder. Ve Mevlana Celaleddin’in de-
diği gibi,
²a²,~«f' ¬–_«B²,Y" ¬–_«<—h²Z«8 ¬j²U«2 ²a²,_«[¬7—² «~ ¬•~«… y¬6 |¬#« _«[«' ²–«~
sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î
meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve
içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan
şişeye döner.” (Ş.9)
_«Z«X<¬… _«Z«7 …¬±f«D< ²w«8 ¯}«X«, ¬?«_¬8 ¬±u6 ¬‰²~«‡|«V«2 ¬}Å8 ²~¬˜¬g«Z7¬ b«Q²A«< «yÁV7~ Å–¬~
(208)
yani; “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderi-
yor.” Hadis-i Şerifine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tam olan Mevlana
Eşşehir Kutb-ül Arifîn, Gavs-ül Vasilîn, varis-i Muhammedî, kâmil-üt tari-
kat-ül aliyye ve’l müceddidiyye Halid-i Zülcenaheyn Kuddisi Sırruhu... ilh.
2383- Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü (1193) tarihindedir.
Sonra gördüm ki, (1224) tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı olan
Cihanâbad’a dahil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı
manevîye ile Tarik-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış. Sonra
1238’de ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek
diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki; Hazret-i Mevlana’nın
nesli, Hazret-i Osman Bin Affan’a mensubdur. Sonra gördüm ki; tercüme-i
halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye baliğ olmadan ev-
vel a’lem-i ülema-i asr ve allâme-i vakt olmuş, Süleymaniye kasabasında ted-
ris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.
2384- Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım dört mühim
noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’de dünyaya gelmiş, Üstadım ise,
1293’de. Tam Mevlana Halid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dün-
yaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve
mukaddemesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’de girmiş. Üstadım ise aynen
yüz sene sonra 1324’de Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i
manevîyesine başlamış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden te-
vehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’de vaki olmuş-
tur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyu-
şamayıp onları reddederek -küserek- tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva
ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle
ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Ondan korkarak Burdur ve Isparta Vila-
yetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana Halid, yaşı yirmiye baliğ olmadan ev-
vel allame-i zaman hükmünde, fuhul-i ülemanın üstünde görünmüş, ders
okutmuş. Üstadım ise; tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malumdur ki:
Ondört yaşında icazet alıp, a’lem-i ülema-i zamanla muarazaya girişmiş;
ondört yaşında iken, icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.
2385- Hem Hazret-i Mevlana Halid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i
Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi... Üstadım da Kur’an-ı Hakim’e hiz-
met noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip,
Hazret-i Mevlana gibi, Risale-i Nur eczalarıyla -bütün kuvvetiyle- Sünnet-i
Seniyenin ihyasına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasıla ile Risale-i Nur’un
takviye-i din hususundaki te’siratı; Hazret-i Mevlana Halid’in Tarik-ı Nakşiye
vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (*)
2386- Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i
Nur,
Kur’ana ait olup medh ü sena Kur’anın esrarına aittir. Yalnız üstadımla
Hazret-i Mevlana’nın bir kaç farkı var:
Birisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kadirî, hem Nakşî
tarikat sahibi iken, Nakşîlik Tarikatı onda daha galibdir. Üstadım bilakis,
Kadirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üsta-
dımdan işitim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan Tarik-i Nakşîyi getirdiği
vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’del-memat, hayatında olduğu gibi,
taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu -bidayeten-
cay-i kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbani’nin ruhaniyetleri
Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; “Mevlana
Halid senin evladındır, kabul et.” Şah-ı Geylani, onların iltimaslarını kabul
ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Halid birden
parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i
ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazısı da rüya
ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
2387- İkinci fark şudur ki: üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azledi-
yor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlana Halid’in şah-
siyeti, kutb-ül irşad, merci-il has ve- âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana Halid, zülcenaheyn’dir. Fakat zamanın
muktezasıyla ilm-i tarikatı ve Sünnet-i Seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı
daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu deh-
şetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikatı ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam
ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki Hadis-i Şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek
bir müceddidi gönderiyor” müjdesinin ihbarına müvazi olarak Hazret-i
Mevlana Halid, -ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle-1200 senesinin yani Onikinci
Asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk
ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki-nass-ı Ha-
dis ile-Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini
görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden
tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları bir müşiriyet-i manevîye hizmetini görü-
yor.” Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum. Şamlı Hâfız Tev-
fik.” (S.T.14)
vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bakiyenin
mukaddimesidir.
Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünya-
dan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki en ba-
sit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam
bir eser’i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohum-
ların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet
muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve
hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu gö-
rünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor.
Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı
hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri,
hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan; o mevt, onların hayatın-
dan daha muntazam ve mahluk denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk,
hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin
başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir
ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir ha-
yat-ı bakıye sünbülü verecektir.
2389- Amma mevt, ni’met olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört
vechine işaret ederiz.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekalif-i hayatiyeden azad
edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, âlem-i berzahta bir visal
kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir.
İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp;
vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, baki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Baki’nin
daire-i rahmetine girmektir.
2390- Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok
esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ:
Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin
cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar
nıkmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çi-
çeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları, ne kadar
zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
MEVT 1328
Dördüncüsü: Nevm, nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattır; hususan
musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan
mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar
için, ayn-ı ni’met ve rahmettir. Amma ehl-i dalalet için, müteaddid Sözlerde
kat’i isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azap
içinde azaptır.” (M.7-8)
2391- Fakat “ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir;
hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir
paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbab ve akrabasına
kavuşmak için bir vesiledir; hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine
girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir;
hem Hâlik-ı Rahim’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil, ahz-ı ücret et-
meye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona
dehşetli bakmak değil, bil’akis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla
bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün
dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i haya-
tın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet ehl-i iman için ölüm,
rahmet kapısıdır. ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.” (L.210)
2392- İşte ey ehl-i iman “sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil,
fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf
değil, failsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir
terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir
sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir vi-
sal kapısıdır.” (M.226)
2393- Hem Kur’anda (5:18) (40:3) (42:15) (50:43) (64:3) âyetlerinde zik-
redilen:
(44:8) (57:2) âyetlerinde geçen “ a[¬W<— Yani: Mevti veren O’dur. Yani: Ha-
yatı veren o olduğu gibi; hayatı alan, mevti veren dahi yine odur. Evet mevt,
yalnız tahrib ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin.
Belki nasıl bir tohum zahiren ölüp çürüyor, fakat batınen bir sünbülün ha-
yatına ve yoğurmasına yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sünbül hayatına
geçiyor. Öyle de mevt dahi zahiren bir inhilal ve bir intifa göründüğü halde,
hakikatta insan için hayat-ı bakiyeye unvan ve mukaddeme ve mebde’ olu-
yor. Öyle ise; hayatı veren ve idare eden Kadir-i Mutlak, yine elbette mevti o
icad eder. Şu kelimedeki mertebe-i uzma-yı tevhidin bir bürhan-ı a’zamına
şöyle işaret ederiz ki: Otuzüçüncü Mektub’un Yirmidördüncü Penceresi’nde
beyan edildiği gibi: Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i
Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde müte-
madiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u za-
hirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazam yağıyor, iniyor. Ve emr-i
MEVT 1330
ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlik-ı Rahim’i, onu bu fani dünyadan çıkarıp
Cenet’ine götürecek. Hem sana şefaatçı, hem ebedî bir evlad yapacak.
Müfarakat muvakkattır, merak etme.
(2:156) «–YQ¬%~«‡ ¬y²[«7¬~ _Å9¬~—« ¬yÅV¬7 _Å9¬~ ¬yÅV¬7 v²UE²7«~ de sabret.” (M.80)
2402- Bir hadis-i şerifte ölüm şöyle anlatılır:
¬±|¬AÅM7~ ¬‚—h' «u²C¬8 Å ¬~_«[²9 Çf7~ «w¬8 ¬w¬8ÌYW²7~ «‚—h' ²a«ZÅA-« _«8
_«[²9Çf7~ ¬ƒ²—«‡ |«7¬~ ¬}«W²VÇP7~«— ¬±v«R²7~ «t¬7«† ²w¬8 ¬y¬±8~ ¬w²O«" ²w¬8
Yani, “Bir mü’min-i kâmilin ölerek bu dünyadan çıkıp gitmesini, bir ço-
cuğun ana rahminden, o nemli, karanlık yerden geniş dünya sahasına çıkma-
sından başka bir şeye benzetemem.” (209)
Kâmil mü’minin vefatında göklere çıkacağı, İ.M. 4262. hadiste beyan
edilir. Mevtin müslümanlar için keffaret olduğu, K.H. 2663. hadiste ifade
edilir. (Ayette uykunun mevte benzetilmesi, bak: 2850.p.)
2403- “ ¬y²[«V«2 yÁV7~ y«C²Q«" ¯š²|-« |«V«2 « _«8 ²w«8 Bir kimse ne hal üzerine
ölürse, onu Allah Teala o hal üzere ba’s buyurur.” (210) (Bak: 545.p.sonu)
Atıf notları:
-Kıyamette ölümün öldürülmesi, bak: 3396.p.
-Dört defa öldürülüp mu’cize olarak dirilen Cercis (A.S.), bak: 552.p.
-Rızıksızlıktan ölmek yoktur, bak: 3039.p.
-İsa (A.S.)’ın mu’cize olarak ölüyü diriltmesi, bak: 1728.p.ta âyet notu ve 3285.p.
Atıf notları:
-Mevzu ehadisin tefrik ve temyiz edilmesi, bak: 1105, 1106.p.lar.
-Mevzu ehadisin mahiyeti, bak: 3844.p.
“Âyet-i Kerimede hamr (içki)den sonra meysir (kumar) geliyor. Leys Bin
Sa’d, Ata, Mücahid, Tavus gibi birçok tabiîn âlimleri, kumarın her nevi,
âyette nehy olunan meysirdir; hatta çocukların oynadıkları ceviz ve yumurta
oyunları da öyledir; demişlerdir. Hazret-i Ali de satranç oyunu kumardır,
demiştir. İbn-i Kesir’in tefsirinde, beyanına göre Abdullah bin Ömer, sat-
ranç tavla ve gülbahar oyunlarından daha şer bir oyundur diye tavsif etmiş-
tir. Ebu Hanife, Malik, Ahmed bin Hanbel satranç oyununun haram oldu-
ğunu bildirmişlerdir. İmam-ı Şafii kerahetine kail olmuştur. Nerd denilen ve
iki zarla oynanan tavla ve gülbahar oyunlarının hürmeti ise Muvatta ile
Kütüb-ü Sitte’de Ebu Musa el-Eş’ari rivayetiyle sabittir. Bu rivayete göre Re-
sul-i Ekrem, “Her kim nerd (tavla) oynarsa, Allah ve Resulüne asi olur” bu-
yurmuştur.
Müslim’in Sahihinde Büreyde’den rivayetine göre Resul-i Ekrem Efen-
dimiz: “Her kim nerd-i şir (yani tavla ve gülbahar) oynarsa sanki o kişi elini
hınzır etine ve kanına bulamıştır.” buyurmuştur.
2407- Hadis-i şerifte çocukların aşık ve ceviz oynamaları bile meysirden
madud olduğu beyan buyurulmuştur. İki kişiden biri diğerine şu kadar yu-
murtayı yiyebilirsen şu senin olsun demiş, bunlar Hz. Ali’ye mürafaa oldular.
Bu kumardır diye cevaz vermedi. Zaten hayır namına (piyango) haram
olursa, diğer kumarların haram olacağı evleviyetle anlaşılır.” (E.T.765) (Bak:
Kumar)
2408- Kur’an (2:219) (5:90, 91) âyetlerinde kumar yasaklanır. Hadis-i şe-
riflerde de kumar yasaklanmıştır. Ezcümle Sahih-i Müslim 41. Kitab-üş Şiir
10. babında ve ibn-i Mace 33. Kitab-ül Edeb 43. babında, nerd tabir edilen
tavla oyunu yasaklanır. Bir rivayette satranç oynayan lânetlenir. (R.E. 394)
2409- MEZHEB `;g8 : Yol Gidilen yol. Tutulan çığır. *Dinin esasla-
rında ve esas temel mes’elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhte-
lif mes’eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları.
*Müctehidlerden, kendilerine tabi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta
Hanefî ve Şafiî, ve akaidde Matüridî ve Eş’arî gibi. Bu “Mezheb” kelimesi,
asıl ve esas manasına da kullanılır.
Beyn-el ülema ve muhakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur’an-ı Ke-
rim’in esaslarından, Peygamber’in ‘(A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrıl-
mamış olan şu “Dört Mezheb” hak olarak seçilmiştir: l-Hanefî Mezhebi.
MEZHEB 1336
Ebu Cafer, İshak İbn-i Raheveyh, Ebu Ubeyd, Kasım İbn-i Selâm, Ebu
Sevr-i Bağdadî, İbn-i Huzeyme, İbn-i Nasr-ı Mervezî, İbn-i Münzir-i
Nişaburî, Davud-u Zahirî, İbn-i Cerir-i Taberî. (Rahmetullahi aleyhim)”
(H.İ. cild 1, sahife: 335)
2418- “Şüphesiz ki Allah Teala dört mezheb için beka ve başka
mezhebler üzerine galibiyet takdir etti. Evzaî’nin mezhebi Endülüs’de, Ma-
likî mezhebi önünde bekasını koruyamadı. Leys b. Sa’d’ın mezhebi, Mısır’da
diğer mezheb ülemasının yaptığı gibi kendini tedvin edecek ve onu insanlar
arasında yaşayacak taraftar bulamadı. Mısırlılar evvela Malikî mezhebinden,
saniyen de Şafiî mezhebinden ihtiyaç gördükleri şeyler bulmuşlardır. Davud
ez-Zahir’in mezhebi, imamların yok olmasıyla ve büyük çoğunluğunun onun
müntesiblerini hoş karşılamamasıyla yok oldu. İbn-i Haldun’un zikrettiği
gibi, ancak kitab ciltleri içinde kaldı. Yine böylece diğer fakihlerin mezheb-
leri de zamanla ortadan kalkmış ve onların zikri ancak kitablarda kalmıştır.
Hülasa olarak, bu dört mezheb ehl-i İslâmda bütün şehirlerde büyük ço-
ğunluğun (cumhurun) mezhebi oldu. İnsanlar bunları taklid etmekle yetinip
durdular... Ülema bunları taklid etmenin vücubuyla, bunların başkasını taklid
etmesinin ise adem-i cevaziyle fetva verdiler. Fetva ve kaza işleri,
müslümanlar arasında ancak bu mezheblerden birisi üzere olan kimselere
verildi.” (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı ci: 1, sh: 49)
2419- “Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı
ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hatem-ül enbiya’dan sonra;
şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara
ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç
kalmıştır. Evet nasılki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara
göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin
istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki ahkâm-ı şer’iyenin teferruat
kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilaç olur. Enbiya-yı salife za-
manında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir de-
rece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o
zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir.
Hatta bir kıt’ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.
Sonra Âhirzaman Peygamberi’nin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî dere-
cesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile
akvam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinliyecek, birtek şeriatla
amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı
ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.
MEZHEB 1339
İşte bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itiba-
riyle; ecnebi kadınlarla ihtilata, temasa ve bir ocak yanında oturmaya mülev-
ves şeylerin içine karışmaya mübtela olduğundan; san’at ve maişet itibariyle,
tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şe-
riat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas
etme; namazını ibtal eder bulaşma” manevî kulağında bir sada-yı semavi
çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla âdât-ı içtimaiyesi itiba-
riyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtela değil, mü-
levves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz.
Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azimet gösterme-
miş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuş ise, abdestin
bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur.
Bir dirhem kadar fetva vardır” der, onu vesveseden kurtarır. İşte denizden
iki katre sana misal.. onlara kıyas et. Mizan-ı Şaranî mizaniyle, şeriat mizanla-
rını bu suretle müvazene edebilirsen et.” (S.485-487)
Atıf notları:
-2419.p.ta izah edilen: ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar
kaidesi, 3143.p.taki âyetin hükmü ile alâkadardır.
-Peygamberler ahkâm-ı esasiyede müttefiktirler, bak: 831.p.
-İslâm idaresinin mezahib-i erbaayı me’haz ittihaz etmesi, bak: 3802.p.
-Yapılan bir amelin bir mezheb-i hakka muvafık gelmesi lüzumu, bak: 3960.p.
-Batıl mezheblerde de bir hakikat payı vardır, bak: 447.p.
Burç, aslında zahir şey demek olup sonra her tabakanın gözüne çarpacak ve-
cihle, zahir olan yüksek köşk, kasr-ı âlî manasında hakikat olmuştur. Şehir
surlarının, kalelerin yüksek yerlerine de aynı vecihle burç denilmiştir. Bunlara
teşbih tarikiyle veya zuhur ma’nasıyla semadaki yıldızlara veya büyüklerine
veya bazı yıldızların içtimaından müteşekkil suretlere de ıtlak olunmuş ve
bahusus ma’ruf olan “Hamel, Sevr, Cevza, Seratan, Esed, Sünbüle, Mizan,
Akreb, Kavs, Cedi, Delv, Hut” oniki burc da hakikat olmuştur. Onun için
hey’et ve nücum ıstılahında burc tabiri, altısı şimalî ve altısı cenubî olan bu
onikisine mahsus olup diğerlerine de “suret” tabiri kullanılmıştır. Semada bu
oniki burcun bulundukları sahaya “Mintakat-ül burûc”tesmiye edilmiştir.”
(E.T.5688)
MİHRAB 1341
tin önünde durduğu yer. *Şiddetli harbeden cengaver. Bahadır. *Evin şerefli
yüksek yeri çardak. *Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. *Mc. Harb âleti.
*Orman. *Melikin hususi makamı. *Mc. Şeytan ve heva ile muharebe edecek
yer. Ümit bağlanan yer.
2427- “Mihrab, mif’al ism-i âlet vezni olduğu gibi, bir de midrar gibi
mübalağa sigası olur ki mihrabın esasen bu manadan me’huz olduğu söyle-
M İ KÂ İ L 1342
niyor. Keşşaf da der ki; meharib, ibtizalden masun olan şerefli mesakin ve
mehafil demektir. Bunlar hamiyyet ve muhafaza ve müdafaa olundukların-
dan dolayı meharib tesmiye edilmişştir. Maamafih burada mesacid diye de
tefsir olunmuştur.” (E.T.3952)
melek. Dört büyük melekten birisi. Kur’anda (2:98) âyetinde zikredilir. (Bak:
Melaike)
2429- MİLLET }±V8 : Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve tarih
2430- “(2:120) ²vZ«BÅV¬8 «p¬AÅB«# |ÅB«& >«‡_«MÅX7~ « «— «…YZ«[²7~ «t²X«2 |«/²h«# ²w«7—«
Ya Muhammed! Ne Yahudiler ne de Hristiyanlar, sen onların milletine
tabi olmadıkça senden asla razı ve memnun olmazlar.
Millet, esas-ı lügatta, söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak manasına
olan •Ÿ8~ masdariyle yani imla manası ile alâkadar bir isimdir.
Meselâ “millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı” denilir ki kavim demektir.
Zikr-i müteallik, irade-i müteallak kabilindendir veya mecaz-ı hazfîdir. Nite-
kim âyette (2:135) «v[¬;~«h²"¬~ «}ÅV¬8 ²u«" ²u5 her iki mana ile kabil-i tefsirdir.
(2:120) ²vZ«=~«Y²;«~ buyurulması gösteriyor ki, Yehud ve Nasara’nın takib ettik-
leri din ve millet, yukarıdan beri nâkabil-i inkâr bürhanlarla isbat edildiği
üzere, kendi hevalarıyla, gönüllerinin sevdalarıyla uydurulmuş tahrifattır.
Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler.” (E.T.482)
2431- Millet hakkında Kur’andan birkaç not:
-Millet-i İbrahim’den yüz çevirmenin sefihlik olduğu: (2:130, 135)
-Millet-i İbrahim’e tebaiyet: (3:95) (4:125) (16:123)
-Müstakim, sağlam ve hanif olan millet-i İbrahim: (6:161)
-Hz.Şuayb’in asi kavminin kendi milletine davetlerine verilen red cevabı: (7:89)
-Yusuf (A.S.)ın ihkârcı bir kavmin milletini (dinini) terkedip İbrahim, İshak ve
Ya’kubun milletine ittiba etmesi: (12:37, 38)
-İnkârcıların kendi milletlerine davetleri: (14:13) (18:20)
Atıf notları:
-Asıl milletimiz İslâmiyettir, bak: 1849.p.
-Millet-i İbrahim’den gelen enbiya silsilesi, bak: 198.p.
olan topluluktaki hal. Millet olma. Aralarında maddî manevî birlik ve bera-
berlik rabıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Bak: Hamiyet-i Cahiliye, Millet,
Türk)
baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de şa’b ıtlak edilir. Bir baba-
nın sulbünden müteşaib olan kesretli bir cemaata, bundan me’huz olarak
kabile denildiği gibi müteaddit kabileleri cami’ olan ve hey’et-i mecmuası bir
asla mensub bulunan büyük cemiyete de re’s ve şa’b tesmiye olunur. Bu su-
retle bir asla mensub olan cemiyetlerin hepsinin başı ve büyüğü olan cemiyet
şa’bdır ki, kabileleri ihtiva eyler. Kabile amareleri ihtiva eyler ki sadır, yani
gögüs mesabesindedir. Amare batınları ihtiva eyler ki Türkçemizde göbek
tabirine benzer. Batın fahizleri ihtiva eder, fahiz ve fasileleri ihtiva eyler,
mecmuu altı tabaka eder. Bazıları, fasilden sonra yedinci olarak aşireti say-
mışlardır. Meselâ: Huzeyme bir şa’b, Kinane bir kabile, Kureyş bir amare,
Kusayy bir batın, Haşim bir fahiz, Abbas bir fasiledir. Maamafih bazı müfes-
sirîn burada kabail, Arab batınlarına, şuub da Acem, yani Arabın gayrı ak-
vam batınlarına işaret olduğunu söylemişlerdir.” (E.T.4478)
“Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyyet, aklı Kur’an ve imandır.”
(Mün.53)
“Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”
(H.Ş.59)
2433- İnsanların taifeler, milletler ve kabileler halinde yaratılmalarının
çok derin ve fıtrî hikmetleri bulunması ve fezail-i beşeriyenin tahakkukuna
zemin teşkil etmesi gibi hakaikı tazammun eden şu âyet:
“ ~Y4«‡_«Q«B¬7 «u¬=_«A«5—« _®"YQ- ²v6_«X²V«Q«%«—|«C²9~ «— ¬h«6«† ²w¬8 ²v6 _«X²T«V«' _Å9¬~ ‰_ÅX7~ _«ZÇ<«~_«<
(49:13) Yani: _«Z²[«V«2~Y9—« _«Q«B«4 ¬}Å[¬2_«W¬B²%¬ ²~¬ Y«[«E²7~ ¬ _«A, « _«X8« ~Y4«‡_«Q«B¬7
~YW«._«F«B«4 ~—h«6_«X«B¬7«
Yani: Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; ta birbirinizi
tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bile-
siniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yarattım ki;
yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz
değildir!
...Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği “tearüf ve teavün düsturu”nun beyanı
için derizki: Nasılki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bö-
lüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki her neferin muhtelif ve müte-
addit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin... ta, o
ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakiki bir vazife-i umumiye
MİLLİYET 1345
yÁV7~ «Ä«i²9«_«4 ¬}Å[¬V¬;_«D²7~ «}Å[¬W«& «}Å[¬W«E²7~ ²v¬Z¬"YV5 |¬4 ~—h«S«6 «w<¬gÅ7~ «u«Q«%²†¬~
~Y9_«6—« >«Y²TÅB7~ «}«W¬V«6 ²vZ«8«i²7«~—« «w[¬X¬8ÌYW²7~ |«V«2—« ¬y¬7Y,«‡ |«V«2 y«B«X[¬U«,
_®W[¬V«2 ¯š²|-« ¬±uU¬" yÁV7~ «–_«6—« _«Z«V²;«~—« _«Z¬" Ås«&«~
İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime kat’i bir surette menfi bir milliyeti
ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki müsbet ve mukaddes İslâmiyet
milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.
2435- Evet acaba hangi unsur var ki, üçyüzelli milyon vardır? Ve o İslâ-
miyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî
kardeşleri kazandırsın! Evet menfi milliyetin, tarihçe pek çok zararları gö-
rülmüş.
unsurlar gibi, müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.
Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya
müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi)
Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.
2439- Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmi-
yet’le imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün
senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir; zemin yü-
zünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desi-
seleriyle o mefahiri kalbinden silme! ..” (M.323)
2440- “Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:
Evvela: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri
çok muhaceretlere ve tebeddülata maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükü-
met-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden pervane
gibi çokları içine atılıp,. tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa
ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet
fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır.
Onun içindir ki; menfi milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve
dine karşı pek lakayd birisi mecbur olmuş, demiş: “Dil din bir ise; millet bir-
dir.” Madem öyledir, hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münaseba-
tına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan
olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.
2441- Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evladının hayat-ı
içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faideden iki faideyi misal olarak beyan ede-
ceğiz:
Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın
büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu dev-
letin ordusundaki Nur-u Kur’andan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim,
öldürsem gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istik-
bal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli
olan nefaratın ruhunda şöyle ulvi fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey
gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve
bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?
2442- İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu
devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslâmı ağlatmış
ve inletmiş. Ve o müstemlekat sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak
MİLLİYET 1348
üzerine, ne esvedin ahmer üzerine fazl ve rüçhanı yoktur, fazl ve rüçhan an-
cak takva iledir.” (212)
2447- “Peygamber (A.S.M.) şöyle buyurdu:
rece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine _«X²Q«0«~ «— _«X²Q¬W«, diyenlerin
ne kadar bahtiyar olduklarını anla.” (M.180)
2451- “İhtar: Mirac mes’elesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra
terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan
bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmiyen dinsiz mülhidlere karşı elbette
bizzat isbat edilmez. Çünki Allah’ı bilmiyen, Peygamber’i tanımıyan ve me-
laikeyi kabul etmiyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara
Mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise
214 S.B.M. hadis: 1550 ve S.M. ci: 1 sh: 235 hadis: 276,278
Mİ’RAC 1351
biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatab ittihaz ederek
ona karşı beyan edeceğiz. Ara-sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara
alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı Sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım
lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın
aslıyla birleştirmek ve kemalat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemaline birden bir
ayine yapmak için, inayeti Allah’dan istedik.
>«Y«B²,_«4 ¯?Åh¬8 —† >«YT²7~ f<¬f- « y«WÅV«2 |«&Y< °|²&—« Å ¬~ «Y; ²–¬~
|«9²…«~²—«~¬w²[«,²Y«5 « _«5 «–_«U«4 |Å7«f«B«4 _«9«… Åv$ |«V²2« ²~ ¬s4 ²_¬" «Y;—«
|«R«# _«8—« h«M«A²7~ « ~«ˆ _«8 |«L²R«< _«8 «?«‡²f¬±K7~ |«L²R«< ²†¬~
2457- “Yine hatıra gelir ki: Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesa-
feyi kat’etmek, aklen muhaldir?”
Biz de deriz ki: Sani-i Zülcelal’in san’atında, harekât, nihayet derecede
muhteliftir. Meselâ: Savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne ka-
dar mütefavit olduğu malum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar
muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latif cismi, urûcda sür’atli olan ulvi ru-
huna tabi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on
dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir da-
kikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı
toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek
oluyor ki; bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün birisine de
bir sene hükmüne geçer.
2458- Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin ha-
reketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden
sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: O
saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış def’a daha
geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def’a daha geniş bir daire
içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış def’a daha geniş bir dairede saliseleri ve
hakeza... rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia ta aşireleri sayacak
gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza saati sayan
ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde aşireleri sayan ibrenin
dairesi, arzın medar-ı sanevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.
Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin ha-
rekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şah-
sın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı se-
nevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır. İşte zaman, (çünki)
harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, hare-
kâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir. İşte bir saatte meşhudatı-
mız, bir saatin saati sayan ibresine binen zişuur şahsın meşhudatı kadar
olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; aşire ibresine binen şahıs
gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm,
burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip,
acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete
müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine
dönebilir ve dönmüş ve öyledir.” (S:571)
2459- “İnsanın camiiyeti; ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi ol-
duğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden
Mİ’RAC 1355
rette muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, mi’raciye mecarasıyla onu ihtar edi-
yor.” (M.305) (Bak: Müteşabihat)
2467- Sual: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri,
bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vacib-ül Vücud, mekândan münez-
zehtir; herşeye, herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?
Elcevab: Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan
edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:
Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız.
Nasılki güneş; elimizdeki ayine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir
şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru
olsaydı, bizimle ayinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan
dörtbin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil; Şems-i Ezelî, her şeye herşeyden
daha yakındır. Çünki Vacib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir
şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır.
İşte Mi’racın uzun mesafesiyle, (50:16) ¬f<¬‡«Y²7~¬uA² «& ²w¬8 ¬y²[«7¬~ «h²5«~ w²E«9—«
in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm’ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve an-ı vahidde yerine
gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın
Mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet,
nasılki seyr ü sülûk-ü ruhanî ile kırk günden, ta kırk seneye kadar bir terakki
ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.
Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyle, hem
letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası
olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-ı imaniyenin en yüksek
mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn”
makamında, hakaik-ı imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı
bil’âhireti aynel yakin gözüyle müşahede etmiş. Cennete girmiş Saadet-i
ebediyeyi görmüş. O mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış,
bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir
tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.” (M.306)
2467/1- Mirac hâdisesinde ehemmiyetle zikri geçen “Sidret-ül Münteha”
hakkında, Buhari’deki müteşabih vasfındaki iki hadisin son kısmında izahat
Mİ’RAC GECESİ 1359
* «*²G¬, "Kamus" mütercimi Asım'ın beyanına göre, Arabistan Kirazı denilen ağacın is-
Sidr
midir ki cemi'dir. Vahidi?«*²G¬, dir. Sidret-ül Münteha semavat ile cinanı gölgesi altına alan
bir ağacın ismidir ki, bir rivayete göre sema-i sabianın fevkinde; Müslim rivayetine göre,
sema-i sadisededir. Yahud da kökü sema-i sadisede, kendisi sabiadadır. Sidret-ül Münteha
tesmiye buyurulması, melaike-i kiram ile enbiya-i izam hazaratının münteha-yı ilmi olması
itibariyledir. Yalnız Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz'e ondan öte Kab-ı
Kavseyn'e kadar destûr-u urûc verilmiştir.
Bazılarına göre Sidret-ül Mühteha, Arş-ı Azim-i Rahman'ın esfelidir. Ondan ilerisine ne
Melek-i Mukarreb varabilir ne Nebiyy-i Mürsel, İlerisi gaybdır ki, Allah'dan başka hiçbir
kimsenin daire-i ilmine giremez.
** Sidre-i Münteha terkibindeki Sidir, Nebak Ağacı diye tefsir olunuyor ki Arabistan Kirazı
denilen ve Trabzon Hurması fasilesinden olup ehlîsi ve yabanisi olan bir nevi ağaçtır.
Münteha da bir şeyin son haddine denildiğine göre Sidre-i Münteha, mahlukatın ilmi ve
ameli kendisinde nihayet bulup âlem-i kevni tahdid eden bir işaret demek olur. Bazı tefsir
kitablarında da Tuba Ağacı olarak tefsir olunmuştur.
MİRAS 1360
kalmış olan mal, mülk. Buna dair hukuk kaidelerine İslâm Fıkhında “Feraiz”
denilir. Bu ilim, çok teferruatlı ve mühim bir miras hukukudur. Kur’anda ve
ehadiste miras hukukuna hayli yer verilmiş ve buna istinaden fıkıh imamları,
miras hukukunu etraflıca tesbit etmişlerdir.
Miras hukuku ve onunla alâkalı olarak Kur’anda çok âyetler vardır. Me-
selâ: (2:77, 180, 181, 182, 233) (4:7 ilâ 12 ve 19, 33, 176) (5:106, 107, 108)
(8:72, 75) (33:6) âyetleri zikredilebilir.
2469- Mirasta erkek, kız hissesinin iki mislini alacağına ait bir âyet hük-
münün hikmet cihetindeki tefsirinden bir nümune ve medeniyet hesabına
edilen itiraza bir cevabdır. Şöyle ki: “ (4:176) ¬w²[«[«C²9 ²~ ¬±o«&u²C¬8¬h«6 Åg¬V«4 olan
hükm-ü Kur’anî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adalet-
tir, çünki ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını
taahhüd eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyet-
teki noksanını telafi eder. Hem merhamettir, çünki o zaife kız, pederinden
şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur’ana göre o
kız pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, “Benim servetimin ya-
rısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir ço-
cuk” nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz.
Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kar-
deşi ona, “Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını
ellerin eline verecek bir rakib” nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete
bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nâzik, nazenin ve hilkaten
zaife ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder fakat ona bedel akaribin şef-
katinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i
Hak’tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak ver-
mek, ona merhamet değil, şedid bir zulümdür. Belki zaman-ı cahiliyette, gay-
ret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarane bir
zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenaate yol
açmak ihtimali vardır.” (M.40)
H.İ.4. ci.14. kitab sh: 471, veraset hukukuna dairdir.
2469/1- Miras hukuku ile alâkalı olarak evlad ve akrabaya yapılan hibe-
lerde de adalet nazara alınmalıdır. Ezcümle:
MİRAS 1361
¬Ä_«%¬±h7~|«V«2 «š_«K¬±X7~ h$« ®~h$¶Y8 a²X6²Y«7—« ¬}Å[¬O«Q7²~ |¬4 ²v6¬…« ²—«~ w["~—Y,
varid olmuştur. Yani atiye hususunda çocuklarınızın arasında müsavata ria-
yet ediniz. Eğer ben tercih ihtiyar edecek olsa idim, elbette kadınları erkekler
üzerine tercih ederdim.
Maamafih bazı fukahaya ve bilhassa İmam Muhammed’e göre bu hu-
susta miras nisbeti nazara alınmalı, oğullara iki, kızlara bir nisbetinde atiye
verilmelidir. Adl olan budur. Çünkü erkeklerin ihtiyaçları daha çoktur. Er-
kekler zevcelerinin ve çocuklarının nafakalarını vermeğe ve refikalarının
mehirlerini ödemeğe mecburdur. Bu gibi hikmetlere mebnidir ki, Hak Teala
Hazretleri miras hususunda erkekleri tafdil buyurmuştur. İşte bu gibi hik-
metler, hal-i hayattaki atiyelerde de nazara alınmalıdır.
İmam Malik’e ve İmam Leys ile Sevrî-ye göre evlad arasından bazılarına
tercihan bir malı hibede bulunmak caizdir. Fakat İmam Malike göre bir
kimse böyle evladından bazılarına malının bir kısmını bağışlıyabilirse de bü-
tün mallarını bağışlayamaz, bu caiz değildir. (Elmugnî, Bidayetülmüctehid)..
Bir kimse hal-i hayatında evladından birine, meselâ oğluna tasarrufta
bulunmak üzere bir mikdar mal vermiş ve bu mal tasarruf neticesinde artmış
MİSAK-I EZELÎ 1362
bulunsa bakılır, eğer bu malı oğluna hibe etmiş ise hepsi oğlunun olur. Yoksa
kendisi için tasarruf etmek, meselâ ticarette bulunmak üzere vermiş ise,
bunlar vârislerine mevrus olur. Oğlu, babası namına tasarrufta bulunmuş
olur. (Dürri Muhtar)” (H.İ. 4. ci. sh: 145-147) Aynı eserin onbirinci kitabı (sh:
90), hibelere dairdir.
«w[¬Q¬=_«0 _«X²[«#«~ _«B«7_«5 _®;²h«6 ²—«~ _®2²Y«0 _«X¬B²=~¬Œ²‡«Ÿ²¬7«— _«Z«7 «Ä_«T«4 de emr ü icabet
böyle temsilî olduğu gibi bunda da mana-yı marufiyle bir işhad ve sual ü
cevab, hakiki manasıyla bir mukavele düşünmek lâzım değildir.” (E.T.2325)
Kur’an (2:21) âyetinde geçen “ ‰_9 aslında nisyandan alınmış bir ism-i
faildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: ey
insanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz. Fakat bir cihetten de insanlara
bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz, amden de-
ğil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.” (İ.İ.97) (Bak: 966.p.) “Elestü”
MİSAL 1363
2472- MİSAL Ä_C8 : Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. *Düş.
Rüya. *Ahlâk ve âdabla ilgili kıssa ve hikâye. *Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kı-
sas. *Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani elif, vav veyahud da ya olan) fiil veya
kelime. (Bak: Âlem-i Misal, Temsil)
nalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o gibileri simalarından ta-
nırsın. Onlar, insanlardan yüzsüzlük edip de (birşey) istemezler. Siz (hak
yolunda) ne mal harcarsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir.” (217)
Buhari 24. kitab-üz zekat 53. babı aynı mevzudur. (Bak: 4050-4052.p.lar)
Mesakinin faziletini gösteren bir dua-yı Nebevî de şudur:
219 Taberani, Ebu Nuaym ve Hâfız-ı Münzirî'nin Tergib adlı kitabında nakledilmiştir.
MİZAH 1367
2478- Mesakine yardım, bir ihsan olmaktan daha çok bir vecibe-i diniye-
dir. Zira, mukaddesatın muhafazısında her müslüman muvazzaftır. O yolda
hasr-ı nefs edenlere ağniyanın muaveneti, dinen vacibdir. (Bak: 521.p.1 ve
2479 p.ta bir ayet notu) Yoksa manen mesul olunur. Bu hakikatı Elmalılı
Hamdi Efendi 107. surenin 3. âyetini tefsir ederken şöyle izah eder:
“Burada taamdan murad it’am olduğu için, it’am-ül miskin demek daha
zahir olacak iken, taam denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir miskinin,
kudreti olanlar tarafından verilecek taama mülki imiş gibi diyaneten bir hakkı
taalluk ettiğine işaret vardır ki, (51:19) ¬•—h²E«W²7~«— ¬u¬=_ÅK¬7 Çs«& ²vZ¬7~«Y²8«~ |¬4«—
âyetin mantukudur. Bu suretle istihkakın şiddetine tenbih ve başa kakmak-
tan nehy edilmiş demektir.” (E.T.6167) (69:34) (89:18) âyetleri de aynı me-
aldedir.
2479- Mesakin hakkında âyetlerden birkaç not:
-Mesakine yardım tavsiyesi: (2:83,177,215) (4:8,36) (17:26) (30:38) (76:8)
-Mesakinin gemisini, Hz. Hızır’ın arızalandırması: (18:79) (Bak: 3227, 3228.
p.lar)
-Mesakin ve muhacirîne muavenet ve kusurlarına bakmamak: (24:22) (Bak:
2478.p.)
-Mesakinin ganimetlerden hisseleri: (8:41) (59:7)
-Gaddar zalimlerin mesakin aleyhinde gizli fısıldaşmaları: (68:24)
-”Miskinen za metrabeh” tabiri: (90:16)
2480- MİZAH ƒ~i8 : Şaka, latife. *Ebd: Bazı düşünceleri nükte, şaka
veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı
ciddiyettir)
Peygamberimiz (A.S.M.) buyuruyor ki:
Mikyas. *Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adalet öl-
çüsü olup, hakiki mahiyeti ancak âhirette bilinecektir. *Mat: Yapılan hesabın
doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesab. Sağlama. (O.A.L.)
2482- Allah zerrattan yıldızlara kadar bütün varlıklar arasında birbirlerine
tecavüzü durduran müvazene kanununu koyduğu gibi, insanlar arasında dahi
birbirlerine tecavüzatı önleyen adalet kanunlarını da vaz’etmiştir.
2483- Semanın yükseltilip mizan konulduğunu bildiren, (55:7) âyetinde
geçen mizan hakkında Elmalılı Hamdi Efendi şu bilgiyi veriyor:
“Mizan, misak gibi hem vezin manasına masdar hem de vezin âleti terazi
manasına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın yekdiğerine nisbetle mikdarı veya
mikdarının tanınmasıdır ki, asıl sıklette ma’ruftur. Ve bir mukayese ve mua-
dele ile yapılır. Ve bu mukayesenin yapıldığı âlete de mizan denilir. Bu su-
retle vezin, daima bir muadele, yani bir denkleşme nisbeti ifade ettiğinden
adalete ve adaletin mi’yarı olan şeriata da mizan tabir olunagelmiştir. Onun
için burada mizan, eşyanın gerek sıklet itibariyle ve gerek sair suretle
mikdarlarının tanınmasına mi’yar olarak herhangi bir âlet manasına hamle-
dilebildiği gibi daha şümullü olmak üzere adalet manasına hamledilmiş, şe-
riat ile tefsir edildiği de olmuştur: (55:7) «–~«i[¬W²7~ «p«/—« «— da mizan, ref-i sema
münasebetiyle zahir olan mana bütün eşya arasındaki müvazene-i umumiye
kanunudur ki: (Pesenteur) yahud (gravitation) denilen cazibe-i umumiye
veya sıklet kanunu bunun en zahir tecellisidir.” (E.T.4665) (Bak: Eskal)
Atıf notu:
-Ecram-ı semaviye arasındaki mizan, bak: 83.p.
2484- Mizan hakkında âyetlerden birkaç not:
-Müvazene-i a’mal kaidesi: (7:8) (21:47) (23:102, 103) (101:6, 8) (654.p.da âyet
notlarına da bakınız.)
-Kıyamet günü hesab için hiçbir iyiliği kalmayan kâfirler: (18:105)
-Mevzun masnuat-ı İlahiye: (15:19)
MODA 1369
(kral, padişah, han vs.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani
devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa, meşrutî monarşi;
olmazsa mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gel-
mesi şekline göre, irsî veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.
2487- Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Dev-
letinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik edili-
yordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşrutî monarşi devri başla-
mıştır. Asırlardır İngiltere de, meşrutî monarşi devlet şekline sahiptir. Mo-
narşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yani monarşik
bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adalete uygun
olabilir. Eğer meşrutî monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter
demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir. (O.A.L.)
(Bak: Meşrutiyet)
idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sö-
züyle musalaha ediyorlardı. Hatta onların içinde “Muallekat-ı Seb’a” namıyla
yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar
ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belagat en revaclı olduğu bir anda
Kur’an-ı Mu’cizil-Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da
sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıb revaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi
o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye
davet etti:
(2:23) ¬y¬V²C¬8 ²w¬8 ¯?«‡YK¬" ~Y#²_«4 _«9¬f²A«2 |«V«2 _«X²7Åi«9 _ÅW¬8 ¯`²<«‡ |¬4 vB²X6 –¬~«
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz
mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gu-
rurlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. onları
bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de idam-ı ebedî ile beraber
dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz yahut can ve
malınız helâkettedir.”
2490- İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki,
iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en
tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o
siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat
ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak
uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki: Bir edibleri, birkaç huru-
fatla muaraza edebilseydi; Kur’an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddî
ve manevî helakatten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir
yolu ihtiyar ettiler. Demek muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi.
Onun için muharebe-i bissuyufa mecbur oldular. Hem Kur’anı tanzir etmek,
taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb var. Birisi, düşmanın hırs-ı mua-
razası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında mil-
yonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, ami ol-
sun her kim Ona ve onlara baksa kat’iyyen diyecek ki: “Kur’an, bunlara ben-
zemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’an, bütününün altın-
dadır. Bu ise dost ve düşmanın ittifakiyle battaldır, muhaldir. Veya kur’an, o
yazılan umum kitabların fevkindedir.” (S.368)
Atıf notu:
-Kur’ana muaraza edilememesi, bak:2095,2098.p.lar.
MUATTILA 1371
işlere mazhar olur ve indelhace arasıra mu’cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif
olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister
istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu’cize olmazdı. Çünki sırr-ı imti-
han ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden
alınmasın. Eğer gayet bedihi bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz.
Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz.
Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.” (M.92) (Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) da-
ima mu’cizelere istinad etmemesinin bir sırrı, bak: 1373, 2588.p.lar)
2496- “Sual: Neden hâdisat-ı i’caziye sair zaruri ahkâm-ı şer’iye gibi te-
vatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?
Elcevab: Çünki ekser ahkâm-ı şer’iyeye, ekser nas, ekser evkatta muh-
taçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu’cizat ise;
herkesin, herbir mu’cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da bir def’a işitmek
kâfi gelir. Adeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse, yeter. İşte
bunun içindir ki; bazı olur, bir mu’cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hük-
mün vücudundan on derece daha kat’i olduğu halde, onun ravisi bir-iki olur;
hükmün ravisi on yirmi olur.” (M.95)
2496/1- “Peygamber Aleyhisselâm’ın zahirî hârikalarının herbirisi ahadî
olup mütevatir değilse de, o ahadîlerin hey’et-i mecmuası ve çok nevi’leri,
mütevatir-i bil’manadır. Yani, lafz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları
çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nev’ileri üçtür.
Birincisi: “İrhasat” ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü
Vesselâm’ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti’nin
taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi’nin sularının çekilmesi, Kisra Sarayı’nın
yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir..
İkinci: Nev’: İhbarat-ı gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok
garib şeylerden bahsetmiştir..
Üçüncü: Nev’: Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden
taleb edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay’ın iki par-
çaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi...” (İ.İ.119) (Muhammed
(A.S.M.) ın mu’cizatı çok mütenevvidir, bak: 2580,2581.p.lar)
2497- “Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş;
Kur’an-ı Azimüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine
kadar mu’cizat-ı bahireyi göstermiştir. O mu’cizat hey’et-i mecmuasıyla
dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat’idir. Kur’an-ı Hakîm’in çok
MU’CİZE 1374
¬‡_«M²9« ²~ ¬¿~«h²-«~ ²w¬8 «w[¬C´V«$ ²…~ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman
etti: «w[¬±B¬, ²…~ Altmış daha davet ettim; geldiler, yediler. Sonra ferman etti:
MU’CİZE 1377
«w[¬Q²A«, ²…~ (221) Yetmiş daha davet ettim; geldiler, yediler. Kablarda yemek
daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâmiyete girip, biat ettiler.
O iki kişilik taamdan yüzseksen adam yediler.” (M.114)
2507- “Bir nükte-i mühimme: Eğer denilse: Neden Gazve-i Hendek’te
dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mu’cize-i taamiye ve mübarek
parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren
mu’cize-i maiye, neden şu Hanin-i ciz’ mu’cizesi gibi şa’şaa ile çok kesretli
tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte
vukubulmuş.
Elcevab: Zuhur eden mu’cizeler, iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik
ettirmek için Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm elinde izhar edili-
yor. Hanin-i Ciz’ şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet ola-
rak zuhura gelmiş ki; mü’minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları
ihlasa ve imana sevketmek ve küffarı imana getirmek için zahir olmuş. Onun
için, avam ve havas, herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi.
Fakat şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i maiye ise; mu’cizeden ziyade, bir
keramettir; belki kerametten ziyade, bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ih-
tiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için, çendan dava-yı nübüv-
vete delildir ve mu’cizedir, fakat asıl maksad ordu aç kalmış, bir çekirdekten
bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ ta-
amdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya
Kumandan-ı Azam’ın parmaklarından, ab-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor.”
(M.131)
2508- Hem “bir menba’-ı garaib olan Gazve-i Kübra-yı Bedir’de, Ukkaşe
İbn-i Mihsan-il Esedî’nin, müşriklerle döğüşürken kılıncı kırıldı. Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ona kılınca mukabil, kalınca bir değnek verdi.
Dedi: “Bununla harbet.” Birden değnek biiznillah uzun, beyaz bir kılınç
oldu. Onunla harbetti. Hayatı mikdarınca, ta Yemame Harbi’nde şehid
oluncaya kadar boynunda taşıdı. Şu hâdise, kat’idir. Çünki Ukkaşe, bütün
hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılınç, “El-Avn” namıyla meşhur olmuş.
İşte Hazret-i Ukkaşe’nin iftiharı ve kılıncın Avn namıyla kılınçların fevkin-
den iştiharı, şu hâdisenin iki hüccetidir.” (M.137)
2509- Hem “İbn-i Abd-il Berr gibi bir allame-i asır ve ehl-i tahkikin bü-
yüklerinden nakl ve tashih ediyorlar ki: Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm’ın halazadesi olan Abdullah İbn-i Cahş harbederken
kılıncı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, ona bir değnek verdi.
O değnek onun elinde bir kılınç oldu. Onun ile harbetti O eser-i mucize
olan kılınç, baki kaldı. Meşhur İbn-i Seyyid’in-Nas siyerinde haber veriyor ki:
Bir zaman sonra Abdullah, o kılıncı Bugay-ı Türkî namında bir adama iki
yüz liraya sattı. İşte bu iki kılınç, Asa-yı Musa gibi birer mu’cizedir. Fakat
Asa-yı Musa, vefat-ı Musa’dan sonra vech-i i’cazı kalmadı, fakat şunlar baki
kaldılar.” (M.137)
2510- Hem “(8:17) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U´7—« «a²[«8«‡²†¬~ «a²[«8«‡_«8«— nass-ı kat’îsiyle ve
ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikıyla ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla,
Gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı,
˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- (222) dedi. ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi bir kelâm iken, onların
herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne
gitti, herbiri kendi gözü ile meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.
2511- Hem Gazve-i Huneyn’de, başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadis
haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn’de Bedir gibi-küffar, şiddetle hücum
ederken, yine bir avuç toprak atıp ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- diyerek, herbirinin kulağına
bir ¬a«;_«- ˜Y%Y²7~ kelimesi girdiği gibi, biiznillah herbirinin yüzüne bir avuç
toprak gitti. Gözleriyle meşgul olup, kaçtılar.
İşte Bedir’de ve Huneyn’deki hârika olan şu hâdise, esbab-ı adi ve kud-
ret-i beşer dahilinde olmadığından, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan (8:17)
|«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U´7«— «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡_«8«— ferman eder. Yani, o hâdise kudret-i be-
şer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalâde bir surette kud-
ret-i İlahiye ile olmuştur.” (M.135)
2512- Beş-altı tarikle, manevî bir tevatür hükmünü almış kurt hâdisesidir
mu’cize-i bahiredir. (5:167) ¬‰_ÅX7~ «w¬8 «tW¬M²Q«< yÁV7~«— âyet- i kerimesinin ha-
kikat-ı bahiresi, çok mu’cizatı gösterir.
223 Şifa-i Şerif (Hi: 1290, İst.) ci: 1 sh: 263, 264
MU’CİZE 1380
Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir
taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine; belki umum padi-
şahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun
amucası, en büyük düşman ve kavm- ve kabilesi düşman iken; yirmiüç sene
nöbetdarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok def’a su’-i kasde maruz
kaldığı halde, kemal-i saadetle rahat döşeğinde vefat edip Mele-i A’laya çık-
masına kadar hıfz ve ismeti, ¬‰_ÅX7~ «w¬8 «tW¬M²Q«< yÁV7~«— ne kadar kuvvetli bir
hakikatı ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş
gibi gösterir.
Demiş: “Allah”. Sonra böyle dua etti: «a\² ¬-_«W¬" ¬y¬X[¬S²6~ ÅvZ±V7«~ Birden o
Gavres; iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer, o kılınç elinden düşer,
yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm kılıncı eline alır,
“Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra afveder.
O adam gider taifesine. O pek çür’etkâr, cesur adama herkes hayrette
kalır: “Ne oldu sana; ne için bir şey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hâdise
böyle oldu. Ben şimdi, insanların eniyisinin yanından geliyorum.” (M.159)
2516- Hem “nakl-i sahih ile haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud’da veya
Huneyn’de Şeybe İbn-i Osman-el Hacebî-ki Hazret-i Hamza onun hem
amucasını, hem pederini öldürmüştü- intikamını almak için, gizli geldi. Ta
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın arkasından yalın kılınç kaldırdı.
Birden kılınç elinden düştü. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ona
baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha
sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves-
selâm ferman etti: “Haydi git, harbet!” Şeybe dedi: Ben gittim, Resul-i Ek-
rem Aleyhissalatü Vesselâm önünde harbettim. Eğer o vakit pederim de
rastgelseydi, vuracaktım.” (M.161)
MU’CİZE 1381
2517- Hem” başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki,
Gazve-i Hayber’de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet
müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a
göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar.
Birden ferman etti: °}«8YW²K«8 _«ZÅ9«~ |¬X«#²h«A²'«~ _«ZÅ9¬~ ²vU«<¬f²<«~ ~YQ«4²‡¬~ (224) Yani,
pişirilen keçi bana der ki: “Ben zehirliyim” diye haber veriyor. Herkes elini
çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbn-il Berra’, aldığı bir tek
lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o Zeyneb is-
mindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhuse
dedi: “Eğer peygamber isen, sana zarar vermiyecek; eğer padişah isen, in-
sanları senden kurtarmak için yaptım.” Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı
tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in
veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.” (M.136)
2518- Hem yine” başta İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müslim ve eimme-i
hadis Hazret-i Aişe’den naklediyorlar ki: (5:167) ¬‰_ÅX7~ «w¬8 «tW¬M²Q«< yÁV7~«—
âyeti nazil olduktan sonra, arasıra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı
muhafaza eden zatlara ferman etti: Åu«%—« Åi«2|¬±"«‡ |¬X«W«M«2 ²f«T«4 ~Y4¬h«M²9~
‰_ÅX7~ _«ZÇ<«~_«< (225) Yani: “Nöbetdarlığa lüzum yok; benim Rabbim, beni
hıfzediyor.”
İşte şu risalede, baştan buraya kadar gösteriyor ki: Şu kâinatın her nev’i,
her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tanır, alâkadardır. Herbir
nev’-i kâinatta, onun mu’cizatı görünüyor. Demek o Zat-ı Ahmediye
(A.S.M.) Cenab-ı Hakk’ın-fakat kâinatın Hâlikı itibariyle ve bütün mahluka-
tın Rabbi ünvanıyla-me’murudur ve resulüdür.
Evet nasılki bir padişahın büyük ve müfettiş bir me’murunu herbir daire
bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur; çünki umumun
padişahı namına bir me’muriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi
olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek ta-
nımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez.
Öyle de, anlaşılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı İlahiyede, melekten tut,
ta sineğe ve örümceğe kadar herbir taife, onu tanır ve bilir veya bildirilir.
Demek Hatem-ül Enbiya ve Resul-ü Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiya-
nın fevkinde risaletinin şümulü var.” (M.161)
2519- “Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, madem
Habib-ü Rabb-il Âlemîn’dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve
ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu
sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir zi-
yafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir
avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır.
Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl
oluyor Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev’-i beşere mukteda
ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki, o nev’-i insanî, hayat-ı içti-
maiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal’in
kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket et-
sinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve
şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit
imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace,
münkirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterdi. Sair vakitlerde nasılki
herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir.öyle de: Hikmet-i Rabba-
niye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine herkesten
ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere giriniz!”
emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Ta tamamıyla hikmet-i ilahiye kanu-
nuna ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göstersin.” (L.81)
2520- Şimdi de”umûr-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrede-
riz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir
derecede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı sahabe içinde ferman
etmiş ki: ¬w²[«B«W[¬P«2 ¬w²[«B\« ¬4 «w²[«" ¬y¬" yÁV7~ d¬V²M[«, °f¬±[«,~«g«; °w«K«&|¬X²"¬~ (226) İşte
kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit,
Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile müsalaha edip,
cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.” (M.98)
2521- “Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş:
2523- “Hem ferman etmiş ki: _È[«& h«W2 «•~«… _«8 h«Z²P«# « «w«B¬S²7~ Å–¬~ (*) diye,
“Hz. Ömer sağ kaldıkça, içinizde fitneler zuhur etmez!” haber vermiş, öyle
de olmuş.” (M.108)
2524- Birkaç nümunesini arzettiğimiz bu mu’cizeler gibi Peygamberimiz
(A.S.M.) ın mazi ve müstakbel zamanlarına ait verdiği pekçok mu’cizevî
gaybî ihbarları karşısında, nübüvvetini kabul etmekten başka bir izah yolu
yoktur.
“Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünki şu
umûr-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî
değil; ya diyeceksin ki: O Zat-ı Kudsî’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir
deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı
âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün
zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise, beşerde olamaz; eğer olsa,
Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek
başıyla bir mu’cize-i azamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek, öyle
bir Zat’ın memuru ve şakirdidir ki, herşey O’nun nazarında ve tasarrufun-
dadır. Ve bütün enva-i kâinat ve bütün zamanlar, O’nun taht-ı emrindedir.
Defter-i Kebir’inde herşey yazılıdır. İstediği zaman talebesine bildirir ve
gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı
Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110) (Bak: Gayb)
Bir atıf notu:
-Fir’avun hakkında Kur’anın bir ihbar-ı gayb mu’cizesi, bak: 974.p.
2525- “Nübüvvetin isbatı, ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi
ise, Kur’an-ı Kerim’dir. Evet Kur’anın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul
ve tasdik edilmiş bir hakikattır.” (İ.İ.121)
“Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden (6:59)
gelen binlerce fünun sayesinde, (2:31) _«ZÅV6 «š_«W²,« ²~ «•«…´~ «vÅV«2«— âyetiyle işaret
edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.” (İ.İ.207) (Bak:
Terakkiyat)
2528- “Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın mütevatir ve kat’i
bir mu’cize-i kübrası, “Şakk-ı Kamer”dir. Evet, şu inşikak-ı Kamer; çok ta-
riklerle mütavatir bir surette, İbn-i Mes’ud, ibn-i Abbas, ibn-i Ömer, imam-ı
Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eazım-ı Sahabeden müteaddit tariklerle ha-
ber verilmekle beraber, nass-ı Kur’anla (54:1) h«W«T²7~ Ås«L²9~«— }«2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~
âyeti o mu’cize-i kübrayı âleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müş-
rikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki
yalnız “sihirdir!” demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamer’in inşikakı kat’idir.
Şu mu’cize-i kübrayı, şakk-ı Kamer’e dair yazdığımız Otuzbirinci Söz’e
zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne havale ederiz.
MU’CİZE 1386
¬‰¬f²T«W²7~ «a²[«" |¬7 yÁV7~ |ÅV«D«4 Çn«5 y«V²C¬8 ² h²6«~ ²v«7 ®_" ²h«6 a²"«h«U«4
¬y²[«7¬~ hP²9«~ _«9«~—« yÇB«Q«X«4 yB²<«~«‡ |ÅB«& y«X²[«"—« |¬X²[«" «`DE²7~ «r«L«6—«
(229)Yani:”Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta
öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana
gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşey’i tarif edi-
yordum. İşte o vakit Kureyş baktılar ki; Beyt-ül Makdis’ten doğru ve tam
haber veriyor.” (M.179)
2531- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Kur’andan sonra en
büyük mu’cizesi, kendi zatıdır. Yani: Onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki,
herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna dost ve düşman ittifak ediyor-
lar. Hatta şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu “Harbin deh-
şetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın arkasına iltica
edip tahassun ediyorduk.” Ve hakeza bütün ahlâk-ı hamidede en yüksek ve
yetişilmiyecek bir dereceye malik idi. Şu mu’cize-i ekberi, Allame-i Mağrib
Kadı iyaz’ın Şifa-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak o zat, o mu’cize-i ahlâk-ı
hamideyi pek güzel beyan edip isbat etmiştir.
Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mu’cize-i Ahmediye
(A.S.M.), Şeriat-ı Kübrasıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek. Şu mu’cize-i
Bizce gaib olan ve 31. surenin 34. âyetinde bildirilen beş şey:
1- Kıyamet vakti,
2- Yağmurun ne zaman yağacağı,
3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti’dadı ve manevî
simasının ne olduğu,
4- Yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağı,
5- İnsanın nerede ölceğini, Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara
mefatih-ül gayb da denir.
2535- Aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve ce-
vabı: “Mugayyebat-ı Hamse’ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hak-
kında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki
halet-i ruhiyem ve ahval-i maddîyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız suali-
nizin temas ettiği bir iki noktaya gayet müçmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin
meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı
hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i maderdeki ceninin keyfiye-
tine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i
nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor.Hem röntgen
şuaiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor.
Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla’ kabildir?”
Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğ-
rudan doğruya meşiet-i hassa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi
iradeye tabi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim haki-
kat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki bu dört şey
perdesiz vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hassa-i
İlahiyeye bakar.
Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve
muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fa-
kat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdele-
rin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor: Madem vücudda en mühim hakikat
rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı
rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-
i hassa-i İlahiyeyi setretmiyecek; ta ki her vakit, herkes herşeyde şükür ve
MUGAYYEBAT-I HAMSE 1389
ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o
kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar
menfaatler olduğu malumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğun-
dan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor.
Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için,
gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tabi olmadığı için,
her vakit insanlar rica ve dua ile dergah-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar.
Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten
bir nimet-i hassa telakki edip hakiki şükrediyorlar.
2536- İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü,
Mugayyebat-ı Hamse’ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun
mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki
gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla’
suretinde bilmektir. Nasıl en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahut
vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vukuun bir nev’iyle bilinir. O,
gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir.
Hatta ben kendi asabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gele-
cek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı,
mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasın-
dan yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin
gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat
daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan
çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mah-
sustur.
2537- Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaiyle rahm-ı maderdeki çocuğun
erkek ve dişisini bilmek ile (31:34) ¬•_«&²‡« ²~|¬4_«8 v«V²Q«<—« âyetinin meal-i
gaybîsine münafi olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine
değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vazi-
yetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hatta simasındaki
gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi,
ilm-i Allâm-ül Guyûb’a mahsustur.
Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum
efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakiki sima-yı
vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı vechîsinden yüz defa daha
hârika olan istidadındaki sima-yı manevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki:
MUGAYYEBAT-I HAMSE 1390
¬˜¬h²8«_¬" yÁV7~ «|¬#²_«< |ÅB«& ¬±s«E²7~ |«V«2 «w<¬h¬;_«1 |¬BÅ8~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 Ä~«i«# «
MUGAYYEBAT-I HAMSE 1391
ğini düşündüğüme binaen ihtar edildi. |¬BÅ8~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 Ä~«i«# « (şedde sayılır,
Cay-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittiifak bin beşyüz tarihini gös-
termeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin
beşyüz altıdan ta kırk ikiye, ta kırk beşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı
zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk
olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana
kanaat verdi.
Hem kıyametin vaktini kat’i tarzda kimse bilmez; fakat böyle imalar ile
bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.
Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden
²v¬Z²[«V«2 «a²W«Q²9«~ «w<¬gÅ7«~ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi ederek tam
tamına ¬±s«E²7~ |«V«2 «w<¬h¬;_«1 fıkrasının makamına tevafuku ve manasına teta-
buku ve şedde sayılsa |¬BÅ8~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 Ä~«i«# « fıkrasına üç manidar farkla
hadisinde Menavi Kebir şerhinde der ki: Ya’ni bu beş şeyi Allah’dan başkası
hem küllî hem cüz’î olarak ihata ve şümul vechi üzere bilmez.
Şu halde Allah Teala’nın bazı havassını (İslâm büyüklerini) hatta bu
beşten bazı mugayyebata muttali’ kılmasına münafi olmaz. Çünkü o mahdud
cüz’iyattır. Mu’tezile’nin bunu inkâr etmesi de mükâberedir.
Bir de Buhari’de Enes İbn-i Malik (radıyallahü anh)ten rivayet olunduğu
üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi vesselem) buyurmuştur ki: “Al-
lah Teala rahime bir melek müvekkel kılmıştır. Ya Rab nutfe, ya Rab aleka,
ya Rab mudga der, Allah Teala da hakkını kaza etmek irade buyurduğu vakit
erkek mi dişi mi ? şaki mi Said mi? Rızkı ne, eceli ne? Söyler, anası karnında
bunlar yazılır. O vakit onu o melek ve Allah Teala’nın mahlukatından dile-
diği kimseler de bilir. Demek ki bazılarının bu suretle bilebilmesi zikrolunan
ihtisasa (yalnız Allah’ın bilmesine) münafi değildir. Çünkü Allah’a mahsus
olan ilim, gaybde iken her birinin ahvaline alet- tafsil ilmi tam ve kâmildir.
Melekin ve ba’zı havassın muttali’ olabileceği ilim ise, az çok delili tahakkuk
etmiş bir vechile nâkıs bir ilimdir... Zannî istidlaller de buna münafi değildir.
Çünkü zann, ilim değildir. İlim şübhesiz olandır.” (E.T.3853)
231Buhari, Kitab-ül İman 37. bab; Müslim, Kitab-ül iman 5, 7 hadisler. İbn-i Mace, Mukad-
deme 9 ve Kitab-ül Fiten 25. bablar. İbn-i Hanbel, 2/52, 426
MUHABBET 1393
için nass-ı hadis ile: “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâ-
leme etmiyecek” (232) Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatiyle bir
kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu’ ve temelluk suretine
girer.” (M.263)
2540- “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat
husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk
eden muhabbet ve sevmek sıfatı, enziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır.
Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zir ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her
şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstahak ve çirkin ve
muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un “Yirmiikinci Mektub”unda iza-
hıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
2541- Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumi adavetin ne ka-
dar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir
fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz ol-
mamak şartıyla- adavetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir
onlara... (Bak: 799.p.)
2542- Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana
karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet
ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cin-
siyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Ada-
vetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih et-
mek gibi bir divaneliktir.
2543- Madem muhabbet adavete zıttır. Ziya ve zulmet gibi, hakiki içtima
edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun
zıddı hakikatiyle olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit
adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut
adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışma-
mak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmiyen ehl-i dala-
lete karşı olabilir.” (H.Ş.51) (Bak: 91, 92.p.lar)
2544- “Ey nefisperest nefsim, ey dünya perest arkadaşım! Muhabbet, şu
kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâina-
tın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en cami’ bir meyvesi olduğu için,
kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine
dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz
bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve mu-
habbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâ-Külli-hal o mu-
habbet ve havf, ya halka veya Hâlik’a müteveccih olacak. Halbuki halktan
havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir.
Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirha-
mını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin
şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın
gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi
aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed
ayinesi olan batın-ı kalb ile sanem-misal dünyevi mahbublara perestiş etmek,
o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî
ve lâyık olmıyan şey’i reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden ha-
riçtir.)
2545- Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya
sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu
havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül
olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlik-ı Zülcelal’inden
havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir.
Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malumdur ki, bir valide,
meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet
lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün validelerin şef-
katleri, rahmet-i ilahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet
vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta nekadar
nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. Hem Allah’tan havf eden, başkala-
rın kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için
mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.
2546- Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini,
sonra zihayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin
herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle
müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgar deveranında
hiçbir şey kararından kalmadığından biçare kalb-i insan, her vakit yaralanı-
yor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor.
Daima ızdırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey
nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu
belalarndan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal
sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı
onun namıyla ve onun ayinesi olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek
MUHABBET 1396
“(3:31) yÁV7~ vU²A¬A²E< |¬9YQ¬AÅ#_«4 «yÁV7~ «–YÇA¬E# ²vB²X6 ²–¬~ ²u5 âyet-i azîmesi, ittiba-i
Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’i bir surette ilan ediyor.
Evet şu âyet-i kerime, kıyasat-ı mantıkiye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en
kuvvetli ve kat’i bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali
olarak deniliyor: “Eğer Güneş çıksa, gündüz olacak.” Müsbet netice için de-
nilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfi netice
için deniliyor: “Gündüz yok öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış.”
Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice kat’idirler. Aynen böyle de: Şu
âyet-i kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba
edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki; Allah’a muhabbetiniz yoktur.
Muhabbetullah varsa netice verir ki; Habibullah’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı
intac eder.” Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve
itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe
Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.” (L.52)
MUHABBET 1398
2552- Hem mezkûr âyet-i kerimede” i’cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok
cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki:
“Allah’a (celle celaluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem
Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise,
Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir.
Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversi-
niz, ta ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir.
Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın mu-
habbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki: O matlab-ı
a’lanın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır. Bu ma-
kamda “üç nokta” isbat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.
2553- Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlikına karşı hadsiz bir
muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir
muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır.
Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder, aşkın
en münteha derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kal-
binde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir
sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitab kadar
yazı, içinde yazılması gösteriyor ki; kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o ka-
dar muhabbet taşıyabilir. Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve ke-
male karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır.
Ve madem bu kâinatın Hâlikı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe
tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden
nukuş-u san’atıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi; ve
bütün zihayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bilyakîn
ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette
zişuurların en camii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan be-
şerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.
Evet herbir insan, o Hâlik-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete
müstaid olduğu gibi, o Hâlik dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsa-
nına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Hatta insan-ı mü’minde ha-
yatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı
türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i ilahiyenin
tereşşuhatıdır. Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı mu-
habbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır. Malumdur ki:
MUHABBET 1399
İnsan, kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saa-
detleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi,
sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.
2554- İşte bu halet-i ruhiyeye binaen; insan, her insana ait enva-ı ihsanat-ı
İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlikım beni zulümat-ı ebediye
olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi,
ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine
kurtarıp baki bir âlemde ebedî ve çok şa’şaalı bir âlemi bana ihsan ve o
âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip
tenezzüh edecek zahirî ve batınî hassaları, duyguları bana in’am ettiği gibi,
çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbab ve ebna-yı
cismini dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette
bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mes’ud ve mütelezziz oluyorum.
Madem ¬–_«K²&¬ ²~ f[¬A«2 –_«K²9¬ ² «~ sırrıyla, herkeste ihsana karşı perestiş var;
elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı kâinat kadar bir kalbim olsa, o
ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil
o muhabbeti etmezsem de, bil’istidad, bil’iman, binniyye, bil’kabul, bittakdir,
bil’iştiyak, bil’iltizam, bil’irade suretinde ediyorum, diyecek ve hakeza... (Bak:
453.p.) Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmalen
işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise, küfür cihetiyle
hadsiz bir adavet eder. Hatta kâinata ve mevcudata karşı zalimane ve
tahkirkârane bir adavet taşıyor.” (L.57)
2555- “İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye
Aleyhissalatü Vesselâm’ı istilzam eder. Çünki Allah’ı sevmek, onun marziya-
tını yapmaktır. Marziyatı ise en mükemmel bir surette Zat-ı Muhammediye’de
(A.S.M.) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediye’ye (A.S.M.) harekât ve ef’alde ben-
zemek, iki cihetledir:
Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı daire-
sinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel
imam, Zat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)
İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) insanlara olan hadsiz ihsanat-ı
İlahiyenin en mühim bir vesilesidir.Elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir
muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise, fıtraten ben-
zemek ister.İşte Habibullah’ı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittiba ile ona
benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.
MUHABBET 1400
Vesselâm’dan ibarettir. Çünki ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi
Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i
Emin” ta’birine liyakatları yoktur.” (M.176) (Bak: Bahira, Burak, Enbiya,
ezvac-ı Tahirat, inşikak-ı Kamer, Mu’cize, Salat, Siyer-i Nebi, Sünnet, Şefaat,
Taaddüd-ü Zevcat)
2563- Kur’anda “Muhammed” (A.S.M.) ismi sarahatla dört yerde geçer:
l- Bir gazvede şehid edildiği haberi şayi’ olması münasebetiyle nazil olan
(3:144) âyetinde.
2- Muhammed (A.S.M.) sizin (nesebî) babanız değil, ancak resulullahtır,
mealinde (33:40) âyetinde.
3- Muhammed’e (A.S.M.) indirilen ve ayn-ı hak olan (Kur’an)a iman et-
meyi tahsin eden (47:2) âyetinde.
4- Muhammed’in (A.S.M.) Resulullah olduğunu sarahatla bildiren
(48:29) âyetinde Peygamberimiz’in (A.S.M.) ismi lafzen zikredilir.
Ayrıca Kur’an, (61:6) âyeti, incil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) “Ahmed”
ismiyle müjdelendiğini bildirir. (Bak: 1887.p.)
2564- Pek çok âyetlerde hem manaca hem resûl ve nebî gibi lafızlarla
Peygamberimiz (A.S.M.) zikredilmektedir. Ezcümle; (9:128) âyeti, onun
ümmetine karşı azîm şefkatini beyan eder. (7:157, 158) âyetlerinde ise,
“nebiyy-i ümmi” vasıf ile tavsif edilen Peygamberimiz’in (A.S.M.) Tevrat ve
İncil’de yazılı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini bildirir.
2565- Peygamberimiz’in (A.S.M.) ilmi, vehbî olup Allah tarafından talim
olunmuştur. Ezcümle: “(96:4) ¬v«V«T²7_¬" «vÅV2 >¬gÅ7«~ O kalem ile ta’lim eden de
-kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de O’dur. Yoksa bir
alaktan yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.
(96:6) ²v«V²Q«< ²v«7_«8 «–_«K²9¬ ²~ «vÅV«2 O, insana öyle bilmediği şeyleri öğretti.
İnsanda olmıyan kuvveleri, istidadları, melekeleri, yaratarak ve deliller nasb u
ikame ederek ve âyetler inzal eyliyerek vehbî olarak da öğretti, kesbî olarak
da öğretti.” (E.T.5952)
2566- “Peygamberin yazı yazmaksızın okuması, sahib-i kitab olması
hakkındaki kerem-i Îlahîyi, yani nübüvvet ve risaletini isbat nokta-i nazarın-
MUHAMMED (A.S.M.) 1404
«–YV¬O²AW²7~ « _«#²‡« ~®†¬~ «t¬X[¬W«[¬" yÇOF«# « «— ¯ _«B«6 ²w¬8 ¬y¬V²A«5 ²w¬8~YV²B«# «a²X6 _«8—«
(29:48) âyetinde tasrih olunmuştur. Şu halde kalemin bu ehemmiyetini ifade
eyliyen âyeti, ilk kıraet emriyle bareber telakki eden Peygamber bundan
sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazmak lâzım gelmez miydi suali varid ol-
maz. Filvaki Peygamber’in kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve Sure-i A’la’da
(87:6) |«K²X«# «Ÿ«4 «t= ¬h²TX«, buyrulduğu üzere taraf-ı İlahîden okutulanı unut-
mayacağına dair kendisine teminat verildiğinden, hıfz u zabt için de yazmağa
ihtiyacı olmadığı, fakat nazil olanı ümmetin hıfzı için vahiy katiblerine oku-
yup yazdırdığı ma’lumdur. Acaba kendi yazmamakla beraber yazılanı oku-
mayı nübüvetten sonra da bilmiyor mu idi? Bu hususta da meşhur olan,
“hayır”dır. Nitekim Hudeybiye müsalahanamesinde yazılan bir kelimeyi sil-
mek için hangisi olduğunu Hazret-i Ali’ye sorduğu ma’ruftur.
Maamafih Şifa ve etrafında mezkur olduğu üzere sonradan kâtibi Hazret-i
Muaviye’ye:
«v[¬W²7~¬‡¬±Y«Q# « —« «w[¬±K7~ ¬»¬±h«4«— «š_«A²7~ ¬ÄÅY«0—« «v«V«T²7~ ¬¿¬±h«&«— «?~«—Åf7~ ¬s²7«~
«v[¬&Åh7~ ¬…¬±Y«%«— «w´W²&Åh7~ Åf8«— «yÁV7~ ¬w¬±K«&—«
Ya’ni divite lika koy, kalemi yan kes, ba’yı uzat, sin’i fark ettir, mimi
körletme, Allah’ı tahsin, Errahman’ı med, Errahim’i tecvid eyle “ mealinde
Besmelenin hüsn-i hattını emr-ü ta’rif ettiğine dair bazı eserlere nazaran ya-
zıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu hususi bir vahy ile söylemiş olması melhuz
olmakla beraber bu (96:1) ²~«h²5¬~ emrinden sonra yirmi üç sene Kur’anı oku-
mak ve yazdırmak vazifesi almış olan Hazret-i Peygamberin bu müddet zar-
fında yazıyı da bellemiş olması müsteb’ad değil, ma’kuldür. Bu onun hiç
okumamış yazmamış ümmi iken biemrillah okur gibi nebi olması
mu’cizesine münafi olmaz, menhi de değildir.” (E.T.5953)
2567- Diğer bir âyette de “(87:6) «t=¬h²TX«, Bundan böyle seni okutacağız
MUHAMMED (A.S.M.) 1405
-Yani (42:52) _«B¬U²7~_«8 >¬‡²f«# «a²X6 _«8 _«9¬h²8«~ ²w¬8 _®&—‡ «t²[«7¬~ _«X²[«&²—«~ «t¬7«g«6«—
hitab-ı izzetiyle ihtar olunduğu üzere sen kitab nedir? okumak nedir? bil-
mezken bundan böyle Ruh-i Emin, Ruhulkudüs olan Cibril vasıtasıyla sana
okuyacağın bir kitab olan Kur’anı vahy ederek indirip belleteceğiz, ineni ve
indirileceği kıraate muvaffak edeceğiz, yahud vahy ile seni Kur’an ve kıraet
sahibi yapacağız. Bu suretle bu fevkalâde hidayet ve risalet-i İlahiyeye delalet
eyliyen bir âyet, bir mu’cize olacak (87:6) |«K²X«# «Ÿ«4 Artık unutmıyacaksın
-bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hıfza sahib olmak da diğer bir âyet
ve mu’cize olacak... (87:7) yÁV7~ «š_«- _«8 Å ¬~ Meğer ki Allah dileye -çünkü unut-
turmak isterse unutturur.” (E.T.5758)
2568- O’nun nübüvvetiyle alâkalı olarak (5:19) âyetinde, ehl-i kitabın fet-
ret devrinde, “Bize bir beşir ve nezir gelmedi” şeklinde özür beyan etme-
meleri için peygamber olarak gönderildiği bildirilir.
93. ve 94. sureler de Peygamber’in (A.S.M.) nübüvvet hususiyetleriyle
alâkalıdır. Daha pek çok âyetlerde “resul” ismi ile veya “ke” (Sen) hitapla-
rıyla vs.şekillerde Hz.Muhammed (A.S.M.) kastedilmektedir.
2569- Peygamberimiz’in (A.S.M.) hayatından Büyük İslâm İlmihali’nin
Siyer-i Enbiya kısmında bir derece bilgi verilir. Şöyle ki:
“Allah’ın bütün insanlara son peygamberi olan Hz.Muhammed (A.S.M.)
Efendimiz, Arabistan’da Mekke-i Mükerreme şehrinde miladi 571 tarihinde
dünyaya teşrif etmişlerdir. Fahri- Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve
Haşim ailesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı
Abdülmuttalib, validesinin adı ise Âmine’dir.
Peygamberimiz’in (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir:
Hz. Muhammed ibn-i Abdullah, İbn-i Abdülmuttalib, Haşim, Abdi Menaf,
Kusayy, Hakim, Mürre, Kâ’b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kinane,
Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail
Aleyhisselâm’ın oğlu Kıyzar’ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlar-
dan her birinin evladı birçok kabilelere ayrılmış, Malik’in oğlu Fihr’in evla-
dından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.
MUHAMMED (A.S.M.) 1406
bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa’d ibn-i Ebi Vakkas, Zübeyr ibn-ül
Avvam, Talha-tübnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.
2573- Bi’setin ondördüncü senesinde Mekke’deki müslümanlar, Medine-i
Münevvere’ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile
birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)
Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinde Rebiülevvel ayının
onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere’de hücre-i saadetinde vefat
etti.” ((B.İ.İ.494-526)
2574- “Şu kâinatın Hâlikı, her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel
ve cami’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasın-
daki İsm-i A’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel
bir ferdi halkedecek. Esmasında bir İsm-i A’zam olduğu gibi, masnuatında
da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalatı o ferdde
cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek.
O ferd her halde zihayattan olacaktır. Çünki enva’-ı kâinatın en mü-
kemmeli zihayattır. Ve her halde zihayat içinde o ferd, zişuurdan olacaktır.
Çünki zihayatın enva’ı içinde en mükemmeli zişuurdur. Ve herhalde o ferd-i
ferid, insandan olacaktır. Çünki zişuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, in-
sandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd, Muhammed Aleyhissalatü Ves-
selâm olacaktır. Cünki zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiç bir tarih, onun
gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.
Zira o zat; Küre-i Arz’ın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı
manevîsi altına alarak, binüçyüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı mane-
vîsini devam ettirip bütün ehl-i kemale, bütün enva-ı hakaikte bir üstad-ı küll
hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek
derecesine sahib olmuş. Bidayet-i emrinde tek başıyla bütün dünyaya mey-
dan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı
olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtaz-
dır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi Odur.”
(M:307)
2575- Nübüvvetin lüzumu:
“Şu kâinatın Sahib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle ta-
sarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, göre-
rek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade
ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem ko-
MUHAMMED (A.S.M.) 1408
demiş: (68:4) ¯v[¬P«2 ¯sV' |«V«Q«7 «tÅ9¬~«— Bütün ümmet, hatta düşmanları da da-
hil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye cami’dir.
Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemaline tercüman olan
Muhammed-ül Emin ünvanıyla iştihar etmiştir. Hazret-i Aişe (R.A.) her
vakit derdi. –« ³~²hT²7~ yTV' (233) Demek Kur’anın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı
haseneye cami idi. İşte o Zat-ı Kerim’de icma-ı ümmetle tevatür-ü manevî-i
kat’i ile sabittir ki:
bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur; çünki, umumun
padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ: Yalnız adliye müfettişi
olsa o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek ta-
nımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anla-
şılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı ilahiyede, melekten tut, ta sineğe ve örüm-
ceğe kadar herbir taife, onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hatem-ü
Enbiya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiyanın fevkinde
risaletinin şümulü var.” (M.161)
2582- Hem “Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasılki vücud ve vah-
daniyet-i ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (A.S.M.) doğ-
ruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüs-
selâm’ın doğruluklarına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi
sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (A.S.M.) en ileride olduğu
tarihçe musaddaktır.
Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında
bu Zat’ın (A.S.M.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki,
kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir
kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, li-
san-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde
ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını
imza ediyorlar ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, li-
san-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zatın sadıkiyetine şehadet ediyorlar.” (Ş.129)
2583- Hem “Muhammed-i Arabî (A.S.M.)’a bak ki: O Zat, herkesçe mü-
sellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş Enbiya ile kavimlerinin ahvallerini
görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lisaniyle söylemiştir. Ve onların
ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklet-
tiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nü-
büvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan
kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır.
Sanki O Zat, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı
tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.
Binaenaleyh O Zatın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil ol-
duğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde
olup, o zatın nübüvvetini isbat eder.” (İ.İ.108)
Bir atıf notu:
-Peygamberimiz (A.S.M.) nazar-ı nuranîsiyle gayb âlemlerini temaşa etmesi, bak:
1194. p.sonu.
MUHAMMED (A.S.M.) 1412
2584- “Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbarat-ı gaybiye vuku bulmuş.
Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyyede zikredilmiştir ve senetleriyle be-
yan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü manevî
hükmünde kat’idir, yakinîdirler. Başta Buhari ve Müslim ki, Kur’andan sonra
en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. Ve sair Sahih-i Tirmizi,
Nesai ve Ebu Davud ve Müsned-i Hakim ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel
ve Delail-i Beyhakî gibi kitablarda an’anesiyle beyan edilmiştir.
Şimdi ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam
idi” deyip geçme. Çünki şu umur-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i
Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diyeceksin ki, o Zat-ı Kudsi’de
öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha varki, mazi ve müktakbeli ve umum
dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve
geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise be-
şerde olamaz; eğer olsa,
Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek
başıyla bir mu’cize-i a’zamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek,
öyle bir zatın memuru ve şakirdidir ki, her şey onun nazarında ve tasarru-
fundadır ve bütün envan-i kâinat ve bütün zamanlar, onun taht-ı emrinde-
dir. Defter-i Kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve
gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı
Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110)
Bir atıf notu:
-Muhammed (A.S.M.) akıllı bir insandı deyip geçilemez, bak: 467.p.sonu
2585- Hem “Asfiya ve sıddıkîn denilen müctehidler, imamlar, allameler;
İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve
mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve
kat’i bürhanlara istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.)
risaletine ve hakkaniyetine imanları, öyle küllî bir şehadettir ki; onların
umumu kadar bir zekası bulunmayan karşılarına çıkamaz.” (Ş.627)
2586- “Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın ahval ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle
beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o
Zat-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve
nuranidir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gel-
miyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.
MUHAMMED (A.S.M.) 1413
Çünki ¬u¬2_«S²7_«6 `«AÅK7«~ sırrınca her gün, hatta şimdi de bütün ümmetinin
ibadetleri kadar bir azîm ibadet, sahife-i kemalatına ilave oluyor. Nihayetsiz
Rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette nihayetsiz bir istidad ile mazhar ol-
duğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu
kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat’ın tercümanı ve
sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalatı, Si-
yer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz. Meselâ Hazret-i Cebrail
ve Mikail, iki muhafız yaver hükmünde, Gazve-i Bedir’de yanında bulunan
bir Zat-ı Mübarek, çarşı içinde bedevi bir arabla at mübayaasında münazaa
etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe’yi şahid göstermekle görülen etvarı içinde
sığışmaz.
İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyesi itibariyle işitilen
evsaf-ı adiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette
durmuş nurani şahsiyet-i manevîyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmet-
sizlik eder veya şüpheye düşer.
Şu sırrı izah için şu temsili dinle: Meselâ bir hurma çekirdeği var. O
hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu.
Hem gittikçe tevessü’ eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı.
O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel,
her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha
büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumutaya ait sıfatlar, haller var.
İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çe-
kirdek ve yumurtanın adi küçük keyfiyet ve vaziyetlere nisbeten, büyük ve âlî
sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını ağaç
ve kuşun evsafiyle rabtedip bahsetmekle lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer,
başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuş’a gözünü tevcih
edip dikkat etsin. Ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dir-
hem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i asu-
manda kuşların sultanıdır” dese tekzib ve inkâra sapacak.
İşte bunun gibi Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yu-
murtaya benzer. Ve vazife-i Risaletle parlıyan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba
gibi ve Cennet’in tayr-ı hümayunu gidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun
için, çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit; Refref’e bi-
nip, Cebrail’i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine
hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek
veya nefs-i emmaresi inanmayacak.” (M.96-98)
MUHAMMED (A.S.M.) 1414
vücudu olduğunu beyan eden: «¾«Ÿ²4« ²~ a²T«V«' _«W«7 «¾« ²Y7« «¾« ²Y7« (234) hadis-i
_«X«=_«X²"«~ ²f«9 ²Y«7_«Q«# ²u5 «w[¬5¬…_«. ²vB²X6 ²–¬~ _«;YV²#_«4 ¬}<«‡²YÅB7_¬" ~Y#²_«4 ²u5
²u¬Z«B²A«9 Åv$ ²vU«KS²9«~—« _«X«KS²9«~«— ²vU«=_«K¬9—« (3:93) _«X«=_«K¬9—« ²vU«=_«X²"«~«—
«w[¬"¬†_«U²7~|«V«2 ¬yÁV7~ «}«X²Q«7 ²u«Q²D«X«4 (3:61) gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor:
“Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; bir çoluk ve çocuğumuzu alıp
Cenab-ı Hakk’ın dergahına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edece-
ğiz!” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim
veya Nasrani bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek
çok kesrette bulunan ve pek çok inadlı ve hasedli olan kâfirler ve münafık
Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilan edeceklerdi.” (M.162)
2595- “Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri; Kur’an gibi i’cazları olmadı-
MUHAMMED (A.S.M.) 1417
¬y¬#«h²D¬; ‡~«… ~«g«; ¯±|¬A«9 ‡YZ1 °`<¬h«5 demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ile harbettikleri zaman, Esid ve
Sa’lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar:
MUHAMMED (A.S.M.) 1418
²–_«A²[«; w²"~ ¬y[¬4 ²vU²[«7¬~ «f«Z«2 >¬gÅ7~ «Y; ¬yÁV7~«— Yani: “İbn-i Heyban’ın haber ver-
diği zat budur; onunla harbetmeyiniz!” Fakat onlar, onları dinlemediler, be-
lalarını buldular.
Hem ülema-i Yehud’dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’b-ül Ahbar
gibi çok ülema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitablarında gördüklerinden
imana gelmişler; sair imana gelmiyenleri de ilzam etmişler.
2599- Hem ülema-i Nasara’dan meşhur bahsi geçen Buheyra-i Rahib ki,
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Şam tarafına amucasıyla gittiği vakit
oniki yaşında idi. Buheyra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş.
Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor.
“Demek aradığım adam orada kalmış!” Sonra adam göndermiş. Onu da
getirtmiş. Ebu Talib’e demiş: “Sen dön Mekke’ye git! Yahudiler hasuddurlar;
bunun evsafı Tevrat’ta mezkûrdur; hiyanet ederler.”
2600- Hem Nastur-ul Habeşe ve Habeş Reisi olan Necaşi, evsaf-ı
Muhammediyeyi kitablarında gördükleri için, beraber iman etmişler.
Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasranî âlimi, evsafı görmüş, iman
etmiş, Rumlar içinde ilan etmiş. Şehid edilmiş.
Hem Nasranî rüesasından Haris İbn-i Ebi Şümer-i Gasanî ve Şam’ın bü-
yük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlya ve Hirakl ve ibn-i Natur ve
Carud gibi meşhur zatlar, kitablarında evsafı görmüşler ve iman etmişler.
Yalnız Hirakl dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.
Hem bunlar gibi, Selman-ül Farisî, o da evvel Nasranî idi. Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm’ın evsafını gördükten sonra, onu arıyordu.
Hem Temin namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necaşi,
hem Habeş Nasarası, hem Necran papazları bütün müttefikan haber veri-
yorlar ki: “Biz, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana
geldik.” (M.163)
Bir atıf notu:
-Tevrat’ta Peygamberimiz’in (A.S.M.) isimleri, bak: 3849.p.
2601- “Zebur’da, yetmişikinci babında şu âyet var: “Bahirden bahire
malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına kadar malik ola... ve
kendisine Yemen ve Cezair Mülûku hediyeler götüreler... ve padişahlar ona
MUHAMMED (A.S.M.) 1419
secde ve inkıyad edeler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bere-
ketle dua oluna... ve envarı, Medine’den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd
devam ede. O’nun ismi, Şemsin vücudundan evvel mevcuddur. O’nun adı,
güneş durdukça münteşir ola.” İşte şu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i
Âlem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud
Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’dan
başka hangi Nebi gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku
cizyeye bağlamış ve padişahları, kendine secde eder gibi bir inkıyad altına
almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine ka-
zanmış ve envarı Medine’den parlamış kim var, kim gösterilebilir?” (M.168)
2602- Hem “Nasara ülema-yı benamından İbn-ül Alâ, bi’setten ve Pey-
gamber’i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber’i
(A.S.M.) görmüş demiş:
¬ÄYB«A7~ w²"¬~ «t¬" «hÅL«"—« ¬u[¬D²9¬ ²~ |¬4 «t«B«S¬. ²f«%«— ²f«T«7 ¬±s«E²7_¬" «t«C²Q«" >¬gÅ7~«—
Yani”Ben senin sıfatını İncil’de gördüm. İman ettim. İbn-i Meryem, İncil’de
senin geleceğini müjde etmiş.” (M.174)
2603- “Eş’iya Peygamberin kitabında, kırkikinci babında şu âyet vardır:
“Hak Sübhanehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfagerde ve bergüzidesi kulunu
ba’s edecek ve ona Ruh-ül Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp, din-i İlahîsini ona
talim ettirecek. Ve o dahi, Ruh-ül Emin’in talimi veçhiyle nâsa talim eyliyecek
ve beynennas hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkara-
caktır. Rabbin bana kabl-el vuku’ bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.”
İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, âhirzaman peygamberi olan Muhammed
(A.S.M.) ‘ın evsafını beyan ediyor.
2604- Mişail namıyla müsemma Mihail Peygamberin kitabının Dör-
düncü Babında şu âyet var: Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup,
orada Hakk’a ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her ik-
limden orada birçok halk toplanıp, Rabb-ı Vâhid’e ibadet ederler. Ona şirk
etmezler.”
İşte şu âyet, zahir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i
Arafat ve orada her iklimden gelen hacılara tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i
merhume namıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.”
(M.168)
2605- Sual: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ecdadlarından
Nebi gelmiş midir?
MUHAMMED (A.S.M.) 1420
lerini tasdik ile bir vesika elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed
Aleyhissalatü Vesselâm, diğer enbiyanın kendisi hakkındaki beşaretlerini
tahakkuk ettirmek itibariyle de onların nübüvvetini mühürleyen İlahî bir
damgadır.” (E.T.3906)
2607- Peygamberimiz’in (A.S.M.) Hatem-ül Enbiya olduğu hadis-i şe-
rifte de zikredilir. Ezcümle:
“ ¬b²Q«A²7~ |¬4 ²v;«h¬'³~«— ¬s²V«F²7~ |¬4 ¬‰_ÅX7~ «ÄÅ—«~ a²X6 Yani: “Ben, nasıl yaradı-
lışta evveliyim, peygamber gönderilmek itibariyle de âhiri bulunmaktayım.”
(235) (Bak: 1925.p.sonu)
başlanıyor. Şöyle ki: «r«V«, ²f«5 _«8 Å ¬~ ¬š³_«K¬±X7~«w¬8 ²vU=«_"³~ «d«U«9 _«8~YE¬U²X«# « «—
(4:22) bir de atalarınızın yani baba ve dedelerinizin menkûhası olmuş bulu-
nan kadınların ölmüş gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz, ata-
nızın el sürdüğü kadına el sürmeyiniz.” -cahiliye ahalisi kadınlara veraset
mes’elesinden de anlaşıldığı üzere babalarının zevcelerini tezevvüç ederler-
miş. Bu âyet ile bu âdet-i şeni’a ale-l ıtlak nehyolunmuştur. Ve şayi’i bir adet-i
cahiliye olduğundan dolayı diğer muharremattan evvel suret-i mahsusada
zecredilmiştir. Binaenaleyh din-i İslâm’da ataların nikah-ı sahih ile sade
akdedib el sürmedikleri veya nikah-ı fasid ile akd edib el sürdükleri, yahud
bilâ-akid vadetmiş bulundukları kadınlardan hiç birini, oğulları, torunları ni-
kahlayamazlar..”
3- ²vU#~«Y«'«~—« kız kardeşleriniz ki gerek ana baba bir, gerek baba bir, ge-
rek ana bir bütün hemşireleriniz.
4- ²vU#_ÅW«2—« ammeleriniz, yani babalarınızın, dedelerinizin hemşireleri
olan alel’umum halalarınız, bibileriniz.
5- ²vU#« _«'«— haleleriniz, yani analarınızın ve ninelerinizin hemşireleri
olan büyük küçük alel’umum teyzeleriniz.
6- ¬„« ²~ _«X"« «— ve biraderinizin kızları, gerek evladı ve gerek torunu ilh...
yeğenleriniz.
7- ¬a²' ²~ _«X"« «— ve hemşirenizin kızları, kezalık alel’umum yeğenleriniz.
Buraya kadar beyan olunan yedi mahrem, neseb cihetinden olanlardır.
8- ²v6_«X²Q«/²‡«~ |¬BÅ7«~ ²vU#_«ZÅ8~—« sizi emzirmiş olan analarınız, yani süt ana-
larınız ve nineleriniz ilh...
beyan için ¬ _«/¬±h7~ «w¬8 •«h²E< ¬`«KÅX7~«w¬8 •«h²E< _«8 Çu6 (237) “Nesebden haram
16- ±w¬Z¬" ²vB²V«'«… |¬#ÅŸ7~ vU¬=_«K¬9 ²w¬8 ²v6¬‡YD& |¬4 |¬#ÅŸ7~ ²vU¬A¬=_«"«‡—« dâhil
olduğunuz kadınlarınızdan doğmuş rebibeleriniz, yani üvey kızlarınız ki,
-ekseriyyet itibariyle- taht-ı terbiyenizdedirler.
18- ¬w²[«B²' ²~ «w²[«" ~YQ«W²D«# ²–«~—« iki hemşire beynini taht-ı nikahta cem’ et-
meniz, kezalik biri erkek farz edildiği takdirde diğerine nikahı caiz olmayan
iki kadının, meselâ bir kızla halasının veya teyzenin cem’i de iki hemşirenin
cem’i gibi haramdır. Bunun için Aleyhissalatü Vesselâm meşhur bir hadi-
sinde buyurmuştur ki:
sinin üzerine nikah olunmaz” «r«V«, ²f«5 _«8 Å ¬~ Ancak mazide geçmiş olanlar
müstesna, onlardan dolayı muahaze yoktur. Nitekim Yakub Aleyhisselâm’ın
şeriatında vardı. _®W[¬&«‡~®‡YS«3 «–_«6 «yÁV7~ Å–¬~ Ona Allah Gafur, Rahim
2615- _ÅX¬8 «j²[«7 ²w«8 |«V«2 _«X¬AB6 }«Q«7_«O8 •h²E«# Ôw<¬±f7~¬|²E8 «Ä_«5
Yani: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okuma-
sın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-
ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır.” (L.274)
2616- “Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin ma-
beynindeki esaslı farkı ve onların me’hazlarını göstermek çok uzun tedkikata
ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet fark, o kadar dakik ve de-
rin; ve me’haz, o kadar yüksek ve geniştir ki; Hazret-i Muhyiddin hatasından
muahaze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa eğer ilmen, fikren ve
keşfen o fark ve o me’haz görünse idi, onun için gayet büyük bir sukut ve
ağır bir hata olurdu.” (O.L.121)
tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve
vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir
cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı
kaderiyeden alınır.
Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i
hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi
ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi,
cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u
ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavır-
ları bir nevi hayat-ı manevîyeye mazhariyetini gösterir. Evet Hayat-ı Ezeliye
Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete
ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u hariciyeye münhasır olamaz; belki
herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün
âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü
gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müthiş birer
cenane ve karanlıklı birer virane alem olacaktı.” (L.336)
2618- “Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât
ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir. Evet bir çekirdekte,
hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı
Mübin”den haber veren ve işaret eden hem nazarî olarak emir ve ilm-i İla-
hînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki ka-
der tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın,
maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve hey’etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Na-
zarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçi-
receği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki tarihçe-i hayat
namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller;
o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Madem
en adi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın
vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise;
âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün mey-
veler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren işaret eden insandaki bütün
kuvve-i hafızalar birer şahittir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün
ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılı-
yor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi
kuvve-i hafızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde
bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden
M U KA R R E B Û N 1428
küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koy-
muş, ta, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, ta mutmain olsun ki;
bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok ayineler var ki, Kadîr-i
Hakîm zaillerin hüviyetlereni onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için
pek çok levhalar var ki, Hafiz-i Alîm, fanilerin manalarını onlarda yazıyor.”
(S.469) (Bak: İmam-ı Mübin)
bir zümre. *Takva ve ubudiyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk’ın
indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zatlar. *Yakınlaşmış olanlar. (Bak
Hamele-i Arş)
memlekette devamlı duran. *Esma-i İlahiyeden olup “Her şeyi ayakta tutan,
devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiçbir şeydan alâkasız olma-
yan” mealindedir. *Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş gün-
den fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene “Misafir” denir.) (Bak: Misafir)
Musa’nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitabdan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla
kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, Hz. İsa’ya
(A.S.) kadar devam etti. Hz. Yusuf’un (A.S.) soyundan Yuşa namındaki Pey-
gamberi yerine tayin ederek vefat etmiştir. Mısır Firavununa karşı mücadele
etti. Harun (A.S.), kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi. (Bak: Bakarperestlik,
Fir’avun, Harun (A.S.), Tevrat)
İki atıf notu:
-Hz. Hızır ve Musa (A.S.) kıssası, bak: 2202.p.
-Firavunun, Musa’ya (A.S.) “meshür”demesi, bak: 3411.p.da bir âyet notu.
MÛSÂ (A.S.) 1429
2623- “Hazret-i Musa, Benî İsrail’den “İmran” adındaki bir zatın oğlu-
dur. Mısır’da doğmuştur. İsrail Oğulları, Mısır’da artarak oniki kabileye ay-
rılmıştı. Bunlara “Benî israil Esbatı” denirdi. Bunların böyle artmaları, Mı-
sır’ın eski ahalisi olan Kıptîlerin hoşuna gitmiyordu. Bunlara zahmet veri-
yorlar, dedelerinin yurdu olan Ken’an iline çıkıp gitmelerine de mani olu-
yorlardı.
2624- Bir gün Mısır kâhinlerinden biri, Benî İsrail’den gelecek bir çocuk,
Mısır Devleti’nin batmasına sebeb olacak” diye Fir’avuna yani Kabur ibn-i
Mus’ab adındaki Mısır hükümdarına haber vermiş, Fir’avun da Benî İsrail’in
yeni doğan çocuklarını öldürmeye başlamıştı. İşte bu sırada Hazret-i Musa
doğdu Validesi onu cellat eline vermekten ise bir sandık içine koyarak Nil
ırmağına atmayı muvafık gördü. Nil’in sahiline attığı bu sandığı, Fir’avunun
zevcesi Asiye elde edip açtı. İçinden mücessem bir güzellik, bir letafet nuru
halinde çıkan ma’sum çocuğu pek sevip kendisine evlat edindi. Hazret-i
Musa’nın validesi de bir yolunu bularak kendisini bu güzide yavrusuna süt
anne tayin ettirdi.
Hazret-i Musa, kendi düşmanı tarafından sarayında besleniyor. Bu garip
ve ibret alınacak, ilahî bir cilve idi.
2625- Hazret-i Musa büyüdü. Birgün sokakta, Benî israil’den biriyle
kavga eden bir Kıptîye bir tokat attı. Kiptînin son günleri imiş, kazara canı
çıktı. Hazret-i Musa yaptığına pişman oldu. Fir’avundan korkarak Mısır’dan
çıkıp Medyen şehrine gitti. Orada Şuayb Aleyhisselâm’ın kızı “Safura” ile
evlendi. Bir müddet sonra Mısır’a dönmek üzere refikasıyla beraber yola
çıktı, giderken Tur Dağı’na uğradı. Orada Allah’ın tecellisine mazhar oldu,
kendisine Peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Hârun Aleyhisselâm ile bera-
ber Fir’avun’u dine davete me’mur oldular.
Hazret-i Musa’nın eli ay gibi parladı; elindeki asâ da, Allah’dan dilediği
vakit büyük bir ejderha kesilirdi. Bunlar kendisine verilen birer mu’cize idi.
O zaman Mısır tarafında sihir, büyücülük pek ilerlemişti. Fir’avun, Musa
(A.S.)’ın gösterdiği bu mu’cizeleri sihir sandı. Sahirleri topladı; bunlar Haz-
ret-i Musa’ya meydan okudular. Fakat Hazret-i Musa’nın asa mu’cizesini gö-
rünce, sahirlerin hepsi de iman ettiler. Bunun bir sihir olmadığını derhal an-
ladılar. Çünkü bu asa, bir ejder kesilerek büyücülerin meydanda birer yılan,
çıyan gibi gösterdikleri ipleri, değnekleri yuttu. Silip süpürdü. Eğer Hazret-i
Musa’nın gösterdiği şey, bir gözbağcılık olsa idi böyle imha hârikası vücuda
gelemezdi. (Bak: 3400.p.)
MÛSÂ (A.S.) 1430
2631- Benî İsrail’e verilen ni’metleri ihtar ile Arz-ı Mukaddes’e girmek
için fedakârlık gerektiğini tebliğ eden Hz. Musa’nın (A.S.) kıssası âyette şöyle
ifade edilir:
“(5:20) ¬y¬8²Y«T¬7|«,Y8 «Ä_«5 ²†¬~—« Hani bir vakit Musa kavmine şöyle demişti.
²vU²[«V«2 ¬yÁV7~ «}«W²Q¬9~—h6²†~ ¬•²Y«5_«< Ey benim kavmim! Allah’ın size olan nimetini
zikr ü yad ediniz.
«w[¬W«7_«Q²7~«w¬8 ~®f«&«~ ¬ ÌY< ²v«7_«8 ²vU[´#´~—« _®6YV8 ²vU«V«Q«%—« «š_«[¬A²9«~ ²vU[¬4 «u«Q«% ²†¬~
o vakit ki, ni’metini ki içinizden enbiya yarattı ve sizi mülûk kıldı. Ve size
âlemînden hiç birine vermediği şeyler verdi.”
Âlemde hiç bir kavimde Benî İsrail’deki kadar çok peygamber
ba’sedilmemiş bulunduğu malumdur. Mukaddema evlad-ı Yakub Esbat,
sonra Musa, Harun, Yuşa’ ve ezcümle Hazret-i Musa’nın kavminden ihtiyar
edip beraber Tur’a gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice enbiya-i Benî İs-
rail gelmiştir. Ancak âyetin ilerisinden suret-i kat’iyyede anlaşılıyor ki, Haz-
ret-i Musa bu ihtarı yaptığı zaman Benî İsrail henüz Arz-ı Mukaddes’e gir-
memiş ve daha bir vatan tutmamış ve henüz mülûk devrine ermemişti. O sı-
rada da Musa, Harun ve yetmiş zat ile «š_«[¬A²9«~ ²vU[¬4 «u«Q«% mütehakkık ise de,
“sizi mülûk kıldı” demek nasıl mümkün olabilir? Gerçi bunun tahakkuku,
vukuuna binaen istikbalden mazi ile tabir olarak “kılacaktır, kılacağı muhak-
kaktır veya ezelde de böyle takdir edilmiştir”manasında olması ve binaena-
leyh enbiyadan bütün enbiya-i Benî İsrail, mülûktan da bütün mülûk-u Benî
israil kasdedilmesi muhtemeldir.
Bu surette hasılı meal: “Ey benim kavmim! Muhakkak ki, Allah sizin içi-
nizde daha bir çok peygamberler yapacak ve sizi mülûk kılacak, saltanatlara
nail edecek ve size diğerlerine vermediği şeyler verecek; şimdi Allah’ın bun-
ları yaptığı veya takdir ettiği vakit size olan ni’metlerini yad ve tefekkür edi-
niz de ona göre hareket eyleyiniz” demek olur.” (E.T.1639)
2632- “(5:21) ²vU«7 yÁV7~ «`«B«6 |¬BÅ7~ «}«,Åf«TW²7~ «Œ²‡« ²~ ~YV'²…~ ¬•²Y«5 _«< Ey benim
kavmim! Arz-ı Mukaddes’e giriniz ki Allah onu sizin için yazdı. Yani size
MÛSÂ (A.S.) 1432
vatan ve mesken olmak üzere takdir ve kısmet etti. Levh-i Mahfuz’a yazdı.”
(E.T.1641)
(5:22) «w<¬‡_ÅA«% _®8²Y«5 _«Z[¬4 Å–¬~ |«,Y8_«< ~Y7_«5 Ya Musa! O dediğin yerde
öyle bir kavim var ki, hepsi cebbar. Yani: Mukavemet edilmez istediğini
zorla cebren ve kahren yaptırır, yahut boylarına yetişilmez, iri, güçlü kuv-
vetli, dev gibi adamlar. (5:22) _«Z²X¬8 ~Y%h²F«< |ÅB«& _«Z«V'²f«9 ²w«7 _Å9¬~—« Onlar ora-
dan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz... Onlar şayet oradan çıkarlarsa biz
de muhakkak gireriz” dediler... Ancak içlerinden fetâ-yı Mûsâ Yuşa’ İbn-i
Nun ile damad-ı Musa Kaleb İbn-i Yufanna işi teshile çalışmışlar; çok güzel,
çok hoş ni’meti bol bir memleket; ahalisinin gövdeleri iri, bedenleri kuvvetli
ise de kalbleri zaif demişler.” (E.T.1643)
2633- “Hasılı, Benî İsrail Hazret-i Musa’ya karşı “Biz Arz-ı Mukaddes’e
girmeyiz” diye dayattılar. Ancak (5:23) «–Y4_«F«< «w<¬gÅ7~ «w¬8 ¬–«Ÿ%«‡ «Ä_«5 kor-
kanlardan yani Allah’tan ve Allah’ın emrine muhalefetten korkanlardan iki
er, ekser rivayete göre Yuşa’ ve Kaleb ki _«W¬Z²[«V«2 yÁV7~ «v«Q²9«~ Allah ikisini de
in’amiyle mes’ud eylemişti, bunlar dedilerki: (5:23) « _«A²7~ v¬Z²[«V«2 ~YV'²…~
“Üzerlerine kapıyı tutunuz, giriniz.” «–YA¬7_«3 ²vUÅ9¬_«4 ˜YWB²V«'«… ~«†¬_«4 Çünkü onu
“(2:87) « _«B¬U²7~ |«,Y8 _«X²[«#³~ ²f«T«7—« Yani nam-ı uluhiyete kasem olsun ki,
muhakkak biz Azimüşşan, Musa’ya o kitabı, Beni İsrail’in berveçh-i bâlâ ak-
samını nakz edegeldikleri Tevrat’ı verdik.
_®X²[«2 «?«h²L«2 _«B«X²$~ y²X¬8 ² «h«D«S²9_«4 «h«D«E²7~ «¾_«M«Q¬" ² ¬h²/~_«X²VT«4 (2:60) ilâ âhir...
Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden,
basit âletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi bir sert yerde, bir asa ile ab-ı
hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en la-
tif feyzi olan ab-ı hayatı, bir asa ile bulabilirsiniz; öyle ise haydi çalış bul!”
Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem
bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asa veriyorum ki; her istediği
yerde ab-ı hayatı onunla çeker. Sen de benin kavanin-i rahmetime istinad et-
sen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin. Haydi et!”
İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser
yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayet
ve gayat-ı hududunu çizmiştir.” (S.255)
2637- “Kur’andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asa-yı Musa gibi, manevî bir
asa ihsan edilmiştir. Bu asa ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vuru-
lursa, derhal ma-i hayat çıkar. Çünki müessir ancak eserde görülebilir. Ma-
nevi asansör hükmünde olan murakabeler ile ma-i hayatı bulmak pek
MUSAFAHA 1434
müşküldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa kadar
gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere,
şeytanlara mağlub olup caddeden çıkmamak için, pekçok bürhanlar, alâmet-
ler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.” (M.N.81)
2638- Musa (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-Firavun’un Hz. Musa’yı (A.S.), ya dinimizi (hayat tarzımızı) değiştirecek veya
fesad çıkaracak (asayişi bozar) ithamıyla öldürmek istemesi kıssası, Bediüzzaman’a
yapılan iki ana ithamı hatırlatmaktadır. (Bak: (40:62)
-Hz. Musa’nın (A.S.) bakarı kesmesi: (2:67)
-İcl hâdisesi: (2:51,54)
-Asasıyla taştan su çıkarması mu’cizesi: (2:60) (7:160) (Bak: 523.p.)
-Şecere-i Musa (A.S.) (20:9, 11) (27:8) (28:29, 30)
-Musa’nın (A.S.) Kelâm-ı ilahîye mazhariyeti: (4:164) (7:143) (19:52) (Bak:
465.p.)
-Musa’ya (A.S.) denizin teshiri: (2:50)
-Fir’avunun sarayında beslenmesi: (20:38,39,40) (28:3 ilâ 46)
-Yed-i beyza ve değneğin yılan olması mu’cizeleri: (7:107,117 ve 20:18 ilâ 22, 57
ilâ 73) (26:29 ilâ 50)
-Taleb-i rü’yet: (7:142, 143) (Bak: 3170/1.p)
-Emr-i İlahî ile Musa (A.S.)’ın şehirde evler ittihaz etmesi: (10:87)
-Musa’ya (A.S.) Allah’tan dokuz ayat-ı beyyinat gelmesi: (7:101)
-Musa (A.S.) muhlas bir resul ve nebi idi: (19:51)
Atıf notları:
-Musa (A.S.)ın azrail (A.S.)ın gözüne tokat vurması rivayetinin izahı, bak:
331.p.
-Musa (A.S.) ın 9 mucize ile Firavun’a gönderilmesi, bak: 3436.p.
-Musa (A.S.) ın mihnetleri içinde imtihanı, bak: 1000.p.
-Musa’ya (A.S.) verilen iki mu’cize, bak: 481.p.
MUSAFAHA 1435
taş atıp, onlar o taştan hissederler ki; zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır,
memnunane dönerler. Öyle de: Çok zahirî musibetler var ki, İlahî birer ihtar,
birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp,
beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.
Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil,
belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki:
“Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesin-
den günahlar öyle dökülüyor.” (L.11) (Bak: 1213. p. sonu)
2644- “Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanan at-
tığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altında-
yız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur,
dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan
bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, «–YQ¬%~«‡ ¬y²[«7¬~ _Å9¬~—« ¬yÁV¬7 _Å9¬~ (2:156)
söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden
daha ziyade düşünür.” (M.N.120)
2645- Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
“(64:11) ¬yÅV7~ ¬–²†¬_¬" Å ¬~ ¯}«A[¬M8 ²w¬8 « _«.«~ _«8 “Bir musibet isabet etmez ki,
Allah’ın izniyle olmasın.” Yani gerek kâfir, gerek mü’min her kim, her hangi
bir ferd veya cemaat olursa olsun başına, gerek cana gerek mala, gerek
saireye müteallik herhangi bir musibet, maddî ve manevî, kavlî veya fiilî hoşa
gitmeyecek acı bir hâdise çarparsa o her halde Allah’ın izni olmayınca bir
yaprak bile yerinden oynamaz. Sure-i Hadid’de:
_«;«~«h²A«9 ²–«~¬u²A«5 ²w¬8 ¯ _«B6¬ |¬4 Å ¬~ ²vU¬KS²9«~ |¬4« «— ¬Œ²‡« ²~|¬4 ¯}«A[¬M8 ²w¬8 « _«.«~_«8
(57:22) âyetinde bak: Gerçi (4:79) «t«K²S«9 ²w¬W«4 ¯}\« ¬±[«, ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8—« ve
(13:11) ²v¬Z¬KS²9«_¬" _«8 ~—h¬±[«R< |ÅB«& ¯•²Y«T¬" _«8 h¬±[«R< « «yÁV7~ Å–¬~ âyetlerinde geçtiği
üzere bazı musibetlerin mebdei, insanın veya kavmin kendi nefsi olduğu ise
de böyle olan musibetler dahi yine Allah’ın takdir ve iradesiyle, izni taalluk
etmedikçe vukua gelmez. Onun için ¬yÁV7~ ¬f²X¬2 ²w¬8 Êu6 ²u5 (4:78) buyurul-
muştur.” (E.T.5033)
2648- “Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i
Kur’aniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve
hizmet-i Kur’aniyeye hakiki düşmanlık edenler, selâmette kalıyorlar. Neden
dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
1 Bir musibete maruz kalan kimse, bu musibeti kusuruna karşı kaderin ikaz tokadı deyip
intibaha gelirse, o musibet şefkat tokadı olduğuna, intibaha gelmez ve nedamet göstermez
ve şefkat tokadı cihetini nazara almaz ise o musibetin zecir tokadı olduğu galip ihtimaldir.
(Naşir)
MUSÎBET-İ ÂMME 1441
Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizle-
mek için kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalaletin cinayetleri, o ka-
dar büyüktür ki; kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muk-
teza-yı adalet olarak âlem-i bekadaki Mahkeme-i Kübra’ya havale edildiği
için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
2649- İşte hadis-i şerifte ¬h¬4_«U²7~ }ÅX«%—« ¬w¬8ÌYW²7~ w²D¬, _«[²9Çf7«~ (240) mezkûr
Mezkûr âyette geçen b<¬f«E²7~ «Y²Z«7 “Laf eğlencesi” : eğlence söz, insanı
oyalayan, (haktan) işinden alıkoyan, asılsız hikâyeler, masallar, romanlar, ta-
rih kılıklı efsaneler, güldürücü lakırdılar, hokkabazlıklar (Bak: 4106.p.) geve-
zelikler, teganniler (şarkılar) gibi eğlence sesler.
Bunun sebeb-i nüzulünde deniliyor ki: Nadr İbn-i Haris ticaretle Faris’e
gidiyor, Acemlerin hikâyelerini, efsane kitaplarını getiriyor ve bunları
Kureyş’e okuyarak “Muhammed size Âd ve Semud hikâyeleri söylüyor, gelin
ben size Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Kisraların hikâyelerini anlatayım” diyor ve
bu suretle bir çoklarının Kur’an dinlemesine mani oluyordu. Bundan başka
güzel bir hanende (şarkıcı) cariye almış birinin müslüman olacağını işittiği
zaman onu alıp cariyesine: Haydi buna yedir içir, söyleyiver; der, bu suretle
eğlendirip “Gördün ya! Muhammed’in çağırdığından, namazdan, oruçdan,
onun önünde çarpışmaktan daha iyi değil mi?” dermiş.
M U S İ KÎ 1443
¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 Åu¬N[¬7 Bilmiyerek Allah yolundan sapıtmak,
yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin akıbetini sezdirmeden dini, ah-
lâkı bozmak; ~®—g; _«;«g¬FÅB«<«— ve onu, yani Allah yolunu, hak dinini eğlence
yerine tutmak için...” (E.T.3838)
Sefahete medeniyet, salabet-i diniyeye irtica diyerek milli ahlâkı tahrib
etmeğe çalışan münafıklar, bu âyetin tehdidine mazhardırlar. (Bak: 985.p.)
2653- Çok âyetlerde olduğu gibi mezkûr âyetin de umum zamanlara ba-
kan mana külliyeti vardır. Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişmesiyle bütün
insanlara tesir etmek imkânını veren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevk-
lerin cazibedarlığıyla insanları diyanetten, manevîyattan alıkoymak ve
sefahete atmak olan din düşmanlarının dehşetli planlarından, bu âyet insan-
ları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan sefih insî şeytanların, yani
münafık cereyanların halkı şehevî çalgılarla dalalete itmesine ve ihtilalci ve
neşriyatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (17:64) âyeti de gayetle câlib-i
dikkattir. (Bak: 167.p.)
2654- Bir rivayette buyuruluyor ki:
(A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohumlarının bitmesini sağlar.”
(242) Yani milli ahlâkı bozarak çılgın sefahete ve anarşizme kapı açar.
¬yÁV7~ «ÄY,‡« _«< «w[¬W¬V²KW²7~«w¬8 °u%«‡ «Ä_«T«4 °¿²g«5—« °e²K«8—« °r²K«' ¬}Å8 ²~ ¬˜¬g«;|¬4
‡YWF²7~ ¬a«"¬h- «— ¿¬ˆ_«Q«W²7~«— _«X²[«T²7~ ¬ «h«Z«1~«†¬~ «Ä_«5 Ó «¾~«† |«B«8—«
“İmran b. Husayn (R.A.)’den: Resulullah (A.S.M.) : Bu ümmette hasf,
(Bak: 2359 p. Sonu) mesh (Bak: mesh) ve kazf belaları vardır, buyurdu.
Müslümanlardan bir adam: Ey Allah’ın Resulü, bu ne zaman? diye
sordu. Peygamber (A.S.M.) : Şarkıcı kadınlarla çalgı âletlerinin yaygın hale
geldiği ve içki içmek çoğaldığı vakit, buyurdu.” (243)
İbn-i Mace, Kitab-ül Fiten, 4020. hadisi de aynı rivayeti teyid eder.
Hasf (yere batma) ve zelzele ile alâkalı ayet notları:
-Dünya servetine dayananların kıyamete kadar gelen muakiblerinden yere batırılma
(hasf) cezaları: (28:81) manaca alâkalı ayet (34:9) (67:16)
-Müfsidlerin zelzele musibetiyle cezalandırılmalarına bakan ayet: (10:26)
Müşriklere gece veya gündüz gelen helaket (7:4)
2657- Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyuruluyor:
“Bir zaman gelecektir ki, ümmetimden muhakkak bir takım zümreler tü-
reyecektir. Bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, defler
dümbelekler ile eğlenmeyi helal ve mübah sayarlar. Bunlardan bir takım
merhametsiz ve hodgâm zümreler de dağ mesirelerine yaslanacaklar. Bunun
üzerine Allah, sevip eğlendikleri dağı üzerlerine indirerek, bir kısmını helâk
edecek, sağ kalan öbürlerini de kıyamet gününe kadar maymun ve domuz
suretlerine tebdil edecek.” (S.B.M. Hadis No: 1892 tercümesinden) (Bak:
Mesh)
2658- Şimdi de meşru sesler bahsine geçelim:
Güzel seslerin meşruiyetine delalet eden şu âyet:
“(34:10) y«Q«8 |¬"¬±—«~ Ä_«A¬%_«< Ey dağlar, dedik onunla beraber te’vib, yani
terci’ yapın; ötün, çınlayın h²[ÅO7~«— siz de ey kuşlar!
Yani Davud’a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki, akşam
sabah tesbih ettikçe, onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirak eder, çınlar,
öterlerdi. (Bak: 647, 648.p.lar) Demek ki, güzel sesle hüsn-ü elhan Davud’un
bir fazilet-i mahsusası, kuşları dahi başına toplayan bir mu’cizesi olmuştu.
Bu mana iledir ki, savt-ı Davud meşhur olduğu gibi, Mezamir-i Davud da
meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslâm’da suret-i mutlakada mezmum zanne-
denler olmuştur. Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan lühun-u fısktır
(fısk olan nağmelerdir). Yoksa Kur’an okurken tertil ve tahsin-i savt,
me’murun bihdir. Bu babda kütüb-ü sıhahda hayli hadisler vardır.
2659- Bir çokları da müsikînin tesirini ruhanî zannederler. Böyle bir zan,
ruhu heva zannetmektir. Ses, bir hava ihtizazı olduğu için musikînin doğru-
dan doğruya verdiği tesir ve heyecan, bir buse zevki gibi cismanî ve asabî bir
tesirdir. Taganni, ancak bir kelimenin, bir kelâmın manasını ruha duyurmağa
hizmet etmesi itibariyledir ki, ruhanî bir kıymet alabilir. Ehl-i fısk, hep
şehevanî mevzularla cismanî heyecan aradığı için manayı öldürerek, sade
asaba basan kuru nağmelerle cismanî tesir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye
değil, ifna eder. Belki fâsık için bütün şuurundan geçip mest-i laya’kıl olmak
bir zevktir. Fakat dinin, şer’in vermek istediği zevk bu değil; güzel manalı,
mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır.” (E.T.3948)
2660- Sefahet ve dalalete düşen bir insan, vahşetli bir halet-i ruhiye ile
âleme bakar, âlemi de vahşetli görür. Böyle insanlar hakkında Bakara Su-
resi’nin 7. âyetindeki “ ²v¬Z¬Q²W«,|«V«2—« kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait
pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar,
nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı
hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde,
rüzgarların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının
nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevi’den Rabbanî ke-
lâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü
türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları
intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî
levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
M U S İ KÎ 1446
* Burada beyan edilen musikî tesirinin şahıstan şahısa değişeceği hususunun su-i istimal
edilmemesi için nazara alınması gereken bazı noktalar vardır. Ezcümle, nağmelerin kız ve
kadın sesiyle olmaması, gayr-i ahlâkî veya itikadiyata aykırı manaları taşımaması gibi şartlar
var. Bu tarz nağmelerin kişiye su-i tesir edip etmiyeceği mevzubahis olamaz, suret-i
kat'iyede memnu'dur.
Böyle dince memnu' nağmelerin dışında kalan musiki ve kişilere göre tesiri değişebilen
seslerin cevazında, kişinin şahsî kemalat veya sefahet durumu nazara alınıyor. Kur'an (49:7)
âyetinde açıkça ve çok manidar ifade edildiği gibi; dinî hayatı kemal-i ciddiyetle yaşayan in-
san, manen tekâmül edip nefsaniyatı ve günahları kerih görür, hoşlanmaz. Nefsanî zevkler
içinde hayat geçirenler de, manevîyattan hoşlanmaz, sıkılır. Bediüzzaman Hazretleri bu
hakikatı vecize şeklinde şöyle ifade eder: “Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden
bir hâlet; çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu
hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i
ruhîyi bilmez.” (S.736)
Bu asrın insanlarının ekserisinin mevcud cemiyetin umumileşmiş sefaheti içinde ne
halde olduğu zahirdir. Hayale geliyor ki; bu asrın sefih insanlarına güzel bir ilahî dinletilse,
“Getir saki bir kadeh” diyecek...
MUSTALIK GAZASI 1447
Şarkı hakkındaki fıkhî hükümler için: Bak: D.M.İ.F.ci: 7, sh: 2945 ve İ.U. ci:
2 8. kitab adab-ı sema ve vecd başlığı sh:675
ren. Körü körüne inad ve ısrar eden. Aşırı derece kendi tarafını tutan. *Din,
milet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren. (Bak: Taassub)
2665- MÛTE HARBİ |"h& }#Y8 : “Mute, Şam’a bağlı, Kudüs’e iki
konak mesafede bir yerdi. Mute harbi Müslümanlarla Rumlar arasında vuku
bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Hz.Peygamber’in elçisinin öl-
dürülmesidir. Resul-i Ekrem Busra Emiri Şurahbil bin Amr’a, ashabdan Ha-
ris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâm’a davet etmişti. Haris,
Mute’den geçerken Şürahbil’e tesadüf edip, elçi olduğunu bildirdi. Bunun
üzerine Şürahbil, Haris’i küstahça öldürdü. Şimdiye kadar Resul-i Ekrem’in
elçilerinden hiç birisinin hayatına taarruz edilmemişti. Bunun üzerine Resul-i
Ekrem üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayıp azadlı kölesi Zeyd bin Harise’nin
komutasında gönderdi.
2666- Resul-i Ekrem: “Şayet Zeyd şehid olursa komutanlığı Cafer alsın,
Cafer de şehid düşerse Abdullah bin Revaha komutan olsun!” buyurdu. Ve
ordunun Haris bin Umeyr’in şehid edildiği Mute Kasabası’na kadar gitmesi
ve orada Şürahbil ile tabiiyetinin İslâm’a davet olunması, kabul ederlerse ne
âlâ kabul etmezlerse harb edilmesi Resul-i Ekrem’in emirleri cümlesindendi.
Peygamber Efendimiz bu küçük ordusunu “Seniyet-ül Veda=ayrılık tepesi”
mevkiine kadar uğurladı.
MU’TEZİLE 1448
taya çıktı. Fakat asıl Abbasiler devrinde uzun zaman İslâm efkârını meşgul
etti.
Hulefa-yı Raşidîn zamanında ve Emeviler devrinde Irak’ta muhtelif din-
lere mensub bir çok milletler sakin idi. Bunların içinde Irak’ın eski sekenesi
olan Geldaniler, İranlılar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Arablar vardı. Bunların
çoğu müslüman olmuştu. Bazıları müslümanlığı, kafasında yerleşmiş olan
eski malumatın ışığında anladı. Ve ona, içine sinmiş olan renge göre yeni bir
renk verdi. Onun anlayışına göre bir akide ortaya çıktı. Bazıları İslâmı, safi
kaynağından, temiz menbaından aldı. Gönlüne, safiyet-i asliyesiyle yerleş-
tirdi. Fakat şuuru ve arzuları halis değildi. Farkına varmadan eskiye meyl ve
arzuları uyanırdı.” (Ebu Hanife, Diyanet İşleri Bşk. Yayınları
2669- “Ekseriyete göre Mu’tezilenin başı, Vasıl b. Ata’dır. Hasan-ı
Basri’nin ilim meclisinde bulunuyordu. O çağda bütün zihinleri kurcalayan
MU’TEZİLE 1449
büyük günah irtikâbı mes’elesi ortaya atıldı. Hasan-ı Basri, görüşünü söyledi.
Vasıl, üstadı Hasan-ı Basri’ye muhalefet etti. Ve büyük günah işleyen
mü’min değildir, o küfür ile iman arasında bir mertebededir, dedi ve üstadı-
nın meclisinden ayrılarak başka bir ders halkası kurdu. Bunun için onlara,
“ayrılan” manasına, Mu’tezile denildi.” (Aynı eser, sh: 143)
Bir atıf notu:
-İlm-i Kelâm tarihinde Mu’tezile, bak: 1599.p.
2670- “Mu’tezile, akideleri izahta, naklî delillere değil, aklî delillere daya-
nırlar..
.... Onlara bu tarzda akılla araştırma usulü şu yollardan gelmiştir:
l- Irak’ta ve İran’da bulunmaları, buralarda eski medeniyetlerin ve kül-
türlerin seslerinden izler kalmıştı.
2- Arabın gayri soylardan olmaları, ekserisi mevalidendi.
3- Muhaliflere cevap verme zorunda kaldıklarından akla müracaatları.
4- Yahudilerle, Hristiyanlarla temasları olduğundan eski felsefe görüşle-
rinin çoğu onlara geçmişti. Akla itimad etmeleri neticesi olarak onlar eşyanın
hüsün ve kubhu mes’elesinde; güzel ve çirkin olmamaları hususunda akıl ile
hüküm verir, aklı hâkim yaparlardı.” (Aynı eser, sh: 145)
2671- Mu’tezile Mezhebi’nin zıddı olan Cebriye Mezhebi için de tarihçi-
ler Cebriye fikrini ilk ortaya atanın kim olduğu hakkında ittifak edememiş-
lerdir. Ancak Cebriyeciliğin, Emevilerin ilk devrelerinde şuyu’ bulduğu söy-
lenir.
2672- “Sual: Mu’tezile imamları, şerrin icadını şer telakki ettikleri için,
küfür ve dalaletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis
ediyorlar. “Beşer, kendi ef’alinin hâlikıdır” diye dalalete gidiyorlar. Hem
derler: “Bir günah-ı kebireyi işliyen bir mü’minin imanı gider. Çünki Cenab-ı
Hakk’a itikad ve Cehennem’i tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i
tevfik olamaz. Çünki dünyada gayet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilaf-ı
kanun herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azab-ı Cehennem’i ve Hâ-
lik’ın gadabını nazar-ı ehemmiyete almıyacak derecede büyük günahları iş-
lerse, elbette imansızlığa delalet eder.
Elcevab: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde izah edildiği
gibi: Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum
MU’TEZİLE 1450
neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı neticelere mukaddeme ol-
duğu için, o şerrin icadı, neticeler itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer.
Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar su-i ihtiyariyle
ateşi kendilerine şer yapmakla “ateşin icadı şerdir” diyemezler. Öyle de şey-
tanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla bera-
ber, su-i ihtiyariyle ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlub olmakla “şeytanın
hilkati şerdir” diyemez. Belki o , kendi kesbiyle kendine şer yaptı. Evet kesb
ise, mübaşeret-i cüz’iye olduğu için, hususi bir netice-i şerriyenin mazharı
olur; o kesb-i şer şer olur. Fakat icad, umum neticelere baktığı için; icad-ı
şer, şer değil, belki hayırdır.
İşte Mu’tezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir ve çirkinin
icadı, çirkindir” diye Cenab-ı Hakk’ı takdis için şerrin icadını ona vermemiş-
ler, dalalete düşmüşler; ¬˜¬±h«-«— ¬˜¬h²[«' ¬‡«f«T²7_¬"—« olan bir rükn-ü imanîyi te’vil
etmişler.
2673- İkinci şık ki: “Günah-ı kebireyi işliyen, nasıl mü’min kalabilir?”
diye suallerine cevab ise; evvela: Sabık işaretlerde onların hatası kat’i bir su-
rette anlaşılmıştır ki, tekrara hacet kalmamıştır. Saniyen: Nefs-i insaniye, mu-
accel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, gaib bir batman lezzete tercih et-
tiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade
çekinir. Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. He-
ves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride
gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride bü-
yük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki tevehhüm ve heves ve his,
ileriyi görmüyor. Belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse mahall-i iman
olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar. Şu halde; kebairi işlemek, iman-
sızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin
mağlubiyetinden ileri gelir.
Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi: Fenalık ve hevasat yolu, tahribat
olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinnî, çabuk insanları o yola
sevkediyor. Gayet cay-ı hayret bir haldir ki: Âlem-i bekanın -nass-ı hadisle-
sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i öm-
ründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde; bazı biçare in-
sanlar, bir sinek kanadı kadar bu fani dünyanın lezzetini, o baki âlemin bu
fani dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.
MU’TEZİLE 1451
İşte bu sırlar içindir ki: Kur’an-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ıs-
rar ile, tehdid ve teşvik ile günahtan zecr ve hayra sevkediyor.” (L.76) (Bak:
1058/1.p.)
Bir atıf notu:
-Günah işleme anında imanın durumu, bak: 1171.p.
2674- Halk-ı ef’al meselesinde; Cebriye ifrat, İ’tizal tefrit, Ehl-i Sünnet
vasattır. Evet “Cebr mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder.
İ’tizal mezhebi de tefrittir ki, te’siri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi va-
sattır. Çünkü bu mezheb beyne beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i
cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.” (İ.İ.24)
Bir atıf notu:
-Mu’tezilenin Vacib’i mümkine yaptığı yanlış kıyasla, halk-ı ef’ali abde vermesi,
bak: 1637.p.
2675- “Her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi
takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada
bakan; Mu’tezile olur ki; te’siri esbaba verir. Ve keza daire-i itikadda iken ru-
huyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye
mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.”
(İ.İ.20)
2676- “Maziye, mesaibe kader nazarıyla; ve müstakbele, maasiye teklif
noktasında bakmak lâzımdır. Cebir ve İ’tizal, burada barışırlar.” (H.Ş.118)
2677- Bir kısım Mu’tezile imamlarının Ehl-i Sünnetçe merdud sayılma-
malarının bir sırrı:
“Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında
makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zahirî hiçbir fark yokken,
ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu’tezile mezhebinde
Zemahşerî gibi, i’tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i
Ehl-i Sünnet, onun o şedid itirazatına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar,
belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden
çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu’tezile imamlarını, merdud ve matrud sayı-
yorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu.
Sonra lütfu İlahî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirazatı,
hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani meselâ:
Tenzih-i hakiki onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasıyla
MUTTALA’ 1452
2682- MÜBÎN w[A8 : Açık, vazıh, aşikâr. *Ayan kılan, beyan ve izah
eden. *Dilediğine doğru yolu gösteren. *Hak ile batılın arasını tefrik edip,
ayıran. Hakkı hakkınca beyan ve izhar eden. İltibas, decl ve karışıklıkları tef-
rik ve temyiz eden manasında olan” Mübin (Kur’an 1196) “ibane”den ism-i
faildir. İbane ise lâzım ve müteaddi olur. Lâzım olunca mübin; beyyin, açık
demektir. Müteaddi olduğunda da, mübeyyin gibi beyan ve tavzih edici veya
fürkan gibi ayırıcı demek olur.” (E.T.2815) (Bak: Kitab-ı Mübin)
2683- Kur’anda “mübin” kelimesi şu terkibler şeklinde geçer:
-Adüvvün mübin: (2:168,208) (4:101) (6:1142) (7:22) (12:5) (16:53) (36:60)
-Adüvvün mudıllün mübin: (28:15)
MÜBÎN 1454
-Dalalin mübin: (3:164) (6:74) (7:60) (12:8,30) (19:38) (21:54) (26:97) (28:85)
(31:11) (33:36) (34:24) (36:24, 47) (39:22) (43:40, 62) (46:32) (62:2) (67:29)
-Kitab-ı mübin: (5:15) (6:59) (10:61) (11:6) (12:1) (26:2) (27:1, 75) (28:2)
(34:3) (43:2) (44:2)
-Belâgun mübin: (5:92) (16:35,82) (24:54) (29:18) (36:17) (64:12)
-Sihrun mübin: (5:110) (6:7) (10:76) (11:7) (27:13) (37:15) (46:7) (61:6)
-Fevz-ül mübin: (6:16) (45:30)
-Su’banun mübin: (7:107) (26:32)
-Nezirun mübin: (7:184) (11:25) (15:79) (22:49) (26:115) (29:50) (38:70)
(46:9) (51:5, 51) (67:26) (71:2)
-Sahurun mübin: (10:2) (34:32)
-Sultanun mübin: (4:91, 144, 153) (11:96) (14:10) (23:45) (27:21) (37:156)
(40:23) (44:19) (51:38) (52:38)
-Kur’anun mübin: (15:1) (36:69)
-Şıhabun mübin: (15:18)
-İmam-ı mübin :(15:79) (36:12)
-Hasîmun mübin: (16:4) (36:12)
-Lisanun Arabiyyün mübin: (16:103) (26:195)
-Husranün mübin: (4:119) (22:11) (39:15)
-İfkün mübin: (24:12)
-Hakk-ul mübin: (24:25) (27:79)
-Bişey’in mübin: (26:30)
-Fadlun mübin: (27:16)
-Lekaviyyun mübin: (28:18)
-Bela-ül mübin: (37:106) (44:33)
-Zalimün linefsihi mübin: (37:113)
-Lekefûrun mübin: (43:15)
MÜCÂHEDE 1455
dirilen, her yüz yıl başında, dinî hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders ver-
mek üzere Allah tarafından manen vazifeli büyük âlim ve Peygamber’in
(A.S.M)varisi olan zat. Bu dinî şahsiyetler İslâm cemiyetinde bilhassa hilafet
merkezinde fitne zuhur etmesiyle bozulan millî vicdan, fikir ve iman saha-
sında ıslahatçı olarak vazife görürler. (Bak: Ahmed-i Farukî, Eimme-i İsna Aşer,
Mehdi, Mevlana Halid, Velayet-i Kübra)
İslâm tarihi seyri içinde zuhur eden müceddidlerin tesbitinde, ülema-i
İslâm az çok farklı tercihler yapmışlardır. Zira istikbal-i dünyeviyedeki hâdi-
satın dinî naslarla tayin edilmeleri hikmet-i ilahiyeye uygun gelmediğinden,
bazı âyet ve hadislerin ancak işarî manaları ve müceddidiyet için gerekli bazı
hususiyetler, müceddidin tesbitinde ölçü olmaktadır. (Bak: 2294/1, 2294/2.
p.lar)
Bu ise nassen bir sarahat olmadığından asrın müceddidini kabul etmekte
itikadî bir mecburiyet getirmez. (Bak: 2032.p. son yarısı)
Ancak asrın müceddidini ve müstakim cemaatını bilmeyen kimse, mev-
cut fitneleri, bid’aları ve dalaletleri sezip görmek ve onlardan içtinab etmek
ve taklidî olan imanını muhafaza etmekte çok müşkilatla karşılaşır, tehlikeli
bir cehalette ve gaflette kalır. Binaenaleyh asrın müceddidini tanımak ve
onun dairesi dışında kalmamak gerektir. (Bak: 2447.p.)
MÜCEDDİD 1456
olabilecek ahkâma medar mana külliyetinde değildiler. Fakat Kur’an, öyle bir
mana külliyetine ve camiiyetine sahiptir ki, beşerin bütün terakki seviyelerine
cevap verebilir. (Bak: 2419, 3527.p.lar)
Ancak Kur’anın her asrın ihtiyacına cevap veren ders, irşad ve ahkâmını
keşf ve izhar etmek için ahkâmda müçtehidler, hikmet ve irşad dersinde de
müceddidler gerekmektedir. Demek mana külliyetinden dolayı Kur’andan
sonra diğer semavi bir kitaba ihtiyaç kalmadığı gibi, semavi kitabı tebliğ ve
tedris vazifesi içinde, varis olan müctehid ve müceddidler yeterli olmuştur.
2687- Bu hakikatı, Peygamberimiz (A.S.M.)
(244) u« [¬= ³~«h²,¬~ |¬X«" ¬š³_«[¬A²9«_«6 |¬BÅ8~ š_«W«V2 ¬š³_«[¬A²9« ²~ y«$«‡«— š_«W«VQ²7«~
(245)
_«Z«X<«… _«Z«7 …¬±f«D< ²w«8 ¯}«X«, ¬?«_¬8 ¬±u6 ¬‰²~«‡ |«V«2 ¬}Å8 ²~ ¬g«Z¬7 b«Q²A«< «yÁV7~ Å–¬~
(246) gibi hadis-i şerifleriyle bildirmişlerdir.
Yani Nasılki semavi kitab olan Tevrat’ın hükümran olduğu devrede,
muhtelif zaman ve mekânda gelen nebiler, kendilerine kitab gelmediği halde
Tevrat’la vazife-i nübüvveti ifa ettiler. Onun gibi, Kur’an ile de muhtelif
asırlarda gelen müceddidler, vazife-i veraset-i Nübüvveti ifa ederler.
Demek mana külliyetinden dolayı, Kur’andan sonra semavi bir kitaba
lüzum kalmadığı gibi, müceddidler de asırlarında, Kur’an’ın o asra bakan
vechini tefsir etmekle veraset-i Nübüvveti ifa ettiklerinden yeni bir peygam-
bere ihtiyaç görülmemiştir.
2688- “Her asır başında hadisce geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâ-
dimleri; emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve
yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı
diniyeye ve Sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyyen ittiba’ yoluyla dini
takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak is-
tenilen ebatılı ref’ ve ibtal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i
Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan
ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni
izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat
ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.” (Ş.669)
2689- “Bu zaman; hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat
için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer
müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza nokta-
sında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içti-
maiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede
kalıyor.
Rivayât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî
hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların
nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içti-
maiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli görün-
düğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
2690- Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda
bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta
kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-i
nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde
ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Ri-
sale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye
muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.” (K.L.189) (Bak: 2294/3 ve 3254
.p.lar)
2690/1- Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî olduğunu beyan
eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
“Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi,
bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir
şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne
kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.
Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel
olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım
gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’anın fey-
ziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar,
kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim,
çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatlı tefsiri
olan Risale-i Nur’a aittir.” (E.L.II. 152) (Bak: 3254.p.)
“ Evet «u[¬= ³~«h²,¬~ ³|¬X«" ¬š³_«[¬A²9«_«6 |¬BÅ8~ š³_«W«V2 (247) ferman etmiş. Gavs-ı
Azam Şah-ı Geylani, İmam-ı Gazali, imam-ı Rabbani gibi hem şahsen, hem
vazifeten büyük ve hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserle-
riyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğun-
dan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imda-
dına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilatlı ve dehşetli şerait
içinde, bu şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-i Nur’u ve sırr-ı tesanüd
ile bir ferd-i ferid manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mü-
him vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin, ağırlaşmış
müşiriyet makamında ancak bir hümdarlık vazifesi var.” (KL.7)
2691- Semavi dinlerin ilk devrelerinde samimiyet, ciddiyet, fedakârlık
gibi keyfiyet meziyetleri yüksek olur. Sonraları ise mürur-u zamanla kasavet-i
kalb, zevk-i hayat ve gaflet galib gelerek dinde lâkaydlık ve bir takım hurafe-
ler zuhur eder. Peygamberlerin ilk davetinde asi olan ümmet, dini kabulden
bir müddet sonra te’vilci ve hurafeci bir duruma girince, Allah yeni bir pey-
gamber gönderir.
İslâm dininde de ilk keyfiyet devreden sonra kemmiyet artmakla beraber
kısmen keyfiyet azaldı, salabet-i diniye ve ihlas zayıfladı, fitneler zuhur etti.
Böyle fitneler ve dalaletlere karşı Allah yeni bir tecdid-i din hareketiyle ha-
yat-ı diniyeyi ihya ettirir. Bu hakikatı ifade eden bir âyet-i kerimeyi Elmalılı
Hamdi Efendi şöyle tefsir ediyor:
“(28:45) _®9—h5 «–²_«L²9«~ Åw¬U«7—« Ve lâkin biz bir çok karnlar inşa ettik. Ku-
run-u ûlâ helâkinden sonra Tevrat’ın neş’e-i hidayetiyle kurun-u vusta husule
geldi. hWQ²7~ v¬Z²[«V«2 «Ä—« _«O«B«4 Onların da üzerlerine ömür uzadı. Mürur-u
zaman ile kocadılar, şaşkınlaştılar, o neş’e köreldi, o iman dinçliği, o amel
kudreti kalmadı. (Bak: 3206, 3207, 4097-4099.p.lar) Hiss-i dinî söndü; türlü
bid’atlar, ihtilaflar, tahrifler ile şeriat ve ahkâm bozuldu. Bahusus sonlarına
doğru fısk ü fetret çoğaldı. Binaenaleyh hikmet-i ilahiye yeni bir ruh ile yeni
bir teşri’ iktiza etti. Musa’nın (A.S.) hissettiği o ateşi yeniden duyurmak,
muhabbetullah ile yeni bir hayat şevk u neş’esi vermek için yeni bir kitab,
yeni bir peygamberle ahbar u ahkâmı yenilemek lâzım geldi; bu sebeble sana
vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat, kurun-u vustayı tenvir için verildiği
gibi, bu suretle Kur’an da kurun-u vustanın fetretine nihayet verip kurun-u
cedideyi tenvir için gönderildi.
MÜCTEHİD 1460
« —« ¬±s«E²7~ «w¬8 «Ä«i«9_«8—« ¬yÁV7~ ¬h²6¬g¬7 ²vZ"YV5 «p«L²F«# ²–«~ ~YX«8´~ «w<¬gÅV¬7 ¬–²_«< ²v«7«~
²a«K«T«4 f«8« ²~ v¬Z²[«V«2 «Ä_«O«4 u²A«5 ²w¬8 « _«B¬U²7~ ~Y#—~ «w<¬gÅ7_«6 ~Y9YU«<
«–YT¬,_«4 ²vZ²X¬8 °h[¬C«6«— ²vZ"YV5
«–YV¬T²Q«# ²vUÅV«Q«7 ¬ _«<´ ²~ vU«7 _ÅXÅ[«" ²f«5 _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡« ²~ ¬|²E< «yÁV7~ Å–«~~YW«V²2¬~
(57:16, 17) âyetidir. “Allah Teala bu ümmete muhakkak her yüz sene
başında dinini yenileyecek kimse gönderir” mealindeki hadis-i şerif dahi
asırdan asra bu âyetlerin tatbikine teşvik yollu bir va’ddir.
için dua. *Yalvarmak için yazılan dua veya manzume. (Bak: Dua)
Her şey her halinde Allah’a muhtaç olup O’ndan istiane ve istimdad edip
münacat eder.”Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile, Veys-el Karanî gibi
şöyle münacat ederler... Derler ki:
“Ya İlahena! Rabbimiz sensin!... Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesin-
den âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!... Hem sensin Hâlık? Çünki biz
tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin cami bir semeresi olan insan nev’inde o
kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye
medar bir mücahede kapısını açıp, Hizbullah’a karşı meydana çıkabilmek
için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.
2705- İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, Enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı
mağlub oluyor. Ve gayet zaaf ve acizde olan dalalet ehli, manen gayet kuv-
vetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar.
Bu acib mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:
Dalalette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket is-
temez. Hem tahrib var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem
tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve
fir’avniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmiyen ve
hazır zevke mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini,
telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyet-
kârane ve akıbet-endişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar. Ehl-i hidayet
ve başta Ehl-i Nübüvvet ve başta Habib-i Rabb-i Âlemîn olan Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın meslek-i kudsisi, hem vücudî, hem sübutî,
hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem akıbeti düşünmek,
hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin fir’avniyetini, serbestliğini kırmak gibi
esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevvere’de bulunan o
zamanın münafıkları, o parlak Güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini
yumup, o cazibe-i azimeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette
kalmışlar.” (L.80) (Mübareze ve tekâmül kanunu için 1292, 3385, 3540.p.lara
bakınız.)
2706- Kâfirler hakkında Bakara Suresi’nde (6 ve 7) iki âyetiyle iktifa edi-
lirken; münafıklar hakkında, 8. ilâ 20.âyete kadar olan 12 âyetle yapılan
tahşidata dair bir “sual: Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa
edilmiştir. Oniki âyetin hülasası ile münafıklar hakkında yapılan itnab neye
binaendir?
Elcevab: Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icab ettiren bir kaç
nükte vardır:
2707- Birincisi: Düşman Meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandı-
rıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedid olur. Dahilî
olursa, zararı daha azîm olur. Çünki dahilî düşman, kuvveti dağıtır, cesareti
azaltır. Haricî düşman ise; bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Ni-
fakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bı-
MÜNÂFIK 1465
2714- “(63:1) ~Y7_«5 «w[¬T¬4_«XW²7~ «¾«š_«% ~«†¬~ Münafıklar sana geldikleri vakit
dediler: ¬yÁV7~ ÄY,«h«7 «tÅ9«~ f«Z²L«9 Şehadet ederiz ki, hakikaten sen şüphesiz
Resulüllahsın...
... y7Y,«h«7 «tÅ9¬~ v«V²Q«< yÁV7~«— Allah da biliyor ki, hakikaten sen onun şüphe-
siz Resulüsün ...
®}ÅX% ²vZ«9_«W²<«~ ~—g«FÅ#~ Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper ittihaz ettiler.
Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle zahiren mü’min görünüp onu ken-
dilerine bir sedd edinerek dünyada mallarını, canlarını korumak istediler...
¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 ~—Çf«M«4 de bu suretle Allah yolundan i’raz ettiler, kaçındı-
lar, yan çizdiler. Yahud bir takım zaif halkı gizli gizli şaşırtıp din-i haktan ve
Peygamber’e ittiba’dan men’ettiler...
«–YV«W²Q«< ~Y9_«6 _«8 «š_«, ki ne fena yapıyorlardı.. «t«7† o yaptıkları fena
amel.. ²vZÅ9«_¬" şu suretledir ki, bunlar ~YX«8³~ imana gelmişler... ~—h«S«6 Åv$ sonra
da küfre gitmişlerdir.
²v¬Z¬"YV5 |«V«2 «p¬AO«4 onun üzerine o küfür huyu olan fena ahlâk kalblerine
tab’olunmuştur.
«–YZ«T²S«< « ²vZ«4 Artık anlamaz olmuşlardır. İyiyi kötüyü, hakkı batılı seçe-
cek, hak dininin, ahlâkının ulviyetini anlıyacak, ne yaptıklarını, nereye gittik-
lerini inceden inceye sezip bilecek fıkıh kabiliyeti kalmamış, kabiliyetsiz,
anlamamazlık huy olup kalmıştır. Çünki i’tiyad, tabiat-ı saniye olur. Kalb
alıştığı o huyun gayrisine hassasiyetini zayi’ eder.
²v¬Z¬7 ²Y«T¬7 ²p«W²K«# ~Y7YT«< ²–¬~—« Ve lakırdı ederlerse lakırdılarına kulak verirsin,
dillerinin fesahatı ve söyleyişlerinin selaset ve halaveti ve natıkapervazlık
san’atına merak ve mümareseleri hasebiyle tatlı laf ederler... (Bak: 3932.p.)
MÜNÂFIK 1468
öyle ki, °`²L' ²vZÅ9«_«6 °?«fÅX«K8 sanki onlar huşüb-ü müsenned, dayanmış
endamları süzgün... öyle cansız, yüreksizdirler ki, ²v¬Z²[«V«2 ¯}«E²[«. Åu6 «–YA«K²E«<
her sayhayı aleyhlerinde zannederler... Yalan söylemeğe de alışkın oldukla-
rından lehlerinde söyleneni bile yalan telakki ederek hep aleyhlerinde mana
çıkarırlar Ç—f«Q²7~ v; Onlar halis hak düşmanıdırlar. ²v;²‡«g²&_«4 Onun için
onlardan sakın.” (E.T.4997-5002)
2715- “(59:14) _®Q[¬W«% ²vZA«K²E«# Sen onları toplu sanırsın, |ÅB«- ²vZ" YV5—«
halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka hevada, başka emelde, kendi zevk
ve hissiyatına göre ayrı fikir ve mezhebde perişandırlar.... Böyle bir ordu ise
zahirde ne kadar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir ordu ve bir cemiyet
değil, eczası arasında iltiyam ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi bir rüz-
garla savrulacak bir kuru kalabalıktan ibaret demektir. “Şetta” dağınık ve pe
rakende demek olan “şetit”in cem’idir. Meriz, merza gibi. «t¬7† Bu dağınıklık
«–YV¬T²Q«< « °•²Y«5 ²vZÅ9«_¬" onların akletmez bir kavim olmaları sebebiyledir. Sırf
dünya muhabbetiyle nefislerinin şehevatı ve heva ve hissiyatları arkasında
gittiklerinden akılları kalmaz.” (E.T.4859)
2716- “Şu da muhakkak ki,
(4:137) ~®h²S6 ~—…~«…²ˆ~ Åv$ ~—h«S«6 Åv$ ~YX«8³~ Åv$ ~—h«S«6 Åv$ ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ Å–¬~
Evvela iman etmiş sonra küfr etmiş sonra iman etmiş, sonra yine küfr
etmiş ve tamamen küfre dalmış olanlar, böyle imandan küfre, küfürden
imana dönerek nihayet küfürde karar kılmış ve bu suretle küfrü tezyid etmiş
olanlar yok mu?
®Ÿ[¬A«, ²vZ«<¬f²Z«[¬7 « «— ²vZ«7 «h¬S²R«[¬7 yÁV7~ ¬wU«< ²v«7 Hiç bir vech ile Allah’ın bun-
ları mağfiret etmesine ve doğru yola sevk eylemesine ihtimal yoktur. Yani
iman ederlerse kabul etmez değil, fakat ekseriyetle bunlar matbu ul’kulûb
MÜNÂFIK 1469
edip ihlas ile iman etseler, gelecek olan (4:146) ~YE«V².«~—« ~Y"_«# «w<¬gÅ7~ Å ¬~
istisnası mucebince kabul edilir ve mağfur olabilirlerdi, amma etmezler ki...
Yani «w[¬X¬8ÌYW²7~ ¬–—… ²w¬8 «š_«[¬7—² «~ «w<¬h¬4_«U²7~ «–—g¬FÅB«< «w<¬gÅ7«~ onlar ki,
²vZW«V²Q«9 w²E«9 Onları biz biliriz. ¬w²[«#IÅ «8 ²vZ"¬±g«QX«, Biz onları muhakkak iki
kerre ta’zib edeceğiz..
¯v[¬P«2 ¯ ~«g«2 |«7¬~ «–—Ç…I« < Åv$ sonra da azîm bir azaba reddolunacaklardır.
Ki bu da kıyamette müebbeden azab-ı nardadır...” (E.T.2610-2611)
Bu menfaatperest ve hayatperest münafıklar, Almanya’da dehşetli bir
azaba uğradılar. İkincisi de 3980.p sonunda kaydedildiği gibi âhirzamanda
olması düşünülebilir.
MÜNÂFIK 1472
2721- _«[²9 Çf7~ ¬?Y[«E7²~|¬4 y7 ²Y«5 «tA¬D²Q< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ «w¬8«—
İnsanlardan bazısı vardır ki, hayat-ı dünya zımnındaki lakırdısı senin ta-
accübünü celbeder ve pek beğenecek olursun.
¬y¬A²V«5 |¬4 _«8 |«V«2 «yÁV7~ f¬Z²L<«— O kalbindekine Allah’ı şahid de tutar. Kal-
bime, vicdanıma Allah şahiddir ki bu böyle, şu şöyle gibi yeminler ederek,
tatlı tatlı diller dökerek, seni kandırmak için parlak parlak sözler söyler.
¬•_«M¬F²7~ Çf«7«~ «Y;—« Halbuki hakikatte onun düşmanlığı kıyaktır. Ve zaten habis
olan kimselerin düşmanlığı pek kıyat, pek gaddar olur. |Å7«Y«#~«†¬~«— Senden
ayrılınca veya bir iş başına geçince «u²KÅX7~«— « ²h«E²7~ «t¬V²Z<—« _«Z[¬4 «f¬K²S[¬7
fesada razı olmaz. Buna binaen «yÁV7~ ¬sÅ#~ y«7 «u[¬5 ~«†¬~—« o müfside Allah’dan
kork denilince de ¬v²$¬ _¬" ? Åi¬Q²7~ y²#«g«'«~ onu izzet-i nefsi tutar, daha ziyade
günaha sokar.
Meselâ: “ (4:83) ¬y¬" ~Y2 ~«†«~ ¬¿²Y«F²7~¬—«~ ¬w²8« ²~ «w¬8 °h²8«~ ²v; «š_«% ~«†¬~—«
Bir de kendilerine emniyet veya havfe müteallik tatlı veya acı bir emir,
bir haber, bir şey geldi mi, hemen neşr ü ifşa ediveriyorlar; doğru mu değil
MÜNÂFIK 1473
¬h²8« ²~ |¬7—~ |«7¬~ ¬ÄY,Åh7~ |«7¬~ ˜—Ç…«‡ ²Y«7«— Bunlar da işittikleri haberi
2725- “Ey müslümanlar, (4:83) yB«W²&«‡—« ²vU²[«V«2 ¬yÁV7~ u²N«4 « ²Y7«— sizin
üzerinizdeki Allah’ın bu fazl ü rahmeti yani böyle peygamber ve istinbata
muktedir ehl-i ilm ulü-l emr ile tarîk-ı hakka irşad ve hidayeti olmasa,
MÜNÂFIK 1474
münafıklara uyardınız, onların aldatıcı re’y ü fikirlerine tabi olur, fena yollara
sürüklenirdiniz, uymadığınız husus veya uymayan rical pek az olurdu.”
(E.T.1405)
İşte bu hakikat gösterir ki, hakiki mü’min hidayete ermek için sadakatla
dinî düsturlara bağlı kalır, dinde beşerî anlayışlara iltifat etmez.
2726- “Emnn ü asayişi, ahlâk ve huzuru ihlal ve ifsad edenlere karşı celal
ve azametle buyuruluyor ki:
(33:60)«–YT¬4_«XW²7~ ¬y«B²X«< ²v«7 ²w\¬ «7 celalim hakkı için söylerim ki: Eğer
vazgeçmezlerse o münafıklar münafıklıktan °Œ«h«8 ²v¬Z¬"YV5 |¬4 «w<¬gÅ7~«— ve o
ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem yÁV7~ Å ¬~ «y´7¬~ « der, ehl-i
bazı şeyleri ehlinden sorup öğrenmek manasında olan ifadeler çok âyetlerde
zikredilir. Ezcümle (4:83) (16:43) (21:7) âyetleri örnek verilebilir. Bir riva-
yette de “Sual, ilmin yarısıdır” denilir. (K.H. hadis: 1492) Diğer bir rivayette
de “Sual, ilim hazinelerinin anahtarıdır” buyurulur. (K.H. hadis: 1754)
İki rivayet de mealen şöyledir:
“Musa (A.S.) altı şeyden sual eyledi. Zannederdi ki o hasletler kendisi
içindi. Yedinci bir suali ise, kendisini düşünerek sormamıştı.
Demek ki: “Ya Rabbi, kullarının hangisi daha müttakidir?” Allah bu-
yurdu ki: “Allah’ı zikreden ve onu unutmayan”. Dedi ki: “Hangi kulun daha
hidayettedir?” Buyurdu ki: “Hangi kulum hüdaya (inzal olunan vahye) tabi
ise o.” Dedi ki: “Hangi kulun daha ahkemdir?” Buyurdu ki: “İnsanlara hük-
mederken kendine hükmettiği gibi olan.” Dedi ki: “Hangi kulun daha ilim
sahibidir?” Buyurdu ki: “İlimden doymıyan ve nâsın ilmini de kendi ilmi
üzerine toplıyan âlimdir.” Dedi ki: “Hangi kulun daha azizdir?” Buyurdu ki:
“Kudreti var iken affeden.” Dedi ki: “Hangi kulun daha âbiddir?” Buyurdu
ki: “Kısmetine razı olan.” Dedi ki: “Kullarının hangisi en fakirdir?” Buyurdu
ki: “Sahib-i sefer olan.” Resulüllah buyurdu ki: Zenginlik, mal zenginliği de-
ğil, kalb zenginliğidir. Allah bir kulu için hayır murad ettiğinde onun gön-
lünü zengin eder ve kalbine kanaat verir. Allah bir kul hakkında da şer
murad ettiğinde, onun ihtiyacını iki gözü arasına kor.” (R.E.294/6)
“Musa (A.S.)dan Yahudiler sordular, gene sordular. Suali çoğalttılar, ar-
tırdılar, eksilttiler, ta ki küfre düştüler. Hristiyanlar da İsa (A.S.)dan sordular
da sordular. Suali çoğalttılar, artırdılar, eksilttiler ve neticede onlar da küfre
düştüler. Muhakkak ki benden size hadisler söylenecektir. Size benim hadis-
lerim geldiğinde, Allah’ın kitabını okuyun. Onunla karşılaştırın. Allah’ın ki-
tabına uygunsa, onu ben söylemişimdir. Allah’ın kitabına uymuyor ise, onu
ben söylememişimdir.” (R.E. 294/8)
Kur’an (18:70) âyetinde geçen Hızır (A.S.) Musa’yı sormaktan men et-
mesinde şöyle bir işaret de var ki: ilm-i ledüne ait hususları anlamak sual-ce-
vaptan daha çok, o ilimde zamanla terakki etmek iledir.
Herhangi bir meseleyi mevzu edip konuşanlar, eğer meselenin daha et-
raflıca anlaşılması niyetiyle konuşuyorlarsa ve birbirinden faydalanma isteği
de varsa, biribirini dikkatle dinlerler ve könuşma yarışına girmezler ve mü-
nakaşa yapmazlar.
Eğer bu kişiler benim sözüm dinlensin, kabul edilsin ve üstün çıksın is-
teğiyle veya konuşma zevki gibi sebeplerin saikiyle konuşuyorlarsa, biribiri-
lerini sıra ile dinlemeye tahammülleri olmaz ve konuşma yarışına girerler ki
bu hal adâba aykırı olup ilmin unutulmasına sebeptir. Hem neticesi de zararlı
bir münakaşaya döner. Bu tarz konuşmalara katılmamak ve (23:3, 28:56)
ayetleri gereğince uzak durulmalıdır. Hem de diyaneten ve izzet-i ilmiyeyi
korumak için gereklidir.
Usulüne uygun olmak şartıyla yapılan münazaralar, fikren gelişmeye
sebebdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında, İstanbul’a gelen
Bediüzzaman, medreselerin durumunu anlatırken şöyle der:
“İstanbul’a geldim, gördüm ki sair şuubata nisbeten medaris terakki et-
memiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mes’ele etmek olan isti-
dadı, meleke-i ilim yerinde ikame olunmuş ve talebelerde adem-i münazara
ve sual ve cevab sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali
intac etmiş.” (A.B.326)
Fakat münazarada ölçülü ve âdabına uygun hareket etmemek de zarar-
lara sebebiyet verir. Münazarada esas gaye, hakikatın ortaya çıkması ve daha
etraflıca anlaşılmasıdır. yoksa benim fikrim üstün gelsin ve muarızımı yene-
yim düşüncesi, enaniyet ve riyadan geldiği gibi, bu hal aynı zamanda enaniyet
ve riyakârlığı da artırır. Hakiki ilmin hedefi olan ihlas, kemalât ve fazilete ters
düşer. Asrımızda çok görülen bu mahiyetteki münazaralarda dikkat ve itina
gösterilmelidir. Yapılan bir münazarada eğer karşı tarafın fikrinde hakikat
payı varsa, bu hakikat itiraf ve teslim edilmelidir. Aksi halde, ketm-i hak et-
mek mes’uliyetine düşülür.
2732- Evet “fenn-i âdab ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki
hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: Eğer bir meselenin münazarasında
kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve
hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar
eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şey öğrenmiyor.
Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak, hasmının elinde çıksa; zarar-
sız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur. Nefsin gururundan kur-
tulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.
Hasmının elinde hakkı görse; yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun
MÜRŞİD 1479
olur.” (L.158)
müessir-i hakiki olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfi nazarıyla bakar.
Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki
Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar.
Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizle-
rine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre
istihale etmiş lambanın nuru gibi-birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz
ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani ayine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer
ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.” (H.Ş.137)
2736- Hem mürşid-i hakikat İslâmiyeti kendi şahsında yaşamalı. Evet
“Hazmolmayan ilim, telkin edilmemeli:
Hakiki mürşid-i âlim; koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini,
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş müsaffa sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-âlud kay’ını.” (S.706) (Bak: 242.p.)
2737- Hem bir mü’minin muhabbetini mürşidin şahsî makamına değil,
hizmet-i diniyesine bina etmesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, bir hatıra-
sını şöyle anlatıyor:
«Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah
(Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:
O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin
(Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidin hakkında
müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o mer-
hum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta,
kutb-u azam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika
makamlarını beyan etti.
Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu gör-
sem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakiki
sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u azam suretinde ta-
hayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet
edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya
zail olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zat-ı mübareki, senin gibi
pek ciddi severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i saniyye dairesinde, hakikat
mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî
MÜRTECİ’ 1481
makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde
açılsa ve hakiki makamı görünse,değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhab-
bette noksan olmak; bil’akis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım.
Demek ben hakiki bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (*)
Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim
nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.» (K.L.88) (Bak: Hürmet)
Bir atıf notu:
-Mürşidlerin ekserisi Âl-i Beyt’ten gelmiştir, bak: 198.p.
“İrtidad, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yani, esasen
müslüman olan veya bilahare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın,
bilahare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed
bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale “riddet” de denir.
Böyle bir şahsa da “mürted” denir.” (H.İ. ci:3, sh: 363)
Bir atıf notu:
-İslâm cemiyetlerinde irtidad ve anarşi, İslâmiyetten uzaklaşma ve dinde lâkaydlıktan
doğar, bak: 248-252 ve 906.p.lar)
2740- Sual: “Neden bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden mürted
olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair
erkân-ı imaniyeye imanı,varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geli-
* Çünki sen, muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir
mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakiki makamının fiatına, en büyük muhabbet de
ucuzdur.
MÜRTED 1482
yor?
Elcevab: iman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik
kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki
kabil-i inkısam olmazlar. Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüc-
cetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli
bir hüccet-i azam olur Öyle ise bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir
fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikatı iptal edip inkâr
edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü
inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer; insaniyeti mahvolur. Hem
maddî, hem manevî Cehennem’e gider.” (Ş.237)
2741- “Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira ar-
zuyu masiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. De-
mek vicdanını ve manevîyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile
şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder.
Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka
eder. Hanefi Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.” (H.Ş.144)
2742- “İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman, İslâmiyetten
çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı
Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki ken-
dinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için
İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa müsalaha
etse, dahilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin
hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir ze-
hir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye
nafi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı Peygam-
berlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.” (M.438)
Bir atıf notu:
-İslâmiyetten çıkan, gayr-ı müslim gibi de olamaz, bak: 1050, 3313.p.
2743- “Beşeriyetin hakiki bir din dairesinde umumi bir uhuvvet teşkil
ederek mesudane yaşaması, müslümanlıkta bir gayedir. Umum beşeriyetin
menfaatleri de bunu muktazidir. Binaenaleyh hakiki bir din olan İslâmiyetin
mehasin ve maalisini anlamış olması iktiza eden müslimin bilahare bu gayeye
muhalif hareket etmesi; hem kendisinin, hem de ammenin menfaatlerine
münafi aheng-i umumîyi ihlale bâdi olacağından, hakkında böyle bir cezayı
(yani idamını) müstelzim olur. Umumun selâmeti için böyle bir cezanın vü-
MÜRTED 1483
duğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için
iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe. (Bak: Müna-
zara, Rekabet)
2746- Müsabaka; kemalât ve fazilet gibi her iyi şeyde ileride olanlara
gıpta edip, o mertebelere erişmek gayretine sahip olmaktır. Cemiyet haya-
tında böylesine iyi şeylere, teşviklerle millî rağbeti uyandırmak, terakki yolu-
dur. Müsabakayı kıskançlık ve hased şekline çevirmek ise, menfidir. İhtilafa
ve tedenniye götürür.
“Hatta şeytanın dahi; manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan mü-
sabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır. O
cihette güzeldir. Hem-hatta-kâfir, küfür ile, bütün kâinatın hukukuna bir te-
cavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir.”
(Ş.31)
2747- Kur’anda (4:32) (83:26) âyetleri ve S.B.M. ci: 11, 1774. hadisi
müsabaka ve gıbta meselesiyle alâkalıdır. (Caiz olan müsabakalar, bak: 2405.p.)
¬˜¬…_«A¬2 ²w¬8 š_«L«< ²w«8 _«Z$¬h«< ¬yÁV¬7 «Œ²‡« ²~ Å–¬_«4 f²Q«" _Å8«~
Sonra Hazret-i Ebu Bekir hilafetinde Müseylemet-ül Kezzab üzerine as-
ker gönderip harbetti ve Hazret-i Hamza’nın katili Vahşi eliyle katlolundu.
Vahşi: “Ben cahiliyetimde hayr-ün nâs’ı, İslâmımda da şerr-ün nâs’ı katlet-
tim.” der idi.
S.B.M. 1585,1648. hadislerinde ve bazı hadis kitaplarında Müseyleme’nin
bahsi geçer.
Bir atıf notu:
-Müseylime-i Kezzab’ın fitnesi, bak: 3944.p.
-Şükr-ü örfi ile kazanılan ruhî inkişaf ve onsekizbin âleme karşı açılan pencereler,
bak: 1159.p.
Zira Kur’an (42:1) °š²|-« ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 gibi âyetlerde, böyle yanlış anlayış-
lara sarahaten imkân bırakmamıştır. Kâinat hakikatları dahi, böyle teveh-
hüm-ü batılı reddeder.
2756- Kur’an’da ¬v[¬&Åh7~ ¬w´W²&Åh7«~ kelimeleriyle bildirilen iki sıfat-ı İlahiye
hakkında bir sual ve cevabı:
“Sual: Mebde ve me’haz itibariyle rikkat-ül kalb manasını ifade eden bu
iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mana-yı
hakikatlarının lâzım ve neticesi olan in’am ve ihsan kasdedilirse, mecazda ne
hikmet vardır?
Cevab: Bu iki sıfat, “yed” gibi mana-yı hakikileriyle, Cenab-ı Hak hak-
kında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mana-yı
mecazinin mana-yı hakikinin lafzıyla, üslubuyla gösterilmesindeki hikmet, in-
sanların me’luf ve malumları olmayan manaları ve hakikatları zihinlerine ya-
kınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ “yed”in mana-yı mecazisi in-
sanlara me’nus olmadığından, mana-yı hakikinin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi
zarureti vardır.” (İ.İ.16) (Bak: 2765, 3744, 3746.p.lar)
2757- “Kur’an-ı Azimüşşan’da ferman ettiği gibi, (42:11) °š²|-« ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7
dür. Yani; ne zatında ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz,
şehibi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve
keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde
kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı akdes’e, misil ve
mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.” (L.341)
2758- Hem “Vacib-ül Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat
cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esma-i
Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi
hem vacib-ül Vücud’dur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata
muhaliftir; misli, misali, mesili yoktur.
Elbette o Zat-ı Zülcelal’in, o kudret-i ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın
idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-ı Azam ve
Dar-ı Âhiret, Cennet ve Cehennem’in icadı, bir güz mevsiminde ölmüş
ağaçların yeniden bir baharda ihyaları kadar kolaydır.” (M.250)
İki atıf notu:
MÜŞEBBİHE 1489
-Allah’ın zatını düşünmek, iktidar-ı beşerin üstünde olduğunu bildiren rivayet, bak:
3918.p.sonu.
2761- Demek Cenab-ı Hakk’ın evsaf ve şuunatı hakkındaki bazı teşbih
ve temsiller, mirsad-ı tefekkür, vesile-i tefhim ve teshildir. Hakikat-ı halin
künhünü ifade etmek için değildir. Hatta bir nevi müşebbihe anlayışında
olanlar, Hâlikı mahluka benzetmek tahayyülüyle, mahlukatın umumunda
vasf-ı müştereke ve zaruriye olan yaratılmayı, Vacib’e de teşmil edeceklerini,
Peygamberimiz (A.S.M) bir hadis-i şeriflerinde şöyle haber vermişlerdir:
ları, ¬h«L«A²7~ ¬ÄYT2 |«7¬~ }Å[¬Z´7~ ¬ ²~ « Çi«XÅB7«~ ile anılmaktadır. Yani, insanların
fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı tenezzülat-ı İlahiye,
insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşa-
madır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslubları, hakikat-
lara geçmek için en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir
dürbin veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük
bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için
istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince müşkil istia-
relerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.” (İ.İ.115)
Bir atıf notu:
-Mevlid-i Nebeviyenin Mi’raciye kısmındaki müteşabih ifadeler, bak: 2466.p.
2766- Kur’andaki bir kısım âyetlerin müteşabih olduğunu yine Kur’an
bildiriyor. Şöyle ki:
2767- “Müteşabihat denildiği zaman manasız bir ibham-ı küllî iddia edil-
diğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder. Müteşabihat manasız ve müh-
mel değil, kesret-i maaniden dolayı muayyen bir murad tayini mümkün
görünmiyen ve daha doğrusu ifade ettiği hakaik-i muhita zihn-i beşerle ka-
bil-i istiab olmadığından dolayı, mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir
beyandır ki; hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi
vücuh-u beyanın mecmuunu havidir... Zaten kelâmda ibham, mevkiine göre
en büyük vücuh-u belagattan birini teşkil eder. Her şahıs her manaya
muhatab olamıyacağı gibi, bütün ilm-i İlahînin ifham ve tebliğine alel’umum
beşeriyetin kudreti dahi mütehammil değildir.” (E.T.159)
Bir atıf notu:
-Âhirzamana ait hadislerin müteşabihatı, bak: 1631, 2023.p.lar.
gösteren. *İhtiyarlaşan.
“Sual: Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?
Cevab: Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle
ittihad ve mesleği muhabbet.. ve şiarı, terk-i iltizam-ı nefs.. ve meşrebi, mah-
viyet.. ve tarikatı, hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki:
Bir mürşid ve hakiki şeyh olsun. Lakin eğer mesleği tenkîs-i gayr ile me-
ziyetini izhar.. ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin.. ve inşikak-ı asayı
istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intaç eden kendine mu-
habbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o, bir müteşeyyih-i
müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya
bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış o da kendisini iyi
zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye su-i zan yolunu açmıştır.!”
(Mün.70)
“tarla faresi” dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hay-
van, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan “kasia” dedikleri
yuvasında tehlike hissederse, hemen nafıkanın tavanını delerek kaçar. Müna-
fıklar buna benzediği için nifak, münafık kelimeleri bu kelimeden gelmiştir.
(Kamus)
den olan. *Torun. *Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye. *Fık: Farz ve vacibden
gayrı, mecburiyet olmadığı halde yapılan ibadet. (Bak: Müstehab, Sünnet,
Tatavvu)
S.B.M. ci: 2. 295. hadisi gece nafile namazı; ve 412. hadisi de, nafilelerin
evlerde kılınmasının efdaliyeti hakkındadır.
hQ²L«< « b²[«& ²w¬8 ihlal eder. Nasılki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek,
devayi dâ’e inkılab etmektir.” (Mu.27)
Kur’an (5:50) âyeti, en iyi ve en güzel hükmü ancak Allah’ın verdiğini
beyan eder. (Taharri-i hakikatta isabet, hükm-ü İlahîye istinad ile mümkündür, bak:
2879.p.)
2776- Bir rivayette şöyle buyuruluyor:
_«Z²[«V«2 |¬BÅ8~ f<¬i«#—« ®}«5²h¬4 «w[¬Q²A«,—« >«f²&¬~ |«V«2 «u[¬=~«h²,¬~ ~YX«" ²a«5«h«B²4¬~
«w<¬±f7~ «–YK[¬T«< ¯•²Y«5 ²w¬8 |¬BÅ8~|«V«2 Çh«/«~ °}«5²h¬4 _«Z[¬4 «j²[«7 ®}«5²h¬4
yÁV7~ Åu«&«~ _«8 «–Y8¬±h«E<«— yÁV7~ «•Åh«& _«8 «–YÇV¬E[«4 ²v¬Z¬<²~«h¬"
“Yani: Benî israil 71 fırkaya ayrıldı. Ümmetim bundan bir fazladır. Onla-
rın içinde dini akılları ile ölçen kimseler kadar zararlısı yoktur. Neticesi, Al-
lah’ın helal ettiğini haram, haram ettiğini de helal etmek olur.” (R.E.76) (Bak:
3547.p.da bir âyet notu)
Kur’an (67:10) âyeti, önce naklî, sonra aklî delillerin makamlarına göre
kullanılması gerektiğine işaret eder. (Bak: 3716.pda 5. âyet notu)
Bir atıf notu:
-Cüz’-i ihtiyarînin naklî delile bağlı kalması, bak: 1778.p.sonu.
İnsan aklı, çok kere nefsinin meyil ve arzularının tesirinde kalarak hükm-ü
şer’iyeyi nefsinin temayülatına göre te’vilci olduğunu beyan eden İslâm
âlimleri, bu hususta hassasiyet göstermektedirler. Ezcümle Bediüzzaman,
müçtehidlerin içtihadî reyleri hususunda şöyle demektedir: “Ekalliyette kalan
kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve
N A KL Î D E L İ L 1498
heva ve mûris ayineye ve mizacına galebe çalmaza o kavl bir hatar-ı azîmde
kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım
iken; o , onu kendine çevirir ve telkih eder, kendi emrine müsahhar eder.
İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb
eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.” (Mün.73)
Hem “bazan arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniye-
sini fikir zanneder.” (H.Ş.143)
2777- Buna mümasil olarak burada yeri gelmişken İmam-ı A’zam’a ait
bir menkıbeyi nakledelim. Seyyid Muhammed Bâkır ile İmam-ı A’zam görü-
şürler ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Seyyid Muhammed Bâkır:
“-Sen ceddim Resulüllah’ın dinini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince,
İmam-ı A’zam:
-Allah korusun. Böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturu-
nuz. Benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine Muhammed Bakır otu-
runca, İmam-ı A’zam da onun önüne diz çöktü. Ve aralarında şu konuşma
geçti. İmam-ı A’zam şöyle dedi:
-Size üç sualim var, cevab lûtfediniz.
-Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf
dedi.
-Kadının miras hissesi kaç?
-Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince,
-Bu ceddin Resulüllah’ın (A.S.M.) kavli değil midir? Eğer ben bozmuş
olsa idim, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas
yapmıyorum. Nassla (âyet ve hadis ile) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?
-Namaz daha faziletli, diye cevab verdi.
-Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temiz-
lendikten sonra, namazını kaza etmesini söylerdim. Orucu kaza ettirmezdim.
Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevl mi daha pis, yoksa meni mi?
-Bevl daha pis, diye cevab verdi.
N A KL Î D E L İ L 1499
bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun maliki, o abdinin hakkını onun
nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve
gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiyeye ve meşiet-i
Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl: İbadeti terkeden hem kendi nefsine zulmeder; -nefis ise, Cenab-ı
Hakk’ın abdi ve memlûküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalatına karşı bir te-
cavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i
ibadet dahi kâinatın kemalatını bir inkârdır. Hem hikmet-i ilahiyeye karşı bir
tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için Kur’an-ı Mu’ciz-ül
Beyan; mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam ta-
mına hakikat-ı belagat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.”
(L.189-191)
2785/1- Namazın terki hakkında Kur’anda şiddet gösterildiği gibi, ha-
dislerde de şiddet gösterilmiştir. Ezcümle, S.M. l. Kitab-ül iman, 35. bab ve
İbn-i Mace 5. kitab, 77. bab ve T.T. l. cild sh: 125, küfre mani olan salâtın
terki hakkındaki zecre dairdir. Namaz, mü’mini kâfirden ayırdeden bir alâ-
mettir, deniliyor.
Târik-i salâtın hükmü:
“Namazın farziyetini ikrar ile beraber onu tenbelliğinden naşi terk eden,
fâsıktır. Diğer mezheblerde olduğu gibi, -hadden yahut küfren katlolun-
mayıp- darb ve hapsolunur. Ve mühmel bırakılmayıp, hali tefakkud olunarak
-icabına göre- nush yahut unf edilir. Ya musalli olur veyahut hapiste ölür.
Cami-i Sagir-i Suyutî’de, Kütüb-üs Sitte ashabından İmam Buhari ile
İmam Nesei’den maadasının remziyle mezkûr, Hazret-i Cabir’den mervi ha-
diste: “Beyn-er recul ve beyn-eş şirk ve-l küfr, terk-is salâti” buyurulmuştur
ki; salâtın terki, kişi ile küfür beyninde -ma bih-il vüsul olmakla- arada hâil
ancak odur, yani namazdır. İnsan onu terk ederse, hâil zail olur, demektir.
İyazen Billahi Teala, namazı inkâren veya istihfafen terk eden, mürted
muamelesi görür.” (N.İ. kitab-üs salât 187)
“Farz olduğunu itikad ile beraber, tekâsülen târik-i salât olan, fâsıktır.
Kılıncaya kadar hapsolunur.” (N.İ. kitab-üs salât 7)
D.M.İ.F. ci: 8, sh: 3529’da, namazı kasden terketmenin dehşetini ve ce-
zasını beyan eden bölüm vardır.
NAMAZ 1504
hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir fütu-
run, tatlı bir gayrete inkılab eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde
sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın
varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehbet tut. Merdane
“Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır
kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi
gelebilir ve o kuvvetle dayan.
2790- Dördüncü İkaz: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet
neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana
birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fü-
tursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve
gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahke-
men olan Mahşer’de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat
Köprüsü’nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti
az mıdır! Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’detse, yüz gün seni çalıştırır.
Hulf-ul va’d edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul
va’d hakkında muhal olan bir zat, cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye
gibi bir hediyeyi sana va’d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede
seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya
usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va’dinde ittiham ve hediyesini istihfaf
etsen, pek şiddetli bir te’dibe ve dehşetli bir tazibe müstahak olacağını dü-
şünmüyor musun! Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz
hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve
latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
2791- Beşinci İkaz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve
namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i
maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır! Acaba sırf dünya için mi
yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün
hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte
iktidar cihetiyle, bir seçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden
anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir
insan gibi, hakiki bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.
Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve
fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elze-
mini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malumat ile vakit
geçiriyorsun. Meselâ: Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve
NAMAZ 1507
* Bu makam, bir bağda bir zata bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiştir.
** Kur'anda (73:20) âyeti, çalışıp kazanmanın meşruiyetini ve kesb, sa'y ve darb ve bun-
lardan türeyen kelimelerden bazıları, istihsal için meşru çalışmaları ifade eder. (Bak: rızk)
(Hazırlayanlar)
NAMAZ 1508
2794- Elhasıl: Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise
senin elinde sened yok ki, ona maliksin. Öyle ise hakiki ömrünü bulunduğun
gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbal için teşkil
olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at...
Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer
namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider,
senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.
Zira herkesin, her gün, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin
keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir. Nasılki ayinende görünen
muhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kır-
mızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayine şişesi düz-
gün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şey-
leri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi
âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.
Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sani-i Zülcelal’ine mütevec-
cih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Adeta namazın bir elekt-
rik lambası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin
zulümatını dağıtır ve o hercümerc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet
içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i
kudret olduğunu gösterir.
¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~ (24:35) âyet-i pür-envarından bir nuru, senin
kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikasıyla ışıklandırır. Senin
lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.
2795- Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nere?”
Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark
yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir aminin-velev
hissetmezse-namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var,
şu hakikattan bir sırrı vardır velev şuurun taalluk etmezse-.Fakat derecata
göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, ta mü-
kemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Nama-
zın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde,
o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur.” (S.269-273)
2796- “Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi
bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek nama-
NAMAZ 1509
* (2:238) (11:114) (17:78) (20:130) (50:39, 40) (76:25, 26) âyetleri de namaz vakitlerini bil-
diren âyetlerdendir.
NAMAZ 1510
“Herbir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, Azîm bir ta-
sarruf-u İlahînin ayinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin bi-
rer ma’kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve
tazim ve hadsiz ni’metlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı
şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (S.40)
“Nasılki haftalık bir saatın saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan
milleri, birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alır-
lar. Öylede; Cenab-ı Hakk’ın bir saat-ı kübrası olan şu âlem-i dünyanın sani-
yesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı.. ve dakikaları sayan seneler...
ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan.. ve günleri sayan edvar-ı ömr-ü âlem
birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve
birbirini hatırlatırlar. Meselâ:
2800- Fecirzamanı, tulua kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın
rahm-ı madere düştüğü avanına, hem Semavat ve Arz’ın altı gün hilkatinden
birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı ilahiyeyi ihtar eder.
Zuhr zaman ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem
ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki
tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı ni’meti hatırlatır.
Asr zaman ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman
Peygamberi’nin (Aleyhissalatü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki
şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.
Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlukatın guru-
bunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harabiyetini
ihtar ile, tecelliyat-ı Celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır,
ikaz eder.
İşa vakti ise, âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni
ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini,
hem vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına
girmesini, hem bu dar-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını
ihtar ile, Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilan eder.
Gece vakti ise; hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile... ruh-u
beşer, rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve
gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lü-
zumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılabat içinde
cenab-ı Mün’im-i Hakiki’nin nihayetsiz ni’metlerini ihtar ile ne derece hamd
ü senaya müstehak olduğunu ilan eder.
NAMAZ 1511
İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet şu gecenin sabahı ve şu kı-
şın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da, berzahın
baharı da o kat’iyettedir.
Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılab başında olduğu ve bü-
yük inkılabları ihtar ettiği gibi; kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i
yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin
mu’cizatını ve rahmetin hedayasını hatırlatır.
Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’i borç olan farz na-
maz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.” (S.41)
Namaz vakti tahakkuk etmeyen veya aylarca gündüz veya gece devam
eden yerlerde namaz kılınıp kılınmayacağı hakkında ulemanın reyleri farklı-
dır. (Bak: S.M.A. 11.ci sh: 390, B.İ.İ. namazlara ait 3. kitab 58p.)
2801- “ Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak
mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden
safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da
âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o
cemaat-ı uzmaya dahil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda
söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun. Me-
selâ: Namaz kılan ¬yÁV¬7 f²W«E²7«~ dediği zaman, sanki o cemaat-ı uzmayı teşkil
eden bütün mü’minler “Evet doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik
ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî
bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, latifeleri, duy-
guları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallinin Kâbe’ye olan
şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.
2802- İhtar: Sath-ı Arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla
tezyin eden o cemaat-ı uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manza-
rası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile, İlahî
bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan halî
değildir.” (M.N:76)
2803- Cemaatle kılınan namazın ve namazdaki huzurun ehemmiyetini
gösteren iki hâdise:
“Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz
vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber
NAMAZ 1512
mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at
sonra onlar hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm bir ha-
dis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem
cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir
hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden
bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiab’ ediyoruz. (*)
2804- İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü
Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz
içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum ma-
nası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları
tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani olunmamak
için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.” (E.L.II.246) (Bak:
Huşu’)
2804/1- Büyük İslâm ilmihali namaza dair bölümünün (İmamet ve ce-
maat) bahsinde: Hanefi, Malikî ve bir kısım Şafiîlere göre namazın cemaatle
kılınması, şeair olarak bir sünnet-i müekkededir. Namazın cami ve
mescidlerde kılınması da sünnettir, şeklinde bilgi verilir ve devamında bazı
imamların farklı re’ylerini de kaydeder.
Aynın bahsin 150. parağrafında aynen şöyle denilmektedir: “Fâsık veya
bid’at sahibi bir kimsenin imameti, tahrimen mekruhtur. Çünki fâsık, dinî
işlerde laübali bulunur. İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Malik’e göre ise,
bunlara iktida esasen caiz değildir.” (Bak: 3884.p.sonu)
Cemaatle namaz kılmak ve mescidler hakkında hayli ehadis vardır. Ez-
cümle T.T. ci: 1 sh: 224’de 8. bölüm ve İ.M. 4. Kitabı, örnek verilebilir.
Kur’an (2:43) âyeti de cemaatle namaz kılmak manasında tefsir edilir. Yeryü-
zünün namaz kılınabilecek her yerinde tek olarak ve cemaatle namaz kılına-
bilir. T.T.ci: 1 (658.hadis) Fakat mümkün oldukça mescidlerde kılınması
sünnet ve daha faziletlidir. Mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalınırsa,
halvethanede kılınır. (Bak:2826.p.)
Bilhassa âhirzaman fitnesinde ihlassız ve menfaat-ı şahsiyesini takib eden
ve dinî vazifelerde bulunan bazı kimselere rağbet ve alâka göstermemekle
onları fiilen tenbih ve camilerin manevî kudsiyetini koruma makamında ikaz
edici rivayetler de vardır. Ezcümle bir hadiste mealen şöyle buyurulur:
* Bu hâdise Kur'an (4:102) âyetinde ve ehadiste zikredilir. Ezcümle: Müslim 6. Kitab 57.
bab ve S.B.M. ci: 3, 510. hadis, meselemiz olan salat-ı havf hakkındadır. (Hazırlayanlar)
NAMAZ 1513
“İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, camilerde halka halinde toplanırlar.
Gayeleri dünyevî olur. Allah’ın onlara ihtiyacı yoktur. Bunların arasına
girmeyin.” (R.E 503) K.H. 3247. hadisi de mezkûr hadisi te’yid eder.
Diğer bir rivayet de şöyledir: “Bazı ümera gelecek, namazı bir sebeble
vaktinden geciktirecekler. Siz (evinizde vaktinde kılın), cemaate de gelip
onlarla nafile kılın.” (R.E.298)
Başka iki rivayet de şöyle de buyurulur: “İnsanlar üzerine bir zaman ge-
lecek ki, Kur’anın merasimi ve müslümanlığın da ismi kalacak. Onlar
müslüman ismi alırlar. Halbuki kendileri müslümanlıktan, insanların en uza-
ğıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zaman
âlimleri, gök kubbesi altındaki âlimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar
ve yine onlara döner.” “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, cami-
lerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da, içlerinde hâza mü’min
bulunmayacak.” (R:E.301)
Evleri kabre çevirmemek için bir kısım namazların evde kılınması, T.T.
1. cild 656. hadisine ve (Nafile) maddesine de bakınız.
2804/2- Mescidler hakkında Kur’andan bir kaç not:
-Mescidler hep Allah’ındır: (72:18) (Ayetteki mescidler kelimesi şu şekillerde tefsir
edilmiştir: 1- Namaz kılmak için bina edilmiş yerler. 2- Namaz ve ibadet yalnız
camilere ve belli yerlere hasr edilmiş olmadığından, bütün yeryüzü. 3- Bütün
mescidlerin kıblesi olduğundan, Mescid-i Haram. 4- Secdeye temas eden uzuvlar...
Bütün bunlar Allah’tan gayrısına kullanılmaz.)
-Allah’ın mescidlerini müşrikler değil, evamir-i İlahiyeye bağlı müslümanlar tamir
eder: (9:17, 18)
-Hacılara su dağıtmak ve Mescid-i Haram’ı (ve diğer mescidleri) imar etmek, fise-
bilillah cihadla kıyas edilmez, cihad üstündür: (9:19)
-Allah’ın mescidlerinde zikr-i İlahîden men’ eden ve mescidlerin harab olmasına ça-
lışandan daha zalim kimdir: (2:114)
2805- Namaz ve ibadetlerin günahları izale etmesi de ehemmiyetli bir
husustur. Beş vakit namazı emreden bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
yor. Kalbi hüşyar bir zat, namazdan sonra ¬yÁV7~ «–_«E²A, ¬yÁV7~ «–_«E²A, deyip
tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zat-ı Ahmediye (A.S.M.)
müvacehesinde, yüz milyon, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder; o
* Feyz-ül Kadir 3/3593, Nesei 36. kitab 1., İbn-i Hanbel 3/l28, 199, 285.
NAMAZ 1515
azamet ve ulviyetle ¬yÁV7~ «–_«E²A, ¬yÁV7~ «–_«E²A, ¬yÁV7~ «–_«E²A, der. Sonra o
serzakirin emr-i manevîyesiyle ona ittibaen ¬yÁV¬7f²W«E²7«~ ¬yÁV¬7 f²W«E²7«~ dediği va-
kit,. o halka-i zikrin ve o çok geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin
(A.S.M) dairesinde yüz milyon muridlerin ¬yÁV¬7 f²W«E²7«~ ¬yÁV¬7 f²W«E²7«~ larından te-
zahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde ¬yÁV¬7 f²W«E²7«~ ile iştirak eder. Ve
hakeza... h«A²6«~ yÁV7«~ h«A²6«~ yÁV7«~ ve duadan sonra yÁV7~Å ¬~ «y7« ¬~« yÁV7~Å ¬~ «y7« ¬~«
yÁV7~Å ¬~«y7« ¬~« otuzüç defa o tarikat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) halka-i zikrinde ve
hatme-i kübrasında o sabık mana ile o ihvan-ı tarikatı nazara alıp, o halkanın
ser-zakiri olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’a müteveccih olup
¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «t²[«V«2 ¯•«Ÿ«, ¬r²7«~ r²7«~ «— ¯?«Ÿ«. ¬r²7«~ r²7«~ der, diye anladım ve
hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salatiyenin çok ehemmiyeti
var.” (K.L.103)
Hem “velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye (Aleyhissalatü
Vesselâm) cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir
tarikat-ı Muhammediyenin (A.S.M) virdidirler ki; her namaz vaktinde yüz
milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde
tesbihler “Sübhanallah” otuzüç, “Elhamdülillah” otuzüç, “Allahü Ekber”
otuzüç defa da tekrar ederler.
İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sabıkan beyan ettiğimiz
gibi hem Kur’anın, hem imanın, hem namazın hülasaları ve çekirdekleri olan
o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar
kıymetdar ve sevablı olduğunu elbette anladınız.” (Ş.236)
Bir atıf notu:
-Cemaat namazında tesbihat izhar ve isma’ edilir, bak: 3117
Mezkûr namaz tesbihatıyla alâkalı hadislerden birkaç not:
-Teşehhüdde okunan salavat: B.M. ci: 2 sh: 362
NAMAZ 1516
-Cehennem, kabir azablarından ve fitne-i mesih i deccaldan istiaze: Aynı eser, sh:
364, 371
-Teşehhüdden sonra verilen selâm: Aynı eser, sh: 368
-Namazdan sonra okunan tesbihat: Aynı eser, sh: 370
-Namazda selâmdan sonra okunan dua: Aynı eser, sh: 372
-B.M. 1. cild sh: 296’dan 381’e kadar; namazın sıfatı, hususiyetleri, ezkârı ve
tesbihatları hakkındadır.
2806/1- “İ’lem Eyyühel- Aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü
Ekber” bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahalli- istimallerini dinle:
1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden
âciz bilhassa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde
kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri ancak “Sübhanallah”
cümlesinden nebean eden ma-i zülali içmekle o hayret ateşi söner.
2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar et-
mekle, “hamd” ünvanı altında in’amı mün’imde ve mün’imi in’amda gör-
mekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak “Elhamdülillah”
cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.
3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartama-
dığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü Ekber” de-
mekle rahat bulur. Yani, Hâlikı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve
tedbirleri kendisine ağır değildir.” (M.N:129) (Bak: Sübhanallah)
2806/2- Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunan ve beraberinde
namaz kılanlardan tesbihat hakkında aldığımız malumatın hülasası şöyledir:
Namazın sonunda Bediüzzaman Hazretleri tesbihatı da cemaatla yapardı.
Tesbihatı yapan zat, bunu tagannisiz ve cemaatın rahatlıkla duyabileceği
sesle söyler, cemaat da hafif sesle iştirak ederdi. Tesbihatın kelimeleri telaf-
fuz edilirken acele etmeden, kelimeler rahatlıkla anlaşılır şekilde okunmasına
dikkat olunurdu. Kur’an (17:110) âyeti, namazdaki kıraatın vasat yolda olma-
sını emrettiğini bu vesile ile hatırlayalım.
Bediüzzaman Hazretleri dört hatveli acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesle-
ğini anlatırken” bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki
tesbihatı yapmaktır.” (S.476) şeklinde ifade ederek, tesbihatın ehemmiyetini
de nazara verir.
NAMAZ 1517
11- Ezan ve kameti işiten kimsenin bunları kendi kendine tekrar etmesi,
“Haye alessalah, Hayye alelfelah” kelimelerinde ise: “Lâ havle velâ kuvvete
illâ billah” demesi; sabah namazında da “essalatü hayrun minnevm” (yani,
namaz uykudan hayırlıdır) diyen müezzinin bu sözüne karşı “sadakte ve
berirte” (yani doğrusun, gerçeksin) demesi müstehabdır. “Eşhedü enne
Muhammeden Resulüllah” sözüne karşı da “Sallallahü aleyke ya Resulallah”
der.
Ezan ve kameti dinledikten sonra şu dua okunur:
-İkame-i salât (ta’dil-i erkâna riayet etmek) : (2:3, 238) (4:162) (5:55) (6:92)
(8:3) (9:71) (31:17) (70:34)
-Namazda müdavemet: (70:23)
-Kasr-ı salât (seferî namaz): (4:101)
-Ehline namazı emretmek: (20:132)
-Din kardeşliğinde; nifaktan tövbe, namaz ve zekâtı ifa etmek şartları: (9:11)
-Bütün zihayatların ibadeti: (24:41)
Hadislerde de namaz bütün tafsilatıyla bahsedilir. T.T. ci: 1, 5. kitab, bütün bö-
lüm ve fasıllarıyla namaz hakkındadır.
2810- NAR ‡_9 : (c.Niran, envar, niyere, niyar) Ateş. *Cehennem. *Bir
meyve adı. *Mc: Allah’ın gadabı. *Yakıcı, azab verici her şey. *Şer. Dalalet.
Sefahet. (Bak: Cehennem)
dederek, kocasına karşı her istek ve sözünün hâkim olmasını isteyen ve şer’î
esaslar dairesinde kocasına itaat etmek istemeyen kadın. *Kocasının hane-
sinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men’eden ka-
dın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. *Kabarmış, şiş-
miş. (Bak: 176.p.)
renerek bakmak, düşünce. *Yan bakış, *Bir türlü kabul etmek. *Gözdeğ-
mesi. *İltifat. *İtibar.
2814- Kur’anda nazar değme ile alâkalı görülen bazı âyetler vardır.
Ezcümle:
“(68:51) «h²6¬±g7~ ~YQ¬W«, _ÅW«7 ²v¬;¬‡_«M²"«_¬" «t«9YT¬7 ²i[«7~ —h«S«6 «w<¬gÅ7~ …_«U«< ²–¬~—«
O zikri, Allah tarafından öğüt olarak okuduğun Kur’anı işittikleri vakit, az
daha seni gözleriyle kaydıracaklardı. -Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi
ki, kıskançlıklarından az daha isabet-i ayn’a uğratacaklar, aç ve kötü gözleri-
nin şerriyle ellerinden gelse helâk edeceklerdi.
NAZAR 1527
“Kardeşlerim! Benim kat’i kanaatım geldi ki; nazar, beni şiddetle müte-
essir ve hasta eder. Çok defa tecrübe ettim. Ben ruh u canla size her vazi-
yette arkadaş olmak istiyorum, fakat «h²A«T²7~ «u%Åh7~«— «‡²f¬T²7~ «u«W«D²7~ «u¬'²f< h«PÅX7~
(252)meşhur kaide ile nazar beni vurur. Çünki bana bakan, ya şiddetli ada-
vetle veya takdir ile nazar eder. Bu iki nazar dahi bazı insanların bir hasiyet-i
isabet sırrıyla bakmasında bulunur. Bunun için, mümkün olsa, mecbur et-
mezlerse sizin ile beraber mahkemeye her vakit gelmemek niyet ettim.”
(Ş.323)
2818- S.B.M. 1833. hadis ve İbn-i Mace 31. kitab-ut tıb 32, 33. babları ve
T.T. 3. ci, 730, 736, 743. hadislerde de nazar değmesinden bahsedilir.
* Yani: Dürr-ül Muhtar ve İbn-i Abidin müelliflerinin zamanları...(İbn-i Abidin Hi. 1198-
l252)
NAZAR-I HARAM 1531
dersler umumi mahalde ve hep beraber olup, şabb-ı emred devresinde olan
gençlerin ünsiyetine ve dolayısiyle gayr-i ciddiliğe kapı açan, hususi mahal-
lere alıştırılmaması elzemdir. Cemaat namazında dahi çocukların arka safta
durmaları sünnettir. (Bak: B.İ.İ. sh:136)
Çocuklara ders verirken vakarlı davranmayı ve lisan-ı hal ile ciddiyet der-
sini vermeyi emreden hadisler de vardır. (Bak: 1587, 1593.p.lar) Hatta bazı
âlimler, şabb-ı emredle muanakanın da memnuiyetine kaildirler. Hz.
Enes’den (R.A.) Deylemî’nin naklettiği hadis, fitne zamanlarında daha çok
nazara alınmalıdır. (Bak: 2639.p.sonu)
2821- “Buhari 23. Mü’minûn Suresi’nin 19. âyetini zikretmiştir ki, meali
şöyledir: Allah hem hain gözlerin (tecessüslerini) hem de (fâsıd) gönüllerin
gizlediği temayülleri bilir..
İbni Ebî Hatem’in, Abdullah bin Abbas vasıtasıyla rivayetine göre; âyet-
teki hain gözlerin tecessüs ve fasid gönüllerin temayülü şöyle tasvir
buyurulmuştur: Hain gözlü o kimsedir ki; , bir cemaatla bir yerde otururken
yanından güzel bir kadın geçerse, yahut girdiği bir evde güzel bir kadın gö-
rürse, yanındakilerden hırsızlayarak kadına sinsi sinsi bakar. Yanındakiler
kendisine bakınca hemen gözünü ayırır. Fakat Allah bilirki, o hain gözlü
kimse, kadının daire-i mahremiyetine girmeğe gücü yetse muhakkak girmek
ve zina etmek ister.
Bundan sonra Buhari’nin arka arkaya iki hadisi vardır ki, bunlardan bi-
risi: Veda Haccında Resul-i Ekrem Medine’den hareket ettiğinde terkisine
amcası Abbas’ın oğlu Fazl’ı almıştı. Yolda güzel bir kadın bir mes’ele sormak
üzere yaklaştığında, Fazl kadına bakmağa başladı. Kadın da son derece güzel
olan Fazl’a bakıyordu. Bu manzarayı görünce Hazret-i Peygamber Fazl’ın
çenesinden tutup öbür tarafa çevirdi. Bu hadisin tercümesiyle izahı 6. cildin
başında 752 rakamıyla geçti, oraya bakınız!
Öbürüsü de: Resul-i Ekrem bir kere ashabı yol üzerinde oturmaktan
men etmişti. Fakat bilahare bulunan iktisadî hayat için lüzum ve zarureti arz
olununca; Resul-i Ekrem gelip geçen kadınlara bakılmaması, kimseye eza
olunmaması gibi şartlarla müsaade buyurdu. Bu hadisin tamamının tercüme
ve izahı da 7. cildde 1098 numara ile geçti, oraya bak!...” (S.B.M. ci:12 sh: 187)
Ebu Davud 12. Kitab-ün nikah 42. babı, kasdî olmayan ilk bakış müs-
tesna, kadınlara bakmanın haramiyeti hakkındadır.
Tafe-i Nisa’nın erkek çocuklara ders verme meselesi:
NAZAR-I HARAM 1532
“Kız olsun erkek olsun herkes, oniki yaşını bulan kız çocuk onüç yaşını
bulan erkek çocuktan sakınmaları gereklidir. Çünkü bunlar buluğ çağına
ulaşmamışlarsa da, çocukluk devrelerini geçirmişlerdir.”
Aynî el-Bidâye’de Şeyh Muhyiddin’in bu fetvasını “çok yerinde” diye
nitelemiştir. (İsmail Çetin Ölçüler sh:146)
Beş şey dışında genç erkeğin genç kadınla konuşmaları meşru değildir.
(Fukahanın ittifakıyla)
1- Evlilik 2- Tedavi 3- Mahremiyet 4- Şahidlik 5- Hüküm. (İsmail Çetin
Ölçüler sh: 119)
2822- Bir hadis-i kudsîde de şöyle buyuruluyor:
253 İlahî Hadisler (H.Hüsnü Erdem, D.İ.Bşk. Yayınları) ve K.H. hadis: 2864
* Tesettür-ü nisvan hakkında Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'ası gayet kat'i bir
surette isbat etmiştir ki: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir. Ref'-i tesettür, fıtrata münafidir.
NAZAR-I HARAM 1533
şununla anlaşılır: Nasılki merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cena-
zesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle
de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri
hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissi-
yat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.” (S.410) (Bak: Tesettür)
2824- “Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi, dedi: “Bende
unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün
oldukça namahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (R.A.)
dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.
Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevasat-ı nefsaniye he-
yecana gelip, vücudunda su-i istimalat ve israfa girer. Haftada bir kaç defa
gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına zaaf gelir.
Evet bu asırda çık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o
su’-i nazardan su’-i istimalat, umumi bir unutkanlık hastalığını netice ver-
meğe başlıyor. Herkes cüz’î, küllî o şekvadadır. İşte bu umumi hastalığın
tezayüdiyle, hadis-i şerifin verdiği müdhiş bir haberin te’vili ucundan görü-
nüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’an
nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı
Kur’an’a bu su-i nazarla bazılarda sed çekilecek; o hadisin te’vilini göstere-
cek.” (K.L.133)
2824/1- Bediüzzaman Hazretleri, nazar-ı haramdan ictinab etmekteki
hassasiyetini şöyle anlatır:
«Tarih-i hayatımı bilenlere malumdur. Ellibeş sene evvel, ben yirmi yaş-
larında iken, Bitlis’te merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısra-
rıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı. Üçü kü-
çük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığımız
halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki,
bileyim. Hatta bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden
farketti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: “Neden
bakmıyorsun?” Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.”
Hem kırk sene evvel İstanbul’da, Kağıthane şenliğinin yevm-i mahsu-
sunda, Köprü’den ta Kağıthane’ye kadar, Haliç’in iki tarafında, binler açık-
saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve
merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir ka-
yığa bindik. O kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu.
NECMEDDİN-İ KÜBRA 1534
Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle
beni tarassud etiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip, dediler: “Senin
bu haline hayret ettik, hiç bakmadın!” Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı
zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.” » (T.H.519)
2825- Açık-saçıklık âdet olmuş büyük şehirler ve çarşı-pazarlar, nazar-ı
haramı en çok tahrik edici yerlerdir. İki hadis-i şerif mealinde şöyle
buyuruluyor: “Gücün yeterse sen çarşıya girenlerin ilki ve çarşıdan çıkanların
sonuncusu olma. (Yani: Mümkün olduğu kadar çarşılarda az bulun) Çünkü,
çarşı şeytanın harb yeridir. (Günahların çok olduğu yerdir.) Şeytan sancağını
çarşıda diker. (Yani hâkimiyetini icra eder.)” (254)
“Beldelerin Allah’a en sevimli olan yerleri, mescidlerdir (ilim ve ibadet
yerleridir). Beldelerin, Allah’a en sevimsiz ve buğz ettiği yerler de çarşı-pa-
zarlarıdır.” (255)
2826- “İmam-ı Rabbani demiş ki “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Mak-
sadı, sevabı olmaz demektir; yoksa namaz battal olur değil. Çünki selef-i
salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmış-
lar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa, halvet hanesinde
bulunması lâzımdır.” (K.L.247)
Diğer bir rivayette de: âhirzamanda (bid’atlar ve hevanın yaygınlaştığı
zamanda) köy ehlinin ve saliha ihtiyarelerin hayatı tavsiye ediliyor. (R.E. 61)
2827- NEFS jS9 : (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı
olan kendisi. *Göz. *Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtrî
meyil, bedenin hissî istekleri.*Ruh, hayat, asıl. Maya. *Hamiyet.
Nefsin derecelerini “Sofiye şu meratib üzere tasnif ederler: Nefs-i
emmare, nefs-i levvame, nefs-i mutmainne, nefs-i raziye, nefs-i marziye,
nefs-i mülheme, nefs-i zekiye.” (E.T.5817)
Bir atıf notu:
-Nefsin bazı garip halleri, bak: 2144.p.
nın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tabi olması hali. (Bak: Heva, Sefahet)
Nefs-i emmarenin zararlarından ikaz eden pek çok âyetler ve hadisler
vardır. Mürşidler ve ülema-i İslâm, âyet ve hadislere istinaden nefs-i
emmarenin şerlerinden ısrarla ikaz etmişler ve irşadda bulunmuşlardır. Bu
ikazlardan birkaç nümuneyi görelim:
«(12:53) ¬šYÇK7_«" °?«‡_Å8« « «j²SÅX7~ Å–¬~ Meali: “Nefis daima kötü şeylere sevk
eder.” âyetinin, hem de «t²[«A²X«% «w²[«" |¬BÅ7~ «tK²S«9 «¾¬±—f«2 >«f²2«~ (256)
mana-yı
rek adeta takdis eder ve derecesine göre (25:43) y<«Y«; y«Z´7¬~ «g«FÅ#~ ¬w«8 âyetinin
bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali
celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştı-
geçse, istiğfar ederek tam abd olsa; o vakit ¯ _«X«K&« ²v¬Z¬#_´\¬±[«, yÁV7~ Ĭ±f«A< sırrına
mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra
inkılâb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.” (S.320)
Bu gibi sebeblerden dolayı dünyada nefsin muhasebesi yapılmalı ve
Kur’an (59:18) âyetinde verilen derse ittibaen kötülükleri terk ile a’mal-i
salihaya gayret gösterilmelidir. İslâm büyükleri, muhasebe-i nefse gayetle
ehemmiyet vermişlerdir.
2829- Hem “(53:32) ²vU«KS²9«~ ~YÇ6«i# «Ÿ«4 âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i
nefs etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki
evvela ve bizzat yalnız zatını sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mabud’a
lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini
meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık
görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa
eder.
Hatta fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için
ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarfederek y<«Y«; y«Z´7¬~ «g«FÅ#~ ¬w«8
(25:43) sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğe-
nir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiye, tathiri: Onu tezkiye etmemek,
tebrie etmemektir..
NEFS-İ EMMARE 1537
(4:79) «t¬K²S«9 ²w¬W«4 ¯}\« ¬±[«, ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8—« ¬yÁV7~ «w¬W«4 ¯}«X«K«& ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8
dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve
ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı gö-
rüp bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edil-
miş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde
hamdetmektir.
Şu mertebede tezkiyesi: (91:9) _«Z[Å6«ˆ ²w«8 «d«V²4«~ ²f«5 sırrıyla şudur ki: Ke-
malini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.” (S.477)
2830- Keza “İnsan nisyandan alındığı için, nisyana mübteladır. Nisyanın
en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat hizmet, sa’y, tefekkür zamanla-
rında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalalettir. Hizmetler
görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması ke-
maldir. Bu itibarla ehl-i dalâl ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde
müteâkistirler. Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını ha-
vaya kaldırarak fir’avunlaşır. Lakin mükâfatın, menfaatın tevziinde, bir zer-
reyi bile terketmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemal sa’y, tefekkür, sülûk
zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde,
faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.” (M.N.238)
2831- “Resul-i Ekrem (A.S.M.) ferman etmiş:
²v¬Z¬KS²9«~ ¬ Y[Q¬" ²v;«h«M²"«~ ~®h²[«' ¯•²Y«T¬" yÁV7~ «…~«‡«~ ~«†¬~ Kur’an-ı Hakîm’de
(257)
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm demiş: ¬šYÇK7_«" °?«‡_Å8« ¸ «j²SÅX7~ Å–¬~ |¬K²S«9 Λ¬±h«"~ _«8«—
olan nefis. Kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak
kurb-u İlahîye itmi’nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Al-
lah’ın emirleri altına sâkin ve şehevatı yenerek ıztırabtan kurtulmuş olma
hali. Bu tabir, Kur’an (89:27) âyetinde geçer ve tefsirinde şu izahat veriliyor:
NEFS-İ MÜLHEME 1540
2838- “İnsanın nefsi: şair ve meş’ur her iki haysiyyetle, “ben” dediği zat
hakikatıdır. Yalnız idraki haysiyyetiyle ruha da ıtlak edilir. Onun için burada
çokları zat manasına, bazıları da ruh manasına telakki etmişlerdir. Şu halde
nefs-i mutmainne, itmi’nane ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki:
İtmi’nan, istikrar ve sebattır. Bu istikrarın keyfiyetinde de bir kaç vecih var-
dır:
Birincisi: Hiç bir şüphe ile bulunmayacak vech ile hakkalyakîn zevkine
ermektir. Nitekim: (2:260) |¬A²V«5 Åw\¬ «W²O«[¬7 ²w¬U´7—« kavlinden murad budur.
İkincisi: (2:62) «–Y9«i²E«< ²v; « «— ²v¬Z²[«V«2 °¿²Y«' « medlûlünce, havf ü hü-
ile olur. Kur’an (13:28) YVT²7~ Çw\¬ «W²O«# ¬yÁV7~¬h²6¬g¬" « «~ diyor.” (E.T.5815)
Kur’an (10:7) âyeti, dünya hayatına mutmain (razı) olup onda karar kı-
lanların kötü akıbetini beyan eder.
(2:258) «t²VW²7~ yÁV7~ y[«#³~ ²–«~ ¬y¬±"«‡ |¬4 «v[¬;~«h²"¬~ Å‚_«& >¬gÅ7~ |«7¬~ >«h«# ²v«7«~
Görmedin mi Allah kendine mülk yani devlet ve hükümdarlık verdiği için
mağrur olarak veya hükümdarlığının şükranını ma’kûs bir surette küfran ile
edaya kalkışarak Halilullah olan İbrahim’e Rabbi hakkında muhacce eden,
galebe etmek zulmüyle münazaraya çıkışan o tağuta -o Nemruda- baksana
¬ ¬h²R«W²7~ «w¬8 _«Z¬" ¬ ²_«4 ¬»¬h²L«W²7~ «w¬8 ¬j²WÅL7_¬" |¬#²_«< «yÁV7~ Å–¬_«4 v[¬;~«h²"¬~ «Ä_«5
İbrahim, “Şu muhakkak ki Allah güneşi maşrıktan doğduruyor, sen de
mağribden doğdur bakayım” deyince kâfir tutuldu kaldı; mebhut ü mağlub
oldu.” (E.T.877)
2842- Mezkûr âyette bildirilen ihya ve imateden tedvir-i şemse intikal ile
İbrahim (A.S.) bir nevi tehekkümî manada olarak Nemrud’un ahmaklık ve
gabavetini ihsas etmiştir. Yani: Değil insanın belki bir elmanın dahi ihya ve
NEMRÛD 1542
imatesi bütün kâinata sahip olmakla mümkün olduğunu ve böylece her türlü
şirkin butlanını bildirmiştir.
“Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın Nemrud’a karşı imate ve ihyada gü-
neşin tulu’ ve gurubuna intikali, cüz’î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyaya
intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göster-
mektir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zâhir
delile çıkmak değildir.” (M.240) (Bak: 3050.p.)
2843- “Nasılki bir elmayı halkedecek, elbette dünyada bütün elmaları
halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir.
Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta
dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma, bir ağacın
belki bir bahçenin belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem san’at itiba-
riyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle
öyle bir hârika-i san’attır ki: Onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kal-
maz.
Öyle de bugünü halkeden, Kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad
edecek, Haşrin icadına muktedir bir zat olabilir. Zaman-ı mazinin bütün
âlemlerini zamanın şeridine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren; el-
bette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.”
(S.79)
2844- “Hem meselâ: (3:26) š_«L«# ²w«8 «t²VW²7~|¬#ÌY# ¬t²VW²7~ «t¬7_«8 ÅvZÁV7~ ¬u5
İşte şu âyet Cenab-ı Hakk’ın, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki
tasarrufatını şöyle gösteriyor ki: izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğ-
ruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek “kesret-i
tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar, meşiet ve takdir-i İlahiye iledir... te-
sadüf karışamaz.”
Şu hükmü verdikten sonra insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkı-
dır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzak-ı Hakiki’nin hazine-i
rahmetinden gönderdiğini bir-iki mukaddeme ile isbat eder. Şöyle ki:
Der: Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar.
Bahar ise, Şems ve Kamer’i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zatın elin-
dedir. Öyle ise bir elmayı, bir adama hakiki rızk olarak vermek; bütün yeryü-
zünü bütün meyvelerle dolduran o zat verebilir. Ve o, ona hakiki Rezzak
olur.”
NEMRÛD 1543
Sonra da: (3:27) ¯ _«K&« ¬h²[«R¬" š_«L«# ²w«8 »ˆ²h«#—« der. Bu cümlede o tafsi-
latlı fiilleri icmal ve isbat eder. Yani, size “Hesapsız rızık veren odur ki, bu
fiilleri yapar.” (S.418)
İşte Nemrud’un ihya ve imate davasındaki cehalet ve butlanı bu izah ile
aşikâre görünüyor. Hem, her asra ders veren böyle kıssalardan her asır hisse-i
dersini almalıdır. (Bak: 973/1.p.9)
2845- NESH eK9 : Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
“ _«Z¬V²C¬8 ²—«~ _«Z²X¬8 ¯h²[«F¬" ¬ ²_«9_«Z¬K²X9 ²—«~ ¯}«<³~ ²w¬8 ²e«K²X«9_«8 (2:106) Yani: “Biz
bir âyetten bir şeyi nesih veya inşa edersek, ondan daha hayırlısını yahut
mislini getiririz.”
Usul-i şer’îden neshin meşruiyetini müsbit olan bu âyetin sevki, kütüb-ü
salifenin cevaz-ı neshi hakkında nass ise de, mantuku itibariyle ¯}«<³~²w¬8 âmm
olduğundan bazı Kur’an âyetlerine de zahir olarak şamildir. Binaenaleyh
ayat-ı Kur’aniyede de nesih ve mensuh vardır ve hilafını iddia, zâhir-i nassı
inkâr olur.
Ebediyetle takyid edilmiş olan hükümlerde nesih cereyan edemez, keza-
lik haberlerde de nesih cereyan edemez. Nesih ancak evamir ü nevahi gibi
inşaî bir manayı tazammun eden ve vakıa müteallik bir ihbar ve i’lam olma-
yıp mahz-ı icad olan ve sırf bir iradeyi gösteren ve bununla beraber ebediyeti
tansis edilmemiş bulunan eşyada ve ahkâmda cereyan eder.” (E.T.457-460)
2846/1- Mensuh âyetlerin gelişinde muhatab olan insanların mevcud
ahval ve hususiyetleri neshden sonra zuhur etse bu âyetlerin getirdiği tedricî
NEŞRİYAT 1544
için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül Arab’da, vakt-üz zuhr denilen şid-
det-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, adet-i kavmiye ve muhitiye olduğun-
dan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem
ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünki yarım saat kaylule, iki saat gece uy-
kusuna muadil gelir. Demek ömrüne hergün bir buçuk saat ilave ediyor.
Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uy-
kunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilave ediyor.” (L.270)
2850- Kur’anda (nevm) uyku ile alâkalı muhtelif âyetler vardır. Ezcümle
Bir âyette şöyle buyurulur: “ >¬gÅ7~ «Y;—« O Allah kadirdir ki, ¬u²[Å7_¬" ²vU[Á4«Y«B«<
(6:60) geceleyin sizi vefat ettirir. -Uyutur kendinizden geçirir, nefislerinizi
sizden alır, kabzeder...
¬y[¬4 ²vUC«Q²A«< Åv$ sonra gündüzün yine sizi ba’seder... İşte Allah insanları
her gece vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî manevî neleri varsa hepsini
biliyor ve ertesi gün aynen iade edip ba’sediyor ki, |ÈW«K8 °u«%«~ |«N²T[¬7 bir
ecel-i müsemma kaza olunsun, mukadder olan vakit, ömür tamam olsun...”
(E.T.1948-1950)
Kur’anda (39:42) âyeti de aynı mana ile alâkalıdır.
2851- Nevm hakkında Kur’andan birkaç not:
-Rukud tabir edilen Ashab-ı Kehf’in uykusu ki uyanık hale benzerdi: (18:18)
-Âyette “nüas” tabir edilen ve korkuyu (evhamı) teskin eden bir uyku hali: (Bu
uykunun tıpta tedavi ile de alâkası olsa gerektir): (3:154) (8:11)
-Uykunun dinlenme, yorgunluğu gidermek cihetindeki ni’metiyeti: (25:47)
(30:23) (78:9)
-Gece az uyumak: (51:17)
T.T. ci: 4, sh: 600, bölüm 4, âdab-ı nevme dairdir.
“(51:48) «–—f¬;_«W²7~ «v²Q¬X«4 _«;_«X-² «h«4 «Œ²‡« ²~«— âyetinin bir nüktesi ve bir
İsm-i Azam veyahut ism-i Azam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs”
isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana
göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i
Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:
Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit
dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, han-
lar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süpüntülerle çok kirleniyor-
lar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar.
Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temiz-
lenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur.
Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pak, temiz ve
naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufûnetsizdir ki, bir lüzumsuz şey
ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zahirî bulunsa da, ça-
buk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat,
çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabri-
kayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif
eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enka-
zından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor.Belki büyüklüğü
nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yı-
kanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu sa-
ray-ı âlemdeki paklık, safilik, nuranilik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir
tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve sü-
pürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların
yüzbin milletleri Arzın yüzünde boğulacaklardı.
2854- Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs’ün
bir cilve-i azamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yal-
nız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve
karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye me’murları dahi dinliyorlar. Belki
o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra
ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes
dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizle-
NEZÂFET 1547
«yÁV7~ Å–¬~ âyeti dahi, tahareti muhabbet-i ilahiyenin bir medarı göstermiş.”
(L.304-407)
2856- Büyük âlemde böyle tathirat ve nezafet cereyan ettiği gibi, bir kü-
çük âlem olan insan dahi nezafete dikkat etmelidir. Müslümanların hayatında
tekrar edilen abdest, nezafetin birinci teminatıdır.
Rivayetlerde abdestin, maddî ve manevî taharete şamil olduğu beyan
edilir. 9. surenin 108. ve 74. surenin 4. âyetlerinde geçen taharet, maddî ve
manevî taharetle tefsir edilir. Yani vücudu, elbiseyi ve yiyip içecek şeyleri
temiz tutmak gerektiği gibi, günahlardan uzaklaşmak ve ahlâk güzelliğine
sahib olmak da gerektiğini ders verir.
*Kötü hasletler, batıl itikadlar, günahlar, bid'alar; manevî kirlerden olduklarını unutma-
malıyız.
NEZÂFET 1548
2858- NİKÂH ƒ_U9 : Kelime manasıyla, zam (katılma), vat (cinsî mu-
(İmam-ı Şafiî ile İmam Ahmed’e göre de şehadet, akd-i nikahın şartıdır.
Hin-i akidde şahit bulunmazsa nikah, sahih olmaz.)
(İbn-i Hazm’e göre de nikah, en az iki adil kimse işhad edilmedikçe ta-
mam olmaz. Meğer ki umumî ilâm bulunsun.)
(Ebu Sevre, Zühriye, ve imam Ahmed’den bir rivayete göre şühud, ni-
kahın ne sıhhatinin, ne de tamam olmasının şartı değildir. Mücerred ilân ka-
fidir.)
(Mâlikî mezhebine göre de şehadet akd-i nikahın şartı değildir. Belki ni-
kahın devam ile meşruiyeti mukarenetin şartıdır. Binaenaleyh ilân şartiyle
akdedilen bir nikah caizdir.) (H.İ. ci 2, sh:32)
H.İ. ci: 2,3. kitab nikaha ait olup, üç bölümdür. Birinci bölüm ıstılahlar
ve nikahın (nişan vs. gibi) mukaddematı, ikinci bölüm muharremat, üçüncü
bölüm mehir hakkındadır. Bâtıl olan nikah-ı muvakkat ile nikah-ı mut’a aynı
eserin 24-25. sahifelerindeki 114. ve 115. maddelerinde izah edilir. D.M.İ.F.
ci:5, sh: 2159 da aynı mevzuda tafsilat verilir. S.B.M. 1613 ve 1802. hadîsleri
de aynı mes’eleye dairdir. (Bak: Aile, Bekar, Hürmet-i Müsahere, Muharremat,
Talak, Taaddüd-ü Zevcat)
İslâm öncesi cemiyetlerde de semavi dinlerin ta’lim ve telkiniyle nikah
âdeti mevcuddu. Maderşahî tabir edilen ve soyda anayı esas alan âdet ve an-
layışı ile, pederşahî denilen ve soyda babayı asıl sayan anlayışa dayanan
an’anevî aile toplulukları; nikah esasından doğuyordu. İslâm nikah hukuku,
bu an’anevî nikah hukukunu en mükemmel şekliyle ve bir ibadet manasında
vaz’etmştir.
Zira ibadet, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapmaktan ibarettir.
Nikah da, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapılırsa ibadet olur. Nikahsız
evlenme haramdır. (Bak: Zina)
2859- Nikahın hikmet-i teşriiyesine gelince: Nikah, aile müessesesini
te’sis ve zevc ile zevce arasındaki maddî ve manevî hukuku, dinî hayat isti-
kametinde tayin ve temin eder. Zira şer’î nikah ile taraflar, şer’î hukukun ta-
yin ettiği hak ve salahiyetleri, resmen teminat altına almış olurlar. Şer’î hu-
kuka itaat etmek mecburiyetini kaldıran cemiyetlerin hukukî şartları içinde
evlenenlerin, çok kuvvetli dinî salabetleri ve şer’î kıstaslara bağlılıkları gerek-
tir ki; şer’î hukukun mer’î olduğu yerlerde sağladığı hukukî ve manevî disip-
lin bir derece temin edilebilsin. Yani manen ve maddeten mes’ul makamda
bulunan erkeğe, kadının itaatını netice versin. Halbuki hayata meyyal olan
NEZÂFET 1550
ekser kadınların hissiyatını tahdid edip şer’î istikamete tevcih etmekle mu-
vazzaf olan ve Kur’an lisanında kavvam vasfıyla tavsif edilen erkeğin, eşini
şer’i istikamete tevcih edecek hukukî istinadı ve salahiyeti bulunmazsa; moda
ve israf dünyasında ve kadın hürriyetine istinaden naşizeliğe giren ve kanunî
istinadları bulunan asrın kadınını, manevî ve ahlâkî disiplin altına almak, ga-
yet müşküldür. Böylece salahiyet ve mes’uliyetleri bulunması gereken bir er-
keğin idaresinde nizama girmeyen aile hayatı, ciddiyetini kaybeder.
İşte resmiyete ve hukukî müeyyideye dayanan şer’î nikahla, zevc ve
zevce arasındaki vazife ve salahiyetler, dinî ve ahlâkî istikamette teessüs ede-
bildiği için olsa gerektir ki; Hanbelî Mezhebi, (Dar-ül harbde evlenmenin
haramiyetine veya bir müslüman esir olduğu zaman tezevvücü asla caiz ol-
madığına) hükmetmiştir. (Kitab-ül Fıkıh Ale-l Mezahib-il erbaa Tercemesi,
ci: 5, sh: 19, Mütercim: Hasan Ege)
2860- Nikahta mehir şartiyeti ise: Erkeğin kadından istimtaına karşılık
verilen bir haktır. Evet kadının evlenebilme ihtimalini azaltan bekâretin iza-
lesi sebebiyle,-bir hâmiye muhtaç olan kadının boşandıktan sonra-tekrar ev-
lenememesi halinde, bir derece malî bir iktidara sahib olabilmesini sağlar.
Evet evlenmede cari olan asrımızdaki âdete göre; erkek istediği zaman, kadın
ise istendiği zaman evlenebildiklerinden, kadının evlenebilme ihtimali erkeğe
nisbetle azdır. Asr-ı Saadette ise, (S.B.M. 11. ci. 1803, 1804. hadislerinde gö-
rüldüğü gibi) böyle değildi. Evlenme teklifi kız tarafından da yapılırdı.
Ondandır ki, ailelerde kız evlendirme işinde endişe edilip bazan şer’î
ciddiyeti aşarlar. Bazan da çok nahoş durumlar olur.
Dinden uzak asrî hayat anlayışı, nikahsız kız-erkek arkadaşlığını medeni-
lik namıyla terviç ederek haya ve şahsiyet gibi ahlâkî değerleri izale edip,
neslin bozulmasına ve umumi ahlâk ve itaatın zedelenmesine kapı açmıştır.
(Haya hissi, meşru şeylerin yapılmasına mani olmamalı, bak: 1241/1.p.)
2861- Evet “rivayette var ki: “Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret
eder.” (258)
Allahu a’lem bissavab, bunun iki te’vili var:
Birisi: O zamanda meşru nikah azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Bir tek
kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur.
(Bak: 981.p.)
258 S.B.M. hadis: 72, 697 ve Riyazüssalihîn Tercemesi ci: 3 hadis: 1857
Nİ’MET 1551
*Yiyecek faydalı şey, rızık. Her türlü meşru ihtiyaçlar. (Bak: Rahmaniyet, Rızk,
Şükür)
“Dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:
Bir cihette, o nimetlerin bir mün’im tarafından verildiği düşünülür. Ve
nazar, o lezzetten in’am edene döner; onu düşünür. Mün’imi düşünmek lez-
zeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ga-
nimet telakki ederek minnetsiz yer. Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile
Nİ’MET 1552
zail olsa bile ruhu bakidir. Çünki Mün’im’i düşünür. Mün’im ise merhamet-
lidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümitvar olur. İkinci cihette, nimetin
zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır Mu-
sibetlerin ise; zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin ze-
valinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.
2865- Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, iman ile bakı-
lırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki; emsaller birbirini takib eder.
Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez.
Ancak teşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki;
lezaiz-i imaniye, firak ve iftirak ile müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat
ikinci cihette, her bir lezzetin zevali var. Ve o zeval hadd-i zatında elem ol-
duğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünki bu ikinci cihette, hareket devriye
değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur.” (M.N.70)
2866- Hem “eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise
taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima
rahatsız olursun. Çünki noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muha-
faza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o ni-
metler, Mün’im-i Kerim’in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsa-
nından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis ni-
metin lezzetini artırır. Çünki şükür nimette in’amı görmek demektir. İn’amı
görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’eder. Zira nimet zail oldu-
ğundan, Mün’im-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve te-
ceddüdünden lezzet alırsın.” (M.N.122)
2867- Keza “nur-u iman ile bilinir ki: Allah’ın varlığı bütün nimetlerin
fevkinde öyle büyük bir nimettir ki; sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ih-
sanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını havi bir menba, bir kaynaktır.
Binaenaleyh zerrat-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü sena etmek
bir borçtur. Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır.
Maahaza iman-ı billahtan bahseden Risale-i Nur’un cüz’leri, bu nimetten
perdeyi kaldırarak gösteriyor.
“Elhamdülillah” lam-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedil-
mesi lâzım olan nimetlerden birisi de, Rahmaniyet nimetidir. Evet Rahmani-
yet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun
etmiştir. Çünki bilhassa insan, herbir zihayatla alâkadardır. Bu itibarla insan
her zihayatın saadeti ile saidleşir ve elemleri ile müteessir olur. Öyle ise
herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir.
Nİ’MET 1553
mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile
hisseder. “Elhamdülillahi alâ rahmaniyyetihi ve alâ hakîmiyyetihi” der ve
hakeza... bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade
edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiye zevkinin daha başka bir
dairesi var.” (L.353)
2870- «Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdud ve
cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?
Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile. Meselâ: Nasılki bir adam
beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki,
herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizil-
miş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der:
“Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim edi-
yorum. Çünki sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir
mislini sana hediye ederdim.” İşte hiç ihtiyacı olmıyan ve raiyyetinin derece-i
sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o
biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad
liyakatını en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Âciz bir abd,
namazında “Ettehıyyatü lillâh” der. Yani bütün mahlukatın hayatlarıyla sana
takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana
takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim
edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve
itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, on-
ların niyetleridir. Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet
eder ki, “Ya Hâlikım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin bir çok yerle-
rinde ilan etmek isterim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini
bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder.”Mü’minin niyeti,
amelinden hayırlıdır” şu sırra işaret eder.» (S.361)
Bir atıf notu:
-Niyet âdetleri ibadete çevirir, bak: 2877.p.
2871- Ey insan! “Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek
çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine ge-
tirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vazi-
yetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine
kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi
nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envaına bir fihriste şek-
lini veriyor.
Nİ’MET 1555
(44: 25) ¯–Y[2—« ¯ _ÅX%« ²w¬8 ~Y6«h«# ²v«6 yani (o tard ve gark edilen Firavun
güruhu) nice güzel bahçeler ve kaynak sular terk etmişlerdi. (26:57) âyeti de
aynı mealdedir. Yani ehl-i dünya ve kâfirler dahi bunların kıymetini bilip
nimet etmiyerek ittika edin). (77:27) _®#~«h4 ®š_«8 ²v6_«X²[«T²,«~—« Sizlere tatlı sular
içirdik (içiriyoruz).
İşte bu ve benzeri âyetlerde temiz, tatlı ve safi kaynak sularının nimetiyet
ciheti hatırlatılarak şükre teşvik edildiği gibi, bu pınarlar yer altındaki temiz
ve İlahî mahzenlerde insanlar için ihzar edildiğine ve insanların bu suları
tercih etmeleri gerektiğine de işaret vardır. Yine Kur’anda pA9 kökünden
türeyen (39:21) «p[¬"_«X«< kelimesiyle ifade edilen yer altında yağmur sularının
iddihar olunduğu mahzenlerden haber verilir. Keza (7:57) âyetinde de yağ-
mur yüklü bulutların rüzgârlar vasıtasıyla muhtaç yerlere gönderilip onunla
çeşitli meyvelerin rızık olarak ihya olunduğu bildirilerek, böyle hârika İlahî
icraatlardan ibret alınması hatırlatılır.
2874- Ve keza “nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç
kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet
noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin. Bu sır bazı risale-
lerde bir temsil ile izah edilmiş. İcmali şudur ki:
Birzat, bir biçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basa-
mağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başındada
en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür
ve minnetdarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gör-
düğü hediyeleri unutup veya hiçe sayıp şükretmiyerek yukarıya bakar. Keşki
bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım. Ne için o dağ gibi
veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil deyip şekvaya başlarsa, ne kadar
NİSA 1557
bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de: Bir insan hiçlikten vücuda ge-
lip, taş olmıyarak, ağaç olmayıp hayvan kalmıyarak, insan olup müslüman
olarak, çok zaman sıhhat ve afiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı
halde, bazı arızalarla sıhhat ve afiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya
su-i ihtiyariyle veya su-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği
için şekva etmek, sabırsızlık göstermek, aman ne yaptım böyle başıma geldi
diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek için bir halet, maddî hastalıktan daha
musibetli, manevî bir hastalıktır.” (L.215)
Bir atıf notu:
-Oruç nimetlerin kıymetini hissettirir, bak: 461.p.
“(4:34) ¯m²Q«" |«V«2 ²vZ«N²Q«" yÁV7~ «uÅN«4 _«W¬" Çünkü Allah rical ve nisanın
ba’zısını diğerine hilkaten tafdil etmiştir. ²v; zamiri delâletiyle bundan er-
keklerin kadınlara fazl ü rüchanı anlaşılmakla beraber âyetin öyle bir hüsn-i
beyanı vardır ki bu fazl ü fazileti Åw¬Z²[«V«2 yÁV7~ vZ«VÅN«4 _«W¬" diye alel’ıtlak
erkeklere hasr etmemiş, mübhem olarak ba’zısının diğerine tafdilini (üstün
kılındığını) ifade eylemiştir. Bu ise erkeğin kadında bulunmayan bir takım
mezaya-yı fıtriyeyi haiz olduğu gibi aynı zamanda kadının da erkekte bulun-
NİSA 1559
mayan ba’zı mezaya-yı fıtriyeyi haiz olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin
yekdiğerine muhtelif cihetten muhtaç bulunduklarını ve bu suretle erkekle
kadın fıtraten mütefavit ve mütekabilen müfteadıl (yani birbirine karşı farklı
cihetlerden üstünlükleri) olduğu gibi her erkeğin ve kezalik her kadının da
seviyeleri bir olmadığını ve binaenaleyh her erkek her kadın ile ferden muka-
yese edilemiyeceğini ve maamafih bütün bunlar topyekûn karşılaştırılınca
kadınların erkeklere ihtiyacı, erkeklerin kadınlara ihtiyacından fazla ve çünkü
beyan olunduğu veçhile asıl mi’yar-ı fazilet olan kesb ü iktisab nokta-i naza-
rından erkek haslet-i failiyetle kaim (yani aile hayatında idareci ve icraatçı),
kadın ise hissi itaat ve haslet-i kabiliyet ile rakik ve cazibedar bir fıtratta ve
bunun için kuvvet-i rical ile himaye ve muhafazaya daha ziyade muhtaç, ve
binaenaleyh binnetice suret-i umumiyede fazl ü rüçhanın rical tarafından
bulunduğunu vilayet-i emir ve salâhiyet-i idarenin bihakkın erkek olan ricale
tevdii ve kadınların onlara itaatı hem bir hak ve hem de menfaat-i nisvanın
muktezası olduğunu pek beliğ bir îcaz ile tefhim eyler.
İşte erkeklerin nübüvvet, imamet, velâyet, ikame-i şeair, hudud-i kısasta
şehadet, vücûb-i cihad, vücûb-i cum’a, ezan, hutbe, i’tikâf, asabalık, katl-i
hata ve kasamede tahammül-i diyet, talâk u ric’atte istiklal gibi bir takım
hasais ve hukuk-u vezaif ile temayüzleri de bu cümledendir.
¬š_«K¬±X7~ |«V«2 «–Y8~ÅY«5 olarak ailede hakk-ı riyaseti haiz olmalarının bir
sebebi bu tefadul-i fıtrî, biri de ²v¬Z¬7~«Y²8«~ ²w¬8 ~YT«S²9«~ _«W¬"«— erkeklerin mallarından
bir kısmını mehir ve nafakaya sarf etmeleri kazıyyesidir. Ki kesbî olan bu
sebeb de evvelkine merbuttur. Ve kadınların mirastan nasibleri yarım olması
bilhassa bu sebeble alâkadardır. Ve bunda kadınların menfaatı, irste müsavi
olmalarından çok ziyadedir.” (E.T.1348-1350)
~YV[¬W«# «Ÿ«4 ²vB².«h«& ²Y«7—« ¬š_«K¬±X7~ «w²[«" ~Y7¬f²Q«# ²–«~ ~YQ[¬O«B²K#« ²w«7—«
(4:129) ¬}«TÅV«QW²7_«6 _«;—‡«g«B«4 ¬u²[«W²7~ Åu6
fiten 75, K.H. 2080. hadis (S.M. ci: 4, sh: 263) Bütün beşer âlemine Allah
tarafından gönderilen bütün Peygamberler yalnız erkekler arasından
gönderilmiştir. (Bak: 3933.p.ta bir âyet notu)
Sağlam İslâm cemiyetlerinde dahi kadınların hâkimlik yapmalarını,
müçtehidlerin ekserisi caiz görmemişlerdir. Hukuk-u İslâmiye ve İstilâhatı
Fikhiye Kamusunun altıncı cild 429. sahifesindeki (kadıların=hâkimlerin ev-
safı) bölümünde bu hususun tafsilâtı vardır. Ancak bu bölümdeki hükümleri
İslâm cemiyetinde câri olduğu da unutulmamalıdır. Aksi halde cemiyette en
büyük ifsad kapısının açılmasına sebebiyet verilir.
Hikmet-i İlahiye her nevi mahlukları ve herkesi vazife-i fıtriye ve gaye-i
hilkatlerine göre vücud şekli verip çeşitli istidat, kabiliyet ve cihazatla teçhiz
etmiştir. O şey veya kimse, kendi hususiyetlerine uygun olan vazifede çalış-
ması veya çalıştırılması ile kendi hususiyetlerindeki İlahi hikmetler tezahür
eder ve istidatları zamanla gelişir. Vazifesinde de muvaffak kılınır. Nitekim
Kur’an (17:84) ayetinde çok hakikatlerle beraber, insan nevindeki bu haki-
kate işaret edildiği gibi (4:119) gibi ayetlerle de hilkatin tağyiri ile, hilkat ni-
zamını bozmak ve ona ters düşen harekette bulunmak, şer hesabına geçeceği
beyan edilir. Bu zahir hükümlerin derin hikmet ve mahiyetlerini izah eden
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve
muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve
heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat,
adem-i muvafakatla cevab verecektir.” (İ.İ. 110)
“Evet Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın
hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın
rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça,
aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev-i beşer
için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.”
(İ.İ.111)
“Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde ya-
ratılan delail, uhud-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden,
Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve
tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdan-
dır. Buna fıskın birinci sıfatı olan (2:27) ¬yÁV7~ «f²Z«2 «–YNT²X«< cümlesiyle işaret
edilmiştir.
NİSA 1562
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki
âmildir. Evet bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan ra-
bıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve
namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur.
Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan «u«.Y< ²–«~ ¬y¬" yÁV7~«h«8«~ _«8 «–YQ«O²T«<—« cümle-
siyle işaret edilmiştir.
Ve keza dünyanın nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilale se-
bebiyet veren iki ihtilalcidirler.
Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan ¬Œ²‡« ²~ |¬4 «–—f¬K²S<«— cümlesiyle işa-
ret edilmiştir. Evet fasık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kay-
bedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini
yırtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı
içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i
şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zail
olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla
fasıklar hem nev’inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.” (İ.İ.165)
“ «–xNT²X«<: Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak manasını ifade eden
“nakz” tabiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet,
hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar
uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek
silsilelerini kâinatın enva’ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev’-i beşere
uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını
ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz’-i ihtiyarînin eline
vermiştir. O cüz’-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline ve-
rilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak
o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur.” (İ.İ.173)
“(2:27) «u«.Y< ²–«~ ¬y¬" yÁV7~ «h«8«~ _«8 «–YQ«O²T«<—« Bu cümledeki emir, iki kısım-
dır.
Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tabir edilen akraba ve mü’minler ara-
sında şer’an emredilen muvasala hattıdır.
NİSA 1563
Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği
emirlerdir. Meselâ; ilmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekanın i’tası, ilmi
emrediyor; istidadın bulunması, zekayı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudre-
tin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emre-
diyor.
İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvinen te’sis edilen
muvasala hattını kesiyorlar.” (İ.İ.174)
Mezkur nisa mevzuunun fıtrat kanunlarına uymak meselesinde en
ehemmiyetli cihet şudur ki, hikmet-i İlahiyenin farklı veya müşterek olarak
çeşitli vasıflar ve meziyetlerle teçhiz ettiği erkeklerin ve kadınların fıtratlarına
uygun hayat ve hareket tarz ve kanunlarını mutlak isabetle vazedebilecek
olan ancak onların Sani’leri olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmektir.
Evet Cenab-ı Hak insanları yaşayışlarında başıboş bırakmayıp peygam-
berleri vasıtasıyla uyacakları şeriatı gönderdiği herkesin malumudur. Bu şeri-
ata uygun hayat ve hareket, fıtrata uygun hayat ve hareket demektir. Buna
muhalif olan hayat ve hareket ise, İlahî hikmet ve gayeye ve istikamete;
Rububiyetin terbiyesine ve Onun fıtrat kanununa aykırı düşen dalalet yolu
olup insan fıtratının fesadını, dünya ve ahiret hayatının mahvını intac eder.
İşte nisa taifesini açık-saçık ve erkeklerle iç içe karışık olarak cemiyetin
her sahasında tavzif etmek mezkur tekvinî teşri’î kanunlara muhalefet oldu-
ğundan fitneye kapı açılır. (Bak: 983. p.)
Atıf notları:
-Sıbgatullah hakikatına muhalif düşen gayr-ı fıtrî tezeyyün (bak: 3375. p.)
-Kadınlar dinde emredildiği gibi örtünmelidirler. (Bak: Tesettür)
-Kadının temel olduğu aile hayatının muhtelif hususiyetleri: (Bak: Aile)
-Kadında haya ahsendir rivayeti: (Bak: 1239.p.sonu)
-Âhirzaman fitnesinde kadınların rolü: (Bak: 981/983.p.lar)
-Avrupa sefih hayatının nazarında kadının putlaştırılması: (Bak: 3294 ve
938.p.sonu)
-Kadın, şer’î nikâh ile disiplin altına girer: (Bak: 2859.p.)
-Kadında akıl ve din noksanlığı: Bak: İ.M. 4003. hadis.
-Âhirzaman fitnesinde kırk kadına bir erkek nezaret edeceği rivayeti: (Bak:
2861.p.)
NİYET 1564
2877- “Evet niyet öyle bir hasiyete maliktir ki, âdetleri, hareketleri iba-
dete çeviren pek acib bir iksir ve bir mayedir. Ve keza niyet, ölü ve meyyit
olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve
keza niyette öyle bir hasiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata
tahvil eder.
Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Öyle ise necat, halas
ancak ihlas iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller
husule gelir.
Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle
kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şakir olur, şükür sevabını kazanır.”
(M.N.70) (Küllî niyet, bak: 2870.p.)
Bu p.daki mana ile alâkalı hadîs için, bak: R.E. 98/5,6
2878- “Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riya ve
gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın
esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıta’ bulur.
Nasılki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ah-
valin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu
izale eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve
hakeza kıyas et.” (M.N.201)
T.T.ci: l, sh: 35’de niyet, ihlas ve bunların meziyetleri hakkında bir bö-
lüm mevcuddur.
Atıf notları:
-Zekat için kalben niyet etmek, bak: 4047.p.
-Cihadda niyet, bak: 581.p.
-Ameller niyetlere göredir, ikrah ile değil, bak: 1418.p.
2879- NOKTA-İ NAZAR hP9 ¶yOT9 : Bakış tarzı. Bir şeyi anlamada,
ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere
yetişebilsinler.
2881- Hem bir şeye iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı
gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyesi,
Kur’anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve
muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ: Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Gü-
neş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıl-
dızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı va-
kit hakikatı, şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en cami’, en bedi’ ve en
âciz, en aziz, en zaif, en latif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve mes-
keni olan zemin, semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle be-
raber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.bütün mu’cizat-ı
san’atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i
mihrakiyesi... nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi... hadsiz
hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı
sagiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerin-
deki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin
sür’atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı
ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat
mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
İşte, Arzın bu azamet-i manevîyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesinden-
dir ki, Kur’an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir
meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük
kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir
kefede koyuyor. Mükerreren ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y´WÅK7~ Ç «‡ diyor. İşte sair mesaili
buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’an’ın
parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı
olduğu için ayrı ayrı görünür.” (S.350)
2882- Beşer âleminde biri imanî diğeri nefsi olarak başlıca iki değer öl-
çüsü caridir. İmanî nokta-i nazar, Allah’ın bildirdiği hükümlere teslim olup
mülkü, mülk sahibine bırakmakla ubudiyet yoluna girmektir. Nefsî nokta-i
nazar ise, kişinin lezzet ve menfaatını, elem ve zararını âlemde her şey için
değer ölçüsü tutup, ubudiyet yolunu terk ile nefsin emrine tabi olmaktır.
Böyle bir yola sapmamak için, nefsin terbiye ve tezkiyesi gerekmektedir.
N O KT A - İ N A Z A R 1568
2884- NUH (A.S.) ƒY9 : Kur’an-ı Kerim’de adı geçen bir peygamber-
dir.
2885- “Hazret-i Âdem’den sonra insanlar çoğalmış, bir çok yerleri imar
etmiş, fakat hakiki dini, Allah Teala’nın birliği ve ma’budiyeti hakkındaki
tevhid akidesini bırakmış, putlara tapınmaya başlamışlardı. Kendilerine kırk
veya elli yaşında bulunan Nuh Aleyhisselâm, peygamber gönderildi. Bu
muhterem zatın 950 sene süren öğütlerini dinlemediler. Nihayet Hazret-i
Nuh, Allah Teala’nın emriyle bir gemi yapmağa çalıştı; bu gemi yapılıp bi-
tince emr-i İlahî ile gökten yağmurlar yağmaya, yerlerden sular fışkırmağa,
denizler kaynayıp taşmağa başladı; sular bütün yeryüzünü kapladı, dağların
tepelerini bile aştı. Buna “Tufan Hâdisesi” denir ki, rivayete göre Hazret-i
Âdem’in yaratılışından 2242 sene sonra vukubulmuş, beş veya yedi ay de-
vam etmiştir.
Nuh Aleyhisselâm Sam, Ham, Yafes adındaki üç oğlu ile sair mü’minleri
ve münasib gördüğü hayvanlardan birer çift gemiye almış; bunun dışarısında
kalanlar, suların içinde boğulup gitmişlerdir. Hazret-i Nuh’un Yam veya
Ken’an adındaki oğlu da kendisine inanmayıp bu günahkâr kavim arasında
mahvolup gitmiştir. Bilahare yağmurlar emr-i İlahî ile kesilmiş, sular çekil-
meğe başlamış, Hazret-i Nuh’un gemisi de Musul civarında “Cudi” denilen
dağın üzerine muharremin onuna rastlayan “Aşura” gününde oturmuş. Ri-
vayete göre kırkı erkek kırkı da dişi olmak üzere seksen kişiden ibaret bulu-
nan gemi halkı karaya çıkmış, Allah Teala’nın dinine sarıldıkları için selâmete
ermişlerdir.
2886- Hazret-i Nuh’a ikinci Âdem denir. Çünki yeryüzündeki insanlar
NUH (A.S.) 1570
İşte şu âyetin bahr-i belagatından bir katreye işaret için bir üslubunu bir
temsil ayinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan, za-
ferden sonra ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir
ordusuna “Dur!” der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti,
istila ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde, yüksek kalelerinin başında
dikildi. Esfelüssafilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için Semavat ve
Arz’a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: “Ey Arz! Su-
yunu yut. Ey sema! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında me’mur-u İlahî-
nin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.” İşte
şu üslubun ulviyetine bak.”Zemin ve gök iki muti’ asker gibi emir dinler,
itaat ederler” diyor. İşte şu üslub işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kı-
zıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle derki: “Yer ve gök iki
NUH (A.S.) 1571
muti’ asker gibi emirlerine bakan bir zata isyan edilmez, edilmemeli.” Deh-
şetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün
netaiciyle, hakaikiyle birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda
beyan eder.” (S.376)
2888- Diğer bir âyet de şöyledir: “(11.40) ‡YÇXÅB7~«‡_«4—« _«9h²8«~ «š_«% ~«†¬~ |ÅB«&
Ta ki emrimiz geldi ve tennur feveran etti, sun’una devam eyliyor.
Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki lisanımızda en ziyade
“tandır tabir olunur. Leys demiştir ki; “tennur” umumiyetle her lisana geç-
miş bir lafızdır...
“Feveran” da malumdur ki kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmaktır.
Şimdi biz gemiden bahsolunurken tam ocak feveran ettiği sırada yüklemek
emri verildiğini işittiğimiz zaman, o geminin harekete müheyya, fayrap
vaz’iyetinde bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz..
Eslaf-ı müfessirîn bunun hakkında muhtelif manalar kayd ve nakletmiş-
lerdir... Ekser müfessirîn tennurun hakikaten bir ocak manasına olduğunda
müttefiktir..
Ebu Hayyan tefsirinde Hasen’den rivayet olarak “tennur”
¬}«X[¬SÅK7~|¬4 ¬š_«W²7~ ¬ _«W¬B²%¬~ p¬/²Y«8 “gemide suyun mevzi-i içtimaı” diye nakl
edilmiştir ki, bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor. Görülüyor
ki müfessirînin rivayetlerinin bir hayli noktaları, arz ettiğimiz manaya temas
eder bir haldedir... Tennurun feveranı gemideki san’atın bir nihayeti ve
haml ü hareket emrinin şart ve mebdei gösterilmiş bulunduğu da mülahaza
edilirse, tennurun feveranı, geminin kuvve-i muharrikesini anlattığı ve
‡YÇXÅB7~«‡_«4 bugünkü tabire göre “nihayet emrimiz gelip gemi fayrab edildiği
vakit” demek olduğu tezahür eder. Ve bundan tennur ve feveran kelimeleri
hakikat olduğu ve âyetin bu manada gayet zahir bulunduğu da şüphesizdir.
Binaenaleyh nassta hakikatı ve zahiri bırakıp ta te’vil aramağa hiç de sebeb
yoktur. (23:27) âyeti de aynı manadadır.” (E.T.2780-2782)
Bu izahttan, ilk buharlı geminin Allah tarafından Nuh (A.S.)a ihsan edil-
diğini anlamak mümkündür.
NUR 1572
2890- NUR ‡Y9 : Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı.
“(2:257)~YX«8~´ «w<¬gÅ7~ Ç|¬7«— yÁV7«~ Allah, iman edenlerin, ilm-i ezelîde imanı
mukarrer olanların muhibbi ve veliyy-ül emridir.¬‡YÇX7~|«7¬~ ¬ _«WVÇP7~ «w¬8 ²vZ%¬h²F<
Onları hidayet ü tevfikiyle zulmetlerden nura çıkarır. Burada “zulümat”ın
cem’i, “nur”un müfret getirilmesi ne kadar şayan-ı dikkattir. Demek ki
âlemde mütenevvi zulmetler vardır. Bütün bu zulmetleri izale edecek olan
nur ise birdir, ki o da (24:35) ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y´WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~ mucebince Nur-u
Hak’tır. Herhangi bir hususta Nur-u Hak bulunamadımı, insanı her taraftan
NUR 1573
“(24:35) ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y´WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~ Allah, semavat ü arzın nurudur...
(E.T.3515)
“Akıl, bir hâdi ve mürşide muhtaçtır. En yüksek mürşid ise Allah’ın ke-
lâmıyla, enbiya irşadıdır. Ve filhakika akl ü basiret gözünde Kur’an âyetleri,
basar gözünde güneş nuru mesabesindedir. Güneşin ziyasına nur denildiği
gibi Kur’ana nur tesmiyesi evleviyettedir. Ve işte bununla (64:8)
®?«h¬M²A8¬‡_«ZÅX7~ «}«<~´ _«X²V«Q«%—« ¬u²[ÅV7~ «}«<~´ _«9²Y«E«W«4 beyanını mülahaza ile bu daha zi-
yade tenvir edilmiş olur.” (E.T.2672)
2895- Nur ve zulümatın yaratılışı hususundada, bir âyet tefsir edilirken
şu bilgi veriliyor:
Burada görülüyor ki, semavat ü arz hakkında “halk”, zulümat u nur hak-
kında “ca’l” tabir olunmuştur. Müfessirîn diyorlar ki, “ca’l” de “halk” gibi
bir inşa ve ibda’dır. Şu kadar ki, halk inşa-i tekvinîye muhtass ve bir takdir ü
tesviye manasını da muntazammındır... Nur, inşiraha; zulmet, gumuma
sebeb olmak itibariyle bunlar küfr ü iman, cehl ü ilim, keder ü sürur, şerr ü
hayr gibi manevîyyata imadan da halî değildirler... Vahidî de zulümat ü nu-
run mahsus ve ma’kul her ikisine şamil bulunduğunu göstermiştir.”
(E.T.1865-1867) (Kehf Suresi’nin sırrıyla verilen nurla, deccaldan korunma, bak:
287.p.)
2896- Nur’a ait âyetlerden birkaç not:
-Allah tarafından gelen Nur-u Mübin: (4:174)
-Gaflet ve dalalet olan manevî ölümden, hakaik-i nur ile manevî dirilmek: (6:122)
-Kâfirlerin, nur-u İlahîyi söndürmek istemelerine karşı Allah nurunu tamamlamak
istediği: (9:32) (61:8)
-Zulümat ile nur müsavi olmadığı: (13:16) (35:20)
-Kur’an insanları zulmetlerden nura çıkardığı: (5:16) (14:1)
-Liyakatsızlıklarından dolayı Allah’ın nur vermediği kimselerin nursuz kaldıkları:
(24:40)
-Allah İslâm’a kalbini açmış olduğu kişinin nur üzere olduğu: (39:22)x
-Münafıkların ehl-i nur’dan nur isteyip yalvaracakları mahşer gününün ahvali:
(57:12,13)
tarafından Türkiye’de başlatılan dinî bir hareket ve imanî sahada tecdid faali-
yetidir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki
eserlerdir. (Bak: Risale-i Nur, Said Nursî)
Risale-i Nur eserleri 1926-1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur’anın
bu asra bakan manevî bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve
Kur’anın hikmetlerini izah ve isbat eder.
Siyasî ve dünyevî cemiyetçilikten uzak ve aynı eserleri okumaktan doğan
manevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan Nur irfan müessesesi mensublarına,
yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: “Risalet-i Nur Talebesi”, kısaltıl-
mış şekli ile “Nur Talebesi” veya “Nurcu” denilmektedir.
NURCULUK 1576
2903- “Madem Hacı Kılınç Ali birbuçuk sene bütün Risale-i Nur eczala-
rına sahip çıkmış, kısmen okumuş; nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebe-
sidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevî kazançlarıma,
defter-i a’maline geçmek için hissedar ediyorum. Öyle ise, o da bütün haya-
tını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.” (E.L.II.26)
2904- “Azami ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine,
hususan nafakasını tedarik edemiyenleri tam tamına idare edecek derecede
Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı ol-
duğu cihetle şimdi elli-altmış talebelerine kâfi sermayesi çıkıyor.” (E.L.II.232)
2905- “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve varisleri ve hasla-
rının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bu günlerde vuku’ bu-
lan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki:
Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eser-
lere ihtiyaç bırakmıyor.... Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır,
belki bu zamanda elzemdir.” (K.L.76) (Bak:3095 ilâ 3098.p.lar.)
2906- “Risale-i Nur’un has talebeleri, (Bak: 1644.p.) baki elmaslar hük-
münde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç
oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini
onlar ile bulaştırmamak gerektir.” (K.L.118)
2907- “Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip,
dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak
için, me’muriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir
me’muriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok va-
kıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.” (K.L.147)
2908- “Ehl-i dalalet, Risale-i Nur’un intişarına sed çekmek için, has tale-
belerin ve ciddi çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur vermek için,
ayrı ayrı tarzlarda, umumi bir plan dahilinde taarruz ediliyor. Halislere fütur
veremediklerinden, başka meşgaleler bulmakla çalışmalarına zarar veriyor-
lar.” (K.L.197)
2909- Bediüzzaman “bundan otuz kırk sene evvel diyordu: Bir Nur ge-
lecek, bir nurani âlemi göreceğiz deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette
tasavvur edilmiş... Evet Eski Said’in nur âlemi göreceğiz demesi, Risale-i
Nur dairesinin manasını hissetmiş.” (K.L.215)
NURCULUK 1580
Birinci esas: Azami ihlastır. Yani, dinî hizmette yalnız rıza-yı ilahîyi gaye
yapıp maddî ve manevî her türlü meşru menfaatlere dahi, hizmeti vesile
yapmamak; hem şöhret, tarafgirlik, rekabet ve siyasi mücadeleler gibi hal ve
hareketlerden kaçmak gerektir. Zira bunlar ihlası bozar. Bu esas, “İhlas”
maddesinde bir derece izah edildiğinden o maddenin 1514.p.ından 1521.
p.ına kadar bakınız.
2914- İkinci esas: Hizmet-i diniyede terk-i enaniyetin lüzumudur. Bu
esas hakkında da Risale-i Nur’da hayli yer verilmiştir. Birkaç kısa nümunesi
şudur:
“Risale-i Nur’un Kur’andan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet,
hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Ta ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarıl-
masına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o azami ihlası kazananların
pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir
mesele-i imaniyeye feda eden çoktur.” (E.L.II.246)
2915- “Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var.
Risalet-i Nur’un mesleğindeki azami ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü
bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azami ihlas ile
bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.” (E.L.II.201)
2916- “Gaflet ve dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu za-
manda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hatta meşru bir tarzda dahi
olsa-enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i
Nur’un hakiki şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve
havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.”
(Ş.318)
2917- “Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil.
Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve
dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki
enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz
parçası erir zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (K.L.143)
2918- “Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır,
başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve
gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu za-
manda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir.
Çünki bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldi-
ğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve
nefsini itham etmek gerektir.” (E.L.I .62)
NURCULUK 1582
Kur’aniye ve (57:21 ve 62:4) š_«L«< ²w«8 ¬y[¬#ÌY< ¬yÁV7~u²N«4 (33:47) ~®h[¬A«6 ®Ÿ²N«4
âyetlerini müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risalet-in Nur’un manevî
fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.
Evet bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bakinin anahtarı
ve nurudur. Öyle ise, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın
saltanatından daha faideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risale-i Nur,
elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kasdî bir medar-ı nazarları-
dır.” (K.L.22)
“Bir hadiste vardır ki: Bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu
kırmızı koyundan daha hayırlıdır.” (E.L.I.149)
2935- “Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana
fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi te’min etmek olan bu netice, bizim fevkalâde
hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i ve-
layete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakiki şakirdleri,
bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.” (E.L.I.90)
İşte örnek olarak nakledilen bu birkaç parçadan açıkça anlaşılıyor ki; Ri-
sale-i Nur ve şakirdlerinin yani Nurculuk cereyanının en birinci vazifesi,
imana hizmettir. (Bak: 1642-1644.p.lar)
NÜBÜVVET 1588
“Nebi, “Nebe”den müştak olarak aslında ¶zA9 dir ki, Allah Teala’dan va-
hiy ile haber getiren demektir. Ve tam “Peygamber” müradifidir. Cem’inde
enbiya ve nebiyyîn gelir. Nafi kıraetinde aslı üzere w[\A9 okunur. Nebi re-
sulden eamdır. Her resul nebidir, fakat her nebi resul değildir. Maamafih
Kur’anda müradif olarak kullanıldığı da vardır.” (E.T.370) (Bak: Enbiya,
Muhammed (A.S.M.), Resul)
O
ONİKİ İMAM •_8É~ |U<~ –—~ : (Bak: Eimme-i İsna Aşer)
2937- ORHAN GAZİ >ˆ_3 –_'‡—~ : (Mi. 1281-1362) Osmanlı Dev-
leti’nin kurucusu olan babası Osman Gazi vefat edince (1324) onun yerine
geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebali idi. Genç yaşta gazi akıncılar ara-
sına karıştı; çok cesur ve atılgandı. Akıncı gaziler onun oğlu Süleyman Paşa
kumandasında Rumeli’ye geçtiler. Türbesi Bursa’dadır. (R.Aleyh)
muştu. Bu hey’et beş veya yedi adet nüsha istinsah etmiş ve sureleri de sıraya
koymuştu. Hazret-i Osman bu Mushaf’ların öğrenilmesi için Medine’de
Zeyd b. Sabit’i me’mur etmiş, Abdullah b. Saib’i Mekke’ye, Mugiretü’bnü
Şihab’ı Şam’a, Abdurrahman b. Sülemî’yi Kûfe’ye, Amr b. Kays’ı Basra’ya
bu Mushaf’lar’la göndermiş ve halkı ta’lim ile vazifelendirmiştir.
Bu suretle Kur’an-ı Kerim’in eda ve tilavetindeki ihtilaflara meydan ve-
rilmemiş ve birlik te’min edilmiştir. Asıl nüsha da tekrar Hazret-i Hafsa’ya
iade olunmuştur. Hazret-i Osman’ın zaman-ı hilafetinden zamanımıza kadar
bütün Kur’an-ı Kerim, Mushaf-ı Osmanîden istinsah olunmuştur.
2941- Hazret-i Osman, Peygamber Efendimiz’in vahiy kâtiplerinden ve
Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberliyenlerdendi. Hicri 35 yılı Zil-hicce’nin
onsekizinci Cum’a günü Emirü’l Mü’minîn Hazret-i Osman, Kur’an-ı Kerim
okuduğu bir sırada şehid edilmiştir. Cenaze namazını Cübeyr b. Mut’im kıl-
mış, geceleyin Baki kabristanına defnedilmiştir. Hilafet müddeti 12 sene 11
ay ve 12 gündür.
Hazret-i Osman’ın fazaili hakkında bir çok hadisler vardır. Riyazü’s-
Salihîn müellifi Muhyiddin-i Nevevi Tehzibü’l-Esma adlı eserinde bu hadis-i
şerifleri nakletmiştir. Radıyallahü anhü.” (Riyazüssalihîn Hadislerinin
Ravileri Olan Ashab-ı Kiramın ve Hadis İmamlarının Hal Tercemeleri.
Diyanet İ.B. Yayınları, Hasan Hüsnü Erdem, 1964, Ankara sh: 60)
Atıf notları:
- Hz. Osman’ ın (R.A.) şehid olacağını ihbar eden rivayet, bak: 1012 .p.
-Hz. Osman’ın (R.A.) Biat-ı Rıdvan’a sebeb veren hâdisesi, bak: 443.p.
sayıldığı için ismine izafeten Osmanlı Devleti adı verilen Türk-İslâm devle-
tinin ilk padişahıdır. Gerçekte Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak belli
bir tarih vermek hususunda tarihçiler müttefik değildir. Osman Gazi’nin ba-
bası Ertuğrul Gazi, Oğuz Türklerinden 24 boydan biri olan Kayı Boyu’na
mensup bir aşiret reisi (beyi) idi. Bu aşirete Türkiye Selçuklu Sultanı
I. Alâeddin’in emriyle Batı Anadolu’da Bizans sınır bölgesinde Söğüt ve
Domaniç havalisinde bir bölge “yurt” olarak verilmişti. Ertuğrul Gazi, diğer
Türkmen Beyleri gibi Bizans’a karşı gazalara katılarak yurdunu genişletmiş
ve 1280 yıllarında 90 yaşlarında vefat ettiği zaman oğlu Osman Bey’e 4800
km2 civarında bir toprak bırakmıştı.
OSMAN (R.A.) 1592
Kırk gün müddetle faaliyet göstermesine rağmen fırka hem Türk siyasî
hayatında mühim gelişimlere yol açmış, hem de parlementoda üyesi olma-
masına rağmen Ayan ve Mebusan meclislerinde etkisini hissettirebilmiştir.
İlmiye sınıfına mensub kurucuları arasında bugün en tanınmış olanları, Said-i
Nursî ile Volkan muharriri Derviş Vahdetî’dir.
Fırka ideolojik planda gayesinin “Şeriat-ı Garra-yı Ahmediye”yi korumak
ve bunu da ilmiye sınıfına dayanarak gerçekleştirmek olduğunu belirtmişti.”
(Büyük İslâm Tarihi ci: 12 sh: 80 İst.-1989)
Diğer bir kaynak ise şu bilgiyi veriyor:
“5 Nisan 1909 yılında İstanbul’da Volkan gazetesi idarehanesinde faali-
yete geçmiştir. Kuruluşundan sekiz gün sonra meşhur 31 Mart Vak’ası zuhur
etmiştir. Gayesi, Şeriat-ı Muhammedî’nin muhafızlığını yapmaktır. Kurucu-
ları şunlardır: Süheyl Paşa, Şeyhülislâmzade Mehmed Sadık Efendi, Bayezid
Dersiamlarından Mehmed Emin Hayretî Efendi, İbnünnafi Ahmed Esad
Efendi, Şeyhülhac Mehmed Emin Efendi, Karagümrük İmamı Nevşehirli
Hâfız Mehmed Sabri Efendi, Bandırma Naibi Şevket Efendi, Bediüzzaman
Said-i Kürdî İbn-i Mirza, Hırka-i Saadet-i Hazret-i Nebevî Kethüdası Hacı
Hayri Bey, Evkaf-ı Hümayun Serveznedarı Raşid Efendi, Ferik Rıza Paşa,
Volkan muharrirlerinden Farukî Ömer Şevki Efendi, Tarikat-ı Halvetiyeden
Şeyh Seyyid Müslim Penah Efendi, Darendevî Binbaşı Refik Bey, Kadirî
Şeyhi Muhammed Erganî Efendi, Müciz Dersiamlarından Ahmed Nazif
Efendi, Hacı İzzet Paşa, Fatih Dersiamlarından Divrikîzade Abdullah
Ziyaeddin Efendi, Şeyh Yunus Dergâhı Postnişini Şeyh Ali Efendi, Beyler-
beyi Cami-i Şerifi vaizi Hacı Kâzım Efendi, Şeyhzade Hacı Mehmed Efendi,
Volkan muharriri Derviş Vahdetî.” (Türkiye’de Parti Kavgaları, Tekin Erer,
1966, sh. 41)
Bir atıf notu:
- Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devletini doğurması, bak: 357.p.
Ö
ÖLÜM •Y7Y¶< : (Bak: Mevt)
2944- ÖMER (R.A.) hW2 : “Sadr-ı İslâm’ın en mümtaz siması ve İs-
2946- Hilafeti zamanında Irak, İran, Şam, Filistin, Mısır, Berka ve Trab-
lusgarp gibi belli başlı memleketleri, İslâm hududuna katmağa muvaffak ol-
muştur. İslâmiyet Ceyhun vadisinden Afrika’da Tunus çöllerine kadar yayıl-
mıştır. Hükümran olduğu bu kadar geniş ülkede adalet ve müsavat mef-
humlarının kökleşmesi hususunda göstermiş olduğu eşsiz hassasiyeti takdirle
karşılanır. Ulvi bir fikre ve âdil bir hisse sahip yegane bir zattı. Hazret-i
Ömer, cihan tarihinde en mümtaz bir adalet timsali idi.
O maliye, adliye, nâfia ve ordu gibi bütün idare şubeleriyle mücehhez bir
devletin tesisine muvaffak olmuştur.
Yapacağı bütün işlerde ashabıyla birlikte müşaverede bulunurdu. Bunun
için de yapılacak işlerin bütün İslâm ülkelerinde tatbik olunmak üzere bir
Meclis-i Şûra tesis etmişti.
2947- Hazret-i Ömer, Mescid-i Şerif’te sabah namazını kılarken Ebu
Lü’lü’ Firuz adında bir Mecusi tarafından ağır bir şekilde yaralanmış ve 63
yaşında olduğu halde şehid olarak Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Hazret-i Aişe’nin müsaadesiyle Hazret-i Peygamber’in bulunduğu yere def-
nolunmuştur. Hilafet müddeti, on sene altı ay ve yedi gündür.
Hazret-i Ömer’in vefatı üzerine Ashab-ı Kiram’ın müçtehidlerinden
İbn-i Mes’ud Hazretleri: “Bu gün ilmin onda dokuzu zayi’ olmuştur” demek
suretiyle üzüntülerini belirtmişlerdir.
Hazret-i Ömer’ül Faruk’un fezailine dair bir çok hadisler vardır.
Riyazü’s-Salihîn müellifi Muhyiddin-i Nevevi Tehzib’ül-Esma adlı eserinde
müşarünileyhin hal tercümesine 12 sahife tahsis etmiş ve hakkında varid
olan hadis-i şerifleri nakletmiştir.” (Riyazüssalihîn Hadislerinin Ravileri Olan
Ashab-ı Kiramın ve Hadis İmamlarının Hal Tercemeleri. Diyanet İ.B. Ya-
yınları, Hasan Hüsnü Erdem, 1964, Ankara. sh: 57)
2948- “ Hz. Ömer’in (R.A.) fazileti hakkında Abdullah bin Mes’ud: “Biz
müslümanlar, Ömer müslüman olunca şerefimizle yaşar olduk” demiştir.
İbn-i Ebi Şeybe’nin, Taberani’nin rivayetleri ise Buhari’nin bu rivayetini izah
eder mahiyettedir. Bunların rivayetlerine göre, Abdullah bin Mes’ud:
“Ömer’in müslüman olması, müslümanlar için şeref ve izzet ve Medine’ye
hicreti nusret; emaret ve hilafeti de rahmet oldu. Vallahi Ömer müslüman
oluncaya kadar biz müslümanlar Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kıl-
mak kudret ve cesaretini gösteremiyorduk.” demiştir. Siyer müelliflerinin
izahına göre Hz. Ömer’in kudreti ve hamaseti sayesinde ilk def’a
müslümanlar Kâbe’nin hareminde alenî namaz kılmağa başlamışlardır.”
(S.B.M. ci: 9 sh: 401)
ÖMER (R.A.) 1599
Emevi halifesi, (Hi. 63, Mi.682) tarihinde Medine’de doğdu. Annesi Ümmü
Asım, Hz. Ömer’in torunuydu. Mısır valisi olan babası Abdülaziz (vefatı Hi.
85, Mi. 704) tarafından tahsil ve terbiyesi için Medine’ye gönderildi. Emevi
halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından (Hi. 87, Mi. 706) yılında Hicaz Valili-
ğine getirildi. (Mi. 711, 712)’ye kadar devam eden Medine Valiliği sırasında
halkı şefkat ve adalet üzere idare etti. Süleyman b. Abdülmelik’ten sonra hi-
lafet makamına geçti.
2951- O, yeni fetihler yerine mevcut topraklarda refah ve saadetin sağ-
lanması için çalıştı. Emevi Devleti’nin kuruluşundan beri devam eden Hz.
Ali’nin tel’in edilmesi gibi çirkin bir âdeti ortadan kaldırdı. Bunun yerine gü-
nümüzde de hutbelerin sonunda okunmakta olan (16:90) âyetinin okunma-
sını emretti.
ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ 1601
2952- Ailesi, Emevi hanedanının bir gün fırsat bulup da kendisine zarar
verebileceğinden söz ederek onu ikaz etmesi üzerine, Ömer b.Abdülaziz
hiddetlenerek: “Korktuğun gün, kıyamet gününden daha konkunç değildir”
dedi. Hulefa-i Raşidîn’in yolunu takib ettiğinden, Ömer-i Sani lakabıyla anı-
lır. Ehl-i Beyt’e karşı davranışları, Emevi hanedanı mensublarını huzursuz
etti ve bir köle vasıtasıyla zehirlenerek şehid edildi. (Hi. 101-Mi.720)
2953- Pek basit ve mütevazi bir hayatı vardı. Halife olduktan sonra bu
sadelik ve basitlik, en fakir bir teb’asının seviyesine düşecek kadar fazlalaş-
mıştır. Mü’minlerin Emiri sıfatıyla onun bu şartlara kanaatı garip karşılanır,
devlet başkanlarının ahvaline hiç benzemeyen hallerinden sorulurdu:
-Ya Emirel Mü’minîn!... Allah Teala sana ihsan buyurdular, biraz giyinip
kuşansan olmaz mı?
O büyük insan, eşine az raslanır veli devlet başkanı şöyle cevap verir:
-Şüphe yok ki, iktisadın efdali varlık zamanında olanıdır.
Ömer İbn-i Abdülaziz (R.A.), devlet sistemini de ıslah etmek ve İslâm
dünyasını huzursuz etmekte olan “mutlakiyet”ten, tekrar dört halife devrin-
deki gibi biat usulüne dönmek istiyordu. Ne var ki, Emevi sülalesi buna da
yanaşmadı. Hilafetin ellerinden gideceği korkusu ile, harekete geçtiler. Salta-
nat hevesi ve şahsî menfaat sebebiyle Ömer İbn-i Abdülaziz (R.A.) gibi bü-
yük bir insan, hizmetçisi eliyle zehirletilerek şehid edildi.
¬y¬8«f«2 ²w¬8 °h²[«' ˜«…Y%— Å–«_«4 ¬–_«[²# ¬ ²~ «w¬8 Åf" « yÅ9«~ «¿¬h2 ¯h²8«~ ¬±u6
ÖRTÜ VE ÖRTÜNMEK 1602
P
2956- PEYGAMBER hAWR[á : (Peygamber) Allah’dan haber getiren.
Allah’ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Bak: Enbiya, Nübüvvet)
Atıf notları:
-Kütüb-ü sabıkada Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında gelen müjdeler, bak:
1008.p.
-Peygamberimiz (A.S.M.) gelmeseydi diğer peygamberler unutulurdu, bak: 2606.p.
etmezler. Ayrıca bütün kiliseleri bağlayıcı kararlar alabilecek hiç bir yüksek
otorite de tanımazlar. Bu sebeple de Papa’yı Hz. İsa’nın ve Aziz Petrus’un
varisi saymazlar. Ortodoks papazlar evlenirler. İbadetler her memleketin
kendi dilinde yapılır. Kilise başkanlarına “patrik” denir.
Katolik Roma Kilisesi ise birliğini Mi. 16. yüzyıla kadar korumuştur. Ki-
lise sözü Yunanca “Ekklesia” olup cemaat demektir. Katolik kelimesi de
Yunanca “catholikos” kelimesinden gelip “umumi, küllî, âlemşümul” mana-
sına gelir. Roma Kilisesi kendine bu adı vermekle, dünyadaki bütün
Hristiyan cemaatının küllî kilisesi olduğunu ifade etmiş oluyordu.
2965- İlk Hristiyan cemaatlerinde ruhban sınıfı ve bunlar arasında
meratipler teşekkül etmemişti. Zamanla bu meratip doğmaya başladı. Önce
bir itibar sırası olarak kıdemliler manasına gelen “presbyteri”, gözeticiler
(mubasır) “iyakos”lar vardı. Mi. 2. yüzyıldan itibaren “presbyteri”ler kendile-
rini kilisenin temsilcisi sayıp rahiplerin başı oldular. Episkopi de piskopos
ünvanını aldı. Sonra da piskoposlar havarilerin halefi sayıldı. Bunlar bir araya
gelerek Katolik Kilisesi (âlemşümul kilise) meydana getirdiler. Havarilerin
mes’ul reisi saydıkları Aziz Petrus (Simun) Roma’da din uğruna ölmüş ve
Roma piskoposu onun vazifesini yüklenmiştir. Böylece Roma Kilisesi baş-
kanı papa, Aziz Petrus’un manevî varisi, halefi ve onun yetkilerine sahip,
dolayısıyla, Hz. İsa’nın yeryüzündeki temsilcisi sayılmıştır. Papa’dan sonra
kardinaller, başpiskoposlar, piskoposlar, rahipler gelir ki bunların hepsi ruh-
ban sınıfını teşkil eder.
Katolik Kilisesinde ruhban sınıfı dışında kalanlar yani laik denilen
Hristiyan halk, ruhbanın idaresine tabi olmak zorundadır. Miladi 8. yüzyıl-
dan itibaren bunlara izinsiz kutsal kitapları okuyup üzerinde fikir yürütmeleri
yasaklanmıştır. Bunlar ancak vahyedilmiş hakikatlar değerinde sayılan Kato-
lik Kilisesinin itikadiyatını aynen ve hiç tartışmasız kabul etmek zorundadır.
Aksi takdirde mezhep ayrılıkçısı sayılır. Mezhep ayrılıkçısı demek, Kiliseden
farklı, kendine göre fikri olan kimse demektir. Papa aynı zamanda ruhani bir
devletin başkanıdır. (Bak: Teokrasi) Ortaçağda ruhani iktidarın, cismanı ikti-
dara üstün olduğu ilan edilmiştir. Papa, yanılmaz ve masum sayılmıştır. Papa,
Roma’da Vatikan denilen muhteşem bir sarayda otururdu. Katolik olan bü-
tün krallar, prensler ve halk ona bağlılık ve saygı gösterirdi. Yanılmazlık sıfatı
dolayısıyla İncil ve diğer metinler üzerinde yorumlar yapmak, kanun ve ka-
ide koymak, içtihad yapmak, itikat, ibadet, usul ve erkân, ceza ve muamelat
hususlarında tek merci ve tek otorite idi. Hz. İsa’nın yeryüzündeki vekili sı-
fatıyla günahkâr Hristiyanların günahlarını affetmek, kilise ve papalığa karşı
PROTESTANLIK 1607
Koyu bir katolik olan Şarlken, Luter’i yargılamak üzere Worms şehrinde
toplanan Diyet Meclisi’ne çağırdı.
2968- Mecliste yapılan bütün baskılara rağmen, Luter fikrinden dönmedi
ve inancını cesaretle müdafaa etti. İmparatorun başkanlık ettiği Diyet Meclisi
Luter’i ölüme mahkûm etti. Fakat onu dostlarından Saksonya Elektörü
Frederik, kaçırtarak malikanesi olan Wartburg şatosunda sakladı (1521. On
yılını orada geçirmiş, düşüncelerini açıklayan üç eseri çok kimselere tesir et-
miş ve taraftar bulmuştur. Bu arada İncil’i Almancaya tercüme etmiştir. Ga-
yesi herkesin anlamadığı Latince İncil yerine Almancasının okunmasını sağ-
lamak ve Papa’nın otoritesini kırmaktı. Ona göre Hristiyanlıkta en üstün
otorite Papa değil “Kutsal Kitap”tı, Papa’nın dediği değil; İncil ve Havarile-
rin sözleri idi. Bu bakımdan dinde bağımsızlık fikrini müdafaa etti. İlk kili-
seler gibi, kilisenin cemaatların idaresinde olmasını ileri sürdü. Cismani bir
riyasetin otoritesini kabul etmedi. Papa’nın yanılmazlığı inancını tanımadı.
Din adamlarının evlenmesine taraftar oldu ve kendisi de evlendi. İnsanın
Allah’a karşı kuvvetli imanı ve sevgisi varsa, herkese karşı hür olduğunu id-
dia etti.
Bazı fikirlerini aşırı istikamette değerlendiren köylüler, kralsız ve papaz-
sız bir Hristiyanlık davasıyla ayaklandılar. Kilise mallarını yağma ve talan et-
tiler. Luter bunları teskin etmek istediyse de başaramadı. Bunun üzerine
Luter’in de teşvikiyle Prensler, bu köylü ayaklanmalarını şiddetle bastırdılar
ve kilise mallarını geri aldılar.
2969- Luter bir kitabında: “Kiliseyi düzeltmek için, onun elindeki bütün
servetini almak lâzımdır. Kilise ancak o zaman esas dinî vazifeleriyle uğra-
şır” demişti. Bu sözler Katolik Kilisesinin mal ve mülklerinin yağmalanması
şeklinde kabul edildi. Bu sebeple Luter’e taraftar olan başlıca büyük Alman
prensliklerinden olan Saksonya, Brandenburg, Palatina Elektörleri ile bazı
küçük prensler, kendi toprakları içinde yer alan kilise mallarına el koydular.
2970- Almanya’da başlayan bu mücadeleler İmparator Şarlken’i telaşa
düşürdü. Luter’cilerle başa çıkamıyacağını anlayınca bir Diyet Meclisi top-
ladı. Bu meclis “Luter Mezhebinin, şimdiye kadar nerede tutunmuşsa ancak
oralarda kalmasına, fakat başka yerlere yayılmamasına” karar verdi (1529).
Şarlken’in bu kararına beş Alman prensi ve ondört şehir protesto etti. Bu ta-
rihten itibaren bu protesto dolayısıyla, Katolik kilisesinden ayrılmış olan
Luter Mezhebi taraftarlarına protestan adı verildi.
2971- İmparator Şarlken, Diyet Meclisi’nin kararını protesto eden
PROTESTANLIK 1609
prensler ve şehirleri silah zoruyla yola getirmek istedi. Bunun üzerine Pro-
testanlarla İmparator arasında 25 yıl süren mezhep kavgaları başladı. Nihayet
Şarlken, Protestanlığı resmen tanımak zorunda kaldı. 1555 tarihinde
Ogsburg’da toplanan Diyet Meclisi’nde İmparatorla Protestan Mezhebi ve
kilisesi resmen kabul edildi. Alman prensleri istedikleri mezhebi seçmekte ve
bu mezhebi kendi tebaasına kabul ettirmekte serbest oldular ve kendi idare-
leri altında bulunan memleketlerde din işlerinin mutlak âmiri olmak hakkını
elde ettiler.
2972- Görüldüğü gibi papalıktaki dine bağlı devlet sistemi yerine, Pro-
testanlıkla devlete bağlı din sistemi gelmiş oluyordu. Protestanlığın böyle bir
neticeye varmasının sebebi, karşılarına imparatorluk ve papalık gücü ile çı-
kılmasına karşılık, kendisini müdafaa etmek için mahalli bir devlet kuvvetine
dayanma ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç karşılıklı menfaata da uygundu. Çünkü Papa-
lığa karşı Protestanlık hareketinin varlığı ve korunması bu yolla mümkün ol-
duğu gibi, Prenslikler de Papalığa karşı daha müstakil olabilecek ve memle-
ketlerindeki Papalığa ait mülk ve arazilere el koyabileceklerdi.
2973- Papalık otoritesini tanımama ve Katolik Kilisesinden ayrılma ha-
reketi olarak başlıyan Refom hareketinin öncüleri arasında Alman Martin
Luter’den başka Fransa’da Jan Kalven (Jean Calvin), İsviçre’de Ulrih Zıingli
(Ulrich Zıingli), İskoçya’da Con Knoks (Jhon Knox) da yer alıyordu.
Kalven felsefe, mantık, hukuk ve ilahiyat tahsili yapmış, mühim eserleri
Latince, İbranice, Yunanca asıllarından okumuştu. O da Papa’nın yanılmaz-
lığını ve dinde otoritenin mercii olarak kabul edilmesini reddetti. Kurtuluş
için imanı esas aldı ve otoritenin kaynağı olarak “Kutsal Kitab” ve en eski
kaynakları gösterdi. Kiliselerin bağımsızlığına taraftar oldu. Kiliselerin, halk
tarafından seçilen din adamları ile cemaatlerce idaresini müdafaa etti.
Fransa’da Protestanlık şiddetle takibata uğradığı için İsviçre’ye geçerek bir
müddet faaliyetlerini orada sürdürdü.
2974- Kalvenistler Fransa’da Kral I. Fransuva, II. Henri, II. Fransuva,
IX. Şarl zamanında şiddetli takibata uğradı. Kalvenistler ve diğer Protestan-
lar işkencelere tabi tutuldu, hatta diri diri ateşte yakıldılar. Fransa’da çıkan
mezhep savaşları Fransa’yı manen ve maddeten perişan bir hale getirdi. Bu
din ve mezhep kavgaları, 1563-1594 yılları arasında 30 yıl sürdü. Kral X. Şarl
zamanında mezhep mücadelesi korkunç bir devreye girdi. Kralın emriyle 25
Ağustos 1572’de, Sen Bartelmi Yortusu’na rastlayan geceden sonra Paris’te
Kalvenistlere karşı büyük bir katliam düzenlendi. Diğer şehirlerde de buna
PROTESTANLIK 1610
benzer katliamlar oldu. Bu durum IV. Henri’nin kral olmasına kadar sürdü.
Eski bir Kalvenist olan IV. Henri, mezhep değiştirip tekrar Katolik olma-
sından sonra kavgalar sona erdi. Kral 1598’de neşrettiği Nant Fermanı ile
Kalvenist ve Protestanlara mezhep ve inanma serbestliği verdi.
2975- Dikkate değer bir husus şudur ki; Katolik Kilisesine karşı itikad ve
vicdan hürriyeti istiyen Kalven, İncil’in serbest tefsiri neticesi tevhid inan-
cına varan Mişel Serve’yi (Michel Servet) suçladı ve teslis itikadını kabul et-
mediği için onu Katolik engizisyonuna ihbar etti. Serve hekim, hukukçu ve
ilahiyatçı idi. İncil’in tefsirini yazdı. Fikrini “De Trinitatis Erroribus” (Teslis
Konusunda Yanılma Üstüne) ve “Christianismi Restitutio” (Hristiyanlığın
Islahı) gibi eserlerle ortaya koydu. Mişel Serve, Kalven’in ihbarı ile, bu son
eseri yüzünden engizisyon mahkemesi kararı ile 28 Ekim 1553’de yakılmıştır.
2976- Papa’ya karşı protestan hareketin bir diğer öncüsü de İsviçre’li
Zwingli olduğu yukarıda ifade edilmişti. Zwingli İbranice, Yunanca Latince
bilen ve mühim eserleri asıl kaynaklarından okuyan hümanist bir din adamı
idi. O zaman hümanist diye, bu eski dilleri bilip bu dillerle yazılmış eserleri
inceliyen, toplıyan ve yayınlıyanlara ve bu yolla yeni bir edebî harekete vesile
olanlara denilirdi. Zwingli de yazdığı eserleriyle Reform hareketine katıldı.
“Din”i Tefsirlerin Doğruluğu ve Yanlışlığı Üzerine” adlı eseri (1525), geniş
yankılar yaptı. Mücadelesini İsviçre’de yürüttü. Kendisi bu mezhep ayrılığı
sebebiyle öldürüldü.
2977- Reform hareketleri İngiltere’ye de sıçradı. Diğer memleketlerde
halk hareketi şeklinde ortaya çıkan Protestanlık, İngiltere’de Kralların öncü-
lük ettiği bir hareket oldu. Kral VIII. Henri, eşinden boşanıp başka bir ka-
dınla evlenmesine Papa’nın izin vermemesi üzerine Papa ile münasebetini
kesti ve İngiltere’nin Papa’ya karşı dinî bağımsızlığını ilan etti. İngiltere’deki
kiliseleri kendine bağladı. Böylece İngiltere’de Anglikanizm mezhebi ve
Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu (1534).
Anglikanizm, Kalvenizm ve Katolik Mezhebinin birleştirilmesinden
meydana gelmiştir. VIII.Henri’den sonra gelen krallar başka mezhepleri ka-
bul etmek isteyince karışıklıklar çıktı. Nihayet Kralice I. Elizabeth (1558-
1603) zamanında Anglikanizm resmi mezhep olarak tanındı.
İskoçya’da reform hareketi, Kalven’in misyonerleri tarafından yürütüldü.
Bunlar din işlerinin “Presbiteri” denilen, halk tarafından seçilmiş bir mec-
lisçe idaresini esas aldıklarından bu mezhebe Presbiteryen Mezhebi denmiş-
tir.
PUTPEREST 1611
faza ettiği Katolik unsurlarına karşı çıktılar. Bu hareket Anglikan kilisesi tara-
fından şiddetle kınandı ve Püriten’ler 1583’te kurulan Kilise Yüksek Komis-
yonunun kararları ile takibata uğrayıp, baskı ve zulme maruz kaldılar. Bir
kısmı Hollanda’ya ve daha sonra Amerika’ya göç etti. Bir kısmı Presbiteryen
mezhebine katıldı.
2978/2- Kraliçe I. Elizabet’in 1603 yılında ölümü ile İngiltere’ye hük-
meden Tudor Hanedanı sona ermiş, yerine Stuart hanedanı geçmiştir. Bu
hanedandan gelen dört kral (I.Ceymis, I. Çarls, II. Çarls ve II. Ceymis) İn-
giltere’yi mutlakiyetle idare etmek istediler. Oysa İngiltere’de o sıralarda bir
de parlamento mevcuttu. Kral I. Çarls parlamentoyu dağıttığı gibi, Presbiter-
yenleri ve dolayısıyla Püritenleri, Anglikan mezhebine girmeye zorladı. Bu-
nun üzerine 1638yılında Edinburg’da isyan çıktı. Kral, isyanı bastırması için
gerekli parayı temin için parlamentoyu toplamak zorunda kaldı. Fakat par-
lamento da krala karşı cephe aldı. Böylece dinî sahadan sonra siyasi sahada
da siyasi Püritenlik ortaya çıktı.
Kral’ın ve Anglikan kilisesinin zulmüne ve baskısına karşı Püritenler “no
bishlop no king” yani ne piskopos istiyoruz ne de kral, diyerek dinî sahada
olduğu kadar siyasi sahada hürriyet ve demokrasiye taraftar oldular. Bu hür-
riyetçi slogan ve fikirleri bir kısım burjuva-kapitalist çevreleri de cezbetti.
Devlet idaresinde parlamentarizm ve demokrasi, kapitalist sınıfın menfaatine
uyduğu için Püritenlik bu çevrelerce destek gördü ve siyasi alanda işbirliği
yapıldı. Nitekim Kral I. Çarls’a cephe alan parlamento, gücünü bu işbirliğin-
den aldı. Kral taraftarları ile parlamento taraftarları arasındaki mücadele ve
savaşta kral yenildi ve Londra’dan kaçtı. Daha sonra yakalanarak idam edildi.
Parlamentonun başına Kromvel (Cromıel) geçti. Püritenler Kromvel’in ikti-
darı zamanında hükümeti fiilen kontrolleri altına aldılar. Fakat daha sonra si-
yasi tecrübesizlikleri yüzünden bölündüler. İngiltere’de 1660 yılında krallık
yeniden kurulup Çarls II.’nin tahta geçmesi ile Püritenler yeniden baskı ve
takibe uğradılar ve siyasi alandan elendiler.
Kuzey Amerika’ya göç eden Püritenlerin siyasi rolleri daha uzun sürdü.
Masaçuset (Massachusetts)’te ayrı bir koloni kurdular. Fakat muhtelif se-
beplerin tesiriyle 1691 yılında kolonileri dağıldı. Bununla beraber devlet ida-
resinde demokratik fikirleri müdafaaya devam ettiler. Nitekim 1750’den iti-
baren, Anglikan piskoposluğu ile İngiliz hükümetine karşı çıkmaya başladı-
lar. Bu bakımdan da Amerika’daki İngiliz sömürgelerini bağımsız bir devlet
olma hareketine yönelten 1776 ihtilalinin hazırlanmasında büyük bir rol oy-
nadılar.
PÜRİTENLİK 1613
kabul etmediği, yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « olduğu için İlah ismi şer’an ve hakikaten
Allah’a mahsustur. Binaenaleyh Rab e’am, Melik ehass, İlah daha ehastır.”
(E.T.6412)
2981- Keza Fatiha Suresi’nde geçen ve rububiyet-i ammeyi ifade
eden”Rab; yani herbir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün
eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını kemal-i in-
tizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin
etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o
nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi
muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette
onlara yardım eden ve manilerini def’eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın terbi-
yesidir. Evet kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri
gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâliklarının kanununa
imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. Yalnız
bedbaht insanlar müstesna!” (İ.İ.18)
2982- “Evet gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta binler değil, belki mil-
yonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve
tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedvir,
idare ediliyor ki; bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında ve bütün
âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir.
Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz
bir rahmet ve dikkat ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden
bir Rabb-ül Âlemîn’in vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz’î
RÂBITA-İ MEVT 1615
(3:185) ¬ ²Y«W²7~ }«T¬=~«† ¯j²S9 ¬±u6 (39:30) «–YB¬±[«8 ²vZÅ9¬~—« °a¬±[«8 «tÅ9¬~ gibi âyetlerin-
den aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin
menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve
hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor,
kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasav-
vurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vaz geçer. Bu rabıtanın
fevaidi pek çoktur. Hadiste ¬ ~ÅgÅV7~ ¬•¬…_«; «h²6¬†~—h¬C²6«~ -ev kema kal-Yani.
“Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı
ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu
rabıtayı ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz.
Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki akıbeti düşünmek suretinde
müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı
RABİA-İ ADEVİYE 1616
hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale, faraza
lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi
cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir
parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa
gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.”
(L.163) (Bak: Tul-i Emel)
Bir atıf notu:
-Aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye inkılab etmesi, bak: 717, 718 p.lar.
imam kabul ettikten sonra, Haz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’e sebbetmediği
bahanesiyle onu terkedenler için kullanıldığı söylenir. Zeyd b. Ali,
Kûfelilerin biatını aldıktan sonra onbeş bin Kûfeli ile birlikte Hişam b.
Abdülmelik’in Irak Valisi ve âmili olan Yusuf b. es-Sakafi’ye başkaldırmıştı.
Taraflar arasında harp devam ederken Zeyd, adamlarından bazılarının Hz.
Ebu Bekir ile Hz. Ömer’e (R.A.) ta’nettiklerini işitmiş ve onları bu gibi söz-
lerden menetmişti. Bunun üzerine kendisine daha önce biat etmiş olanlar
ondan ayrılmışlardı. Zeyd de onlara hitaben “Rafudtümunî: Beni
terkettiniz” demişti. İşte Zeyd’in onlara bu hitabından dolayı “terkedenler”
manasına “Rafıda” (çoğulu: Ravafıd) Rafizîler denmiştir.
Rafızî kelimesi, Şiîlerin müfrit kısmı olan bu grubun has ismi olmakla
birlikte, Mezhebler Tarihi ve Akaid kitablarında Şiî topluluklarının tamamını
ifade eden umumi bir isim olarak da kullanılmaktadır. (Bak: Şia)
2986- “Meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i
Hem nasılki bir kavunun meselâ her bir çekirdeğinde, o kavun temerküz
ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat elbette odur ki; o kavunu yapar, sonra ilmi-
nin hususi mizaniyle ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği on-
dan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından
başka hiçbir şey, o çekirdeği yapamaz ve yapması muhaldir. Aynen öyle de,
rahmaniyetin tecellisiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir
kavun ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan; elbette en
küçük bir zihayatın hâlikı ve rabbi, bütün zeminin ve kâinatın hâlikı olmak
lâzım gelir.
2991- Elhasıl: Nasılki ihatalı olan fettahiyet hakikatıyla bütün mevcuda-
tın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti beda-
hetle isbat eder. Öyle de herşeyi ihata eden “rahmaniyet” hakikatı dahi, vü-
cuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelen-
leri kemal-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini
unutmaması ve aynı rahmet, her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle
bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir.” (Ş.168)
2992- Bir hadis-i kudsîde ihata-i rahmet şöyle ifade edilir:
(259) |¬A«N«3 |¬B«W²&«‡ ²a«T«A«, Åu«%—« Åi«2 «w<¬gÅ7~ «Ä_«5
Benim rahmetim gazabımı sebkat etti buyurdu.” (İbn-i Mace, Mukad-
dime, 13. Bab, hadis: 189 ve Sahih-i Müslim, 49. Kitab-üt Tevbe, 4. Bab’da
rahmet-i İlahiyenin vüs’atı hakkında bilgi vardır.)
2993- Kur’anda “Rahmet”, “Rahim” ve emsali ifadeler çokça zik-
redildiğinden aşağıda üç not ile iktifa edildi.
-Allah’ın rahmet-i vasiası, herşeyi kaplamıştır: (7:156)
-Allah’ın rahmet-i vasiası olmakla beraber azabı da vardır: (6:147)
-Rahmet-i İlahiyeden ümid kesenler: (29:23) (Bak: Reca)
rek üç ayların sonuncusu. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmağa başladığı oruç ayı,
Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı
mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir. (Bak: Savm, Yevm-i Şek)
“(2:183) ~YX«8~´ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~ _«< Ey iman ile mükellef bulunup da iman etmiş
olanlar, ey âkıl ü baliğ ehl-i iman!
2996- Kur’anda oruç tutmak manasında olan savm, bir kaç âyette zikre-
dilir. Ramazan kelimesi ise bu gelen âyette geçer:
¬–_«5²hS²7~«— >«fZ²7~ «w¬8 ¯ _«X[¬± «" «— ¬‰_ÅXV¬7 >®f; –´~²hT²7~ ¬y[¬4«Ä¬i²9~>¬gÅ7~ «–_«N«8«‡h²Z-«
(2:185) İşte Kur’anda bu âyetle beraber (2:183, 184) âyetleri, Ramazan orucu
hakkında olup pek çok hikmetleri mutazammındır. Şöyle ki:
2997- “Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birin-
cilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır. İşte Ramazan-ı Şe-
rifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insa-
nın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine,
hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
2998- Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerin-
den bir hikmeti şudur ki: Cenab-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet sure-
tinde halkettiği ve bütün enva-ı nimeti, o sofrada ²`¬K«B²E«< « b²[«& ²w¬8 (65:3)
bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle kemal-i rububiyetini ve Rahmaniyet ve
Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab
dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor.
Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer.
Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyuru-
nuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri; o şefkatli
ve haşmetli ve külliyetli Rahmaniyete karşı vüs’atli ve azametli ve intizamlı
bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i ke-
ramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?...
2999- Ramazan-ı Şerif’teki oruç; hakiki ve halis, azametli ve umumi bir
şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan in-
sanların çoğu hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini
derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara-hususan zengin
olsa-ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ek-
mek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna
kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan ta en fukaraya kadar herkes Rama-
zan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar
olur.
3000- Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle: “O nimetler
benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim; demek başka-
RAHMANİYYET 1622
sının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum” diye nimeti nimet bilir.
Bir şükr-ü manevî eder. İşte bu suretle oruç çok cihetlerle hakiki vazife-i in-
saniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
3001- Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetle-
rinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette
halkedilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muave-
netine davet ediyor. Halbuki zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve aç-
lıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest
çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate
ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcin-
sine şefkat ise, şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, ken-
dinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer
nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete
mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünkü
hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor...
3002- Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane
muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerin-
den birisi şudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki
hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek
istemez. Hem ne kadar zaif ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulundu-
ğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez.
Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder
gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet
ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini
kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlikını unutur. Hem netice-i hayatını ve ha-
yat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve
aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesin-
deki ihtiyacını anlar. Zaif vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne
derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin
fir’avunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir
arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır.
Eğer gaflet kalbini bozmamış ise.” (M.398-401)
3003- “Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki
çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilaç nev’inden
maddî ve manevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki; insanın nefsi ye-
mek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe; hem şahsın maddî haya-
RAHMANİYYET 1623
tına tıbben zarar verdiği gibi, hem helal haram demeyip rastgelen şeye sal-
dırmak, adeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek o
nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o in-
sana biner.
Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır. Riyazete çalışır
ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zaif mideye de hazımdan evvel, yemek
yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla he-
lali terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve Şeriattan gelen emri
dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı manevîyeyi bozmamağa çalışır.
3004- Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur.
Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı
Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müd-
det-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek beşe-
rin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilacı oruçtur.
3005- Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâka-
dar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zama-
nında tatil-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi
ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bıra-
kır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve
dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder.
Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondardır ki; eskiden beri çok ehl-i
velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o
fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat o fabrikanın süflî eğlencelerine
bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, na-
zarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerif’te mü’minler
derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyor-
lar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok
terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar masu-
mane gülüyorlar.
3006- Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum
rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki
hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor,
fir’avunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse o damar onda
kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan
doğruya nefsin fir’avunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fak-
rını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
RAHMANİYYET 1624
3007- Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben
neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Ce-
hennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi
azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş. Yani aç
bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş:
i¬%_«Q²7~ «¾f²A«2_«9«~«— v[¬&Åh7~ |¬±"«‡ «a²9«~ (260) Yani “Sen benim Rabb-i Rahimimsin,
(2:185) –´~²hT²7~ ¬y[¬4 «Ä¬i²9~ >¬gÅ7~ «–_«N«8«‡ h²Z-« âyetini nurani, parlak bir tarzda
gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın
sair efradları, bazıları huşu ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine
okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına
tabi olup, yemek-içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise
ve o mesciddeki cemaatın manevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de: Ra-
mazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i
İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.” (M.401)
3015- RECA š_%‡ : Emel, ümit, yalvarmak. *Canib, taraf. *İstek, arzu,
dilek. (Bak: Havf ve Reca, Ye’s)
3016- Kur’an (25:21) âyetinin tefsirinde şu bilgi veriliyor: “Reca, meş-
hurda emel (arzu) demektir. Ekser lügaviyyun birini diğeriyle tefsir etmişler-
dir. Maamafih aralarında ince fark gösterenler de vardır. ibn-i Hilal’in
Furuk’unda: “Emel, müstemirr bir recadır. Onun için bir şeye nazar,
müstemirr olup uzayınca “teemmül etti” denilir. Bir de emel, mümkinde ve
muhalde olur. Reca ise mümkine mahsustur.” denilmiş. Misbah’ta da der ki:
Emel ye’sin zıddıdır. Ve ekser isti’mali, husulü baid olandadır. Tama’, husulü
karib olanda olur. Reca ise, emel ile tama’ arasındadır. Çünkü reca eden
me’mülünün hasıl olmamasından korkar, bu itibarla tama’ ma’nasında kulla-
nılır. Reca nefiy halinde bazan havf manasını da ifade eder ki, buna lügat-ı
göre, arzu etmezler; tahkika göre de ümid etmezler demek oluyor ki burada
en münasib olan da budur.” (E.T.3579)
3017- Kur’anda tekrar edilen “ (2:21) «–YTÅB«# ²vUÅV«Q«7 Ô Åu«Q«7 kelimesi ümid
ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana, -hakikatiyle- Cenab-ı Hak hakkında
istimal edilemez. Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir. Veya
muhatablara veyahut sami’ ve müşahidlere isnad edilecektir. Mana-yı meca-
ziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tesvir edilir: Nasılki bir in-
san bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını
ümid eder. Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı Hak, insanlara kemal için bir
istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla Cenab-ı
Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, denilebilir. Bu
teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de
neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret
vardır.
3018- Reca manasının muhatablara atfedilmesi şöyle izah edilir:
Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı
reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad et-
memelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca manası, sami’ ve
müşahidlere göre olursa öyle te’vil edilecektir:
REFORM 1628
Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek. (Bak: Şühur-u Selase)
3026- RESM v,‡ : (Resim) Yazma, çizme, desen. *Eser, iz, nişan,
alâmet. *Suret. *Tertib. Tarz, üslûb. *Fotoğraf resmi. *Âdet, usûl, tavır, dav-
ranış. *Alay, merasim. *Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif. (Bak: Su-
ret)
3027- RESUL ÄY,‡ : Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile
bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gön-
derilmiş olan zat. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip ken-
dinden evvelki Resulün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirse, ona Nebi de-
nir.*Haberci. *Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu
gibi bir başkasına bildiren kimse. *Elçi. (Bak: Nübüvvet)
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’anda “Resul” kelimelerinin geçtiği âyetleri
bir hizb şeklinde cem’etmiştir. *Hizb-ü Elfaz-ır Resul” namındaki bu hizb,
İstanbul’da Envar Neşriyat tarafından neşredilmiştir.
memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü’min, Allah emrettiği için ve
emrettiği gibi yapmak gayretinde olursa, rıza-i İlahîyi kazanır ki, mü’min için
çok yüksek bir derecedir. (Bak: İhlas)
Evet”rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir ma-
kamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmün-
dedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o tevec-
RIZA-İ İLAHÎ 1631
3033- RIZK »ˆ‡ : Yiyip içecek şey. Maddi, manevî ihtiyaca lâzım olan
nimet. Allah’ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.
(Bak: Hırs, Ni’met, Şükr)
3033/1- Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden
çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülasaten şöyle ifade eder:
“Maişet için tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticaret-
tir.” (Mün.32)
Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmi-
hali’nde şöyle izah edilir:
“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvela cihad yoludur.
Sonra ticarettir, sonra ziraattır. Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir.
Daha sonra da san’attır...”
RIZK 1633
¬}«N<¬h«S²7~ «f²Q«" °}«N<¬h«4 ¬Ä«Ÿ«E²7~ ¬`²K«6 `«V«0 Yani: Helâl kazanç talebinde
bulunmak, farzdan sonra farzdır. (R. E. 312 ve K.H. 1671, 1929)
Âhirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa,
sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar
ve iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak: R.E. 59/15,
105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâ-
kalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî
menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahib olacakları devrede zuhur ede-
ceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik,
derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine se-
bebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719, 720.p.lar.)
Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen
bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür.
Bediüzzaman Hz. bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:
“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki; müslümanlar dünyayı
sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muh-
taçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar. Zannın yanlıştır, tahminin
hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki
4 Yani sefahet ve asrîliği terk ile meşru dairede yaşayanlar için, bu kazancın günahı ve sevabı
olmuyor demektir. Fakat 3033/3.p.da anlatılan şekilde olsa, bir nevi ibadet olur. (Bak:
2793.p.) (Hazırlayanlar)
RIZK 1635
Halbuki baki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer
sende zerre miktar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü him-
metten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bakiyeye yardım eden azlara
imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen,
şeytana arkadaş olursun.
İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teş-
vik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edil-
mez. Belki mesailerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve
teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i
kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L.122)
Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’anın
hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de
küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders
verir. Bu itibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre ba-
kılmalıdır. Meselâ ekseriyetin dünyevî ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir ce-
miyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen
kâmil bir İslâm cemiyetinde ise-şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla-teknik te-
rakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terak-
kiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, ma-
kamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan
bazı nümuneler aşağıda dercedildi.
müstefad olan meyelan-ı sa’y ve ¬yÁV7~ `[¬A«& `¬,_«U²7«~ olan ferman-ı Nebevî-
den müstefad olan şevk-i kesb; bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk
de söndü. Zira i’lâ-yı Kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye müte-
vakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya ?«h'¬ ´ ²~ }«2«‡²i«8 «|¬; b²[«& ²w¬8 cihetiyle
RIZK 1636
Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve «‰_ÅX7~ p«S²X«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ h²[«' hikmetini
anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kır-
dılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün.38)
3033/7- Terakkiye ait bir başka misal:
“Madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini
vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlaya-
cak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o
noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i ve-
lâyet misillû, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm ni’metten istifade edebilirsi-
niz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalı-
şınız ki, ruy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri
size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
y¬ ¬5²ˆ¬‡ ²w¬8 ~YV6—« _«Z¬A¬6_«X«8 |¬4 ~YL²8_«4 ® Y7«† «Œ²‡« ²~ vU«7 «u«Q«% >¬gÅ7~ «Y;
¬‡YLÇX7~ ¬y²[«7¬~«— (67:15) deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (S.257)
3033/8- Bediüüzzaman Hz.nin terakkiyata dair buna benzer pek çok
beyanları vardır. Fakat, insanlar salih olmazlarsa, maddî ve teknik imkanlarla
zulüm ve sefahete girdikleri; fakir olunca da derd-i maişette boğuldukları,
dinde haber verildiği gibi, bilmüşahede de görülmektedir. Bunun için
Bediüzzaman Hz. yine dinin haber verdiği üzere, evvela insanların iman-ı
kâmil ve sâlih olmalarını birinci derecede ele alarak tahkikî iman ve takvada
tahşidat yapmış; dünya hayatını âhirete tercih ettiren ve sefahete iten bu
asrın fitnesinden daima ikaz etmiş ve önceki parağrafta nümunesini
gördüğümüz gibi İkinci Meşrutiyette terakkiyata teşvik ederken daha
sonraları bu teşvikten vazgeçip inzivaya çekilmiştir. (Bak: 2284-2288.p.lar)
RIZK 1637
insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanıma; hem
de vücud ve kevn ve vakide olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi
tasdik ettiği olan şu âyetlerine bak:
3033/10- “ –~«Y²[«E7²~«|¬Z«7 «?«h¬'« ²~«‡~Åf7~ Å–¬~—« °`¬Q«7«— °Y²Z«7 Å É~ _«[²9Çf7~ ?_«[«E²7~ ¬˜¬g;_«8—«
İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten
ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolcu-
luğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından veril-
miştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye
sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu
hayat-ı bakiyeye sarfetmek gerektir.” (M.N.223)
RIZK 1639
vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölü-
mün inkârıyla ve her gün Ês«& ²Y«W²7«~ davasını, cenazelerinin mührüyle imza
edip tasdik eden otuzbin şâhidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.
Madem manevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o
vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve ber-
zah zulümatında kalbin ceb feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan
imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (L.173)
“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve
karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık
haps-i münferidinden kurtulmağa çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve ça-
resiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük
bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde
kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsiz-
dir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye
ise, herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve
kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş.340)
3033/13- Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve hârika
keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, ha-
kiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:
“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse;
o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle
pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur ki:
Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir
misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik
etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Hal-
buki siz ekseriyet itibarıyla şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i naza-
rında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret,
sizde görülüyor. Öyle ise; hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üze-
rine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir
ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı
âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet
teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içi-
nizde varsa; o hassas zatlara şu remz ve işarât-ı Kur’aniye -sa’ye teşvik ve
san’atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.” (S.266) (Bak: Terakki)
“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusu-
run meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meş-
RIZK 1641
Meselâ: Koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini
onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli ka-
nunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve
fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf
ihtimalini kat’i bir surette red ve bir Rezzak-ı Alîm-i Rahim’in şefkatli düstu-
ruyla olduğunu gayet kat’i gösteriyor. Bu iki cüz’î misale bütün zihayat, ziruh
kıyas edilsin.
Demek hakikatta hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese
göre bir taayyün içinde mukadderat defterinde kaydedilmiştir. Fakat gayet
mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve mübhem ve
gayr-ı muayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor.
Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsa idi; yarı ömür gaflet-i
mutlakada ve âhirete çalışmamakla zayi olup, yarı ömürden sonra hergün
ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp eceldeki
musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hatta
dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış.
Rızık ise; hayattan sonra ni’metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve
hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem’iyetli
bir madeni olmasından, suret-i zahirede mübhem ve tesadüfe bağlı gibi
gösterilmiş. Ta her vakit Rezzak-ı Kerim’in dergahına iltica ve rica ve yal-
varmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa
muayyen olsa idi, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane
ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.” (Ş.649)
3038- Hem “(29:60) v² 6_Å<¬~—« _«Z5ˆI² «< yÁV7«~ _«Z«5²ˆ¬‡u¬W²E«# « ¯}Å"~«… ²w¬8 ²w¬±<«_«6—«
(51:58) ¬w[¬B«W²7~ ¬?ÅYT²7~—† »~ňÅh7~«Y; «yÁV7~ Å–¬~ âyetlerinin sırrınca: Rızık, doğrudan
doğruya Kadir-i Zülcelal’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir
zihayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek, ol-
mamak lâzım gelir. Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok gö-
rünüyor. Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî
hakikattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünki o Hakîm-i Zülcelal,
zihayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı
suretinde iddihar eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir
kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten
rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bu-
lundurur.
RIZK 1643
3039- İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. De-
mek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki su-i ihtiyardan tevellüd eden bir
âdet ve o su-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyor-
lar. Evet zihayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızık-ı fıtrî,
hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın
veya bir istiğrak-ı ruhani neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedid bir
inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle,
hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç-şimdi otuzdokuz-sene evvel
gazeteler yazmışlar. Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî
devam ediyor ve madem Rezzak ismi gayet geniş bir surette ruy-i zeminde
cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve
odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer su-i istiyariyle
müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zihayatın
imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise açlıktan
ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki
“Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, su-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i
âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise: Aç-
lıktan ölmek olmaz, denilebilir. Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, ikti-
dar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Meselâ: Daha dünyaya gelmeden
evvel bir yavru, rahm-i maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum
olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette
rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir de-
rece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak ka-
dar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay
ve en latif bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına
veriliyor. Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve
güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmağa başlar. O memeler çeşmeleri
kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib
etmiye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerim, peder ve validesinin şefkat ve
merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor. Her ne vakit ikti-
dar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz.
Rızık yerinde durur. Der: “Gel beni ara bul ve al!” Demek rızık, iktidar ve
ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Hatta çok risalelerde beyan etmişiz ki: En
ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.”
(L.62-64)
3040- Hem “(11:6) _«Z5²ˆ¬‡ ¬yÁV7~ |«V«2 Å ¬~ ¬Œ²‡« ²~|¬4 ¯}Å"~«… ²w¬8_«8 «— sarahatıy-
la; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd
ediyor. Evet, rızık ikidir:
RIZK 1644
Çünki _«;¬‡²f«T¬" ‡Åf«T# «?«‡—hÅN7~ Å–¬~ (261) sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle
zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar etten
tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç
adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” (L.142)
3042- Hem “şimdi malda ve rızıkta hileler ile, su’-i istimal ile, rüşvetle
çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahib olmadığı ve on
adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade
edenlerden beş-altısı; ya zulüm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle
rahmete istihkakını kaybediyor.” (E.L.I33)
3043- “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı
Haktır; O hem Rahim, hem Kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek dere-
cesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu
dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereket-
siz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divanelik-
tir.
Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı
satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mu-
kabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs
ile, gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.
Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin mü-
nafıkları, sizi insaniyetin şu zaif damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; ge-
çen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bü-
tün kuvvetimle te’min ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin ha-
yatınızı idame ve rızkınızı te’min eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru
para, sizden ona mukabil binkat fazla fiat istiyecek. Hem her saati size ebedî
bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye sed çekebilir veya fütur verir.
Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini doldura-
maz.” (M.418) (Bak: 990.p.)
3044- Hem “rızık-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen
verildiğine delil-i kat’i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir cana-
varların dîk-ı maişeti; hem zekavetsiz balıkların semizliği ve zekavetli, hileli
tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve
ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o
derece derd-i maişete mübtela olur.” (S.64)
3045- Kur’anda rızıkla alâkalı çok âyetler vardır. Ezcümle aşağıdaki
(51:56-58) âyetlerindeki mana inceliği hakkında Bediüzzaman Hazretleri bazı
mühim vecihlerini şöyle beyan ediyor:
3046- İkinci Vecih: insan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak
bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için
âyet-i kerime diyor ki:
“Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir.
Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahluka-
tım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın
rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratıl-
mamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını
ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” Eğer bu
mana olmazsa, Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti be-
dihi ve malum olduğundan, i’lam-ı malum kabilinden olur. İlm-i belagatta
bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malum ve bedihi ise, o mana
murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Meselâ, sen birisine desen:
“Sen hâfızsın.” O malumunu i’lam kabilinden olur. Demek maksud manası
budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için
ona bildiriyorum.
İşte bu kaideye binaen âyet, Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am et-
meyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını
taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız.
Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi
ibadettir.”
3047- Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasılki (112:3) ²f«7Y< ²v«7«— ²f¬V«< ²v«7
zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır.
Yani: “Valide ve veledi bulunanlar İlah olamazlar” manasında ve Hazret-i
İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların
uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın,
²f«7Y< ²v«7—« ²f¬V«< ²v«7 -gayet bedihi ve malum- hükmettiği gibi, aynen onun gibi; bu
misalimizde de “rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, İlah ve Mabud olamazlar”
manasında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez
ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve
it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller demektir.” (L.268)
3048- Elhasıl: Herbir canlının varlığı ve hayatiyetinin devamı ve mukad-
der kemalatına vasıl olması için muhtaç olduğu -maddî ve manevî- her türlü
RIZK 1647
ihtiyaçları demek olan rızkı, Allah’dan başka hiçbir kimsenin vermeğe ikti-
darı olmaz. Ancak şu cihet var ki:
Allah’ın halkettiği sayısız ni’metlerin kıymetlerinin bilinmesi ve hamd ve
şükür etmek vazifesinin unutulmaması gibi pekçok hikmetler için, rızkın
elde edilmesini Cenab-ı Hak zahiren sebeblere bağlamış ve o sebeblere göre
lâzım gelen çalışmaya insanları mükellef kılmış ve onları, çalışmadan fıtrî bir
tarzda rızıklandırdığı ana karnındaki yavrular veya ağaçlar gibi rızıklandır-
mamıştır. Eğer hayat için gerekli bir nimet olan güneşin, belli vakitlerde
doğup batması gibi, insanların diğer rızıkları dahi öylesine muayyen olarak
verilse idi veya her an muhtaç olduğumuz hava gibi gayet bol olsa idi, şimdi
nasıl ki büyük bir ni’met olan güneşin doğması için Cenab-ı Hakk’a dua ve
iltica etmek ve doğduğu zaman şükretmek çok defa yapılmadığı gibi, bu
ni’metlere karşı dahi vazife-i asliye olan hamd ve şükrü ve Cenab-ı Hakk’a
ilticayı ekser halk çok kere unutmuş, gaflet ve isyana dalmış olurlardı.
Evet š_«L«<_«8 ¯‡«f«T¬" Ĭ±i«X< ²w¬U«7«— ¬Œ²‡« ²~|¬4 ²Y«R«A«7 ¬˜¬…_«A¬Q¬7 «»²ˆ¬±h7~ yÁV7~ «n«K«" ²Y«7«—
(42:27) gibi âyetlerden anlaşılıyor ki; eğer rızık -havanın her yeri kapladığı
gibi- bol verilseydi, insanlar şükrü unutup isyana dalacaklardı. Kur’an
müteaddid âyetlerde de bu hakikatleri mükerreren bildirir.
Bir atıf notu:
-Lüks ve konforlu hayatın gaflet verdiğine dair bir âyetin işareti, bak: 2289.p.
3049- Rızkın insalar arasında müsavi olmaması ve zengin fakir sınıfları-
nın bulunması da hikmetlidir. Zira iyilik eden ve edilenler arasındaki beşerî
hayat ve iş münasebetlerinde adalet, şefkat, muhabbet, hürmet ve itaat gibi
seciyeler, bu iki sınıfın bulunması ile tezahür edebilir. Eğer zengin fakir sı-
nıfları bulunmasaydı, beşerin mezkûr yüksek seciyeleri tahakkuk etmezdi.
Meselâ acınacak kimseler olmazsa, acıyan da olamaz. O halde şefkat hissinin
ortaya çıkıp bilinmesi elbette mümkün olmazdı ve hakeza... Âlemde büyük
ölçüde hakaik-i nisbiye hükümrandır.
Nitekim, bu hakikat Kur’anda (43: 32) âyetinde pek derin ve küllî mana-
sıyla ifade ediliyor.
Ancak şu cihet var ki; sebebler arasında hükmünü icra eden hikmet-i
İlahiyenin mezkûr tecellisini idrak etmek, ancak iman şuuru ile olur. Yoksa
maddî sebebler içinde boğulan insan aklı, bu hakikatları idraktan âcizdir. 34.
Surenin 36. âyeti ve 39. Surenin 52. âyeti derin ve küllî manasıyla bu hakikatı
da ders veriyor.
RİBA 1648
3051- RİBA š_"‡ : (Faiz) Kelime manasıyla bir şeyin artması, çoğal-
ması. *Muamelede meşru miktardan tecavüz. *Verilen borç para veya mal
karşılığında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hasıl olan haram ka-
zanç. *Fıkıhta: Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı, aynı cinsten daha fazla
olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin veya veresiye değiştirmektir.
“Riba bir akid zımnında olur. Bir akidde cins ve miktarı müttehid iki mal
birbirine tekabül ettirilerek mübadele edilmiş olduğu halde, arada bir tarafa
bedelsiz bir fazla tahakkuk etti mi, işte bu bir ribadır ki, bedelli olmak üzere
verildiği halde karşılığı yoktur. Meselâ, birine bedelini bilahare almak üzere
karzan on lira verdiniz. Bir müddet sonra on lira yerine, on lira on kuruş ge-
tirip verirse, bu on kuruş açıktan, bedelsiz verilmiş bir ziyadedir. İşte âyet
nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nukud ikrazı ile riba, devr-i cahi-
liye Arablarında ma’ruf idi. Biri diğerine bir va’de ile altın veya gümüş bir
miktar para ikraz eder ve o müddet için miktar-ı istikraza, aralarındaki tera-
ziye (yani, karşılıklı rızaya) göre bir miktar ziyade de şart eylerdi. Her hangi
bir borçta va’de hulul ettiği zaman, borçlu borcunu veremezse alacaklısına
“veremiyeceğim, irba et, yani arttır” derdi. Yine bir miktar daha riba
RİBA 1649
Para ile her cins mal mübadele edilebildiğinden, para ile mal mübadelesi,
farklı cins mal mübadelesi gibidir. Bu sebeple de para ile mal mübadelesi,
peşin veya veresiye, meşru ve helaldir.
Demek oluyor ki, fıkıhta yazılı olan şartlara göre, faize girmemek için
ağırlık, hacim, cins ve zaman unsurları bakımından eşitlik bulunan eşyanın
satılması, alınması ve mübadelesi zaten mevzu-u bahs olmadığına göre (zira
veren veya alana göre alış-verişi gerektirecek hiç bir farklılık yoktur), şeriat-
taki bu kaidelerin elbette başka hikmeti olsa gerektir. Beşerin iktisad hayatı-
nın seyrini de göz önünde bulundurarak, o hikmet veya hikmetlerin bir
hakikatı şu olsa gerektir diyoruz:
Beşer hayatındaki temel ihtiyaçlar, müstahsilin istihsaline dayanır. İstihsal
ise, başlıca ziraat ile san’ata istinad eder.
Bu istihsalin tevzii de ticarî faaliyetler ile te’min edilir. Ticaretin esası da,
istihsalin ihtiyaç mahallerine nakli ile mübadelesidir. Bu mübadelede sonra-
ları kolaylık sağlamak için para, bir ölçü olarak kabul edilmiş ise de, istihsal
maddelerinin mübadelesinde tam adalet ve müsavatın tesbit edilebilmesi için
muayyen ve sabit hattâ fıtrî ölçüye ihtiyaç vardır. Bu da ancak keylî ve veznî
yani ölçekle ölçmek veya tartmak ile olur. Zira eşyada aslen hacim ve ağırlık,
iki vasf-ı sabittir. Diğer değerlendirmeler izafillik ifade ederler ve sabitiyetleri
yoktur.
Şu halde taraflar arasındaki mübadelatta keylen veya veznen müsavi olan
aynı cins meta’ aynı zamanda mübadele edilirse müsavat tesbit edilmiş olur.
Aksi halde yani bu üç şart dışında riba meselesi yani, bir tarafta karşılığı ol-
mayan fazlalık ortaya girer. Amma ayrı cins meta’ ise, arz ve talebin derece-
sine göre ve pazarlık sistemiyle yapılan izafi değerlendirmeler olup (para ile
değilse peşin olması şartıyla) mübah olan bey’ u şira sınıfına girer.
3052- “Riba; altın ve gümüş gibi mevzunattan, yani tartılan şeyler ile,
buğday, arpa, hurma, kuru üzüm gibi mekîlattan bulunan, yani ölçü ile alınıp
verilen şeylerde cereyan eder..
Riba, Malikîlere göre yalnız altın ve gümüş ile maişeti temin edip “kut-
erzak” denilen şeylerde caridir. Şafiîlere göre de yalnız altın ve gümüş ile
mat’umattan olan şeylerde caridir.
3053- Riba, iki nevidir: Riba-i fazl, riba-i nesie. Riba-i fazl; tartılan veya
ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi mukabilinde peşin olarak ziyadesiyle sa-
tılması halinde vücuda gelir.
RİBA 1651
Binaenaleyh altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi
cinsiyle derhal mübadele edilecek olsa mikdarları müsavi olmak icab eder.
Birinin mikdarı biraz fazla olunca bu, bir riba olmuş olur ki, haramdır,
indallah cezası çok büyüktür. Velev ki aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan
bir kısmı san’at itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı a’lâ, diğeri edna bulun-
sun.
Altın ile gümüş san’at itibariyle veya sikke halinde bulunmakla veznî ol-
maktan çıkmış olmaz. Çünkü bunların veznî = tartılır şeylerden olmaları,
nass-ı şer’î ile sabittir. Meselâ on miskal altın, yine on miskal mukabilinde
peşin olarak satılabilir. Fakat onbir miskal mukabilinde satılamaz. Bu bir
miskal fazla olduğundan riba olmuş olur.
Kezalik on kile buğday, on kile buğday mukabilinde peşin olarak satıla-
bilir. Fakat dokuz veya onbir kile buğday mukabilinde satılamaz. Ziyade
miktar ribadır.
Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan ribevî mallardan herbirini
ya tamamen veya kısmen kendi cinsinin gayriyle mübadele etmelidir.
Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş mukabilinde ve on kile buğ-
day onbeş kile arpa mukabilinde peşin olarak mübadele edilebilir. Kezalik on
miskal altın dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem gümüş mukabilinde ve on
kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa mukabilinde peşin ola-
rak değiştirilebilir.
3054- Riba-i nesieye gelince; bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri
mukabilinde veresiye olarak mübadele etmektir. Velev ki miktarları müsavi
olsun, bu da haramdır.
Meselâ; on dirhem gümüş veya bu dirhemdeki gümüş para, yine on dir-
hem gümüş veya gümüş sikke mukabilinde veresiye olarak satılamaz. Çünki
bunların cinsleri ve miktarları birdir. Biri peşin diğeri veresiyedir. Bu suretle
aralarında bir fark vardır. Binaenaleyh bu bir ribadır, bir günahtır.
Kezalik elde edilen bir kile buğday ile bilahare harman zamanında verile-
cek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar a’lâ ve edna olmak itibariyle
mütefavit bulunsunlar, bulunmasınlar müsavidir. Çünki cinsleri, miktarları
müttehiddir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri veresiyedir. Veresiye ise
peşine tekabül edemez. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.
Mevzunattan olan şeyler, cinsleri muhtelif olsa da birbirleriyle mübadele
edilemez. Meselâ; şu kadar kilo demir mukabilinde o kadar kilo bakır vere-
siye satılamaz. Çünkü bunlar veznî olmak itibariyle müttehittirler.
RİBA 1652
Kezalik şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa ile veya tuz mukabilinde
veresiye olarak satılamaz. Zira bunlar da keylî olmakta müttehittirler.
Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki:
Nakit paralar mukabilinde nakit cinsinden olmamak üzere tartılan ve öl-
çülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi veresiye olarak da alınabilir.
Çünkü alış-veriş hakkında buna ihtiyaç vardır.” (B.İ.İ.422)
3055- Kur’an ve hadislerde ribanın haramiyeti hakkında pek çok beyan-
lar vardır. Bu hükümler, çok hikmetler ve maslahatları camidir.
Meselâ:
3059- RİSALE-İ NUR ‡Y9 ¬šy7_,‡ : Nur risalesi (Bak: Nur). Kur’anın
i’caz-ı manevîsinin tefsiri olup, Bediüzzaman Said Nursî hazretleri tarafın-
dan 1920-1960 seneleri arasında telif edilmiş olan eserlerin ismidir. (Bak:
Bediüzzaman)
Risale-i Nur isminin verilişi eserlerinde şöyle ifade edilir: “Kur’an-ı Ke-
rim’in feyzinden kalbime doğan füyuzatı yanımdaki kimselere yazdırarak
birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına Risale-i
Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edildiği için bu isim
vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün imanımla ka-
niim.” (Ş.496)
Bir atıf notu:
-Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin bir izahı, bak: 2897/1.p.
3059/1- Risale-i Nur’un Barla’da başlayan te’lifi ve o devrin çok ağır ta-
hakküm ve istibdadı, Bediüzzaman Hz.nin Tarihçe-i Hayatı’nda şöyle beyan
ve tasvir ediliyor:
“Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatı-
nın te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, Millet-i İslâmiyenin
hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalalet ve dinsizlik cere-
yanına karşı, Kur’andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulu’
ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u
Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm Milletinin
RİSALE-İ NUR 1655
“Madem Arabîce 64’e girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur te-
kemmül etmiş olur. Eğer Rumi tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok
mühim yerde yazılmayan ve te’hir edilen risaleler kalmış. Meselâ: “Otuzuncu
Mektub” ve “Otuzikinci Mektub” ve “Otuzikinci Lem’a”lar gibi ehemmi-
yetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in en mühim
eseri ve Risale-i Nur’un fatihası, Arabî ve matbu olan İşarat-ül İ’caz tefsiri,
Otuzuncu Mektub olacak ve olmuş. Eski Said’in en son te’lifi ve yirmi gün
ramazanda te’lif edilen, kendi kendine manzum gelen “Lemaat Risalesi”,
Otuzikinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derece-
sinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre,
Hubab, Zühre, Şu’le ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua
“Otuzüçüncü Lem’a” olması ihtar edildi: Hem “Meyve” “Onbirinci Şua”
olduğu gibi, “Denizli Müdafaanamesi” de, “Onikinci Şua” ve hapiste ve
sonra “Küçük Mektuplar Mecmuası” “Onüçüncü Şuâ” olması ihtar edildi.
Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum.” (E.L.I. 42)
3061- Bediüzzaman Hazretlerinin 1928 harf inkılabına kadar olan
te’lifatının büyük çoğunluğu, o zamanki matbaalarda basılarak neşredilmiştir.
Sonraki te’lifatının ekseriyeti de, yeni harflerle 1957’den beri matbaalarda
basılarak neşredilmektedir. Bu eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir
kısmı da cep kitapları şeklindedir. Ciltli kitap halinde olanlar şunlardır: Söz-
ler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası, Emir-
dağ Lahikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye.
Son ikisinin aslı Arabça olup, kardeşi Abdülmecid Efendi tarafından ya-
pılmış tercümeleri neşredilmektedir. Bir de Bediüzzaman Hazretlerinin ha-
yatına dair yakın talebeleri tarafından yazılmış Tarihçe-i Hayat eseri bu me-
yanda zikredilebilir. Bu ciltli kitaplardan alınarak tertib edilen ciltli iki kitap
daha vardır: Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî.
Küçük cepkitabı olarak neşredilen ve ciltli kitaplardan alınmamış eserleri
ise şunlardır: Hutbe-i Şamiye, iki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi,
Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur
Âleminin Bir Anahtarı.
3062- Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil olarak neşredi-
len bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiştir. Tesbit edebildikle-
rimiz şunlardır:
RİSALE-İ NUR 1660
Türkçe Risaleler
Âyet-i Feth Risalesi, Mihhac-üs Sünne Risalesi,
Âyet-i Hasbiye Risalesi, Mirkat-üs Sünne Risalesi,
Âyet-ül Kübra Risalesi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi,
Bismillah Risalesi, Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,
Elhüccet-üz Zehra Risalesi, Muhakemat Risalesi,
Es’ile-i Sitte Risalesi, Müdafaat Risalesi,
Esma-i Sitte Risalesi, Münacat Risalesi,
Fihriste Risalesi, Münazarat Risalesi,
Hakikat Çekirdekleri Risalesi, Nokta Risalesi,
Hastalar Risalesi, Notalar Risalesi,
Haşir Risalesi, Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,
Hikmet-ül İstiaze Risalesi, Nurun İlk Kapısı Risalesi,
Hutbe-i Şamiye Risalesi, Nübüvvet-i Ahmediye Risalesi,
Hutuvat-ı Sitte Risalesi, Pencereler Risalesi,
Hücumat-ı Sitte Risalesi, Ramazan Risalesi,
İçtihad Risalesi, Rumuzat-ı Semaniye Risalesi,
İhlas Risaleleri, Sünuhat Risalesi,
İhtiyarlar Risalesi, Şakk-ı Kamer Risalesi,
İktisad Risalesi, Şefkat Tokatları Risalesi,
İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, Şuaat-ı Marifet-in Nebi Risalesi,
İşarat-ı Seb’a Risalesi, Şükür Risalesi,
İşarat-ı Selase Risalesi, Tabiat Risalesi,
Kader Risalesi, Telvihat-ı Tis’a Risalesi,
Keramet-i Aleviye Risalesi; Tesettür Risalesi,
Lemeat Risalesi, Uhuvvet Risalesi,
Meyve Risalesi, Zerrat Risalesi.
Mi’rac Risalesi,
Arabî Risaleler: Habbe, Hubab (Habab), İşarat-ül İ’caz, Katre, Kızıl
İcaz, Lasiyyemalar (El-lasiyyemat), Lem’alar (El-lemeat), Reşhalar (Eş-
reşahat), Şemme, Şu’le, Ta’likat, Zerre, Zühre (Zehre).
RİSALE-İ NUR 1661
²a«W¬±W# h²[«F²7~ _«Z¬" _«Z[¬9_«Q«8 ²s¬±T«&—« _«ZÅ.~«Y«' ²p«W²%_«4 ¬‡YÇX7~ ¿—h& «t²V¬#—«
(*)
Yani: “İşte Risale-i Nur’un sözleri, hurufları ki onlara işaretler eyledik. Sen
onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet
onlarla tamam olur.” der. “Hurufların manalarını tahkik et” karinesiyle, ma-
nayı ifade etmiyen hecaî harfler murad olmayıp, belki “kelimeler” manasın-
bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerle-
rinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş.
Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde,
bana verilen Bediüzzaman lakabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un ma-
nevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi
o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş. Demek Süryanice bedi’ mana-
sında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi, işarî
bir tarzda bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i
Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine münasebet-
tarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin
müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına...
tahmin ediyorum.” (Ş.747)
3067/1- Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un bu ulvi meziyet ve hu-
susiyetini, İmam-ı Rabbani Hz.nin bir beyanını naklederek şöyle ifade eder:
“O İman, ders verirken diyordu:
“Bütün tarikatların en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır.”
ve “Birtek mes’ele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka
müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki:
“Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ülemasından birisi gelecek, bütün hakaik-ı
imaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek” Ben
istiyorum ki, ben o olsam, belki (*) o adamım diye, iman ve tevhid bütün
kemalat-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve
¯}«X«, ¬?«…_«A¬2 ²w¬8 °h²[«' ¯}«2_«, hÇU«S«# (262) düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bu-
lunması ve Nakşi tarikatında hafi zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar
tefekkürün bir nevi olmasıdır.” diye talim ederdi.” (Ş.166)
3068- Bediüzzaman Muhakemat eserinin unsur-u belagat kısmında üslû-
bun ehemmiyetli unsurlarını anlatırken diyor ki:
“Üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusî’nin
sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi...
* Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risale-i Nur'dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur'u
ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde -keşiflerinde- müşahede etmişler; "bir
adam" demişler.
262 K.H. hadis: 1004
RİSALE-İ NUR 1664
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle
yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlıyan ümidlerim, emellerim kop-
maya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanı-
nın yakınlaştığını hissettim. O manevî ve çok derin ve devasız görünen yara-
nın merhemini aradım.” (L.224)
3077- Hem yine” bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame
ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan
bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar.
Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlıyacak alâkalar da yoktu. Genç-
lik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günah-
lar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyliyerek dedim:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalan edip düştüm yola tenha garib
Dide giryan, sine biryan, akıl hayran bîhaber.
O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir tees-
süf ve istimdadkârane bir hasret hissettim.” (L.225)
3078- “İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda,
gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumi’nin dağ-
dağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit;
ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislâmdan, Baş-
kumandandan tut, ta medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir
hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vazi-
yetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dün-
yayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede
görüyordum...” (L.231)
“İstanbul’da bir-iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı
nefsimden kaldırıp âfaka dağıtmış...” (L.236)
3079- Hem yine “bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerin-
den beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i
Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmıyarak, doğrudan doğruya
kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka
ve şedid ve muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz
ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o
bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:
RİSALE-İ NUR 1668
Me’yusane başımı eğdim; birden (3:173) u[¬6«Y²7~ «v²Q¬9—« yÁV7~ _«XA²K«& imda-
dıma geldi, “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum.
Okudukça yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envarın-
dan dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.” (L.253) diyerek o inkişaf
eden hakikatları beyan eder.
3080- Cihan Harbi’nde Rus’un istilasında harabeye dönen Van vilayeti-
nin hazin manzarasından tahassür ve şiddetli teessürlerin verdiği halet-i
ruhiyesine gelen imdad-ı manevîyi ifade ederken de şöyle diyor:
“O yerler boş, harap, halî kalmış diye ağlamaların, Malik-i Hakikisinden
gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve malik tevehhüm etmek
yanlışından ileri geliyor.... Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir haki-
kat kapısı açıldı ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki
bir demir ateşe sokulur; ta yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin.
Öyle de, o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumu-
şattı. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, mezkûr âyetin hakikatiyle, hakaik-ı imaniye-
nin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.” (L.250)
3081- Daha bu misaller “gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki:
Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına
devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse;
elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve
ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.” (M.358) diyen Hz.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’un, insanlık dünyasının ve hele bu asır insanlığı-
nın ıztırabını çektiği manevî dertlerinin devası olduğunu ilan eder. Hülasa,
Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebilmek için, manevî yaralarını his-
sedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emellerine
ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını hissetmez
bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enaniyet, şan ü şeref hırsı ve siyaset
sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anlasalar bile
vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip hakiki istifade edemezler veya çok
noksan ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hz.nin şu ifadeleri şayan-ı dikkattir:
“Bir mevhibe-i ilahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve
huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” (M.70)
RİSALE-İ NUR 1669
“Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir
edemiyor.” (E.L.I.223)
“Evet evet... acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zul-
metler dağılır.” (M.26)
“Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, temelluk, tezellül zul-
metleriyle birleşemiyor.” (L.44)
Bu misaller hayli çoğaltılabilir.
Bir atıf notu:
-Dini tebliğ, ihtiyaç duyanlara yapılır, bak: 3693,3694.p.lar.
3082- Risale-i Nur külliyatının kıymeti ve mümtaz hususiyetleri hakkında
müellifi bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde hayli beyan ve ifa-
deler vardır. Ezcümle:
“Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeyi
hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i
gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde
öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini
itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın
dehasıyla yetişemediği hakaikı; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
3083- Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-ü ihtiyarînin halli için, koca
Sa’d-ı Taftazanî gibi bir alleme; kırk-elli sahifede, meşhur “Mukaddemat-ı
İsna Aşer” namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa
bildirdiği aynı mesaili, Kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın
iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i
inayet olmazsa nedir?
3084- Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keş-
fedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı
Aziimüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı
hayret-nüma, Yirmidördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki
remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikme-
tinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i
kâinatın ve akıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı
hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir. (Bak: 1305.p.)
3085- Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububiyeti; hem nihayet-
siz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatları
RİSALE-İ NUR 1670
kemal-i vuzuh ile Onaltıncı Söz ve Otuzikinci Söz beyan ettikleri gibi, kud-
ret-i ilahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i
a’zamdan umum ziruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay ol-
duğunu ve şirkin hilkat-ı kâinatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıldan
uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki
°h<¬f«5 ¯š²|-« ¬±u6 |«V«2 «Y;—« kelimesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli,
şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
3086- Hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki, en
büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vazi-
yeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir
adamda, o hakaikın ekseriyet-i mutlakası dekaikıyla zuhuru; doğrudan doğ-
ruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir
cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.” (M.372)
Evet “Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ih-
tiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.”
(K.L.210)
3087- “Sözler hakkında tevazu’ suretinde demiyorum; belki bir hakikatı
beyan etmek için derim ki: Sözlerdeki hakaik ve kemalat, benim değil
Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer ayat-ı
Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.
Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim; elbette baki
olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı.
Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmiyen bir eseri, eser sahi-
bini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’anın yıldızla-
rıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itiraza ve tenkidata medar olabilen ve
sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı. Hem madem örf-i nâsda,
bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menba’ı zannettikleri müellifin
etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-ı âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi
kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremiyen şahsi-
yetime mal etmek hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için; risaleler
kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak, Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına
mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımları-
nın hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk
hükmündeyim.” (M.369)
RİSALE-İ NUR 1671
3088- “Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede
hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi
bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat ede-
medi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâ-
zımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i
hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir
hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı
Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir
üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:
“Üstad-ı hakiki Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o
üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke
başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî
mücahedeye mecbur etti.
Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlana Celaleddin
(R.A.) ve imam-ı Rabbani (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i
istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak
gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadiyle
hakikate bir yol bulmuş, girmiş.” (M.N.7) (Bak: 3253.p.)
3089- “Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek mertebeli
velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisse-
lerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğun-
dan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi vela-
yet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifâze eder.
Evet, zahirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikata
geçmektir.
İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lütf-u
İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yüksek ve kısa ta-
rik şudur. Demek hakaik-ı Kur’aniyeden tereşşüh eden Nurlar ve o Nurlara
tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.” (M.356)
(Bak: Velayet-i Kübra)
3090- “Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir.” tekrar
ile dediğimizden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikatı
beyan etmeğe bir ihtar aldım. O hakikat şudur.
RİSALE-İ NUR 1672
Tefsir iki kısımdır: Birisi: Malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve ke-
lime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler.
İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccet-
lerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Za-
hir malum tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat
Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir
tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.” (Ş.515) (Bak: Tef-
sir)
3091- Hem Kur’an (2:129, 151, 269) âyetlerinden istifaza ile “Risale-in
Nur’un müstesna bir hassası, ism-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün
safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Ha-
kem Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi
ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.” (Ş.700)
3092- Hem “Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip,
Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir
senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu
dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp ga-
lebe etmiş.” (M.N.8)
3093- “Evliya divanlarını ve ülemanın kitablarını çok mütalaa eden bir
kısım zatlar taraflarından soruldu: “Risalet-in Nur’un verdiği zevk ve şevk ve
iman ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”
Elcevab: Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ülemanın bir kısım ri-
saleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden
bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum
yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli
ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has
mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu
def’edemiyorlar.
Risalet-in Nur ise, Kur’an’ın bir manevî mu’cizesi olarak imanın esasatını
kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve
parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve
şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi,
ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar..
3094- Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı
ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hare-
ket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin
RİSALE-İ NUR 1673
teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin
değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-ı imaniyeyi kör
gözüne de gösterir.” (K.L.11)
3095- Bu zamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı Risale-i Nur’un
en isabetli ve muvaffakiyetli eserler olduğunu beyan eden Bediüzzaman, bu
sebeble Nurcuların münhasıran Risale-i Nur’la hizmet ettiklerini ifade eder
ve bunu elzem görür.
Ezcümle bir mektubunda şöyle diyor: Bazı kimseler “diyorlar: “Said, ya-
nında başka kitabları bulundurmuyor. Demek onları beğenmiyor. Ve İmam-ı
Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte bu
acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan, perde al-
tında ehl-i zendekadır; fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki: “Haşa, yüz defa haşa!... Risale-i Nur ve şakirdleri,
Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan yegâne üs-
tadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği
mesleği ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.
3096- Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hücumu, erkân-ı
imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allame ve müçtehid zatların asırla-
rına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç
elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden; Ri-
sale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam
düşmanların başını dağıtacak silahları bulduğu için, o mübarek ve kudsi zat-
ların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünki umum onların merci’leri ve
menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad
olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyo-
ruz ki, o nurani eserlerden de istifade etsek.
3097- Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o
kitablarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara
bırakmışız. Yoksa haşa ve kella! O kudsi üstadlarımızın mübarek eserlerini
ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer
dili var, karşımızda da binler mütecaviz var. Vaktimiz dar. En son silah,
mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona
sarılıp iktifa ediyoruz.” (K.L.182)
3098- “Gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur
Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve
üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için seytanî planlarını, desisele-
RİSALE-İ NUR 1674
hayırların, iyiliklerin cüz’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret
olsun.” (E.L.I.63)
3100- Bediüzzaman, Risale-i Nur dairesinde bulunan ilim sahibi hocalara
da şöyle diyor:
“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fa-
kir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde
mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulu-
nur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bı-
rakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imti-
yaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan risalelerek arşı muaraza ister.
Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde;
nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet
besler gibi, Sözler’in kıymetinin tenzilini arzu eder, ta ki kendi mahsulat-ı
fikriyesi onlara yetişsin onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber
veriyormu ki:
“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müctehidler
de olsalar; vazifeleri –ulûm-u imaniye cihetinde– yalnız yazılan şu Sözler’in
şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki:
Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz
içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde
birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer.
Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları,
Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir
vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiri-
yoruz!...” (M.395)
Yukarıda gayet mücmel olarak geçen (şerh ve izah) ifadesinin hududu
ve şekli, Kastamonu Lahikası’nda açıkça beyan edildiği gibi, Risale-i Nur’un
bazı yerlerinde de tafsilat vardır. Risale-i Nur’un mücmel yerlerini yine
Risale-i Nur’la izah etmek, Risalse-i Nur’da bir kaidedir. İşte Bediüzzaman
Hazretleri izah şekli hakkında gayet açık olarak şöyle diyor:
“Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’
edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki; bu sene çok defa ihtar
edilen hakikatları kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım. Evet
Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniye-
nin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine
RİSALE-İ NUR 1676
dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı
bürhanlar cem’edilse ve hakeza ... mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir
şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-ı âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i
Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.” (K.L.56)
3101- Evet Risale-i Nur eserleri bu zamanın ihtiyaçlarına cevab olarak
yazılmıştır. Bu zaman ile eski zaman arasında büyük farklar vardır. Zira “eski
zamanda esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, ariflerin
marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda
dalalet-i fenniye, elini esasata ve enkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık
devayı ihsan eden Hakîm-i Rahim olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en
parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şu’lesini; acz ve zaafıma,
fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbiniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın
gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplat-
tırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetişti-
rildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle hakaik-ı gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye
şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal,
hatta nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silaha
mecbur oldu.
Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te’sir bulunsa, ancak temsilat-ı
Kur’aniyenin lemeatındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla
talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur’anındır.”
(M.376) (Bak: Temsil)
3102- “Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual
etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feyle-
soflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i Nur mağlub olmuyor? Milyonlar
kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed
çekmekle ve sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok biçare gençleri
ve insanları hakaik-ı imaniyeden mahrum bırakıyorlar. Halbuki en şiddetli
hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapı-
lan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve
vazgeçirmeğe çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği birtarzda Risale-i
Nur’un intişarı hatta çoğu el yazması ile altıyüz bin nüsha risalelerinden ke-
mal-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemal-i iştiyak
ile kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebeb nedir?” diye bu mealde çok
suallere karşı elcevab deriz ki:
RİSALE-İ NUR 1677
Kur’an-ı Hakim’in sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu
dünyada bir manevî Cehennem’i dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu
dünyada manevî bir Cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fe-
nalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip hasenat
ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde, Cennet lezaizi gibi manevî
lezzetler bulunduğu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini, -o ci-
hetle-aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünki bu zamandaki iki dehşetli hal
var.
3103- Birincisi: Akıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir
batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğin-
den ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yeganesi; aynı lezzetinde
3109- RİSALET }7_,‡ : Birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
*Peygamberlik. Büyük kitabla gelen peygamberlik. *Elçilik. (Bak: Nübüvvet)
3110- RİVAYET }<~—‡ : Hikâye edilen hâdise veya söz. Bir hâdisenin
başkalarına anlatılması. *Kuyudan halk için su çekmek. *Birisinin Peygambe-
rimiz’den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını başkasına anlat-
ması veya nakletmesi. (Bak: Hadis)
Bir atıf notu:
-Rivayat-ül usul, bak: 954.p.
3111- RİYA š_<‡ : Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etme-
yiş, iki yüzlülük etmek. İbadeti ve beğenilen iyi şeyleri, gösteriş ve kendini
beğendirmek için yapmak. K.H. hadis 1401’de, riyaya şirk-i asgar deniyor.
(Bak: Kibr, Tekellüf)
3112- “İnsanda ekseriyet itibariyle hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve
hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı
ammede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î küllî arzu
vardır. Hatta o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi
onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de
gayet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en
zaif damarıdır. Yani: Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o his-
sini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlub eder.” (M.412)
3313- “Riyaya dair “üç nokta” yazılacak:
Birincisi: Farz ve vaciblerde ve şeair-i İslâmiye’de ve Sünnet-i Seniyenin
ittibaında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı riya olamaz. Meğer
RİYA 1681
gayet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki şeair-i İslâmiyeye temas
eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu,
Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sair
nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle
bid’alar zamanında ittiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük
kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki
ihfasından pek çok derece daha sevablı ve halistir. (Dini tebliğde aşağılık duygu-
suna kapılmamak, bak: 1882.p.)
3114- İkinci Nokta: Riyaya insanları sevkeden esbabın birincisi: Za’f-ı
imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla
riyakârane vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan aldıkları kuv-
vetli iman-ı tahkikî dersiyle; esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet,
bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.
3115- İkinci Sebeb: Hırs ve tama’, za’f u fakr noktasında teveccüh-ü nası
celbine medar riyakârane vaziyet almıya sevkediyor. Risale-i Nur’un
şakirdleri, iktisad ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i
Nur’un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya
menfaatleri için hodfüruşluktan men’eder.
3116- Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak,
emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu’kârane
haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık
olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder.
Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp,
Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz
demeleri ve ehl-i tarikatın “fena fişşeyh” ve “fena firresul” ve nefs-i
emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de
“fena fil-ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip
öyle davrandığı için, inşaallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır
ile onlar da kurtulurlar.
3117- Üçüncü Nokta: Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettir-
mek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve
riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi enaniyetine
tabi edip isti’mal ede. Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar
eder, isma’ eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o
tesbihatları aşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha
sevablıdır.
RİYA 1682
3121- RUBUBİYET }[" Y"‡ : Cenab-ı Hakk’ın her zaman her yerde
her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve ma-
likiyeti, besleyiciliği keyfiyeti. (Bak: Rabb, Faaliyet-i Rububiyet, Terbiye)
3122- Canlı cansız bütün mevcudatı yaratılış gayelerine göre vücud verip
kavanin-i fıtriyeye imtisalen vazifelerinde istihdam ederek nokta-yı kemalle-
rine erdiren Rububiyet-i İlahiyedir. İnsanlık âlemini şeriat-ı meşhuresiyle
terbiye ettiği gibi, kâinatı da şeriat-ı kübra-yı fıtriyesiyle terbiye ve tavzif eder.
3123- “ Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda bilhassa terbiye ve ia-
şelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri
içinde hakîmane, rahimane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u
âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahak-
kukuna bir bürhan-ı kat’idir. Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır; elbette
şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve
kemalâtını ilan ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek
gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz’iyatta ve zihayatta temerküz ve içtima’
ettiğinden en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale
eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzle-
rini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve
bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet olduğun-
dan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiç bir cihetle şirke müsaade et-
mez.” (Ş.151)
3124- “Elhasıl: Madem Sani-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir
nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o
nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve
bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, ce-
madatta dahi caridir ki; adi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mer-
tebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u
Rububiyet”in ucu görünüyor.” (S.555)
Bir atıf notu:
- Kanun-u Rububiyetin cüz’den külle aynı zamanda ve farksız tecellisi, bak:
3748.p.
RUH 1684
3125- “Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan
âleminde iki daire ve iki levha vardır:
Birinci daire: Rububiyet dairesidir.
İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
Birinci levha: Hüsn-ü san’attır.
İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.
Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki: Ubudiyet dai-
resi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşek-
kür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına
bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyet daire-
lerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca
imkân var mıdır? Ve Saniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudi-
yet reisinin Sani ile azîm bir münasebeti ve kavi bir intisabı ve o intisab ile
her iki daire reisleri arasında bir muarefe ve mükâleme ve alışverişin olma-
masına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi,
rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.” (M.N.31)
Atıf notları:
-Oruçla nefsin mevhum rububiyetini kırmak, bak: 3006.p.
-Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin şuunatını ve daire-i ubudiyetin
vezaifini bildirmektir., bak: 2104.p.
3126- RUH ƒ—‡ : Can, nefes, canlılık. *Öz, hülasa, en mühim nokta.
*Kur’an. İsa (A.S.). Cebrail (A.S.) *Korkmak. *İnsanın fani ve maddî varlı-
ğının hayatiyetine esas olan ölümsüz ve tekâmüle müstaid kılınmış manevî
varlığı. (Bak: Hayat, Melaike)
“Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir, bir namus-u zişuurdur. Sabit ve
daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş,
kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef
etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem
âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir
vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse,
yine lâyemut bir kanun olurdu.” (H.Ş.113)
3127- Ruh, sabit ve müstakil bir cevherdir. “Nasılki hayat, bu kâinattan
RUH 1685
süzülmüş bir hülasadır... ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş; hayatın bir
hülasasıdır.... akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş; şuurun bir hülasasıdır...
ve ruh dahi, hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.”
(L.336)
3128- Hem nasıl ki: “Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kı-
şır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam
kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarla-
nır, fakat ene gençleşir. Hem kesir dağılır, fakat vahid baki kalır. Hem kesret
dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki ka-
lır.
İşte bak, ömrün evvelinden ta âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de
vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar
içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip ge-
len bir mana, elbette delalet eder ki: O mana ebed yolunda dahi mevtin üze-
rinden de atlıyacak ve cesedi yararak ruh çıplak olarak ölümün pençesinden,
çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.
Hem dahi aslı fena ve fani olan maddîyat içindeki hıfz ve muhafaza
düsturunun şiddetli cereyan etmesi de, aslı beka ve vahid-i basit olan mana
ve nur ve ruhta dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine, bir hads-i sadık
ve bittarik-il evla delâlet eder.” (M.Nu.391)
3129- “Değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena
için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hatta ruhsuz ehemmiyet-
siz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya maz-
hardır. Çünki sureti, hadsiz hâfızalarda baki kalır. Kanun-u teşekkülatı, yüzer
tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benze-
yen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafiz-i Hakîm tarafın-
dan ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile, zerrecikler
gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, baki kalır. Elbette gayet cem’iyetli ve
gayet yüksek bir mahiyete malik ve haricî vücud giydirilmiş ve zişuur ve zi-
hayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya
mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamaz-
san, nasıl “zişuur bir insanım” diyebilirsin? Evet koca bir ağacın bir derece
ruha benziyen proğramını ve kanun-u teşekkülatını, bir nokta gibi en küçük
çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zat-ı
Hafiz-i Bîzeval hakkında: “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder”
denilir mi?
RUH 1686
3130- Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakiyi anlar. Evet
herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe
aynen baki kalmıştır. Öyle ise: Madem cesed gelip geçicidir; mevt ile bütün
bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de boz-
maz. Yalnız müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise
birden soyunur.
Gayet kat’i bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaim-
dir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim
olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel
vermez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun li-
bası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i
misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuva-
sından çıkar, beden-i misalîsini giyer.” (Ş.516)
3131- Hem “tek bir ruhun ba’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin
külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’idir ki: Zatî bir
hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hük-
medilir. Çünki zatîdir. Zatî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd,
belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden
âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat o derece kat’idir ki; bize nasıl Yeni
dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına
hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i mele-
kût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pekçok kesretle vardır
ve bizimle münasebettardırlar. Manevi hedayamız onlara gidiyor, onların
nurani feyizleri de bizlere geliyor.
Hem hads-i kat’i ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı
bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil.
Çünki basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise, kesret ve
terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette
bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet
ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.
Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet
yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam
ise, Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu
bırakmaz ki, verdiği ni’met-i vücudu, o ni’met-i vücuda pek müştak ve lâyık
olan ruh-u insanîden geri alsın.
RUH 1687
3134- Çünki Ruh dahi Kur’anın nassı ile (17:85) |¬±"«‡ ¬h²8«~ ²w¬8 ƒ—Çh7~¬u5
ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u
zihayattır ki; kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sı-
fat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben
baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin te-
cellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade
kat’idir, lâyıktır. Çünki zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlar-
dan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimî-
dir, daha kıymetdardır. Çünki zihayattır.” (S.517-518)
3135- Ruh, zaman ve mekânla kayıtlı olmayarak ve teakubiyetsiz tevec-
cüh eder.
RUH 1688
Meselâ:
“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün
azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani irade-i İlahiye cilvesi olan
evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî
ve latife-i Rabbaniye olan ruh oların idaresinde onların manevî seslerini his-
setmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz.
Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, ço-
ğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hisse-
debilir, idare edebilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz’ü ile gö-
rebilir ve işitebilir.” (S.687)
3136- “Gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duy-
guları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin
hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde
âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleş-
tikçe, bizim maddîyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur
âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor.
İşte hiç mümkün müdür ki; bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve
ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i batın ziruh ve
zişuurlarla dolu olmasın.” (S.509)
“Evet şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için
bekliyen hadsiz ervah-ı bakiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o
kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeğe lüzum kalmaz. Hadd ü he-
saba gelmiyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i
keşf-el kuburun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabe-
releri ve umumun da rü’ya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri,
muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne
geçmiştir.” (S.515)
3137- Ruhun dört havassı:
“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “irade, zihin, his,
latife-i Rabbaniye” herbirinin bir gayetül’-gayatı var: İradenin ibadetullahtır.
Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır.
Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem
tenmiye, hem tehzib, hem bu gayatü’l-gayata sevkeder.” (H.Ş.136)
3138- “Muhyiddin-i Arabî demiş: Ruhun mahlukiyeti inkişafından iba-
rettir..
RUH 1689
Evet ruh, mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî
giydirilmiş bir namus-u zihayattır. Vücud-u haricî sahibi bir kanundur. Hz.
Muhyiddin yalnız mahiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdet-ül vücud
meşrebince eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zat hârika keşfiyatıyla ve
müşahedatıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar et-
tiğinden bilmecburiye zayıf te’vilatıyla tekellüflü bir surette bazı âyatı meşre-
bine, meşhudatına tatbik ediyor. Âyatın sarahatını incitiyor.” (O.L.120)
3139- “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu
ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir,
ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb
yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır” demesinin sebebi ve
izahı?
°}«A²K¬9 ¬yÁV7~ «w²[«"«— _«Z«X²[«" ²a«K²[«7 demesi, hulul gibi batıl bir mezhebin red-
dine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bakidir, kıyamette yalnız cesedleri fena
bulur. Mevt ise fena değil, belki alâkanın kesilmesidir.
_«Z¬#~«g¬" ²aÅV«T«B²,¬~ demesi; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha
dayanır, ayakta kalır. Ruh ise, bizatihi kaimdir. Cesed harab olursa daha
RUHBAN 1690
ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve batıl bir mezhebin
reddine işarettir.” (B.L.258)
3140- Ruh hakkında âyetlerden birkaç not:
-Vahy ve ilka-i ruh: (16:2) (Ve yine (4:171) (40:15) (42:52) (58:22) (66:12)
âyetleri de aynı hakikatla alâkalıdır.)
-Hazret-i Âdem’e (A.S.) nefh-i ruh mes’elesi: (15:29) (32:9) (38:72)
-Melaike ve ruhun urûcu (70:4)
-Kadir gecesinde melaike ve ruhun nüzûlü: (97:4)
-Yevm-il kıyamette melaike ve ruh’un saf saf olması: (78:38)
-Ruh-ul Emin: (26:193)
-Ruh-ul Kudüs: (2:87, 253) (5:110) (16:102) (Bundan başka (19:17) (21:91)
âyetleri de alâkalıdır.)
mesini istediğini bildiren şu âyet: “(18:66) |«,Y8 y«7 «Ä_«5 Musa, ona dedi:
~®f-² ‡ ²a«W¬±V2 _ÅW¬8 ¬w«W¬±V«Q# ²–«~ |«V«2 «tQ¬AÅ#«~ ²u«; Talim olunduğun ilimden
bir rüşd için bana talim etmek üzere sana ittiba’ edebilir miyim? -Rüşd, hayra
isabet demektir.- Bu sözde âlime karşı tevazuun lüzumuna ve ilim tahsilin-
den maksad-ı aslî iktisab-ı rüşd olmasına ve taleb-i ilimde tenezzül, edeb, ne-
zaket, takib ve hizmet şart bulunduğuna delalet vardır.” (E.T.3263)
RÜŞVET 1693
Yani: Bir hükmü ita ve istihsal hususunda rüşvet verene de, rüşvet alana
da Allah Teala lanet etsin. Çünki bu, hakkı ibtale bir vesiledir. Fakat bir
hakka kavuşmak veya bir zulmü def etmek için verilen rüşvet, bunu vermeğe
mecbur kalan hak sahibi için bir rüşvet-i menhiyye (haram olan rüşvet) de-
ğildir. Bunun mes’uliyeti bunu haksız yere satana raci’dir.
3152- Reşv: Rüşvet demektir. Rüşvet verene” raşi”, rüşvet alana
“mürteşi”, rüşvet isteyene “müsterşi”, rüşvet almaya “irtişa”, rüşvet istemeğe
“istirşa”, bir şahsa şerrini def’ için biraz mal vermeğe de “müraşat” denir.
Müraşat, müsaade ve müsamaha manasını da ifade eder.
Rüşvete “musanaa” da denir. Hâkimlere verilen bir kısım hediyelere,
bahşişlere de “minhat-ül hükkam” denir ki, bunlar da maksada bir nevi ta-
sannu = kurnazlık suretiyle kavuşmağa sebeb olduğundan rüşvet hükmün-
dedir.
Rüşvet, kadimden beri dinen nehy edilmiştir. Hatta Tevrat’ta da “Sakın
rüşvet kabul etmeyiniz, çünkü rüşvet, hâkimlerin gözlerini hüküm husu-
sunda kör eder.” diye yazılmıştır.” (H.İ. ci: 6, sh: 425)
3153- Bir hadis-i şerifte: ¬‡_ÅX7~|¬4 |¬L«# ²hW²7~«— |¬-~Åh7«~ (266) Yani “Rüşvet
veren de, rüşvet alan da ateş içindedir. Yani: Cehennem’in ateşine müstehak
bulunmaktadırlar.” buyurulur. (Hâkimin rüşvet ve hediye almasının
haramiyeti: T.T. ci: 3, sh:106)
3154- RÜYA _<¶—‡ : Uykuda görülen misalî âlem. Düş (Bak: Nevm)
3156- Kur’an (12:43) âyetinin bir cümlesi olan: «–—h¬A²Q«# _«< Ì—ÇhV¬7 ²vB²X6 ²–¬~
ve emsali âyetlerin tefsir ve izahında Bediüzzaman Hazretleri şu bilgiyi veri-
yor: “Hayalatlara karşı kapısı açık olan rüyaları, tahkiki bir surette
mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz’i hâ-
dise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme (Bak:
2850.p.) ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikatı âyat-ı Kur’aniyenin işa-
ret ettiği vecihte beyan edeceğiz.
Birincisi: Sure-i Yusuf’un mühim bir esası, rü’ya-yı Yusufiye olduğu gibi;
(78:9) _®#_«A, ²vU«8²Y«9 _«X²V«Q«%—« âyeti misillü çok âyetlerle, rü’yada ve nevmde
perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.
3157- İkincisi: Kur’an ile tefe’üle ve rü’yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar
değiller. Çünki Kur’an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vu-
ruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit yeis veri-
yor, kalbi müşevveş ediyor. Hem rü’ya dahi hayr iken, bazı aks-i hakikatla
göründüğü için şer telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i manevîyeyi kırar, su’-i
zan verir. Çok rü’yalar varki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tabiri ve
manası çok güzel oluyor. Herkes rü’yanın suretiyle manasının hakikatı ma-
beynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telaş eder, me’yus olur,
keder eder.
RÜYA 1696
3158- Üçüncüsü: Hadis-i Sahih ile nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü
nevmde rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. Demek rü’ya-yı sadıka hem
haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes’ele, gayet mü-
him ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte talik
ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.
3159- Dördüncüsü: Rü’ya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur’an’la
_«R²/«~ ¯•«Ÿ²&«~ da dahildir; tabire değmiyor. Manası varsa da ehemmiyeti
yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir
terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hatta bir iki sene
evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; tadil
ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım ¯•«Ÿ²&«~ _«R²/«~ dır, tabire
değmiyor.
3160- Üçüncü kısım ki, “Rü’ya-yı Sadıka”dır. O doğrudan doğruya ma-
hiyet-i insaniyedeki latife-i Rabbaniye, âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde
dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir mü-
nasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâ-
diselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin
nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o
vakıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok
enva’ı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde
altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.
Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bida-
yet-i vahiyde gördüğü rü’yalar; subhun inkişafı gibi zahir, açık, doğru çıkı-
yordu.
3161- Beşincisi: Rü’ya-yı sadıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır.
Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz’î-küllî vardır. Hatta hayvanlarda dahi var-
dır.
...Umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü’ya-yı
sadıkada evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. Evet uyku
nasılki avam için rü’ya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmünde-
dir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin
seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür, güzel düşünen güzel lev-
haları görür, fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür. Hem
herkes için, âlem-i şehadet içinde âlem-i gayba bakan bir penceredir.
RÜYA 1697
Hem mukayyed ve fani insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi
bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem
tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken ziruhların istirahatgâhıdır.
İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur’an-ı Hakîm (78:9) _®#_«A, ²vU«8²Y«9 _«X²V«Q«%—«
nev’indeki âyetlerle, hakikat-ı nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.
3162- Altıncısı ve en mühimmi: Rü’ya-yı sadıka benim için hakkalyakîn
derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlahînin her şeye muhit
olduğuna bir hüccet-i katı’ hükmüne geçmiştir. Evet bu rü’yalar, benim için
hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ yarın başıma
gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hatta en adi
muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede
onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat’i olmuştur.
Bir değil, yüz değil, belki bin def’a gecede, hiç düşünmediğim halde gördü-
ğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes’eleler, o gecenin gündüzünde, az
bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel
hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok. Hâdisat başı boş
gelmiyor, intizamsız değillerdir.” (M.346-349)
3163- Rü’yalar, ahkâm-ı şer’iyeye medar olamazlar, fakat müsbet rüya-i
sadıka bazı gizli hâdiselerin keşfine medar olur. Ezcümle, Mustafa Çavuş
ismindeki Bediüzzaman’ın bir talebesine “ehl-i dünya onun safvet-i kalbin-
den istifade ederek dediler ki: “Sözlerin bir kâtibi olan Hâfız’ın sarığına ilişe-
cekler. Hem gizli ezan, muvakkaten terkedilsin. Sen kâtibe söyle, cebir gör-
meden evvel sarığı çıkarsın.” O bilmiyordu ki: Hizmet-i Kur’aniyede bulu-
nan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi
yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rü’yada
ben görüyordum ki: Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında ola-
rak odama geldi. İkinci gün ona dedim: “Mustafa Çavuş sen bugün kim ile
görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm.”
Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle. Ben arka-
sında ne olduğunu bilmedim.” (L.48) dedi ve hatasını anladı.
3164- Diğer bir vakıa-i sadıkayı da Bediüzzaman şöyle anlatır:
“Eski Harb-i Umumi’den evvel ve evailinde, bir vakıa-i sadıkada görüyo-
rum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ,
müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O deh-
şet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma!
RÜYA 1698
* Hadisin nassıyla: "O şuhud, bütün lezaiz-i Cinnet'in o derece fevkindedir ki, onları
unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemali o derece fazlalaşırki: döndük-
leri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler." Hadiste varid ol-
muştur. (268)
268 Tac Tercemesi ci: 5 Hadis: 1148’in sonu.
RÜ’YETULLAH 1700
sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meş-
hur bir zatın rü’yetine iştiyaklı birmerak; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi
bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen
hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalatından binler derece
yüksek olan Cennet’in bütün mehasin ve kemalatı, bir cilve-i cemali ve ke-
mali olan bir zatın rü’yeti, ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne de-
rece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et...” (S.650) (Bak:
537.p).
3170- Mi’racda Resulullah’ın rü’yetullaha mazhariyeti hakkında imamlar
arasında bazı rey’ farkı varsa da, Cennet’te mü’minlerin rü’yete mazhar ola-
cakları müttefekun aleyhtir. Mi’racdaki rü’yet de vahidiyetle değil, ehadiyet
sırrıyla olduğu beyan edilmiştir. (Bak: Ehadiyet ve 2452.p.)
Bir rivayette Cebrail (A.S.) ile Cenab-ı Hak arasında nurdan yetmiş bin
perde olduğu ve bu perdelerin en ednasını görse Cebrail’in yanacağı zikredi-
lir. (R.E.294)
Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, l. Kitab-ül İman
77. Babı; Mi’racdaki rü’yetullaha dairdir.
3170/1- Tecelli-i İlâhiye ile alâkalı olarak İ.M. 1262. hadîsin bir kıs-
mında: Allah bir mahluka tecelli ettiği zaman o şey Allah’a karşı huşu’ eder
diye geçer. S.M. kitab-ül imanın 316. hadîsin bir kısmında: cennette de Al-
lah’ın kullarına tecelli edeceği bildirilir.
Bu gibi rivayetlerde bahsolunan tecelli-i esmânın mahiyeti ve hakikatı bu
dünyada aynıyla bilinmez. Nitekim bir âyette şöyle buyuruluyor:
(7:143) _«X¬#_«T[¬W¬7 |«,Y8 «š_«% _ÅW«7«— vaktaki Musâ- biraderini halef bırakıp
mîkatımızda, yani, tayin ettiğimiz vakt-i mahsusta geldi.
yÇ"«‡ y«WÅV«6—« ve Rabb’i onu kelâmiyle bekâm etti - meleklere olan kelâmı
gibi bilâ vasıta ve vera-i hicabdan ona kelâm söyledi.
_È[¬D«9 ˜_«X²"Åh«5«— (19:52) kavl-i İlahisi delalet eder ki, bu kelam “ necvâ” (*)
idi. Musa Aleyhisselam kelâmullahı her cihetten işitiyordu diye bir rivayet
kiyle Musâ’da şevk-i rüyet galeyana geldi de «t²[«7¬~ ²hP²9«~ |¬9¬‡«~ |¬±"«‡ «Ä_«5 ya
Rab, bana göster sana bakayım dedi - yani hicabı kaldır, bana bizzat tecelli et
de dîdârını görmek nasib eyle diye yalvardı.
bir emr ü iradesi dağa tasaddî ediverince _È6«… y«V«Q«% onu hürd u haş eyledi,
ufalayıverdi. Musâ’da şiddetle baygın düştü. (E.T.2276-2277) (Bak: 465.p.sonu)
3171- Cennet’te mü’minlerin rü’yetullaha mazhar olacakları, hadislerde
de kat’iyetle müjdelenmiştir. Ezcümle: T.T. 5. cild, 1176, 1177, 1178. hadisler
sarihtir. S.B.M. 2 cild, 450. hadis, Cennet ve Cehennem ehlinin ahvalini tas-
vir eden rivayette de zikredilir.
Sahih-i Buhari Kitab-üt Tevhid, 24. Bab ve Sahih-i Müslim Kitab-ül
İman, 80 ve 81. Bablar ve İbn-i Mace, Mukaddime 13. Babda, Cennet’te
rü’yetullahı bildiren hadisler vardır.
S
3172- SABIKÎN-İ İSLÂM •Ÿ,É~ ¬w[T"_, : En evvel müslüman olan
sahabeler. Kur’an (9:100) (56:10) âyetlerinde bahsedilir. (Bak: Ashab-ı Suffa ve
Selef-i Salihîn)
3174- Bir Sual: Kur’anda (2:153, 8:46) âyetlerinde geçen «w<¬h¬"_ÅM7~«p«8 «yÁV7~ ¬±–¬~
de hikmet ve gaye nedir?
Elcevab: Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir
merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile ha-
reket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud
damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilatın
anahtarıdır ki, ¬‚«h«S²7~ ƒ_«B²S¬8 h²AÅM7~«— °h¬,_«' °`¬¶<_«' l<¬h«E²7«~ (269) durub-u
«w<¬h¬"_ÅM7~Ç`¬E< «yÁV7~ Å–¬~ «w[¬V¬±6«Y«BW²7~ Ç`¬E< «yÁV7~ Å–¬~ (3:159) şerefine mazhar
ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid
ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbe-
sine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaif insan ağlar; fakat şekva O’na
olmalı, O’ndan olmamalı.
Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın ¬yÁV7~ |«7¬~ |¬9²i&—« |¬C± «" ~YU-² «~ _«WÅ9¬~ (12:86)
demesi gibi olmalı. Yani musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insan-
lara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi”
diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbu-
biyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine
sevkediyor.” (M.280)
3175- Her şeyde olduğu gibi sabırda da sırat-ı müstakim vardır. Evet
“Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa,
her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gaf-
letiyle ve fani hayatı bâki tevehhüm etmsiyle sabır kuvvetini mazi ve müstak-
bele dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar.
Adete -haşa- Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder.
Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık göste-
rir. Çünkü geçmiş herbir gün, musibet ise, zahmeti gitmiş rahatı kalmış;
elemi bitmiş zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bun-
dan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzımgelir. Onlara küsmek
değil bilakis muhabet etmek gerektir. Onun o geçmiş fani ömrü, musibet va-
sıtasıyla bâki ve mes’ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı, ve-
him ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma
SABR 1704
gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya
musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek ahmaklıktır.
Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım diye bugün mütemadiyen su
içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir; öyle de, gelecek
günlerdeki şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden on-
lardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan
kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki; hakkında şefkat ve merha-
met liyakatını selbediyor.
3176- Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musi-
beti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakatı selbeder.
Birinci Harb-i Umumi’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir
zat müdhiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz ge-
cedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikayet etti. Ben çok
acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz gü-
nün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, on-
lara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler. Rabbin olan
Rahmanurrahim’in rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlamak, hiçten
korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün; sendeki sabır kuvveti bu
saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki: Sol cenah düşman kuv-
veti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol ce-
nahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuv-
vetini sağa sola dağıtıp merkezi zaif bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile mer-
kezi harab eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini
bu saate karşı tahşid et, rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fani ve
kısa ömrünü, uzun ve baki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde
ferahlı bir şükret.”
O da tamamıyla bir ferah alarak: Elhamdülillah dedi, hastalığım ondan
bire indi.” (L.10)
3176/1- Mevzumuzun diğer bir ciheti de şudur: Müslümanlar arasında
meydana gelen dargınlık veya düşmanlıkta, menfi hareket etmeyip sabırlı
olmak ve düşmanlık hissini fiile intikal ettirmemek, ehemmiyetli bir fazilettir.
(Bak: 1059.p.)
3177- Sabır hakkında Kur’andan birkaç not:
- Sabır ve afvetmek en iyi harekettir. (42:43)
- Peygamberlerde bulunan yüksek sabır: (21:85) (46:35)
SABR 1705
_®8²Y«5 Å`«&«~ ~«†¬~ «yÁV7~ Å–¬~«— ¬š«Ÿ«A²7~ ¬v«P¬2 «p«8 ¬š~«i«D²7~ v«P¬2
n²FÇK7~ y«V«4 «n¬F«, ²w«8—« _«/¬±h7~ y«V«4 «|¬/«‡ ²w«W«4 ²v;«Ÿ«B²"¬~
Yani: “Sevabın çokluğu, belanın büyüklüğü ile beraberdir. Allah bir
kavmi (cemaatı) sevdiği zaman şüphesiz onları beliyyelerle imtihan eder.
Kim ki (imtihan edildiği musibete) rıza gösterirse, Allah’ın rızası o kimseye-
dir. Kim de öfkelenirse (İlahî hükme rıza göstermezse) Allah’ın gazabını
celbeder.” (270) buyuruluyor.
İ.M. 4014. hadisin sonunda: Âhirzaman fitnesindeki devre-i istibdad ve
~®h²%«~ v«P²2«~ ²v;~«†«~ |«V«2 h¬A²M«<—« «‰_ÅX7~ n¬7_«F< >¬gÅ7~ w¬8YÌ W²7~
²v;~«†«~ |«V«2 h¬A²M«< « «— «‰_ÅX7~ n¬7_«F< « >¬gÅ7«~ ¬w¬8YÌ W²7~ «w¬8
(271)Bu hadisin mealiyle çok münasebetdar olan Said Nursî Hazretlerinin ba-
şından geçmiş hayat hâdisesi, kendi ifadeleriyle şöyledir:”Her ne vakit
hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususi nefsime ait işlerle meşgul ol-
duğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki, ihmalimden tokat
yedim. Çünkü hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat
yerdim. Sair halis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede,
benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını
yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin ke-
rametindendir. Meselâ: Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile
meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükümet,
hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim,
kendi nefsimi düşündüm.Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe
mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Bur-
dur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca o
vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam isbat-ı vücud etmekle mü-
kellef oldukları halde, ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir
vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükümeti tanımadım. Oranın valisi, oraya
gelen Fevzi Paya’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hür-
met ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne
vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti.
Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim.
Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet
başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla:
“Belki bu vaziyeti hükümet hoş görmiyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi
olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu.
“Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak
Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi dü-
şünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, müna-
fıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi,
kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesi-
yorum.” (L.41)
3180- Bediüzzaman devamla diyor: “Ben yirmi yaşında iken tekrar ile
derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir öm-
rümde ben de bir mağaraya bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesin-
den çıkacağım.” Hem eski harb-i umumide şark-ı şamilîdeki esaretimde
karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim.
Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.”
derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan
ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten o mu-
tasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çileha-
nelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet münzevilerin
dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi
zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini,
hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi.” (L.266)
3181- Gerçi Bediüzzaman Hazretlerinin Yeni Said tabir ettiği hayatının
son yarısı ekseriyetle inzivada geçmiştir. Fakat bu inzivası mezkûr ifade-
sinde de görüldüğü gibi, pek çok muarızlarının taarruzunu celbedecek olan
Kur’an ve iman hakikatlarını keşfedip neşretmek hizmeti içindir.
Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şöyle der:
“Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve
küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuv-
vetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir cani
yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiye-
timi hatta lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lü-
zumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir
bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak
suda fırtına çıkarıp beni ta’ciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir
neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim.” (E.L.II.199)
Tarihçe-i hayatında da şu ifadeyi görüyoruz: “Evet Said Nursî, gayet
câmi bir istidada malik bir zattır. Bu istidadların hepsinde çok ileri gitmiştir.
Cüz’ ile küllü, âfakın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile
SABR 1708
buyuruluyor.
Ma’ruf, münkerin zıddıdır. İbn-i Ebi Cemre diyor ki: “Âdet olsun olma-
sın iyi amellerden olduğu şer’î delillerden anlaşılan şeye ma’ruf adı verilir.
Eğer o iş, niyetle yapılırsa sahibi kat’i olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı
takdirde ecir işi ihtimalî kalır.”
Bir hadiste: “Her tesbih sadaka, her tekbir sadaka, emr-i bilma’ruf iyiliği
emir sadaka, kötülükten nehiy sadakadır.” buyurulmuştur. Hatta insanın
kötülük yapmaktan kendini tutması, sadaka sayılmıştır. Zaten hadisimizdeki:
“Her iyilik” tabiri bütün salih amellere âmm ve şamildir.
İmam-ı Tirmizi, Hz. Ebu Zerr (R.A.) dan mervi olarak tahriç ettiği bir
hadisin meali de şöyledir:
S A D A KA 1711
“Din kardeşinin yüzüne gülümsemenin senin için bir sadaka, iyiliği emir,
kötülükten nehyetmen senin için bir sadaka, dalalet diyarında bir adamı irşad
etmen, senin için sadaka, kovandan din kardeşinin kovasına suyu boşaltman
da sadakadır.”
Bu hadislerde sadakanın yalnız aslına münhasır kalmadığına işaret vardır.
Yani sadaka yalnız maldan olmaz ve sadece zenginlere mahsus değildir. Bi-
lakis onu herkes her zaman ve her şeyle yapabilir.” (Bülûğ-ul Meram ci: 4,
sh: 352-353)
3185- Diğer bir hadiste de mealen: “Âhiret gününde herkes kendi sada-
kasının gölgesinde barınacaktır. Nâs arasında hüküm oluncaya kadar.” diye
buyuruluyor.” (272)
Amel-i salihin, dünya ve berzahta olduğu gibi mahşerde de mükâfatı gö-
rüleceği, mezkûr hadisten anlaşılmaktadır.
3186- Günah işlenip zulüm yapıldığı zaman adalet-i İlahiye tarafından
ceza olarak gelmeye hazırlanan mukadder musibetlere karşı hayr ü hasenatla
mukabele edilirse, bu sadaka yani hayr u hasenat, gelecek belaya karşı çıkar,
geri bırakır. Ezcümle, bir hadis-i şerifte:
Çh¬A²7~Å ¬~ ¬h²WQ²7~|¬4 f<¬i«< « «— š_«2Çf7~ Å ¬~ «š_ÅN«T²7~ Ç…«h< « (Bak: Ecel, 242. p. sonu ve
3188- Bir âyette de, küllî bir mana ile buyuruluyor ki:
“(28: 54) «}«¶[¬±[ÅK7~ ¬}«X«K«E²7_¬" «–Η«‡²f«<«— Seyyieyi hasene ile def’ ederler.
Masiyyeti taat ile giderirler. Çünki, (11:114) ¬ ´_¬±[ÅK7~ «w²A¬;²g< ¬ _«X«K«E²7 ~Å–¬~ dır.
Aleyhissalatü Vesselâm, Muaz radıyallahü anh a demiştir ki:
_«ZE²W«# «}«X«K«E²7~ «}«¶[¬±[ÅK7~ ¬p¬A²#«~ (275) Seyyienin arkasından bir hasene yap, onu
mahveder. “Maamafih ezayı, hilm ile; münkeri, maruf ile; şerri, hayır ile;
cehli, ilm ile; gayzı, kazm ile; şirki, yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « ²–«~ ?«…_«Z-« ile izale ediniz,
diye de tefsir etmişlerdir.” (E.T.3747) (Bak: 2805.p.)
3189- Malumdur ki, sadakanın yani hayr ü hasenatın en ehemmiyetlisi ve
büyüğü, iman hizmetidir. Bilhassa küfrün intişar ettiği bu asırda, fedakârane
ve ihlasla yapılan iman hizmeti, en büyük sadakadır. Bunun için Bediüzzaman
en birinci vazife olarak iman hizmetini tercih etmiş ve eserlerini de, küfrü
imanla izale eden en makbul sadaka manasında neşretmiştir. Bu hakikatı,
eserlerinin müteferrik yerlerinde ifade eden Hazret-i Bediüzzaman ezcümle
şöyle diyor:
“Risale-i Nur,- bu Anadolu memleketine- belaların def’ine ehemmiyetli
bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî
bir sadaka nev’inde semavî ve arzî belaların def’ine çok emareler ve çok hâ-
diselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’anın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yaz-
masını ve intişarını men’etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması
ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması, İkinci Harb-i
275Tirmizi birr/55 ve Deylemi rikak/74 ve Müsned-i İbn-i Hanbe 15/153, 158, 169, 177,
228, 236
S A D A KA - İ F I T R 1713
cemaatın yekûn sevabına, rahmet-i İlahiye ile mazhar olur. (Bak: 1078.p.)
Çünkü bir sisteme ve muayyen düsturlara sadakatla bağlı olanlar, bu bağlılık
sebebiyle gayeleri bir, düşünceleri bir, çalışma sistemleri ve hareketleri bir
olur. Bu husus bir eserde şöyle ifade edilir: “Sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı
maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip..” (L.161) yani uhuvvet, gaye ve
vazifede tevafuk eden ferdler şahs-ı manevî teşkil ederler. Ve böylece manen
bir vücud gibi olurlar.
Bilhassa dinî mesleklerde kudsi, ulvi ve layetezelzel ve Kur’anî düsturlara
sadakatla bağlanmak, temasülün neticesi olan tezad ve ihtilafı da önler. Zira
fevkalâde mütemayiz ve cemaate merkez olabilen mümtaz bir şahsiyet, ce-
maatin birliğini muhafaza eder. Fakat o şahsiyetten sonra, onun yakınları,
seviyeleri birbirine mütemasil olduklarından, aralarında itaat sebebi mevcut
olmaz. Hatta tezada da sebebiyet verebilirler. Zira “temasül tezadın sebebi-
dir.” (H.Ş.129) Onun için, bağlı oldukları mesleğin değişmeyen esasatına tam
sadakat göstermeleri ve füruatta da şahs-ı manevînin usule uygun meşvere-
tine havale etmeleri gerektir. Her bir meslekte gösterilen kanaat ve sadakatla,
himmet inkısam etmediğinden, o meslekte kemal ve ihtisas sahibi olunur.
(Bak İhtisas) Sadakatı terk eden, şahs-ı manevînin teşekkülüne mani olan
sadakatsızlığından dolayı, şirket-i manevîyenin yekûn sevabından mahrum
kalır, belki de çok mes’uliyetlere girer.
Kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra haktan i’raz edenlerin halleri
şöyle tavsif ediliyor:
“ya” nın teşdidiyle elifsiz olarak ®}Å[¬K«5 okunur ki, zuyuf ve mağşuş akça de-
mektir, yani kalblerini mağşuş para gibi bozuk ve düşkün bir hale getirdik.
Atıf notu:
-Lehte ve aleyhte hüküm verilmemiş mübahatta maslahata göre hareket edilebilir,
bak: 3799.p.
3194- Sadakat hakkında Kur’andan birkaç not:
-(4:69) (57:19) âyetleri, sıddıkları: (47:21) âyeti de sadakatı tahsin eder.
-İhtilafsız ve sadakatla ahkâm-ı diniyeye teslimiyet manasında, yani ahkâm-ı
şer’iyeye içten gelen bir bağlılıkla teslim olmadıkça iman-ı kâmil kazanılamaz:
(4:65)
-Meşru bir netice için, mubah bir vesileyi ihdas etmeye cevaz: (57:27)
-(Dine teslim olmayıp) ne bir ilme, ne bir mürşide veya delile ve ne de tenvir eden bir
kitaba istinad etmeksizin, Allah ve O’nun dini hakkında mücadele edenler:
(31:20)
-Tam bir ihlas ile Allah’a (ve dine) teslimiyet: (31:22)
-Kendi düşünce ve meyline değil, belki bütün manasıyla Allah’a teslim olmak:
(2:112) (3:20)
-Kitaba sadakatla bağlılık gerekirken te’vil ve tahrif ile haktan inhiraf edenler:
(3:78) (7:162) (10:15) (17:73)
-İnnâ lillah: Bütün madde ve mana ile Allah için olmak: (2:156) (Bak: 1026.p.)
Atıf notları:
-Şirket-i manevîye-i Nuriyeden istifade etmek için sadakat şartiyeti, bak: 1078.p.
-Hakkın düsturlarına tebaiyet gerek,bak: 435.p.
SAFF-I EVVEL ı—¶~ ¬±r. : İlk saf, birinci saf. *İlk sahabeler. *Bir ha-
mümtaz has sıfatlarını ifade etmekle beraber, mana-yı işarîsiyle; ehl-i tah-
kikçe vefat-ı Nebevîden sonra makamına geçecek Hülefa-yı Raşidîne hilafet
tertibi ile işaret edip her birisinin en meşhur medar-ı imtiyazları olan sıfat-ı
hassayı dahi haber veriyor.
Şöyle ki: y«Q«8 «w<¬gÅ7~«— Maiyyet-i mahsusa ve sohbet-i hassa ile ve en evvel
vefat ederek yine maiyyetine girmekle meşhur ve mümtaz olan Hazret-i
Sıddık’ı gösterdiği gibi, ¬‡_ÅSU²7~|«V«2 š~Åf-¬ «~ ile istikbalde Küre-i Arzın dev-
letlerini fütuhatıyla titretecek ve adaletiyle zalimlere saika gibi şiddet göstere-
cek olan Hazret-i Ömer’i gösterir. Ve ²vZ«X²[«" š_«W«&‡ ile istikbalde en mühim
bir fitnenin vukuu hazırlanırken kemal-i merhamet ve şefkatinden İslâmlar
içinde kan dökülmemek için ruhunu feda edip teslim-i nefs ederek Kur’an
okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden Hazret-i Osman’ı da haber
verdiği gibi, _®9~«Y²/¬‡—« ¬yÁV7~«w¬8 ®Ÿ²N«4 «–YR«B²A«< ~®fÅD, _®QÅ6‡ ²v;~«h«# saltanat ve
hilafete kemal-i liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemal-i zühd ve
ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rüku ve sücudda devamı ve kesreti
herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (R.A.) istikbaldeki vaziyetini ve o
fitneler içindeki harpleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı
İlahî olduğunu haber veriyor.” (L.30)
3201- “ ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 «t¬7† fıkrası, iki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birincisi: Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm gibi ümmi bir zata
nisbeten gayb hükmünde olan Tevrat’taki evsaf-ı sahabeyi haber veriyor.
Evet Tevrat’ta, Ondokuzuncu Mektub’da beyan edildiği gibi; âhir zamanda
gelecek Peygamberin sahabeleri hakkında Tevrat’ta bu fıkra var: “Kudsilerin
bayrakları beraberlerindedir.” Yani onun sahabeleri ehl-i taat ve ibadet ve
ehl-i salahat ve velayettirler ki, o vasıfları “kudsiler” yani “mukaddes” tabi-
riyle ifade etmiştir. Tevrat’ın pek çok ayrı ayrı lisanlara tercüme edilmesi va-
3202- İkinci cihet ihbar-ı gaybî şudur ki: ¬}<«‡²YÅB7~|¬4 ²vZV«C«8 fıkrasıyla ih-
bar ediyor ki: “Sahabeler ve Tabiînler, ibadette öyle bir dereceye gelecekler
ki, ruhlarındaki nuraniyet, yüzlerinde parlıyacak ve cephelerinde kesret-i
sücuddan hasıl olan bir hatem-i velayet nev’inde alınlarında sikkeler görüne-
cek.” Evet istikbal bunu vuzuh ile ve kat’iyyet ile parlak bir surette isbat et-
miştir. Evet o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde gece ve gün-
düzde Zeyn-el Abidin gibi bin rek’at namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi,
kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zat-
va’di makamca lâzım geldiği halde ®?«h¬S²R«8 (48:29) kelimesiyle işaret ediyor ki:
İstikbalde sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünki
mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda sahabeler nazarında
en mühim matlub ve en yüksek ihsan “mağfiret” olacak ve en büyük mükâ-
fat ise, afv ile mücazat etmemektir. ?® «h¬S²R«8 kelimesi, nasıl bu latif imayı gös-
teriyor. Öyle de surenin başında «hÅ'«_«#_«8—« «t¬A²9«† ²w¬8 «•Åf«T«#_«8 yÁV7~ «t«7«h¬S²R«[¬7
(48:2) cümlesiyle münasebettardır. Surenin başı, hakiki günahlardan mağfiret
değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı Nübüvvete lâyık bir mana
ile Peygambere müjde-i mağfiret ve âhirinde sahabelere mağfiret ile müjde
etmekle, o imaya bir letafet daha katar.” (L.32)
İki atıf notu:
-Hz. Ali (R.A.) zamanında başlayan dahilî muharebelerin mahiyeti, bak: 527. p.
-Sahabe ve Tabiînin başına gelen fitnenin hikmeti, bak: 999.p.
3204- “Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle, kemalât-ı insaniyenin en
âlâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkilab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve
hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten
hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabey-
ninde öyle bir mesafe açılmıştı ki; küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve
SAHABE 1720
neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. ¬u¬2_«S²7_«6 `«AÅK7«~ sırrınca, bütün üm-
metin hasenatından onlara hisse çıkar.
Ümmet ¬y¬"_«E².«~—« ¬y¬7´~ |«V«2—« ¯fÅW«E8 _«9¬f¬±[«, |«V«2 ¬±u«. ÅvZ±V7«~ demesiyle;
sahabelerin, bütün ümmetin hasenatından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem
nasılki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet; ağacın dallarında büyük bir
suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasılki mebde’de küçük bir
irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. Hem nasılki nokta-i merkeziyeye yakın
bir iğne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhitada, bazan bir metre kadar
ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi; sahabeler, İslâmiyetin
şecere-i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem binayı
İslâmiyetin hutut-u nuraniyesinin mebde’inde, hem cemaat-ı İslâmiyenin
imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvet ve sirac-ı
hakikatın merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri
büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki sahabe olmak lâzım geliyor.” (S. 493)
SAHABE 1721
3206- “Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika
zatlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde |«V²2« ²~ «|¬±"«‡ «–_«E²A,
derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça
hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi mu-
vaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki,
o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir
irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakim’in envarıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içti-
maîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla
ve teferruatıyla ve hayır ve kemalat bütün envarıyla ve netaiciyle karşı karşıya
gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün ma-
nasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği
gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını,
letaif-i manevîyesini uyandırmış; hatta vehim ve hayal ve sır gibi duygular
hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit manaları
kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları
uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envar-l imaniye ve tesbihiyeyi
cami’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla
söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilak ve inkılabdan
sonra, git gide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o
kelimat-ı mübareke, meyveler gibi git gide ülfet perdesiyle letafetini ve tara-
vetini kaybeder. Adeta sathilik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki;:
kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bun-
dandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama kırk
günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.”‘(S.490)
3207- “Bir zaman birtek tesbihin, bir tek namazda, sahabelerin tarz-ı te-
lakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde
ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek
bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir
meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti
var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı
Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdes’ten)
turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra
binaen o Zat; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabi-
lir.” (L.327) (Bak: Zikir)
İki atıf notu:
-İlk devredeki safiyet zamanla azalır, bak: 2691.p.
SAHABE 1722
Elcevab: Evet denilir. Çünki Resul-i Ekrem’in bir şiarı olan Aleyhissalatü
Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anhü terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar
değil, belki Sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velayet-i kübrada bulunan
ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî,
İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ülemada Sahabeye
Radıyallahü Anhü, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîne Rahimehullah; onlardan sonra-
kilere, Gaferehullah ve evliyaya Kuddise Sırruhu denilir.” (M.279)
3212- Sahabelerin hârika kemalâtlarına vesile olan “sohbet-i Nebeviye
öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka
mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve in’ikas
vardır. Malumdur ki; in’ikas ve tebaiyetle, o nur-u a’zam-ı nübüvvetle bera-
ber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki bir sultanın hizmetkârı ve onun
tebaiyyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki,
en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celaleddin-i Süyutî
gibi, uyanık iken çok def’a sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i
Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref
olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i
Ahmediye (A.S.M.) nuruyla, yani Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evli-
yalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı
görmeleri, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın onların nazarlarına temessül ve tezahür
etmesi, velayet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil.
Madem öyledir; nübüvvet derecesi, velayet derecesinden ne kadar yüksek
ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.
Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nuranî olduğu bununla anlaşılır
ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vah-
şiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur,
daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi.
Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra
Çin ve Hind gibi memleketlere gider, o mütemeddin kavimlere muallim-i
hakaik ve rehber-i kemalat olurdu.” (S.489)
3213- “Eğer desen: Sahabeler de insandırlar, hatadan, hilaftan halî ol-
mazlar. Halbuki içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve
sıdkıdır ki, hatta ümmet “Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler” diye
ittifak etmişler.
Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka
müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çir-
SAHABE 1724
²vZ«7_«W²2«~ ²vB²R«V«"_«8_®A«;«† ¯f&~ «u²C¬8 ²vB²T«S²9«~ ²Y«7 ¬˜¬f«[¬" |¬K²S«9 >¬gÅ7~ «Y«4|¬"_«E².«~|¬7~Y2«…
“Yani: Ashabımı bana bırakınız. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah
Teala’ya kasem ederim ki, eğer siz Uhud Dağı kadar altın infak edecek olur-
sanız, onların amellerine yetişemezsiniz.” (276)
3215-
“ «u²C¬8 «s«S²9«~ ²v6«f«&«~ Å–«~ ²Y«V«4 |¬"_«E².«~ ~YÇAK«# «
y«S[¬M«9 « «— ²v¬;¬f«&«~ Åf8 «q«V«" _«8 _®A«; «†¯f& ~
(Ey müstakbel müslümanlar!) Sakın ashabıma sebb ü şetim etmeyiniz.
276 H.G. hadis: 180
SAHABE 1725
(Onların şeref ve fazileti yüksektir. Bakınız!) Sizden birinin Uhud (Dağı) ka-
dar altın sadaka verdiği farzedilse, bu (Muazzam sadakanın sevabı), ashabdan
birisinin iki avuç (hurma) sadakası (fazileti)ne erişemez (Hatta) bunun
yarısına da ulaşamaz.” (277)
3216-
“ Å ¬~ ¯Œ²‡«_¬" YW<« |¬"_«E².«~ ²w¬8 ¯f«&«~ ²w¬8 _«8
¬}«8_«[¬T²7~ «•²Y«< ²vZ«7 ~®‡Y9—« ~®f¬=_«5 «b¬Q"
Ashabımdan hangi biri bir yerde vefat etmiş olmaz ki, illâ o yerin ahalisi
için kıyamet gününde bir rehber ve nur olarak ba’solunur.” (278)
Diğer bir rivayette de: Ashaba hürmetle, Resulullah’a karşı olan hürme-
tin muhafaza edilebileceği bildirilir. (Bak: R.E. 19/5,6)
Ashab hakkında bir rivayet te şöyledir:
zuhur eden Şeyh Said hadisesine katılmadı ve Şeyh Said’in iştirak tekliflerine
verdiği cevabda, ‘halkı tenvir ve irşad’ yolunu tavsiye ederek ‘böyle niyetle-
rinden vazgeçmesini’ söyledi. Yine de ihtiyatî tedbir bahanesiyle Batı Ana-
dolu’ya gönderildi.
Isparta’nın Barla Nahiyesi’nde kaldı. Burada Risale-i Nur isimli eserlerini
yazmaya başladı. Daha sonraları ise, Kastamonu ve Emirdağ’da ikamete
mecbur edildi. Buralarda da eserlerini yazıp tamamladı. (Bak: Risale-i Nur)
3222- 1935’ten itibaren eserlerinden dolayı defaatle mahkemeye verildi ve
beraet etti.
23 Mart 1960 (Ramazan 25)’de Urfa’da vefat etti. Cenazesi büyük bir
kalabalık tarafından kaldırıldı. Önce Urfa’daki İbrahim Halil dergâhına gö-
müldü, 1960 ihtilalinden sonra da naşı alınıp Isparta’ya defnedildi.
Bu gün eserleri Amerika’da da Risale-i Nur Enstitüsü tarafından İngi-
lizce’ye çevrilip neşredilmektedir. Ayrıca Almanca, Fransızca, Urduca,
Arabça, Hintçe (Gujarati) ve Malezya dilleriyle neşredilmektedir.” (Ansiklo-
pedik İslâm Lügatı)
3223- Said Nursî ve Nurculuk aleyhinde açılan davaların ekserisi,
Nurcluğun siyasi maksada dayanan bir hareket olduğu iddiasına dayandırılı-
yordu. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî iman hizmetini esas almış, siyasetle
meşgul olmayı ise ehline bırakmıştır.
Esasen binüçyüz seneden bu yana İslâm dünyasının büyük dinî şahsi-
yetleri olan imamlar, mürşidler de aynı şekilde siyasetten uzak kalarakbu işi
ehline bırakmışlardır. Hatta İmam-ı A’zam Hazretleri en büyük bir İslâm
hukukçusu olmasına ve halife tarafından idarî makama geçmeye zorlanma-
sına rağmen, esas vazifesinin icabı olarak hizmet-i diniye sahasında kalmayı
tercih etmiştir. Bununla da kalmayarak güvendiği şahsiyetlerden İmam-ı Ebu
Yusuf Hazretlerine yazdığı vasiyetnamede, aynı husus üzerinde hassasiyet
göstererek onunda siyasetle uğraşmamasını tavsiye ve telkin etmiştir. (Bak:
İmam-ı A’zam)
3224- Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman, aynı mevzuda daha hassas
davranmıştır. Şöyle ki: T.B.M.M.’nin kuruluşu sıralarında Bediüzzaman İs-
tanbul’da bulunmakta iken, yeni hükümet tarafından Ankara’ya davet edildi.
Kendisine meb’usluk ve bazı siyasi makamlar teklif edildi. Fakat o, manevî-
yat sahasındaki hizmeti gaye edindi ve bu teklifleri kabul etmedi. Meclis kür-
süsüne de davet edilen Bediüzzaman, orada vatan ve millet için dua etti.
Hem vatan ve millet maslahatı namına meb’uslara 10 maddelik bir beyan-
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1728
name dağıttı, daha sonrada Van’a gidip manevî sahasına çekildi. (Bak:
382.p.dan 387.p.a kadar)
3225- Yazmış olduğu Risale-i Nur namındaki eserlerinde, siyasi çekiş-
meler hakkında ikaz edici pekçok beyanları vardır. Ezcümle: Bir eserinde
şöyle der:
“Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hük-
müne geçer. Hakiki dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i
insaniyedir” diye siyasete aşk u merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu
dine ve hakikata âlet etmeye - eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa baki el-
masları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.” (E.L.I.57)
3226- İşte üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin temel esasatını
bu ve buna benzer çok yerlerde beyan ettiği gibi, bilhassa son ve umumi va-
siyetnamesi hükmünde olan Ankara’da verdiği bir dersinde bizzat talebele-
rine Risale-i Nur mesleğinin azami ihlası muhafaza olduğunu kendi hayat ve
harekâtından misaller vererek bütün Nur şakirdleri camiasına şaşmaz
değişmeş bir kısım düsturları vaz’ etmiştir.
“Madem mesleğimiz azami ihlastır; değil benlik enaniyet, dünya saltanatı
da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azami ihlasın
iktizasıdır.” (E.L.II.246) diyerek tercihini yapmıştır.
3227- Hatta Risale-i Nur Müellifini müdafaa etmek, dinen vazifesi olma-
sına rağmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman, efkâr-ı am-
mede kendisine, siyaset-i İslâmiyede inkılapçı bir zata nazarıyla bakılmasını
önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir
ederken şöyle der: “Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı mane-
vîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bi-
çare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında
birinci derece hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede
bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâi-
natta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalış-
masına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade
hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek ci-
hetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve
fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem za-
rar büyüktür.
Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle
ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yar-
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1729
>«h²'~ «‡²ˆ—¬ °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# « «— (6:164) âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; biri-
sinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki
siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok ma-
sumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları
veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz
cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundu-
rup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı
içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların
parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki his-
sedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar
burası gibi değil, bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah et-
mesin bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.” (T.H.618)
3237- Risale-i Nur’un has talebelerini siyasete girmekten men’ eden bir-
kaç parça:
“Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki
siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebe-
tiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben
yazık dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim.”
(E.L.I.44)
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1732
y¬ ÁV7~ |¬4 m²RA²7~«— ¬yÁV7~ |¬4 Ç`E²7«~ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah
¬}«,_«[¬±K7~ |¬4 m²RA²7~«— ¬}«,_«[¬±K7~ |¬4 Ç`E²7«~ düstur-u şeytanî hükmedip, melek
gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına mu-
habbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.
Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabi ruhları azab içinde
bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı.”
(K.L.122)
3239- Hem “dünya siyasetine karışmadığımın sebebi? O geniş ve büyük
dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları
kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya
noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir...
Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var.
Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve
âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle
umumi ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor..
Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini
unutmağa çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye
sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fani şeylerde telef ol-
masın.
Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak
cihetinde (güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen
mücahidînden, selef-i salihînden başka) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar
olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar.” (E.L.I.56)
(125.p. da buradaki mana ile alâkalıdır.)
3240- “Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb, bir mübarek âli-
min takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimin
onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereya-
nına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh
ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyaset-
çilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye “eûzübillahi
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1733
3242- Daha bunlar gibi büyük bir yekûn teşkil eden beyanlar, açıkça
gösteriyor ki Risale-i Nur talebelerinden haslar dairesi tabir edilen ve bizzat
dine hizmet edenlerin siyasi iktidarı ele geçirmek değil, bilakis siyaseti ehline
bırakmaları ve siyasete girmemeleri, Risale-i Nur’da bir esas ve düsturdur.
Şunu kat’iyyen söyliyebiliriz ki: Vazifeleri ve kabiliyetleri icabı siyasette bulu-
nanlar müstesna, bizzat ve bilfiil dine hizmet eden hakiki Nur talebeleri;
kendi ihtiyarlarıyla idare ve siyaset işlerine girmek şöyle dursun, resmen siya-
sete girmeğe zorlansalar da, yine kendi manevî hizmet sahalarında kalmayı
tercih ederler. Ancak idarecilerin dindar ve dirayetli olmalarını ister ve tav-
siye ederler. Bu da, vicdanî ve vatanî bir vazifedir. (Bak: Siyaset)
3243- İşte bu derece siyasetten kaçan Bediüzzaman Hazretlerini, dün-
yevî maksada dayanan bir siyaset takib ediyor diye itham edenler, çok yanlış
ve insafa aykırı hareket ederler. Böyle yersiz hücumlara karşı müdafaasının
birkısmında şöyle diyor: “Sabık mahkemelerde dava ettiğim ve hüccetlerini
gösterdiğimiz gibi; bizim gizli düşmanlarımız ve hükümeti iğfal ve bir kısım
erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı
resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya
anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilalcidir veya İslâmiyete ve hakikat-ı
Kur’an’a karşı mürtedane mücadele eden bir dessas zındıktır ki; bize hücum
etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlak
rejim altına almakla sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i
keyfi-i küfrîye kanun namını vermekle; hem bizi perişan, hem hükümeti
iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları Kahhar-ı
Zülcelal’in kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için
u[¬6«Y²7~ «v²Q¬9—« yÁV7~ _«XA²K«& kal’asına iltica ederiz.” (Ş.377)
3243/1- Yine Bediüzzaman Hazretleri, bütün hür rejimlerde her türlü
tecavüzlerden korunan ve hür rejimin değişmez prensiplerinden olan “din
ve vicdan hürriyetleri”ne yapılan pek acib tecavüzü, gelecekteki tarihçilere ve
tarih dünyasına intikal ettirirken, hür rejimin maskeli düşmanlarını “Es’ile-i
Sitte” başlıklı yazısında şöyle ilan eder:
“Es’ile-i Sitte
(İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil
yazılmıştır. Yani “Tuh, o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman, yü-
zümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Av-
rupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çın-
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1735
_«X<«f«; ²f«5—« ¬yÁV7~|«V«2 «uÅ6«Y«B«9 Å «~ _«X«7 _«8 ¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"
«w[¬V¬±6«Y«BW²7~ ¬uÅ6«Y«B«[²V«4 ¬yÁV7~|«V«2«— _«9YWB²<«†´~ _«8 |«V«2 Å–«h¬A²M«X«7—« _«X«VA,
Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret
aldığından; çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecüvüz
nevinden, bana hususi ve gayr-ı resmi, kendim tamir ettiğim bir mabedimde,
hususi bir-iki kardeşimle hususi ibadetimde gizli ezan ve kametimize müda-
hale edildi. “Ne için Arabca kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?”
denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitab olmıyan öyle vicdansız alçak-
lara değil; belki milletin mukadderatıyla keyfî istibdad ile oynayan fir’avun-
meşreb komitenin başlarına derim ki:
3243/2- Ey ehl-i bid’a ve ilhad!.. Altı sualime cevab isterim:
Birincisi: Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hatta insan
eti yiyen yamyamların, hatta vahşi canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir
düstur ile hükmeder. Siz hangi usulle bu acib tecavüzü yapıyorsunuz? Kanu-
nunuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu ka-
bul ediyorsunuz? Çünki böyle hususi ibadatta kanun yapılmaz ve kanun
olamaz!..
3243/3- İkincisi: Nev-i beşerde hususan bur asr-ı hürriyette ve bilhassa
medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hükümferma”hürriyet-i vicdan”
düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek
ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz?
Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle, ne dine ne
dinsizliğe ilişmemeyi ilan ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir
din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz elbette saklı
kalmıyacak! Sizden sorulacak!.. Ne cevab vereceksiniz?... Yirmi hükümetin
en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükümetin
birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette boz-
mağa çalışıyorsunuz.
3243/4- Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münafi
bir surette vicdanını dünyaya satan bir kısım ülema-is sû’un yanlış fetvala-
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1736
rıyla, benim gibi Şafi-ül Mezheb adamlara hangi usul ile teklif ediyorsunuz?...
Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan Şafiî Mezhebini kaldırıp, bütün Şafiîleri
Hanefileştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi
dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin key-
fine tabi değiliz ve tanımayız!... (Bak: 3894.p.)
3243/5- Dördüncüsü: İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden,
ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkâr Türklük Milliyetine bütün bütün
zıd bir surette, frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve
bid’akârane bir fetva ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten
olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet hakiki Türklere pek hakiki dos-
tane ve uhuvvetkârane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi frenk-
meşreblerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana
teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve
binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmıyan ve Türklerin hakiki bir
vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin Milliyetini kaldırıp,
onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki bizim gibi ayrı unsurdan sa-
yılanlara teklifiniz bir nevi usul-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın
keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!..
3243/6- Beşincisi: Bir hükümet kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği
adamlara herbir kanunu tatbik etse de; raiyet kabul etmediği adamlara kanu-
nunu tatbik edemez. Çünki onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz deği-
liz, siz de bizim hükümetimiz değilsiniz!...”
Hem hiçbir hükümet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar
veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek,
hiçbir usulde yoktur!
İşte madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni
sekiz senedir en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapılmayan
bir esaret altına aldınız. Canileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selbedip hu-
kuk-u medeniyeden iskat ederek muamele ettiniz. Bu da vatan evladıdır de-
mediğiniz halde; hangi usul ile, hangi kanun ile biçare milletinize rızaları hila-
fına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, benim gibi her ci-
hetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz? Madem Harb-i Umumi’de
ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve
vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin
hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine
pek ciddi ve tesirli çalışmayı hiyanet saydınız. Ve manen menfaatsız, zararlı,
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1737
hatarlı, keyfî, küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmiyen bir adama sekiz
sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur.
Tatbikini kabul etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik
etmek, hangi usul iledir?
3243/7- Altıncısı: Madem sizlerle itikadınızca ve bana edilen muameleye
nazaran küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğ-
runda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde tahmininizce bulunan mu-
halefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve
âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hük-
münüz altında bir-iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsi bir şehadeti ka-
zanmak için feda etmek, bize ab-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’an-ı
Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için size kat’i haber ve-
riyorum ki:
Beni öldükten sonra yaşıyamıyacaksınız! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve
mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız!
Arkamdan pek çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma
gönderilecek. Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye
onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!..
Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz,
bana ilişmeyiniz!...İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını
biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlahîden ümid ederim ki: Mevtim, hayatım-
dan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomma gibi patlayıp
başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa, ilişiniz. Yapacağınız varsa, göreceğiniz
de var!.. Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyo-
rum:
nun için Eski Said: ¬}«,_«[¬±K7~«— ¬–_«O²[ÅL7~ «w¬8 ¬yÅV7_¬" †Y2«~ dedi. Ve otuzbeş se-
neden beri siyaseti terk etti.
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1741
Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Eski
Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi
yazıldı.” (H.Ş.46)
3251- “İki-üç def’adır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor.
Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un,
Dar-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da
bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı merhum Abdurrahman’ı dahi
zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmiyen ve Yeni
Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi
mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya
olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman
şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış.
Zaten Nur’un her bir cami’ cüz’ü ve sarsılmayan halis şakirdlerinin her birisi,
benden daha mükemmel ders verir.” (Ş.529)
3252- Bediüzzaman Said Nursî, ilim hayatındaki derin tahkikatını ve ni-
hayet Kur’anı kendine mürşid tutarak ondan tefeyyüzünü şöyle ifade eder:
“Bundan otuz sene evvel Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi,
çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza et-
tim. (*)
3253- Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime al-
dım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubat’ında
yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı.
Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında “Mirza
Bediüzzaman’a Mektub” diye yazı olarak gördüm. Fesübhanallah! dedim, bu
bana hitab ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı, “Bediüzzaman”dı. Hal-
buki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî’den başka o
lakabla iştihar etmiş zatları bilmiyordum.Halbuki İmamın zamanında dahi
öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime
benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devam buldum. Yalnız İmam,
o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye
ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla
meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme
muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa öteki-
nin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım.
Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O
tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif
turukların başı ve bu cedvellerin menba’ı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı
Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en
mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette
lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin ab-ı hayat hükmündeki feyzini massedip ala-
mıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o ab-ı hayatı
yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’andan gelen o Sözler ve o
Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil,; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imani-
yedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.” (M.355)
(Mezkûr iki mektub için, 2477/1.p.a bakınız.)
İki atıf notu:
-Eski Said’in ulûm-u felsefiyeyi terk ile tevhid-i kıbleye geçişi, bak: 3088.p.
-Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaasında Eski Said
tarzını değiştirmesi, bak: 1757.p.
* Yukarıda geçen "Kendimi ona muhatab addederek okudum" gibi ifadelerden anlaşıldığı
üzere; kitab, başkasına bilgi vermek gayesiyle değil, kendi ihtiyacını hissetmenin sâikiyle
okunmalı. (Bak: 3069.p.)
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1743
3253/1- Eski Said’in hayatı, Yeni Said’e geçişte bir ihzariye manasında
olduğu söylenebilirse de, Yeni Said’in haslar dairesindeki hizmet tarzına
me’haz tutulup tutulamıyacağı, mezkûr nakilerden anlaşılmaktadır. Ancak
Eski Said’in hayatı, geniş daireye bakabilir. Zira Nurculuk hareketinin mües-
sis ve mümessili olan Yeni Said’in vazife makamı umumi ve küllidir. Yani
dar daireye bizzat ve bilfiil, geniş daireye de irşad ve ikaz cihetiyle bakar.
(Bak: 2899, 2899/1.p.lar)
3253/2- “Fazıl-ı Muhterem, Tetkik-i Mesahif ve Müellefat-ı Şer’iye Reis-i
Alisi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir:
Sübhan olan Allah’a (c.c.) hamdederim. Ve Kur’anını üstüne inzal
eylediği Resûl-ü Ekrem’ine salât ü selâm ederim. Ve din-i mübin-i İslâmın
maalim ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.
Bundan sonra; şu “Tevhid Deryasından Bir Katre” isimli risale benim
gözüme tecelli etti. Gördüm ki; şu katre ile o bahir arasında bir fark yoktur.
Çünkü şu katre, din-i İslâm’ın halis pınarını izhar ve ifaza etmiştir. Ve
hakikatta kendisi de o çeşme-i İslâmdan çıkıp yine olna dönüyor ve ona dö-
külüyor.
İşte Allahü Teâlâ’ya (c.c.) çok şükürler olsun ki, tevhid denizlerinden
tefeyyüz edip İslâmın memesinden hakikî ve halis bir süt alıp emmeğe
muvvaffak olmuş olan biraderimiz Bediüzzaman Said Efendi, bu eyyamda
emsalsiz bir allâme-i garibdir. Bu gariblik ve bedi’lik ise Peygamber Aleyhi
* 1289.p.ta izah edilen bu hadîs, ehadiste haber verilen süfyaniyet cereyanının tahribatını
tamir edecek olan mehdiyet cereyanını haber verir. Safvet Efendi, bu hadisi hatırlatmakla,
Bediüzzaman'ın manen vazifedar şahsiyat olduğuna işaret eder. Hazırlayanlar
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1744
3258- Said Nursî Hazretleri yüksek seciyelere sahib idi. Ezcümle, âlim ve
fâzıl talebelerinden Ali Ulvi Kurucu, onun tevazu’ ve mahviyetkârlığını anla-
tırken şu ifadelere yer veriyor:
“Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında,
bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü
Üstad, sohbet ve te’liflerinde kendine bir “Kutb-ul Arifin” ve bir “Gavs-ul
Vâsilîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz
bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Meselâ: Ahlâk
ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan
doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane
muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına-bütün nur ve
sürura, saadet ve huzura müştak olan-gönüllere yayılır.” (T.H.15)
3259- Aynı mevzu ile alâkalı olarak, müttaki ve hoca bir talebesi de şöyle
diyor:
“Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî
tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilm-i hali
bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Me’zun olduğu
mikdarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan istifade derecesi
nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan cihet-i istifa-
desi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok,
kıymet yok der. Bu hasleti de, tam tevazu’dur ve yÁV7~ y«Q«4«‡ «p«/~«Y«# ²w«8 (279)
“Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kim-
sesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, feda-
kâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti.
Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuz-
lara bindirdi. Kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.
O mübarek cemaat ise; -Hulusi’nin tabiriyle- telsiz telgrafın âhizeleri
hükmünde ve -Sabri’nin tabiriyle- Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren
makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetle-
riyle beraber, -yine Sabri’nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden ola-
rak şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı
Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri
ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye
muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab
varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan
doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.
Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i halisenin dahi kerameti var-
dır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet
dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddi samimi tesanüdün çok kerametleri ola-
bilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne ge-
çebilir, inayata mazhar olur.
3261- İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım! Bir
kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti ver-
mek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de: Şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve
kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye vere-
mezsiniz.!” (M.371)
3262- “Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir
insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış.
İllet Rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet
sana gelmezdi. Nimerin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen;
o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir.
Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine maz-
har bazı zatlar (Husrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler. Üstadına
fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i
Kur’anîde verdiği nimet-i istiifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi
beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki. “Eğer Üstadımız buraya
gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illet-
tir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de et-
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1748
tiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlahiyedir. Bende si-
zin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas
kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki:
Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir biçare nasıl hizmet edecekti.
Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana
da bu hizmeti muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin il-
leti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana
minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (L.134) (Bak: 2734, 2735.p.lar)
3263- Said Nursî Hazretleri, dinimizde çok büyük ehemmiyeti bulunan
sırr-ı ihlasın muhafazası hakkında gösterdiği hassasiyetin bir nümunesi ola-
rak, yazdırdığı bir vasiyetnamesinde şöyle der:
«Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse
bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten
beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette
beni mecbur ediyor.”
Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler fatiha okur, hayır
kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyor-
sunuz?
Cevaben Üstadımız dedi ki: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki
Fir’avunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumya-
larla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği
gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları mana-yı harfîden
mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden
ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamandaki lillah için
ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın
dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben
de Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi
bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa
olsun okudukları fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden
bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab
cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.” dedi.»
(E.L.II.204) (Bak: İhlas)
3264- Hem yine Bediüzzaman kendisi hakkında yapılan kasdî bir ihanete
karşı, Kur’an (3:136) âyetinde tavsiye edildiği gibi yüksek bir sabırlılık dersini
veren tahammülünü şöyle ifade eder:
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1749
(40:44) ¬…_«A¬Q²7_¬" °h[¬M«" «yÁV7~ Å–¬~ ¬yÁV7~ |«7¬~ >¬h²8«~ Œ¬±Y«4~«— dedim. O vakıayı
olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’an
onu helal etmemiş.” (M.64)
3265- Hem “ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir
masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta
beddua da edemiyorum. Hatta en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı
fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddî, belki beddua
ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor.
Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya
evladı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört-beş
masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helal ediyo-
rum.” (T.H.526)
3266- Hem “... Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1750
etmek içindir. (6:164) >«h²'~ «‡²ˆ—¬ °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# « «— düsturu ile ki: “Bir cani
yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bu-
nun içindirki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalış-
mışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edile-
bilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvveti-
mizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlal edici da-
hilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından
ileri gelmiştir. Ve cihad-ı manevîyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye
karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir;
biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin-i
Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya
etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi
Kur’andan ders almışım.
3270- Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın
malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Da-
hildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı
ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi
milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle
dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda
dahil ve hariçteki cihad-ı manevîyedeki fark, pek azîmdir.” (E.L.II.241)
3271- Said Nursî Hazretlerinin diğer bir seciyesi de, en zor şartlarda dahi
cesaret-i imaniye ile hakkı söylemekten çekinmemek ve izzet-i diniyeyi ko-
rumaktaki gayretidir. Hayatı boyunca bunun pek çok örneklerini vermiştir.
Ezcümle 1907 senesi içinde, rakiplerinin ifsadatı ile Toptaşı’na götürülen
Bediüzzaman, kendisini muayene ile vazifelendirilen doktora şöyle der:
“Ey tabib efendi, sen dinle ben söyliyeceğim. Cinnetime bir delil daha
senin eline vereceğim. O da sual olunmadan cevaptır. Antika bir divanenin
sözünü dinlemeyi şüphesiz arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde
istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe tıp dersi vermek
fuzuliliktir. Fakat teşhis-i illete yardım edecek noktaları anlatmak, hastanın
vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için elbette dinlemeyi lü-
zumlu görürsünüz. İşte şu dört noktayı nazar-ı mütalaaya alınız:
3272- Birincisi: Ben Şarkın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi
o yerlerin kapanı ile tartmalısınız. Hassas olan medeni İstanbul mizaniyle
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1752
3278- SAKAL Ä_T. : (a. lihye) Kur’anda, dinî bir hükme medar ol-
mayan bir ifade ile yalnız (20:94) âyetinde geçer ve on şey fıtrattandır rivaye-
tinde beyan olunduğu gibi İslâmiyetten önceki asırlarda da sakalın bırakıldı-
ğına işaret eder. (Bak: Lihye-i Şerif)
Hadis kitablarında Sahih-i Buhari 77. Kitab-ül Libas’da 63, 64, 65.
Bablar ve Sahih-i Müslim 2. Kitab-üt Tahare, 16. Bab’da 52 ilâ 56. hadisler;
fitrî sünnetler, saç ve sakal hakkındadır. Ve yine S.M. 37. Kitab-ül Libas, 24,
25. Bablar ve İbn-i Mace 32. Kitab, 32.33. Babları ve T.T. 3. ci.323. sahife,
saç ve sakalın boyanmasına dairdir. (On şey fıtrattandır, bak: 971.p.)
SAİD NURSÎ (Bediüzzaman) 1755
hassasiyet göstermemek gibi haller; dindarlık alâmeti telakki edilen sakal bı-
rakmakla tezadî bir manzara arzedip, sakalın şerefini cidden haleldar eder.
Sünnet niyetiyle sakal bırakanlar, mezkûr hususlara çok dikat etmek mecbu-
riyetindedirler.
Ebu Davud fiten/2’de nakledilen ve âhirzaman fitnesinde, cihad-ı ma-
nevî yolunda müsbet hareket ederek meşakkatlere sabreden mücahidi
medheden bir hadisin son kelimesini bazı âlimler, “sakalı traş edilmiş” ma-
nasında tefsir etmişlerdir. Bu kelimenin çeşitli manalarından biri olarak veri-
len bu manayı, R.E. 100. sahife kenarında _®;~«Y«4 kelimesini izah ederken
ele alır ve |«;«Y²7«~ kelimesinin bir manası, sakalsız demektir diye kaydeder.
Tezkiret-ül Kurtubî de bu kelimeyi aynı manada zikreder. Et-Tergîbu ve-t
Terhîb’de de; zamanın bedii, alışılmadık şahsı, garib bir insan manalarını ha-
tırlatan “Feya acaba” ifadesi ile o şahsa karşı alâka uyandırılır. Evet böyle
işarî ve letafetli ince manalar, sarih ifadelerle bildirilmez. Zira sırr-ı imtihana
uygun düşmez. Böyle telmihler, ehl-i ferasete uzaktan bir işarettir, delail-i
şer’iye ile isbatı aranmaz. (Bak: 2026 p) (Mezkûr hadisin mana ve me’hazı için
993. p.a bakınız.)
Sakal bırakıldıktan sonra kesmenin haramiyeti, (Bir sünnete şuru’ olunup
ikmal edilmezse, ba’dehu onu ikmal ve ifa eylemek vacib olur, ifa edilmezse
mes’uliyet getirir.) kaidesiyle de alâkalıdır. Bu kaide için bak: Şerh-ül Menar
Fi-l Usuli İbn-i Melek, sh: 197, Fasl-ül Meşruat.
Daha geniş araştırma isteyenler: Müsned-i Ahmed bin Hanbel, Evvel-i
Cüz’ sh: 243, 301, Sani-i Cüz’ sh: 16, 52, 65, 118, 156, 229, 239, 283, 356,
365, 366, 387, 410, 489, Salis-i Cüz’ sh: 122, 103, 255, Rabi-i Cüz’ sh: 108,
109, Hamis-i Cüz’ sh: 410, Sadis-i Cüz’ sh: 137’ye bakabilirler.
Atıf notu:
Bediüzzaman Hazretlerinin sakal bırakmamasının sebebi, bak: 3254-3257. p.lar.
3281- “Salât kelimesinin lügat-ı Arabda iki me’hazı vardır. Birisi alel’ıtlak
dua manasıdır ki, Peygamber’e salât ü selâm dediğimiz zaman suret-i
mahsusada bunu anlarız. Diğeri YV. = salv maddesinden gelen “sallâ” fii-
linin masdarıdır ki, “tahrik-i salveyn” demek olur. Arablar bu manaca “salla”
dedikleri zaman “salveynini tahrik etti” manasını anlarlar... Salveyn oylukla-
rın başındaki iki tümsek kemiktir.. “Sallâ”, rükû ve sücudda yapıldığı gibi bi-
zim belini eğmek dediğimiz tahrik-i salveyn manasına kullanılırmış... İşte
lügaten biri kalb ve lisan işi olan dua, diğeri de bir hareket-i bedeniye işi olan
fiil-i mahsus. İki manaya gelen salât kelimesi şer’an Peygamberimizden
görülegeldiği üzere kalbî, lisanî, bedenî ef’al ve erkân-ı mahsusadan
mürekkeb gayet muntazam bir ibadet-i kâmilenin ismi olmuştur.” (E.T.190)
3282- Salât ü selâm hakkında bir “sual: Salavatın bu kadar kesretle hik-
meti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a salavat getirmek, tek
başıyla bir tarik-ı hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm nihayet
derecede rahmete mazhar olduğu halde nihayetsiz salavata ihtiyaç göster-
miştir. Çünki Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm bütün ümmetin dertle-
riyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde ebed-ül
âbadda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığı-
nın ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Hem Resul-i
Ekrem hem abd, hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet
cihetiyle selâm isterki: Ubudiyet halktan Hakk’a gider, mahbubibiyet ve
rahmete mazhar olur. Bunu
?«ŸÅM7«~ ifade eder. Risalet Hak’tan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve
me’muriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakiyet ister ki, •«Ÿ«, lafzı
onu ifade ediyor. Hem biz _«9¬f¬±[«, lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Ya
Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et
ki, bize sirayet etsin.” (B.L.270)
İ.M. ci: 3 sh: 163, 6. kitab 25. babı salât hakkındadır.
Atıf notu:
-Salât ü selâmın geniş manasını hisseden Hz. Bediüzzaman’ın bir müşahedesi, bak:
3327.p.
SALİH (A.S.) 1759
3284- Bir âyette şöyle buyuruluyor: “(54:27) ²vZ«7 ®}«X²B¬4 ¬}«5_ÅX7~~YV¬,²h8 _Å9¬~
Çünki biz onlara fitne için nakayı salacağız. Naka: dişi deve demektir. Sure-i
Şuara’da geçtiği üzere ...
«w[¬5¬…_ÅM7~«w¬8 «a²X6 ²–¬~ ¯}«<´_¬" ¬ ²_«4 _«XV²C¬8 °h«L«" Å ¬~«a²9«~ _«8 (26:154) diye Salih
Aleyhisselâm’dan âyet, yani nübüvvetine alâmet olacak mu’cize istemeleri
üzerine birkaç surede geçtiği vech ile; işte size bir naka, bir âyet olmak üzere
Allah nakası
|¬4 ²u6 Ì_«# _«;—‡«g«4 ®}«<´~ ²vU«7 ¬yÁV7~ }«5_ÅX7~ ¬˜¬g«;
°v[¬7«~ ° ~«g«2 ²v6«g'²_«[«4 ¯šYK¬" _«;YÇK«W«# « «— ¬yÁV7~ ¬Œ²‡«~
(7:73) denilmişti. Bu nakanın nereden ve nasıl çıktığı Kur’anda musarrah de-
ğildir. Ancak ¬yÁV7~ }«5_«9 tabir olunmuştur. Lakin haberlerde bir }«A«N«; den,
yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış olduğu şayi’dir. Burada bu-
nun çıkarılması değil de irsali, yani bırakın Allah’ın arzında otlasın, diye sa-
lınması bir fitne için olduğu beyan buyuruluyor. Bunu çokları imtihan mana-
sına tefsir etmişler.” (E.T.4646)
3285- “Salih Aleyhisselâm’ın hali Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem
Hazretlerinin haline daha çok benziyor. Çünkü onun getirdiği mu’cize, sair
peygamberlerin getirdikleri mu’cizelerden daha acibdir. Gerçi İsa
SALİHAT 1760
Aleyhisselâm ölüyü diriltmiştir. Lakin ölü hayata mahal idi. Demek o, Allah’ın
izniyle hayatı kabil olan bir mahalde isbat etmişti. Musa Aleyhisselâm’ın asası
ejderha oldu, demek Allah Teala bir haşebede hayat isbat eyledi. Lakin haşeb
nebattır. Nebatta da hayvanınkine müşabih bir nema kuvveti vardır. Bu
öbüründen daha acibdir. Salih Aleyhisselâmın yed’inde zahir olan ise, taştan
deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemaddır. Hayata da mahal değildir. Nemaya da
mahal değildir. Demek ki bu daha acibdir. Hazret-i Peygamber Sallallahu
Aleyhi Vesellem ise, hepsinden daha acibini getirdi ki, semavi bir cirimde
tasarruftur.” (E.T.4644)
3286- Salih (A.S.)ın kavmine evamir-i İlahiyeyi tebliğ etmesi ve âyet-i
İlahiye olan devesi ve kavminin isyankârlığıyla helak edilmesi kıssası: (7:73-
79) (11:61-68) (15:80-84) (26:142-158) (27:45-50) (54:23-31) (1:11-14) âyetle-
rinde geçmektedir.
3289- SAMED fW. : Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç
kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan (Allah). *Pek yüksek, daim. *Refi’
ve âlî ve içi dolu şey. *Kavmin ulusu.
3290- Bu kelime Kur’anda yalnız (112:2) âyetinde geçer. “Samed ismi
hakkında lügat nokta-i nazarından mülahaza olunacak esaslı iki mana
mervidir. Birincisi, hamd vezninde kasd manasına samd mastarında
masmud-i ileyh, yani kasd doğrudan doğruya kendisine müteveccih olan
maksud manasına olmaktır. “Samede samdehu” tabiri ma’ruftur ki dos-
doğru, düpedüz, hiç inhirafsız ona kasd ve teveccüh etti demektir. Malum ki
kasd’da bir noktaya doğrudan doğru teveccüh manası vardır. Bu mana ile bir
kavmin seyyidine yani umûr ve ihtiyacatında maksud ve mercii olan ve ma-
fevki bulunmayan en şerefli ulusuna, en büyük efendisine “samed-ül kavm”
SAMED 1761
denilir. Ve mutlaka kadri yüksek, âlişan manasına da gelir ki, masmudun lâ-
zım manasıdır. İkincisi: Bir de hiç cevfi, boşluğu olmıyan, eksiksiz, gediksiz,
deliksiz, nüfuz edilmez şeye denir ki, musmed gibidir. Buna lisanımızda som
tabir olunur.
3291- Bu meyanda en yüksek rivayet Abdullah İbn-i Büreyde’nin her
halde Peygambere refi’ etmiştir biliyorum, y«7 «¿«Y«% « >¬gÅ7~ f«WÅM7«~ dir dedi,
diye vaki olan bir rivayettir. Türkçemizde bu manalar eksiksiz, gediksiz, de-
liksiz, som diye ifade olunabilir ve bu ihtiyaçsızlıktan, gına-i tamdan, kemal-i
âlâdan kinaye de olur. İbn-i Enbarî demiştir ki, ehl-i lügat beyninde samed
“nasın havaic ve umurunda kendisine samd eder (yani doğrudan doğru
maksud ve matlub edinerek müracaat ve iltica eyler) ve mafevki yok seyyid”
demek olduğunda ihtilaf yoktur. Zeccac da demiştir ki, samed; suded yani
ululuk kendisine müntehi olan, kendisine samd olunan, yani herşey ona da-
yanır, onu maksud ve merci edinir olandır.
Ali İbn-i Ebi Talha, İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet eylemiştir: Samed:
sûdedinde kâmil olan seyyid ve şerefinde kâmil olan şerif ve azametinde kâ-
mil olan azîm ve hilminde kâmil olan halîm ve ilminde kâmil olan alîm ve
hikmetinde kâmil olan hakîm, velhasıl şeref ve ululuk envaının hepsinde
ekmel olandır...” (E.T.6305)
3292- İhlas Suresinde “üçüncü cümle: f«WÅM7~ yÅV7«~ dir. İki cevher-i tev-
hide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyet. Evet nizam-ı kevn lisanı der
ki: Lâ Hâlika illâ hu.... İkinci dürrü: Tevhid-i Kayyumiyet. Evet seraser kâi-
natta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: Lâ Kayyume illâ
hu...” (S.696)
3292/1- Allah’ın hiçbir şeye ve hiçbir kimseye hiçbir cihette muhtaç ol-
madığı, Kur’anın pek çok beyan ve ifadelerinde zikredilir. Bu hakikatı ifade
eden kelimelerden birisi “gani”dir.
Bu kelimenin geçtiği âyetlerden alınan bir kaç not:
-Allah ganidir: (2:263, 267) (7:133) (22:64) (31:26) (57:24) (60:6) (64:6)
-Allah bütün âlemlerden müstağnidir: (3:97) (29:6)
-Allah veled edinmekten müstağni ve münezzehtir: (10:68)
SANEMPEREST 1762
“(4:117) ~®f<¬h«8 _®9_«O²[-« Å ¬~ «–Y2²f«< ²–¬~—« _®$_«9¬~ Å ¬~ ¬y¬9—… ²w¬8 «–Y2²f«< ²–¬~
Allah’a şirk edenler, Allah’ı bırakarak ancak inase dua ederler. Bunların naza-
rında ilah mefhumu, mabud tasavvuru her şeyden evvel bir kadın hayalidir.
Ve bunun içindir ki, putların ekserisi inas suretinde, inas ismindedir....
Yunanlılar ve saire gibi putperest akvamın ekser esnamları da dişi olduğu
malumdur. Binaenaleyh bu mana haddizatında sahihdir. Fakat bunu anlamak
için inas kelimesini mana-yı hakikisinden çıkarmağa lüzum yoktur. Her hayal
bir hakikatın in’ikası olduğundan, bu hal inasa incizabın bir neticesi olarak
mülahaza edilmek ve inası mana-yı hakikisiyle mütalaa etmek hem asıldır
hem de âyetin ruh-u mazmununa muvafıktır. Yani müşrik ruhunun gaye-i
ma’budu kadındır. Onun nazarında taabbüdün en büyük misali, taabbüd-ü
nisvandır.
...Bu suretle fevkalâde veya muhayyel güzellerin suretleri tamim olunarak
onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilir. Ve en çirkin bir kadın,
en güzel bir puttan daha kıymetli olmak lâzım gelirken, ma’budunu kadın
telakki eden müşriklerin elinde hakiki kadınlar öyle lbir ibtizale düşerler ki,
hürmet şöyle dursun, en basit hukuk-u insaniyeden bile mahrum edilirler.
Davaya bakarsanız kadın herşeydir. Fiiliyata bakarsanız, kadın oyuncak-
ların en sefili olmuştur. Bu hal müşriklerin öyle bir dalaleti ve şeytanların
öyle bir desisesidir ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir ka-
dın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler; yıldıza ta-
parlar, dişi tasavvur ederler; melaikeye taparlar, inas tasavvur ederler ve bu
SARFE MEZHEBİ 1763
3298- SECDE ˜fD, : “Asl-ı lügatte secde, son derece tevazu ile alça-
lıp serfüru etmek ki, kibrin tam zıddıdır. Şer’an da alnını yere koymaktır ki,
ta’zim ve inkiyadın en yüksek suretidir.” (E.T.318)
“Lügavî ve şer’î her secdede bir mana-yı tezellül ve ta’zim ü inkıyad var-
dır. Bunun için Allah’dan maadasına secde etmek şer’an küfürdür.”
(E.T.319)
3299- Kur’an (72:18) âyetinde Allah ile beraber başka birine dua ve iba-
det etmeyin, yalnız Allah’a ibadet ve ondan istiane edin buyuruluyor. Hem
“Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet
dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir
bedevi kumandan, kendinde ve başka kumandanlardı, hâkimiyetleri
nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun
ve maddîyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde ken-
dilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için
kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru ettirirler, başlarını rükûa ge-
tirirler demektir.” (Ş.584) (Bak: Endad)
Bir atıf notu:
-Allah’dan başkasına baş ile yapılan secde dalalettir, bak: 1344/1.p.
3300- Allah’a manevî yakınlığın en ileri derecesi secde hali olduğu gibi
böyle şuurlu secdeler de, bu manevî yakınlığı kazanmaya vesiledir. Nitekim
çok küllî esrara işaret eden (96:19) âyeti bu hakikatı da ders veriyor.
“Hadis-i sahihte de varid olduğu üzere:
SECDE-İ TİLAVET 1765
°f¬%_«, «Y;—« ¬y¬±"«‡ |«7¬~ f²A«Q²7~ –YU«< _«8 «h²5«~ “Kulun Rabbine en yakın ola-
bileceği hal, secde ederkendir.”
Bir hadis-i kudside de:
y«A²V«5—« ˜«h«M«"«— y«Q²W«, «–Y6«~ |ÅB«& ¬u¬4~«YÅX7_¬" Å|«7¬~ Åh«T«B«< f²A«Q²7~ Ä~«i«< «
Kul bana fazla ibadetlerle mütemadiyen yaklaşır, o derece ki nihayet ben
onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum; benimle işitir, be-
nimle görür, benimle duyar” buyurulmuştur.” (E.T.5962)
Ebu Davud 875. hadisi, secdenin ehemmiyetini beyan eder.
Müslüman olan bir cünüb veya sarhoş da okuyacağı veya işiteceği bir secde
âyetinden dolayı secde ile mükellef olur. Temizlik ve uyanıklık- savh- halinde
bu secdeyi yapmaları lâzım gelir. Fakat hayız ve nüfesa bulunan bir kadına
ne okuyacağı ve ne de işiteceği bir secde âyetinden dolayı tilavet secdesi
vacib olmaz. Çünkü bunlar bu halde namaz ile mükellef değillerdir.
3303- Muallem kuşlardan veya aks-i sadadan veya sesleri aksettiren
fonoğraf gibi bir âletten işitilen bir secde âyeti ile de secde-i tilavet vacib ol-
maz. Fakat diğer sahih görülen bir kavle göre kuşlardan işitilen secde âyetin-
den dolayı secde-i tilavet lâzım gelir. Zira işitilen kelâmullahtır. İhtiyata mu-
vafık olan da budur.
Radyoya gelince bu sada-yı akis olmaktan ziyade nakil sayılmaktadır.
Kasde mukarin olarak okunan şeylerin hemen aynını nakletmektedir. Bun-
dan işitilen sesler aks-i sada ile mücerred bir muhakattan ibaret değildir. Bu
cihetle radyo vasıtasıyla işitilen bir secde âyet-i celilesinden dolayı secde
edilmesi vacib olsa gerektir. Vacib olmasa bile secde edilmesinde bir mahzur
olmadığından herhalde secde edilmesi ihtiyata muvafık, Kur’an-ı Azîm’e
karşı hürmet ve tazime müş’irdir..
Secde-i tilavet âyetinin tehecci suretiyle okunması ile veya mücerred ya-
zılması ile veya telafuz edilmeksizin mücerred yazısına bakılmasıyla secde-i
tilavet lâzım gelmez. Çünkü bu hallerde tilavet bulunmuş olmaz..
Tilavet secdesinin vücub-i edası, fevrî değildir. Yani secde âyeti okunur
okunmaz hemen secde edilmesi lâzım gelmez. Bu secde uzun bir müddet
sonra da yapılabilir.... Şu kadar var ki, bir zaruret bulunmadıkça tehiri
tenzihen mekruhtur.” (B.İ.İ.1179)
3304- Secde-i tilavet bazı imamlara göre sünnettir. “Aleyhissalatü Ves-
selâm bir gün (96:19) ² ¬h«B²5~«— ²fD²,~«— y²Q¬O# « ÅŸ«6 okumuş da secde etmiş,
beraberinde bulunan mü’minlerde secde etmişlerdi. Kureyş de başları
ucunda el çırpmış ve ıslık çalmışlardı, bu âyet nazil oldu diye rivayet edilmiş-
tir. İmam-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri bununla burada secde-i tilavetin
vücubuna istidlal eylemiştir. Şafiî de sünnet demiştir. İbn-i Abbas
Radıyallahü Anhüma’dan Mufassal’da secde yoktur diye rivayet edilmiş ise
de, Ebu Hüreyre Radıyallahü Anh burada secde etmiş ve Peygamber
Sallallahü Aleyhi Vesellem hazretlerinin bunda secde ettiğini gördükten
sonra secde ettim vallahi demiştir. Enes Radıyallahü Anh de demiştir ki:
SEDD-İ ZERAİ 1767
3306- SEDD-İ ZERAİ p¶<~‡† ±f, : Şer’an yasak olan bir şeye vesile
3307- Bir âyette şöyle buyurulur: “(2:229) ¬yÁV7~ …—f& «t²V¬# İşte ahkâm-ı
mezkûre Allah’ın vaz’ettiği hududdur, yahut hudud-u memnuadır.
280Müsned-i İbn-i Hanbel 4/267 ve Sahih-i Buhari iman/39 ve S.M. ci: 5 sh: 123 hadis:
107 ve İ.M. 36. kitab-ül fiten bab: 14
S E D D - İ Z Ü L KA R N E Y N 1768
hadisleri de aynı mesele ile alâkalı olup şüpheli şeylerin terk edilmesini tav-
siye eder. (Bak: 3650.p.)
yaptırdığı büyük sed. (Bak: 4110.p.) Kamus-ul A’lam, Sedd-i Ye’cüc madde-
sinde şu bilgiyi veriyor:
“Sedd-i Ye’cüc (yahut Sedd-i İskender) Ye’cüc ve Me’cüc ismiyle küre-i
arzın şimal cihetlerinde sakin oldukları Tevrat’ta mezkûr akvamın şerrinden
muhafaza için çekilmiş bir sed olduğu mervi olup, binası İskender
Zülkarneyn’e isnad olunur. Ancak bir taraftan İskender’in tarihi mazbut
olup, böyle bir sed bina ettiği bilinmediği gibi, bir taraftan dahi İskender’in
zabtettiği ve geçtiği yerlerin hiçbirinde böyle bir sed eseri görülmüyor. An-
cak çendan nefs-i Çin ile Moğolistan ve Maçu memaliki arasında Sedd-i
Ye’cüc hakkında mervi olan evsafla muttasıf vâsi’, yüksek ve uzun bir sed
bulunup, Sedd-i Ye’cüc’den maksad bu sed olacağından şüphe yoktur. Haki-
katen bu seddi Çinliler, Maçu ve Moğol vesaire şimal akvamının
tecavüzatına karşı bina etmişlerdir. Tûlu dörtbin kilometreyi mütecaviz olup,
bazı mahallerinde iki ve üç sıra duvardan ibarettir. Üstü üç dört araba geçe-
cek kadar vâsi’ olup, burçlar ve kaleleri dahi vardır. Ekser mahalleri taş ve
tuğladan ve bazı yerleri kerpiçten olup, bir hayli mahalleri yıkılmış ve
defaatla ta’mir olunmuştur. Bu sedde milad-ı İsa (A.S.)dan ikiyüz kırkyedi
sene evvel yani İskender’in vefatından yetmişaltı sene sonra (Çe-Huang-ti)
nam Çin İmparatoru tarafından başlanılarak, on sene mütemadiyen dört beş
milyon amele çalıştırılmış ve bunlardan dörtyüzbini bu işde helâk olmuştur.
Maahaza sedd-i mezkûr bir işe yaramayıp, Ye’cüc ve Me’cücden murad
olan akvam-ı Tatariye seddi tecavüzle, Çin’i zabtederek bu güne kadar idare
etmektedirler. Ancak Çinliler mağlub oldukları halde, sa’y ve medeniyetle-
riyle galiblerine galebe ederek, bunlara kendi lisan ve mezheblerini ve âyin ve
âdetlerini kabul ettirmiş ve Çin hududunu seddin pek ilerisine kadar tevsi’
etmişlerdir. Bu vecihle sed şimdiki halde Çin memaliki arasında kalıp, âsâr-ı
atikadan addolunmaktan başka bir şeye yaramıyor.
Bazı müverrihler dahi Sedd-i Ye’cüc’den murad bilad-ı Kafkas’ta bender
cihetinde bulunmuş olan bir sed olduğunu iltizam edip, bunun Nuşirevan
tarafından te’sis edildiğini ve çok vakit sonra dahi âsârı baki bulunduğunu
beyan etmişlerdir.” (Kamus-ül A’lam, sh: 2540-2541)
SEFAHET 1769
Dalalet, Gençlik, Günah, Lezzet, Musiki, Nazar-ı Haram, Nefs-i Emmare, Takva)
“Lügaten “sefeh”, rey ü revişte hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanın-
dan neş’et eder. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir
ki, mukabili ağır başlılık, tam akıllılıktır. Şer’an da akıl ve dinin muktezası hi-
lafına harekettir ki, mukabili rüşd ü sedaddır. Lisanımızda sefahet de bu ma-
nada müteareftir. Hasılı sefeh ve sefahet; re’y ü fikirde heva ve hevese tabi
olma, akıl ile değil, zevk ile hareket etmektir.” (E.T.234)
Böyle sefihlerin mallarının mülkiyet hakkı sabit kalmakla beraber tasar-
rufunda hacr (malını istediği gibi kullanma serbestliğinin verilmemesi) fıkıhta
zikredilir.
3309- “Nisa Sure-i Şerifesinin 5. âyetinin matlaı olan (4:5)
Öbür tarafta Ebu Yusuf, Muhammed, Malik, Evzai, Şafiî, Ahmed, İshak,
Ebu Sevr, sefihin hacrini kabul etmişlerdir. Bu içtihad Ali, İbn-i Abbas, İbn-i
Zübeyr, Aişe Radıyallahü Anhüm’den de menkuldür.” (S.B.M. ci: 7, sh: 406)
(Bak: İsraf)
3310- Sefahete teşvik eden ve anarşiye kapı açan bir şahs-ı manevî ile
Bediüzzaman’ın bir münazarası:
“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bay-
ramında oturmuştum. Karşısındaki Lise Mektebinin büyük kızları, onun av-
lusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene son-
raki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve tale-
belerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi,
yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğin-
den sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar... kat’i müşahede ettim.
Onların o acınacak hallerine ağladım... Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar,
ağladığımı işittiler... geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime
bırakınız, gidiniz.
Evet gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün âhiri kış-
tır. Öyle de: Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.
Geçmiş zamanın eli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği
gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema
bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara
gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve
teellümlerle ağlayacaklardı.
3311- Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken,
sefahet ve dalaleti terviç eden bin şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma
dikildi ve dedi: “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve
tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getir-
meyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyyen bil ki: Senin dalaletin hük-
müyle bütün geçmiş zaman-ı mazı ölmüş ve madumdur. Ve içinde cenaze-
leri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet
yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve
o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki
sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek is-
tikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine madum ve karanlıklı ve ölü ve
dehşetli bir vahşetgahtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve
SEFAHET 1771
zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiç-
liğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz
elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz’î lezzetini zir ü zeber eder.
Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine gir-
sen iman nuruyla göreceksin ki: O geçmiş zaman-ı mazi madum ve her şeyi
çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılab eden nurani
bir âlem ve baki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir inti-
zar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre
Cennet’in bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek is-
tikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık... belki iman gözüyle görünür ki:
Saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her
bahar ve yazı birer sofra yapan ve ni’metlerle dolduran bir Rahman-ı Rahim-i
Zülcelali Ve-l İkram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış,
oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine
göre baki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakiki ve elemsiz lez-
zet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
3312- O muannid döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyf
ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeye-
rek yaşıyacağız.”
Cevaben dedim: “Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mazi ve müs-
takbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten en-
dişelere korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlikına şük-
reder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak
kestiği vakit hissetmek ister. Fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur.
Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir. Ve
başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan masum hayvanlar hakkında daha
mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir
derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan ta-
mamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten
gelen korkular ve endişeler; senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde
yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını, çıkar
at, hayvan ol kurtul! Veya aklını imanla başına al. Kur’anı dinle, Yüz derece
hayvandan ziyade bu fani dünyada dahi safi lezzetleri kazan!...” diyerek onu
ilzam ettim.
3313- Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebi din-
sizleri gibi yaşarız.”
SEFAHET 1772
Ey nefs-i emmare! Eğer desen: “Ben, ecnebi değil, hayvan olmak iste-
rim.” Sana kaç defa söylemiştim: “Hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki
akıl oduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin
yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor.
Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevkeder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar
at, sonra hayvan ol. Hem Êu«/«~ «Y; ²u«" ¬•_«Q²9« ²_«6 sille-i tedibini gör.” (S. 362)
Bir atıf notu:
-Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur, bak: 2742.p.
3314- İşte bu zamanda “akibeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti ile-
ride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe
ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın, yegane çaresi: Aynı lez-
namaz ve takdim-te’hir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için onlara bina
edilmez. Belki kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina
edilebilir.” (B.L.383) demektedir.
3319- Sefer hakkında Kur’andan birkaç not:
-Ramazan ayında sefer: (2:184,185)
-Seferde gusül (boy abdesti) meselesi. (4:43) (5:6)
-Seferde düşman korkusu karşısında kasr-ı salat ruhsatı: (4:101)
3320- SEKAL uT$ : (c. Eskal) Misafir. *Mal, mülk, meta. Ev metaı, ev
eşyası. *İns ve cinnin bir ünvanı ki arzda İlahî gayeyi tazammun eden en
ehemmiyetli mahluklardır. (Bak: Eskal)
“Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcu-
nun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanma-
yıp sakladığı kıymetli şeye denir. İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde
ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekaili, ağırlığı gibi olmalarından, ya-
hut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.” (E.T.6009) Bu
mana ile, Kur’an (55:31) âyetinde geçer.
3321- Keza Kur’an (99:2) âyetinde geçen eskal ifadesi hakkında müfessir
Hamdi Efendi şu bilgiyi verir: “Arzın eskalini, yani ağırlıklarını çıkarmasında
iki rivayet vardır. Birisi; ölüleri kabirlerinden fırlatıp çıkarmasıdır ki;
² «h¬C²Q" ‡YAT²7~ ~«†¬~—« (82:4) âyetinin mazmunudur. Bu ise ba’s demek olaca-
ğından nefha-i saniyeye işaret olur. Birisi de içindeki definelerin, hazinelerin,
madenlerin meydana çıkarılmasıdır ki, bunun da nefha-i ûlada, yani ilk zel-
zelede olması zahirdir.” (E.T.6008)
“Eskal: Kesr ü sükûn ile “sikal”in cem’i olabileceği de söylenmiştir ki
himl-i batın, yani karın yükü manasınadır. Bunun da künûz ve emvata ıtlakı,
teşbih ve istiare suretiyledir. Bu mana (84:4) ²aÅV«F«#—« _«Z[¬4 _«8 ²a«T²7«~—« âyetine
daha muvafıktır.” (E.T.6010)
Bir atıf notu:
- Dünyanın merkezindeki ateşini Cehennem’e boşaltması, bak: 3395.p.
S E Kİ N E ( T ) 1776
telâşın kesilmesi ile hasıl olan kalb huzuru ve sükûneti. İman-ı tahkikî ve
marifetullahta terakki ettikçe kalbde hasıl olan emniyet, itmi’nam ve huzur
haleti. Bu haletin fiilî tezahürü olan hal ve hareketlerdeki vakar ve olgunluk.
*Telaş ve hafifliğin zıddıdır. *Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim
bir duanın ismi. (Bu Sekine isimli dua, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh gibi
evliyanın okuduğu, içerisinde ismi-i azam ve ondokuz âyet bulunan çok
mühim, sükunet ve itmi’nan veren bir duadır. Hizb-ül Envar-il Hakaik-ın
Nuriye’de mevcuttur. Sekine kelimesi Kur’anda (2:248) (9:26,40) (48:4, 18,
26) âyetlerinde geçer.
kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. “Miftah-ül Ulûm”
isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır.
Sadeddin-i Taftazani bu kitabı şerhetmiştir.
yet. Sulh. Asayiş. Bütün korktuklarından emin olma. *Allah’ın (C.C.) rızasına
erişmek için mü’minlerin birbirine yaptığı dua ki, İslâmî şeairin mühimlerin-
dendir.
Mü’minler birbirleriyle karşılaştıklarında küçük büyüğe, yürüyen durana,
azlık çokluğa, hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene, yüksekteki
aşağıdakine “Selâmün Aleyküm” der. Selâmı alan “Ve Aleykümüsselâm ve
Rahmetullahi ve Berekâtühü” diyerek cevap verir. Evvela selâm veren daha
çok sevab kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri
ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak
taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir.
Selâm mü’minler arasında birbirlerine maddî ve manevî hiçbir zarar
vermeyeceklerine dair bir te’minatlaşmayı da ifade eder. Zira selâm; selâmet
ve tehlikesizlik manasına da gelir. Ümetlerin peygamberlere getirdikleri se-
lâm ise, ümmetlerden peygamberlere (hayatta iken) ve getirdikleri dinlerine
kıyamete kadar tehlike ve zarar getirmeyeceklerine dair te’minat vermeleri
demektir. Kur’anda ekseriyetle peygamberlere ümmetlerinden selâmın ak-
sine muhalefet ve taarruzlar geldiği bildirilir. Bu ise ümmetler için en büyük
SELÂM 1777
“ yA[¬D# «Ÿ«4 ¬•«ŸÅK7~ «u²A«5 ¬Ä~ÏYÇK7_¬" ²v6«~«f«" ²wW« «4 ¬Ä~ÏYÇK7~ «u²A«5 •«ŸÅ,«~
Selâm sualden mukaddemdir. Bir kimse size selâm vermeden sual sormaya
başlarsa ona cevap vermeyiniz.” (281) buyuruluyor.
3325- Selâm bazı kimselerden iyilikle uzaklaşmak manasına da gelir.
Yani ölçüsüz ve incitici konuşan cahillere, kâmil mü’minler, selâm derler.
Yani bizden kimseye zarar yok, salah var derler. Ve münakaşasız ayrılırlar:
(25:63) (Bak: Hecr-i Cemil)
Kur’an (4:94) âyeti, İslâmiyeti selâmı verene, küfrü zahir olmadıkça sen
mü’min değilsin deyip aleyhinde tahakküm etmemek dersini verir.
3326- Selâm; kâinatta ezdadın içtimaından doğan ızdırabat içinde ve
esbab âleminin ezici maddî ve manevî tagayyürat dalgaları arasında vaki ve
muhtemel her türlü tehlikelerden kurtulup selâmette kalmayı ifade eden
Kur’anî, küllî bir duadır. Evet her türlü tehlikelerin cevelangâhı olan bu
âlem-i mihnet ve dar-ı imtihandan çıkıp Cennet’e giden insan, hiçbir ızdırab
ve tehlike ihtimali olmayan dar-üs selâmı görünce, selâmet-i tammenin son-
suz kıymetini, mihnetler dolu olan bu dünyaya kıyasen anlayacak ve mezkûr
manada neş’eli (selâm) nidalarıyla selâmlaşıp selâmetin sonsuz neş’esini du-
yup yaşayacaklardır. Kur’an müttakilere bu müjdeyi tebşir eder. Ezcümle
(10:10) (13:24) (19:62) (25:75) (39:73) (56:26) âyetleri selâm ve selâmet
neş’esini ihsas eder. (15:46) âyeti de müttakilerin Cennetlere kemal-i selâmet
ve emniyetle gireceklerini müjdeler. Keza (6:127) (10:25) âyetleri de Cen-
net’in dar-üs selâm olduğunu sarahaten müjdeler. (Bak: 132.p.) Ragıb’a göre
hakiki selâm ve selâmet Cennet’te olur. (B.M. ci: 1, sh:2)
3327- Selâmın, nur-u iman ile hissedilen geniş manasını, manevî bir ha-
letin inkişafıyla hisseden Bediüzzaman, müşahedesini şöyle ifade eder:
“ ¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «t²[«V«2 ¯•«Ÿ«, ¬r²7«~ r²7«~—« ¯?«Ÿ«. ¬r²7«~ r²7«~ cümlesi, namaz
tesbihatında okunurken inkişaf eden latif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm.
Tamamını tutamadım, fakat işaret nev’inden bir iki cümlesini söyliyeceğim.
Gördüm ki: Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı na-
mazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i
insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir
menzil gibi gördüm. Zihayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeye-
cek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve
nurlandıran tek şahsıyet-i manevîye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen
müşahade ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara
selam ettiği gibi binler selam (*) sana Ya Resulallah!” demeye bir arzuyu
içimde çoşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum,
yani sana tecdid-i biat, me’muriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve
evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip,
benim dünyamın eczaları, zişuur mahlukları olan umum cin ve insi konuştu-
rup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim. Hem
* Zat-ı Ahmediye'ye (A.S.M.) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına
bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahi salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca, büyük ve
gafletle karanlıklı, vahşetli ve halî bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş
eder; ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem
sadırda görünüp, o hanenin Malik-i Rahim-i Kerimini o hanenin her eşyasıyla tarif edip
tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini Kıyas ediniz. Zat-ı Risaletteki
salavlatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz!..
SELEF-İ SALİHÎN 1779
o getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı, tenvir ettiği gibi, herkesin
bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine
şâkirane bir mukabele nev’inden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani se-
nin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlikımızın hazine-i
rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler ana gelmesini ni-
yaz ile şükranımızı izhar ediyoruz.... manasını hayalen hissettim.
3328- O Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle -halktan Hakk’a
teveccühü hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle-
Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cin ve ins adedince
selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumi tecdid-i biatı takdim ediyoruz.
Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i Rahmetten herbirinin namına bir
salâta lâyıktır. Çünki getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir
mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi
müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder.
Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kali de olsaydı,
¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «t²[«V«2 •«ŸÅK7~«— ?«ŸÅM7«~ diyecekleri kat’i olduğundan biz umum
onların namına; ¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «t²[«V«2 ¯•«Ÿ«, ¬r²7«~ r²7«~ «— ¯?«Ÿ«. ¬r²7«~ r²7«~
¬•YDÇX7~«— ¬t«V«W²7~ ¬…«f«Q¬"—« ¬j²9¬ ²~«— ¬±w¬D²7~ ¬…«f«Q¬" manen deriz.” (L.271) (Bak:
Tahiyyat)
Bir atıf notu:
-Resulullah’a (A.S.M) salât ü selâm getirmenin hikmeti, bak: 3282.p.
3329- Hadis kitablarında şeairin mühimlerinden olan “selâm”a hayli yer
verilmiştir. Ezcümle: Sahih-i Buhari 79. Kitab, l ilâ 9. ve 13, 15, 16, 18, 19,
20, 21, 22. babları ve S.M. 39. kitab ile 5. kitabda 34, 36, 37, 38. hadisler ve
İbn-i Mace, 6. kitab, l. babda 1435. hadis ve 33. kitab, 12, 13, 14. bablar,
selâmlaşmak ve selâm’a ait meseleler hakkındadır.
3334- SEMAVAT ~YW, : (Sema c.) Gökler. Her şeyin sakfı. Gölge-
lik. Bulut ve emsali örtü. (Bak: Burc, Ebvab-ı Sema, Kâinat, Yıldız) (Bu mev-
zuda fennî malumatın verilmemesinin sebebi, 4003.p.da belirtilmiştir, oraya
bakınız)
“Gök kelimesinden de yükseklik anlar isek de, bu kelimenin iştikakı renk
manasına olan göklükle alâkadar olduğu ve sema ise mutlak yükseklik mana-
sına olan sümüv’den müştak bulunduğu için gök tabirinde tecsim, sema tabi-
rinde yükseklik manaları daha bariz olduğundan, gök demek her zaman
sema demenin yerini tutmaz.” (E.T.5234)
3335- Semavatta herbiri birer ayrı âlemin arşı olan sema tabakaları var-
dır. “Evet en küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan; ta semavata ve
semavatın birinci tabakasından, ta arş-ı azama kadar birbiri üstünde teşkilat
var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve
tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir.
O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet itibariyle bütün esma bulu-
nabilir. Bütün ünvanlarla tecelli eder. Fakat nasılki adliyede hâkim-i âdil
ünvanı asıldır, hâkimdir. Sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tabidir.
Öyle de herbir tabakat-ı mahlukatta, herbir semada bir isim, bir ünvan-ı
İlahî hâkimdir. Sair ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ: İsm-i Kadir’e
mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semada Peygamber Aleyhissalatü
Vesselâm ile görüştü ise; işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak Kadir
ünvanıyla bizzat orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın
makamı olan sema dairesinde en ziyade hükümferma, Hazret-i Musa
Aleyhisselâm’ın mazhar olduğu “Mütekellim” ünvanıdır ve hakeza..” (S.564)
3336- Ve keza “feza-yı ulvi, bilittifak “esir”ile doludur. Ziya, elektrik ha-
raret gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna de-
SEMAVAT 1782
seyyalat-ı latifenin medarı olmuş ve hadiste °¿YS²U«8 °‚²Y«8 š_«WÅK7«~ (282) işare-
- “Rabb-üs Semavat-is Seb’i” ifadesi: (23:86) ¬w²[«8²Y«< |¬4 ¯ ~«Y«W,« «p²A«, ifadesi:
(41:12)
- Yedi tabaka, yedi yol, yedi sistem (manzume, meslek) manalarında
¬s¬¶<~«h«0 «p²A«, tabiri: (23:17)
3341- “Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafe-
lerinden biridir. Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı ammeyi istila etmişti.
Hatta bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheblerine meylet-
tirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların
muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden
semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi
tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk’ın yedi tabakadan ibaret semavatı
halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizle-
rinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise semanın °¿YS²U«8 °‚²Y«8 (*) den
(65:12) ÅwZ«V²C¬8 ¬Œ²‡« ²~«w¬8—« ¯ ~«Y«W«, «p²A«, «s«V«'>¬gÅ7~ yÁV7«~ ilâahir. Âyetin za-
hiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken
ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise,
mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.
SEMAVAT 1785
3347- İkincisi: Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür,
fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hük-
münde olduğundan; kalb cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca
hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mu-
kabil gelir. Onun için zeminin küçük mikyasta eskidenberi yedi iklimi; hem
Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi
kıt’ası; hem denizle beraber Şark, Garb, Şimal, Cenub, bu yüzdeki ve Yeni
Dünya yüzündeki malum yedi kıt’ası; hem merkezinden ta kışr-ı zahirîye ka-
dar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası, hem
zihayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun
edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi külli unsuru; hem dört un-
sur denilen su, hava nar, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selase” deni-
len maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri; hem
cin ve ifrit vesair muhtelif zişuur ve zihayat mahlukların âlemleri ve mes-
kenleri olduğu çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit
yedi kat arzın âlemleri (Bak:211. P.) hem Küre-i Arzımıza benziyen yedi
küre-i uhra dahi bulunmasına, zihayata makarr ve mesken olmasına işareten
yedi tabaka, yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi,
yedi tabaka âyat-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir. (*) (Bak: 267, 3351. P.lar)
İşte yedi nevi ile yedi tarzda Arz’ın yedi tabakası mevcud olduğu tahak-
kuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetli-
dir. O yedide dahil değildir.
3348- Üçüncüsü: Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri ya-
ratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları zişuur içindir ve zişuurla kemalini
bulur ve zişuurla şenlenir ve zişuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem
bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadir-i Zülcelal, hava unsurunu, su âle-
mini, toprak tabakasını hadsiz zihayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve
su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi, toprak, taş gibi kesif maddeler,
elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Ha-
kîm-i Zülkemal, o Sani-i Bîzeval, Küre-i arzımızın merkezinden tut, ta mes-
* Mezkûr yedi dünya, Keşf-ül Hafa 316. Hadiste izahatıyla zikredilir. Sahih-i Buhari 96.
Kitab-üt Tevhid, 34. Babında: "ard-us sâbia" şeklinde ifade edilir. Bu arzlarda insanın bulu-
nup bulunmaması hususunda, Elmalılı Hamdi Efendi E.T.5078'de "Allah Bilir" der. Yedi
arz ve semavatın sıfatı: Tirmizi 44. Kitab, sure: 57, 69 hadis: 1 ve İbn-i Hanbel, Evvel/sh:
206, Sani/sh: 370. (Hazırlayanlar)
SEMAVAT 1786
gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste °¿YS²U«8 °‚²Y«8 š_«WÅK7~ (*)
3356- Hem “arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok bü-
yük irtibat vardır. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan
geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında
cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sakinleri için semaya
çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile
semavata uruc ederler.” (M.N.204)
3357- Ve keza “bu güzel âlemin bir maliki bulunmaması muhal olduğu
gibi, kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir. Çünki insan
malikin kemalatına delalet eden âlemin hüsnünü görüyor; ve kendisine beşik
olarak yaratılan Küre-i Arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hatta
sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zaafiyetiyle beraber
hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır.” (M.N.138)
Bir atıf notu:
-Semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor, bak: 1018. P.
3358- SEMUD …YW$ : (Sümud) Kur’anda ismi geçen bir kavim adı.
hükme varamıyan ve daim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sis-
temi. Şüphecilik. Osmanlıca: Hisbaniye, reybiye. (Bak: Feylesof)
ler.” Hakikatı şudur ki: ¬yÅV7~ «f²X¬2 tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i
bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir; yeryüzünü doldu-
racak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek ka-
nadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dün-
yasını, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir
ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var,
belki üç yüzü var. Biri Cenab-ı Hakk’ın esmasının ayineleridir. Diğeri:
Âhirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Diğeri; fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz
marzi-yi ilahî olmıyan, ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i Hüsnanın
ayineleri ve Mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya
değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan
dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir
zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede ve
insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede! O insafsız ehl-i ilhadın en
mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede!
3363- Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri, hatta
muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin seva-
bına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Meselâ:
“Fatihanın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”,
“Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu”, “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirun, rubu”,
“Sure-i Yasin, on def’a Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız
ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yasin
ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur!”
Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı
var, bir hasenedir. Fazl-ı ilahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on
tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyetül-Kürsî harfleri gibi), bazan
binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan
âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin, meselâ
haşhaş tohumunun kesreti misillü Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi. Ve
“o gece bin aya mukabil” işaretiyle bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur
anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye
gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabı ile bazı surelerle müvazeneye gelebilir.
Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı
habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş
ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ:
Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek
habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hakeza kıyas et.
3364- Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye
tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir.
Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yasin, İhlas, Fatiha, Kul ya
eyyühel-kâfirun, İza Zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen
sure ve âyetlerle müvazene edilebilir.
Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan Sure-
i ihlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, ikiyüzyedi
harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbir harfinin haseneleri binbeşyüze yakındır.
İşte Sure-i Yasin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı hakîm’in mecmu-u huru-
fatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice
çıkar ki: Yasin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır.
Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik et-
sen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu
anlarsın. (Kur’an’ın her bir harfinin on sevabı var, bak: 2132, 3590. P.lar)
3365- Onuncu Asıl: ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi, ef’al ve a’mal-i
beşeriyede bazı hârika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse, o
nevilerin medar-ı fahrleridir. Yoksa medar-ı şeametleridir. Hem gizleniyor-
lar. Adeta birer şahs-ı manevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair
fertlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mü-
SEVAB 1793
tanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut
fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sade-dil
bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tence-
resinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız
onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve adi bir su-
rette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor adeta bir
yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese:
“Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar
sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O
söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişhîden onun dar daire-i fikrine giren, an-
cak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
3366- İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-ı
sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve
Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakiki sevabları ile müvazene değil, -
çünki teşbih kaidesi, meçhulü maluma kıyas eder- Belki müvazene edilen ve
malumumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir
virdine mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile
katrenin gözbebeği Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark key-
fiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal ayine-i ruhla-
rına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir
âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfi-
yet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih,
öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek
bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem ism-i
A’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir âyette
mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.
Veraset-i Ahmediye ile ism-i A’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabili-
yeti itibariyle kemiyetçe bir Nebi’nin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı
hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir
âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat
nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de: Niyet-i halise ile şeffafiyet peyda
eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nurani sevab ve fazilet yerleşe-
bilir.” (S.345-349)
3367- “Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam,
meşhur dua-i Nebevî olan “Cevşen-ül Kebir” hakkında ve akıl haricindeki
sevab ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Ravi,
ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor.
SEVAB 1795
Meselâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki
büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsilerinden inip ona pek büyük
bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez”
diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’andan ve Cevşen’den ve
Nurlardan gayet kat’i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size
gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
3368- Evvela: Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında on adet “usûl”
var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.
Saniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün
ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i azamın mazharı ve kâinatın çe-
kirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami meyvesi olan Zat-ı Ahmediye
Aleyhissalatü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini gör-
müş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine
kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zat-ı
Ahmediye’nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Külli, umumi
değil, belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i azam
mazharı olan zatın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat ga-
yet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i
ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
3369- Salisen: O dua, nasılki Zat-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübalağa-
dan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i
hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayet-
siz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini
göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (A.S.M.) haber vermiş ve
teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i
mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki ve külliye telakki edilmiş.
3370- Rabian: Yirminci Lem’a-i İhlas’ta bir adama beşyüz senelik bir ge-
nişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o
koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir malikiyet değil, belki insan
nasıl hususi hanesine çok cihetlerle maliktir, sahiptir; öyle de; zemin yüzün-
deki şeylere çok duygularıyla bir nevi maliktir, tasarruf ve istifade edebilir.
Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lambamdır diye-
bilir.
Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu
mezkûr hakikata bakar.
SEVGİ 1796
* Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i ni'met dahi bir şükürdür.
SEYYİD 1798
maksadım; bir kısım müçtehidlerin ¬y¬A²E«.—« ¬y¬7³~ |«V«2«— duasında, “Seyyid ol-
mayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dahildirler” dediklerinden, o
umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir.
Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Ş.414)
Bediüzzaman Hz.leri eserlerinin çok yerlerinde, bilhassa kendine göste-
rilen büyük hürmetleri ta’dil etmek makamında yazdığı mektublarında,
maddî ve manevî makam ve menfaatlerin istenmeyeceğini ısrarla ders verir.
Bu tarz dersleri münasebetiyle kendisine sorulan bir sual:
“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’i
kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan
bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a ve-
rip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”
SEYYİD 1799
“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i
Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle
vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye nokta-
sında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana
çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile
bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve
onun şahs-ı manevîsi, Hz. Hasan (R.A.) ın bir muavini, bir mütemmimi, bir
manevî veledi hükmündedir.” (E.L.I. 72)
Mezkûr nakillerde Risale-i Nur ve has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, en
birinci ve âlî hizmet olan hakaik-ı imaniyenin neşrinde vazifedar gösteriliyor.
Yine Bediüzzaman şimdi bu asırda âlem-i İslâmda büyük bir yekûn teşkil
eden Âl-i Beyt cemaatlerinin ikinci ve üçüncü derecedeki “hayat” ve “şeriat”
dairelerinde hizmet edeceklerini ve bu vazifenin tatbikçi mümessili olan Hz.
Mehdi’nin en has ordusu olduğunu da beyan eder. (Bak:2296.p.) Bu
parağrafta açıkça ifade edildiği gibi an’aneli şecere ile bilinen âl-i Beyt cema-
atlerinin tam bir itimad ile bağlanmaları için, başlarına geçecek zatın da şe-
cere ile bilinen seyyid olması, gayet münasib ve maslahatlıdır.
Amma risaletin verasetini hâmil ve mehdiyetin hakikat ve asliyeti olan
ikinci âl ise, birinci âl’deki kemmiyete değil, keyfiyete ve a’zamiyet mesleğine
istinad ettiği için, siyadet gibi meziyetlerini umuma izhar etmez belki tesettür
toprağında gizlenir. Bu hakikatı Bediüzzaman Hz.leri nim-manzum bir şe-
kilde şöyle ifade eder:
“Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşvünema bulsun
Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında
sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihti-
mali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üs-
tünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.
İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve
teşahhus, zalim birer emirdir; sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu’ ve riya ile kesb-i teşahhus, şöhret? İşte bir
sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen.
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıy-
met verdirir, hem de eder müstahsen.
SEYYİD 1803
İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve
mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, Esma-ül Hüsna’dan muzmer
iksir-i İsm-i Azam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen.
İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir
müvazene vardır; her dakikada tutar ve vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf ü reca hizmet-i ukba, dünya. Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i
ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen,
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati gel-
dikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin.
Şey’en şey’en üzelmek, vehm de teselli vermez; sen de rahat etmezsin...”
(S.720)
Bir atıf notu:
-Gamizun finnas rivayetinde ifade edilen gizli şahsiyetler, Bak: 1517. p.da ilk bend
3374/5- Âlim ve meşhur bir Nurcu olan ve Bediüzzaman Hz.nin,
âhirzamanda geleceği ehadiste müjdelenen âl-i beytin büyük şahsiyeti oldu-
ğunu dehşetli mahkemeler karşısında dahi dava eden Ahmed Feyzi Kul, aynı
mevzuda Maidet-ül Kur’an namıyla ve cifir ilmine müstenid bir eser yazmış-
tır. Bediüzzaman Hazretleri bu eserin muhteva ve davasını, şahsına ait kıs-
mını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine çevirerek tasdik eder. (Bak: E.L.I.
273)
Keza Küçük Ali namında bir zat, üstadı olan Bediüzzaman Hz.leri hak-
kında kanaatını şöyle ifade eder: İmam-ı Ali’nin (R.A.) “Said Nursî Hazretle-
rine sair evliyaya muhalif olarak mübhem değil, sarihan haber vermesi, bizce
birinci âl’den olduğu kat’îdir. Çünki sinek gibi bir mahlukun üstadımızı ta’ciz
etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylanî’den irsiyet almıştır. Gerçi
üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci âl-i beytten olduğunu on-
lara isbat etti. Fakat maksadı, tam ihlasa muvaffak olduğu için kendi şahsını
azlediyor. Kur’anın bir elmas kılıncı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.”
(O.L.376)
Hem yine âlim ve fâzıl bir şahsiyet olan Hasan Feyzi Efendi,
Bediüzzaman’ın tashih ve tensibiyle Lahika’ya giren mektubunda aynen
şöyle der:
«Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (R.A.)
SEYYİD 1804
terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütu-
hatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ruhuma
geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı manevîye dahi mesleğimizde
mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkından yüz derece zi-
yade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr
hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mec-
bur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül
Kur’an başındaki mektubdan)
3374/8- Netice olarak deriz ki; seyyidlik, bir neseb ve soy taraftarlığı de-
ğildir. Belki hak ve hakikatı korumak vesilesi ve ümmete manevî bir emniyet
ve itimad merkezi olmak istinadgâhını göstermektir. Rivayette hakiki âlimler,
peygamberlerin varisleri ve ümenası (eminleri) oldukları bildirilir. (Bak:
Ulema) Keza bu zamanda da Kur’anî ve imanî hizmetlerde bulunanların,
itimad edilir sıfatlara sahib olmaları, daha çok ciddiyet kazanmıştır. (Bak:
3940/3. p.son yarısı)
Neseben seyyid olup da takva ve diyaneti olmayanların dinde değer ala-
maması; neseben seyyid olmayan fakat muttaki ve salih olanların makbul ve
kerim olmaları isbat eder ki; siyadetin, diyaneti takviye vesilesi olarak manevî
bir kıymeti vardır, mücerred bir netice değildir. Gerçi Kur’an (3:33, 34)
âyetlerinde Allah’ın, Âdem’i, Nuh’u, ibrahim ve İmran ailesini birbirinin zür-
riyetlerinden (soyundan) olarak istifa edip âlemlere üstün kıldığı bildiriliyor.
(Bak: Istıfa) Bu âyette İlahî bir tathir ve şerafet mevzubahistir. Fakat müfes-
sirler, bu şerafete, takva ve amel-i salih cihetiyle liyakat kazandıklarını beyan
etmişlerdir. Demek asaletle diyanet cem’ olmuştur. Bu itibarla siyadet, üm-
met nazarında kıyamete kadar kıymetini ve hürmetini koruyacak ve devam
edecektir.
“(2:138) ¬yÅV7~ «}RA. Biz Allah boyası olan iman-ı fıtrî ile iman ettik, sun’i
boyaya tenezzül etmeyiz, Allah boyasına, Allah boyasına.
S I D D İ Kİ Y E T 1807
Zira ®}«R²A¬. ¬yÁV7~ «w¬8 w«K²&«~ ²w«8—« Allah boyasından daha güzel kimin bo-
yası vardır. Maddiyatta bütün kâinata bir göz geçirseniz, eşcar ü nebatata,
bütün çiçeklere bilhassa insanların simalarına bir atf-ı nazar etseniz onlar-
daki fıtrî elvan ile, insanların sürdüğü sun’i boyalar arasında kıymet ve hüsn
ü beha cihetinden ne kadar büyük fark görürsünüz. Bilhassa insan bedenle-
rine sürülen ve fıtratı tağyir eden sun’i boyalar ne çirkin, ne mülevves, ne
arazî şeylerdir! İşte manevîyatta din ve ahlâkta dahi böyledir. Din din-i fıtrî,
iman iman-ı fıtrî, taharet taharet-i fıtriye, cemal cemal-i fıtrîdir. Mükteseb
olan bütün tathirat, taharet-i fıtriyenin muhafazasına ve ârizî bulaşıkların
izalesine ma’tuf olmalıdır.” (E.T.516)
Avrupa’nın mimsiz medeniyetinden yayılan ve moda, fantaziye ve asrîlik
namı verilip teşvik edilen ve heva ve hevesin tatminine matuf aşırı israflar,
sıbgatullah hakikatına aykırı, fıtrî güzelliklere zıt ve İslâm ahlâkına muhaliftir.
Hem acib bir riyakârlık ve hayatperestliktir. Çevrenin te’sirine çabuk kapılan
nisa taifesinin de en zayıf damarıdır. Müslüman ailelerin böyle temayüllerden
uzak durmaları gerekiyor.
Çok sadık olma hali. *İslâmî hükümlere hiç aklî ve şahsî tasarrufta bulun-
madan ve usûlü üzere hakikatı görüp teslim olan muhakkiklerin mertebesi-
dir. Velilik mertebesinin nihayeti, Peygamberlik mertebesinin bidayeti olan
makam. *Aşere-i Mübeşşere’nin birincisi ve ilk halife olan Hazret-i
Ebubekir’in (R.A.) namı ve sıfatıdır. *Çok doğru olup, hiç yalan söyleme-
mek. (Bak: Sadakat)
3377- SIDK »f. : Doğru söz. Hakikata muvafık olan. *Bir şeyin her
hususu tam ve kâmil olması. *Ahdinde sabit olmak. *Peygamberlere mahsus
en mühim beş hasletten birisi. *Kalb temizliği. (Bak: Kizb)
3378- “Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvi seciyelerinin rabıtasıdır ve
hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası
olansıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı te-
davi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiye-
sidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça
SIDK 1808
3382- SIFFÎN w[±S. : Suriye’de Fırat nehri ile Colap kolu arasındaki
bölgede bir yer ismidir. Bu yer Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye
(R.A.) arasında Mi. 657 senesinde vuku bulan muharebelere meydan olmakla
şöhret bulmuştur. Sıffin muharebesinde Hazret-i Ali’nin maiyyetinde
120.000, Hazret-i Muaviye’nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i
Ömer’in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. Sıffin
vak’ası 110 gün sürmüş ve doksan muharebe olmuştur. S.B.M. 12. cild Ha-
dis No: 2123’de bahsi geçer.
3383- Risale-i Nur’dan Mektubat adlı eserde, bu harbin hakiki sebeb ve
mahiyeti şöyle beyan ediliyor:
“Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin
tarafdarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani:
Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup,
saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve tarafdarları ise; hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı
iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler.” (M.54)
«u«.Y< ²–«~ ¬y¬" yÁV7~ «h«8«~ _«8 «–YV¬M«< «w<¬gÅ7~«— Ve Allah’ın vaslını emrettiği
şeyleri vaslederler -hukuka riayet ederler. Ki enbiyanın, verese-i enbiya olan
ülemanın, erham ü akrabanın, komşunun ve bütün mü’minlerin ve hatta
zimmeti bulunan alel’umum insanların ve kedisine, tavuğuna varıncaya kadar
herhangi bir hakkı taalluk eden hayvanat ve belki nebatat ve eşyanın huku-
kuna riayet mes’eleleri hep burada dahildir.” (E.T.2978)
“(2:27) «u«.Y< ²–«~ ¬y¬" yÁV7~ «h«8«~_«8 «–YQ«O²T«<—« Bu cümledeki emir, iki kısımdır.
Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tabir edilen akraba ve mü’minler ara-
sında şer’an emredilen muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği
emirlerdir. Meselâ; ilmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekanın i’tası, ilmi
emrediyor; istidadın bulunması, zekayı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudre-
tin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emre-
diyor.
İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvinen te’sis edilen
muvasala hattını kesiyorlar.” (İ.İ. 174)
İşte sıla-i rahmin bu şümullü manasındandır ki, kat’-ı sıla-i rahm
mubikat-ı seb’aya dâhil olmuştur. (Bak: Mubikat-ı Seb’a)
3384/4- Sıla-i rahmin dar manasındaki bir tatbikatı olarak, kişinin kendi
memleket ve ebeveynini ziyaretle sıla-i rahim yapması, bu kişinin, manevî bir
cihad olan dine hizmet vazifesine sekte oluyor ve bu hizmeti aksıyorsa,
böyle bir sıla-i rahim, ülema-i İslâmın beyanları vechile gerekmemektedir.
Ezcümle, Bediüzzaman mühim bir talebesine gelen bir şefkat tokadını şöyle
değerlendiriyor:
S I R A T - I M Ü S T A Kİ M 1813
“Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir azası olan Hulusi Bey, Eğri-
dir’den memlekete gittiği vakit saadet-i dünyeviyeyi tam zevkettirecek ve
te’min edecek esbab bulunduğundan, bir derece sırf uhrevi olan hizmet-i
Kur’aniyede fütura yüz göstermeğe dair esbab hazırlandı. Çünki hem çoktan
görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli rüt-
beli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i
Kur’aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta
ihlas ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.
İşte Hulusi’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura
sevkettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona mu-
sallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem
onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i manevîyesindeki ciddiyete tam
manasıyla sarıldı.” (L.42)
Görüldüğü gibi sıla-i rahmin hakikatı şümullü olduğu gibi, tatbikatı dahi
şartlarla mukayyeddir.
Ehadiste sıla-i rahme ait bahisler vardır. Ezcümle: Buhari, 78. Kitab-ül
edeb, 10-16. babları ve S.M. 45. Kitab-ül Birr, 6. babı ve Ebu Davud, 9.
Kitabüzzekat, 45. babı örnek verilebilir.
rına işaret eden Fatiha’daki (1:6) «v[¬T«B²KW²7~« ~«h¬±M7~ _«9«f²;¬~ cümlesi, çok geniş
bir manayı ifade eder.
“Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir
noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir.. aynen
öyle de; manevîyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en
müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ: Risale-i Nur’da bütün
müvazeneler ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kat’i gösteriyorlar ki;
iman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür
ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilatlı ve tehlikelidir. Demek bu istikametli
ve hikmetli ve herşeyde en kısa ve kolay yolda sevkedilen bu kâinatta, elbette
şirk ve küfrün hakikatları olamaz ve iman ve tevhidin hakikatları, bu kâinata
güneş gibi lâzım ve vacibdir. Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en
kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i
akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat ve
tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında teh-
likeleri çeker. Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip et-
mezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok
zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hata-
sının cezası olarak daimi, vicdanî bir azabı çeker. Ve insandaki kuvve-i şe-
heviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi etse; ifratla musibetli, rezaletli fü-
cura, fuhşa ve tefritle humuda, yani ni’metlerdeki zevk ve lezzetten mahru-
miyete düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yolla-
rında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybe-
dilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur.
Demek «v[¬T«B²KW²7~ « ~«h¬±M7~ _«9«f²;¬~ pek çok cami ve geniş bir dua, bir
ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide bir ders-i hikmete ve bir talim-i
ahlâka işaret eder.” (Ş.615)
3391- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hilkaten en mutedil bir
vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenatı,
itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi kat’i bir surette gösterir
ki: Her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş. İfrat ve tefritten içtinab
S I R A T - I M Ü S T A Kİ M 1816
-Allah, Kur’anın hakkıyetini bilip ona hürmet eden ehl-i ilmi, sırat-ı müstakime
götürür: (22: 54)
-Allah dilediğini (lâyık olanları) sırat-ı müstakime götürür: (24: 46)
-Tarik-ı müstakim ifadesi, (46:30) âyetinde geçer.
Hem her otuzüç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle,
merkez-i Arz’da bulunan Cehennem ateşinin hadisçe beyan olunan derece-i
hararetine muvafık ikiyüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadisin rivayatına
göre, dünyada ve berzahta büyük Cehennem’in bazı vazifelerini gören ate-
şini Cehennem’e döker; sonra emr-i İlahî ile daha güzel ve baki bir surete
tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.” (M.17) (Bak: Ebvab-ı Sema,
Sekal)
3396- Müslim 1. Kitab-ül İman’da 302. hadis ve İbn-i Mace 37. Kitab-üz
Zühd 33. bab, 4280. hadiste de müteşabih olarak, Sırat Köprüsü bahsi geçer.
Kıyamet günü Sırat Köprüsü üstüne veya Cennet ve Cehennem arasına
ölüm bir koç şeklinde getirilip boğazlanır ve böylece ölüm öldürülür, diye
ehadis-i müteşabihe ile bildirilir. Ezcümle: İ.M. 4327. hadis, S.M. 51. kitab
40, 43. hadisler ve Buhari 65. kitab (19. sure) 1. bab ile 81. kitab 51. bab ör-
nek verilebilir.
Hadis lisanında “Cehennem Köprüsü” manasında olan “Cisrü Cehen-
nem” ifadesi: Buharî rikak/52, tevhid/24; Müslim iman/203, 216; Ebu
Davud edeb/36; Tirmizî cum’a/17, tefsir-i sure 39/5; İbn-i Mace ikame/88;
İbn-i Hanbel 2/275, 534; 3/25, 26, 345, 383, 441; 5/159. 6/110, 117. hadisle-
rinde geçer.
Ömer İbn-i Abdülaziz, kişinin talakat-ı beyan ile eda-yı hakikat etmesine
sihr-i helal demiştir. Müşarünileyh hazretleri, bir kere huzurunda kemal-i ta-
lakatla icra-yı hitabet eden birisinin beliğ sözlerinden mütehayyir olarak
Ä«Ÿ«E²7~ h²E¬±K7~ ¬yÁV7~ «— ~«g«; demiştir. Şu halde sihr-i haramın mahiyetini su-i
maksadla sebeb-i hafi ve hud’akârlık teşkil ediyor. Ve bu itibar ile hakkı izhar
eden beyan-ı beliğ sihr-i helaldır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde tasvir eden
beyan-ı beliğ de bir sihr-i haramdır...
3399- Sihir ve sehhar tarihi, beşeriyet tarihinin en kadim medeniyetini
te’sis eden Gildanîler zamanına kadar yükselir. Babil diyarında, yani Irak-ı
Arab’da ikamet eden Gildanîler, hey’et ve nücum ilimlerinde çok terakki
göstermişlerdi. Kevakibi, sabite ve seyyare kısımlarına ayıran ve seyyarelerin
harekâtıyla buruc-u semayı tayin eden Glidanîlerdir. Bu kavmin ecram-ı se-
maviye ile derin iştigalleri, onları ecrama ve bilhassa kevakib-i seb’aya
taabbüd derecesine götürmüştü. Kur’an-ı Mübin’de, Sâbie namıyla anılan
(Bak: Kur’an 2:62, 5:69, 22:17) Gildanîler, bütün hâdisat-ı âlemi kevakibin
eser-i fiili olduğunu iddia ederler. Hayr ü şerrin, menfaat ve mazarratın, saa-
det ve nühusetin ecramdan suduruna zahib olurlardı. Bu kanaatla yıldızlar-
dan herbiri namına putlar yapılıyordu, heykeller rekzediliyordu...
Bu sehharlar memleketinde güneşten kinaye olan Ba’l Mabuduna mah-
sus Babil kulesi ve Babil’in mamuriyeti hakkındaki rivayetler efsanevî bir
halde çoktur...
3400- Sihirler, sahirler tarihinin ikinci bir faslını da Mısır’da Fir’avunun
sihirbazları ile Musa Peygamber arasında geçen vak’a teşkil eder. Mısır sihir
bazları da A’raf Suresi’nin 116’ncı âyetinde ‰¬ _ÅX7~«w[²2«~~—h«E«, (7:116) ve
Taha Suresi’nin 66’ncı âyetinde de |«Q²K«# _«ZÅ9«~ ²v¬;¬h²E¬, ²w¬8 ¬y²[«7¬~ u¬±[«F< (20:66)
kavl-i şeriflerinde beyan olunduğu üzere Mısır sihirbazları da halka karşı
esrarengiz bir surette gözbağcılık ederler ve hayalî şeyleri hakikat şeklinde
gösterirlerdi.
Bunların bu şarlatanlıklarını meydana koymak ve halkı bunların iğfalle-
rinden kurtarıp doğru yola irşad etmek için Cenab-ı Hak, Musa
Aleyhisselâm’ı asa ve yed-i beyza gibi mu’cizat ile gönderdi. Hazret-i Musa
tarafından bütün bunların hiyel ve desaisi ortaya konuldu.
SİHR 1820
~®h²E¬K«7 ¬–_«[«A²7~ «w¬8 Å–¬~ (*) gibi ki buna sihr-i helal de denilir ve mücazdır.
Demek ki esrarengiz sebeb-i hafi ile incelik, cazibe-i zahiriye, hud’a, su-i
makasıd sihrin mahiyetini teşkil eder. Binaenaleyh sihir evvela nefsinde bir
hârika değildir. Yani esbab-ı muttaride hilafına olarak bizzat irade-i İlahiye
ile zuhura gelen hâdisattan değildir. Onun herhalde teşebbüs olunabilecek
bir sebeb-i mahsusu veya muttaridi vardır. Şu kadar ki o sebeb, herkes için
ma’lum olmadığından hârika tahayyül olunur. Bunun içindir ki sebebi herkes
için ma’lum olmıyan herhangi bir hakikat dahi, âlemi iğfal için kullanıldığı
zaman bir sihir olur. Bu sebebin binnazariye izah edilebilir bir halde bulun-
ması şart da değildir. Az çok taklidî bir halde ika edilebilmesi de kâfidir. Hil-
katte sabebi ilmen izah edilemeyen muttarid veya gayr-ı muttarid bir takım
hâdisat-ı garibe ihdas etmek alel-ıtlak sihir olmaz. Lakin bunlardan insanları
aldatmak için istifadeye kalkışıldığı ve bu surette kulûbe icra-yı te’sir edip
dolandırılcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir mahiyetini iktisab
ederler. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık, sihrin köküdür. Sâhirler ulûmdan,
sanayiden, edebiyattan, felsefeden, garaib-i hilkattan su-i istimal ile istifade
etmesini bilirler; bu surette hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, nice
romanlar, nice tarih kılıklı ürcufeler vardır...
Bundan anlaşılır ki, sihrin envaını tayin etmek kolay değildir. Maamafih
Fahruddin-i Razi tefsirinde sekiz kısma kadar saymıştır...
3405- ²hS²U«# «Ÿ«4 °}«X²B¬4 w²E«9 _«WÅ9¬~ « YT«< |ÅB«& ¯f«&«~ ²w¬8 «–_«W¬±V«Q<_«8 «— (6:102)
Harut ve Marut bunu talim edecekleri zaman, “Biz bir fitneyiz, yani bizim
bellediğimiz şeyler fitneye müsaiddir ve su-i istimali küfürdür. Binaenaleyh
sakın sen bunu belleyip de küfre girme” demedikçe ve bu yolda nasihat et-
medikçe onları bir kimseye ta’lim etmezlerdi; gelişi güzel herkese belletmez-
ler, su-i istimalden, küfürden, sihirden men ederlerdi. Bu şeytanlar ise böyle
yapmadılar da bilakis bunlarla herkese sihir ta’lim ediyorlar.
3406- (6:102) ¬y¬%—² «ˆ—« ¬š²h«W²7~ «w²[«" ¬y¬" «–Y5¬±h«S< _«WZ²X¬8 «–YWÅV«Q«B«[«4
Kitabullah’ı arkalarına alıp Süleyman’a karşı o şeytanların takib ettikleri
şeylere ittiba eden bu fırka-i ehl-i kitab, bu zümre-i Yehud, bu kâfir şeytanla-
rın takib ve talim ettiği bu iki nevi sihir kitablarından koca ile karısı arasını
ayıracak şeyler öğreniyorlar. Bu tabir, sihrin azami tesirini ifham içindir. Yani
bunlar bu tarik ile karı ile koca beynini bile ayırabilecek fesadlar çeviriyor-
lar... Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sâhirler-
den sakınmalıdır.
3407- (6:102) ¬yÁV7~ ¬–²†¬_¬" Å ¬~ ¯f«&«~ ²w¬8 ¬y¬" «w<¬±‡_«N¬" ²v; _«8—« Ve maamafih
bunları yapanlar ne sihirde, ne sâhirde, ne tabiatta, ne ruhda, ne semada, ne
arzda, ne şeytanda, ne melektedir. Müessir-i Hakiki ancak Allah’dır. Menfaat
ü zarar da ancak O’nun izniyle olur. O halde herşeyden evvel Allah’dan
korkmalı ve Allah’ın vikayesine girmelidir ve bunlara karşı koymak için de
Kitabullah’a sarılmalıdır.” (E.T.438-450)
3408- Süleyman (A.S.) ın saltanatı aleyhinde sihirbazlığa teşebbüs eden
müfsidlerin yaptığı gibi, Resulullah’ın (A.S.M.) aleyhinde de sihir yapılmıştır.
“Nakl-i sahih-i kat’i ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi; Resul-i Ek-
rem Aleyhissalatü Vesselâm’ı rencide etmek için acib ve müessir bir sihir
SİHR 1824
yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış.
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman
etmiş: “Gidiniz, filan kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz!”
Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Her bir ipi açıldıkça, Resul-i Ek-
rem Aleyhissalatü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.” (285)
(M.110)
3409- Sihir, ferdler aleyhinde yapıldığı gibi, aldatıcı, şeytanetli ve cerbe-
zeli sözlerle, saltanattan halk tabakalarına ve umumi ifsadata kadar sihrin
envaı ve dereceleri vardır. Evet Süleyman Aleyhisselâm’ın saltanatı aleyhinde
çalışan bir Yahudi cereyanın takib ettiği siyasi sihirbazlığının asrımızda bir
nümunesi mahiyetinde ve asrımızın şart ve imkânlarına göre yaptıkları
ifsadat, Şualar Mecmuasında şöyle ifade ediliyor:
üçyüz yirmisekiz (1328); eğer şeddedeki (lam) sayılsa, bin üçyüz ellisekiz
(1358) adediyle bu umumi harpleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased
ile bizdeki Hürriyet İnkılabı’nın Kur’an lehindeki neticelerini bozmak fikri
ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i
Umumi’nin patlamasıyla maddî ve manevî şerlerin, siyasi diplomatların
radyo diliyle herkesin kafalarında sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukad-
deratı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin se-
nelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye
dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet
ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken ami bir
adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskidenberi İslâm düşmanı olan bir
kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet; ve Âl-i Beytten
Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm.
Böyle ami bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir
bir düşmanı, mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı
dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?
Evet haricî siyaset me’murları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir
derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili,
basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve
karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruh-
larını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye
ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve
manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile
onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip
dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vere-
ceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.
Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükümetiyle, alâkadardır. Fakat bu
alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükümetin
menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını te-
lakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik his-
sinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan,
idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hakeza çok dairelerde hakiki vazifedar
olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddi ve lü-
zumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona
göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de ne-
dir?” (K.L.37-38)
Daha bunlar gibi, edebî eserler perdesi altında efkâr ve hayalleri teshir
tarzında teşviş eden ve ahlâk-ı umumiyeyi bozan nice roman ve sinemalar ve
emsali neşriyatın dahi pek çok kimseleri menfi yollara itmesi de endişe edile-
cek bir mes’eledir...
3411- Sihir hakkında âyetlerden birkaç not:
-Hz.İsa’nın (A.S.) mu’cizelerine, inanmayanların sihir isnad etmeleri: (5:110)
-İnanmaya niyeti olmayanlar, Kur’anı yazılı olarak gökten indiğini görseler yine
S İ R KA T 1826
cihetiyle asıl vasfı siyaset olamaz. Hatta hadis lisanında bu tarz boğuşmalar,
âhirzaman fitnesi olarak vasıflanır.
Gazali Hazretleri, siyasetin her işten üstün ve ilim ve fazilete dayanan bir
meslek olduğunu da kaydeder.
3414/2- İslâmî şeairin tahribi ile bozulan bir İslâm cemiyetinde siyasî ve
dinî sahada pek çok mutezad gruplaşmalar varken ve kuvvetli olan zayıfı adi
bahanelerle ifna ederken; millet ekseriyetinin desteğine dayanan siyasî ikti-
dara geçmek istiyenler, önce mevcut dinî cemaatlerin söz sahibleriyle gö-
rüşmeleri ve ittifak ve mutabakatın sağlanıp sağlanamıyacağını ve böyle bir
hareketin gerekli olup olmadığını meşveret etmeleri lâzımdır. Eğer ittifak
sağlanırsa, aralarında ihtilafı önleyecek ciddiyette ve şer’î esasata müstenid
bir hareket proğramının tesbiti ve bağlayıcılığı da gerektir. Bu husus, hem
emr-i Kur’anî olan şûranın hem hâkimiyet-i diniyenin istinadgâhı olan
ittihad-ı İslâmın lâzımıdır.
Mezkûr usulü terk ile veya dinî cemaatlerle mutabakat sağlanmadan,
ekalliyette kalan bir grubun siyasî faaliyete girmesi hatarlıdır ve akîm kalır.
Ancak 3415. p.ta beyan edilen bir “müsbet fikir partisi” olmak faziletini
gösterebilmek hali müstesnadır.
İki atıf notu:
- Siyasi diplomatların aldatıcı ve sihirli propagandaları, bak: 3409, 3410. p.lar.
- Bediüzzaman Hz.nin siyasetten uzak durması, bak: 3223 - 3242. p.lar.
3415- Mühim bir ihtar: Asrımızda, tarafgirlik esasına dayanan ve aşırı
mücadelelere sebebiyet veren çok partili siyasi hayatta, bilhassa âhirzaman
fitnesinin istilasında dinî şahsiyetler veya şahs-ı manevî teşkil eden dinî ce-
maatler, siyasi iktidara karşı “Sen iktidardan çekil, ta ki ben geleyim” niye-
tiyle ve tavrıyla hareket etmemelidirler. Çünkü bu niyet ve bu anlayışın ge-
reği olan siyasi tarafgirlikler ve mücadeleler, fitneyi ika eder. Tarih buna şa-
hittir. Ancak mümkünse dinî şahsiyetler, siyasileri ve halkı ikaz etmelidirler.
Bu ikazlarla istenen düzelme olmuyorsa, tarafgirliğe meydan vermeden ve
cemiyet içinde siyasi temayüllü tezahürlere girmeden, kâmil bir tavırla ve
idarî makama geçme hırsında olmamak şartıyla, partilerden tercih edeceği ta-
rafı, tasvibsiz ve tâbi yahut dâhil olmadan destekleyebilir.
Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Parti devresi içinde mevcud siyasi
partiler hakkında ehven-üş şer kaidesiyle siyasi tercih ölçüsünü bazı
mektublarında kaydeder. Aynı siyasi şartların devamı halinde, bu tercihinin
SİYASET 1829
sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusi
yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul et-
seydin, ihtilal yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb
olurdun!” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer- otuzar senelik hayat-ı
dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa,
herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i
Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul et-
seydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Ri-
sale-i Nur meydana gelmezdi.” (Ş.289)
Birkaç atıf notu:
-Mürşid zatların siyasete girmemeleri, bak: 3880. p.
-Âhirzaman fitnesinde siyasete girmemek, 387, 989-991. p.lar
-İmam-ı A’zam Hz. nin siyasete girmemesi, bak: 1609. p.
3417- Siyasi ve idari makama göz dikmemenin derin hikmetini ve içtimaî
sükûnetin esasını tazammun eden ve siyasî ve içtimaî keşmekeşliğin esası
olan “sen makamdan in ki ben çıkayım” anlayışını yok eden şu gelen hadis-i
şerifler, cay-ı dikkat ve şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
“ ¬y[¬4 «p«T«< |ÅB«& ¬–²_ÅL7~~«g«Z¬7 ®}[« ¬;~«h«6 ²v;Åf«-«~ ¬‰_ÅX7~¬h²[«' ²w¬8 «–—f¬D«#
Siz insanların hayırlısı, emîr oluncaya kadar emareti çok fena görenler (ve
arzu etmiyen kimseler) bulursunuz.” (286)
3418- Buhari’nin kitab-ül ahkâm, 7. babdaki bir hadiste de; yakın istik-
balde, emarete harislik olacağını ve mes’uliyetlerini beyan ile ümmet ikaz
edilir.
Diğer iki hadis meali şöyledir:
“Abdurrahman İbn Semure (R.A.) tahdis edip dedi ki:
Resulullah (A.S.M.) bana hitaben “Ya Abdurrahman! Emîrlik talebinde
bulunma. Çünkü eğer senin istemenle sana emaret vazifesi verilirse, o vazi-
fede Allah’ın inayetine mazhar olamazsın. Eğer sen istemeksizin bu vazife
sana tevcih olunursa, vazifende Allah’ın yardımına mazhar olursun.” bu-
yurdu.”
Hem “Ebu Muse-l Eş’arî (R.A.) şöyle dedi: Ben bir kere beraberimde
amcam oğullarından iki kişi ile birlikte Peygamber’in (A.S.M.) huzuruna gir-
dim. Bu iki kişiden birisi:
-Ya Resulallah! Aziz ve Celil olan Allah’ın seni tevliye ettiği vazifelerden
biri üzerine beni memur tayin et, dedi. Öbürüsü de bunun gibi bir memuri-
yet istedi. Bunun üzerine Resulullah (A.S.M.):
-Vallahi biz memuriyet isteyen bir kimseyi ve memuriyete haris olan bir
şahsı bu işler üzerine memur tayin etmeyiz, buyurdu.” (S.M. ci:6, sh: 15-16)
(Bak: Ulema-üs Sû’)
3419- Siyaset mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinden sorulan bir sual
ve cevabı:
“Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya
cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz.
Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti
ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken,
şimdi onüç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.
Elcevab: (14:34) °•YV«P«7 «–_«K²9¬ ²~ Å–¬~ âyetine en a’zam bir tarzda şimdiki
boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya me-
rakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını
dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere
bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur.
devlete vermek isteyen görüş. Güya herkese müsavi mal verme esasını, idare
sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıd ola-
rak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. (Bak: Edvar-ı Hamse, Ko-
münizm ve 3055. p.)
3429- Dinî şahsiyetlerin manevî imtiyazlarını istemeyen sosyalizm taraf-
tarlarınca ortaya atılan tenkidkârane bir sualde Bediüzzaman’a atfen denili-
yor ki:
“Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût
ettin. Bizden şiddetli şekva edip, “bana zulmediyorsunuz” diyorsun. Halbuki
bizim bir prensibimiz var; bu asrın muktezası olarak hususi düsturlarımız
var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden
zalim olmaz, kabul etmiyen isyan eder. Ezcümle:
Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, mü-
savat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu, bizim bir ka-
nun-u esasimiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zahidlik sure-
tinde teveccüh-ü ammeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek, hü-
kümetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalış-
tığın, zahir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delaletiyle anlaşılı-
yor. Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- burjuvaların müstebidane tahakkümleri
içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avamın intibahıyla ve galebesiyle
tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işi-
mize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vazi-
yetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana ver-
diğimiz sıkıntıdan şekvaya ve küsmeye hakkın yoktur?
Elcevab: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki ka-
nun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak
olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.
Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı
beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kal-
dırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.
SOSYALİZM 1836
3432- SU-İ ZAN ±w«1 ¬šY. : Kötü zanna sahib olma. Bir mü’minin
kötü manada olması muhtemel bir hal ve hareketine -tam ve açıkça bilinme-
dikçe- kötü hüküm vermemeli ve o nazarla bakmamalıdır. (Bak: Gıybet,
Zann)
“Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün
bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teş-
mil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih
etmesin. Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini be-
ğenmemek, su-i zandır. Su-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.”
(M.N.66)
3433- “Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.
Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey
arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey ağlamasına
bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, su-i zan mümkün
oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i
İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.” (H.Ş.53)
3434- “Hem meselâ: Su-i zan ve su-i te’vilde bu dünyada muaccel bir
ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, su-i zan eden, su-i zanna maruz
olur. Mü’min kardeşinin harekâtını su-i te’vil edenlerin harekâtı yakın bir
zamanda su-i te’vile uğrar, cezasını çeker.” (Uhuvvet Risalesi, sh. 38)
SULTAN 1838
asa dahil olmak i’tibariyle bunun (28:35) ®–_«O²V, _«WU«7 u«Q²D«9—« de olduğu
gibi galebe ve istila manasına olması ve Hazret-i Musa’nın Fir’avne karşı te-
zahür eden kuvve-i kahiresini ifade etmesi daha zahir görünür. Maamafih
asa ve yed-i bayza mu’cizeleri bu manayı müfid olduğuna göre evvelki tefsir
de sahihtir.” (E.T.2814 - 2815)
SULTAN REŞAD 1839
SULTAN SELİM HAN –_' v[V, –_OV, : (Bak: Yavuz Sultan Selim)
3438- SULTAN SÜLEYMAN HAN –_' –_W[V, –_OV, : (Hi.900-
3440- SUR ‡Y. : İsrafil (A.S.)’ın borusu diye ifade edilen bu sur me-
selesi, oldukça derin bir hakikattır. Bunun için bu hakikat daha çok
teşbihatla ifade ediliyor. Evet bu sur denen boru, bizim bildiğimiz borular-
dan değildir. (Bak: Müteşabihat)
3441- Kur’anda sur hakkında müteaddid âyetler vardır. Ezcümle bir
âyette şöyle buyuruluyor:
“(27:87) ¬‡YÇM7~ |¬4 e«S²X< «•²Y«<—« Hele Sur üfürüleceği gün -büyük kıyamet!
Sur, bazıları bunu “vav” ın fethiyle suver gibi “suret” in cem’i, nefhi de
suretlere ruh nefhi diye telakki etmişlerdir. Lakin böyle olsa idi zamirinde
_«Z[¬4 denilmek lâzım gelirdi, halbuki diğer bir âyette >«h²'~ ¬y[¬4 «e¬S9 Åv$ diye
müfred müzekker zamiri gönderildiğinden bu mana sahih olamaz. Bazıları
da bunu bir temsile hamletmişler mevtanın kabirlerden mahşere çağırılışları
halini, bir orduyu harekete getirmek için boru çalınması haline teşbih sure-
tiyle bir istiare-i temsiliyye yapıldığına zahib olmuşlardır. Ekser müfessiriînin
kavlince ise bazı hadislerde varid olduğu üzere üç defa nefh olunacaktır. Bi-
rincisi nefha-i feza’, ikincisi nefha-i sa’ık, üçüncüsü nefha-i kıyamdır. Ve
buna me’mur olan İsrafil’dir. Bu âyette beyan olunduğu üzere birincisi olan
nefha-i feza’da Göklerde ve Yerde kim varsa Allah Teala’nın dilediği zevat-
tan maadası hep dehşetinden sarsılacak; Sure-i “Zümer” deki (39:68)
yÅV7~ «š_«- ²w«8Å ¬~ ¬Œ²‡« ²~|¬4 ²w«8—« ¬ ~«Y«WÅK7~|¬4 ²w«8 «s¬Q«M«4¬‡YÇM7~|¬4 «e¬S9—«
kavl-i kerimi mucebince, ikincisi olan nefha-i sa’ıkda ise Allah’ın diledikle-
rinden maada hepsi yıkılıp ölecek;
*Derece. *Duracak yer. Menzilet. *Şeref ve şan. *Güzel inşa edilmiş bina.
Sur. *Refi’, alâmet, nişan. (Bak: Âyet)
“Kur’anın ekalli üç âyeti havi ve bir kitab-ı mahsus gibi hususi ismi haiz
aksam-ı mahsusasından her birine sure denilmiştir ki, bunda başlıca iki vech-i
teşbih vardır: Çünkü sure asl-ı lügatta iki manaya gelir: Birisi: menzile-i refia,
yani yüksek rütbe demektir. Birisi de: bir medineyi, yani büyük bir şehri ihata
eyliyen bir sur demektir.
Birincisine nazaran kur’an âlem-i semaya ve her sure semanın yüksek
rütbede bulunan manzumelerine teşbih edilmiş olur ki, bunun zımnında her
âyet de bir yıldıza benzer. ikincisine nazaran da Kur’anın yeryüzünde yüksek
bir medeniyet te’sis edeceğine işareten her suresi büyük bir suru bulunan
müstahkem bir şehre ve bunun zımnında her âyet bir konağa teşbih edilmiş
olur.” (E.T. Mukaddeme’de 22)
3444- SURET ?‡Y. : (c. Sur-Suver) Biçim, görünüş. Kılık. Hal. Tas-
3445- Bu hadislerin uzun izahları, bir hülasa olarak şöyle takdim ediliyor:
“Buraya kadar resim hakkında varid olan ehadis-i şerifeden bazıları,
eimme-i selef ve halefden bir haylisini, ârâ ve içtihadlar ile beraber mütalaa
etmiş bulunuyoruz. Bu babda ülemanın iki noktada ittifak ve bir noktada ih-
tilaf ettiklerini görüyoruz. ittifak ettikleri noktalardan birisi: Ağaç, dağ, taş
gibi eşya ve menazır resimlerinin mutlak surette mübah olduğudur. O birisi
de vesikalık fotoğraflar gibi tamm-ül hilka olmayarak bedenin bir kısmına ait
olan zihayat resimlerinin hem imal edilmelerinin hem de istimal olunmaları-
nın cevazıdır.Tamm-ül hilka olanlar hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı ülema,
vesile-i ta’zim olmaksızın bunların istimalini de maal- kerahe tecviz etmişler-
dir. Bazıları etmemiştir...
Burada namaz kılan kimsenin karşısında resim bulunmamasına dikkat
etmesi ile bahse nihayet vereceğiz.” (S.B.M. ci: 6, sh: 512)
3446- Gölgeli gölgesiz resimler yani, madde üzerinde kabartma ve hey-
kel gibi elle tutulan suretler veya resim makinalarıyla alınan ve boya ve
renklendirme yoluyla yapılan şekillerin bütününü suretler olarak ele alan
Bediüzzaman şöyle diyor:
“Sanem-perestliği şiddetle Kur’an men’ettiği gibi, sanem-perestliğin bir
nevi taklidi olan suret-perestliği de men’eder. Medeniyet ise, suretleri kendi
mehasininden sayıp Kur’ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölge-
siz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir
heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçıla-
yıp teşvik eder.” (S.410) (Bak: 2823. p.)
3447- Tekniğin gelişmediği geçmiş devrelerde heykeller ve putlarla şirk
ve dalalete düşülüyordu. Asrımızda ise buna ilaveten güzel sanatlar perdesi
altında sinemalar, hele televizyon gibi neşir organları çıplak kadın, müsteh-
cen resimler ile milli ahlâkın bozulmasına yol açtı. Demek mezkûr hadis-i şe-
riflerin resimler hakkındaki şiddeti, yalnız o asra değil, istikbali izn-i Rabbanî
ile gören nübüvvet gözü, asrımıza bakarak o şiddeti göstermiştir denilebilir.
Evet enaniyet saikasıyla hodfüruşane halklara görünmek, riyakârane şöhret
kazanmak ve resimler, heykellerle ibka-i nam etmek gibi gayr-ı ahlâkî du-
rumlar, beşer tarihindeki muhtelif devirlerde görüldüğü gibi asrımızda da
daha acaib şekilde görülmektedir. (Bak: Sanemperest)
Bir atıf notu:
- Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’na konulan resimleri, Bak: 3791. p.
SÜBHANALLAH 1843
ricalden bir isimdir” der, yani mana aranmayacağına işaret eder. Âhirzaman-
da geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih
hadislerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık
SÜFYAN 1844
bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîler-
le alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (34:51) âyeti altında cem’etmiştir.
(Bak: Deccal)
3452- “Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir
ki, bütün ümmet istiaze etmiş. (287) yÁV7~ Å ¬~ «`²[«R²7~ v«V²Q«<« Bunun bir te’vili
şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır. Hatta bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı
Ali’nin (R.A.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı, Süfyan’dır. İslâmlar
içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır.
Yoksa büyük Deccal’ın cebr u ceberut-u mutlakına karşı itaat etmiyen şehid
olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.”
(Ş.585) (Bak: İkrah-ı Mülci)
3453- Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
u ¬A²T# °}«X²B¬4«— ¬}«X<¬f«W²7~ «w¬8 u¬A²T# °}«X²B¬4 >¬f²Q«" –YU«# ¯w«B¬4 «p²A«, ²v6‡¬±g«&~
«w¬8 u¬A²T# °}«X²B¬4«— ¬•_ÅL7~ «w¬8 u¬A²T°# °}«X²B¬4«— ¬w«W«[²7~ «w¬8 u¬A²T# °}«X²B¬4«— «}ÅU«W¬"
|¬9_«[²SÇK7~}«X²B¬4|¬4 «|¬;— ¬•_ÅL7~ ¬w²O«A²7~ «w¬8 °}«X²B¬4«— ¬ ²h«R²7~ «w¬8 u¬A²T# °}«X²B¬4«— ¬»²hÅL7~
,
“Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ede-
rim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den
çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne,
garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki,
işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.” (288)
Bir atıf notu:
-Âhirzaman fitnesinin yaygınlaşan neşir organlarıyla ifsadat-ı umumiyesi, bak:
985.p.
Kitab-ül Feteva-yı Hadisiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî
adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve
39639, 39677. hadislerinde ve diğer bazı hadis kitablarında “Süfyan” dan
bahsedilir. (Bak: 1000/1. p. sonu)
287 K.U. ci: 11 sh: 125 ve Ruh-ul beyan ci: 8 sh: 197
288 R.E. sh: 18
SÜFYAN 1845
cetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle
okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hatta
idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. (Ş.339)
Kur’an (19:82) âyetinde remzî bir mana ile; anarşistlerle, onları yetişti-
renler arasında zıdlaşma olacağına bir işaret vardır. (Bak: 3654. p. sonu)
3455- “Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete
düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: “Başka padişahlar gibi ya
kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i sal-
tanat olmadığı halde, zekavetiyle ve fenniyle ve siyasi ilmiyle o mevkii kaza-
nır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve
çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden ma-
arifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.” (Ş.585)
Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet
denilen cereyanları ve komiteleri daha dehşetlidir.
Kur’an (27:48) âyetinde, 9 şerir çete veya çete başlarının şehirde devamlı
ifsad edecekleri bildirilir.
Atıf notları:
-Mahkeme kararlarına kadar intikal ettirilen Süfyan mes’elesi, bak: 3841/1,
3841/2. p.lar.
-Rivayette ihbar edilen dine zararlı şahıs hakkında Reis-i Cumhura gönderilen is-
tida zeyli, bak: 396/1. p.
-Süfyan’ın ifsadat ve tahribatı ve büyük Deccal’dan daha şerli olması, bak: 249. p.
-Süfyan ve Mehdi’ye dair olan hadislerin mübhem olmasının hikmeti, bak: 2032. p.
-Süfyan müslümanlar içinde çıkacak, bak: 2036. p.
-Süfyan’ı bildiren alâmet, bak: 1772, 2037 ve 3841. p.lar.
İbni Mesruk’un oğludur. Tebe-i Tabiînden büyük bir fakih, büyük bir mu-
haddistir. Celalet-i kadri, kudret-i ilmiyesi,, salabet-i diniyesi ülemaca müsel-
lemdir.
SÜLEYMAN (A.S.) 1847
içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum ma-
nası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pekçok olan düşmanları
tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mani’ olunmamak
için bir muhafız ifriti dergah-ı İlahîden niyaz etmiş.” (E.L.II. 246)
Bu hâdise de, Süleyman (A.S.)’ın mezkûr hâdisesinde olduğu gibi, Al-
lah’ın kâmil insanlara çok mahkulatını teshir edeceğini gösteriyor.
3462- Süleyman Aleyhisselâm hakkında âyetlerden birkaç not:
-Hazret-i Süleyman (A.S.) kıssasında zikredilen “hubb-ul hayr” yani mal veya
at ya da hâkimiyet ve muvaffakiyet vesilelerinin sevgisi sebebiyle gelen bir ibtila
neticesi, Hz. Süleyman’ın saltanatında iktidarsız kalışı: (38:31-35)
-Hz. Süleyman’ın (A.S.) mülk ve hâkimiyetinin aleyhinde ins ü cinlerin
çıkardıkları fitne ve entrikalar: (2:102) (Bak: 3401, 3402. p.lar)
-Hz. Süleyman’a (A.S.) rüzgarın teshiri: (21:81) (38:36) (Bak: 3734. p.)
-Hz. Süleyman (A.S.) Hz. Davud’a (A.S.) varis olduğu ve kuş dili öğretildiği
ve karınca ve kuşların ahvaline ittıla ve onları istihdam etmek gibi meziyetler
verildi: (27: 16-19)
- Hüdhüd’le Belkıs muhaberesi: (27:20-37)
- Taht-ı Belkıs’ın celbi : (27:38-44)
- Rüzgar ve cinlerin teshiri: (34:12, 13)
- Süleyman (A.S.)’ın vefatı: (34:14)
Atıf notu:
-Süleyman (A.S.)’ın tahttan indirilmesi, bak: 2260. p.
3463- SÜNNET }±X, : Kanun, yol, âdet. *Siret-i hasen. *Ist: Peygam-
ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî
ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde
ve ittibaında azîm sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid’a ve dalalettir ve bü-
yük hatadır. Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten,
maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve
ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde, çok
menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdab ve âdetler, iba-
det hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla Zat-ı
Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır.
Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ve madem binler mu’cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve
kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in
hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i
ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemal, meratib-i
kemalâtta terakki edip saadet-i dareyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zatın
sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en
sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bah-
tiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmiyen,
tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme;
tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” (L.59)
Bir atıf notu:
- Bilfiil işlenemeyen umur-u hayriyeye binniyet sahib olmak gerektir, bak: 2554. p.
3465- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:
¯f[Z«- ¬}«=_¬8 h²%«~ y«V«4 |¬BÅ8~ ¬…_«K«4 «f²X¬2|¬BÅXK¬" «tÅK«W«# ²w«8 (291) Yani: “Fesad-ı üm-
metim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini,
sevabını kazanabilir.” Evet Sünnet-i Seniyyeye ittiba, mutlaka gayet kıymet-
tardır. Hususan bid’aların istilası zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek,
daha ziyade kıymettardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i
Seniyyenin küçük bir âdabına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuv-
vetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek, Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir hu-
zur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hatta en küçük bir muamelede, hatta ye-
mek, içmek ve yatmak âdabında Sünnet-i Seniyyeyi müraat ettiği dakikada, o
adi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor.
Çünki o adi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ittibaını dü-
şünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o ol-
duğu hatırına gelir. Ve ondan Şari-i Hakiki olan Cenab-ı Hakk’a kalbi müte-
veccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden âdâtını
ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.” (L.49)
3466- “Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve
herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini
ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittiba et.
Çünki bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiği vakit, bir nevi huzur veri-
yor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi sa-
tın aldın. İcab ve kabul-ü şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o adi alış-verişin
bir ibadet hükmünü alır. (*) O tahattur-u hükm-ü şer’î, bir tasavvur-u vahy
verir.
O dahi Şarii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur ve-
rir. Demek Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle bu fani ömür, baki
meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde
edilir.
˜YQ¬AÅ#~«— ¬y¬#_«W¬V«6«— ¬yÁV7_¬" w¬8ÌY< «w<¬gÅ7~ ¬±|¬±8 ²~ ¬±z¬AÅX7~ ¬y¬7Y,«‡«— ¬yÁV7_¬" ~YX¬8´_«4
(7:158) «–—f«B²Z«# ²vUÅV«Q«7 fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ah-
kâmları içinde cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın herbir isminin feyz-i
tecellisine bir mazhar-ı cami’ olmağa çalış.” (S.362)
3467- Evet “(3:31) yÁV7~ vU²A¬A²E< |¬9YQ¬AÅ#_«4 «yÁV7~ «–YÇA¬E# ²vB²X6 ²–¬~ ²u5
âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’i
bir surette ilan ediyor. Evet şu âyet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kı-
yas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’i bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl man-
* İcab: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu
kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" de -
nir. Şer'î ıstılahta buna "icab ve kabul" denir. (O.A.L.)
İcab ve kabul hakkında daha geniş bilgi almak isteyenler, H.E. cild: 5 sh: 15'deki "Bey'in
Rükünleri" bahsine müracaat edebilirler.
SÜNNET 1852
tıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer Güneş çıksa, gündüz ola-
cak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki;
şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok, öyle ise netice
veriyor ki: Güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice
kat’idirler. Aynen böyle de: Şu âyet-i kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbe-
tiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki,
Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki;
Habibullah’ın Sünnet-i Seniyyesine ittibaı intac eder.”
Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette O’na itaat edecek. Ve itaat yol-
ları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe
Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Evet bu kâinatı bu derece
in’amat ile dolduran Zat-ı Kerim-i Zülcemal, zişuurlardan o nimetlere karşı
şükür istemesi, zaruri ve bedihidir. Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı
san’atla tezyin eden o Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zişuurlar
içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibadına mübelliğ
ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal
ve kemalâtına mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sev-
diği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san’atının en cami’ ve en
mükemmel mikyas ve medarı olan bir zata, her halde en ekmel bir vaziyet-i
ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi
onun ittibaına sevkedecek; ta ki, o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intac
ediyor. Ne mutlu o kimseye ki: Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade
ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid’alara giriyor.”
(L.52) (Bak: 2552, 2556. p.lar)
3468- “Zat-ı Ahmediye’ye (A.S.M.) harekât ve ef’alde benzemek, iki ci-
hetledir:
Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı daire-
sinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel
imam, Zat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)
İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) insanlara olan hadsiz ihsanat-ı
İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir
muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise, fıtraten ben-
zemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, sünnet-i seniyyesine ittiba ile ona
benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.” (L.58)
SÜNNET 1853
3469- “Evet rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hatta En-
biya dahi “nefsî nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselâm “ümmetî ümmetî” diye re’fet ve şefkatını göstereceği gibi; yeni
dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle validesi onun münacatından
“ümmetî ümmetî” işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği
şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi;
ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün
saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle, hadsiz bir
şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin
sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık
olduğunu kıyas eyle.” (L.19)
3470- “İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş ki: “Ben seyr-i ru-
hanîde kat’-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli,
en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyyeye ittibaı esas-ı tarikat ittihaz
edenleri gördüm. Hatta o tabakanın ami evliyaları, sair tabakatın has velile-
rinden daha muhteşem görünüyordu.”
Evet Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbanî (R.A.) hak söylüyor. Sün-
net-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zılli altında makam-ı mahbubiyete
mazhardır.” (L.50)
3471- “Arkadaş” Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i
Ekrem (A.S.M.)’ın sünnetleri birer yıldız, birer lamba vazifesini gördüklerini
gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında gü-
neş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve
udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez
ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.
Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi
gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nail olur. Muhalefet
edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatinde
bulunan Fir’avun gibi bir fir’avun olur..” (M.N.77) (Bak: Hablullah)
3472- Kur’an, Sünnet-i Seniyyeye uyulmasını müteaddid âyetlerde emre-
der. Ezcümle: (4:80) (5:92) (24:54) (47:33) âyetleri birer örnektir. Ehadiste
de hayli yer verilen aynı mevzu için ibn-i Mace, Mukaddimenin l. babında
tafsilat verilmiştir.
SÜNNETULLAH 1854
ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli gü-
nah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli
diye bilinir. eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkûr mahalline; mahall-i
ulûm-u diniye demişler. Ekseriyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul
edilir. Bir kısım âlimler de “Kalbin dahili olan akıldan ibarettir” demişler.
(Kamus)
Kalbdeki bu mezkûr nokta; kâfirler ve Allah’a isyan edenler için şekavet
ve günah, mü’minler için ise, basiret ve idrak mahalli olarak bilinir. (Bak:
Basiret)
ŞÂHİD 1856
Ş
3475/1- ŞÂHİD f[; _- : “Bir kimsenin başka bir kimsede olan hak-
kını isbat için, hâkim önünde ve davalının karşısında serd ettiği iddiası üze-
rine, üçüncü bir kimsenin “şuna ve şuna şahadet ederim” diyerek dava ile il-
gili bilgisini bildirmesine denir. Böyle bir beyanda bulunana şâhid, lehinde
şehadette bulunduğu kimseye “meşhudun leh” aleyhinde şehadette bulun-
duğu kimseye “meşhudun aleyh” ve böylece isbat edilmek istenilen hakka da
“meşhudun bih” denir...
Şahid: 1- Şehadet ettiği husus hakkında tam bir bilgiye sahip olmalı ve
“meşhudun bihi” (şahidlik edeceği hadiseyi) bizzat gözü ile görmüş veya
kulağı ile duymuş olmalıdır.... Ancak başkasından duyulana göre, şehadete
itibar olunmaz. (Bak: Mecelle Mad.1886)
2- Mükellef olmalı,
3- Hür olmalı,
4- Bir müslüman aleyhine açılmış bir davada şehadet edecekse,
müslüman olmalı,
5- İşittiğini anlar, istediğini ifade edebilir olmalı.
6- Âdil: (Kur’an, 5/ 105) (yani şâhid-i âdil) iyilikleri kötülüklerinden üs-
tün olmalı; ayrıca zina iftirası suçundan dolayı hadd cezası ile daha evvel ce-
zalandırılmamış olmalı. (Kur’an 24/4)
7- Örf ve adete ve ictimaî mevkıine uygun bir hayat sürmeli, yani mü-
rüvvet sahibi olmalı; böylece mesela, hamama peştemalsiz giren, kendisini
oyuna (satranç, nard, “tavla”) kaptıran veya sokakta yemek yiyen bir kimse-
nin şehadeti kabul edilmez,
8- Şehadetten bir menfaat sağlanmamalıdır. Ayrıca kendisine gelecek bir
zararı da şehadeti ile önlemek istememelidir. Şâhid ile “meşhudun aleyh”
(aleyhinde bulunulan kişi) arasında düşmanlık bulunmamak gerektir. (Bu
düşmanlık örf ile bilinir. Bak: Mecelle, Madde:1702). Buna karşılık dostların bir-
birleri lehine şahadetleri müteberdir. Ancak bu dostluk, birbirlerinin malla-
ŞAHS-I MANEVÎ 1857
halde, kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi
ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs.
*Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler. (Bak: Cemaat)
Hakiki Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda ene,
levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi
bir adam Hristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”
(H.Ş.138)
3479- “Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı
ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir me’murun, me’muriyet makamında
bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini
muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu’ göstermek
tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın
aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu’ etse iyidir. Az bir vakar gös-
terse, tekebbür olur. Ve hakeza...” (M.319)
Kur’anda “ta’zim ve hürmet etmek” manasında “tevkir” (48:9) ve bü-
yüklük ve azamet manasında “vakar” (71:13) ifadeleri geçer. Ebu Davud, 2.
Kitab-ül Edeb, 2. babı “vakar” hakkındadır. (Bak: 1587. p.)
3480- “Sual: Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?
Cevab: Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temaşa
edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe eğer kamet-i
istidadından daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona
uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend
ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.” (Mün.18)
Demek hakiki şahsiyet sahibi mütevazidir. Şahsiyetli görünmek için
tasannuata girmez.
3481- ŞAM •_- : Akşam, akşam yemeği. “Şe’m, şam” Arabçada “sol”
manasına gelir. “Yemen” sağ demek olduğundan hicaz’a nisbetle sol taraf-
taki memleketlere “Şam”, sağ taraftaki beldeye de “Yemen” ismi verilmiştir.
Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir. *Arabların Dımışk
dedikleri şehrin adı. *Nuh’un (A.S.) oğullarından “Şam’ın nesli tarafından bu
memleket mamur edildiği için Şam denildiğini söyleyenler de vardır.
Şam, asırlardan beri ehemmiyetli bir ilim ve fazilet merkezi olduğu gibi,
dinsizlikle dindarlığın mücadelesi cihetiyle de mühim bir cihad sahası olarak
ŞARAB 1859
dinde değeri vardır. T.T. 3. cild sh: 788’de ve Tirmizi, 15. kitab, 3. bab ve
Müsned-i İbn-i Hanbel, Rabi’ sh: 110, Hamis sh: 184’de Şam’ın medih ve
fazileti beyan edilir. (Ebu Davud, Cihad 3, 2483)
ŞARAB ~h- : İçilecek şey. İçki. Mey. Bade. Hamr. İçilmesi haram
olan bir içki. (Bak: Hamr)
Şazelî denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus’lu olup
Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır.
Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur.
“Hi. 553 (Mi. 1158) tarihinde Afrika’da Septe civarında kâin Gammare
bölgesi köylerinden birinde doğmuştur. Çocukluğu ve gençliği orada geçmiş,
tahsilini de o bölgede tamamlamıştır. Şazel köyüne nisbetle meşhur olan
Eb’ul Hasan, tahsilini ikmal ettikten sonra va’z u nasihat ve ders okutarak
herkesin teveccühünü ve takdirini kazanmıştır.
Sonraları seyahate çıkıp pekçok memleketler dolaşıp, zamanın ülema ve
meşayihi ile görüşmüştür. Nihayet İskenderiye’ye gelerek orada yerleşmiştir.
Bir müddet İskenderiye’de kaldıktan sonra, Mısır’a gidip orada “ibn Atiyye”
ve “Şifa” okutmuştur.
Feyzini birkaç vasıta ile Ebu Medyen Hazretlerinden istihsal etmiştir.
654 (1256) tarihinde, Ramazan ayında hacca giderken Mekke yakınlarında
bir sahrada vefat etmiş ve oraya gömülmüştür.
Şazeliyye tarikatının şubeleri: Desukiyye, Ahmediyye, Vefaiyye, Ruzûkiy-
ye, Hanefiyye, Cezuliyye, Gaziyye, İseviyye, Nasiriyye, İlmiyye, Mustariyye,
Afifiyye.” (Tasavvuf, Mahir iz-Med Yayınları 1981, sh: 225)
ŞEAİR 1860
3483- ŞEAİR h¶<_Q- : Âdetler, İslâm işaretleri, İslâm’a ait kaideler. Al-
dan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saadet’ten şimdiye
kadar bütün eazım-ı İslâm’ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrib
ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar deh-
şetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!..” (M:
396)
Atıf notları:
-Dar-ı İslâm’da tabirat-ı diniye tağyir edilemez, bak: 632, 2774. p.lar.
-Dar-ı İslâm’da dine aykırı neşriyat yapılamaz, bak: 2724. p.
3488- Ankara’da ilk meclis kurulduğu zaman Bediüzzaman mebuslara
dağıttığı beyannamenin şeaire de temas eden kısmında diyor ki:
“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsi-
yet-i manevîyesi -sahip olduğu kuvvet cihetiyle- mana-yı saltanatı deruhde
etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı
hilafeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat
an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bo-
zulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu mil-
letin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti
tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için
kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikıyla
olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. Bilirsiniz ki
ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şearini tahrib edi-
yorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şu-
ursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti
gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder.” (M.N.101)
3489- Bu şeaire ait ikazlar, dinî hayatın istikbali bakımından çok nazik ve
ciddi bir devrede yazılmıştır. Bu devrede dine muarız gizli cereyanlar, heye-
canlı bir faaliyet içindedirler. İslâmiyetin can damarı hükmünde olan ve bil-
hassa avamın dinî hissiyatının devamlılığının istinadgâhı bulunan şeair-i
İslâmiyenin terkiyle, Avrupaî bir hayat tarzını ikame ederek; Türk milletinin
bin seneden beri sahib olduğu şahsiyet ve tarihî mefahirinin ruhu olan
an’ane-yi diniyesinden koparmak ve Avrupa mukallidliğine düşürmek isti-
yorlardı.
Halbuki Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle işareten bu Müslüman Türk
milletinin meziyetlerini zikrettiği gibi, kendisi de âyetin bu işarî manasını, ta-
rihin safha ve sahifelerinde fiilen tefsir etmiş ve âyetin küllî masadaklarından
ŞEAİR 1862
biri olduğunu isbat etmiştir. Böyle bir milletin ahfadını, bu yüksek meziyetle-
rinden uzaklaştırmak isteyen sinsi düşmanlarına karşı Bediüzzaman Hazret-
leri ikaz vazifesini en zor şartlarda ifa etmiştir. Ezcümle bir eserinde şöyle
diyor:
3490- “Şu dalalet-âlud ve sefahetperver medeniyetin şakirdleri ve idlal
edici sakîm talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuş-
lar. Sonra gelip desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i
şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki: Her şeairde nur-u İslâma bir
şuur ve bir iş’ar vardır. Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleri ise bunlara mukabele
edip derler ki: Ey dalalete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve
fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsi-
niz, yoksa susunuz!.. Zira ölüm, acz ve zeval, fakr, sefer gibi ayat-ı tekviniye,
yüksek sadalarıyla dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.”
(N.İ.K. 26)
Bir atıf notu:
-Ecnebi âdetlerine tabi olmanın zararları, bak: 619. p.
“Lemaat” adlı ve nim-manzum bir eserinde de şeairin müessiriyeti hak-
kında Bediüzzaman şöyle diyor:
“Bir zatı gördüm ki yeis ile mübtela, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ülema
azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de,
zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an olan İslâmî şeair,
dinî minarat, ilahî maabid, şer’î maalim itfa olmazsa, İslâmiyet parlayacak an
be-an!..
Her bir mabed bir muallim olmuş tab’iyle tabayie ders verir. Her maalim
dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem
bînisyan.
Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor.
Mürur-u a’sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.
Güya tecessüm etmiş envar-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş
zülal-i İslâmiyet, maabidi içinde. Birer sütun-u iman.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maalimi içinde. Güya tahaccür
etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde, Birer sütun-u elmas. Onunla
mürtabittir zemin ile asuman.
ŞEAİR 1863
Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. (15:9) «–YP¬4_«E«7 y«7 _Å9¬~ sırrı ile hâ-
fızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavet ise, ibadet-i ins ü can.
Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazari-
yat, kalbolur müsellemata hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.
Zaruriyat-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir.
İhtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur’an.” (S.730)
Bu ifadeler, şeair muhafaza olunduğu müddetçe dinî hayatın söndürüle-
miyeceğini beyan eder. Demek oluyor ki, şeairin cemiyet hayatında devam
etmesi için, müslümanların gereken hassasiyeti göstermesi lâzımdır.
3491- “Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı ol-
duğu cihetiyle- cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir
ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumi ve kalb-i külliyi
bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i
ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı
mütevariseyi yandırıyor.” (K.L.55)
Bir atıf notu:
-Bozuk cemiyetlerde müsbet bir cemaatın içinde olmanın lüzumu, bak: 525. p.
3492- İşte böyle mürtedane şeairi tahrib karşısında, şeaire daha çok has-
sasiyet gösteren Bediüzzaman ikazına şöyle devam ediyor:
“Şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok de-
rece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi zatlar
beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde, şeaire temas
eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittiba-ı sünnetin şerafetini gösteren
ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil
riya, belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve halistir.” (K.L.184)
3493- Bu izhar ve aleniyetle tesir imkânı ziyadeleştiğindendir ki, cemiyet
hayatında bütün haşmetiyle ilan olunan ezanlar, şeair-i İslâmiyenin mühimle-
rinden olup hadislerde hayli yer verilmiştir. Meselâ İbn-i Mace’de 3. kitab,
Sahih-i Müslim’de 4. kitabın 1 ilâ 8. babları ve Büluğ-ul Meram tercemesi,
1. cild 206. sh. deki ezan babında geniş tafsilat vardır.
ŞECAAT 1864
3494- Hem meselâ, mühim ve en zahir şeairden olan sarık (imame) hak-
kında gelen ehadiste, şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. bir hadis mea-
linde: “Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların simasından (alâmetin-
den) dir.” (292) buyurulur.
3495- Diğer bir hadiste de “Sarık (dolayısıyla böyle mühim şeairler) kü-
fürle iman arasını ayırdedici bir alâmettir.” (293) denilir.
Yine aynı eserde: “Sarıklar arabların tacıdır. Onlar (müslümanlar) sarığı,
(dolayısıyla şeairi) terk edince, Allah da izzetlerini (kuvvet ve hâkimiyetlerini)
alır (zillete düşerler).” (294) diye haber verilip şeair, şehamet-i İslâmiyenin te-
meli olarak gösterilmiştir. Bu gibi sebeblerdendir ki, sarığın fazileti hakkında:
“Sarıkla kılınan iki rek’at namaz, sarıksız kılınan yetmiş rek’at namazdan
efdaldir.” (295) mealindeki rivayetlerle şeaire teşvik edilir. Diğer bir rivayette
de: “Sarıklara mülazemet (devam) edin. Zira böylesi, melek simasıdır. Sarık-
ların ucunu da arkanıza salın.” (296) deniliyor.
İs’afe’r Rağibîn 148, El burhan, varak 810, El Havîz 61 de de “Mehdi sa-
rığı çıkarmayacak” diye nakledilir.
Bir atıf notu:
-Şeairin izharında riya olmaz, bak: 3113-3118. p.lar.
Şeair kelimesi Kur’anda (5:2) (22:32, 36) âyetlerinde de geçer.
idi. Bir çok büyük binalar, şehirler ve su bentleri ve bilhassa İrem ismiyle
meşhur ve müzeyyen bir bahçe ve köşk yaptırmıştı. Hz. Hud (A.S.)’ı tasdik
etmeyip küfürde israr ettiğinden kavmi ile beraber sayha-i Cebrail ile mahv ü
helak olduğu meşhurdur.” (Kamus-ül A’lam) Âhireti unutup veya inkâr edip
dünyada Cennet-misal yaşamak isteyen ehl-i servet ve sefahetin arzu ve ta-
savvurlarının mantıksızlığını anlatma bakamından ve mana külliyeti cihetiyle
Şeddad’ın irem bağını ihtar eden Kur’an (89:7) âyetini Elmalılı Hamdi Yazır
tefsir ederken âyetin muhtelif mana vecihlerinden birini şöyle naklediyor:
3498- “Ebu Hayyan’ın tasrihine göre cumhurun kavlince burada irem,
Âd’e mensub olan bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki, vaktiyle Ye-
men’de olduğunu ve Zat-ül İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, Cennet
evsafını işitmiş olan Şeddad İbn-i Âd tarafından ona nazîr olmak üzere yer-
yüzünde âdeten bulunması muhal veya müsteb’ad bir surette senelerce mesai
ile yaptırılmış ve fakat içine girmesi nasib olmadan kendisinin ve ehlinin
ihlak edilmiş bulunduğunu hikâye etmişler ve bu suretle “Cennet-i İrem”,
“Bağ-ı İrem” namı, mesel olmuştur. Bu hikâyenin mutazammın olduğu ev-
safa göre “Cennet-i İrem”; bu dünyada tahakkuku muhtemil olmıyan
muhayyell bir gaye olmak üzere tasvir edilmiş ve kuvvet ve şiddet misali olan
Şeddad, böyle bir gaye kurarak senelerce onu tahakkuk ettirmek için çalışmış
olduğu halde içine girmeye muvaffak olmadan helâk olup gitmiş olduğu an-
latılmış demek olur.... Şeddad’ın Cennet-i Bağ-ı İrem’i, muhayyel bir efsane-
dir. Âhireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin mahru-
miyetlerini tasvir etmek itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir...
Şeddad’ın Aden taraflarında köşkleri, altın ve gümüşten üstüvaneleri,
zeberced ve yakuttan muhayyir-ul ukûl türlü eşcar ve enhardan yüzlerce sene
yapmak için çalışıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve ehlinin sema-
dan bir sayha ile helâk oldukları söylenen irem Cenneti hikâyesi ise, ölmeden
dünyada cennete girmek isteyenlerin suret-i hırmanlarını anlatan tahyilî bir
tasvir olmak zahirdir.” (E.T.5802)
3499- Kamus-ul A’lam’ın beyanına göre “İrem, âd kavminin merkezi
olup Yemen’de kadim bir şehirdir ki “İrem-i Âd” ve sütunları çok olmak
manasıyla “irem-i Zat-il İmad” denmekle meşhurdur. Her ne kadar bu şeh-
rin mevkii hakkında ülema-i Arab ihtilaf etmişlerse de bu şehrin Yemen’de
Şeddad tarafından bina ve tezyin olunup, içinde meskûn ahali putlara tap-
tıklarından, Hud (A.S.) bunları imana davet etmiş ise de iman etmediklerin-
den azab-ı İlahî ile perişan oldukları şüphesizdir. Bu şehrin binalarıyla bah-
çelerinin ma’muriyeti hakkında kütüb-ü Arabiyede menkul olan beyanlar
mübalağadan ibaret ise de, aslında gayetle imaret yapılmış olduğuna halen o
ŞEDDAD 1866
3500- ŞEFAAT }2_S- : Şefaat etmek. Afv için vesile olmak. *Fık:
Âhiret günü bir kısım günahkâr mü’minlerin affedilmeleri ve itaatli
mü’minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalatü
Vesselâm ve sair büyük zatların Allah Teala’dan (C.C.) niyaz ve istirhamda
bulunmalarıdır.
3501- Cenab-ı Hak, en büyük şefaat şerefini Peygamberimiz’e (A.S.M.)
vermiştir. Çünki “Kur’anda Zat-ı Ahmediye’ye en büyük makam vermek ve
dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « rüknüne denk tutulan
Nur’da isbat edilmiş. Binden birisi şudur ki: u¬2_«S²7_«6 `«AÅK7«~ düsturuyla:
Bütün ümmetinin, bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun def-
ter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nur ile nur-
landırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zihayatları, belki kâinatı ve
semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidad lisanıyla nebatatın duaları ve
ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olması-
nın şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul
olan suleha-yı ümmeti her gün o Zat’a (A.S.M.) salât ü selâm ile rahmet du-
aları ve manevî kazançlarını en evvel o Zat’a (A.S.M.) bağışlamaları ve bütün
ümmetçe okunan Kur’anın üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevabdan ta
yüz, ta bin hasene ve meyve vermesinden - yalnız kıraat-ı Kur’an cihetiyle-
defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o Zat’ın (A.S.M.) şahsi-
yet-i manevîyesi olan hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) istikbalde bir şecere-i
tuba-i Cennet hükmünde olacağını Allâm-ül Guyub bilmiş ve görmüş ve o
makama göre Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona te-
baiyeti ve sünnet-i seniyesine ittiba ile şefaatine mazhariyeti, en ehemmiyetli
bir mesele-i insaniye göstermiş.” (Ş.251)
Ş E F KA T 1867
Evet Å`«&«~ ²w«8 «p«8 š²h«W²7«~ (*) sırrınca, adi bir adam, en yüksek bir makama,
“Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer iç-
timaî hayatında müdhiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan biçarelere, rikkat-i
cinsiye ve şefkat-i nev’iye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem his-
settim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrahimîn ve
Ahkemülhakimîn olan onların Hâlik-ı Kerim ve Rahim’in hikmet ve rah-
meti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki: “Senin bu şiddetli
teessürün, o Hakîm ve Rahim’in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkid hük-
müne geçer. Rahmet-i İlahiye’den ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabba-
niye’den daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz. Asiler cezalarını; ma-
sumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacakla-
rını düşün! Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, O’nun merhamet
ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın!..” Ben de o lü-
zumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.” (K.L.220)
Atıf notları:
-Asr-ı Saadette İslâmiyetten gelen yüksek şefkat, bak: 306. p.
-Bediüzzaman Hz. nin yüksek şefkati, bak: 3265. p.
3511- ŞEHVET ?YZ- : Heva-yı nefsin meyli ve arzusu. *Bir şeyi fazla
istemek. *Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyu-
mak da şehvetin şubelerindendir.)
Kudsi Hadis’de Cenab-ı Hak buyuruyor: “Ey benim için şehvetini bıra-
kıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin.” (O.A.L.)
(Bak: 3315.p.)
3513- “Meselâ: (36:38) _«Z«7 ¯±h«T«B²KW¬7 >¬h²D«# j²WÅL«7~ daki “lam”; hem
kendi manasını, hem “fî” manasını, hem “ilâ” manasını ifade eder. İşte
¯±h«T«B²KW¬7 in “lam”ı, avam o “lam”ı “ila” manasında görüp fehmeder ki, size
nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lamba olan Güneş, elbette bir
gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmıyacak bir
suret alacaktır, anlar. O da, Hâlik-ı Zülcelal’in Güneş’e bağladığı büyük
ni’metleri düşünerek “Sübhanallah, Elhamdülillah” der. Ve âlime dahi o
“lam”ı “ilâ” manasında gösterir. Fakat Güneş’i yalnız bir lamba değil, belki
bahar ve yaz tezgahında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece
gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir
hokkası suretinde tasavvur ederek Güneşin cereyan-ı surîsi alâmet olduğu ve
işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek Sani-i Hakîm’in san’atına
“Mâşâallah” ve hikmetine “Bârekallah” diyerek secdeye kapanır. Ve
kozmoğrafyacı bir feylesofa “lam”ı “fî” manasında şöyle ifham eder ki: Gü-
neş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile
manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrayı
halkedip tanzim eden Sani-i Zülcelal’ine karşı kemal-i hayret ve istihsan ile
“El-azametü lillah, vel kudretü lillah” der, felsefeyi atar, hikmet-i
Kur’aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu “lam”ı, hem illet manasında,
hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: “Sani-i Hakîm, işlerine
esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden cazibe-i umumiye namında bir kanun-u
İlahîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş’le bağlamış ve o cazibe ile
ŞEMS 1872
Hatta hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük fakat büyümeye yüz
tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, Güneş yerin başına izn-i İlahî ile sar-
dığı ziyayı, emr-i Rabbanî ile geriye alıp, Güneş’in başına sarıp, “Haydi yerde
işin kalmadı” der. “Cehennem’e git, sana ibadet edip senin gibi bir me’mur-u
pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i
Rabbaniye olarak acaib-i masnuat-ı İlahiye ile doldurulmuş ve zişuur ibadul-
laha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı
bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesablarla, azîm hikmetlerle
ona takılmış ve o Kamer’e başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş.
İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, Küre-i Arz kuvvetinede bir
şehadetle, bir Kadir-i Mutlak’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder.
Madem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.
Hem Şems’e kendi mihveri üstünde cazibe denilen manevî ipleri yumak
yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan Güneş’i, bir Kadir-ü Zülce-
lal’in emriyle döndürüp, o seyyaratı o manevî iplerle bağlayıp tanzim etmek
ve Güneş’i bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek
kadar bir sür’atle, bir tahmine göre “Herkül Burcu” tarafına veya Şems-üş
Şümus canibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed sultanı olan Zat-ı Zülce-
lal’in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu
emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir ma-
nevra yaptırır.” (S.672)
Atıf notu:
-Hikmet-i cedideye göre Manzume-i Şemsiyenin ilk teşekkülü, bak: 1921.p.
Bediüzzaman Hazretleri, 1930 yılları civarında, mezkûr parçada görül-
düğü gibi, dünyamızla birlikte oniki seyyareden bahsetmiştir ki, daha önce
verilen malumat müvacehesinde, bu husus dikkat çekicidir.
3518- Seyyarattan Güneş’e en yakın olanı Merkür olup, Güneş’e olan
uzaklığı 58 milyon km.dir. Güneşten en uzak olanı ise Plüton olup, uzaklığı
6 milyar km. kadardır. Manzume-i Şemsiyeye bağlı kuyruklu yıldızlar ise bu-
lutumsu yapıda, ışıklı ve kuyruklu gök cisimleridir. İrili ufaklı çok sayıda kuy-
ruklu yıldız var olup bunlardan mühim olanlarının ad ve hususiyetleri alâkalı
kaynaklarda tesbit edilmiştir. Bunlardan biri olan , Halley kuyruklu yıldızı 76
yılda bir, sanki bir akraba ziyareti gibi dünyamızın yakınından geçmekte ve
gözle müşahede edilebilmektedir. Kaynaklar, komet adını verdikleri bu çeşit
kuyruklu yıldızlardan 33 tanesine yer vermektedir. (Fundamental Astronomy,
H.Kattuunen-P.Kröger; 1987-New York)
Meteor denilen göktaşları da Güneş Sistemi içinde bulunmaktadır.
Bazan tek tek ve bazan da topluluk halinde Güneş etrafında dolanırlar.
Bunların bir kısmı Arzımızın cazibe sahasına girip gittikçe hızlanarak hava
ŞEM’UN 1876
3521- ŞERİAT }[2h- : Doğru yol. Hak din yolu. *Büyük ve geniş
sına müsta’meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyatı ve ahkâm-ı fer’iye de-
nen ibadet, ahlâk ve muamelatı yani İslâm Hukukunu ihtiva etmektedir. “Şe-
riat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına
alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden ni-
zamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.” (İ.İ. 90)
3522- « “Şir’a, Şeria, Meşrea”, lügatta bir ırmak veya herhangi bir su
menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların
hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teala’nın vaz’ u
teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil’istiare ıtlak edil-
miştir ki, din demektir. Ya kapalı birşeyi yarıp açmak ve beyan etmek mana-
sına (şer’) masdarından veya bir şeye duhul manasına (Şuru’) dan alınmıştır.»
(E.T.1697)
“Şeriat, din lisanında: Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dinî,
dünyevî ahkâmının hey’et-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif
olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer’iye-i ameliye
denilen ibadet, ahlâk ve muamelatı ihtiva eder.
Şeriat, umumi manasına nazaran bir Peygamber-i Zişan tarafından tebliğ
edilmiş kanun-u İlahî demektir. Ahkâm-ı Şer’iye denilince bundan kanun-u
İlahî hükümleri manasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur’ana, Ha-
dise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur.” (H.İ.
ci:1,sh:20) (Bak: Din, Hadd, Hukuk, İctihad, Laiklik, Mecelle, Sadakat, Sırat-ı
Müstakim, Teşri’, Teokrasi, Ümmet)
3523- Beşerî münasebetlerde Şeriat’a olan ihtiyacın bir hikmeti şudur ki:
“İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani’ tara-
fından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin
etmek için bu kuvvetler başı boş bırakıldığından, muamelatta zülum ve teca-
vüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye çalışmala-
rının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı,
adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o
küllî aklıdan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur.
Öyle bir kanun, ancak şeriattır.” (İ.İ. 84)
Evet “insandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve
âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde
olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i
istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u
beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda
ŞERİAT 1878
başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli
ve sevablıdır. Kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): “Ancak dün-
yadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır
ise ecir ve sevab kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!” der. Siyasi hüküm-
lerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi
kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler.
Şari’in maksadı ise, insanların âhiret saadetidir. İşte bundan dolayı, bütün in-
sanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde, şeriatlara uygun olarak gör-
meye sevketmek vacibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan Pey-
gamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına)
yükletilmelidir... Siyasetçi demek, aklî delil ve hükümlere dayanarak dünya
maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları def’etmeye sevk eden in-
san demektir.
Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bu-
lundurarak şeriat ile işgörmeğe sevkeder. Şari’e göre, dünya iş ve amellerinin
hepsi de (sonucu bakımından) âhirete raci’dir. Halifelik ise, dini korumak ve
dünya siyasetinin dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine
naiblik etmek demektir.” (İbn-i Haldun, Mukaddime. ci:1. sh: 508-510, Ma-
arif Basımevi 1954, İst.)
Atıf notu:
- Laikliğin hukukî tarifi, bak: 2186, 2187.p.lar.
3526- Resul-ü Rabb-il Âlemîn ve “o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat,
öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini te’min edecek
desatiri cami’dir. Ve cami’ olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve
Hâlik-ı Kâinat’ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir.
İşte o İslâmiyet ve Şeriat öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir
surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mahiyetine dikkat eden
elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zatın, o kâinatı kendisiyle bera-
ber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın us-
tası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için,
bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve Şeriat-ı Muhmmediye’de (A.S.M.) öyle
bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir ede-
nin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise,
şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu
nazm-ı ecmeli ister.” (M.193)
ŞERİAT 1880
3530- ŞERİF r<h- : (c. eşraf, şürefa) Kelimenin aslı, yüksek mekân
ŞERR 1882
ve yücelik manasında olan şeref kökünden gelip şanlı ve şöhretli olan ecdada
mensub olmakla mümtaziyet hakkına sahiblik manasına kullanılır. Şeriflikte
temel şart, ecdadın asalet, şerafet ve üstün vasıflarının ahfada da geçmiş
olmasıdır. Nitekim Kur’an (52:21) âyeti salih ecdada nesebî mensubiyetle
beraber, fazilet ve amelce de ittiba etmenin gerekliliğini şart koşar.
Evet neseb insanlık âleminde lüzumlu ve fıtrî bir bağ olup, pekçok ma-
nevî ve ahlâkî değerlerin tahakkukuna sebebdir. Kur’an (25:54) âyetinde, in-
sanlar arasında fıtrî bir bağ olan neseb ve sıhriyetin vaz’ olunduğunu bildirir.
(Bak: 2863.p.)
3531- Asil ve şerif bir neseb sahibi, salih ve müttaki değilse hakiki şerafet
sahibi olamaz. Fakat şerif bir nesebe mensub olmayan, salih ve müttaki ise,
Allah indinde mükerrem ve müşerreftir. Kur’an (49:13) âyeti bu hakikatı
te’yid eder. Takva ile şerif nesebi birleştiren silsile-i Âl-i Beyt, (Âl-i Beyt
maddesinde izah edildiği gibi) âlem-i İslâm nazarında itimad merkezi olup
ahseniyet kazanmıştır ve kazanır.
Seyyid ve şerif, Peygamberimiz (A.S.M.) neslinden gelen bir silsileye has
bir isim olmuştur. Âl-i Beyt, Ehl-i Beyt ve Âl-i Muhammed de denir ki daha
çok Hz. Ali ve Hz.Fatıma’dan başladığı nazar-ı itibara alınmıştır. (Bak: Âl-i
Beyt, Seyyid)
Atıf notu:
- İslâm nazarında üstünlük ırkta değil, takvadadır, bak: 2446,2447.p.lar.
3532- ŞERR ±h- : Kötü iş, Kötülük, fenalık. *Kavga. *Allah’a is-
ŞEYH e[- : Yaşlı adam. *Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi.
3533- ŞEYHAN –_F[-) : (Şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı
eserlerde, Buhari ve Müslim yerinde kullanılır. Her iki Hadis Kitablarına bir-
den Sahihan denir. *Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer’in (R.A.) bera-
berce bazı mühim kitablarda geçen isimleri. *Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı
A’zam ile İmam-ı Ebu Yusuf’un ikisine birden verilen isim.
fevakalâde bir temayüzle sınıf ve eşbahinin haricine çıkmış, şirrir, anud ma-
nasında bir ism-i cinsdir ki gerek insandan, hayvandan, yılan gibi mahlukat-ı
zâhireden ve gerek sair mahlukat-ı hafiyeden alâka-i ruhiyesi bulunan habis-
lere ıtlak olunur. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir. Nitekim
Kur’anda şeyatin-i ins ve şeyatin-i cin tabirleri çok geçmektedir. İnsan görü-
nür, fakat esas-ı habaset ve şeytanatı görünmez, âsâriyle belli olur. Binaena-
leyh insan şeytanında bile şeytanlık bir emr-i hafîdir. Bunun için şeytan ismi,
gizli bir kuvvet-i habise, bir ruh-ı habis mülahazasına raci’ olur. Ve şeytan-ı
ins, şeytan-ı cinne merbut demektir. Melek mukabili olan şeytan-ı cin, yani
gizli şeytan, bazı felasifece yalnız mücerredat-ı manevîye olarak izah edilmiş
ise de bunun maddî haysiyetini de inkâr etmek doğru olamıyacağından buna
habis olan maddî kuvvetleri dahi ilave etmek zaruridir. Ve ehl-i sünnetin
izahı böyledir. Bu suretle şeytan ism-i cins bilhassa gayr-ı mer’î olan ervah ve
kuva-yı habisiye isim olmuştur ki, hilkatte her cins bir ferd-i evvel ile başla-
mış olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan o ferd-i evvel yani
İblis hatıra gelir ve o zaman ism-i has gibi olur... Eimme-i lügatın beyanına
göre şeytan kelimesi mefhum nokta-i nazarından bir mana-yı vasfîyi haizdir.
Ve bunun iştikakında iki kavl vardır. Birisi Sibeveyh’in dediği gibi uzaklık
gelen wO- fiilinden türemiştir. İbn-i Abbas’ın dediğine göre, “insan, cin ve
hayvandan, azgın olanlara şeytan denilir. Hususî manası ile: Hz. Âdem’e ta-
zim secdesi yapmaktan imtina’ ederek Allah’ın emrine isyan eden ve Allah’ın
huzurundan kovulan varlıktır. Aslının cin mi, melek mi olduğu ihtilaflıdır.
Nesefî’nin beyanına göre, Hz. Ali İbn-i Abbas ve İbn-i Mesud şeytanın me-
lek olduğunu söylemişlerdir. Hasan-el Basrî ve Katâde cin olduğunu söyle-
yenlerdendir. Câhız’dan meleklerin ve cinlerin aynı cinsten oldukları görüşü
ŞEYTAN 1885
(2:14) _ÅX«8³~ ~Y7_«5 ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ s«7 ~«†¬~—« Bir de bunlar mü’minlere rast gel-
²vU«Q«8_Å9¬~~Y7_«5 biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz” derler.”
(E.T.236)
3546- Hem “ ²vU«Q«8 _Å9¬~ «–Η¬i²Z«B²K8 w²E«9 _«WÅ9¬~ fıkralarının suret-i sevki,
-Şeytan’ın insana kötü işlerini güzel göstermekle aldatması: (6:43) (16:63) (27:24)
(29:38) (43:37) Not: Dinden gelen hükümlere, sadakatla bağlılık yerine akıl ve
maslahatla hareket etmek, şeytanın bu cihetten iğvasına kapı açabilir. Zira ahkâm-ı
diniyeye tam teslim olmayan, ölçüsünü nefsin ve menfaatın icablarına dayandırmaya
mecburdur. Başka şık yoktur. Halbuki nefis ve menfaat ölçüsü çok kere diyanetle
mütezaddırlar. İşte o zaman şeytan lezzet ve menfaat-ı hayat gözlüğü ile insana,
yaptıklarını güzel gösterir. (Bak: 2776.p.)
-Şeytandan istiaze etmek: (23:97, 98)
-Hutuvat-ı şeytana uymamak: (2:168,169) (6:142) (24:21)
-Kur’an okurken şeytandan istiaze etmek: (16:98)
-Şeytanın dürtme ve vesvesesinden istiaze: (41:36)
-Şeytanların kâfirler üzerine musallat kılınması: (19:83) (26:221, 222) (41:25)
-Hizbüşşeytan: (58:19)
-Şeytanın yaptığı inkârcılık telkinlerini kabul edenlerden kaçması: (59:16)
-Sema-i dünyadan her şeytan recmedildiği, ancak kulak hırsızlığı yapabildikleri:
(15:17, 18) (37:6-10) (67:5)
-Şeytanın isyandan önce bulunduğu yerden (Cennet’ten) kovulması: (15:34) (38:77)
-Kur’an’ı, şeytanlar indiremiyeceklerinden başka, Kur’an’ın nüzulünde dahi onu
dinlemekten men’ edildikleri: (26:210, 211, 212)
Hadis kitablarında da istiazeye yer verilir. Ezcümle, T.T. 5.cild sh:226, istiaze
babıdır.
Atıf notları:
-Şeytanın Âdem’e (A.S.) secde etmemesi, bak: 96.p.
-Şeytanla münazara bahsi, bak: 463.p.
-Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde şeytanın vesvesesi, bak:1636.p.
3548- ŞIKK ±s- : (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki
kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk
olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı.
El-Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kahi-
niydi. Satih’ten sonra o da Yemen’de bulunan Lahmi meliklerinden birisinin
ŞİA 1891
3549- ŞİA }Q[- : Kelime manasıyla taraf, fırka, grup. Bir fikir ve
3551- ŞİİR hQ- : (Şi’r) (c. Eş’ar) Aslı Arabça olan bu kelime sezmek,
şuur ile hissedip anlamak manasında olup hQ- kökünden alınmıştır. Güzel
tertipli manzume, tahayyül ve tasavvurları ve bazı hakikatları hoşa gidecek
şekilde ifade eden ölçülü söz. *Man: Muhayyelattan terekküb eden kıyas.
ŞİİR 1892
şiir kapısını açmadı. (36:69) «h²Q¬±L7~ ˜_«X²WÅV«2 _«8—« sırrı buna bakar.” (B.L.334)
3552- Hadislerde şiirden bahsedilir. Ezcümle bir hadis-i şerifte:
“ °d[¬A«5 yE[¬A«5 «— °w«K«& yX«K«E«4 °•«Ÿ«6 h²Q¬±L7~ buyuruluyor. Yani: “Şiir bir
sözdür. Bunun güzeli güzeldir, çirkini de çirkindir.” Evet şiir, esasen ince bir
bilgi manasınadır. Meselâ Arabça olarak (Leyte şi’rî) denilir ki, keşki tam bir
bilgim olsaydı, demektir. Fakat şiir ıstılahatta, kasden mevzun olarak söyle-
nilen sözdür. Buna manzum da denir. Binaenaleyh bir zat, bir maksadını
mevzun olarak söylemek kasdetmediği halde o maksada ait sözü vezinli, ka-
fiyeli düşse bununla o zat şair, sözü şiir sayılmaz.
Kezalik: Resul-i Ekrem Efendimiz:
`¬VÅOW²7~ w²"~ _«9«~ « ¬g«6« Ç|¬AÅX7~ _Å9«~ buyurmuştur. Bu mübarek ifadesi mev-
zun düşmüştür. Fakat kendisi bunu kasden böyle mevzun ve mukaffa olarak
söylemek istemiş olmadığı için kendisine şair denilemiz. Şiirlerde hakikattan
ziyade hayal caridir. Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ve Resul-i Ekrem’in beyanatı
ise mahz-ı hakikattır, her türlü şaibelerden münezzehtir. O halde Kur’an-ı
Mübin’e şiir, Resul-i Ekrem’e şair denilmesi asla caiz olmaz. Maamafih şiir
ile daima meşgul olmak doğru değildir. Bunda külfet vardır, hakikata muha-
lefet vardır. Vakitlerimizi daha faideli şeylere tahsis etmeliyiz. Şunu da
arzedelim ki şiirler, manzumeler hakkında muhtelif hükümler vardır. Şöyleki:
Zühd ü takvaya, hikemiyyata, niam-ı İlahiyeyi tezkire, salih zatların evsafını
tasvire, dünyevî heveslerden tahzire dair olan şiirler şer’an memduhtur.
Çünkü bunlar insanları uyandırır; ibadet ve itaate sevk eder, ma’siyetlerden
uzaklaştırmaya vesile olur.
Güzel manzaraları, meselâ dağları, sahraları, semavi ecramı, geçmiş gün-
leri, tarihî milletlerin hallerini tasvir eden şiirler de mübahtır. Bunlar da bu
husustaki mensur sözler gibidir. Güzel insanların gözlerini, yanaklarını, çeh-
ŞİR’A 1893
relerini, cilvelerini tasvir eder şiirler ise birçok kimselerde şehvanî duyguları
arttıracağı cihetle mekruhtur.” (H.G. Hadis no: 209)
3553- Şiir hakkında Kur’andan meâlen birkaç not:
-Kur’an ve nübüvvete şiir izafe edilmez: (26:224-226) (36:69) (69:41)
-Münkirlerin Resulullah’a (A.S.M.) şair demeleri: (21:5) (37:36) (52:30)
3554- S.B.M. 2. cild 283. hadiste, şiirle (tecavüzkâr düşmanı) hicvetme-
nin meşruiyetini ve 4. cild 596. ve 12. cild 2005,2006. hadislerinde de şiirin
meşruiyeti ve hadislerin izahında şiirler müsbet ve menfi olarak iki kısımda
ele alınışını görmekteyiz. S.M. 41. Kitab, şiirler hakkındadır.
İbn-i Mace 41. Kitab 5. Babın 749. hadisinde mescidde (makbul olma-
yan) şiirin okunamayacağını kaydeder. Aynı eserin 33. Kitab-ül Edeb’in 41.
babı şiirler hakkındadır, 42. babı ise mekruh şiirleri beyan eder.
¬yÁV7~ ¬–—… ²w¬8 _®"_«"²‡«~ ²vZ«9_«A²;‡—« ²v;«‡_«A²&«~ ~—g«FÅ#¬~ âyetine mâsadak olmuş-
lar.” (M.325)
Hem “ Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bi-
lir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle
ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -
güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer
maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani âyine
güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.”
(H.Ş.137) (Bak: 978.p.)
İslâmiyetten önceki asırlarda daha çok müşebbihe anlayışından (Bak:
Müşebbihe) ve cehaletten doğan kesret-i İlah (Politeizm) şirki, putperestlik
vardı. (Bak: Sanemperest). Asrımızda ise bir kısım insanlar, fen ve felsefeden
gelen tabiatperestlik (natüralizm) ve esbabperestlik şeklindeki şirk ve inkâr
ile dalalete gidiyorlar. Evet tabiatın ve sebeblerin te’sir sahibi olduğunu iddia
etmek, tabiat ve esbab şirkidir. Halbuki bütün kâinat ve içinde cereyan eden
bütün kanunlar, Allah’ın yaratmasıyla olduğu gibi, Allah’ın bilâfasıla
Kayyumiyet tecellisinin (Bak: Kayyumiyet) devamıyla emr-i nisbî olan o ka-
nunlar devam eder. Sebeb ve müsebbeb, hepsi meşiet ve kudret-i İlahiyeye
istinad eder. Onlardaki bütün hikmet ve gayeler, hikmet-i Rabbaniyeye da-
yanır. Şirk ise bu mezkûr hakikatları inkâr ile büyük bir zulmü irtikâb de-
mektir. (Bak: Endad, Esbab, Küfr, Tevhid)
3557- “Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham
ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat ayinelerinde cilve-i
esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcu-
datın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı
bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı ka-
bule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlukatın ve bü-
tün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası
ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder.
ŞİRK 1895
_«#«f«K«S«7 yÁV7~ Å ¬~ °}«Z¬7´~ ³_«W¬Z[¬4 «–_«6 ²Y«7 âyet-i kerimesinin delaletiyle; nizam bo-
zulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti.
Halbuki w¬ ²[«#Åh«6 «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡~ Åv$ ¯‡YO4 ²w¬8 >«h«# ²u«; «h«M«A²7~ ¬p¬%²‡_«4
°h[¬K«& «Y;—« _®\,_«' h«M«A²7~ «t²[«7¬~ ²`¬V«T²X«< (67:3) delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı
beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamaya-
rak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla di-
yecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki; nizam ve
intizam, gayet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’i şa-
hididir. (S.683)
3559- Hem şirkin butlanını bildiren âyetlerden biri de, “Âyet-ül Kübra
namında olan ®Ÿ[¬A«, ¬Š²h«Q7²~>¬† |«7¬~~²Y«R«B²"« ~®†~¬ «–Y7YT«< _«W«6 °}«Z¬7´~ ³ y«Q«8 «–_«6 ²Y«7 ²u5
ŞİRK 1896
(17:42) ilâ ahir.. âyet-i ekberidir. Yani: Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar
icada ve rububiyete karışsa idiler, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki kü-
çücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut, ta tayyare-i
cevviyye olan hadsiz kuşlara, ta manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î-
küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’i
bir surette şeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiği gibi, Vacib-
ül Vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.” (Ş.599)
(Bak: Bürhan-üt Temanü’)
3560- Şirk namına çalışan ehl-i dalaletin bir vekili diyor ki: “Şirke emare,
kâinattaki tertib-i esbabdır. Herşeyin bir sebeble bağlı olduğudur. Demek
esbabın hakiki te’sirleri vardır. Te’sirleri varsa, şerik olabilirler?
Elcevab: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın te-
zahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Herbir şey, bir
sebeble bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kat’i isbat et-
mişiz ki: “Esbabda hakiki te’sir-i icadî yok.” Şimdi yalnız bu kadar deriz ki.
Esbab içinde bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi’,
insandır. İnsanın dahi en zahir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zahiri; ekl ve ke-
lâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek,
düşünmek ise gayet muntazam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz
cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür.
Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, ta semeratın te-
şekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yal-
nız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek
silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır.
Halbuki ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken bir ağaç hükmündedir.
Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyen-
lerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişe-
bilir. İhtiyarın kısacık eli, nasıl yetişir?
Madem esbab içinde en eşrefi ve ne ziyade ihtiyar sahibi olan insan,
böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat
nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler! Yalnız o esbab, birer zarftır. Ve masnuat-ı
Rabbaniyeye bir kılıftırlar. Ve hedaya-yı Rahmaniyeye birer tablacıdırlar. El-
bette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut
hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olmazlar. Ve
onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de: Esbab-ı zahi-
riye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri ola-
maz. Hizmet-i ubudiyetten başka nasibleri yoktur.” (S.608)
ŞİRK-İ HAFÎ 1897
3561- ŞİRK-İ HAFÎ zS' ¬¾h- : Gizli şirk. İhlassızlık, riyakârlık. İba-
det ve dine hizmet etmek gibi amellerinde Allah rızasından başka bir niyet
ve maksat taşımak.
Evet “hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref per-
desi altında teveccüh-ü ammeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbet-
mekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en
mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa,
hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.” (L.165)
“İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin
mesaisine terettüb eden hasenatı intac eden semeratı, bir şahsa isnad ve ona
malederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünki bir cemaatin cüz-i ihti-
yarisiyle kesbettikleri mahsulatı bir şahsa atfetmek, o şahsın icad derecesinde
hârikulâde bir kudrete malik olduğuna delalet eder. Hatta eski Yunanîlerin
ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zalimane tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulü-
dür.” (M.N.87)
3562- “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman, esbab şir-
kine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam
ederse, ta’tile yani Hâliksızlığa incirar eder. El-iyazü billah!..” (M.N.185)
“Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şey-
lere bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sa-
nem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan
zatta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidlerin olduğuna işaret olduğu
gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.”
(M.N.88)
Kur’anda celî şirkin dışındaki şirklerden de gafilleri ikaz eden bir âyetin
tefsirinde şöyle deniliyor:
“Tevhide öyle sarılın ki hepiniz tevbe ve ihlas ile Allah’a rücu’ ve dehalet
ederek (30:31) ˜YTÅ#~«— ondan korkun «?YVÅM7~ ~YW[¬5«~—« namazı güzel kılın..
«w[¬6¬h²LW²7~ «w¬8 ~Y9YU«# « «— ve müşriklerden olmayın. Amellerinizi yalnız
ŞİRK-İ HAFÎ 1898
Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın. Burada hanifliğin tam
zıddı olan müşriklik yalnız meşhur manasıyla şirk-i celîden ibaret zannedil-
meyip celî, hafî şirkin her türlüsünden ihtiraz edilmek için bedel tarikiyle
izah olunarak şöyle buyuruluyor:
_®Q«[-¬ ~Y9_«6—« ²vZ«X<¬… ~Y5Åh«4 «w<¬gÅ7~ «w¬8 Onlardan ki dinlerini ayırdılar da şia
şia, öbek öbek oldular. Yani umumi fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş
bir hak vicdanı ile hareket etmeyip herbiri kendi hususiyetine, kendi çıkarına,
dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre bir heva ile dinini ayırıp ayrı bir başbuğ
arkasına düşerek şia şia, fırka fırka olmuşlar.
®}«W²&«‡ y²X¬8 ²vZ«5~«†«~~«†¬~ Åv$ Böyle iken sonra o onlara, tarafından bir rahmet tattırı-
verince, o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan ediverince «–Y6¬h²L< ²v¬Z¬±"«h¬" ²vZ²X¬8 °s<¬h«4~«†¬~
ne bakarsın, içlerinden bir kısmı o Rablarına şirk koşuyorlardır. Şükredecek
yerde tutarlar da bu şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu
diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar.” (E.T.3825)
Atıf notları:
-Âhirzaman fitnesinde şirk-i hafîye düşmek, bak: 3884/1.p.
-Muharref Hristiyanlıkta Papaları rab ittihaz etmek şirki, bak: 776.p.
-Asrımızda yaygın olmakla beraber ekseriyetin farkedemediği şirk şekli, bak:
3760/8, 3760/10.p.lar.
ŞİT (A.S.) 1899
şından 120 sene sonra doğmuş, 912 sene yaşamış, vefat edince Ebu Kubeys
dağında Hazret-i Âdem’in yanına defnedilmiştir.
Hazret-i Şit’e peygamberliği ve tehlil ve tesbihi muhtevi olmak üzere 50
sahifelik bir kitab verilmiş ve Hazret-i Âdem’in vasiyeti üzere kardeşlerinin
reisi bulunmuştur.
Kabe-i Muazzama’yı bir rivayete göre Hazret-i Âdem, diğer bir rivayete
göre de Hazret-i Şit, ilk def’a olarak taştan bina etmiştir.
Şit’in manası “Hibetullah”dır. Hazret-i Âdem’e, şehid edilen Habil adın-
daki oğluna bedel olarak taraf-ı İlahîden hibe ve ihsan buyurulmuş demektir.
Bu zata (Şis) de denilmektedir.” (B.İ.İ.477)
3565- ŞUAYB (A.S.) `[Q- : Ashab-ı Eyke ile Medyen ahalisine gön-
derilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka
davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şid-
detli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları
mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke’ye gitti ve
orada yerleşti. Musa Aleyhisselâm’ın kayınpederi idi. (Bak: Ashab-ı Eyke)
3566- Her devrin insanları için ibret dersleri veren Kur’andaki kısas-ı
enbiyadan, Hz.Şuayb’ın (A.S.) kavmine ahkâm ve hakaik-i diniyeyi tebliğ et-
mesi ve kavminin ileri gelenleri tarafından çıkartılan isyan ve neticede helâk
olmaları kıssası: (7:85-93) (11:84-95) (26:176-190) (29:36, 37) âyetlerinde
geçmektedir.
“Şuayb’ın (A.S.) kıssalarına iyi dikkat edilirse, zamanımız medeniyyetinin
ahlâk-ı umumisine pek yakından temas eden noktalar görülür.” (E.T.2805)
şare için toplanma yeri. *Meşveret için toplantı. *Meşveret etme. (Bak: İcma-i
Ümmet)
3568- Şûra, dinin esasat ve müsellematı haricinde ve daha çok icraata ait
mes’elelerde şer’î usulüne göre ve şûra için teşkil olunan ihtisas heyeti ara-
sında yapılır. Bu ihtisas heyeti, ya millî kabule sarahaten mazhar olan bir zat
tarafından veya umumî seçim yoluyla teşkil olunur. İdarî ve siyasî sahadaki
meşveretin biri başkanlık, diğeri ekseriyet sistemi olarak başlıca iki şekil var-
dır. Birinci şekilde: Başkan meşveret eder, fikir alır fakat istediği maslahat ci-
hetini tercih ve tatbik eder. Bu tarz daha çok ilim ve fazilette geri kalmış
ibtidai milletlerde olmalı. Zira şûrada ehliyet esastır. Ehliyet ise biri halis ni-
yet, diğeri ihtisastır. Yani şûrada ele alınan mes’elenin selâmetini ve masla-
hatını cidden düşünen halis bir niyet ve ihtisas sahibi olmak vasıflarını ge-
rektirir. Yoksa o mes’elenin lehinde olmak perdesi altında, kendi arzusunun
tahakkukunu takib eden ve mes’ele hakkında da ihtisası olmayan kişilerin
yapacakları şûra, çok kere karışıklıklara sebep olabilir. Böyle ilim ve fazilette
geri kalmış cemaatlerin ilim, fazilet ve dirayette ileride olan bir şahsın tedbiri
altında bulunmaları daha maslahatlı olabilir. İkincisi ise, ilim ve fazilette ileri
milletlerde tercih edilir ki, re’y ekseriyetine dayanır. Asr-ı Saadette
Resulullah’ın (A.S.M.) meşvereti gibi. Ezcümle, Resulullah’a ve dolayısıyla
bütün mü’minlere hitaben şûrayı emreden bir âyette şöyle buyuruluyor:
3569- “(3:159) ¬h²8« ²~ |¬4 ²v;²‡¬—_«-«— Ve emirde onlarla müşavere et. Yani
vahiy varid olmayıp re’y ü içtihada mütevakkıf bulunan harb gibi umur-u
ŞÛRA 1902
fessirîn, işbu (3:159) ¬h²8« ²~|¬4 ²v;²‡—¬ _«-«— emrinin emr-i harbe masruf olduğu
fikrindedir. Çünki, vahiy bulunan hususatta müşavere caiz olmadığı
ŞÛRA 1903
me’mur olmuştur. Mervidir ki, işbu (3:159) ¬h²8« ²~ |¬4 ²v;²‡—¬ _«-«— nazil olduğu
zaman Resulullah şöyle buyurmuştur:
}® «W²&«‡ |«7_Q«# yÁV7~ «u«Q«% ²w¬U«7—« _«Z²X«2 ¬–_Å[¬X«R«7 ¬y¬7Y,«‡—« yÁV7~ «–_«8«~
_®[«3 ²•¬f²Q«< ²v«7 _«Z«6«h«# ²w«8—« ~®f²-‡ ²•¬f²Q«< ²v«7 ²vZ²X¬8 «‡_«L«B²,~ ¬w«W«4 |¬BÅ8 ¬
“Biliniz ki, Allah ve Resulü, müşavereden her halde müstağnidirler ve
lakin Allah Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim
istişare ederse, rüşdden mahrum olmaz. Her kim de terk ederse hatadan
kurtulmaz.”
Diğer bir hadis-i şerifte de: ²v¬;¬h²8«~ «f«-²‡« ²~ ~—f; Å ¬~ Çn«5 °•²Y«5 «‡—« _«L«# _«8
“Müşavere eden bir kavm her halde işlerinin en doğrusuna mu-
vaffak olur.” buyurulmuştur... Peygamber için müşavere mendub da olsa,
ümmet için vacibdir.” (E.T.1215-1217)
3573- Diğer bir âyette de şûra hakkında şöyle buyurulur:
Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem (3:159) ¬h²8« ²~|¬4 ²v;²‡—¬ _«-«— müeddasınca
harb maslahatlarına taalluk eden işlerde müşavere ederdi. Ondan sonra da
ashab, gerek onda ve gerek ahkâmda müşavere ettiler. Peygamber’in vefatı
üzerine halife intihabı ve ehl-i riddete kıtal, ceddin mirası, şarab içenlerin
haddinin adedi ve Irak’ta fetholunan arazinin ahkâmı ve saire gibi mesail hep
bu kabildendir... Şûra müzakereleri, ictimaî mes’elelerin aslını teşkil eder. Ta-
rih-i İslâmda ve Usul-i Fıkıhta maatteessüf bu şûra düsturu devr-i sahabeden
sonra Kur’anın verdiği bu ehemmiyet ile mütenasib bir surette inkişaf ettiri-
lememiştir. Şûra esasen fütya gibi büşra vezninde masdar olup teşavür, yani
birbirinin reyini almak demektir. Aslı, arıdan bal almak manasıyla alâkalıdır.
Zü-şûra manasına gelir. Nitekim bu mana ile şûra hey’etine de ıtlak olunur.”
(E.T.4248)
3574- “Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını
tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a
hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendi-
nize Rab yapmayınız!... Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine
göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i
şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın
bir hassasıdır.” (H.Ş.60)
3575- “Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve
beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o
şûra ile olabilir?
Elcevab: Nur’un Yirmibirinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı
şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden,üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlas
ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve
on adamın hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş
gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin
ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î;
hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla
elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, iman-
dan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i
insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimayesi de yine imanın hakaikından gelen
şûra-yı şer’î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol
açar.” (H.Ş.62) (Bak: İttihad-ı İslâm)
3576- Şûranın ehemmiyetini ve teşekkülünün elzemiyetini devlet ricaline
bildiren Bediüzzaman, Osmanlı İmaparatorluğu Meşihatında gereken şûra
heyetinin hususiyetleri hakkında şu izahatı veriyor:
* Bidayet-i Hürriyette şu fikri Jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra
tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz
noktasına tekrar arzediyorum.
ŞÛRA 1906
Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, Kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, şar-
kın hissiyatına hâkim dindir. Bu gün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteri-
yor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.
Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsadema-
ta rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir
hususiyete malikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.
3577- Saltanat ve hilafet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzattır. Cihet
muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve
âlem-i İslâmın bayrağıdır. Saltanat itibariyele otuz milyona nezaret ettiği gibi,
Hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes
ve istinadgâhı ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, Hilafeti meşi-
hat temsil eder.
Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifayet etmiyor.
Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki
müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle
ahlâktaki müthiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına
terkedilmiş.
Ferd te’sirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Te’sirat-ı hariciyeye
kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.
3578- Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari ol-
duğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal
Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çık-
mış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder. (Bak:
605.p.)
Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İs-
tanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i
celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstan-
bul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getiril-
melidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes va-
ziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla ifa edebilsin.
3579- Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâ-
kimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tas-
hih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cema-
atten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o
ruhu temsil eder.
ŞÛRA 1907
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmi-
yeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona
işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin.
Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar
kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini
tehlikeye maruz bırakıyor. (İstanbul’un İngiliz işgalinde, halifenin mükreh
kılınması, bak: 1339.p.)
Hatta diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık
ve ictihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan
almıştır. Çünkü haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a
karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâ-
mın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona
münhasır bırakır. (Hükm-ü müftabih için re’y-i cumhur gerektir, bak: 961.p.)
3580- Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lakin içtihadı o vakit düstur-
ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle
bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima icma’
ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra’ için, böyle
bir faysala lüzum-u kat’i vardır. Sadaret meşihat iki cenahtır. Şu Devlet-i
İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle
bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.
3581- İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i
hilafette te’sis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir. Bu
şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-i İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşi-
hat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan baş-
lansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i
intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan âyan ve meb’usanın vazife-i
resmiyeleri itibariyle bilvasıta ve dolayısıyla bu işe te’siri olabilir. Halbuki va-
sıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek halis İslâmî bir
şûra lâzımdır. (Bak: 3729, 3730.p.lar)
3582- Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub
eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için te’sis edilen Dâr-ül
Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki adi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşi-
hat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve
haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş, yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâ-
ken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu me’sele-i uz-
manın esasını teşkil eder.” (S.T.İ. 36-41) (Bak: Şeyhülislâm)
ŞUUR 1908
manaya ilk vusûl mertebeleridir. *Kendi varlığından haberi olma. *Bir şeyi
hoşca tanıma. *İnceliklerini iyice idrak etme. (Bak: İdrak)
3584- Psikolojide: İnsanın kendi varlığından haberdar olması ve kendine
tesir eden çevresinde meydana gelen hâdise ve değişikliklerin bilgisine sahib
olması halidir. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündü-
ğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şu-
urlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuur yoktur. Ve şuurun maddî izahı
maddîyyun ve ehl-i dalâletin şuursuzca bir izahı olup batıldır. (Bak: Tahteş-
şuur)
İki atıf notu:
-Şuur ve his, hayattan süzülmüş, bak: 1243.p.
-Şuurun bir tarifi, bak:3485.p.
3585- “Şuur, hiss-i zahirle hissetmektir. Yani şu anda hiss halinde olan
ve henüz hâfızaya ve akla tamamen geçmemiş bulunan zahir bir ilimdir ki,
zühulün zıddıdır. İdrakin ilk mertebesi, yani bir şeyin kuvve-i akliyeye ilk
mertebe-i vusûlü, ilk tecellisidir. Zira ilim, nefsin manaya vusûlüdür. Ve bu
vusûlün bir takım mertebeleri vardır ki, şuur bunların birincisi, yani nefsin
manaya ilk mertebe-i vusûlüdür. O mananın tamamına nefsin vukufu hasıl
olunca tasavvur, bu mana şuurun zehabından sonra tekrar istirca’ olunabile-
cek vech ile ruhda baki kalmış ise hıfz, bunu talebe tezekkür, tekrar bulan
vicdana tesmiye olunur. Şuur bir haysiyetle ilmin en zaifidir... Diğer bir hay-
siyetle en canlı bir ilimdir.Çünkü filhal ve bilfiil dakik bir lemha-i şuhud ve
huzurdur.” (E.T.223)
ŞÜHÛR-U SELASE 1909
²hQ²L«< « b²[«& ²w¬8 husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler
3593- (97:1) âyetinde geçen “Kadir, ‡fT< - ‡f5 fiilinini masdarı olarak
esası, güç yetirmek demek olup hükm ü kaza, takdir, şeref ü azamet ve taz-
yik manalarına gelir. Râzi der ki: Kadr ü kader birdir. Ancak sükûn ile
masdar, feth ile isimdir. Leyle-i Kadir denilmesinde de müfessirîn bu
ma’nalardan her birine göre bir kaç vecih beyan etmişlerdir:
Birincisi, İbn-i Cerir’in Mücahid’den naklettiği vecihle “hüküm gecesi”
demektir ki Sure-i Duhan’da;
«w<¬‡¬g²X8 _ÅX6 _Å9¬~ ¯}«6«‡_«A8 ¯}«V²[«7|¬4 ˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~ ¯v[¬U«& ¯h²8Ï~ Çu6 ’«h²S< _«Z[¬4
(44:3, 4) buyurulduğu üzere her hakîm emrin, ya’ni takdir-i İlahîden hükmo-
lunmuş umûrun yahut bir çok umûra hâkim büyük muhkem emirlerin fark
edildiği, ayırd olunduğu mübarek gece demektir...
İkincisi: Zührî’den mervi olduğu üzere kadir, bizim de kadr ü haysiyet
ŞÜHÛR-U SELASE 1911
ve şeref gecesi” demek olur. Çünki ¯h²Z-« ¬r²7«~ ²w¬8 °h²[«' dir. (97:3)
Üçüncüsü, tazyik manasına olmasıdır ki, “tazyik gecesi” demek olur.
Zira o gece inen melaikeye Arz dar gelir denilmiştir. Bu bize şunu ifade eder
ki büyük, şerefli vukuatın zuhuru sonundaki hayr ü selâmetin azameti
nisbetinde büyük bir şiddet ve tazyik ile alâkadardır. Nitekim Kur’anın nü-
zûlü de meleğin şiddetli tazyiki ile başlamıştı. Şu halde Leyle-i Kadir’de bu
“Size şimdi iki vazife vardır. Birincisi: |¬9—h6²†_«4 (2:152) Beni zikrediniz,
²v6²h6²†«~ ben de sizi buna lâyık bir anışla anayım, imdad ve
lâyıkıyla anınız ki,
«t¬#«…_«A¬2 Ås«& «¾_«9²f«A«2 _«8 Demek ki, bu hitab-ı İlahî karşısında ilk hissedi-
len şey, acz ve kudret-i Hâlika arz-ı teslimiyettir.” (E.T.540-542)
3600- Diğer iki âyet de şöyledir:
bir surette otuzbir def’a şu âyetle tehdid ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve
inkâr olduğunu gösteriyor.
Evet Kur’an-ı Hakîm nasılki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de
Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-ı âlemin en
mühimmi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teş-
kilâtı şükrü intac edecek bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve
ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükür-
dür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en âlâsı, şükürdür.
Çünki hilkat-ı âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında
Ş Ü KR 1916
teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mev-
cudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. De-
mek kâinatı halkeden zat, ondan o hayatı intihab ediyor.
Sonra görüyoruz ki, zihayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip insanı
nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta zihayatlardan maksud olan gayeler
onda temerküz ediyor; bütün zihayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr
ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlik-ı Zülcelal, ziha-
yatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.
3602- Sonra görüyoruz ki: Âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir
daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş.
Bütün nev’-i insanı ve hatta hayvanatı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları
umumen rızka hâdim ve müsahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı
da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz ni’metleri camidir.
Hatta rızkın çok envaıından yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda
kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat adedince manevî ince ince mi-
zancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en
şirin, en cami’, en bedi’ hakikat, rızıktadır.
3603- Şimdi görüyoruz ki: Herşey nasılki rızkın etrafında toplanmış, ona
bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle manen ve maddeten, halen ve ka-
len şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor.
Çünki rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi
gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan,
dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidi-
yor...
Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi: Lisandaki kuvve-i zaika, Cenab-ı Hak
hesabına yani manevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o
dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına
şakir bir müfettiş, hamid bir nazır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesa-
bına olsa, yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa; o
dildeki kuvve-i zaika, bir nazır-ı âlikadr makamından, batın fabrikasının ya-
sakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.
Nasıl rızkın şu hizmetkârı, şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder; öyle
de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek ma-
kamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlikının hikmetine zıd ve muhalif
bir vaziyete düşerler.
Ş Ü KR 1917
«w[¬W«7_«Q²7~ ¬± «‡ ¬y±V¬7 f²W«E²7~¬–«~ ²vZ<«Y²2«… h¬'´~—« olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı
lezzet olduğuna delalet eder. Çünki hamd, in’am şeceresini, nimet semere-
sinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem
zail olur. Çünki şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir.
Demek hamd, ayn-ı lezzettir.” (M.N.122)
3609- “Sure-i Rahman’da âyat-ı tenziliyenin makta’larındaki (55:53)
¬–_«"¬±g«U# _«WU¬±"«‡ ¬š³« ´~ ¬±>«_¬A«4 âyeti, mütenevvi’ ve muhtelif tekvinî âyetlere işaret
ederek tekrar edilmesi gösteriyor ki, cin ve insin ekser isyanları ve tuğyanla-
rının en şiddetlisi ve küfranlarının en büyüğü; nimette in’amı görmemek ve
Mün’im-i Hakiki’den gaflet etmek ve nimetleri esbab ve tesadüflere isnad
etmekten geliyor. Ve böylece Allah’ın nimetlerini tekzib ve inkâra kadar gi-
diyorlar. Öyle ise ehl-i iman için; ona kasdî olarak gelen herbir nimete baş-
larken, “Bismillah” demesi lâzımdır. Yani ben Cenab-ı Hakk’ın ismiyle ve
hesabıyla alıyorum, vesait hesabına değil. Öyle ise şükür ve minnet yalnız
onundur.” (M.Nu.190)
3610- Şükür hakkında âyetlerden birkaç not:
-Şeytanın insanları aldatıp şükürden alıkoymasıyla ekser insanların şükürsüz ol-
duğu: (7:17) (40:60)
-İçtimaî hayat şartlarının müsbet olması ve ferdin şükr-ü örfîye uygun yaşaması ha-
linde, çekirdek gibi insanın da istidadat-ı ruhiyesinin neşv ü nema bulacağı
hakikatına bir misal: (7:58)
-Şükrün tevhid hakikatını tazammun ettiğine işaret: (12:38) Zira şükür bütün
iyiliklerin ve bu iyilikleri intac eden kâinat nizamının yalnız Allah’ın eseri oldu-
ğuna inanmayı zaruri kılar. (Bak: Kur’an (25:62) ve Delil-i İnayet)
-Şükür gerek vehben, gerek kesben sahib olunan ni’metlerin artmasına vesiledir:
(14:7)
Ş Ü KR 1919
T
3611- TAADDÜD-Ü ZEVCAT _%—ˆ …±fQ# : Bir kaç kadınla evlilik
hali.
Kur’an (4:3) âyetiyle taaddüd-ü zevcatın, yani aynı zamanda en çok dört
kadınla evli olmanın cevazını bildirirken, çok evliliğin mahzurlarını önleyen
ve fıkıh lisanında (kasm) tabir edilen zevceler arasında adalet, müsavat ve
sair şartları da vaz’etmiştir. Bu şartlar fıkıh kitablarında (Meselâ: Hukuk-u
İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu 2.Cild 169. sahifedeki bölümde ol-
duğu gibi) beyan ve tafsil edilmiştir. Bu şartlara gücü yetmeyenlere, bir ka-
dınla iktifa etmeleri emredilmiştir. Buna da gücü yetmez veya normal evlilik
şartları bulunmazsa, mücerred kalıp sabretmeleri tavsiye edilir. (Bak: Bekâr)
Kur’an (4:129) âyetinde ve zevceler arasında adaletli olmanın pek müşkil
olduğu bildirilerek, çok evliliğin mes’uliyetine dikkat çekilir.
3612- Bununla beraber çok evlilik bazı içtimaî veya ferdi ahvelde bir çı-
kış yolu olarak da ortaya çıkar. Bu hikmeti nazara almayan “medeniyet,
taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur’anın o hükmünü, kendine muhalif-i
hikmet ve masalahat-ı beşeriyeye münafi telakki eder. Evet eğer izdivacdaki
hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki hatta bü-
tün hayvanatın şehadetiyle ve izdivac eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki; iz-
divacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi
gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. Madem
hikmeten, hakikaten izdivaç nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette bir
senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telakkuh olan
ve elli senede ye’se düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i
telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul
etmeye mecburdur.” (S.409)
3613- Sual: “Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi (Bak: Köle) bazı mesa-
ili, bazı ecnebiler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı
evham ve şübehatı irad ediyorlar.
Cevab: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir
risale ile beyan etmek fikrindeyim.
TAADDÜD-Ü ZEVCAT 1921
ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye,
birçok ve meşrebce muhtelif Ezvac-ı Tahirat lâzımdır.
3615- Gelelim Hazret-i Zeyneb’in tezevvücüne: Yirmibeşinci Söz’ün Bi-
rinci Şu’lesinin Üçüncü Şuaının misallerinden olan (33:40)
«w[¬±[¬AÅX7~ «v«#_'«— ¬yÁV7~ ¬ÄY,«‡ ²w¬U«7«— ²vU¬7_«%¬‡ ²w¬8 ¯f«&«~ ³_«"«~ °fÅW«E8 «–_«6_«8
âyetine dair şöyle yazılmış ki: İnsanların tabakatına göre birtek âyet,
müteaddid vücuhlarla, herbir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ediyor.
Bir tabakanın şu âyetten hisse-i fehmi şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselâm’ın hizmetkârı veya “oğlum” hitabına mazhar olan Zeyd (R.A.),
rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine manen küfüv
bulmadığı için tatlik etmiş. Yani Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta
yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferasetle
hissetmiş ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığın-
dan, manevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah’ın em-
riyle Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm almış; yani (33:37) _«Z«6_«X²%—Å «ˆ nın
işaretiyle, o nikah, bir akd-i semavî olduğuna delaletiyle, hârikulâde ve örf ve
muamelat-ı zahiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm, o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur
olmuştur. Nefis arzusuyla değildir. Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir
hükm-ü şer’î ve mühim bir hikmet-i ammeyi ve şümullü bir maslahat-ı
umumiyeyi tazammun eden
²v¬Z¬¶<_«[¬2²…«~ ¯‚~«—²ˆ«~|¬4 °‚«h«& «w[¬X¬8ÌYW²7~ |«V«2 «–YU«< « ²|«U¬7 (33:37) âyet-i kerimesinin
işaretiyle: Büyüklerin küçüklere “oğlum” demeleri zıhar mes’eleleri gibi, yani
karısına “anam gibisin” dese haram olduğu gibi değildir ki, ahkâm onunla
değişsin! Hem büyüklerin raiyetlerine ve peygamberlerin ümmetlerine pede-
rane nazar ve hitabları, vazife-i risalet itibariyledir; şahsiyet-i insaniye itiba-
riyle değildir ki onlardan zevce almak uygun düşmesin?
3616- İkinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiye-
tine pederane bir şefkat ile bakar. Eğer o âmir, zahirî ve batınî bir padişah-ı
ruhanî olsa; merhameti pederin yüz def’a şefkatinden ileri gittiği için, raiyeti-
nin efradı onun hakiki evladı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı
ise, zevc nazarına inkılab edemediğinden ve kız nazarı da zevce nazarına
kolayca değişmediğinden, efkâr-ı ammede, Peygamber’in mü’minlerin kızla-
TAASSUB 1923
rını alması şu sırra uygun gelmediği için, Kur’an o vehmi def’ maksadıyla
der: “Peygamber rahmet-i İlahiye hesabıyla size şefkat eder, pederane mua-
mele eder ve risalet namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insa-
niye itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasib düşmesin?
Ve sizlere “oğlum” dese, ahkâm-ı şeriat itibariyle siz onun evladı olamazsı-
nız!..” (M.27)
belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanı-
maz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh
eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte
olsa müsalaha etse, dahilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur.
Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı
içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine
hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder
ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebi-
lir.
3621- Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi
menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah’ı bilmeyen
dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idare-
sinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i
hükümete muzır oldukları gibi terakkiye dahi mani’dirler. Terakki ve ticare-
tin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahri-
batçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden te-
rakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii
işgal eden birisi demiş ki: “Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top
tüfek diye diye ileri gitti.”
“Cevab-ül ahmak-es sükût” kaidesince, böylelere karşı cevab, sükûttur.
Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan deriz ki:
Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, ce-
nazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet
ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz?
Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah ye-
rine, hangi topunuz, hangi tüfeğiniz zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin
önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümit-i mutlaka çevirebilir?.. Madem
ölüm var, kabre girilecek, bu hayat gidiyor, baki bir hayat geliyor. Bir defa
top tüfek denilse; bin def’a Allah Allah demek lâzım gelir.
Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye
bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.” (M.437-439)
3622- “Evet İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i
diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değil-
dir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidllerinde ve dinsizle-
rinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane israr gösteriyorlar. Bürhan
ile temessük eden ülemanın şanı değildir.” (Mün.81)
TABERÎ 1925
Taberiyy-il Amülî, pek meşhur bir âlimdir. Yirmi yaşına kadar kendi vata-
nında ikamet edip bir çok şeyler okumuş, öğrenmiş, sonra da sair bir kısım
İslâm mütefekkirleri gibi malumatına küşayiş vermek, İslâm ülkesinin yüksek
âlimleriyle görüşmek için seyahata çıkmış. Müslümanların ilm ü irfan mer-
kezlerini ziyaret etmiş, bahusus Kûfe, Rey, Suriye, Mısır taraflarını gezip do-
laşmış, nihayet Bağdad’a giderek orada tavattun eylemiş, tedris ile, kıymetli
eserlerini tahrir ile iştigal eylemiştir.
İbn-i Cerir pek büyük bir müfessirdir. Yazmış olduğu tefsir bînazirdir.
“Tezkiret-ül Huffaz” da deniliyor ki: Tefsir-i Taberî’nin bir misli daha tasnif
edilmemiştir.
İbn-i Cerir, büyük bir muhaddistir. Binlerce ehadis-i şerife ile hâfızasını
tezyin etmişti. Ve binlerce ehadis-i Nebeviyeyi kitablarında rivayet etmiştir.
Fakat bu mübarek hadisleri böyle yalnız bilip yazmakla kalmamış, onların
hükümlerine de bihakkın vâkıf bulunmuştur. Onların mertebelerini lâyıkıyla
idrak etmiş, onların ilel ü esbabına tamamıyla muttali olup hangisinin racih,
hangisinin daha kuvvetli olduğunu tayine de pek güzel muktedir bulunmuş-
tur. Bu cihetledir ki İbn-i Cerir merhum, aynı zamanda büyük bir fakihtir,
bütün mezahib-i fıkhiyeye vâkıftır. Bununla beraber kendisi de fıkıhda, İs-
lâm hukukunda kuvvetli bir mezheb sahibidir. Yalnız taklid ile, başkalarının
istinbat etmiş olduğu mesaili hıfzetmekle iktifa etmemiş, kanaatine, ilmî
tetebbuatına istinad ederek bir kısım mes’elelerde sair müctehidlerden ayrıl-
mış, teferrüd etmiş, kendisi de İslâm dünyasının başlı başına ilmen, dinen
mübeccel bir imamı olmuştur.
İbn-i Cerir büyük bir müverrihdir. Bu zat, kâinatın umumi bir tarihini
yazmış, hilkatten itibaren Hicret-i Nebeviyenin (302) tarihine kadar olan va-
kıaları muntazam bir surette zabt etmiştir.
“Tarih-i Taberî”, “Tarih-i Caferî”, “Ahbar-ür Rüsuli ve-l Mülk” adlarıyla
da yad olunan bu kitab, tarihî eserler arasında müstesna bir mevkii haizdir.
Kıdemi, mevsukiyyeti, münekkahiyyeti ve mündericatının vüs’ati itibarı ile
pek kıymetli bulunmakta, müverrihler için mühim bir me’haz teşkil etmek-
tedir.
Bu tarih kitabının evvela Farisî olan muhtasar tercemesi Fransızca’ya
nakledilerek Avrupa’da tab ve neşredilmiş, bilahare asıl kendisi de büyük bir
TABİAT 1926
3627- TA’BİR h[AQ# : (Tabir) İfade, anlatma. Söz. Manası olan söz.
Şu kadar ki, bu da y<«Y«; y«Z´7¬~ «g«FÅ#~ ¬w«8 «a²<«~«h«4«~ (45:23) mucebince kendi
hevasına uyup kendi kendine ma’bud payesi vermiş addolunabileceği müla-
haza olunursa, evvelki ta’rifte dahil olacaktır...
3631- Tuğyan mefhumundan anlaşılıyor ki, putlar derece-i taliyede
tağutlardır. Bakılırsa zevil’ukul olmıyan esnam ü evsan tağutlardan ma’dud
bile olmamak lâzım gelirdi. Zira bunlar kendileri Allah’a karşı sahib-i tuğyan
olamazlar ve tuğyana rıza veremezler, fakat red de edemezler; bu sebeple ni-
hayet bir vesile-i tuğyan olabilirler... Bu cihetle putlar asıl tağut değil,
tağutların mümessilleridirler...
Nihayet (2:256) ¬ Y3_Å0_«" ²hS²U«< ²w«W«4 şunu da kat’iyyen ifade ediyor ki:
Mü’min-i muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek
şarttır ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamağa azmeylemektir..”
(E.T.869)
3632- Tağut, Kur’anda bildirildiği ve Kur’an ise, ta kıyamete kadar her
asra hitab ettiği ve Kur’anın irşadına her asır için tağutî cereyanlardan çe-
kinmek dersini almak hikmeti bulunduğu nazara alınarak tağuta dair daha
umumi bir tarifin yapılması gerektir. Şöyle ki: Tağut: “Cemiyetlerin hüsn-ü
cereyanını te’min eden şeair-i diniyeyi tağyir ve sefaheti teşvik ile cemiyeti
ifsad edip insanları Allah’a itaatten men’ederek, kendine bağlamak ve itaat
ettirmek isteyen azgın ve azgınlar cereyanının başı” diye tarif edilebilir.
Bu mana ile rivayetlerde haber verilen (Süfyan ve Deccallar)ın sıfat ve
hallerine daha uygun düşmektedir. (Bak: Deccal) Bununla beraber, tağutun
şahsından çok, tağutun temsil ettiği cereyanı (çığırı) olan tağutiyet
(tağutçuluk) daha şerlidir.
3632/1- Kur’an’da (5:60) (16:36) (36:60) (39:17) ve emsali âyetlerle bildi-
rilen: “Şeytana, tağuta kulluk etmeyin ve ondan uzaklaşın” şeklindeki İlahî
ikazın en çok dikkat edilecek yönü: fitne zamanlarında, hasseten âhirzaman
fitnesinde, medeniyet namı altında cemiyeti ifsad eden tağuti münafık cere-
yanların hayat tarzlarına, gayr-ı İslâmî âdetlerine ve din-i haktaki tevhid
hakikatına zıd olan prensiplerine şuursuzca uymak gafletine düşmemektir.
Zira böyle bir gaflete düşmek, tağuta ve onun emrinde çalışan insî münafık
şeytanlara tebaiyyet ve onlara kulluk etmek demektir. Çünkü en geniş mâna-
TAĞUT 1930
sıyla ibadet, bir hâkimiyet merciine tâbi olup emir ve yasaklarına göre hare-
ket etmektir. İnsan ya Allah’a inanıp O’nun emir ve yasaklarına tabi olur
veya inkâr ile O’na isyan eder ve O’ndan başkasının emir ve yasaklarına
bağlanarak hareket eder. Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı düşmeyen hare-
ketler, bu hükmün dışındadır ve serbesttir. (Bak: 2354.p.sonu)
3633- Hakka tecavüzkâr dehşetli cereyanların azgın başları birer tağut
oldukları gibi ene ve tabiattan da tağutları bulunduğunu beyan eden
Bediüzzaman şöyle diyor:
“Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri
âlemdedir. Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır. Birinci tağutu gayr-ı kasdî,
gölge-vari bir ayine gibi gördüm. Fakat o tağutu kasden veya bizzat nazar-ı
ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Fir’avun olurlar.
İkinci tağut ise, onu İlahî bir san’at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir
boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve
maddîyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir
san’attır. Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki, Kur’anın feyziyle, mez-
kûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla ne-
ticelendi.
Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve
izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı
fıtriye-i İlahiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır.
Ve keza Fir’avunluğa delalet eden “Ene”den Sani-i Zülcelal’e raci olan
“Hüve” tebarüz etti.” (M.N.118)
“Hülasa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehem-
miyete göre mayi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan
ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek
Hâlik’ın evamirine mübarezeye başlar.
Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata
benziyor. İkisi de tağutlardandır.” (M.N.201) (Tağuta kulluk etmek en büyük
dalalettir, bak: 2353, 2354.p.lar)
3634- Tağut hakkında âyetlerden birkaç not:
-(Semavi) kitabtan nasibedar olmadıkları halde cibt ve tağuta inanıp kâfirleri
mü’minlerden daha doğru yolda görenler: (4:51)
-Ehl-i dalaletin tabi olduğu cebbarin anîd (inadcı zorba liderler): (11:59)
TAHARET 1931
gibi, Cenab-ı Hakk’a karşı şükrünü eda etmek ve teşekkür etmek maksadıyla
nail olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (bak:
Şükr)
“Bazan tevazu’, küfran-ı ni’meti istilzam ediyor; belki küfran-ı ni’met
olur. Bazan da tahdis-i ni’met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i ye-
ganesi ki; ne küfran-ı ni’met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve
kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i
in’amı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-
i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese:
“Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazu’ kârane desen:
“Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?” O vakit küfran-ı ni’met
olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer
müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var,
benim gibi birini gösteriniz.” O vakit mağrurane bir fahirdir.
İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleş-
tim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim
değildir.” (M.369) (Bak: 2608.p.)
Bir atıf notu:
-Geylani Hz.nin iftiharı fahr değil, tahdis-i ni’mettir, bak: 41.p.
TAHİYYAT 1932
¬y±V¬7 _«A[¬± ÅO7«~ ~«Y«VÅM7«~ _««6«‡_«AW²7«~ _Å[¬EÅB7«~ ila âhirenin iki noktasına
gelen iki suale, iki cevaptır.
3639- Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi’rac gecesinde
Cenab-ı Hak ile Resulünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okun-
masının hikmeti nedir?
Elcevab: Her mü’minin namazı, onun bir nevi Mi’racı hükmündedir. Ve
o huzura lâyık olan kelimeler ise: Mi’rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalatü
Vesselâm) da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsi sohbet tahattur
edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar
ve o kudsi ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile
kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.
Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk’a
karşı selâm yerinde. “Ettahiyyatü lillahi” demiş. Yani: “Bütün zihayatların
hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sani’lerine takdim ettikleri
fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvu-
rumla ve imanımla sana takdim ediyorum.”
Evet nasılki Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, “Ettahiyyatü” keli-
mesiyle, bütün zihayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle
de: Tahiyyatın hülasası olan “El-mübarekâtü” kelimesiyle de, bütün medar-ı
bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve “mübarek” denilen ve hayatın ve
zihayatın hülasası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, da-
nelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini
temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor.
Ve “El-mübarekâtü”nün hülasası olan “Essalavatü” kelimesiyle de ziha-
yatın hülasası olan bütün ziruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip der-
gâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. (Bak: 3282.p.) Ve “Et-tayyibatü”
kelimesiyle de, ziruhun hülasaları olan kâmil insanların ve melaike-i
mukarrebînin, salavatın hülasası olan “Et-tayyibatü” ile nurani ve yüksek
ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder.
3640- Hem nasılki o gecede Cenab-ı Hak tarafından “Esselâmü aleyke
ya eyyühennebiyyü” demesi, istikbalde yüzer milyon insanların her biri, her
gün, hiç olmazsa on def’a “Esselâmü aleyke ya eyyühennebiyyü” demelerini
âmirane iş’ar eder. Ve o selâm-ı İlahî, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir
mana verir. Öyle de:
TAHİYYAT 1934
v« [¬;~«h²"¬~ |«V«2 «a²[ÅV«. _«W«6 ¯fÅW«E8 ¬Ä´~ |«V«2—« ¯fÅW«E8 |«V«2 ¬±u«. ÅvZ±V7«~
«v[¬;~«h²"¬~ ¬Ä´~ |«V«2—« deki, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Mu-
hammed Aleyhissalatü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm’dan daha ziyade
rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki
salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir?
Cevab: “Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed
TAHİYYAT 1935
3644- TAHT-EŞ ŞUUR ‡YQL7~ aE# : Şuur altı. Şuur haricinde ola-
rak açılıp yayılan ruhî faaliyet. Geçmişte yaşadığımız ve tesiri altında kaldı-
ğımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklamız ve ayrıca şu anda da varlığı-
mızda meydana gelen hâdiselerden bilgisine sahip olamadıklarımızın bütünü.
İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı tesirlerle de hareket eder. İnsan şuu-
raltının tesiriyle hareket ettiği zaman bu hareketini şuuruyla izah ederken
bahane sebebler bulur. Ama bu sebebler hareketin mahiyetini izahtan uzak
kalır. (Bak: Hiss-i Kabl-el Vuku, Şuur)
3645- “Hıfz, bir zihin kuvvetidir ve bir mazi kıymetini ifade eder. Şuur,
gayr-ı müstakar; hıfz ise müstakardır. Bunun için hıfz zühule de iktiran ede-
bilir. Ve o zaman mahfuzat gayr-ı meşur olur. Bundan da anlarız ki, ruhda
lâşuurî denilmese bile gayr-ı meş’ur olan umûr ve hâdisat da vardır. Hâfıza-
daki emrin ikinci şuuruna tahattur, tezekkür ve zükûr tesmiye olunur. Ve
şuurun tevalisi ve tevali kıymetleri de bu sayede husule gelir. Bu suretledir ki
şuurlar terekküb eder. Tasavvura ve suver-i zihniye ve ilmiyeye kadar mün-
tehi olur.” (E.T.225)
¬y¬#_±T# Ås«& «yÁV7~ ~YTÅ#¬~ kavlinde murad olan hakiki takva budur. Birde şeri’de
mütearef olan hass manası vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine
bulunmadığı zaman murad bu olur: Nefsi ukubete müstehıkk kılacak gerek
fiil ve gerek terk herhangi bir günahtan korumaktır.
S.B.M. 1.cild, 48. hadisi ve İ.M. 36. Kitab-ül Fiten 14.babı da şüpheli
şeylerden kaçınmayı beyan eder. (Bak: 3307.p.)
3651- Ahlâkı tahrib eden bu sefahet ve hevesat zamanında takvanın en
büyük esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman bir mektubunda şöyle diyor:
“Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas
tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva; menhiyattan ve
günahlardan ictinab etmek ve amel-i salih; emir dairesinde hareket ve hayrat
kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tah-
ribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid
ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu za-
manda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı
en büyük esastır. Farzlarını yapan kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle
kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. (Bak:
710/1, 1000/5.p.sonu) Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok
hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir hara-
mın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.
Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinab, az
bir amelle, yüzer günahın terkiyle, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmi-
yetli nokta niyet ile, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfi
ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.” (K.L.148)
3652- İnsan, takvaya muvafık bir fıtratta yaratılmıştır. Bu sebeble Kur’an
müteaddid âyetlerinde takvaya teşvik ve takvayı emretmektedir. Meselâ:
(2:21) «–YTÅB«# ²vUÅV«Q«7 âyetinde geçen “ Åu«Q«7 kelimesi, ümid ve recayı ifade edi-
yor. Fakat bu mana -hakikatıyla- Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez.
Binaenaleyh ya mecazen istimal edilecektir veya muhatablara veyahud sami’
ve müşahidlere isnad edilecektir.
Mana-yı mecaziyle Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir
edilir: Nasılki bir insan, bir iş için bir adamı techiz ettiği zaman, o işin o
adamdan yapılmasını ümid eder. Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı hak, insanlara
kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu iti-
barla Cenab-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir, de-
nilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna
ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe
oluduğuna işaret vardır.
TAKVA 1940
- Takvanın ilzam (ilham) olunması: (47:17) (48:26) (91:8). Ayrıca (49:3) âyeti
de alâkalıdır.
- Allah indinde en mükerrem, en müttaki olandır: (49:13)
-Bir âyette üç defa takvanın zikredilmesiyle işaret olunan takva mertebeleri: (5:93)
3656- TALAK »Ÿ0 : Boşamak. Boşanmak. *Bağlı olan bir şeyi çöz-
mek, ayırmak. *Nikahlı eşini bırakmak. (Bak:174-176.p.lar)
“Talakın sebebi: Karı ile kocanın ahlâkı birbirine uymadığı zaman hisse-
dilen ayrılma ihtiyacı ve Allah’ın emirlerini ifaya engel olacak dargınlığın ârız
olmasıdır... (Bak: 3615.p.ın ilk yarısı)
Ashab-ı kiramdan çok kadın boşadıkları rivayet edilenler, hep zaruret ve
ihtiyaç karşısında bu kapıya başvurmuşlardır. Zaruret yokken kadın boşamak
ise, küfran-ı nimet ve su-i edeb olduğundan mekruhtur. Bununla beraber
“Talak Babı”ındaki âyet ve hadislerin mutlak oluşlarına bakarak, ona
“mübahtır” diyenler de olmuştur...
Ülemadan bazıları talakı hüküm itibariyle beş kısma ayırmışlardır. Bun-
lar: Vacib, mendub, caiz, haram ve mekruhtur.
Mezkûr taksime göre: Karı koca arasında düşmanlık varsa o kadını bo-
şamak vacib; kadın namuslu değilse boşamak mendub; erkek kadını istemi-
yor ve ondan istifade edemediği için de nafakasına katlanmaktan çekiniyorsa
caizdir. Bu suretlerde talakın mekruh olmadığını Şafiîlerdan İmam-ül
Harameyn (419-478) tasrih etmiştir. Nevevi (631-676) ise caiz olan kısmı
kabul etmemektedir. Kadını hayız halde iken boşamak gibi bid’î talak ha-
ramdır. Boşanmaya bir sebeb yokken boşamak mekruhtur. İşte helal ol-
makla beraber, hoş görülmeyen kısım budur.” (Büluğ-ul Meram cild:3,
sh:359-362)
3657- Bilhassa karı-koca arasında geçici olan hissî değişikliklerde hemen
boşamaya teşebbüs edilmemelidir. Zira erkeği, aybaşı gibi veya cima’dan
sonra zevceye olan meylin azaldığı geçici hallerde boşamaya iten hissî du-
rumlar bulunabilir. Böyle durumlar geçici değil de devamlı olması veya ta-
raflar arasında fikrî hususta ve bilhassa diyanette zıtlık gibi manevî imtizaç-
sızlıkların ıslahı mümkün olmaması halinde tatlik meşru olur. Yoksa geçici
olan mezkûr hissî hallerdeki talak, sünnete uygun olmaz. Nitekim bir hadis-i
şerif mealinde şöyle buyurulur: “Sünnete uygun olan boşama, karısı (aybaşı
TALAK-I BAYİN 1942
(Bak: Bîtaraf)
TARİH „‡_# : (Bak: Edvar-ı Hamse, Hicrî Tarih, Kurun-u Ahire) (Arkeo-
3664- TARİKAT }T<h0 : Yol, manevî yol. *Usul, tarz. (Bak: İstidrac,
olan bozuk cemiyetin menfi tesirlerinin neticesini ihbar eden bir hadis mea-
len şöyledir: “Zühd (ve takva) laftan (kuru sözden), vera’ (ileri derecede azi-
met) de yalandan ve yapmacıktan (ve riyakârlıktan) ibaret olmadıkça kıyamet
kopmaz.” (R.E.477)
İşte bu gibi sebeblerden dolayı, tahkikî imanın kazanılması, geçmiş asır-
lara nisbetle asrımızda elzem olmuştur. “Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir
güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-ı ima-
niyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih
ederim.”
Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin
vuzuh ve inkişafıdır.”
Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur vela-
yettir; biri, velayet-i vusta; biri, velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; vera-
set-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya
hakikata yol açmaktır.”
Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşî’de iki kanat ile sülûk edilir.” Yani hakaik-ı
imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle
olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarik-i Nakşî’nini
üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imani-
yeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk et-
miştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarikat perdesi altında
hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb
ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet
hükmündedir.
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh
Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî
(R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imani-
yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i
ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebi-
yet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek
çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf
meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.” (M.22)
TARİKAT 1947
ve aramaz. Eğer arasa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevî gü-
neşe bedel bir lambayı bulur, belki güneşi kaybeder. Hem Risale-i Nur daire-
sindeki halis ve pek kuvvetli çok ruhları her ferdine kazandıran ve Sahabenin
sırr-ı veraset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkâranesini gösteren “meşreb-i
hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hariç dairelerde -ve o peder ve o mürşid üç
cihetle zarar vermek suretiyle- bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz. Bir tek
peder yerine pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddid
şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir. Daireye girmeden evvel bul-
duğu mürşidi, her ferd dairede dahi muhafaza edebilir. Fakat mürşidi olma-
yan, daireye girdikten sonra, ancak daire içinde mürşid arayabilir.
Hem Risale-i Nur’un velayet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet
feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki
tarikatlara ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikatı yanlış anlayıp, güzel rü’yalar, ha-
yaller, nurlara ve zevklere mübtela ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve
hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını istiyen nefisperestler ola.
Bu dünya dar-ül hizmettir, külfet ve meşakkatle ücret ölçülür. Dar-ül
mükâfat değil! Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerametteki ezvak ve
envara ehemmiyet vermiyorlar. Bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.
Risale-i Nur dairesi geniştir, şakirdleri pek çoktur. Harice kaçanları ara-
maz, ehemmiyet vermez; belki daha içine almaz. Her insanda bir kalb var.
Bir kalb hem dairede hem hariçte olamaz. Hem hariçteki irşada hevesli zat-
lar, Risale-i Nur şakirdleriyle meşgul olmamalı. Çünki üç cihetle zarar gör-
meleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları
gibi, hariçte kesretli namazsız var; onları bırakıp bunlarla meşgul olmak,
irşad değildir. Eğer bu şakirdleri severse, evvela daire içine girsin; o
şakirdlere peder değil, belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.
Hem bu hâdisede göründüğü gibi, Risale-i Nur’a intisabın çok ehemmi-
yeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiatı veren ve bu yolda bütün Âlem-i
İslâm namına dinsizliğe karşı mücahid vaziyetini alan aklı başında bir adam,
o elmas gibi mesleğini terkedip başka mesleklere girmez.” (H.N.150)
3666/8- Hem zamanımızın sefahet ve fitnesi içinde ihlaslı ve huzurlu
ibadete muvaffakiyet pek müşkildir. (Bak: 1000/5, 4097-4099.p.lar)
Bir atıf notu:
-Fitne zamanlarında bir hak tarikat mensubu, cemaatsız bir âlimden daha mahfuz
kalır, bak:525.p.
TARİKAT 1952
3669- İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat ileri git-
tikçe, hakaik-ı şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittiba’ları ziyadeleşiyor. En
küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun
ittibaına çalışıyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy, ne kadar ilhamdan
yüksek ise; semere-i vahiy olan âdab-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan
âdab-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için tarikatın en mühim
esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.” (M.451)
3670- Velayet yollarında keramet, manevî zevkler ve keşif istemek, ihlasa
ve velayete münafidir. Çünkü: “Bu dünya, dar-ül hikmettir, dar-ül hizmettir;
dar-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri, ber-
zahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal berzahta ve âhirette meyve verir. Ma-
dem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek ge-
rektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır.
Çünki Cennet’in meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, baki
hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek,
kâr-ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir
lamba ile mübadele etmek gibidir.
3671- İşte bu sırra binaen ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve müsibet
ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillahi
alâ külli hal” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir il-
tifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre,
ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını iste-
mişler, ta ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hak-
kında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; ta niyazdan
naza ve şükürden fahre girmesin.
İşte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarikatı istiyenler; eğer velayetin
bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise
ve onlardan hoşlansa; baki uhrevi meyveleri, fani dünyada, fani bir surette
yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlası kaybedip,
velayetin kaçmasına meydan açar.” (M.451)
3672- “Tarikatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfaki” tabirleri altında iki
meşreb var.
Birinci meşreb, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker,
kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra
âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür, çabuk o seyri bitirir. Enfüsî daire-
sinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiye-
nin çoğu bu yol ile gidiyor.
TARİKAT 1954
“ (4:79) «t¬K²S«9 ²w¬W«4 ¯}«¶[¬±[«, ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8—« ¬yÁV7~ «w¬W«4 ¯}«X«K«& ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8
dersini verdiği gibi; nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahr ve
ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı gö-
rüp, bütün mehasin ve kemalatını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan
edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde
hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, _«Z[Å6«ˆ ²w«8 «d«V²4«~ ²f«5 sırrıyla şudur ki:
Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.” (M.459)
Not: Kur’an (57:27) âyeti, meşru bir netice için ruhbaniyet ve tasavvuf
gibi bir vesile ihdas etmenin cevazına da delalet eder. (Bak: Tatavvu’) Hem
3799.p.da kaydedilen mübahlar sahasında beşerî tasarruf serbestliği, bu
mes’ele ile de âlakalıdır.
3681- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “(2:158) ~®h²[«' « ÅY«O#« ²w«8—«
Herhangi bir kimse me’mur olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlün-
den koparak.. bir hayır yaparsa, °v[¬V«2 °h¬6_«- «yÁV7~ Å–¬_«4 mükâfatını görür.
Çünkü Allah şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir ve ona göre şü-
kürlerini mukabilsiz bırakmaz... Bir hadis-i kudside şöyle varid olmuştur:
299 Sahih-i Buharî 81. kitab-ür rikak 38.bab ve İbn-i Hanbel 6/256
TA’TİL 1958
Her işittiğini hak kulağıyla işitir, her gördüğünü hak gözüyle görür, her bildi-
ğini hak bilgisiyle bilir, hiçbir işinde şaşmaz, yanılmaz, aldanmaz, aldatılmaz,
doğruca muradına erer. Allah ile arasında bu derece yakınlık peyda eder.”
Vezaifin icrasından başka sırf gönülden coşularak devam edilen nafile hayır-
lar bu kadar büyük vesile-i kemal ve saadettirler.” (E.T.557) (2:184) âyetinde
de tatavvu’ kelimesi geçer. (Bak: Firaset)
bir nev’ini teşkil eder. Bu felsefî mezhebin de diğerleri gibi mantıksız, gayr-ı
ilmî ve batıl olduğu zahirdir. Ezcümle:
“Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak.
Meselâ. “Bir zat hârika bir fabrikanın veya acib bir saatın veya muhteşem bir
sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını,
çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları
terkib edip işletmiyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine
işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saatı yapmak, kitabı yazmak için
herbir cüz’ü herbir çarkı, hatta kağıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne
getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile
olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor” diye zannetmek, ne de-
rece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!
Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir ceha-
lete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam
bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle
yapan zat, onların neticelerini dahi yapar. Beraber gösteriyor. Çekirdeği ya-
pan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri
dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için,
yine muntazam başka tabiatları, sebebleri istiyecekler. Ve hakeza gitgide ni-
hayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâ-
zım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.” (L.324)
Evet “maksud-u hakiki olan tevhide biaynelyakîn ulaştıran kapılar, yollar
(ikidir): Birisi geniştir, âfakîdir. Bir nebi veya bir resule kesbsiz. İlahî bir da-
vetle açılmasından başka gayrilere kapalı ve mesduddur. Bu kapıdan kesb ile
âfak meydanında ve Zâhir isminin daire-i tecellisi altında girip onda yürümek
isteyen adam, eğer bürhanî vusûl üzerinde âfak ve kesreti iktisar etse ve
matlubun tecellisini bulmak üzere nazarını bürhanlarda hasretse ve tavr-ı ak-
lının mâfevkinde olan nübüvvet tavrına inkıyat ve teslimi de rehber ittihaz
ederse ona bir beis yoktur. Fakat terakki ettikçe maksuddan uzaklaşacaktır.
Şayet o şartları tecavüz etse, ~®f[¬Q«" ® «Ÿ/« Åu«/ tokadını yiyecektir. Hususan
aklıyla beraber kalbini dahi o meydanlara gönderir ise ve ecnebilerin şirk ve
tatil üzerine müesses olan edebiyatının memesini emen zevk-i nefsiyesiyle
beraber, şirk-i hafîyi tazammun eden nefsin enaniyetini de o yoldaki terakki-
sine merdiven ve basamak yaparsa, elbette dalalet derelerinde yuvarlanıp,
şeytanların pençesine düşecektir.
TA’TİL 1960
İkinci kapı ise: Daima açıktır ki, ism-i Bâtın canibinden ve enfüs dairesi
içinde kalb tarafından başlanır. Bunun anahtarı yalnız mahviyet ve terk-i
enaniyettir.” (M.Nu.166)
3685- İslâmiyetin gelişinden sonra şirk ve ta’til gibi dalaletlere düşmenin
muhtelif sebebleri vardır. Bunların en mühimlerinden biri, enaniyetten do-
ğan bir gafletle âlemde hikmet-i İlahiyeyi görmeyip âfaka dalmaktır.
3686- “Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilin-
mezse tesettür toprağı altında neşvünema bulur, gittikçe kalınlaşır. Vücud-u
insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi vücud-u insanı bel’ eder.
Bütün o insan bütün letaifiyle adeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir
asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip o ene
enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine
karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi hatta herşeyi
kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder.
Gayet azîm bir şirke düşer, °v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ (31:13) mealini gösterir.
Evet nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşla-
rına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: “Kendime mali-
kim” diyen adam, “Herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mec-
burdur.
İşte ene şu hainane vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu
bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın
envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak
ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki
renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka sure-
tini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bü-
tün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o enedeki karanlıklı bir nokta, onları na-
zarda söndürür, göstermez.” (S.537)
3687- “Ve keza bazan şeytan-ı müvessis, senin enaniyetinden istimdad
edip nefsinin fir’avniyetine dayanarak hayvanatın küçüklerini ve haşaratın
ehemmiyetsizlik ve hasisliklerini irae etmek suretiyle gözünün önüne koya-
rak, “Bunların seri-üz zeval olan hilkatlarinde ne gibi bir fayda vardır?” diye-
rek seni başka bir mugalataya yuvarlandırmak ister. Yani ki, gaye-i hayattan
maksud-u aslî, yalnız bu dünya hayatı olduğunu ve hayatın kıymet ve ehem-
TEBAREK 1961
miyeti ise yalnız buradaki yaşamaktan ibaret olduğunu telkinden sonra; hay-
vanat ve haşaratın abesiyetlerini telkin eylemeye çalışır. Ta ki onların hayatla-
rında müşahede edilen şu üç hakikat-ı vasia ki, (rahmet, nimet ve itkan-ı
san’attır) kıymet ve ehemmiyetini gözünden ıskat ettirip tatil ile Sanii sana
unuttursun.” (M.Nu.315)
Elhasıl, “enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şir-
kine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam
ederse, ta’tile yani Hâlıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah.” (M.N.185)
“ «¾«‡_«A«# Teala gibi tefaul babından fiil-i mazidir, tasrif olunmaz, yani di-
ğer sigaları çekilmez ve Allah’tan başkasına isnad edilmez. İştikakta bereket
maddesinin buna zahir bir alâkası vardır. Tefaul babından olması da, bu ma-
nanın mübalağa ile kendisinden zuhurunu ifade eder. Bereket ise bir şeyde
İlahî hayrın sübut ve sebatı demektir ki, suyun havuzda birikip, yükselerek
durması manasından me’huzdur. İlahî hayrın bulunduğu şeye mübarek de-
nir. İlahî hayır, hasr ü ihsa olunmayarak gayr-ı mahsus bir surette sudur ettiği
cihetle, kendisinde hissolunmaz bir surette ziyadelik müşahede olunan şeye
Bazıları da sıfat-ı fiil olarak mülahaza edip h$_«U«#—« ˜Î—_«O«2«— ˜h²[«' f«<~«i«#
diye hayır ve atasının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı makamda bu
manaların birisi, bazısında diğeri daha münasib oluyor. Şu halde İbn-i Abbas
Hazretlerinden de iki rivayet varid olduğuna göre hem sıfat-ı zatî, hem sıfat-ı
fiilî mülahaza ederek bütün bu manaları cem’etmek daha muvafık olacağından
demiyoruz. İşte bu gibi sebeblere binaen biz de mealde «¾«‡_«A«# fiilini aynen
muhafaza ile beraber “ne yüce feyyaz o” tabiriyle bir tefsir ifade etmek iste-
dik. Bunun yerinde “yüksek, çok yüksek o” yahut “çok, pek çok feyz ü
berekât sahibi o” yahut “ne yüce kutlu o” demek mümkün olabilirdi.”
(E.T.3561)
3690- TEBLİĞ q[VA# : Bir şeye (zaman olsun mekân olsun, hissî ya-
hut manevî olsun) mutlak manada vasıl olmak, erişmek manasında olan
büluğ kökünden masdardır. Lügat itibariyle, eriştirmek, götürmek, bildirmek
manasındadır. Dinî bir tabir olarak ise; Peygamberliğin beş sıfatından birisi
olup, Allah’dan aldıkları emir ve kanunları insanlara bildirmektir ve dolayı-
TEBLİĞ 1963
sıyla mü’minler için de tebliğ, şartlarına uygun olmak üzere ehemmiyetli bir
vazifedir. Tebliğ, bizzat muhatabı gerektirmeyen, neşriyatla yapıldığı gibi,
muhtaç ve isteyen muhatablara söz ile de yapılır. Dinî hayatı mükemmel ve
ciddiyet üzere yaşamak dahi tebliğ sayılır. (Bak: Lisan-ı Hal) (Bak: Cihad, Def-i
Mefasid, Emr-i Bil Ma’ruf, Hizmet-i İmaniye, Hürriyet-i Vicdan, İrşad, Vazife)
3691- Tebliğin, hakkı dinleyenlere yapıldığını ve muannid ehl-i dalaletle
meşgul olmamak gerektiğini bildiren “bu âyet ²vB ²<«f«B²;~ ~«†¬~ Åu«/ ²w«8 ²v6ÇhN«< «
(5:105) ve usul-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan;
y«7 h«P²X< « ¬‡«hÅN7¬_" |¬/~Åh7«~ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip le-
hinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden
TEBLİĞ 1964
dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serp-
mekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi birkaç saat zar-
fında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede al-
çaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat
elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa
girmiş insan suretindeki yılanlara hakaikı söylemek; hakaika karşı bir hür-
metsizliktir.
¬h«T«A²7~ ¬»_«X²2«~ |¬4 ¬‡«‡Çf7~ ¬s[¬V²Q«B«6 darb-ı meseli gibi oluyor. (Bak: 1539. p.)
Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bile-
rek hakikatları zendeka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan
gibi zehirden lezzet alıyorlar.” (M.362)
3693- Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gere-
ken hususlardan birisi de, muhatabın hakaika ihtiyaç duyan kişi olmasıdır.
Bediüzzaman, eserlerinde tebliğ hakkında ihtiyaç duymak şartını ısrarla bildi-
rir. Ezcümle: Herkesle görüşmediği cihetle sorulan bir suale verdiği cevabda
bu hususu beyan eder:
“Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un intişarına ve isti-
fadesine belki bir zarar olur?
Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir.
Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i İlahi-
yedir, ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göster-
mektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almaya teşvik etmeğe ihtiyaç kal-
mamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar olduğu ta-
hakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem
Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müş-
terilere kendini göstermiş.” (S.N. 113)
Evet “Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendile-
rini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar
gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyor-
lar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.” (E.L.II. 170)
“Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip
ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu...” (E.L.I. 257)
Hem “yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmi-
şim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar
o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.” (M.70)
TEBLİĞ 1965
rilmediği manen ihsas edildiği anlaşılır. Hem ¬Ä_«.³ ²~«— ¬±—fR²7_¬" _«Z[¬4 y«7 d±¬A«K<
cümlesi, yani bu evlerin içlerinde sabah vakti ile ikindi ve akşam arası vak-
tinde Allah’ı tesbih ederler. (Bak: Tesbih)
yÁV7«~ ³_«< «t«9_«E²A, ilh... zikrini yapanlar, diye olan kayıd dahi manidardır.
Bundan sonra gelen 37. âyette ise, hususiyetleri bildirilen mezkûr evlerde
bulunanların evsafına işaret eden bazı kayıtlar var. Meselâ: (24:37) °Ä_«%¬‡ ke-
limesindeki tenkir, bu zatların şöhret peşinde koşmadıklarına ve herkesçe
bilinmediklerine ve bunların rical, yani erkek ve kahraman olduklarına tel-
mihtir. Âyetin devamında; dünya işleri onları meşgul etmediği ve gaflet ve-
remediği ve huzur-u tammeye sahip ve ibadette daim oldukları ve haşre ve
mahkeme-i kübraya imanlarında yakîne erdikleri bildirilerek nümune-i imti-
sal gösterilirler.
Yukarıda bahsedilen evlerin hususiyetlerini tesbit maksadıyla bütün
Kur’anda yapılan araştırma neticesinde: Herkes tarafından bilinen umumi
camiler, Kur’anda harf-i tarifle ifade edildiği veya malumiyeti âyetin mana-
sından anlaşıldığı görülür. Halbuki mezkûr manada yani mütecavizlere karşı
manen korunan mücahid evleri ve hususi mescidler, tenkirle, gayr-ı muayyen
olarak ifade edilir. (51:36) âyeti de bu manada örnek verilebilir.
3701- Bir hadisin metninde de (yetedâresûnehu) ifadesiyle ifham edilen,
halka halinde oturulup sıra ile kitab okumak şekliyle derslerin yapıldığı bu
manadaki evler, yine tenkirle gelmiştir. Meselâ: Hadisin bir kısmı olan:
« _«B6¬ «–YV²B«< ¬yÁV7~ ¬ Y[" ²w¬8 ¯a²[«" |¬4 °•²Y«5 «p«W«B²%~ _«8—«
}«X[¬UÅK7~ v¬Z²[«V«2 ²a«7«i«9 Å ¬~ ²vZ«X²[«" y«9Y,«‡~«f«B«<—« ¬yÁV7~
“Yani: Herhangi bir kavim (cemaat) Allah’ın evlerinden (Allah için hiz-
met yapılan) bir evde toplanıp da Allah’ın kitabını tilavet (Bak: 2122.p.) ve
onu aralarında karşılıklı (sıra ile) okuyup ders yaptıkları zaman muhakkak
üzerlerinde sekinet iner.” (302) (Bak: 3861/1.p.) Aynı eserin sh: 188’de 40. ha-
disi de mealen şöyledir:
“Birgün Muaviye, mesciddeki ders halkasının yanına geldi de: Sizleri bu-
rada oturtan nedir? diye sordu.
Oradakiler: Oturduk, Allah’ı zikrediyoruz, dediler.
Muaviye: Vallahi sizleri hakikaten sadece bu maksad mı oturttu, dedi.
Oturanlar: Vallahi bizleri bu maksaddan başka birşey oturtmamıştır, de-
diler.
Muaviye: Ben sizleri ittiham etmek için yemin etmiş değilim. Benim
Resulullah’a yakınlığım derecesinde olup da Resulullah’tan benim kadar az
hadis rivayet eden hiç kimse yoktur. Resulullah (A.S.M.) bir defasında
sahabilerinden bir ders halkasının yanına geldi ve: Sizleri böyle oturtan nedir,
diye sordu.
Sahabiler: Oturup Allah’ı zikrediyor ve bizleri İslâma hidayet etmesine
ve bizleri nimetlendirmesine karşılık O’na hamd ediyoruz dediler.
Resulullah: Vallahi sizleri bundan başka bir maksad oturtmamış mıdır?
diye sordu.
Sahabiler: Vallahi bizleri bu maksaddan başka birşey oturtmuş değildir,
dediler.
Resullullah: Ben sizleri ittiham etmek için yemin etmedim. Lakin bana
Cibril gelip Aziz ve Celil olan Allah’ın sizlerle, meleklere iftihar etmekte ol-
duğunu bana haber verdi, buyurdu.” Bu rivayetler daha çok Ashab-ı Suffa’ya
ve onların tarzında dine hizmet edenlere bakar.
Atıf notları:
-Din ilimleri öğretmenin sevabına dair bir rivayet, bak: 1574.p.
-İhya-i din için ilm-i dini öğrenmek hakkında bir rivayet, bak: 1575.p.
-İrşad ehlinde istiğna düsturunun lüzumu, bak: 1809.p.
-İrşad ehlinin siyasete girmemesi, bak: 3234.p.
-Tebliğde aşağılık duygusuna kapılmamak, bak: 1522,1882.p.
3702- Tebliğ ile alâkalı âyetlerden birkaç not:
-Nübüvvette tebliğ mecburiyeti: (5:67)
-Önce yakınlarına tebliğ etmek: (26:214)
-Peygamberler, vahyen bildirilenleri tebliğ ederler: (7:62) (46:23)
TEBÜK GAZVESİ 1972
hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem
şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana
muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Ömrünün se-
neleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i
âher sayılır. Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hük-
müne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem insanda bu teaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem
dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü’ ediyor; her gün
başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise; hem o şahıstaki her ferdin nur-u
hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « ise o nuru açar bir
anahtardır.
Hem insanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok
vakit imanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri
ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar. Hem zahir-i şeriata
muhalif düşen ve hatta bazı imamlar nazarında küfür derecesinde te’sir eden
kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün
tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır.” (M.332) (Kelime-i tevhid, herkesin müteceddid
hususi âlemini tenvir eder, bak: 2794.p.)
3705- “Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder. Noksan
ve fazlalaşır. Meselâ: Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç,
midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hacet, her günde olur. Zi-
yaya olan ihtiyaç, alel’ekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hakeza...
Kezalik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda
“Allah” kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit “Besmele”ye, her saatte Lailahe
İllallah’a ihtiyaç vardır.” (M.N.231)
3706- “Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âle-
min kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ih-
tiyaç ve iştiyakla yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « cümlesini bin def’a tekrar ile o değişen per-
delerin herbirisine bir yÁV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « ı bir lamba yaptığı gibi öyle de; o kes-
çirmişlik. *Anlamak için yapılan iş. İmtihan. *İlmî bir gerçeği göstermek için
yapılan deneme. Deney. Tecrübiye: Deneycilik (Ampirizm). Fels: İnsan zih-
ninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağının, tecrübe (deney)
olduğunu iddia eden felsefî görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belir-
tirken, aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddî dünyayı anlamak
için gerekli, ama yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müşahhası bize verir.
Akıl ise mücerredi, umumiyi, kaide ve prensipleri verir. Din ise tecrübe ve
akılla beraber bunların sahasını aşan hakikatleri verir. Hakikat, tecrübe ve
akılla sınırlı değildir. İslâm akla ve tecrübeye yer verir, fakat bunların sınırları
içinde hapsolmaz. Müslüman geniş görüşlüdür, dar görüşlü teorilere bağlı
düşünmez.
gelir. Fikretmek, fikri harekete getirmektir. Bilhassa âlemde görünen İlahî ta-
T E F E K KÜ R 1975
(13:3) «–—hÅU«S«B«< ¯•²Y«T¬7 ¯ _«< ´ « gibi âyetler ile emrettiği tefekkür mesleğine teş-
vik eder ve ¯}«X«, ¬?«…_«A¬2 ²w¬8 °h²[«' ¯}«2_«, hÇU«S«# hadis-i şerifi, bazan bir saat te-
(*)
fekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip, tefekküre azîm
teşvikat yapar.” (L.284) Çünkü tefekkür, gafleti dağıtır, imanın nuru ve
kuvvet derecesi artar.
3711- Evet “bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih
vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilan etmek ve
küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve
ni’metler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kud-
ret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmek-
tir.” (S.325)
3712- “Meselâ: y¬ ¬9YO" |¬4 _ÅW¬8 ²vU[¬T²K9 ®?«h²A¬Q«7 ¬•_«Q²9« ²~ |¬4 ²vU«7 Å–¬~—«
(16:66) «w[¬"¬‡_ÅL¬7 _®R=¬ _³ «, _®M¬7_«' _®X«A«7 ¯•«…—« ¯ ²h«4 ¬w²[«" ²w¬8
(16:69) «–—hÅU«S«B«< ¯•²Y«T¬7 ®}«< ´ « «t¬7«† |¬4 Å–¬~ ¬‰_ÅXV¬7 °š_³«S¬- ¬y[¬4 ilâ ahir...
İşte şu âyetler, Cenab-ı Hakk’ın koyun, keçi inek, deve gibi mahluklarını
insanlara halis, safi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnu’ları da
insanlara latif, leziz tatlı birer ni’met tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük
mu’cizat-ı kudretini şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece
gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, başka şeyleri de kıyas etmeğe teşvik için
«–—hÅU«S«B«< ¯•²Y«T¬7 ®}«<´ « «t¬7«† |¬4 Å–¬~ der, hatime verir.” (S.420) (Bak: 239.p.)
* Bak: 262 no.lu dipnot.
T E F E K KÜ R 1976
3713- Hem “Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr
ve nimetleri tadad eden âyatın fevasıl ve hatimelerinde galiben akla havale ve
vicdanla müşaverete sevketmek için
fethi ve hemzenin sükûnu ile “tıyere” mukabildir ki, lisanımızda fal derler.
Uğur tutmağa ve yümn kelimesinin tahrif edilmişi olarak yom tutmak ta’bir
olunur.
Meselâ: Bir hasta, bir kimseden “Ya Sâlim!” ve gayb bir şey arayan da,
“Ya Vâcid!” lafızlarını işitince şifa ve aradığını bulmaya teyemmünle azm ve
ümid eder. Ve bu fal daima hayırda kullanılır. Bir kavle göre, hayırda ve
şerde kullanılır. Cem’i, fuûl ve uf’ul gelir. Hemzeyi elife kalb ile, fal demek
dahi caizdir. Tefaül, tefe’ül, iftial hepsi de fal tutmak manasınadır.» (S.M.
ci:7, sh: 85) (Bak: İstihare, Teşe’üm, Tevafuk)
3718- Henüz bilinmeyen lehte veya aleyhte bazı durumları önceden bir
derece anlamak yolunda, bazı hâdiseleri alâkalı görüp Allah tarafından birer
alâmet ve işaret sayarak teyakkuza vesile olacak manada tefsir etmek meşru
görülmüştür. Fakat tefe’ülü yani görülen işaretleri Allah tarafından olduğunu
düşünmeden, tesadüfî veya eşyanın ve hâdiselerin zatlarında hayır ve şerlilik
bulunduğunu kabul etmek, itikad esaslarına aykırıdır. Ve şeytan ve ervah-ı
habisenin aldatmasına ve vesvese vermesine kapı açmaktır. Bütün kâinata
TEFSİR 1978
3724- Sual: ¬yÁV7~ ¬v²K¬" ve ¬y±V¬7 f²W«E²7«~ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işa-
retler var mıdır?
TEFSİR 1980
Cevab: Evet, ²u5 kelimesi, Kur’anını çok yerlerinde mezkûr veya mu-
kadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan ²u5 kelimelerine esas olmak üzere
¬yÁV7~ ¬v²K¬" dan evvel ²u5 kelimesi mukadderdir. Yani, “Ya Muhammed! Bu
cümleyi insanlara söyle ve talim et.” Demek Besmelede İlahî ve zımnî bir
emir var. Binaenaleyh şu mukadder olan ²u5 emri, risalet ve nübüvvete işa-
rettir. Çünki Resul olmasaydı, tebliğ ve talime me’mur olmazdı. Kezalik hasrı
ifade eden “car ve mecrur’un takdimi”, tevhide imadır. Ve keza w «W²&Åh7«~ ni-
zam ve adalete, ¬v[¬&Åh7«~ de haşre delalet eder. Ve keza ¬y±V¬7 f²W«E²7~ daki Ä
karşı çare olarak, tahkikî imanı kazanmış bir zat, irşadla manen muvazzaf
bulunuyordu. Mezkûr âyette zikredilen zatın, mü’min vasfının bilhassa ifade
edilmesi, o asırda iman za’fiyeti ve küfrün dehşetli istilası olduğuna işarettir.
O zat kavmine, sebil-ür reşada (rüşd yoluna) götüreceğini bildirir. Demek ki
o zamanın menfî cereyanı, sebil-ür reşada düşman idi. Halkı sebilür reşaddan
döndürmüş, aldatmış, şaşırtmış, ifrat ve tefrite düşürmüştü. Yine bu mü’min
zat (39. âyetin beyanıyla) kavmine, dünya hayatının bir meta’dan ibaret oldu-
ğunu, hakiki hayatın dar-ül karar olan âhirette bulunduğunu tebliğ ve muka-
yeseli derslerle telkin eder. Âhiretin dar-ül karar olduğunu bildiren âyetteki
cümle manidardır. Demek o zaman öyle bir gaflet istila etmiş ki, insanlar
âhiretin tagayyürsüzlüğü ile ebedîliğini unutmuş, dünyayı ebedî tevehhüm
eder olmuşlardı. O devir ile çağımız arasındaki benzerlik şayan-ı hayrettir. O
asrın şerr cereyanı, insanları dünya hayatının menfaat ve lezzetlerine meftun
etmiş, fani hayatın nefsanî cezibedarlığını artırmış, böylece âhireti unuttur-
muştu. Devamında gelen 40, 41, 42, 43. âyetlerde, o mü’min zat halka,
dünya hayatında işlenen iyi ve kötü amellerin âhirette muhasebesi olduğunu
hatırlatır. Bundan da anlıyoruz ki, âhiretteki muhasebeden de gafil idiler.
Mü’min zat, kurtuluşa davet eder, karşı taraf ise Cehennem’e davet eder.
Yani günahlara medenilik namı vererek vazgeçilmez bir hayat şekli olarak
takdim eder. Hem fen namı altında esbab ve tabiat şirki, hem insanlar üze-
rine İlahî hâkimiyet yerine beşerî hâkimiyet prensibi gibi, hiç düşünülmedik
çeşitli şirkleri dava ve telkin eder. (Bak: 3760/10.p.sonu)
Nihayet o mü’min zat, muvazzaf olduğu tebliğini yapar, irşadatını
fetalarına neşrettirir ve Allah’a tevekkül eder. Kavmine hitaben, “Size söyle-
diklerimi (sözlerimi) yakın bir gelecekte zikredeceksiniz, (tezekkür ve tezki-
ren okuyacaksınız, ona olan ihtiyacı anlayacaksınız)” der. Aynı surenin 45.
âyeti ise ifham eder ki, o şer cereyanı o mürşide su-i kasdlar hazırlamış. Fa-
kat Allah o kulunu, onların su-i kasdlarından muhafaza etmiştir. En nihayet
o mütecaviz âl-i Firavunu (şer cereyanını), kötü bir azab kuşatmıştır. (Bu
âyetin son cümlesi, cifren 1424 eder)
Kur’anda asrımıza bakan ibretli kıssalardan bir misal de 36. surenin 20-
29. âyetlerinde anlatılan hâdisedir. Peygamberleri tekzib edip onların tebli-
gatını ilga eden bir dehşetli hâdisenin vehametini gören ve (bunu önleme
gayreti içinde uzaktan) koşarak gelen bir recül (mücahid ve kahraman bir
zat), resullere (evamir-i İlahiyeye bilhassa İslâm ve hakiki İsevîliğin mümes-
silleri olan iki resule) uyulmasını (şer cereyanına uyulmamasını) tebliğ eder.
Menfaatperest olan o asrın nazarında, dinin ve dini tebliğ edenlerin safiyet
TEFSİR 1983
ülema-i muhakkikînden bir hey’et-i âliye bulunsun ki, o hey’et umumun em-
niyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet
için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı
ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o
icma’ ile şer’an düstur olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil
oluyor. Aynen onun gibi lâzımdır:
3730- Kur’an’ın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin
cem’i, hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür
eden Kur’an’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i
ülemadan herbiri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara malik alla-
melerden müteşekkil bir hey’et bu vazifeye sahip çıksın.
Elhasıl: Kur’anı tefsir edene lâzım gelir ki; gayet âlî bir deha ve nüfuzlu
derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu za-
manda öyle bir zat, ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki; o şahs-ı manevî, çok
ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine
yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerin-
den, mezkûr bir hey’etten çıkabilir. O hey’etin bir ruh-u manevîsi hükmüne
geçer.
Evet “mecmuunda bir hassa bulunur ki, ondaki her fertte bulunmaz”
düsturuyla çok def’a içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hassaları ve ziyası bir
cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa, o hassa görün-
müyor. Demek ami adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hassasını veri-
yor.” (E.L.II.89)
Bir atıf notu:
-Şûra heyetine olan ihtiyaç, bak: 3580, 3581.p.lar.
3731- Bazı tefsir kitablarında bulunan bazı fennî malumatların yanlışlığı,
Kur’ana isnad edilmemelidir. Evet “âdât-ı müstemirredendir ki: Kitab-ı
vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intac ve birbirin
elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur
ki; bir fende telif olunan bir kitapta o fennin mesaili o kitabın muhteviyatına
nisbeti ancak zekâtı çıkabilir. Bu sırdan gaflet iledir ki; bir şeriat veya bir tef-
sir kitabında istitraden derc olunmuş bir meseleyi gören bir zahirperest veya
mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve tefsir böyle” der. Eğer dost olsa diye-
cek: “Bunu kabul etmeyen müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o ba-
hane ile der: “Şeriat veya tefsir, hâşa yanlış.”
TEHECCÜD 1987
ilâ âhir... işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar
etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref
olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine
medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz
muttali olmak ve raiyyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir
TELEVİZYON 1989
olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda
yoktur.
3741- İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr
da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine maliktir.
Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir ayinede aksini
gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziya ve
ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza Güneş zişuur olsa idi, harareti,
ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası, sıfat-ı seb’ası olsa idi; o vakit o
tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir ayinede bulunur, herbirini kendine bir
arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle
ayinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha
yakın olurdu.
3742- Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem
ayndır. Fakat ayinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun
mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail
Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda hu-
zur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Azam’ın önünde secdeye gider.
Hem o anda hesapsız yerlede bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş
bir işe mani olmazdı.
İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Pey-
gamber Aleyhissalatü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını bir-
den işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mani ol-
maz. Hatta evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdal denilen bir kısmı
dahi, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok
işleri görüyormuş.
Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayine olur. Öyle de,
ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı ayine hük-
münde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçer-
ler ve o ruhaniler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede
gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve
müsahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani
masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler.
Mukayyed bir cüz’î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir
ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler. (Bak: 331.p.)
Acaba, maddeden mücerred ve mualla; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i ke-
TEMİZLİK 1994
Fakat (30:27) v[¬U«E²7~ i<¬i«Q²7~Y;—« ¬Œ²‡« ²~«— ¬ ~«Y«WÅK7~ |¬4 |«V²2« ²~ u«C«W²7~ y«7«—
sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek
mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.” (L.101)
Evet “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakikatları beyan ederken; çok zaman
darb-ı mesel ile tabir edip serd-i kelâm eder. Bunun sırrı ise; çünkü hakaik-i
mücerrede-i İlâhiye daire-i mümkinatta misallerin ayna ve kayıtlarında
TEMSİL 1995
mütemessildir. Bir mümkin-i miskin olan insan ise, daire-i imkânda mütecelli
olan misallere bakarak o emsalin arkalarında daire-i vücubun şuaatını müla-
haza edebilir.
Evet |«V²2« ²~ u«C«W²7~ ¬y±ÁV¬7—« (16:60) buna işaret eder.” (M.Nu.213) Kur’an
(25:33) âyeti de manaca alâkalıdır.
3745- “Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki
yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söyle-
nilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur. Yahut (2:26)
« ¬h²N«< ²–«~ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı
meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke;
gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıy-
met ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri defetmek için temsillerin gü-
zel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belagat sahasında işler
ve güzel bir cadde olduğuna ima edilmiştir.” (İ.İ. 168)
3746- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakikatları durub-u emsal ile beyan
ediyor. Çünki daire-i uluhiyete ait hakaik-ı mücerrede, daire-i mümkinatta,
ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkün ve miskin olan insan
da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun
şuunatını, ahvalini düşünür.” (M.N.106)
“Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-ı gamızayı nazar-ı umumiyi
okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmiyecek, fikr-i avamı taciz edip yormıya-
cak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla
konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir.
Öyle de: ¬h«L«A²7~ ¬ÄYT2 |´7¬~ °}Å[¬Z´7¬~ ° « Çi«X#« denilen mütekellim üslubunda,
muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur’aniye, en
mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-ı gamıza-i İlahiye ve
esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilat ile
en ümmi bir amiye ifham eder. Meselâ: (20:5) >«Y«B²,~¬Š²h«Q²7~|«V«2 w«W²&Åh7«~ bir
temsil ile, rububiyet-i İlahiyeyi saltanat misalinde ve âlemin tedbirinde
mertebe-i rububiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükümet
ettiği gibi bir misalde gösteriyor.” (S.390)
TEMSİL 1996
çiçek vücuddan gider, binler vücud bırakarak öyle gider denilmiş. Onunla
azîm bir kanun-u rububiyeti gösteriyor ki; bütün bahar, belki bütün dünya-
daki mevcudatta bu kanun-u rububiyet cereyan ediyor.
Evet Hâlik-ı Rahim, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor,
tazelendiriyor; o Sani’-i Hakîm, aynı kanunla her sene Küre-i Arzın libasını
Tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevi gibi tahrik ederse; aynı kanunla
Küre-i Arz’ı meczub ve semaa kalkan mevlevi gibi döndürüyor. Ve o kanun
ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.
Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiri-
yor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder
ve her mevsimde çok def’a tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her ba-
har mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
Hem o Sani’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı
kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla
Küre-i Arzı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla Haşirde mahlukatı da
ihya eder. Şu sırra işareten (31:28) ¯?«f¬&~«— ¯j²S«X«6 Å ¬~²vUC²Q«" « «— ²vUTÇV«' _«8
Kur’an ferman eder. Ve hakeza kıyas et.
Bunlar gibi çok kavanin-i rububiyet vardır ki, zerreden ta mecmu’-u
âleme kadar cereyan ediyor. İşte faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların
azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör; herbir
kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet şu çok kesretli ve çok azametli
kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber; hem vahid, hem
muhit olduğu için; Sani’in vahdaniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat’i bir
surette isbat ederler. İşte ekser Sözler’de ekser temsilat, böyle kanunların
uçlarını birer cüz’î misal ile göstermekle; müddeada, aynı kanunun vücuduna
işaret eder. Madem temsil ile kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı
mantıkî gibi yakinî bir surette müddeayı isbat eder. Demek Sözler’deki ekser
temsiller; birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir.” (M.290)
yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. *Kusur, pislik ve ayıptan uzak ol-
mak. (Bak: Teneffüs, Seyahat)
Eyyüb (A.S.)’ın hastalığı zamanında (38:42) âyetiyle emredilen: “Depren
ayağınla... Rekz: üzengi tepmek, kanat çarpmak kabilinden olan harekettir.”
(E.T.4100) diye izah ediliyor ki, küllî manasında çok hakikatları ifade et-
mekle beraber, idman ve bir miktar yaya yürümenin sıhhat cihetindeki alâka-
sını da ihtar eder.
heze-i edebiye manasıyla kullanılmakla başlamış ise de, Arabîde fT9 mad-
_ÈX¬8 «j²[«7 ²w«8 |«V«2 _«X¬AB6 }«Q«7_«O8 •h²E«# Ô ¬w<¬±f7~ ¬|²E8 «Ä_«5
Yani: “Bizden olmıyan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okuma-
sın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-
ül vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.” (L.273)
“Saik-i tenkid, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i
salihînin tenkidleri gibi.” (S.T.İ. 100)
3754- Tenkid, şahıslar hakkında olmaktan daha çok, fiil ve sıfatlara ait
olmalıdır. Meselâ: Hırsızı tenkid yerine, hırsızlığı tenkid etmek ve kötülemek
gibi... O zaman bu tenkidden hırsız dahi istifade ve ıslah-ı hal edebilir. (Bak:
Gıybet, Münakaşa)
Atıf notları:
-Bediüzzaman’ın sakal meselesindeki tenkide verdiği cevab, bak: 3255-3257. p.lar.
-Bediüzzaman Hz.nin şahsına yapılan ihanetkâr tenkidlere karşı sabır ve müsa-
mahası, bak: 3264.p.
-Umumi hukuka bakan meselerde müsamaha edilemez, bak: 126.p.
-Fasık-ı mütecahirin aleyhindeki konuşma gıybet sayılmaz, bak: 909.p.
-Sahabeler zamanındaki fitnelerden tenkidkârane bahis açmamak, bak: 994,
995.p.lar.
fenniyeyi icmalen tazammun eden (2:31) _«ZÅV6 «š_«W²,« ²~ «•«…´~ «vÅV«2«— âyeti
sayesinde (2:31) _«ZÅV6 «š_«W²,« ²~ «•«…³~ «vÅV«2«— âyetiyle işaret edilen Hazret-i
sinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev’-i insan, (34:10) «f<¬f«E²7~ y«7 _ÅX«7«~—«
âyetiyle işaret edilen, Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.
4- Yine telahuk-u efkâr ile, tayyare gibi keşfedilen terakkiyat-ı havaiye sa-
T E R A K Kİ Y A T 2006
yesinde nev’-i beşer, (34:12) °h²Z«- _«Z&~«—«‡—« °h²Z«- _«;—Ç f3 âyetiyle sür’ati beyan
edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.
5- Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrafüj âleti,
(2:60) «h«D«E²7~ «¾_«M«Q¬" ² ¬h²/~ ¬–«~ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa’nın
(A.S.) asasından ders almıştır.
6- Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı
tıbbiye, Hazret-i İsa’nın mu’cizesinin ilhamatındandır. Hakikaten şu
mu’cizeler ile bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat
vardır. Evet dikkat eden adam, bilâtereddüd o mu’cizeler bu terakkiyata bi-
rer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.
Ve keza (12:94) _®8«Ÿ«, «— ~®…²h«" |¬9Y6 ‡_«9 _«< âyet-i kerimesinin delaletine
göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti mutedil bir büru-
dete inkılab etmesi; beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nariyeye ör-
nek ve me’hazdir.
7- (12:24) ¬y¬±"«‡ «–_«;²h" ³~«‡ ²–«~ « ²Y7« âyet-i kerimesinin -bir kavle göre- işaret
ettiği gibi, Hazret-i Yusuf’un (A..S.) Ken’an’da bulunan babasının timsalini
görür görmez Zeliha’dan geri çekilmesi; ve kervanları Mısır’dan avdet etti-
ğinde Hazret-i Ya’kub’un (12:94) «r,Y< «d<¬‡ f¬%« « |¬±9¬~ yani: “Ben Yusuf’un
kokusunu alıyorum” demesi; ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a gözünü açıp
yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm demesine işaret eden,
«t4²h«0 «t²[«7¬~ Åf«#²h«< ²–«~ «u²A«5 ¬y¬" «t[¬#~´ _«9«~ (27:40) âyet-i kerimesi; pek uzak mesafe-
lerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata
nümune ve me’hazdirler.
8- Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik manasında ¬h²[ÅO7~ «sO¬ ²X«8 _«X²W¬±V2
(27:16) olan âyet-i kerime; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin
T E R A K Kİ Y A T 2007
Terbiye eden kişinin, ilim, ahlâk ve faziletçe terbiye edilenden üstün ol-
ması lâzım geldiği gibi, terbiye edilen de mürebbisinin kâmil olduğunu bil-
meli ve kabullenmelidir. Zira nâkısiyetten mükemmeliyete yükseltmek de-
mek olan terbiyeyi nâkıs olanın mükemmel olana veremiyeceği bedihî oldu-
ğundan, mürebbisi nâkıs, kendisi kâmil olan veya kendisini mürebbisinden
kâmil gören ve kendini beğenen kişi, terbiye edilemez. Bu sebeble de İslâmi-
yet gurur ve enaniyeti nâkısiyet sebebi görür. (Bak:1066.p.) Bu noktadan
hürmet hakikatinin ehemmiyeti de anlaşılıyor. Aile yuvasında da kadının er-
keğine itaati için mezkûr hakikatın muhafazasın dikkat edilmelidir. (176,
3615.p.ları ve Naşize maddesi mevzu ile alâkalıdır.)
3760/1- Terbiye çok umumi ve küllî sahaya şamildir. Bütün varlıklar
âlemi bir ve tek “Rabb-ül Âlemin” tarafından terbiye ediliyor. Bu terbiyenin
ehemmiyeti ve umumiyeti içindir ki, “Rabb-ül Âlemin” tabiri Kur’anın bi-
rinci suresinde yer alır ve daha pek çok âyetlerde tekrar edilir. Allah’ın (C.C.)
terbiyesi dışında diğer bir terbiye ve tekamül yolu yoktur. Zira geniş mana-
sıyla terbiye; mahlûk Hâlık tarafından hangi maksad ve gayeler için yaratıl-
mışsa, mahlûkun o gayeye uygun vasıflara sahip kılınması, o gayeye erdirecek
tarzda istihdam edilmesi ve tedricen ona eriştirilmesidir. O hikmet ve gaye-
leri bilen yalnız Allah olduğu gibi, o gayelere varmak için gerekli olan vesile-
leri de ancak o bilir. İnsan onun bildirmesiyle o terbiye vesilelerine nail olur.
İşte bunun içindir ki; Allah, beşerin terakki seviyelerine göre bu terbiye kai-
delerini peygamberleri vasıtasıyla göndermiş ve bu kaidelere uyanları, bağlı-
lıkları derecesinde terbiye etmiş, kâmil kılmıştır. Başta peygamberler,
asfiyalar ve evliyalar, bu İlahî terbiyenin mükemmel mazharlarıdırlar. (Bak:
Rab, Rububiyet)
İlahî terbiyede taltif ve tecziye, iki mühim esastırlar. Yani Rabb-ül Âle-
min, rububiyet-i İlahiyesinin kanunlarına bağlı kalanlara mükâfat, inayet ve
ebedî saadet müjdesi ile; muhalefet edenlere de mücazat, hızlan ve azab-ı
Cehennemle tehdid suretiyle kötülükten men’ ve iyiliğe teşvik ederek terbi-
yelendirir. Keza mü’minlere gelen musibetlerin bir hikmeti de, o kişinin ter-
biyesine bakar.
Allah’ın beşer eliyle icra ettirdiği hukuk-u İslâmiyedeki bilhassa ta’zir ce-
zaları, suçları önlemek için olduğu kadar, kişiyi te’dib ve terbiye etmek için-
dir.
3760/2- Terbiyede en önemli yeri işgal eden çocuk terbiyesinde de taltif
ve tecziye vardır. Ancak tatbikatı gayet hassas olup, üstün bir mürebbiliği ge-
TERBİYE 2012
Çocuk terbiyesinde çok mühim bir husus da, anne baba arasında bu
mevzuda bir ihtilafın olmamasıdır. Eğer böyle bir anlaşmazlık olduğu tak-
dirde, bunu çocuğa sezdirmemelidirler. Aksi halde çocuk kendi heva ve he-
vesine müsait olan tarafı tutmak ve diğer tarafa karşı olmak gibi bir duruma
düşecektir. Terbiyede gerekli olan “söz dinleme” ve “hevesî hareketlerini
tahdid etme” ise, böyle bir zeminde oldukça zayıflar. Anne baba arasındaki
ihtilaf, çocukta onların doğruyu bildiklerine dair inancı da sarsar.
3760/4- Çocuğun terbiyesinde en önemli bir husus da, murakabe ve ne-
zarettir. Daima anne ve babasının nezaretinde olması gereken çocuğu
istidad-ı fıtriyesine göre, meşru meşguliyetler bulup yetiştirmeye çalışmalıdır.
Kötü arkadaş edinmesinden, televizyon ve matbuat gibi neşir vasıtalarının
menfi tesirlerine muhatab olmasından korumalıdır.
Günümüzün hayat şartları içinde bu anlatılanların tatbikatı imkânsız de-
necek kadar zordur. Fakat insan, doğru bildiği ve kabul ettiği o gerçeklere,
hayatı boyunca bir ideal şeklinde yükselmeğe gayret eder. Hem mes’uliyetler
de, ihtiyar ve iktidara göredir. Hem “Bir şey tamamıyla elde edilmezse, bü-
tün bütün terkedilmez.” O halde doğruyu, mükemmeli bilmek, müdafaa ve
teşvik etmek ve elden geldiğince gayret göstermek; bir tekâmül yolu ve bir
vazifedir.
Çocuğun şahsiyetli, vakarlı, hayalı ve namusta hassas yetişmesi için bil-
hassa şabb-ı emred devresinde dikkat edilecek hususlar vardır. Bu hususların
mühimlerinden az bir kısmı, 2820/1.p.da icmalen yazılmıştır, oraya bakınız.
Bir gencin münasebet kuracağı kimselerin mezkûr parağrafta bildirilen takva
ve ciddiyete sahip olduklarının bilinmesi gerektir. Baba bu hususların tahkiki
ile mükelleftir.
3760/5- Spor perdesi altında ve çeşitli namlarla kurulan ve gençleri ken-
dine çekip dünyaya ve bozuk cemiyet hayatına iten teşekküllerden çocukları
ve gençleri uzak tutmak gerektir. Oyun ve hareket, çocukların hakkı ve ihti-
yacıdır. Fakat bu -zaman ve şartlar itibariyle- kontrol dışı olmamalı. Yerine
göre anne veya baba beraberliğindeki bu hareketlerle, oyun ve tenefüs hakla-
rını sık sık yerine getirebilmelidirler.
Şabb-ı emred devresinde tatbik olunan bu murakabe, gencin sahip ol-
duğu ciddiyeti nisbetinde ve güvenilirliği derecesinde hafif tutulabilir, ya da
kaldırılabilir. Hatta bazı gençler de var ki; aile efradında manevî disiplin ve
diyanet azlığını görerek, ailede daha mütedeyyin bir hayatın varlığını isterler.
TERBİYE 2014
Bu durumda aile, çocuğu kontrol makamında değildir. Bazı aileler de var ki;
Avrupa medeniyetinin tesirinde kalarak, çocuğu dine aykırı bir hayata zor-
larlar. Böyle bir durumda çocuk, ebeveynine karşı itaatsızlığa mecbur kalır.
Zira evladın ebeveynle itaatının da bir hududu vardır. (Bak: 178-180.p.lar)
3760/6- Kur’anda “Ya Rabbena! Zevcelerimiz ve zürriyetimiz yüzünden
bizlere gözler süruru nimetler, saadetler ver.” mealindeki (25:74) âyetinin
tefsirinde: “Bu taleb, aile ve evlad terbiyesine verilen ehemmiyeti gösterir.”
(E.T.3615) deniliyor.
Evet bu âyette aile terbiyesinde gösterilen hassasiyet nazara verilip, ter-
biyenin ehemmiyeti üzerine dikkat çekiliyor. Zira taleb edilen şeyin fiilî duası
yapılmadan neticeyi istemek, hikmet-i İlahiyeye bir nevi isyan sayıldığından,
bu âyette istenen neticenin fiilî duası ise; ciddi ve hassas bir aile terbiyesi ve
gayretidir.
Bu dünya hayatında aile terbiyesinde gösterilen ihtimam ve gayretin uh-
revî necat ve saadet neticesini tasvir edip gösteren ve böylece aile terbiye-
sinde ihtimama teşvik eden bir âyet de 169.p.da zikredilmiştir.
3760/7- Aile terbiyesinde çok ciddi manada ve sarahatla, aile reisine
manevî mes’uliyetler yükleyen bir âyette de şöyle buyuruluyor:
“(66:6) ~®‡_«9 ²vU[¬V²;«~—« ²vU«KS²9«~~Y5 ~YX«8~´ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~ _«< Ey o bütün iman
edenler! Kendilerinizi ve ehillerinizi ateşten koruyun. Cehennem ateşine sü-
rüklenmelerine sebeb olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah’ın emirlerine
taate sevkedin. Çünki aile sahibi kendinden mes’ul olduğu gibi, ailesinden de
mes’uldür... Ebu Hayyan’ın kaydettiği vech ile Hz. Ömer “Ya Resulallah!
Nefislerimizi vikaye ederiz fakat ehillerimizi nasıl vikaye edebiliriz.?”
demişti. Resulullah şöyle buyurdu: “Allah’ın sizi nehyettiği şeylerden onları
nehyedersiniz ve Allah’ın size emrettiği şeyleri onlara emreylersiniz. İşte o,
onları vikaye olur.” ...Evlad ehilde dahildir.” (E.T.5122-5123) (Bak: 160.p.)
3760/8- Kur’anda (31:13-19) âyetleri, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat-
larını beyan eder ki; bu âyetler incelendiğinde, müslüman ebeveynin evlat-
larına yapması gereken en mühim ders, nasihat ve terbiye şeklinin nazara
verildiği anlaşılır. Âyette “Lokman oğluna va’z ederken” tabiri geçmektedir.
“Ragıb’ın beyanına göre “va’az”, tahvife (korkutmaya) mukarin bir zecirdir.
İmam-ı Halil ise, kalbi inceltecek (duygulandıracak) vech ile hayrı ha-
tırlatmaktır, ki (bu) daha güzeldir.” (E.T.3843)
TERBİYE 2015
* Komünizm: Toplum içinde ferdlerin serbest çalışma, ticaret yapma, mal ve mülk edinme
haklarını ortadan kaldıran, bütün mülkiyeti toplumun ortak malı sayan; işçi sınıfından başka
toplum sınıflarını kabul etmiyen; aileyi, dini ve hür düşünceyi reddeden; madde dışında
hiçbir şeyin varlığına inanmayan bir görüş ve idare sistemidir.
** Feminizm: Hiçbir din ve ahlâka bağlı kalmadan kadınların serbest yaşamalarını savunan
ve her sahada erkeklerle eşit olduklarını iddia eden; iş ve eğlence hayatında kadın -erkek
beraberliğini ileri süren bir görüştür.
*** Hedonizm: (Yunanca) Hazcılık, Hayatın temel gayesinin hedeone, yani maddî zevkler
olduğunu iddia eden maddeci bir hayat anlayışıdır.
**** Nihilizm: Yokçuluk. Her şeyi toptan inkâr edip hiçbir şeyin gerçekliğine inanmayan, her
türlü ahlâkî ve dinî inançları reddeden şübheci ve inkârcı bir görüştür. (Sofestaîlik ve
muakiblerinin görüşü)
TERBİYE 2017
Burada şu kadarını belirtelim ki; şefkat, anlayış, bilgi ve sabır gibi müsbet
meziyet ve kuvvetli hamiyet hisleriyle çocukların kötülüklerden ve günahlar-
dan korunup terbiye edilecekleri ve dinî ve ahlâkî değerlerin, ulvi duyguların
tezahür ve tahakkuk edeceği yer, en başta aile yuvasıdır. Hz. Lokman’a veri-
len hikmetle birleşen tahkikî iman, terbiyenin ruhu ve esası olduğu gibi, aile
yuvası da bu hakiki terbiyenin ilk merkezi ve mahallidir. Aynı zamanda bu
iki husus, gerçek insanlığın da ayrılmaz bir unsurudur.
3760/10- Hz. Lokman’ın üçüncü nasihatında ise; esbab şirkine iten ce-
miyetteki terbiye tarzının ve hayat anlayışının tesirinde kalan ebeveynin o is-
tikamette vereceği emir ve terbiyeye itaat etmemekle beraber (Bak: 178-
180.p.lar) maddî ve dünyevi cihette onlara müzahir olup yine de aile vazife-
sine ters düşen menfi terbiyeye uymamak dahi, hakiki aile yapısını korumak
manasındadır. Çünki menfi terbiyeye itaat, hakiki terbiye yuvası olan müsbet
aile tarzını zamanla yok eder. Tavsiye olunan bu müsbet harekete uyan ço-
cuğun, bozuk cemiyet ve aile şartları içinde bozulmamak ve dinî hizmette
bulunabilmek için, cemiyetin ıslahına çalışan muvahhidîn, Allah’a inabe et-
miş ve o asrın manen vazifeli cemaatiyle beraber olması da, âyette hassaten
beyan olunmaktadır. (Bak: 2447.p.)
Yukarıda bahsedilen “terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı al-
tında olan” (K.L.252) böyle ailelerin müslümanlıkları, giderek isimden ibaret
bir hale gelmektedir. (Bak: 2804/1.p.)
Hz. Lokman’ın mezkûr üçüncü nasihatı ve ikazı, bu hakikatı ders ver-
mekte, menfi istikametteki asrî medeniyet terbiyesinin kapısının kapatılması
gereğini ifade etmektedir. Âyette zikredilen “şirke zorlanma” tabirinin mana
külliyetinden, daha çok son asrın menfi felsefe anlayışıyla hayat-ı insaniye
dairesinde hâkimiyet-i mutlaka-i rububiyet yerine, hâkimiyet-i mutlaka-i
milliye veya zümreviyenin (ki ikisi de hâkimiyet-i beşeriye demektir) ve tabiat
sahasında da hâkimiyet ve hallakiyet-i İlahiye yerine, esbab ve tabiatın ikame
edilmesi manasında şirk-i beşeriyeye ve tabiiyeye zorlanmak veya telkinine
tabi tutulmak manaları da anlaşılır. (Bak: 978.p.)
Zira asrımızda doğrudan doğruya uluhiyette şirki iddia etmek zordur.
Hem bu tabiat ve esbab şirki, müsbet ilim ve fen namı altında gizlenebildi-
ğinden, çok kimseler aldanabilmekte ve bunun da farkına varmamaktadırlar.
Nitekim bir rivayette mealen: “Şirk, ümmetimde, düz taşta karanlık gecede
karıncaların gezinişinden daha gizlidir.” (R.E. 215) diye ümmet ikaz edilmiş-
tir. (Bak: 3884/1.p.) Kur’an (40:42) âyeti de; düşünülmedik ve bilgisiz kalı-
nan şirkin, münafıkane telkin edileceğini ihsas eder.
TERBİYE 2018
3761- TERCEME yW%h# : (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile
daki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir
anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-u müştereke ne
kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de
vardır.
Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve
fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla
tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da; hem akla, hem kalbe yahut yalnız
zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebî kıymeti ve
zevk-i san’atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffaki-
yet görüldüğü nadirdir.” (E.T.9)
3762- Kur’anın tercemelerinden dinî hükümleri anlamağa kalkışmamalı-
dır. Çünkü Kur’anın çok derin ve ince manaları olduğu gibi; nasih-mensuh,
mücmel-müfesser, zahir-hafi, nass ve müteşabih (Bak: Müteşabih) gibi yüksek
ilim seviyesini gerektiren hususiyetleri bulunmaktadır. Bu gibi sebeblerden
dolayı, dinî hükümleri, Kur’an ve hadis tercemelerinden değil, şeriat
kitablarından öğrenmek mecburiyeti vardır. Ancak Asr-ı Saadette
Resulullah’ın talimiyle sahabeler ve tabiîn doğrudan doğruya Kur’andan ders
almışlar, müçtehid ve mezheblere ihtiyaçları olmamıştır. (Bak: Mezheb, tefsir,
Zahiriyyun)
“Kur’anın falan tercemesinde “şöyle demiş” diyerek ahkâm istinbatına,
mes’ele münakaşasına kalkışmamalıdır. Bunu ehl-i iman olanlar yapmaz,
kendini bilen ehl-i insaf da yapmaz... Bazılarını duyuyoruz ki, Kur’an
tercemesi demekle iktifa etmiyor da “Türkçe Kur’an” demeye kadar gidiyor...
Kur’an Arabîdir. Zira (12:2) _È[¬"«h«2 _®9«~²h5 ˜_«X²7«i²9«~ _Å9¬~ mansustur. Dü-
şünmeli ki; Kur’anı tefsir etmek üzere Peygamber’in irad buyurduğu hadîse
bile Kur’an denilse, küfr olur.” (E.T. Mukaddime 15) (Bak: Naklî Delil ve
2136.p.)
3763- Kur’anın çok derin küllî manaları bulunup hakiki tercemesi yapıl-
mayacağını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:
Meselâ “ ¬y±V¬7 f²W«E²7«~ bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i
Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:
TERCEME 2022
|«V«2—« «‡«f«. ¯f¬8_«& ¬±>«~ ²w¬8 ¬f²W«E²7~ ¬…~«h²4«~ ²w¬8 ¯…²h«4 Çu6
°s¬E«B²K8«— °‹_«' ¬f«"« ~ |«7¬~ ¬Ä«ˆ« ~ «w¬8 «p«5«— ¯…YW²E«8 ¬±>«~
yÁV7_¬" |ÅW«KW²7~ ¬…Y%Y²7~~ ¬`¬%~«Y²7~ ¬ ~ÅgV¬7
Yani: “Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa,
ezelden ebede kadar hasdır ve lâyıktır o zat-ı Vacib-ül Vücud’a ki, Allah de-
nilir.” İşte “Ne kadar hamd varsa”, “El-i istiğrak”tan çıkıyor. “Her kimden
gelse” kaydı ise, “hamd” masdar olup, faili terkedildiğnden , böyle makamda
umumiyeti ifade eder. Hem mef’ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külli-
yet ve umumiyeti ifade ettiği için, “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor.
“Ezelden ebede kadar” kaydı ise; fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal
kaidesi, sebat ve devama delalet ettiği için, o manayı ifade ediyor. “Has ve
müstehak” manasını “lillah” daki “lam-ı cer” ifade ediyor. Çünkü o “lam”,
ihtisas ve istihkak içindir. “Zat-ı Vacib-ül Vücud” kaydı ise; vücub-u vücud,
uluhiyetin lâzım-ı zarurisi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir ünvan-ı mülahaza ol-
duğundan, “Lafzullah” sair esma ve sıfata camiiyeti ve ism-i azam olduğu
itibariyle, delalet-i iltizamiye ile delalet ettiği gibi, Vacib-ül Vücud ünvanına
dahi, o delalet-i iltizamiye ile delalet ediyor.
İşte, “Elhamdülillah” cümlesinin en kısa ve ülema-yı Arabiyece
müttefekun-aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’caz ve
kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?” (M.392)
3764- “Ehl-i ilhada kapılan ülema-üs su’, milleti aldatmak için diyorlar ki:
İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki:
“İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede Arabî hiç bilmiyenlere, ihtiyaç derecesine
göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise, biz de muhtacız,
Türkçe okuyabiliriz?
Elcevab: İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı başta a’zami imamların en
mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn,o fetvanın aksine fetva veriyor-
lar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir; mu’zam-ı
ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevkedenler,
idlal ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:
Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.
İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.
TERCEME 2023
“Evet nasıl İmam-ı Azam demiş: yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « Tevhide alem ve isimdir.”
Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve na-
mazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmiştir.
Alem gibi, mana-yı lügavisinden ziyade, mana-yı örfi-yi şer’îsine bakılır.
Öyle ise, değişmeleri şer’an mümkün değilir. Her mü’mine bilmesi lâzım
olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise en ami bir adam dahi ça-
buk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayani-
yat ile dolduran adamlar, bir iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu
kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalisini öğrenmemesine nasıl mazur
olabilirler, nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle
heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur menbalarının mahfazalarını
bozmak, kâr-ı akıl değildir. (Bak: 632, 2807.p.lar)
3766- Hem “Sübhanallah” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı
Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer manasına
kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Hal-
buki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa aklın hisse-i taallümünden
TESBİH 2024
başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizaç eden meal-i icmalî, çok nur-
lara ve feyizlere medardır. Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı
kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.
Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin
yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göre-
mez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimi, ulvi, kudsi ifade edemezler.
Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye
lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç
mündefi’ olur.” (M.341)
306 S.M. 1. kitab-ül iman hadis: 293 sh: 243 ve İ.M. mukaddime 13. bab hadis: 195
TESETTÜR 2025
3776- Kur’anda:
«v8« ²~ vU¬" |¬;_«"~ |¬±9¬_«4 ~—h«$_«U«# ~YE«6_«X«# -ev kema kal- Yani: ‘‘İzdivaç
ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.” Halbuki
tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünki en serseri ve asrî
bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık
olmasını istemediğinden bekâr kalır. Belki de fuhuşa sülûk eder. Kadın öyle
değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünki kadının -aile hayatında
müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evladına ve her-
şeyine muhafaza me’muru olduğundan- en esaslı hasleti sadakattir, emni-
yettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder,
ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve
sehavet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için,
ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona
hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun
için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikah edebilir. Mem-
leketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünki orada düello gibi çok şiddetli vasıta-
larla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi
birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar.
TESETTÜR 2030
nisbette, namus mefhumu kadında gerilemiş olur ki, bunun ileri derecesine
Kur’an lisanında teberrüc (33:33) denir. Osmanlıcada tekeşşüf ve tebezzül
gibi kelimeler de aynı manayı ifade eder. Bu hal devam ettikçe alışkanlık ne-
ticesinde haya hissini kaybederek, kadınlarda açılma umumi bir âdet halini
alır ve cemiyette de milli ahlâk zedelenir. Milli ahlâkın bozulduğu bir cemi-
yette her türlü kötülük yayılır. Git gide anarşizme inkılab eder.
Bir atıf notu:
- Âhirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan hayasız kadınlar olduğu, bak:
981, 982.p.lar.
3783- “Hicab; yani tesettür âyetleri, üç defada, üç mertebeyi natık olmak
üzere nazil olmuştur.
Birincisi: (33:59) âyet-i kerimesiyle yüzlerini örtmekle mükellef oldular.
İkincisi: (33:53) âyet-i kerimesi muktezasınca irha-yı hicab (yani perdeyi
indirmek ve perde arkasında kalmak) ile emrolundu ki, harem ile selâmlığı
ayırmak, yani evde kadınlarla erkeklerin yerlerini ayırmak demektir.
Üçüncüsü: (24:31 ve 33:33) âyet-i kerimeleri mucibince, şer’î bir zaruret
olmadıkça kadınların hanelerinden çıkmaları nehyolundu ki, bazı ümmehat-ı
mü’minîn, vücudlarının karaltısını bile göstermekten sakınırlardı.” (Buhari ci:
1, sh: 140, 120. hadisin izahından)
Mezkûr (33:53) âyetinin tefsirinde şöyle deniliyor: “Bu âyetten sonra ha-
rem farz kılınmıştır ki; o zamana kadar Arab’da âdet değildi. (Harem usûlü)
hem erkeklerin hem kadınların kalbleri için daha ziyade temizliktir. Yani
şeytanî hatıralardan, vesveselerden uzaklaşılır, iffet ve ismet hisleri daha zi-
yade yükselir; edeb, nezahet, takva, ihtiram artar.” (E.T.3921)
Bir atıf notu:
- Kadınların camilere gidip gitmeyeceği mes’elesi, bak: 181-184.p.lar.
3784- Kur’an (33:59) âyetinde geçen «“cilbab”, baştan aşağı örten çarşaf,
ferace, car gibi dış kisvesinin adıdır. Ú u« «S²,«~|«7¬~ ¯»²Y«4 ²w¬8 hB²K«< >¬gÅ7«~ Û
Ú }«Q«X²T¬W²7~«— }«S«E²V¬W²7«~ Û Ú _«Z¬"_«[¬$ «»²Y«4 ?«~²h«W²7~ yK«A²V«# ¯ ²Y$« Çu6 Û
Ú ˜¬h²[«3 ²—«~ ¯š_«K¬6 ²w¬8 ¬y¬" hB²K«# _«8 Çu6 Û
TESETTÜR 2033
eder. Sure-i A’rafta ¯f¬D²K«8 ¬±u6 «f²X¬2 ²vU«B«X<¬ˆ ~—g' «•«…~´ |¬X«"_«< (7:31) âyetinde
zinet, elbise demek olduğu da geçmişti. O halde bu zinetleri açmak bile
menhî olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş
olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açma-
sınlar.” (E.T.3503)
3788- “Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yü-
rürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun’î veya hılkî
zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle na-
zar-ı dikkati celbetmesinler.” (E.T.3508)
“Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı
gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve va-
kar ve izzetini muhafaza edemez.” (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Taife-i nisa’nın tesettüre riayet etmeyip açılmaları, Kur’an (7:27, 28)
âyetlerinin beyanıyla, cahiliye âdetlerine bir irticadır.
3789- Kur’an (7:26) âyetiyle avret yerlerinin örtünmesini beyan ettiği
gibi, hadislerde de bu mevzuda hayli rivayet mevcuttur. Ezcümle, “Behz bin
Hâkim’in dedesi Muaviye bin Hayda (R.A.)dan rivayet edildiğine göre şöyle
demiştir:
- Ya Resulallah! Avretlerimizin neresini örteriz? (Örtmemiz gerekir?)
diye sordum. Efendimiz (bana):
- Sen avretini (helalın olan) karından veya cariyenden başka herkesten
sakla! buyurdu. Ben:
TESETTÜR 2037
İşte insanlık tarihinde altın levha olarak kaydedilecek olan hak yolundaki
böyle azamî fedakârlık, metanet ve cesareti, nesl-i atînin de bir ibret levhası
olarak görmesinde büyük bir maslahat bulunması cihetiyle ve bir istisna ol-
mak üzere Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatında bu İslâmî kıyafeti ile bazı re-
simleri konulmuştur. Bu kıyafetiyle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde
bulunmuş ve idam planları ile verildiği mahkemelerde de sarığını çıkarması
yolundaki ihtarlara rağmen sarığını da çıkarmamıştır. (Bak: İlmiye Kıyafeti)
Netice olarak, tesettürde en ehemmiyetli bir husus şudur ki:
Müslüman erkek ve kadınların kıyafet ve tesettürde kusurları olsa da dü-
şünceleri, tam şer’î tesettürü tasvib etmek olmalıdır. Avrupaî hayat alışkan-
lıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve tesettürü hafife alır tarzda
bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayan-
ları sevmelidirler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksanlarını bir
an önce tekmil etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu husus asgari bir hudud
olarak müminler için şarttır.
3791/1- Elbise hakkında âyetlerden birkaç not: (Bak: 3775.p.)
-Yün elbise: (16:5, 80)
-Sıcaktan koruyacak ve zırh vazifesi görecek elbiselerin ihsan edilmesi: (16:81)
-Kadınları hem tesettüre hem de hiss-i diyanetle takvaya teşvik ve mahremleri:
(24:31)
-Yaşça me’yus olan kadınların, teberrüc etmeksizin, çarşaf ve emsali dış elbiselerini
bırakabileceklerine cevazla beraber, bırakmamalarıyla da takvaya teşvik edilmeleri:
(24:60)
-Mescidlerde maddî ve manevî bakımdan temiz ve zinetli olmak: (7:31, 32)
layış ki; bazıları hâşa, Cenab-ı Hakk üçtür, bazıları da üçü birdir diyerek şirke
sapmışlardır. Cenab-ı Hakk’ı üç unsurdur diye tevehhüm ederler. Teslis aki-
desinin batıl bir anlayış olduğu Kur’an (4:171) (5:17, 18, 72, 73) âyetlerinde
bahsedilir. (Bak: Velediyet Akidesi ve 1728.p.)
Sallallahü Vesellem ²•_«; « «— «?«h«[¬0« hadis-i şerifi ile tıyereyi nehy ü iptal bu-
yurmuştur.” (E.T.2264)
İbn-i Mace Kitab-ün Nikah 55. Babı, uğurlu ve uğursuz şeyler hakkın-
dadır.
hey’et, dinin hükmetmediği saha olan mubahatta, yani ²v6_«[²9…¬‡Y8_¬" v«V²2«~ ²vB²9«~
(307)
manasındaki hadislerini mana çerçevesine giren umûr-u dünya hakkında
maslahatlara göre kanun yapabilir. (Bak: 3677.p.sonu) Fakat dinde hükme
bağlanmış ve dinin teşri’ sahasına girip müctehidînin yeni içtihadını gerekti-
307 S.M. 44. kitab-ül fezail 38.bab hadis: 141 ve İ.M. 16. kitab-ür rehin 15. bab.
TEŞRİ’ 2041
ren mes’elelerde böyle dinî salahiyeti bulunmıyan bir heyet, maslahat anlayışı
ile teşri’ yapamaz.
3799/1- Kur’anda “Yoksa onların şerikleri var da onlara dinden Allah’ın
izin vermediği şeyleri meşru’ kıldılar öyle mi? mealindeki (42:21) âyetinin tef-
sirinde şöyle deniliyor:
“Allah’ın izin vermediği (şeriata zıd düşen) şeyleri meşru’ kılmak için şe-
riat yapmaya kalkışmak (dine aykırı teşri’de bulunmak), dünya harsi (kültürü
ve menfaatı) namına yapılan fenalıkların, şirklerin başında sayılmak lâzım
geleceğini ihtar eder...
Allah’ın şer’ine (gönderdiği hükümlere) karşı gelmek için, yoksa o müş-
riklerin, o muasır kâfirlerin bir takım şerikleri (Bak: Endad) var ve istedikleri
gibi teşri’ (kanun yapma) salahiyetini haiz bulunuyorlar da
yÁV7~ ¬y¬" ²–«ˆ²_«< ²v«7 _«8 ¬w<¬±f7~ «w¬8 ²vZ«7 ~Y2«h-« dinden Allah’ın izin vermediği
şeyleri onlara meşru’ mu kıldılar... Allah’ın izin vermediği, meşru’ kılmadığı
bir takım şeyleri teşri’ ediyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi?.. İn-
sanların teşri’deki mesaisi Allah Teala’nın izni hududunu aşmamalıdır.
(Mubahat dışına çıkmamalıdır.)” (E.T.4238-4239) Kur’an (18:110) âyeti de,
ibadette şirki men etmekle mezkûr manayı teyid eder.
Bir atıf notu:
- Hz. Lokman’ın oğluna “Allah’a şirk koşma” nasihatının asrımıza bakan vechi,
bak: 3760/8.p.
3800- İkinci meşrutiyet devresinde teşri’ organı hakkında Bediüzzaman’a
sorulan bir sual ve cevabı:
“Meclis-i Meb’usanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin
şeriatta ne kıymeti vardır?
Cevab: Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekseriyet ise Müslüman-
dır. Altmıştan fazla ülemadır. Meb’us hürdür. Hiçbir te’sir altında olmamak
gerektir. Demek hâkim İslâmdır.
Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir Haço
veya Berham’ın reyi mu’teberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i
Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu kabil-
den olduğundan reddetmemek lâzım gelir.
T E V A F U KA T - I G A Y B İ Y E 2042
3812- Yani: Kur’an (18:22) âyetinde, Ashab-ı Kehf 7 kişi olup sekisincisi
köpekleri olduğunu, (35:13) âyetinde geçen (Kıtmir) kelimesi, yukarda geçen
(kelbühüm) kelimesine tevafukla te’yid ediyor.
3813- İşte böyle “Kur’anın müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar
çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar. İşte tertib-i Kur’an
irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu’ Kur’anlar da ilham-ı İlahî ile oldu-
ğundan; Kur’an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevi’ alâmet-i i’caz
işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünü-
şüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki, tam muntazam ol-
saydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.” (M.183)
3814- Hem “göz ile görünecek, lafzî, nakşî mezayalar mananın hüsnün-
den ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse, kabil-i takliddir. Kolayca
onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i’caz, taklid edilmiyecek bir tarzda
olacak. Hatta bu tevafukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz san’at-ı bedia i’cazın
ecza-yı hakikiyesinden değil, belki bir nevi’ i’cazın vazifesini gördüğü için
i’cazın eczası içine dahil olmuştur. Çünki i’caz gösteriyor ki, Kur’an
kelâmullahtır, beşerin değildir. Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi
olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki, o kelâm
gaybdandır, beşerin değildir. Eğer tevafukata kasıd girse, o delalet hassası
kaybolur.” (Osmanlıca 29. Mektubun 3. Kısmının 5. ve 6. Meselesinden)
3815- “Tevafukla işaretler eğer münasebet-i manevîyeye istinad etmezse
ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i manevîyesi kuvvetli ise, bu onun bir
ferdi, bir masadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakatı bulunsa, o vakit
tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelâmdan bunun iradesine bir emare olur. Ve
ondan o ferdin hususi bir surette dahil olduğuna ya remz, ya işaret, ya delalet
hükmünde onu gösterir.” (Ş.686)
3816- “Tenbih: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en ziyade münteşir nüshala-
rının sahifeleri, en uzun âyet olan Âyet-i Müdayene vahid-i kıyasî olmuştur.
Ve o ölçüye binaen sahifeler tanzim edilmiş ve satırlar için vahid-i kıyas ve
mikyas ve ölçü, Sure-i İhlas olmuştur. Onun için bu kısım mushaflarda
tezahür edene meziyetler ve mehasin doğrudan doğruya Kur’anın i’cazına
aittir ve Kur’anın malıdır. Bu mehasinin envaı çoktur. Bir nev’i, tevafukattır.
Tevafukatın da envaı çoktur. Bir sahife içinde tevafukat ve karşı karşıya sahi-
felerdeki tevafukat ve mecmu-u Kur’andaki tevafukattır. Bunların da hem
manevî, hem lafzî, hem hükmî aksamları var. Biz çok enva’dan ve çok
efraddan, yalnız bir sayfadaki tevafukatı, tafsilatlı yeni bir Kur’anı yazdır-
makla göstereceğiz.” (Osmanlıca Mektubat, 29. Mektubun 4. Kısmından)
TEVATÜR 2046
Sure-i (110:1) ¬yÁV7~ h²M«9 «š_«% ~«†¬~ remzinde, esrar-ı gaybiye gösterildi; bir-
den kapandı, perde indi.
Hem bu sır içindir ki, o yolda fazla istihdam edilmedik, yalnız o meslek-i
tevafukiyenin tereşşuhatından Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve
cezaletine bir zinet ve huruf-u Kur’aniyenin intizamından ve vaziyetlerinden
tezahür eden bir nevi i’caz çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.” (K.L.112)
ardınca zahir olması. *Bir hususun söylenmesi. Şayia. *Fık: İçinde yalan ih-
timali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber.
3819- Rivayetlerde “Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa,
kat'îdir. Tevatür iki kısımdır.HAŞİYE Biri "sarih tevatür", biri "manevî teva-
tür"dür. Manevî tevatür de iki kısımdır: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul
gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir
hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse,
kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâka-
HAŞİYE: Şu risalede "tevatür" lafzı, Türkçe "şâyia" manasındaki tevatür değil, belki yakîni
ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.
TEVAZU 2047
dar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin
görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli
delalet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna,
meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş" denilse; fakat onu haber ve-
renler, ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, di-
ğeri başka bir şekilde beyan eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna
müttefiktirler. İşte mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bil-manadır, kat'îdir.
İhtilaf-ı suret ise, zarar vermez.” (M.94)
3820- Bediüzzaman Hazretlerine sorulan “bir sual: Deniliyor ki: Sen çok
şeylere mütevatir dersin; halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz.
Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz?
Elcevab: Ulema-i şeriat yanında çok mütevatir ve bedihi şeyler var ki,
onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i Hadis yanında da çok mütevatir
var, sairlerin yanında ahadî de olmuyor ve hakeza... Her fennin ehl-i ihtisası,
o fenne göre bedihiyatı, nazariyatı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i
ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Şimdi haber ver-
diğimiz hakiki mütevatir veya manevî mütevatir veya tevatür hükmünde
kat’iyyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadis, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i
usul, hem ekser tabaka-i ulemada hükmünü öyle göstermiş; gaflette bulunan
avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.”
(M.141)
tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu’ ile
tekavvüs edecek ve eğilecek. Ta, o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda
büyüklüğün mikyası, küçüklüktür; yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı bü-
yüklüktür, yani tekebbürdür.” (H.Ş.127) (Bak: Enaniyet, İzzet, Kibr, Tahdis-i
Ni’met)
Atıf notu:
- Bediüzzaman Hz.nin tevazuu, bak: 3259.p.
Rücu’ ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha
yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
3826- Bir âyette şöyle buyurur: (66:8) _®&YM«9 ®}«"²Y«# Tevbe-i nasuh:
Nasuh bir tevbe. Burada tevbenin sıfatı olan nasuh ise, gafur vezninde
mübalağa sigası olup nush, nasahat, nasihat maddesindendir. Bu madde
Kamus Sahibinin de Besair’de beyan ettiği vech ile, esasen iki manaya mev-
zudur. Birisi, halislik ve safilik manasıdır. Nitekim mumu alınmış halis bala
°d¬._«9 °u«K«2 denilir. Bu manaca nasuh, çok halis ve temiz demek olur. Birisi
de söküğü dikmek, yırtığı yamamak suretiyle onarıp düzeltmek manasında-
dır. Nitekim elbisenin dikişine “nesahat-üs sevb” denilir. Bu manaca nasuh,
çok ıslah edici, hiç bir gedik bırakmayacak vechile eksikleri düzeltip iyi
onarıcı demek olur.” (E.T.5126)
Buna göre tevbe-i nasuh, ciddi ihlas ile tam ıslah-ı hal etmek demektir.
3827- Tevbe hakkında âyetlerden birkaç not:
- Hırsızlıktan tevbe: (5:39)
- Cahillik sebebiyle kötülük yapıp sonra tevbe ile ıslah-ı hal edenlerin mağfireti:
(4:16, 17, 18) (6:54) (16:119)
- İrtidaddan sonra tevbe: (3:86 ilâ 91)
- Münafıklıktan tevbe: (4:145, 146) (9:74)
- Müşriklikten tevbe: (9:5)
- Riba (faiz) almaktan tevbe: (2:279)
- Allah dilediği (lâyık gördüğü) kimseye tevbeyi nasib eder: (9:15, 27, 106, 18)
Tevbe ve istiğfar hakkında hadis-i şerifler de çoktur. Ezcümle: T.T.5. ci.
2, Kitab 5. Bölüm, sh:265-286; Sahih-i Müslim 49.Kitab-üt Tevbe ci:8,
sh:234; İ.M. 37.Kitab-üz Zühd, 30.Bab, aynı mevzu ile alâkalıdır.
T E V E KK Ü L 2050
İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül
et. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten
ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı
dünyeviye hapsinden kurtulasın.” (S.314)
3831- Tevekkülde makamları iltibas etmemek ve “her makamın iktiza
ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde daire-i esbabda iken tabia-
tıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan; Mu’tezile olur ki, te’siri esbaba
verir. Ve keza daire-i itikadda iken ruhuyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da,
esbaba kıymet vermeyerek Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül
ile nizam-ı âleme muhalefet eder.” (İ.İ. 20)
Evet “tertib-i mebadide tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice nokta-
sındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.” (S.725)
3832- “Nefis daima ıztıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevek-
küle yanaşmıyor. Hükm-ü Kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulu’ ve gu-
rubu mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulu’ ve gurubu ve sair
mukadderat, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun
ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha! Ve illa muhak-
kak bilsin ki: Semavat ve Arz’ın haricine kaçıp kurtulamıyan insan, Hâlik-ı
Külli Şey’in rububiyetine muhabbetle rıza-dade olmalıdır.” (M.N.122)
3833- Tevekkül hakkında Kur’andan birkaç not:
-Mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etmelidir: (3:122, 160) (5:11, 23) (8:2, 49)
(9:51) (10:84) (11:88, 123) (12:67) (14:12) (58:10)
-Meşveretten sonra verilen kararda sebat ve tevekkül gerektir: (3:159)
-Tevekkül edene Allah yeter: (4:81) (33:3, 48) (39:38) (65:3)
birliğine dair yazılan manzume. *Kelime-i Tevhid olan yÅV7~ Å ¬~ «y«7¬~ « sözünü
tekrarlamak ki, buna tehlil de denir. Kelime-i tevhid bu şekli ile aynen
Kur’anda (37:35) (47:19) âyetlerinde geçer. Az farklı ibarelerle Kur’anın
muhtelif yerlerinde zikredilir. Hadis kitablarında ise, tevhid ve tesbih bö-
lümlerinde çok yer verilmiştir. (Bak: Hanif, Şirk, Tecdid-i İman, Yakîn)
TEVHİD 2052
3835- “Tevhid iki kısımdır. Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre büyük
bir zatın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri
icmalî, amiyanedir ki: “Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi de-
ğil ki sahib olabilsin.” Fakat böyle ami bir adamın nezaretinde çok hırsızlık
olabilir. Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir. İkinci çeşit odur ki, her denk
üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı tanır, herbir ilan üstünde
mührünü bilir bir surette “Herşey o zatındır” der. İşte şu halde herbir şey o
zatı manen gösterir. Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir.
Biri: Tevhid-i ami ve zahirîdir ki “Cenab-ı Hak birdir, şeriki naziri yok-
tur. Bu kâinat onundur.”
İkincisi: Tevhid-i hakikidir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hatem-i
rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun
nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve herşey onun dest-i kudretin-
den çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile,
hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman
getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” (S.292)
3836- “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile,
kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halavetle ders verdiği gibi, bütün enbiya ve
asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan
“Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i man-
tıkta, tasavvura mukabil ve ma’rifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve
bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir
hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve
TE’VİL 2053
her şeyde Hâlikına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani ol-
maz.” (Ş.154)
3837- Tevhid bütün enva-ı şirki reddeder. Zira “halk-ı eşya hakkında
“mucibe-i külliye” sadık olmadığı takdirde “salibe-i külliye” sadık olur. Yani
ya bütün eşyanın Hâlikı Allah’tır veya Allah hiç bir şey’in hâlikı değildir.
Çünki eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi
kabul etmez bir külldür, baziyet yoktur. Ya mucibe-i külliye olacaktır veya
salibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini teveh-
hüm eden vehmin vahi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh edna bir
şeyde Hâlikıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.
Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahidir, evsat yoktur. Zira Sani’
vâhid-i hakiki olmazsa, kesîr-i hakiki olacaktır. Kesîr-i hakiki ise gayr-ı
mütenahidir.” (M.N.183)
Atıf notu:
-Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesi, bak: 941.p.
Te’vil kelimesi bazı müfessirlere göre, rücu’ manasına olanl “ Evl: Ä—~”
den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin manasını bir nesneye irca
ile beyan etmektir. Bazılarınca da Evvel: ı—~ lafzından alınmış olup kelâmı
evveline sarf ve irca eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset manasına
olan iyalet: a7_«<~ den alınmıştır ki, te’vil eden kimse, zihin ve fikrini, ke-
lâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud
olan mana zahir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te’vil beynindeki
fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın
mevzuuna müteallik maddeye mübaşerettir. Te’vil ise: Âyetlerin sırlarını ve
istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve
âyetin mana ihtimallerinin birini tayin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecih-
lere muhtemel olan âyetler olur. Kur’anın anlaşılmasında birinci mertebe
tenzil, ikinci mertebe te’vildir.
Te’vil, bundan başka “rüya tabir etmek” manasına gelir ve “hoş kokulu
bir nebat” adıdır.” (Kamus Tercemesi) (Bak: Hadis-i Mevzu, Kıyamet Alâmet-
leri, Meal, Müteşabihat)
TE’VİL 2054
duğu bilinir ki, ilimde rasih olanlar _«X¬±"«‡ ¬f²X¬2 ²w¬8 Êu6 ¬y¬" _ÅX«8´~ deyip o gizli
hakikatları izhar ederler.” (Ş.578)
3840- “İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir mü-
sabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan na-
zarî mes’eleleri elbette bedihi olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek
derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu Bekirler âlâyı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Ce-
hiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve
hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nadir verilir. Hem dar-ı teklifte gözle
görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı
Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneş’in mağripten çıkması
bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır,
daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler Ebu Cehiller ile tas-
dikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve
kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir, herkes bi-
lemez...
Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadisler, mürur-u
zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmı-
yor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor.” (Ş.579)
Meselâ, “musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen
adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade
manevî bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İla-
hiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye
böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş.
gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde
perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hatta Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygam-
berimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve ka-
palı gelmiş ki; o kitabların bir kısım tabileri te’vil edip iman etmediler. Fakat
itikadat-ı imaniyeye giren mes’eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve
açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan,
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zişan’ı (A.S.M.) umûr-u uhreviye-
den tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.
Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükümetine ait ga-
rip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebetdar rivayet edilmesi
cihetiyle manası gizlenmiş. Meselâ: “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yal-
nız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş.
Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavi ve
ulvi, halis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur’aniyeye iktida ve
ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü ile o din-
siz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldü-
rülebilir.” (Ş.580)
3841- Bediüzzaman, bazı müteşabih hadislerde yaptığı te’villere edilen
itiraza karşı bir mahkeme müdafaasında şöyle diyor:
“Sabık mahkememizde bir müddeiumuminin yanlış bir mana ile “Be-
şinci Şua”ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın
dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gele-
cek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum...
Bundan kırk sene evvel ve Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim.
O zaman Japonya’nın baş kumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler
sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o mü-
nasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadiste; “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs
sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirün” yazılmış bulunur diye hadis var deyip
benden sordular. Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah
kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan sonra bunu sordular:
“Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: Şapka başa gelecek,
secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek,
inşaallah müslüman edecek. Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun
eli delinecek ve bu hâdise ile “Süfyan” olduğu bilinecek?” Ben de cevaben
dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde
mal durmuyor, akıyor, zayi oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan
TE’VİL 2056
rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek,
başkalarını da alıştıracak. Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstan-
bul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben de-
dim: Telgrafla haber verilecek, fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim.
Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken
dedim: Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve
Ye’cüc ve Me’cüc ve Dabbet-ül Arz ve Deccal ve Nüzul-ü İsa (A.S.) hak-
kında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde
onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile,
Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey’in vasıtasıyla beni -
neşredilen Hutuvat-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celb etti, git-
tim. Şeyh Sünusi Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira
maaşla vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumisi hem meb’us, hem diyanet riyaseti dai-
resinde Dar-ül Hikmet azalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve
benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark darülfünunuma
Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altın lira -ikiyüz meb’us içinde
yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul
edildiği halde; ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir
adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu
adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı
içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.”
(Ş.358)
3841/1- Bediüzzaman, siyasi hayatla alâkasını kesip yalnız imana ve
Kur’ana hizmet için vakf-ı hayat ettiği halde, bazı adlî makamlar, mezkûr
ifadede görüldüğü gibi, ehadisin külli manadaki tevillerini siyasi maksada
tevcih etmek gayretini göstermişlerdir. Böyle tenkidlere de cevablar veren
Bediüzzaman, Afyon Mahkemesi müdafaasında şöyle der:
“Maslahat-ı hükümet namına derim: Madem “Beşinci Şua”ı hem De-
nizli, hem Ankara Mahkemeleri tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. El-
bette onu, yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece
zaruridir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerin-
den evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükümet ve mahkemesi dahi onu medar-ı
sual ve cevap etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kablelvuku haber
vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir
şahsa, müteaddid manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu
taassubuyla o gaybî ihbarı ve manayı, resmiyete koymamayı ve bizi onunla
muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asa-
yiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.” (Ş.355)
TE’VİL 2057
“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘bu kâfirdir’ ya-
zılmış olur.” Hadisine uygun olarak Atatürk kanun zoru ile herkese şapka
giydirmiştir, fakat şapka da secdeye gittiği için istemeyerek giyenler kâfir ol-
mamışlardır.
“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecek-
ler” Hadisine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdir-
mektedir.
“Fitne-i Âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz”
Hadisine uygun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli
oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya
çıkmıştır.
Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar, haksız olarak
Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir.
Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesa-
tına, kıyafetine müdahale edilmiştir.
Millet mağlubiyet hangâmında gizli ve dehşetli mahiyetine bakmıyarak
Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği
görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışacaktır.
Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır.
Atatürk Ayasofya camiini puthaneye, Meşihat dairesi (Osmanlı Dev-
leti’nin diyanet dairesini) kız lisesine çevirmiştir.”
İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zikredilerek ve
Bediüzzaman’a atfedilerek yapılan bu beyan, herhalde hayretle karşılanacak
acib ve garib bir tevcihtir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon
Mahkemesinde makam-ı iddia tarafından yapıldığını görerek gerekli cevabı
vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan v